|
Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey / Denizli
Yerçekimsiz bir ortamda kütle ölçümü yapılabilir
mi? Ayrıca bir kütle diğer bir kütleyi neden çeker? Bunun sebebi atomik
düzeydeki zıt yüklü parçacıkların birbirini çekmesi olabilir mi?
Tabii ki yerçekimsiz ortamda kütle ölçümü yapılabilir. Bunun birkaç yolu
vardır. Bunlardan birisi Newton’un yasasını kullanarak yapılabilir (F = m.a).
Eğer bir cisme etki eden toplam kuvveti ve cismin kazandığı ivmeyi ölçersek
buradan kütleyi hesaplayabiliriz. Bunun en yaygın örneği (yerçekimi olmak
şartıyla) eşit kollu terazidir. Bütün yaptığımız terazinin sağ ve sol
taraflarına etki eden yerçekimi kuvvetlerini eşitlemektir. Ama yerçekimsiz
ortamdaki bir ölçüm için bu yöntem geçersizdir. Bu durumda
yapılabileceklerden birisi, kütleyi bir yayın ucuna tutturarak oluşacak
salınımın frekansını ölçmektir. Eğer yay sabitini biliyorsak kütleyi kolayca
hesaplayabiliriz. Diğer soruya gelince; kütle çekiminin yüklerle bir ilgisi
yoktur, aksi halde kütleçekim kuvveti sadece kütleye bağlı olmazdı. Zaten
kütleçekim kuvveti de çok zayıf bir kuvvettir (bu kuvvetin göz önünde
bulundurulabilmesi için kütlelerin en az 100 kg civarında olması gerekir.)
ve elektriksel kuvvetlerden tamamen bağımsızdır. Aslında iyi bir tahminde
bulunmuşsun çünkü günlük hayatta karşımıza çıkan etkileşimlerin çoğu
elektrikseldir ve kütleçekimi bir istisnadır.
Kütle ile ağırlık arasındaki fark nedir?
Baştan başlayalım. Kütleler birbirlerini etkiler ve bu etkileşim
kütleçekimi kuvveti dediğimiz olaydır. Senin ya da benim ya da herhangi bir
cismin üzerinde durduğu gezegenden dolayı hissettiği kütleçekim kuvvetine o
cismin ağırlığı diyoruz. Dolayısıyla ağırlık bulunduğumuz gezegene bağlıdır
ve hatta gezegene doğru hızlanıp yavaşlamamıza da bağlıdır. Eğer gezegene
doğru hızlanıyorsak ağırlığımız azalır ve hatta sıfır bile olabilir. Ama
asla kilo kaybetmeyiz. Sadece hissettiğimiz kütleçekimi miktarı azalmıştır.
Kütle ise cismi meydana getiren madde miktarıdır (elektron, proton ve
nötron). Kütlenin başka bir açıklaması da şöyledir; Bir cisme uygulanan
kuvvet aynı oranda ivmeye neden olur (F~a). Bu eşitliği sağlayan orantı
sabitine de kütle denir (F=ma). Yani kütle cismin hızlanmasına direnç
gösteren büyüklüktür diyebiliriz.
Merkezkaç kuvveti diye bir şey var mı? Eğer
yoksa neden çoğu zaman günlük olayları açıklamak için merkezkaç kuvvetini
kullanıyoruz? Mesela su dolu bir kovaya düşey eksende bir dairesel hareket
yaptırdığımızda suyun dökülmesini engelleyen nedir?
Merkezkaç kuvveti anlamlı fakat gerçek olmayan, yani Newton yasalarına
uyan bir kuvvet değildir. Newton’a göre duran bir cisme etki eden kuvvet o
cismin ivme kazanmasına neden olur. Ve yine Newton’a göre hareket halindeki
bir cisim, üzerine kuvvet etki etmediği sürece hareketine devam edecektir.
Dairesel hareket sistemlerinde yani dönen sistemler için başlangıçta duran
bir cisim (yatayda dönen bir levha ya da bir atlıkarınca ve üzerinde
hareketsiz bir cisim düşünün) hareket başladığında dışa doğru kayma eğilimi
gösterecektir. Yani cisim merkezden dışa doğru bir ivme kazanacaktır.
Newton’a göre bu cisme ivmenin yönünde (dışa doğru) bir kuvvet etki ediyor
olması gerekir. İşte gerçekte olmayan bu kuvvete merkezkaç kuvveti diyoruz.
Ama bu durum sisteme içeriden bakıldığı zaman böyledir. Eğer sistemi
dışarıdan incelersek durumun farklı olduğunu görürüz. Dönen bir aracın
içinde içi su dolu bir kap düşünün, eğer biz de bu aracın içindeysek bize
göre bu kabın devrilmesini sağlayan merkezkaç kuvvetidir. Ama araca
dışarıdan bakarsak araç dönmekte iken su dulu kabın düz bir yol çizmeye
çalıştığını ve kabın altına etki eden kuvvetin kabı devirdiğini görürüz
(eylemsizlik). İki durumda da yapılan işlemler doğru sonuç verir fakat
birinci durumda olmayan bir kuvveti varmış gibi düşünüyoruz.
Süperiletkenlik nedir?Kullanım alanları nelerdir?
Süperiletkenler, ısıları belli bir seviyeye düşürüldügünde
elektrik akımına karşı dirençlerini tamamen kaybeden maddelerdir. Bu bize,
elektrik akımının sıradan iletkenlerde dirençten doğan ve ısı olarak yayılan
enerji kaybını (%3 ile %10 arasındadır) engelleme olanağı verir.
Süperiletkenlerin bir başka özelliği ise kusursuz diamanyetik olmaları.Yani
süperiletkenler manyetik alanı tamamen iter. Böylece süperiletken
mıknatıslar yardımıyla, örneğin bir treni raylara temas etmeden hareket
ettirebilir ve sürtünmeyi azalttığımız için trenin çok daha hızlı gitmesini
sağlarız. Bu tip süper hızlı trenler Japonya’da kullanılmakta.
Işık nedir? Bana öyle geliyor ki ışık
kaynağından dışa doğru akan fiziksel bir cisimdir. Acaba öyle mi?
Fizikte ışık çok çeşitli şekillerde ele alınır. Klasik fizikte ışığın
elektromanyetik dalgalar olduğu kabul edilir. Yani ışık değişen elektrik ve
manyetik alanlardır. Maddesel değildirler. Modern kuantum fiziğinde ise ışık
foton adı verilen parçacıklar olarak kabul edilir. Bu parçacıklar enerji ve
momentum taşıyan dalga paketleridir ve kütleleri yoktur. İki durumda da
ışığın enerjisi gerçek ve ölçülebilir bir mekanizma ile taşınır. Fizikciler
de fotonu incelerken momentumunu ve enerjisini göz önüne alırlar, diğer
özellikleri (eğer varsa) zaten fiziğin konusu dışındadır. Fakat ışığa
fiziksel bir cisim demek de doğru değildir.
Eğer bir cismi yerden 100 metre yükseklikten
bırakırsak; sürtünmeden ısınır ya da yanabilir mi? Veya tam tersine
soğuyabilir mi?
Bir cismi belli bir yükseklikten bıraktığımız zaman yerçekiminden dolayı
bir süre hızlanır ama bu hızlanma belli bir hıza kadar olur (bu hız değeri
havanın yoğunluğuna bağlıdır dolayısıyla cisim yere yaklaştıkça yavaşlar).
Cisme bütün bu hareketi boyunca hava sürtünmesi etki eder ve tabii ki cisim
bu sürtünmeden dolayı ısınır. Fakat eğer cisim su ya da buharlaşan bir şey
içeriyorsa cismin etrafında hareket eden hava (rüzgar) suyun buharlaşmasına
ve cismin soğumasına neden olabilir (çünkü buharlaşan su çevresinden ısı
kabul eder). Fakat, cismin üzerindeki su tamamen buharlaştığında cisim
tekrar ısınmaya başlayacaktır.
Madde ve antimadde bir araya geldiği zaman birbirlerini yok ederler
mi? Bu buluşma bir enerji kaynağı olarak kullanılabilir mi?
Evet birbirlerini yok ederler ve açığa çıkan enerji genelde bir çift
fotondur (gama ışını). Fakat antimaddenin üretilmesi çok fazla enerji
gerektiren bir olaydır ve bu enerjiyi sağlamak da başlı başına bir
problemdir. Ayrıca çıkan enerjinin bir yerde depolanması da çok zor olduğu
için madde antimadde tepkimeleri enerji kaynağı olarak kullanışlı
değildirler.
