Yerçekimi mi Ağırlık mı?..
Nedir
ağırlık? Ağırlıksızlık? Bir yapay uydu içinde dolaşan, deney
yapan, su içen astronotların ağırlıkları var mı, yok mu? Dünya
onları çekiyor mu, çekmiyor mu? Daha genel olarak, kütle,
yerçekimi, ağırlık ve bunların ilişkileri hakkında bilgimiz
yeterli mi? Yoksa, çoğumuzun yaptığı gibi, birini ötekiyle,
diğerini başkalarıyla karıştırıp, kendimiz de işin içinden
çıkamıyor muyuz? Eğer bu sorulara kendinizi inandırabilecek
açıklamalarınız yoksa yalnız değilsiniz.
BÜTÜN yaşamımız Dünya üzerinde. O'na yerçekimi ile o kadar
bağıl ve bağımlıyız ki, ağırlıksız olmayı bazen gerçek dışı,
bazen heyecan verici, hatta korkutucu bir durum gibi
algılamaktan kendimizi alamayız. Lunaparklarda rağbet gören
oyunlar, insana kendini boşluktaymış gibi hissettirir.
Tramplenden suya atlarken, arabayla bir tümseği hızla aşarken
içimizde bir şeylerin eksildiğini, yok olduğunu duyar,
ürpeririz. Bindiğimiz asansörün halatı kopsa ne hissedeceğimiz
hakkında iyi kötü bir fikrimiz vardır.
İnsanoğlu, mekanik denilen hareket bilimini ve onun
sıcaklığa uzantısı olan termodinamiği ancak son zamanlarda
geliştirip, anlamaya başladı. Hâlâ çoğumuz, kütleyi ağırlıkla,
kuvveti güçle, gücü enerjiyle, ısıyı sıcaklıkla karıştırır
dururuz. Ağırlıksızlık uzayı çağrıştırdığı, uzay da atmosferin
ötesinde olduğu için, atmosferin dışına çıkar çıkmaz
ağırlığımızın yok olacağını düşünürüz. Bütün bu karışıklık ve
yanlış anlamaların altında, bazı temel kavramlar ve bunların
birbirleri ile ilişkilerini doğru ve sindirerek bilmememiz
yatıyor. Gelin, önce bu temel kavramları gözden geçirelim.
Önce Kütleyi Tanıyalım
Terazide bir şey tartarken kullanılan, "bir kilo" denilen
demir parçası bazen başka işlere de yarar: Çivi çakmak, ceviz
kırmak gibi. İster tartmada ister öteki işlerde olsun
faydalanılan şey, o demir parçasının sanki adı gibi değişmez
bir özelliğidir: Kütlesi. Zaten "Bir kilo" diye anılmasının
nedeni, kütlesinin 1 kilogram yani 1000 gram olması (1 kg=1000
g). Dünya üzerinde nerede, hatta hangi uydu veya gezegende
bulunursak bulunalım, neyin etrafında dönüyor, ne kadar hızlı
veya yavaş gidiyor olursak olalım, yanımızda taşıdığımız "bir
kilo"nun kütlesi daima 1 kg olarak kalacak ve çivi çakmak gibi
kinetik enerjisinin kullanıldığı işlerde daima aynı derecede
işimize yarayacaktır.
Kütle, bir maddenin değişmez kimliğidir. Maddenin korunumu
kütlenin değişmemesi ile eşdeğerdir. (Bu arada, bizim de bir
madde olarak kütlemizin değişmemesi, örneğin 72 kg değerini
koruması beklenir. Ancak canlıların, canlı kalabilmek için
gerekli olan çevreyle besin ve atık alışverişi yüzünden
kütleleri değişir. Büyüme, zayıflama, "kilo" alma vb, bu
değişmelere verdiğimiz isimlerdir.) Her maddenin, küçük veya
büyük olsun, kendine özel bir kütlesi vardır. Bu yüzden madde
yerine kütle de diyebiliriz.
Kütleyi tanıdıktan sonra, onunla en çok karıştırılan
ağırlık kavramına geçmemiz beklenirdi. Her ne kadar ağırlık
yerçekimi olmadan da tanımlanabilecek bir olgu ise de, hemen
her zaman yerçekimi ile ilişkili olarak algılandığı için, önce
şu yerçekimi, daha genel adıyla kütlesel çekim üzerinde durmak
yerinde olur.
