Zaman Yolculuğunu
Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 - Turkey / Denizli
IŞIK ve HAYAT
Bilimin yüzyıllardır üzerine yaptığı araştırmalar ve sonuçlarına karşın; ışık,
hâlen gizemliliğini kaybetmemiştir.Çözülmemiş bir bulmacaya benzetilebilir.
Işıksız bir ortamda sağlam bir göz bile âdeta körelmiş gibi olur. Işık,
cisimleri görülebilir hale getirir. Ayrıca cisimlere farklı açılardan
yansımasıyla renkler meydana gelir. Johann Wolfgang Von Goethe' nin dediği gibi
"Renkler ışığın hareketi ve kaderidir."
Atalarımız ışığı kutsamış ve onu bir kült haline getirmişlerdir. Ama biz onu
yıllar boyunca incelemiş onun bütün kutsallığını bozmuş ve ona âdeta sahip
olmuşuz. Zamanımızda ışığı hassas bir alet gibi kullanıp sanatta, diskoteklerde
bir estetik aracına dönüştürdük. Bugünün hiçbir bilim adamı ışığın basit bir şey
olduğunu söyleyemiyor. Işık bütün dünyanın ( ve evrenin ) hem bir besin
kaynağıdır, hem de yaşamın ta kendisidir. Fotosentez ile bitkiler ışık
enerjisinden kendi besinlerini oluştururlar. Sadece bitkiler değil , hayvanlar,
bakteriler ve tabi ki insanlar için de çok önemli bir yaşam kaynağıdır. Bu dünya
üzerindeki farklı yaşamların oluşmasını da yine o sağlamıştır. Canlıların temel
yapı parçası olan hücreler, kendi aralarında haberleşmek için sadece kimyasal
hormonları kullanmazlar, "Biofoton " veya "Ultra hücre ışını" denilen ve ışıktan
oluşan bir enerjiyi de kullanırlar.
KUTSAL GÜNEŞ ve MODERN RENK TERAPİSİ
Aşırı ışık ve başka faktörlerin bir araya gelmesiyle kanser oluşur. Fakat ışık
doğru olarak kullanıldığında çok iyi bir iyileştirme aracı olabilir. Antik
çağlardan beri doktorlar farklı renk terapi yöntemleri kullanmışlardır. Şifa
yöntemlerinden birisi olan ellerle yapılan iyileştirmelerde ektin olan öğe eller
değil, ondan çıkan ışınlardır. Işığın bütün renk tonları, insan mâneviyatı
üzerinde direkt olarak tesir eder. Işık şifasaldır, yaşamsal bir önemi vardır.
Peki ışık nedir ? Ansiklopedilerde ışığın çok büyük bir spektruma sahip olan
elektromanyetik dalgaların, sadece çok küçük bir parcası olduğunu yazar. Dalga
boyu 400 ile 800 nanometre arasında değişir. 800 nanometre üzerindeki dalgalar
infrarot, 400 nanometre altındaki dalgalar ise ultraviyole ışınlarını oluşturur.
Işık ile ilgili bilimsel araştırmalara baktığımızda, onun üç tip şifasal gücü
olduğunu görürüz : Fiziksel, Biyolojik ve Pisişik. Fisiksel ve biyolojiksel
şifa, ışığın "Dışsal" kısmıyla ( yani enerji ve bilgi taşıyıcısı elektromanyetik
dalgalar) meydana gelir. Pisişik şifa ise "İçsel" kısmıyla ( ruhsal enerji)
meydana gelir. Bu üç şifasal yol da, ayni yola çıkıyor : Ruhsal tekamüle.
Psişiksel şifa diğerlerine nazaran daha da etkilidir. Tanrısal bir gücü vardır
ışığın. Dünyayı gündüz güneş, gece ise ay aydınlatır. Bu yüzden çeşitli
kültürlerde güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar bir tapınma aracı olarak
kullanılmış ve tanrı ile özdeşleştirilmiştir. Bu inancın alında yatan nedeni
Goethe şu sözlerle belirtmiştir : " Eğer bana, tabiatımda güneşe tapma olup
olmadığını sorarsanız. Ben kesinlikle 'evet' derim. Güneş üst plânların
gönderdiği kudretli, dünya insanlarına eşit bir şekilde dağıtılan bir araçtır.