Nasıl oluyor da bazı ampuller 1.5 voltluk pille
çalışırken bazıları 220 voltla çalışıyor? 5 voltluk bir ampule 220 volt
uygularsam filaman erir mi? Verdiğimiz elektriğin alternatif akım ve doğru
akım olması ampulleri etkiler mi?
Bir ampul, içindeki filaman sıcak olduğu için ışık verir ve onu ısıtan da
uygulanan elektrik akımıdır.Ayrıca, açığa çıkan ısının gücü (P=i^2R=V^2/R)
ampulün direncine de bağlıdır. Herhangi bir ampule uygulanan herhangi bir
akım yada voltaj değeri için bir miktar güç açığa çıkmaktadır. Eğer
uygulanan akım yada voltaj yeteri kadar büyük değilse açığa çıkan güç az
olacak ve filaman fazla ısınamayacaktır. Bu durumda açığa çıkan enerji,
sıcak cisim ışıması ilkesine göre spektrumun kızılötesi kısmında olacağı
için gözle algılanamayacaktır. Yani bir ampulün çalışması, filamanın yeteri
kadar ısıtılarak görünür bölgede ışık vermesini sağlayarak mümkün oluyor.
Eğer biz ampulün çalışacağı voltaj değerini sabitlemişsek (1.5 V), çıkacak
olan ışığı sadece filamanın direncini değiştirerek ayarlayabiliriz, bunu da
filamanın boyunu yada kesit alanını değiştirerek yapabiliriz. Bu durumda 1.5
ve 220 voltluk ampullerin birbirlerinden farkı içlerindeki filamanın
uzunluğu ve kesit alanıdır.
Ayrıca filamanın direnci sıcaklıkla da değişmektedir. Bu yüzden ampuller
yarı vakumludurlar ve filamanın parlamasına ve açığa çıkan ısı fazlalığının
dışarıya taşınmasına yardım eden iyonize olmuş gazlar içerirler. Ama 5
voltluk bir ampule 220 volt uygularsak ampul gereğinden fazla güç üretir ve
filaman açığa çıkan ısıyı dağıtamayacağından aşırı ısınarak erir.
Güç formülü alternatif ve doğru akım için aynıdır (basit dirençlerde) .Bu
durumda verdiğimiz elektriğin AC ya da DC olması fark etmez. Ama gözümüzün
bir ışığı sürekli görebilmesi için saniyede en az 25 defa yanıp sönmesi
gerekir (alternatif akımın frekansı en az 25 Hertz olmalı). Ama şehir
elektriğinin frekansı 50 Hz olduğu için (ampul konusunda) doğru akımla
arasında bir fark yoktur
Karadelikler ışığı nasıl çeker?
Işık dört boyutlu uzayda (uzay-zaman) en kısa yolu seçer ve kütleçekimi
uzay-zamanın eğikliği ile ilişkilidir. Çok güçlü bir kütleçekiminin
varlığında uzay-zaman çok fazla eğilir ve ışık da bu yolu takip eder.
Karadelikler de uzayı çok güçlü bir şekilde eğdiği için, ışık karadeliğin
yakınından geçerken çok fazla saparak üstüne düşer.
Uçaklar için uçuş esnasında mesafeler nasıl ölçülür?
Ölçülmez. Yani uçaklarda kilometre sayacı yoktur. Mesafe klasik hareket
formülü (s = V.t) ile ölçülür. Bu durumda rüzgarın hızı da dikkate
alınmaktadır. Ayrıca mesafe ölçümlerinde uydulardan da faydalanılmaktadır (GPS
genel koordinat sistemi).
Bisiklet yarışçıları neden daha az sürtünme için
ince tekerleği tercih eder? Fizik kurallarına göre yüzey alanının sürtünmeyi
etkilememesi gerekmiyor mu?
Tam tersine hava sürtünmesi tamamen yüzey alanına bağlıdır ve ince
tekerlek daha az hava sürtünmesi demektir. Ayrıca ince tekerlekler daha az
kütleli oldukları için sebep oldukları eylemsizlik momenti de daha az
olacaktır. Bu da bisikletin daha kolay hızlanmasını sağlar.
Otomatik kapılardaki fotoelektrik alıcılar nasıl
çalışır? Yani bir insanın gölgesi nasıl oluyor da bir kapıyı açabiliyor?
Tahmin edeceğiniz gibi fotoelektrik alıcılar ışığa karşı aşırı duyarlı
elektronik malzemeler kullanılarak yapılır (diyot gibi). Eğer ışık
şiddetinde büyük bir değişme olursa alıcıdaki diyot özelliği değişerek daha
iletken hale gelir ve devreden akım geçmesini sağlar (diyot burada anahtar
görevi görür). Dolayısıyla bir düğme kullanarak kapıyı açıp
kapatabileceğimiz gibi böyle bir fotoelektrik alıcılı bir devre ile de bir
kapıyı açıp kapatabiliriz.
Manyetik kuzey nasıl oluşur?
Bildiğimiz gibi, dünyada manyetik bir alan vardır. Mıknatıs çubuğu
gibi, onun da manyetik kuzeyi ve manyetik güneyi bulunur. Ancak bunlar,
dünyanın coğrafi kutuplarıyla tam olarak çakışmazlar. Coğrafi kutuplardan
boylu boyunca bir eksen geçtiği ve dünyanın bu eksen etrafında döndüğü
varsayılır. Manyetik kutuplar hep aynı yerde durmazlar; yerlerinin sürekli
oynadığı, gözlemlere göre, her yıl 0.15 derece batıya doğru kaydıkları
saptanmıştır. Manyetik kutup, aslında dünyanın yüzeyinde bir nokta değil,
yeryüzüne dik olarak gelen ve içinden geçen manyetik alan çizgilerinin
bulunduğu bölgedir. 1970 yılında manyetik kuzey kutup bölgesinin, yaklaşık
76.2 derece Kuzey enlemi ile 101 derece Batı boylamında, Kanada’nın
kuzeyindeki arktik adalarda olduğu saptanmıştır. “Manyetik kuzey” denen, ve
kuzeyi arayan pusulanın iğnesinin herhangi bir konumda gösterdiği yön
genelde doğrudan manyetik kuzey kutbunu göstermez. Dünyanın manyetik alanı,
mıknatıs çubuğun manyetik alanından çok daha karmaşıktır. Belli bir konumda,
pusulanın ibresi “gerçek kuzey”in birkaç derece doğusu veya batısında bir
yönde gösterecektir.
Çekirdeğin kütlesi ölçülebilir mi?
Bir atomun kütlesinin büyük bir bölümü çekirdeğinde olduğuna göre, atomun
kütlesini hesap ettiğinizde aslında çekirdeğin kütlesini de hesap
ediyorsunuz demektir. Genellikle bir atomun değil de, gözle görebileceğimiz
kadar büyük atom gruplarının kütlesini hesap ederiz. Fakat kütle
spektrometrelerle küçük bir elektrik yükü verip, elektrik ile manyetik alan
birleşiminde yollarının nasıl etkilendiğine bakarak ,tek atomların
kütlelerini ölçmek de mümkündür.
Bir elektronun kütlesi, bir protonun (ya da nötronun) kütlesinden 2000 kat
küçük olduğuna göre, çekirdeğin bir parçası olmayan elektronu göz ardı
etmek, sonucu fazla etkilemez.
Atomik düzeyde yansımayla kırılma arasındaki farkı nasıl
açıklayabiliriz? Bir atom belli bir frekanstaki gelen ışığı yansıtacağına ya
da kıracağına nasıl karar veriyor?
Atomik düzeyde yansıma ve kırılma aynı olaydan kaynaklanır. Bir foton bir
atoma çarptığında atom tarafından kısa bir süre tutulur ve sonra yeni bir
foton olarak rastgele bir yönde tekrar yayınlanır. Çok sayıda foton çok
sayıdaki atomdan saçılarak, saçılmadan gelen diğer fotonlarla birlikte
cismin arka tarafında (ışığın gittiği yönde) yapıcı girişim oluşturduğunda,
kırılma dediğimiz olay gerçekleşir. Yani ışığı karşı tarafa geçmiş olarak
görürüz. Buna karşın, tam ters yönde saçılan fotonlar bu yönde girişime
uğrarsa, bu defa yansıma dediğimiz olay gerçekleşir. Diğer yönlere saçılan
fotonlar genellikle yıkıcı girişime uğrarlar.
Gökyüzü neden mavidir ve neden bu mavinin tonu hep aynı değildir?