Nedir Kütlesel Çekim?
Maddeler (kütleler) birbirini çeker. Yani bir madde bir
başkasına, onu kendisine doğru gelmeye zorlayan bir kuvvet
uygular; bunu aralarında yay, ip, hava gibi hiçbir bağlayıcı
ortama gerek olmadan yapar. Öteki madde de aynı şekilde
birincisini, onu kendine doğru gitmeye zorlayıcı, aynı
büyüklükte (tabii ki ters yönde) bir kuvvetle çeker. Örneğin,
Dünya bir tenis topunu aşağı doğru bir kuvvetle çekerken,
tenis topu da Dünya'yı yukarı doğru aynı büyüklükte bir
kuvvetle çeker. Bu birbirine denk çekme kuvveti, iki maddenin
de kütleleri ile doğru orantılıdır. Yine bu kuvvet iki
kütlenin sanki birbirlerini "gördükleri" sanal büyüklükle de
orantılıdır. Örneğin, 1 m uzaktaki tenis topu 2 m uzağa
gidince sanki eskisinin dörtte biri kadarmış gibi gözükür. 100
m uzakta, yani onbinde bir küçüklükte ise topu görmekte güçlük
çekeriz. Çekim kuvveti de o oranda, yani uzaklığın karesi ile
ters orantılı olarak değişir. Yani 1 m uzaktaki tenis topunu,
kütlemizden dolayı çektiğimiz kuvvet, 100 m uzakta onbinde
bire düşer. Fakat bizimle top arasındaki bu kuvvet çok yakında
bile o kadar küçüktür ki, top hiç de bize doğru yaklaşmaya
tenezzül etmez, sanki. Ancak, kütlelerden hiç değilse biri çok
büyükse çekim kuvveti önemli bir büyüklüğe ulaşır. Örneğin,
bizim yerimize Dünya'yı alırsak, onun çekim kuvveti (yani topa
etki eden yerçekimi) bizimkinden o kadar büyüktür ki,
elimizden bıraktığımız top bize yaklaşmaktansa Dünya'ya
yaklaşmayı (düşmeyi) tercih eder.
Çekim kuvvetini belirleyen uzaklık, iki cismin kütle
merkezleri arasındaki uzaklıktır. Dünya ve üzerindeki topu
alırsak bu uzaklık Dünya'nın ortalama yarıçapından çok az
farklıdır (6371 km). Onun için, deniz seviyesinde veya
yükseklerde, ekvatorda veya kutuplarda olmak pek fazla
değiştirmez Dünya'nın bize uyguladığı çekim kuvvetini.
Yaklaşık olarak 1 kg kütleye bu ortalama uzaklıkta 9,83 N
(Newton) etki eder. Benim kütleme göre İstanbul'da, örneğin
700 N kuvvetle çekiliyorsam, Antarktika kıyılarında ancak 5 N
daha fazla, Everest zirvesinde 2 N daha az bir çekim kuvvetine
maruz kalacaktım. Peki daha uzaklarda? Yer'den 240 km yüksekte
(herhangi bir uydu uzaklığında) 650 N, 36 000 km de (yer
istasyonu uzaklığında) 22 N, Ay uzaklığında 0,19 N; yani
uzaklığın karesiyle azalan bir kuvvet, ama yine de sıfır
değil. Dünya yerine başka büyük kütleleri alırsak, örneğin Ay
yüzeyinde 115 N, yani Dünya'dakinin 1/6'sı, Merih'te (Mars)
0,4, Müşteri'de (Jüpiter) 2,7, Güneş'te 28 katı. Tipik bir
nötron yıldızı üzerinde ise, Dünya'dakinin 1012 katı kuvvetle
çekiliyor olacaktım; çünkü Güneş kadar büyük bir kütleye,
nötron yıldızının ancak birkaç kilometre olan yarıçapı kadar
yaklaşmış bulunacaktım. Yalnız, yaklaşırken başımla ayaklarım
arasındaki çekim kuvveti farkı o kadar büyüyecek ki, daha
yıldıza erişmeden çok önce, pişmaniye haline gelmiş olacaktım.