IŞIĞIN GERÇEK ANLAMI BİR SIR
Eski Sümer kavminin ve Babillilerin ana tanrısı ,Güneş tanrısıydı. Aztek ve İnka
Uygarlıkları ise güneş için insanları kurban edip; kurbanlarının kalplerini
güneş tanrısına sunuyorlardı. Bu işlem sonucunda daha da çok kudret vereceğine
inanılıyordu. Ra' nın bakışı sonucu ışık oluştu.Eski Mısır medeniyetinde,
tanrıların yaşadığı Pathedon' u yöneten en büyük tanrı olan Ra' nın formu güneş
olarak tasvir ediliyor. "Ben, gözlerimi açtığımda ışığı gösteren ve kapattığımda
heryeri karanlığa gömen kişiyim." Bu sözler, 13 yy. 'da yazılmış olan bir
papirüsün üzerinde bulunmuştur. Şifa alanında en çok bilgi Antik Mısır
doktorlarındaydı. yunan uygarlığında, sadece güneş tanrısı Helios' a ait olan
bir şehir vardı, Heliopolis. Tapınakları ile ünlü bu şehirde, şu anda bile
kullanılan "Renk terapisi" kavramı ortaya çıkmıştı. Bu kavramın ortaya çıkarken,
ışığın mistik ve şifasal gücü insanlar için hâlen geçerliydi.
Işık, Tanrının bir niteliği veya bir aracı olarak gölülüyor. Çoğu zaman ise bu
iki kavram da bir anılıyor. Bundan dolayı Johannes' in 1. Mektubu' nda "Tanrı
ışıktır, O' nun içinde karanlık yer almaz" yazıyor.Yine ayni bölümde şu satırlar
da yer alıyor. " Her kim kardeşini severse, daima aydınlık içinde kalır." ,
"Tanrı sevgidir.Tanrı, seven insanın yanından asla ayrılmaz."
Işık, sevgi ve tanrı, bu kavramların hepsi birdir. Hintliler bunun için "Sattwa"
kelimesini kullamışlardır. Sattwa tanrısal bir özelliktir; aydınlık içinde her
zaman sevgi dolu ve iyilik içinde yaşama prensibidir.
Yukarıda saydığımız ışığın bütün tanrısal anlamları, günümüzde ( en azından
batıda) kaybolmuştur. Hem de tamamiyle ! Diskoteklerdeki lazer gösterileri,
konserlerdeki ışık saçan orglar. Ama bunlar da insanları büyülemek için
kullanılmıyor mu ? Buradaki büyülenme hem okült hem de sanatsal alanda bir
büyülenme sayılabilir.
Güneş hayat verici olmasına karşın, birçok insan için bir tehdit unsurudur.
Yaydığı zararlı ışınlardan korunmak gerekiyor. Bu garip ikilem içinde insan yine
de güneşe tapmıştır.
Bugün çoğu insan için ışık, bir elektrik düğmesini açıp ampulden çıkan aydınlık
anlamına geliyor. Fizik kitaplarında ise ışık elektromanyetik dalgaların bir
bölümünü oluşturur. Biraz daha yakından incelendiğinde ışığın bir ilüzyondan
farklı bir şey olduğunu görmek mümkündür. Işığın gerçek anlamı hâlen bir
bilmecedir.Tekâmülün bir tezahürüdür. Işık bilim adamlarının dediği gibi "
Dalga- Parçacık- Dualizm " 'i değildir, o tanrının bir özelliğidir.
GİRİŞİM PRENSİBİ ve ESİR TEOREMİ
Yunanlı filozof Pythagoras ( M.Ö. 570 - M.Ö. 496) ' a göre görmemizi sağlayan
neden, her nesnenin kendisinden gönderdiği çok ufak parçacıkların göz sayesinde
yakalanmasıydı. Onun öğrencisi olan Empedokles ( M.Ö. 483 - M.Ö. 420) ise başka
türlü bir sonuca varmıştı.Empedokles' e göre gözden "Ateşimsi " bir ışın çıkar
ve bu bizim var olan bütün eşyaları görmemizi sağlardı. Platon ( M.Ö. 428 - M.Ö.