Bilindiği gibi Güneş'in yaydığı spektrum süreklidir, yani her frekansta
elektromanyetik dalga içerir. Bu dalgalar atmosfere ulaşınca atmosferdeki
gazlar tarafından saçılırlar. Burada en fazla saçılan frekans mavi ve
civarıdır. Gökyüzüne baktığınızda Güneş’ten geldikten sonra saçılan ışığı
gördüğümüz için, ve bu ışık daha çok mavi içerdiği için gökyüzünü mavi
görüyoruz.
Atmosferdeki toz, nem ve diğer etkenlerden dolayı ışığın saçılma miktarı
değiştiği içinde, bu maviyi değişik tonlarda görüyoruz.
Mıknatıslar neden yapılır?
Bazı maddelerin molekülleri manyetiktir. Bir çok maddede, moleküllerin
mıknatıslık yönleri aynı yönde olmadığı için, toplamda bir manyetik alan
yaratmazlar. Bunların moleküllerinin manyetik olup olmadıklarını
anlayamayız. Ama eğer bu moleküller aynı doğrultuda düzenlenirse bu maddeden
mıknatıs yapılabilir. Bazı metallerin, mesela demir ve çeliğin, molekülleri
bu şekilde düzenlenmiştir. Buzdolaplarındaki plastikler de bu iş için
iyidir. Bazı maddelerin molekülleri bu şekilde düzenlenemez; bu yüzden de bu
maddelerden iyi mıknatıs yapılamaz.
İş arkadaşlarımla bir merminin yolu hakkında
anlaşmazlığa düştük. Eğer namlu yatay şekilde ateş edersem, mermi tamamen
durduğunda namluyla aynı doğrultuda mı kalır yoksa hafif sağa veya sola
meyilli mi olur? Ortamda rüzgar olmadığını ve merminin namludan saat yönünde
dönerek çıktığını varsayıyoruz.
Eğer merminin dönüş ekseni namluyla aynı yönde ise bu hiç bir şeyi
etkilemez. Ama üstten bakıldığında, beyzbol topunun kendi ekseni etrafında
dönmesi gibi bir dönüş söz konusu ise, bu dönüş merminin yörüngesini
değiştirecektir. Eğer mermi üstten bakıldığında saatin tersi yönünde
dönüyorsa yörüngesi sağa sapar. Aynı şeyin tersi de söz konusudur. Ama bu
durum, mermileri küresel olduğundan ,sadece av tüfeklerinde geçerlidir.
Şimdi konuyu başka bir açıdan ele alalım. Dünyanın dönüşü çok ilginç
şeylerin olmasına neden olur. Eğer tabanca kuzeye doğru ateşlenirse, mermi
sağa sapacaktır. Bunun altında yatan gerçek; Dünya'nın ekvatordaki çizgisel
hızının, kutupsal bölgedeki çizgisel hızından daha fazla olmasıdır. Bu aynı
zamanda fırtınaların kuzey yarımkürede neden saat yönünde olduğunu da
açıklar.
Yabancı ülkelerin bile AM frekanstaki
radyolarını nasıl dinleyebiliyoruz?
Bazı radyo frekansları hem atmosferin iyonosfer tabakasından hem de
yerden yansır. Bu yansımalar sonucu, radyo dalgaları çok uzaklara
erişebilir. Ama bu frekanstaki zayıf sinyaller atmosferik olaylara karşı çok
hassastırlar ve birbirine yakın frekanstaki radyolar bu yüzden birbirine
karışabilir.
Şarj nedir?
Kütle gibi, en basit tanımıyla şarj da maddenin bir halidir. Bir nesnenin
diğer nesnelerle ya da diğer alanlarla nasıl ilişkiye gireceğini belirleyen
bir niceliktir.
Paleomanyetizma nedir?
Dünya üzerinde, hemen her dönemde meydana gelen yanardağ faaliyetleri
sonucunda, demir mineralleri içeren ve mıknatıslanma özelliğine sahip olan
kayaçlar oluşur. Yanardağ püskürtüeri ile açığa çıkan lavlar çok yüksek
sıcaklıklarda olduğundan, yeryüzüne ulaştıkları anda herhangi bir manyetik
alan özelliği taşımazlar. Ancak çok dar bir sıcaklık aralığından geçen demir
molekülleri, belirli katmanlar arasında sıkışarak katılaşırlar.
Katılaşmaları esnasında da, dünyanın o anki manyetik alan yönelimine göre
bir dizilim gösterirler (kuzey-güney yönünde). Bilindiği gibi, dünyanın
normal kuzey ve güney kutuplarının dışında, bir de manyetik kuzey ve güney
kutupları vardır. İşte bu kayaçların çerisindeki mineral dizilimi de,
katılaşma anındaki manyetik kuzey ve güney kutuplarının yönünü gösterir. Bir
yanardağdan dikine kesit aldığımızda, lav katmanlarında bulunan demir
kristallerinin manyetik kutup dizilimi tesbit edilebilir. Bunun sonucunda
da, yanardağın faaliyete başladığı ilk andan itibaren dünyanın manyetik
kutuplarında meydana gelen değişmeler saptanabilir.Bu kuramın ortaya çıkmasından sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, farklı
katmanlar ile çalışmalar yapılmış ve dünyanın farklı dönemlerdeki manyetik
kutup yönelimleri çıkarılmıştır. İncelenen katmanlardaki manyetik alan
çizgilerinin, bugünkünden oldukça güçlü sapmalar gösteriyor olması (hatta
200 milyon yıl öncesinin manyetik kutuplarının, bugünkülerin tam ters yönünü
göstermesi), başta bilim adamlarını oldukça şaşırtmıştır. Ancak çalışmalar
devam ettikçe, kayan şeyin manyetik alanlar değil, kıtaların kendileri
olduğu anlaşılmıştır. İşte bu nedenle paleomanyetizma, kıtaların kayması
kuramının en güçlü desteklerinden birisi haline gelmiştir.
Isınan hava neden yükselir?
Bir gaz topluluğuna etki eden kuvvetler aşağı doğru yerçekimi ve yukarı
doğru da gazın basıncıdır. (Yukarı çıkıldıkça hava basıncı düşer,
dolayısıyla gaz moleküllerine yüksek basınçtan alçak basınca doğru bir
kuvvet etki etmektedir.)Gazın sıcaklığının her yerde aynı olduğu durumda, gaz üzerine etkiyen
yerçekimi kuvveti ile basıncın yukarı doğru kuvveti eşitlenir ve havanın
durağan olmasına neden olur. Şimdi, böyle bir hava kütlesinin bir bölgesinde
sıcaklığın yükseldiğini varsayalım. Isınan havanın basıncı yükseldiği için,
bu sıcak bölge genleşir. Kısa zaman içinde, sıcak havanın basıncı çevresiyle
eşit hale gelir.Kısaca, durağan bir soğuk hava kütlesi içinde genleşmiş, yani daha az yoğun
bir sıcak hava kütlesi oluşur. Bu kütleye basınçtan dolayı yukarı doğru
etkiyen kuvvet, aynı hacme sahip soğuk havaya etkiyen kuvvetle aynıdır.
Fakat, sıcak hava daha az yoğun olduğu için ve yerçekimi kuvveti gazın
kütlesi ile doğru orantılı olduğu için, sıcak havaya etkiyen yerçekimi
kuvveti daha azdır. Bu nedenle sıcak havaya etkiyen kuvvetler eşitlenmez ve
yukarı doğru net bir kuvvet oluşur.
Dünya kendi ekseni etrafında saatte 1000 mil hızla dönüyor. Eğer bir
otomobil ya da araç bu hızı aşabilirse ne olur?
Günümüzde bu hızı aşan uçaklar var. Ve gözlemlenen tek şey şu ki; pilot,
güneşi Batı’dan doğup Doğu’dan batıyor olarak görür.
Elektronların hızı yaklaşık olarak ne kadardır?
Elektronlar çok çeşitli hızlara sahip olabilirler.
Düşük Hız: Bir elektrik telinden akım geçerken içinde elektronların hareket
ettiğini biliyoruz. Elektronların bir tel içindeki hızları birçok insanı
şaşırtacak derecededir. Mesela 2 mm çapında ve 10 A akım taşıyan bir bakır
teldeki elektronların hızı saniyede ortalama 0.024 cm civarındadır.
Yüksek Hız: Bohr atom modelinde elektron, çekirdeğin etrafında bir yörünge
çizerek döner ve bu elektronun hızı yaklaşık saniyede 2,000,000 metredir.
Yani ışık hızının % 1’i civarında.