Bereket versin, Dünya'dan pek fazla ayrılmadıkça bu büyük
kütlelerin çekimi ihmal edilecek kadar az. Örneğin, Ay beni
şimdi ancak 0,0023 N, Güneş ise 0,41 N kadar çekebiliyor. Yine
de bu küçük kuvvetler gel-git olaylarının başlıca nedeni.
Dikkat ederseniz, yerçekiminden söz ederken ağırlığa hiç
başvurmadık. Çekim kuvveti ile statik ağırlık arasında önemli
ve nazik bir ilişki var; ileride göreceğiz. Ağırlığa geçmeden
önce son bir söz: Kütlesel çekim kuvveti de, cisimler
arasındaki uzaklık aynı kaldığı sürece değişmeyen bir
büyüklük. Yani 240 km yüksekte bulunduğum sürece, bana etki
eden yerçekimi kuvveti daima 650 N olarak kalacaktı; ister
orada duruyor olayım, ister dairesel bir yörüngede hareket
ediyor olayım, hep 650 N ile çekiliyor olacaktım.
Ve Ağırlık...
Ağırlık ve kütle, çoğu zaman birbiri ile karıştırılan veya
alışkanlıkla birbiri yerine kullanılan iki farklı kavram.
Ağırlık aslında kuvvet birimi ile ölçülür. Pratikte, terazi
denilen bir karşılaştırma aracı ile "tartma" sonucu elde
edilen bir büyüklük olarak bilinirse de, bu yanlış. Aslında
basit, eşit kollu terazide iki kefeye konan kütleler
karşılaştırılır. Eğer kol yatay durumda dengede durabiliyorsa
etki eden ağırlık kuvvetleri dengededir. Bunun için de
kütlelerin eşit olması gerekir. O halde "bir kilo" ile dengede
olan patatesin kütlesi de 1 kg'dır. Ya ağırlığı? Bu tür
teraziyle ağırlık tayin edilemez. Kütle ile ağırlık arasındaki
ilk karışıklık ta bundan doğar. Tartma sonucunu "patatesin
ağırlığı bir kilo" diyerek açıklarız. Halbuki "patatesin
ağırlığı bir kilonun ağırlığına eşit" dememiz gerekirdi ki,
ikisini de henüz bilmiyoruz. Bu yanlışlık günlük
alışverişimize, banyo terazimize kadar girmiştir. Yakın bir
geçmişe kadar kütle ve onun ağırlığı aynı skalada gösterilmeye
çalışılmış, yine de, birine kg-kütle ötekine kg-kuvvet gibi
isimler bile verilse, mekanik öğrenenlerin kâbusu olmaktan
kurtulamamıştır. Hâlâ hiç kimse (fizikçiler dahil) size
ağırlığından söz ederken "700 Newton çekiyorum" demez; "72
kiloyum" der. "Nedir bu 72 kilo?" sorusuna hiç kimseden
"Kütlem" cevabını alamazsınız, isterseniz deneyin.
Bu yanlışlıklar yalnızca dilimizde kaldığı, anlayışımızı
etkilemediği sürece zarar yok. Zaten, Dünya üzerinden fazla
ayrılmadıkça ağırlık da pek değişmiyor; ha kütle ha ağırlık.
Fakat konu ağırlıksız olmaya dayanınca daha dikkatli olmak
gerek. Çünkü ağırlıksız olunduğu söylenilen durum ve şartlarda
artık neyin kütle, neyin çekim kuvveti veya ağırlık olduğunu
açık seçik bilmekten başka çare yok.
Kütlenin hiç değişmediğini, çekim kuvvetinin ise, kütleler
arası uzaklık aynı kaldığı sürece değişmediğini gördük.
Ayrıca, uzaklık arttıkça çekim kuvvetinin hızla küçüldüğünü,
fakat asla sıfır olmadığını da biliyoruz. Deneyimlere
dayanarak bildiğimiz başka şeyler de var. "Ağırlıksız" denilen
şartlarda, örneğin bir yapay uydu kapsülünde (veya halatı
kopmuş asansör kabininde) hiçbir yere dayanmadan, dokunmadan
kapsüle göre durumumuzu koruyabiliyoruz; kullandığımız aleti
elimizden bırakınca sanki bıraktığımız yerde boşlukta kalıyor.