347) ' a göre ise görmemizi sağlayan iki etken vardı. Birincisi nesnelerden
çıkan "Dışsal ışık" , diğeri ise gözümüzden dışarı çıkan "İçsel ışık". Bu iki
ışın ile görme gerçekleşiyordu. Aristoteles ( M.Ö. 384 - M.Ö. 322) daha önceki
filozofların düşüncelerine katılmayıp ortaya yeni bir fikir attı. Işık, evreni
dolduran ve çok ufak olan "Pellucid" adlı maddenin hareketi sonucu ortaya
çıkıyordu. Aristoteles' in ışık kuramı ortaçağ bitene kadar kabul edilmiştir.
İlk olarak Isaac Newton (1643 - 1727)' un ortaya çıkardığı Optik bilim dalı ile,
ışığın bilimsel olarak incelenmesine başlandı. Newton da Ortaçağ filozoflarının
yaptığı gibi, ışığı iki bölüme ayırdı : "Fenomensel ışık (Fizik alanında geçerli
olan) ve "Nominal ve potansiyel ışık (Tanrısal ve ilahî ruhu taşıyan). Ancak 20
y.y.' da Albert Einstein tarafından en modern ve önemli bir soru soruldu :"
Acaba madde ile ışık arasında birbilerine karşı bir dönüşüm sağlanabilir mi ?"
Newton fiziksel ışığın oluşumunu partiküllere bağlıyordu.Tıpkı bundan 2000 yıl
önce yaşamış olan Pythagoras gibi o da, ışığın çok küçük ışıldayan
parçacıklardan oluştuğuna inanıyordu.Çağdaşı olan Hollandalı fizikçi Christian
Huyges (1629 - 1695) ve İsveçre' li matematikçi Leonhard Euler (1707 - 1783) da
Aristoteles' in ışık kuramına inanıyorlardı.Bu iki bilimadamı ışığın dalgalar
şeklinde hareket ettiğini buldular.
Newton' dan sonraki yıllarda "Dalga - Parcaçık" tartışması, bilim içinde pek
dikkate alınmamıştı. Ama ta ki 1801 yılında Thomas Young' un deneyleri sonucu
ortaya çıkarıldığı "Girişim Prensibi" ne kadar.Bu deney, ışığın yanyana bulunan
iki ince yarıktan geçirilmesi ile yapılır. Aydınlık ve karanlık ışın çizgilerin
oluşturduğu şekle "Girişim Deseni" denilir. Bu girişim desenini oluşturan
maddeye Young "esir" adını vermişti. Esir bütün uzayı dolduran ve onun hareketi
sonucu ışık dalgaları oluşturan bir maddedir.
Young ' un "Girişim Prensibi" ne çağdaşı olan Henry Brougham karşı çıkıyordu :
"Anlamsız bir teori, Young' un deneyleri sonucu çıkardığı ilkelerden hiçbir şey
beklenmemesi gerekir." Diğer taraftan Fransız Frensel (1788 - 1827) 'in
incelemeleri sonucu ışığın karakteristik yapısı bulunmuştur.
19. yy ' ın ilk yarısında çeşitli ülkelerde yapılan deneyler sonucu ışığın
tarifi belli bir yere kadar yapılabilmişti.O tarihlerde bu sonuçlar çıkarılmıştı
: " Esir çok ince bir maddedir ve bütün evreni doldurur.Tıpkı bir geminin
denizde yüzmesi gibi, gezegenler de uzayın içinde yüzüyor. Işık dalgaları ise
Esir' in hemen yanında refakat eder. Duruma göre bazen önünden, bazen arkasından
takip eder ve bazen de etrafında döner. Ama ışık sabit bir hıza sahiptir."