Çok Yüksek Hız: Bir çekirdek bozunmasında açığa çıkan beta (elektron)
parçacığının hızı ışık hızına çok yakındır (300,000,000 m/s). Bunun yanında
,büyük çekirdekli atomların (Uranyum) en iç yörüngesindeki elektronların
hızı da ışık hızına yakındır.
Boyumuzun uzunluğu yerin bize uyguladığı yerçekimi kuvvetini etkiler
mi? Yani boyumuz uzun olursa daha mı az ya da daha mı çok yerçekimine maruz
kalırız?
Bir insan boyu Dünya’nın yarıçapıyla kıyaslanamayacak kadar küçüktür.
Aslında yerin çekiminden etkilenmemizi sağlayan en önemli faktör kütledir.
Dolayısıyla uzun boylu insanlar, kütleleri daha fazla olduğu için
yerçekiminden daha fazla etkilenirler.
Yolcu uçaklarının uzun mesafeli uçuşlarında, Dünya'nın kendi ekseni
çevresindeki dönüş yönü ve hızı uçuş süresini etkiler mi? Bir arkadaşım
Türkiye'den ABD'ye gidiş süresinin dönüşten daha kısa olduğunu söyledi. Bu
durum konuyla ilgili mi?
Bu soru sıkça sorulan fizik soruları arasında yer alıyor. Eskiden bir
arkadaşım San Fransisco'dan New York'a 9 saatte gittiğini ve 3 saatte
döndüğünü şaka yollu söyler dururdu. Aslında bu yolculuk normalde 6 saat
sürüyor. Fakat bu iki şehir farklı zaman dilimlerindeler ve iki saat dilimi
arasındaki fark 3 saat. Uçaktan indiğinizde de saatlerinizi ayarlamak
zorunda kaldığınız için, kol saatiniz yolculuğun normalden daha uzun ya da
daha kısa sürdüğü gibi yanlış bir imaj uyandırabiliyor. Arkadaşım New York'a
6 saatte gitmiş ve havaalanında saatini 3 saat ileri almış. Bu yüzden sanki
9 saat geçmiş gibi bir izlenim edinmiş. Eğer yazının devamını okursanız
Ayhan'ın arkadaşının büyük bir olasılıkla böyle bir yanılgıya düşmüş
olduğunu göreceksiniz.
Ama bu Ayhan'ın sorduğu soruya bir yanıt değil. Gerçekten Dünya'nın kendi
ekseni etrafında dönüşü uçağın varış süresini gittiği yöne bağlı olarak
etkiliyor mu etkilemiyor mu sorusu yanıtlanmaya değer.
Bu ve buna benzer bir çok soruda, vereceğimiz yanıtı daha da netleştirmek
için sorudakine benzer değişik durumları incelemek genellikle iyi bir
yöntem. Soruyu uçak yerine, araba için de sorabiliriz. Acaba iki şehir
arasında biri doğuya diğeri batıya doğru hareket eden iki araba, varacakları
yere birbirlerinden farklı sürelerde mi ulaşırlar ya da aynı yakıtı mı
harcarlar?
Fizikte sıkça kullanılan "görelilik ilkesi" gereği yanıt her iki araba için
aynı olmalı. Bu ilkeye göre sabit hızla hareket eden bir cismin içinde,
örneğin bir trende, hareketler o cisme göre betimlenirse fizik kanunları
aynı kalır. Yani bu trendeki fizikçiler trenin durduğunu varsayıp aynı
sonuçlara ulaşabilirler. Yerde bütün yönlere doğru aynı güçlükle yürüdüğümüz
gibi tren içinde de ileriye ya da geriye doğru yürürken bir fark
hissetmeyiz. Arabalar da hareketleri için yerden kuvvet alırlar ve
gidecekleri mesafe yere göre sabittir. Dünya'nın uzaydaki hareketinin bu tip
olaylarda bir önemi yok.
Eğer bu cevap sizi ikna etmediyse, yerin Dünya'nın dönüşünden dolayı olan
hareketinin hızını hesaplayın. Biz bunu Ankara için hesapladık ve saatte
yaklaşık 1,300 km'lik bir hız bulduk! Bu kadar müthiş bir hızla hareket eden
bir yer üzerinde saatte 100 km, en fazla 200 km hızla hareket eden arabalar
bu hızdan etkileniyor olsalar, bu etki çok açık bir şekilde görünüyor
olurdu. Hatta doğuya doğru değil yürümek, bir taşıtla bile gitmek imkansız
olurdu!
Uçaklar da hareketleri için havadan kuvvet alırlar. Bu nedenle aynı yakıtı
harcayarak havaya göre aynı hıza erişirler. Dünya dönerken etrafını saran
havayı da kendisiyle beraber döndürüyor. Böyle olunca yerden bakan birine
göre toprak gibi hava da hareketsizmiş gibi duruyor. Böylece aynı yakıtı
harcayan uçakların hareketinde de Dünya'nın dönüşünün bir etkisinin
olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kısaca tekrarlarsak, normal,
rüzgârsız bir havada değişik yönlere giden uçaklar, havaya göre olduğu gibi
yere göre de aynı hızla hareket ederler.
Rüzgârlı havalarda durum değişir. Eğer havaya göre aynı hızla giden uçakları
düşünürseniz, (bu her uçak aynı yakıtı harcıyor demek) rüzgârla aynı yönde
giden uçak yere göre daha hızlı gidiyordur; çünkü hem uçak havaya göre belli
bir mesafe kat eder, hem de rüzgâr havayı ve içindeki uçağı bir miktar
ileriye taşır. Uçak, rüzgâra ters yönde girmişse bu uçak yere göre daha
yavaştır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Eğer İstanbul'dan Ankara'ya
doğru kuvvetlice bir rüzgâr esiyorsa, İstanbul-Ankara uçuşu daha kısa,
Ankara-İstanbul uçuşu daha uzun sürer.
Rüzgârların belki de en ilginç olanı Jet-Stream diye adlandırılan ve yerden
10-30 km yukarıdan esen güçlü hava akımları. Bunlar sürekli aynı yönde,
batıdan doğuya doğru ve saatte 100-400 km hızlarla esiyorlar. Yerden
hissedilmeyen Jet-Stream ilk defa 2. Dünya Savaşı sırasında bombardıman
uçakları tarafından keşfedildi. O zamandan beri bu rüzgârlar üzerinde
yapılan çalışmalar bunların Dünya'nın dönüşünün etkisiyle basitçe
açıklanamayacak bir şekilde oluştuğunu gösteriyor.
Normal yolcu uçakları havaya göre 800 km/saat hızla giderler. Eğer doğuya
doğru uçan bir uçak 200 km/saat hızla esen bir Jet-Stream içine girerse yere
göre hızı 1,000 km/saat olur. Eğer uçak ters yönde giderse bu defa hızı yere
göre 600 km/saat olacaktır. Bu, yolculuk süresi ve uçağın harcadığı yakıt
olarak %66'lık bir fark demek.
Yolcu uçaklarının bu rüzgâra ters yönde girmemek gibi bir alternatifleri
yok. Uluslararası kurallar gereği uçaklar daha önceden belirlenmiş hava
yollarını kullanabilirler ve ancak belli yüksekliklerde uçabilirler. Bu
nedenle Jet-Stream'e ters yönde giren uçaklar da var. Yolculuk süresi de bu
rüzgârın hızına bağlı olarak uzayıp kısalabiliyor.
Ayhan'ın sorduğu soruya geri dönersek, doğuya doğru olan yolculuklar daha
kısa, batıya doğru olan yolculuklar daha uzun olmalı. Normalde Türkiye-New
York seferi 11 saat sürüyor ve dönüş yolculuğuysa 9 saat. Jet-Stream
hızlarında mevsimsel değişimlerle bu süreler değişebilir ama genel olarak
bir fark olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu fark Ayhan'ın arkadaşının
söylediğinin tam tersi olduğuna göre, ya arkadaşı farklı zaman dilimlerinden
etkilenmiş ya da olay aktarılırken yönler ters aktarılmış olmalı.
… Bilindiği gibi -273 °C'de atomlar titreşme yapmazlar. Buna bağlı
olarak da bu sıcaklıkta bir direnç göstermezler. Çünkü direnç, maddenin
cinsine bağlı olduğu gibi sıcaklığa da bağlıdır. … Kuantum fiziğinde bir
molekülün … [en düşük enerji seviyesinde bile bir titreşme hareketi
yaptığını gördük.] Ben buradan, cismin sıcaklığı ne olursa olsun,
moleküllerinin her durumda bir enerjiye sahip olacağı anlamını çıkarıyorum.
-273 °C'de bile bir molekül mutlaka titreşecektir. Titreştiğinden dolayı da
bir dirence sahip olacaktır. … Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz?