Dikkatle
düşünürsek "ağırlıksız" olmak, etkisinden hiçbir şekilde
kurtulamayacağımızı bildiğimiz yerçekimi kuvveti hariç, başka
hiçbir kuvvete maruz olmamak gibi bir durum. Yani sadece ve
sadece, kütlesel çekim kuvvetinin altında isek, ister duruyor
'herhangi bir anda) ister hareket ediyor olalım, ağırlığımız
olmayacak. Örneğin tramplenden havuza atlarken, ayaklarımız
trampleni terkettiği andan suya ilk dokunduğumuz ana kadar,
(hava ile sürtünmeyi ihmal edersek) hiçbir yerden destek
almadan sadece yerçekimi altındayızdır. Önce yükselir, bir
noktada bir an durur, sonra aşağı doğru gittikçe hızlanarak
düşeriz. Bu sırada bir ağırlığımız olduğunu bize hissettirecek
başka hiçbir kuvvet yoktur. Halbuki, ayakta dururken (veya
otururken) her bir parçamız, yerçekiminden dolayı düşmesini
önleyecek belli bir kuvvetle yukarı itilerek dengelenir. Bu
kuvvetleri ise biz toptan ağırlığımız olarak algılarız: En çok
ayaklarımızla, en az başımızla (tepe üstü durduğumuz zaman da
tersine en çok başımız, en az ayaklarımızla).
Asansörle çıkıyor veya iniyorsak ağırlığımız değişir.
Kabine girip çıkış düğmesine basıncaya kadar hareket etmeyiz.
Yerçekimi, döşemeden ayaklarımızı yukarı iten kuvvetle (hemen
hemen) dengededir ve bu itme kuvvetini biz normal ağırlığımız
olarak algılarız. Düğmeye basınca, döşeme bizi daha büyük bir
kuvvetle yukarı iterek hızlandırır, bunun için de kendimizi
daha ağır hissederiz. Kabin hızı sabit değerini alınca
ağırlığımız yine normale döner. Duracağımız kata yaklaşırken
kabin yavaşlar, döşeme kuvveti azalır, kendimizi daha hafif
hissederiz (biraz boşlukta gibi). Durduktan sonra her şey
normal değerine döner. İnişte olay ters yönde tekrarlanır:
Önce hafifleme, sonra normal, sonra ağırlaşma ve nihayet
normale dönüş. Çabuk hızlanan veya halatı kopan bir kabinde
neler hissedeceğimiz belli artık. Birincide daha çok ağırlık,
ikincide neredeyse sıfır ağırlık.
Mekik-uydu içindeki durumu da analiz etmek mümkün. Mekik,
personel, deney aletleri ve Dr. Nurcan Baç'ın zeolitleri (bk.
Bilim ve Teknik 345, s. 8-11), her şey hemen hemen aynı
yörünge üzerinde, isterlerse birbirlerine hiç dokunmadan, yani
sadece yerçekimi altında hareket etmektedir. Başka kuvvet
gerekmediği için ağırlıkları yoktur; hem de çok uzun bir süre.
Böylece zeolit kristalleri en özgür ortam içinde büyüyebilir.
Dünya üzerinde ise ancak bir düşme kulesinde, kabini yukarı
fırlatıp tekrar dibe düşünceye kadar, birkaç saniyelik bir
ağırlıksız durum yaratabilecektik.
Yerçekimi İvmesi
Newton'un meşhur ikinci (hareket) kanunu, bir kütleye bir
kuvvet etki ettiğinde onun bu kuvvet doğrultusunda kuvvetin
büyüklüğü ile orantılı, fakat kendi kütlesi ile ters orantılı
şekilde hızlanacağını (yani mevcut hızına, zamanla o oranda
artan hız katacağını) söyler. Kütlenin, "atâlet" (tembellik)
diye adlandırılan bir özelliğin ölçüsü olması, bu ters orantı
yüzündendir. Bir el arabasını kolaylıkla hızlandırabilirsiniz.
Ama aynı kuvvetle bunu arabanızda sağlamak uzun zaman alır;
çünkü arabanız çok daha "âtıl" yani kütlelidir. Hızlanma
mekanik dilinde "ivme"dir. Tenis topunu elimizden bıraktıktan
sonra, hava direncini ihmal ederseniz, yerçekimi ona etki eden
tek kuvvettir ve aşağı doğrudur. Bıraktığımız anda sıfır olan
hızı, her saniye başına saniyede 9,8 m gibi artar ve top
hızlanarak yere düşer. Hava direnci gerçekten yoksa (örneğin
havası tamamen boşaltılmış bir odada) tenis topu, kuş tüyü ve
değirmen taşı hep aynı ivmeyle hızlanır; çünkü birim kütleye
etki eden kuvvet olan ivme aynı kalır, bütün cisimler için.