1887 ' de Albert Michelson ve Edward Morley' in ortaklaşa yaptıkları deneyler
sonucu ışığın temel yapı taşının ne olduğunu bulamadılar.Ama ışığın sabit bir
hıza sahip olduğunu buldular : 299792458 m/s. Diğer bilimadamları bu deneylerin
sonuçlarını çaresiz olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Einstein o yıllarda
yapılan araştırmalar ile ilgili olarak şu sözleri söylemişti : "Işığın
gerçekliğinin bulunması için yapılan herşeye rağmen, insan bu bilgiyi öğrenmek
için aciz kalmıştır. En iyisi esir kavramını bırakıp, bir daha o kavramı
ağzımıza hiçbir zaman almamak." Ayrıca şu açıklamayı da yapmıştır : (1) "
Uzaydaki ışık hızının, ya da başka bir şöyleyişle, esirdeki ışık
hızının,saniyede 300.000 km olduğunu biliyoruz. Elektromanyetik alan,
kaynağından bir kez çıktıktan sonra bağımsız bir varlık gösteren enerji taşır.
Şimdilik, mekanik yapıda bir esirin birçok güçlük çıkardığını bile bile, şuna
inanmayı sürdüreceğiz. Esir, içinde elektromanyetik dalgaların ve dolaysıyla da
ışığın, yaydığı bir ortamdır."
Kısa bir süre sonra Max Planck ısının da bir elektromanyetik dalga olduğunu
keşfetti. Planck, ışığın "Kuanta" denilen belirli bölükler halinde ( h=6,62 x
10-27 erg/sn), kesikli bir biçimde ışıdığını ve soğduğunu da saplamıştır.1905
yılında Einstein, ışığın "Işık Kuantası" ya da "foton" denilen bir parçacık
olduğu fikrini ortaya atar. Bu fikir ise Pythagoras ve Newton' un parçacık
teorisine uyumluluk sağlar.
BOŞLUKTA DALGALARIN YAYILMASI İMKANSIZDIR
O yıllarda yapılan araştırmalar sonucu "Dalga - Parçacık" ikilemini çözülmüş
gibi görülüyordu. Ama bir dalga her zaman bir dalga; bir parçacık her zaman bir
parçacıktır. Buna bir örnek daha verebiliriz.İnsan her zaman bir insan; balık
her zaman bir balıktır.O zaman denizkızları nedir? Birçok farklı mitolojide
deniz kızlarından bahsedilir. Ama kimse onları görmedi. Aynı şekilde hiçbir
bilimadamı "Dalga parçacığı" nın da var olduğunu ispatlayamadı.
1917' de Einstein "Hayatımın geri kalan kısmını, ışığın ne olduğunu bulmak ile
geçireceğim" Fakat ölümünden dört yıl önce (1951) şu demeci vermişti : "Elli yıl
boyunca bir ışık kuantasının ne olduğunu anlamak ile geçti. Ama yine de ona
yaklaşamadım."
" Esir Problemi" de bu güne kadar çözülemedi. Hep, temizlik yaparken tozun
halının altına atılması gibi unutulmak istendi. Burada oluşan çıkmazın nedeni
şuydu : Fizikte dalga, bir maddenin salınımı olarak tarif ediliyor. Maddeleri
oluşturan parçacklar esnek bir şekilde hareket edebildiklerinden dolayı,
hareketini diğer komşu atomların parçacıklarına nakledebiliyorlar. Suda oluşan
dalgalar da bu şekilde oluşur. Su molekülleri arasında bir çekim kuvveti (Koheziyon)
olduğundan dolayı daima beraber bulunmak isterler. Dışsal bir kuvvet
uygulandığında ise beraberce bir salınım oluşururlar.
ESİR, ATOMUN EN KÜÇÜK PARÇASINDAN DAHA DA İNCEDİR
Bir taraftan yukarıda da açıklandığı gibi (parçacık teorisi) Michelson-Morley
deneyleri, önemli bulgular ortaya koymuştur.Ama bir taraftan da parçacıkların
birer dalgacık karakterine sahip olduklarını bildirmişlerdir. Örneğin çift yarık
deneyinde ışık bir girişim deseni oluşturur ( ışık bir dalga gibi hareket
ediyor). Burada Elektron-Pozitron çifti ışığa ve ışık da Elektron-Pozitron
çiftine dönüşüyor. Deney sonucu olarak şu söylenebilir "Işık ve madde dalga
şeklinde kendini gösterir." Madde, enerjinin bir çeşitidir. Belki de donmuş bir
enerjidir, tıpkı buz ile su arasındaki ilişki gibi.