İlk önce, her maddenin atomlarının en düşük sıcaklıkta
bile bir titreşim hareketi
yaptığını belirtmemiz gerekiyor. "Sıfır noktası hareketi" olarak
adlandırılan
bu olay tamamen bir kuantum etkisi. Bu hareketin varlığını anlamak için
kuantum
belirsizlik ilkesi kullanılıyor: Bir cismin hareket etmemesi hızının sıfır
olması
anlamına gelir, yani hızda herhangi bir belirsizlik yoktur. Belirsizlik
ilkesine
göre konum ve hızdaki belirsizliklerin çarpımı belli bir değerden büyük
olmak
zorunda. Bu durumda konumun belirsizliğinin sonsuz olması gerekir. Eğer
elinizde
tuttuğunuz bir maddenin atomlarının komşu galakside de bulunabilme
olasılığının
var olduğuna inanmıyorsanız, böyle bir şeyin olanaksız olduğunu
çıkarırsınız.Yani, herhangi bir cismin durması, hangi şart altında olursa olsun, mümkün
değildir.
Öte yandan, mutlak sıfır sıcaklığı (0 Kelvin ya da -273.15 °C), bir cismin
sahip
olabileceği en düşük sıcaklık anlamına geliyor. Bir cismin soğuması
çevresine
ısı vermesiyle mümkün olduğu için, cisim en düşük enerjiye sahip olduğu anda
0 Kelvin sıcaklığına erişmiş demektir. Artık bu noktadaki bir cismi daha da
soğutmak mümkün değildir. Dikkat etmemiz gereken nokta, en düşük sıcaklığın
sadece en düşük enerji anlamına gelmesidir, en düşük hareket değil. Mutlak
sıfırdaki
bir maddenin atomlarının yaptığı sıfır noktası hareketi bir kuantum etkisi
olduğu
için, hareketin varlığı cismin fiziksel özelliklerini çok küçük oranda
değiştiriyor,
ama birçok durumda bu küçük oran ölçülebiliyor. Helyumun, (atmosfer
basıncında)
hiç bir sıcaklıkta donmamasının temel nedeni bu sıfır nokta hareketi.
Aynı hareketin atom içindeki elektronlarda da olduğunu belirtelim.
Elektronlar
en düşük enerji seviyesinde bulunduklarında bile ,elektronların çekirdek
çevresinde
dönme hareketleri devam eder.
Şimdi gelelim arkadaşımızın sorusunun en önemli kısmına. Madem her maddenin,
0 Kelvinde bile bir hareketi var, niye bu hareket bir dirence neden olmuyor?
Bu soruya vereceğimiz yanıt, sıfır nokta hareketinin bildiğimiz anlamda
hareketten
oldukça farklı olduğunu gösteriyor.
Şöyle bir düşünce deneyi yaptığımızı tasarlayalım: Bir atomu en düşük enerji
seviyesine kadar soğuttunuz ve sıfır nokta hareketini ilk elden gözlemlemek
üzere (her nasılsa) kendinizi küçülterek atoma yaklaştınız. Soru şu: atom
titreştiğine
göre, iyice yaklaştığınızda size çarpabilir mi?
Eğer söz konusu olan makroskobik bir makine olsaydı fazla yaklaşmamanızı
tavsiye
ederdik. Ama, en düşük enerji seviyesinde olan bu atom için böyle bir
tavsiyeye
ihtiyacınız yok. Çünkü bu atomun size çarpması, hareketinin, dolayısıyla
enerjisinin
bir kısmını size aktarması anlamına geliyor. Atomun size aktarabileceği
enerjisi
olmadığı için size çarpması mümkün değil. Başka bir şekilde söylemek
gerekirse,
sıfır noktası hareketi öyle bir hareket ki, varlığı ile yokluğu arasındaki
farkı
anlamak olanaksız.
Şimdi mutlak sıfır sıcaklığındaki bir metalin neden sıfır dirence sahip
olduğunu
açıklayabiliriz. Atomların titreşimlerinden kaynaklanan direncin temel
nedeni,
akım taşıyan elektronların atomlara "çarparak" hareket yönlerini
değiştirmesi.
Bu çarpışmalar ne kadar fazlaysa ve ne kadar büyük oranda yön değiştiriyorsa
direnç o kadar büyük olur. Çünkü, metalin içinden geçmeye çalışan
elektronların
sadece küçük bir kısmı metali boydan boya geçebilir.
Elektronlarla atomların "çarpışması" iki değişik şekilde mümkün olur.Birinci yolda, elektron ,enerjisinin bir kısmını atoma verebilir. Bu olayın
gerçekleşebilmesi
için, elektronun yeteri kadar fazla enerjisi olması gerekir. Çünkü, atom bir
üst enerji seviyesine çıkabilmek için belli bir miktar enerjiye ihtiyaç
duyar.
Eğer elektronda bu kadar enerji yoksa, bu olay gerçekleşemez. Elektronların
sahip oldukları enerji, metale uygulanan voltajla orantılı olduğu için, ve
genellikle
direnç ölçümlerinde düşük voltajlar kullanıldığı için bu tip olaylar çok
düşük
bir oranda gerçekleşir. (Direnç, voltajla akımın oranı olduğu için, voltajı
ne
kadar küçük seçerseniz seçin direnç değişmez.) Dolayısıyla direnç bu tip
"çarpışmalardan"
kaynaklanmıyor.
İkinci yolda, elektron atomdan bir miktar enerji alabilir. Daha yüksek bir
enerjiye
sahip olan elektron, bir süre hareket ettikten sonra bu fazla enerjiyi başka
bir atoma verir ve ikinci bir saçılma gerçekleşir. Bu olay dizisinin
gerçekleşebilmesiiçin, enerji veren atomun en düşük enerji seviyesinde olmaması lazımdır.
Dolayısıyla
sıfır nokta hareketi yapan atomlar, kesinlikle böyle bir olaya karışmazlar.
Oda sıcaklığındaki metallerin direnci temelde bu tip çarpışmalardan
kaynaklanır.
Mutlak sıfır sıcaklığına sahip bir metalden geçen düşük enerjili bir
elektron,
atomlarla her iki şekilde de "çarpışamayacağı" için, saçılmadan yoluna
devam eder. Sonuç: sıfır direnç.
Atomların titreşimleri, metallerde dirence neden olan tek etmen değil. Metal
içindeki yabancı atomlar, kristal yapıdaki düzensizlikler, hatta maddenin
bir
dış yüzeyinin varlığı bile düşük sıcaklıklarda bir direncin ortaya çıkmasına
neden olurlar. Fakat oda sıcaklığındaki bir metalde dirence neden olan en
büyük
etmen atomik titreşimlerdir. Mutlak sıfır civarındaki düşük sıcaklıklarda,
bu
etmen, yukarıda açıkladığımız nedenden dolayı tamamen ortadan kayboluyor.
Sadece tek tarafını gösteren camlar nasıl yapılıyor?
Bu camların çalışma prensibi, bildiğimiz tül perdelerin
çalışma prensibiyle
aynı. Yani bu camların iki yüzü arasında bir fark yok. Bu noktanın daha iyi
anlaşılması için "üzerine düşen ışığı, düştüğü yüze göre farklı oranlarda
geçiren bir cam yapmak mümkün mü?" sorusunu detaylı olarak yanıtlayalım.
Fiziğin
temel yasalarından birisi olan termodinamiğin ikinci yasası bu soruya
"kesinlikle
hayır!" yanıtını veriyor.
Bu yasanın değişik ifade edilme tarzlarından bir tanesi şöyle der: "Evrende
başka hiçbir şeyi değiştirmeden, soğuk bir cisimden sıcak bir cisme ısı
akışı
sağlamak mümkün değildir." Buradaki "Evrende başka hiçbir şeyi
değiştirmeden"
ifadesi önemli. Aksi takdirde, yasanın çay demlemek için su ısıtmanın bile
imkansız
olduğunu söylediği anlamı çıkardı.
Işığı tek yönde geçiren, ya da farklı yönlerde değişik oranlarda geçiren
camlardan
yapmak mümkün olsaydı, bu camları ikinci yasayı ihlal etmek için
kullanabilirdik.
Bunu göstermek için bir düşünce deneyi tasarlamamız yeterli. Eğer elimizde
ışığı
tek yönde geçiren, diğer yönde kesinlikle geçirmeyen bir cam varsa,
duvarları
ışığı mükemmel yansıtan aynalarla kaplanmış bir odayı bu camla ikiye bölüp,
ışığın geçtiği taraftaki odaya sıcak bir çay, diğer odaya da buzlu su
koyabiliriz.