İşte bu birim kütleye etki eden yerçekimi kuvvetine yerçekimi
ivmesi denir. Uygulanma yeri çoğunlukla Dünya yüzeyi olduğu ve
orada kaldığı sürece değeri pek fazla değişmediği için sabit
bir ortalama değeri olduğu kabul edilebilir. go= 9,83 N/1 kg =
9,83 (m/s)/s = 9,83 m/s2.
Öte yandan, bir cismin hareketi incelenirken, çoklukla bu
hareketin Dünya'ya göre tanımlanması istenir. Böyle olunca da
mutlak hareketi (yani uzayda sabit kabul edilebilecek bir
referansa göre hareketi) düzenleyen yerçekimi ivmesi değil,
Dünya'ya göre hareketi verecek olan ağırlık ivmesi daha uygun
bir büyüklük olur. Onun da standart değeri g = 9,81 m/s2'dir.
Bundan farklılıklar doğuran yükseklik ve enlemin etkileri çoğu
zaman ihmal edilir. Dünya'nın simetrik olmaması, zamanla
şeklinin değişmesi gibi nedenlerden gelebilecek düzeltmeler
ise çok daha küçüktür.
Hızlı hareketler, kısa sürede hızlanmayı, yani yüksek
ivmeyi gerektirir. Atmosfer içi ve ötesi hareket
programlarında yüksek ivmeler, m/s2 birimi ile olduğu kadar g
değerini birim kabul ederek de ifade edilir. Örneğin, bir
uydunun fırlatılmasında, uçak manevralarında 2-3 g'lik ivmeler
ağırlığın 2-3 katına çıkacağını müjdelerken, 8-10 g gibi
ivmeler insanın dayanma sınırına erişir. Çarpışmalar
genellikle çok daha yüksek g'lerle ölçülür. Örneğin, teniste,
topun raketle buluşma süresi 1/100 saniye ve topun çıkış hızı
50 m/s ise ortalama ivme nerdeyse 500 g olacaktır.
Ağırlıksız durumlarda ağırlığı temel alan ivme de sıfır
olmalı, yani 0 g. O halde neden mikrogravite? Ağırlığın
etkilediği (ve bu yüzden ağırlıksız ortama ihtiyaç gösteren)
doğal konveksiyon, tabakalaşma gibi olaylar içeren işlemlerde,
çok küçük de olsa, ağırlık, yüzey gerilimi, elektrostatik
kuvvetler gibi faktörler ayrıntılı olarak bilinmelidir. Bir
uzay istasyonunda yer çekiminin kabinin "altında" ve "üstünde"
farklı değerlerde olması, personelin hareketi, istasyonun
dönmesi veya teorik yörüngeyi tamı tamına izlememesi yüzünden
g değeri sıfırdan farklıdır ve sınırlarının bilinmesi gerekir.
Erişilebilecek küçük değerler, bir düşme kulesinde 10-5 g,
balistik yörüngede uçan bir uçakta 10-3 g, uzay mekiğinde 10-6
g (personel uykuda) ile 10-3 g (çalışırken) arasında olabilir.
Gelelim Ölçmelere...
Önce kütleyi ele alalım. Değeri kütlesi ile ölçülen her
şeyde ağırlık veya yerçekimi değil, kütle önemlidir.
Bilinmeyen bir kütleyi, örneğin 1 kg'lık standart bir kütle
ile karşılaştırarak tayin edebiliriz. Kollu terazi, kantar, vs
bu iş içindir. Aslında, karşılaştırma bilinen ve bilinmeyen
kütlelere etki eden ağırlık kuvvetleri arasında olduğu için
ölçmeyi, ağırlığın teraziyi çalıştıracak kadar büyük olduğu
her yerde yapmak mümkün: Kutuplarda, Everest'te, çıkan veya
inen asansörde. Fakat uyduda ağırlık olmayacağı, daha doğrusu
yeterince büyük olmayacağı için başka yollara başvurmamız
gerekir. Örneğin, bilmediğimiz kütleyi bildiğimiz bir yaya
bağlayıp titreştirerek ve periyodunu bilinen bir kütlenin
vereceği periyotla karşılaştırarak.