Bu ilişkiyi insanın aklı kabul edemiyor. Ama bilim için, madde ile enerji
arasındaki bu ince bağlantı için bir formül bile var. Albert Einstein' nin ünlü
formülü E=mc2 . Bu formüle göre büyük bir enerji sonucu, az madde; az bir madde
ile büyük bir enerji elde edilebilir. Bunun örneğini Hiroşima' ya atılan atom
bombasıyla bütün dünya görmüştür.
Michelson ve Morley' in dediği gibi dünya bir esir denizi içinde yüzmüyor; dünya
kendi salınımı ( titreşimi) sayesinde esir denizi içinde ayakta kalabiliyor.
Hatta Michelson ve Morley ( ayrıca onların kullandıkları ölçü cihazları), dünya
ile salınım içindedir.
Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc " Işık ve Şuurun Ortak Tarihi" adlı
kitabında şu sözler yer alıyor : "Maddesel bir esir yoktur. Bu kavram
materyalist düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır." Yine ayni eserde " Eğer
ışığın bir dalga olduğunu söylersek, bir soru akla geliyor : Bu salınımı
sağlayan etken nedir ? Örneğin su dalgalar ve ses dalgaları salınımlar sonucu
oluşur. Ses ve su dalgaları hava ile iletilir. Peki ışık dalgalarının
taşınmasını sağlayan ortam şey nedir ? Bana göre bu sorunun cevabı olan ortam,
maddesel bir tabiatın içinde değildir.
IŞIKTAN HIZLI : FOTON İLETİŞİMİ
Bu sözlerle birdenbire materyalist olarak düşünen doğabilimi metafiziksel
söylemlerle dolu bir uçurumun içine yuvarlanır.
Burada birkaç soru geliyor hemen aklımıza : Maddesel olmayan "Esir" içindeki
ışık ve maddesel dalgalarının salınımını sağlayan güç nedir? Nereden geliyor?
Kim veya ne onun harekete geçmesini sağlıyor? Bu güç düzenli bir enerji olmalı,
çünkü uyardığı dalgalar da düzenli bir form oluşturuyor. Elektronların hepsi
ayni hacme ve yüke sahiptir. Peki bu düzenliliği sağlayan güç nedir veya kimdir?
Neden bazı ortamlarda ışık-dalgası, ışık-parçacıkları gibi davranıyor. Bu soru
hâlen çözümlenememiştir. Işık dalgaları çift yarık deneyinde, birer ışık-
dalgaları olarak davranacaklarını nasıl biliyorlar?
Fotonların birbirleri ile nasıl iletişim kurdukları ise ayrı bir muamma olarak
kalmıştır. Örneğin birbirine zıt doğrultuda iki ışık kaynağı düşünelim. Bunların
birisinden çıkan bir fotonun hareketi, öteki ışık kaynağından çıkan fotonun
hareketini etkiler. Fotonlar ışık ile hareket ettiklerine göre birbirleri
arasındaki iletişimin hızı, ışık hızından büyük olması zorunludur. Ama nasıl
anlaşıyorlar? Belki de telepati ile (Foton telepatisi) ! İtinalı ve özenle
çalışan bilmin içine sihir mi girdi yoksa? Şimdi ise daha da ilginç bir olay
geliyor karşımıza : Bilimadamlarının yaptığı en son çalışmalar sonucu bazı özel
ortamlarda elektromanyetik dalgaların, ışık hızından daha da hızlı
gidebilceklerini bildiriyorlar. Eğer bu teorik düşünce, pratiğe uygulanabilirse
fiziğin temel direği olan "Rölativite Kanunu" büyük bir sarsıntı ile
yıkılabilir.
--------------------------------------------------------------------------------
(1) Fiziğin Evrimi, A.Einstein - L. Infeld, Onur Yayınları, sayfa : 145 -
Yazının bir kısmı İlhan ER tarafından çevrilmiştir.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)
/Astronomy