Buradaki kilit nokta, her cismin sürekli ışık (daha doğru bir terimle
elektro-manyetik
dalga) yayınladığı gerçeği. Cismi oluşturan atomlar ve bu atomlardaki
elektronlar
sürekli hareket halindedir. Bu parçacıklar çoğunlukla en düşük enerji
seviyelerinde
bulunurlar, ama önemli bir kısmı uyarılmış seviyelerdedir. Bu uyarılmış
elektronlar
daha düşük enerji seviyelerine döndükçe, aradaki enerji farkını ışık olarak
yayınlarlar. Bir başka deyişle cisimler ışıyarak soğurlar. Cisim ne kadar
sıcaksa,
bu yayınlanan ışık o kadar çok enerji taşır. Köz halindeki bir odunun bu
nedenle
parlak olduğunu ve sizi ısıtmaya devam ettiğini burada ekleyelim.
Düşünce deneyimizdeki buzlu su da, bize göre soğuk olmasına karşın bir
miktar
ışık yayar. Soğuk olduğundan dolayı, bu ışığın enerji yoğunluğu çayınkine
göre
daha azdır; ama bu o kadar önemli değil. Buzlu sudan yayılan ışığın bir
kısmı
özel camımızdan geçerek, çay tarafından soğurulur. Böylece ışıma yoluyla
çaya
ısı aktarılmış olur. Çaydan yayınlanan ışınlarsa, camı geçemez ve aynı
bölmede
kalır (ve çay tarafından tekrar soğurulur). Böylece, buzlu su enerji
kaybederek
gittikçe soğur, çaysa gittikçe ısınır. Hatta biraz sabırlı davranıp
beklersek(bir iki yıl gibi), buzlu suyun tamamen donup soğumaya devam ettiği, çayınsa
buharlaşıp gittikçe daha çok ısındığını da gözlememiz mümkün.
Böylece, ikinci yasanın mümkün olmadığını söylediği şeyi, yani evrende başka
bir şeyi değiştirmeden, hatta kendiliğinden, ısının soğuk bir cisimden sıcak
bir cisme akmasını sağlamış oluruz. Termodinamiğin ikinci yasası oldukça
sağlam
temeller üzerine oturduğundan, bu noktada sadece tek yöne ışık geçiren
camların
yapılmasının mümkün olmadığını kabul etmekten başka yapacak şeyimiz yok!
Aynı argümanı her iki yönde ama farklı oranlarda geçirgen olan camlar içinde
yürütmek
mümkün. Örneğin bu özel cam sağdan sola doğru gitmek isteyen ışığın sadece
%50'sini
geçirsin, soldan sağa yönelen ışığınsa %50.001'ini geçirsin. Aradaki farkın
ne kadar küçük olduğu önemli değil. Eğer geçirgenlik oranları arasında bir
fark
varsa, bu farkı kullanarak ikinci yasayı alt etmek mümkün.
Argümanı daha rahat görmek için iki odaya da aynı sıcaklıkta iki özdeş cisim
koyalım. Aynı sıcaklıkta bulunan cisimler aynı miktarda enerjiyi ışık olarak
yayarlar. Fakat soldan sağa aktarılan enerji sağdan sola aktarılandan bir
miktar
fazla olduğundan sağdaki cisim biraz ısınıp, soldaki biraz soğur. Bir süre
sonra,
ısınan cisim daha fazla, soğuyansa daha az enerji yayacağından, cam
üzerinden
değişik yönlere giden ışığın taşıdığı enerjiler eşitlenir ve net ısı
transferi
durur. İki odalı sistemimiz bu noktada dengeye gelir. Bu son durumda sağ
odadaki
cisim soldakinden biraz daha sıcaktır. Önceki durumda olduğu gibi aşırı
soğuma
ve ısınma söz konusu değil ama bu bile ikinci yasaya aykırı.
Bu camları kullanarak büyük sıcaklık farkları elde etmek de mümkün. Tek
yapmanız
gereken şey, odacıkların sayısını mümkün olduğu kadar artırmak. Böylece, iki
ardışık odadaki sıcaklık farkı düşük olmasına rağmen, en uçtaki odaların
sıcaklıkları
büyük oranda farklı olacaktır.
Sonuç olarak, bir camın, ya da herhangi bir cismin farklı yönlere farklı
oranlarda
geçirgen olması ikinci yasaya aykırı. Eğer camınız soldan sağa %50.001
oranında
ışık geçiriyorsa, sağdan sola da %50.001 oranında geçirmesi lazım. Ne biraz
az ne de biraz fazla! İkinci yasanın saydamlık hakkında bu derece güçlü
şeyler
söyleyebilmesi gerçekten çok ilginç.
Peki madem bu tip camlar fiziğe aykırı, o halde bu camlar nasıl işliyor?
Buna
basitçe "göz aldanması" diyebiliriz. Gözümüzün müthiş yeteneklerinden
birisi de değişik ışık seviyelerine kendisini ayarlayabilmesi. Gündüz çok
parlakken
de, gece karanlığında da görme işlevini yerine getirebiliyor. Parlak bir
ışık
kaynağının yanında zayıf bir ışık kaynağı varsa, göz kendini parlak olan
ışığa
göre ayarlar ve zayıf ışığı fark etmemiz olanaksızlaşır. Bu nedenle gündüz
vakti
yıldızları göremiyoruz. Halbuki yıldızlardan gelen ışık gündüz de gece de
aynı
parlaklığa sahip.
Yabancı filmlerde gördüğümüz sorgu odalarında camın ayırdığı odalardan biri
karanlık diğeri de aydınlık tutuluyor. Camın özelliği, üzerine gelen ışığın
çoğunu yansıtması ve çok az bir kısmını geçirmesi. Aydınlık odada bulunan
kişi,
aynadaki kendi parlak görüntüsünden düğer odadan gelen ışığı seçemiyor. Bu
kadar
basit. Aynı işi bir tül perde de rahatlıkla yapıyor.
Herkes en düşük sıcaklık noktasını bilir: -273
derecedir. Benim merak ettiğim en yüksek sıcaklık noktası. -273 derecedeki
bir maddenin molekülleri hareketsizdir. Bu maddeye ısı verelim, moleküller
titreme hareketi yapacak, hareketlenmeye başlayacak. Isıyı arttıralım. Her
hal değişiminde moleküllerin hızları sürekli artacak, öyle değil mi? Bu
madde en son gaz halindeydi. Sürekli ısı vermeye devam edelim. Herhalde bu
artış sonsuza doğru sürecek değil. Ben şöyle düşünüyorum: Einstein'ın
teorisine göre hiç bir madde ışıktan daha hızlı gidemez. O halde bu
moleküllerin hızları 300,000 km/sn'yi geçemeyecek. Yani en üst sıcaklık
noktası belirmektedir. Ya sizce?
Bir maddenin sıcaklığı moleküllerinin hızından çok sahip
oldukları ortalama
enerjiyle ilgili olduğu için bu sorunun yanıtı hayır. Maddeyi ısıtmaya devam
ettiğiniz sürece sıcaklığı artacaktır.
Bu anlamda bir cismin hızının ışık hızı ile sınırlı olması oldukça aldatıcı.
Konuyu görelilik kuramının bize kazandırdığı kütle ile enerjinin
eşdeğerliliği
kavramıyla daha iyi anlamak mümkün. Ünlü E=mc2 formülü kütle ve enerji
ölçümlerinin
arasındaki ilişkiyi veriyor. Böylece, örneğin bir gram suyu bir derece
ısıttığınızda
enerjisinin 1 kalori arttığını söyleyebileceğiniz gibi, kütlesinin de
4.7x10-17
kg arttığını söyleyebilirsiniz.
Bir cismi hızlandırmak için cisme vermek zorunda kaldığımız enerji için de
aynı
şey geçerli. Kinetik enerji olarak adlandırılan bu enerji türünün de bir
kütlesi
olduğundan, cisim hızlandıkça kütlesi de artar. Bu nokta çok önemli. Çünkü
kütle,
eylemsizliğin, yani hareketteki değişimlere karşı cisimlerin direncinin bir
ölçüsü. Öyleyse, görelilik kuramına göre hareketli bir cismi hızlandırmak
için
daha fazla enerji harcamalıyız: Hem cismin orijinal kütlesi için hem de
yeniden
hızlandırmadan önce var olan kinetik enerjinin kütle eşdeğeri için.