Kütle ölçümünde kullandığımız kollu terazi, ağırlık ölçmede
hiçbir işe yaramaz. Fakat, hilesiz olmak şartıyla, yaylı bir
terazi güvenle kullanılabilir. Yayın elastik uzama özellikleri
her yerde aynı olduğu için, 1 kg'lık standart kütleyi teraziye
asıp, ağırlığının Singapur'da 9,78 N, Ankara'da 9,80 N, Kuzey
Kutbu'nda 9,83 N olduğunu, asansörde daha da ağır veya hafif
olabileceğini, yörüngedeki bir uyduda ağırlığının
kaybolacağını ölçebiliriz.
Geriye dönüp ağırlığı nasıl tanımladığımızı hatırlayılım.
Aslında yaylı teraziyle tartma sırasında kütleye, yerçekimi
dışında, yayın uzamasıyla ilgili bir ek kuvvet uyguluyoruz ve
ağırlık olarak tanımladığımız bu kuvveti de yayın uzama
miktarı ile eşleştirip terazi skalasından okuyoruz. Yani her
şey tutarlı. (Belki terazinin tek kusuru Newton yerine kilo
vermesi, ama bunu 9,81 N/kg ile çarparak Newton'a çevirmek
kolay.)
Peki, yerçekimi kuvvetini nasıl ölçeceğiz? Klasik teraziden
yine fayda yok. Yaylı teraziyi ise, astığımız kütle ile
birlikte, yerçekimini ölçeceğimiz noktada sabit tutmamız
gerekir. Dünya'dan uzaklığı sabit dahi olsa, bir yörüngede
dönüyor veya herhangi başka bir hareket yapıyor olmasına izin
yok. Çünkü bu hareketlerin gerektirdiği kuvvetler yüzünden
ölçülen yay kuvveti sadece yerçekimini veremez. Bir yerde
gerçekten durarak ölçmek ise hemen hemen olanaksız. Bir
istisna, belki kutupta (Güneş çevresinde hareketi dışında)
Dünya'nın dönmesinden doğan bir hareket olmadığı için, ölçme
yerçekimini verecektir. Halbuki ekvatorda, Dünya ile birlikte
dönen bir cisme, düz bir doğru boyunca gitmektense, onu her an
Dünya'ya doğru saptırarak üzerinde kalmasını sağlayan bir
kuvvet etki etmek zorundadır. İşte
bu
kuvvet yerçekimi ile ağırlık arasındaki farktır. O halde
yerçekimini, kolayca ölçebileceğimiz ağırlığa bu kuvveti
ekleyerek bulabiliriz. Farkın küçük olması bir yandan onu
ihmal edebilme kolaylığı sağlar. Diğer yandan, ağırlığı
yerçekimi ile özdeşleştirme yanlışlığının yaygınlaşmasını
destekler. Çok kişiden duymuşuzdur, uzay laboratuvarında
yerçekiminden kurtulunduğunu. Halbuki, biliyoruz orada bile,
Dünya bizi 650 N ile çekmekte olduğu halde, ağırlıksız bir
"uzay yürüyüşü" gerçekleştirebilirdik.
Aslında yerçekiminden gerçekten hemen hemen
kurtulabileceğimiz yerler de yok değil. Örneğin, Dünya'dan
Ay'a, aradaki uzaklık 1/9 olacak kadar yaklaşırsanız (Ay'dan
42 600 km), ikisinin çekim kuvvetleri eşit ve zıt yönde olduğu
için birbirini yok eder ve sizi sadece Güneş ve öteki gök
cisimlerinin çekim kuvveti etkiler. Bütün çekim kuvvetlerinin
birbirini yoketmesi ise olanaksızdır.
Yerçekimi Olmadan Ağırlık Olur mu?