Olayı biraz daha netleştirmek için bir oyuna benzetme yapabiliriz (en
azından
deneyebiliriz). Elinizde bir çuvalla, bol çakıllı geniş bir alanda
bulunuyorsunuz.Oyunun tek kuralı, her adım attığınızda yerden bir çakıl alıp çuvala atmak.
Doğal olarak taşıdığınız yük arttıkça adım atmanız zorlaşıyor ve adım
boyunuz
küçülüyor. Soru şu: istediğiniz kadar uzağa gidebilir misiniz? Eğer çok
uzakta
bir noktayı hedef olarak seçmişseniz oraya kadar gitmeniz mümkün
olmayabilir.
Bir süre sonra yükünüz o kadar ağırlaşır ki ,adım atmanız ya da çuvalı
sürüklemeniz
imkansızlaşabilir. Kısacası bu oyunda gidebileceğiniz maksimum uzaklık
kendiliğinden
ortaya çıkıyor. Buna rağmen çuvalı istediğiniz kadar doldurabilir misiniz?
Eğer
çuvalınız yeteri kadar büyükse ,bu soruya yanıt evet olacaktır. Yani mesafe
için
bir sınır olmasına karşın ,yük için bir sınır yok.
Parçacık hızlandırma oyunu, yukarıdaki oyuna (tamamen olmasa bile) oldukça
benziyor.Sonuçta ulaşamayacağınız bir en yüksek hız, ışık hızı, ortaya çıkıyor. Bu
hıza
istediğiniz kadar yaklaşabilirsiniz ama ulaşmanız ve geçmeniz mümkün değil.Üstelik taşınan çakıllara benzetebileceğimiz enerjiyi istediğiniz kadar
artırabilirsiniz.
Işık hızına erişmeniz sonsuz enerji gerektirdiği için, evrende de büyük
olasılıkla
sonlu miktarda enerji (kütle) olduğu için ,pratikte ve kuramda mümkün değil.
Modern parçacık hızlandırıcılar yukarıdaki oyuna oldukça benzer bir şekilde
çalışıyorlar. Örneğin protonları hızlandırmak için, parçacıklar bir elektrik
geriliminin yaratıldığı bir bölgeden geçiriliyor. Protonlar 1 voltluk bir
gerilim
farkını atlamak zorunda bırakılırsa enerjileri 1 eV (elektron volt) artar.
Bu
sonuç protonun hızına bağlı değil. Eğer protonları döndürüp dolaştırıp aynı
bölgeden defalarca geçirebilirseniz, enerjilerini istediğiniz kadar
artırabilirsiniz.
Örneğin, Fermilab'daki Tevatron'dan çıkan protonlar 800 GeV'luk inanılmaz
bir
enerjiye sahipler (GeV=giga eV=109 eV). Bu 0.983 GeV olan protonun durağan
kütlesinin
(enerjisinin) 850 katı kadar! Bu durumda protonların hızı ışık hızının
%99.99993'üne
eşit. Bu kadar hızlı protonları daha da hızlandırmak mümkün. CERN'de 2005
yılında
tamamlanması planlanan 'Büyük Hadron Çarpıştırıcısı' (Large Hadron Collider,
LHC) 14 TeV'luk protonlar üretecek (TeV=tera eV=1012 eV). Bu
Fermilab'dakilerden
yaklaşık 17 kat fazla bir enerji demek. Çıkan protonların hızıysa ışık
hızının
%99.9999997'sine eşit olacak.
Bu kadar büyük enerji farkı olduğu durumda hızların birbirlerine çok yakın
görünmesinin
ne kadar aldatıcı olduğunu bir örnekle daha iyi anlayabiliriz. Bu
hızlandırıcılardan
çıkan protonları uygun bir kapta topladığınızı varsayalım. Elinizde bir
Fermilab
kabı bir de CERN kabı olsun. Hangi kaptaki proton gazının daha sıcak
olduğunu
anlamak için klasik bir yöntemi denemeye karar verdiniz: Bir elinizi bir
kaba,
diğer elinizi diğer kaba soktunuz. Hangi eliniz daha çok yanar?
Yanma, bir başka ifadeyle vücudunuzun kimyasal maddesindeki hasar,
protonların
size enerjilerinin ne kadarını aktardıklarıyla doğru orantılıdır. Yani daha
fazla enerjisi olan protonlar elinizi daha çok yakacaktır. Hatta, elinizin
protonları
tamamen soğurduğunu düşünürsek, CERN'den gelen kaptaki protonların
Fermilab'dan
gelenlere oranla 17 kat daha fazla yaktığını da söylemek mümkün. Uzun lafın
kısası, hızın önemi yok, CERN kabı çok daha sıcak.
Bu kadar yüksek enerjiye sahip protonlar normalde 1015 derece sıcaklığında
ortaya
çıkabilirler. Bu sıcaklık derecesi ve hatta daha yüksek sıcaklıklar
evrenimizi
meydana getiren büyük patlamanın ilk anlarında oluşmuştu. Zaten,
hızlandırıcılarla
bu kadar yüksek enerjilere ulaşılmasının bir amacı da büyük patlamanın bu
evresinde
neler olup bittiğinin ve günümüz evrenini nasıl etkilediğinin anlaşılması.
Mıknatıs, demir, kobalt vb. metalleri neden
çekmektedir? Ayrıca, mıknatısın çekim etkisinin, çok yüksek sıcaklıklarda
erimiş haldeki bu tür metallere karşı zayıfladığı (hatta yok olduğu)
söylenmektedir. Neden? Erimiş haldeki bu tür metallerin mıknatıs tarafından
çekilebilmesi için ne yapmak lazım? (Mesela , mıknatısın gücünü arttırmak
veya erimiş haldeki bu metallere elektron bombardımanı uygulamak çözüm
olabilir mi?)
Maddelerin manyetik özellikleri o kadar karışık bir konu
ki, birinci sorudaki
"neden" çok uzun bir yanıt gerektiriyor. Burada soruyu "bir mıknatıs
neleri çeker?" olarak değiştirip aşağıdaki açıklamalarda mümkün olduğu
kadar, mıknatıslığa neden olan mikroskobik mekanizmalardan bahsetmemeyi
uygun
bulduk.
Demirle mıknatıslık arasındaki bağlantı iyi bilinir. Bu nedenle mıknatıslık
özelliği gösteren maddelere "demire benzer manyetik özellikleri olan"
anlamında "ferromanyet" deniyor. Bilinen ferromanyetler arasında tek bir
elementten
oluşan demir, nikel, kobalt ve gadolinyum metalleri ve iki ya da daha fazla
elementten oluşan yüzlerce bileşik madde var. Bunlar arasında manyetit,
Fe3O4,
en iyi bilineni. Ferromanyetlerde manyetik alan, atomların içindeki
elektronların
çekirdek etrafında ve kendi etraflarında dönmeleri sonucu oluşur. Bu
maddelerin
paralel doğrultuda yönelmiş atomik mıknatısların birleşmesinden oluştuğunu
düşünebiliriz.
Demirden yapılmış bir mıknatısla, yine demirden yapılmış ama mıknatıslık
özelliği
olmayan bir çivi arasında atomik ölçekte herhangi bir fark yok. Çivinin
manyetik
özelliğini gizleyen şey, bu maddenin binlerce küçük manyetik bölgeye
bölünmüş
olması. Her bir bölge mıknatıslık doğrultusu aynı yönde olan atomlardan
oluşuyor
ve bölgenin bildiğimiz anlamda bir mıknatıstan farkı yok. Fakat her bölgenin
yarattığı manyetik alan, diğer bölgelerin yarattığı alanlar tarafından
zayıflatıldığı
için, çivinin dışarısında gözlemlenebilir bir manyetik alan oluşamıyor. Bir
mıknatısın bu çividen farkı, ya tek bir bölgeden oluşması ya da bir
doğrultudaki
bölgelerin hacminin diğerlerinden fazla olması. Bu sayede dışarıda net bir
manyetik
alan oluşabiliyor.
Mıknatıslanmamış bir çivi bir manyetik alan içine konduğunda, manyetik
bölgeler
bu alandan etkilenir. Doğrultusu manyetik alanla aynı yönde olan bölgeler
genişleyerek
büyür, zıt yönde olan bölgeler de daralırlar. Bazı bölgelerin
doğrultularında
hafif dönmeler de olur. Bunun sonucunda çivi manyetik alanla aynı yönde olan
geçici bir mıknatıslık kazanır. Geçici, çünkü dışarıdan uygulanan manyetik
alan
çekildiğinde bölgeler genellikle eski hallerine dönerler. Bazen bölge
sınırları
rahatça hareket edemediği için değişim kalıcı da olabilir. Uzun süre bir
mıknatısla
temasta bulunan bir çivinin, mıknatıs çekildiğinde hafifçe mıknatıslık
özelliği
kazandığını bilirsiniz. Bölge sınırlarının serbestçe hareket edememesinden
kaynaklanan
bu olaya "histerezis" deniyor.