Her ne kadar ağırlıkla yerçekimi arasında bazı ilişkiler
bulduksa da, ağırlık yerçekimi olmadan da yaratılabilecek bir
algılama şekli. Dünya ile Ay arasındaki yukarıda sözü edilen
ölü noktada ivmelenen bir yolculuk yapıyorsanız, yerçekimi
olmadığı halde, ivme ve kütlenizle orantılı bir ağırlık
algılarsınız. Düşey ekseni etrafında hızla dönen bir
silindirin içinde duvara yapışıp düşmeden durabilirsiniz.
Başka örnekleri de siz verin artık.
Yeri gelmişken, son olarak şu santrifüj kuvvete de biraz
değinelim. Nedense, "Etki=Tepki (veya Aksiyon=Reaksiyon)
prensibi" diye bilinen Newton'un üçüncü kanununa çok tutkunuz.
O kadar ki, bunu sosyal ve daha karmaşık alanlarda bile
kullanmaktan çekinmeyiz. Aslında yukarıda ifade ettiğimiz
temel ikinci kanunun özel bir uygulaması olmasına rağmen, bu
kanun çok daha yaygın bir çevrede bilinir. Buna göre, eğer ben
ağırlığıma eşit bir kuvvetle yerden yukarı itiliyorsam, ben de
yeri aşağı doğru aynı büyüklükte bir kuvvetle itmekteyim. Bir
taşı elimle iterek fırlatırsam taş da elimi aynı kuvvetle geri
iter. Dünya beni 700 N kuvvetle aşağı çekiyorsa, ben de
Dünya'yı 700 N kuvvetle yukarı çekerim. Etme bulma dünyası.
Bunlar pek önemli değil. Ama dönme başlayınca işler karışıyor.
İnce bir ipin ucuna bağlı bir yüzük düşünün. İpin öteki ucu
sabit; yüzük ipi iyice gererek yatay bir daire üzerinde hızla
dolanıyor. Gelin işi kolaylaştırmak için Dünya'yı,
yerçekimini, ağırlığı, havayı unutalım. Önceki örneklerde pek
görünmeyen etki ve tepki kuvvetleri şimdi gerilmiş iple sanki
kişilik kazanıveriyor. Bundan sonrasını bir diyalogla
sürdürelim.
Meraklı (M)- İpi bir kuvvet geriyor olmalı!
Çokbilmiş (Ç)- Hayır iki kuvvet.
M- İki mi? Nerede Bunlar?
Ç- İpin iki ucunda.
M- Haa, anladım. Kuvvetler eşit olmalı; onun için bir kuvvet
demiştim zaten.
Ç- Evet, eşit. Çünkü biri ötekinden büyük olsaydı ip büyük
kuvvet yönüne doğru hızla kaçacaktı, halbuki (dönmekle
beraber) yerinde duruyor.
M- Ne güzel, galiba Etki=Tepki'yi yakaladık.
Ç- !
M- Peki kuvvetleri kim uyguluyor?
Ç- Sabit uçta güvenilir bir çivi.
M- Ya öbür uçta?
Ç- Tabii ki yüzük ve ipi gerdiğine göre çividen (daire
merkezinden) dışarı doğru, onun içinde adı merkezkaç
(santrifüj) kuvvet.
M- Peki yüzük? Ona kim, ne uyguluyor?
Ç- İp.. Prensibe göre, yüzüğün kendisine uyguladığı merkezkaç
kuvvete eşit ve zıt, onun için de merkezcil (santriped)
kuvvet.
M- Başka?
Ç- Ne başkası, başka yok.
M- Öyle şey olur mu? Nerede bizim prensip?
Ç- Ne çabuk unuttun; o prensibi ikinci kanunun özel hal
uygulaması diye tanıtmıştık.
M- Neymiş o özel durum peki?
Ç- Kütlenin olmadığı durum: Etki ile tepkinin birbirine
"dokunduğu" veya "karşılaştığı" yeri etraftaki bütün
cisimlerden izole edersek "boş" yani sıfır kütleli bir şey
kalır elimizde. Yani hiçbir şey. Sıfır kütlenin orada durup
kalabilmesi için ona sıfır kuvvet etki etmeli, yoksa sonsuz
ivmeyle kaçıp gider başka yerlere. Sıfır kuvvet ise, ancak
senin prensiple, yani Etki - Tepki=0 ile bağdaşır.
M- Peki ip için ne diyeceksin? Etki ve tepkinin buluşma yeri
ip; ama ip "hiçbir şey" değil.
Ç- Aslında haklısın ama, ip çok ince yani kütlesi hemen hemen
sıfır. Sen hiç o ipi boşta iken sağa sola hareket ettirmek
için bir kuvvet uyguladığını hissettin mi? Bir zorluk?
M- Hayır, hissettim denemez... Şimdi anlıyorum, niye çivi ve
yüzük uçları arasında Etki=Tepki diyebildiğimizi. Aslında
"hemen hemen" diye eklemek gerekiyormuş.
Ç- Demek ki genel halde bir cisme ille de eşit ve ters iki
kuvvet veya böyle karşılıklı kuvvetler etki etmesi gerekmez. O
zaman da cisim harekete geçer. Yüzüğe de tek kuvvet, ipin çivi
yönünde çekme kuvveti etki ediyor sadece.
M- Ama o zaman yüzük ikinci kanuna göre gitgide hızlanacaktı.
Halbuki sabit hızda keyifle dönüyor.
Ç- Yanlış değil, ama bu sefer de ikinci kanunu eksik
anlamışsın. Hızlanma ve ivmelenme demek ille de yürüdüğü yolda
hızını artırıyor olmak değil. Unutma ki, kuvvet ne yönde etki
ederse, yeni hızlar da o yönde kazanılır. Top düz yolda
yuvarlanıp giderken yandan bir rüzgâr esse ne olur?
M- Tabii ki topun yoldaki ilerleme hızı değişmez, ama top
yolun kenarına doğru yaklaşır.
Ç- Yani yana doğru hız kazanır. İşte yüzük te sabit hızda
dönmeye devam ediyor, çünkü ip onu yana (içe) doğru çekiyor
sadece..
M- Anladım, ama o zaman da topun yana gitmesi gibi yüzük de
çiviye doğru gitmeliydi?
Ç- Gitmiyor mu sence?
M- Tabii ki gitmiyor; baksana ipe, hep gergin.
Ç- Hayır, gidiyor. Gitmeseydi, yani ip onu çekmiyor olsaydı,
ne yapacaktı yüzük?
M- Bilemiyorum.
Ç- İpi kesmeyi denedin mi?
M- Sahi, şu yeni lazer çakmağımla ipi yakayım, bakalım ne
olacak. (Dener, ip kopar, ve yüzük her şeyi bırakıp düz bir
doğru boyunca fırlar gider.)
Ç- Ne oldu?
M- Uzaklaşıyor çividen ve hepimizden. Keşke yakmasaydım ipi.
Meğer gitmiyor gözükse de, her an sanki çiviyi hatırlayıp ona
doğru bükülüyormuş.
Ç- İşte, uydularda da öyle.. Dünya çivinin rolünü üstlenmiş,
uydu da yüzüğün. Arada senin yakabileceğin, koparabileceğin
ip, halat, nesne de yok artık. Onlar olmayınca, onları geren
merkezkaç kuvvete de ihtiyaç yok tabii. Fakat merkezcil
kuvvet, yani yerçekimi her yerde.
M- Ama ben, şu merkezkaç kuvvete çok inanıyorum. Bir şey
dönerse santrifüj kuvvet olması beni rahatlatıyor.
Ç- Anlıyorum, ancak bunu her zaman yapabilirsin. Önce hareket
için gerekli gerçek kuvveti bul (yerçekimi gibi). Sonra onu
tersine çevir ve ne isim verirsen ver. Dönüyorsa merkezkaç,
değilse başka bir şey. Zaten bunu D'Alembert usta da yapmış.
Herhalde O da Etki=Tepki meraklısı idi. Gerçek kuvvete
"kuvvet" ona eşit olan kütle ile ivmenin çarpımını ters
çevirip (yani işaretini veya yönünü değiştirip) ona da "atâlet
kuvveti" adını verince, hareket kanununu Kuvvet+Atalet
Kuvveti=0 gibi yorumlamak mümkün. Sanki statik kuvvet dengesi
şartı gibi.
M- Gerekli mi bu?
Ç- Hayır, bu bir zevk, alışkanlık, görüş açısı meselesi.
Önemli olan doğru uygulamak, sınırlarını bilmek. Her şeyde
olduğu gibi.
M- Teşekkürler.
Ç- Yine gel.
Suha Selamoğlu
Prof.Dr., ODTÜ Makine Mühendisliği Bölümü
|