Bu geçici mıknatıslığın doğrultusu manyetik alana paraleldir. Örneğin, eğer
mıknatısın kuzey kutbu çiviye daha yakınsa, çivinin mıknatısa yakın kısmı
güney,
uzak kısmı da kuzey kutbuna sahip olur. Zıt kutuplar birbirlerini çektikleri
için, bu durumda çivi mıknatısa doğru çekilir.
Şimdi arkadaşımızın birinci sorusunu yanıtlayabiliriz: Mıknatıslar sadece
mıknatısları
çekerler. Yani sadece ferromanyet olup, bölgelere bölündüğü için net bir
mıknatıslığı
olmayan (bir başka deyişle "gizli" mıknatıslığı olan) maddeler, yukarıda
açıkladığımız mekanizmayla manyetik alanlar tarafından çekilirler.
Bir ferromanyet ısıtıldığında, Curie noktası olarak adlandırılan bir
sıcaklıkta
ve üzerinde manyetik özelliğini kaybeder ve tamamen normal bir maddeye
dönüşür.
Saf demirin Curie noktası 770 °C'dir. Bu sıcaklığın üzerinde bir demir
parçası
ne bir mıknatıs olabilir, ne de bir mıknatıs tarafından çekilebilir. Curie
noktasındaki
değişim atomik mıknatısların paralel doğrultuda yönelebilme yeteneklerini
kaybetmelerinden
kaynaklanıyor. Bu değişimin erimeyle herhangi bir ilgisi yok. Örneğin demir
1538 °C'de erir. Bir uç örnek vermek gerekirse, Disprosyum metali -185 °C'de,
oda sıcaklığının çok altında, mıknatıslığını kaybeder ve 1411 °C'de erir.
Son olarak, ısıtıldığı için mıknatıslığını kaybeden ve artık manyetik
alanlar
tarafından çekilmeyen maddeleri çekmek için ne yapabiliriz? Burada en
garanti
çözüm ,çok güçlü bir manyetik alan uygulamak olacak. Çünkü bütün maddeler,
ferromanyet
olsun ya da olmasın, manyetik alanlardan etkilenirler. Normal maddelerde bu
etki çok zayıf olduğu için, evinizde kullandığınız mıknatıslarla etkiyi
hissedebilmeniz
olanaksız. Ancak büyük laboratuarlarda bulunan güçlü elektromıknatıslarla bu
kuvveti gözlemlemek mümkün.
Maddeler kabaca üçe ayrılabilir: ferromanyetler, paramanyetler ve
diamanyetler.
Paramanyetler, tıpkı ferromanyetler gibi üzerlerine uygulanan manyetik
alanla
aynı doğrultuda, fakat çok zayıf bir biçimde, mıknatıslanırlar. Diamanyetler
de tam ters yönde. Bu nedenle, mıknatıslar paramanyetleri çeker ve
diamanyetleri
iter. Normalde ferromanyet olan maddeler, Curie noktasının üzerinde
paramanyetiktir.
Yani, çok sıcak bir demir parçasını, hatta erimiş demiri bile güçlü bir
mıknatısla
çekmek mümkün.
Diamanyetik maddelere en iyi örnek bildiğimiz su ve canlı maddeler.
Diamanyetik
maddenin en ilginç özelliği, mıknatıslar tarafından boşlukta sabit
tutulabilmeleri.
Fotoğrafta Hollanda'daki Nijmegen üniversitesinde gerçekleştirilen, zıt
yönde
etkiyen yerçekimi ve manyetik kuvvetlerle havada dengede durabilen küçük bir
kurbağa gösteriliyor.
Bir yıldızın karadeliğe dönüşebilmesi için kütlesinin
belli bir limitin üzerinde olması lazım. Ama bir karadeliğin olay ufkuna
sahip olması için (teoride) kütlesinin belli bir limit üzerinde olmasına
gerek yok. Örneğin bir kalemi bile yeterince sıkıştırabilirsek bir karadelik
elde edebiliriz. Burada önemli olan kütlenin değil yoğunluğun belli bir
sınırın üzerine çıkması.Sorum şu: Bir atomun kütlesinin, atomun hacmine
oranla çok küçük bir alanda, çekirdekte toplandığını biliyoruz. Acaba atom
çekirdeğinin, ondan da öte proton ve nötronların her birinin kendi olay
ufkuna sahip olacak yoğunlukları yok mu? Eğer varsa çekirdek içi kuvvetler
bununla alakalı olabilir mi?
Yukarıdakilere bir de temel parçacıkların noktasal
olduklarının varsayıldığını
eklersek, herhalde sorun biraz daha belirginleşir. Eğer temel parçacıklar,
kütlenin
tek bir noktada toplandığı sonsuz yoğunluklu maddeler iseler hepsi birer
karadelik
olmalı.
Noktasal parçacıklar varsayımı üzerinde durmak için yeterli yerimiz yok.
Sadece,
parçacıkların gerçekten noktasal olup olmadıklarını deneysel olarak
sınamanın
mümkün olmadığını, buna karşın parçacıkların bir büyüklüğü olduğu konusunda
da yeterli deneysel veri olmadığını ekleyelim. Normalde atom çekirdeğinin
kapladığı
hacim olarak bildiğimiz bölge, aslında çekirdek içindeki, proton ve
nötronların
yapı taşlarını oluşturan kuark ve diğer temel parçacıkların uyguladığı güçlü
kuvvetin etki mesafesinden doğuyor.
Gerçi, sicim kuramları temel parçacıkların noktasal olmayıp, ip gibi bir
boyutlu
eğriler şeklinde olduğunu iddia etse de yukarıdaki soru bu kuramlar için de
geçerli. Eğer bütün temel parçacıklar noktasalsa, her biri gerçekten bir
karadelik
oluşturur mu? Böyle bir şey oluyorsa bu olayın varlığını nasıl
anlayabiliriz?
Ne yazık ki bu soruların yanıtları bilinmiyor. Çünkü yanıt ancak kütleçekim
kuvvetinin kuantum kuramıyla verilebilir. Fiziğin bu iki kuramını tek bir
kuramda
birleştirme çabaları şimdiye kadar başarısız kaldı ve hâlâ parçacık
fizikçilerini
meşgul eden önemli bir problem olma özelliğini koruyor.
ABD'de Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nda ağır altın iyonlarının ışığınkine
yakın hızlarda çarpıştırılması sonucu oluşan parçacık yağmurunun kesit
görüntüsü.
Çarpışma sonucu oluşacak bir karadeliğin Dünya'yı yutacağı biçiminde medyada
yer alan sansasyonel haberler, laboratuvar yetkililerince gülümsemeyle
karşılanmıştı.
Nedeni, karadelik oluşması için çok daha yoğun enerjiler gerekmesi ve oluşsa
bile, böylesine küçük bir karadeliğin anında yokolması.
Fakat neler olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün. Bunu da,
kuantum
fiziğini büyük karadeliklere uygulamayı başararak, karadeliklerin aslında
tam
kara olmadığını, dışarıya bir tür ışıma yayarak buharlaştığını keşfeden
Stephen
Hawking'e borçluyuz. Buharlaşmanın neden kaynaklandığını kısaca hatırlamakta
yarar var. Kuantum fiziğine göre uzay boşluğu, özelliksiz bir boşluk
değildir.
Aksine, boşlukta parçacık karşıt parçacık çiftleri kendiliğinden ortaya
çıkarak,
kısa bir süre yaşadıktan sonra birbirlerini tekrar yok ederler. Hawking, bu
olaylar bir karadeliğin olay ufkunun çok yakınında olduğunda, çiftlerden
birinin
soğurulduğunu, fakat diğerinin sonsuza kaçarak karadeliğin hafiflemesine
neden
olduğunu gösterdi. Buharlaşma diye adlandırabileceğimiz bu olayın hızı
sadece
karadeliğin kütlesine bağlı. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, karadelik ne
kadar büyükse, buharlaşma da o kadar yavaş oluyor. Öyleyse, her karadelik
yeteri
kadar bir süre sonra (eğer bu arada başka kütleler yutarak daha da
büyümemişse)
buharlaşarak yok olacaktır.
Büyük yıldızların doğal evrimleri sonucu oluşmuş karadeliklerin yaşam
süreleri
çok uzun: Evrenin bugünkü yaşından kat kat daha uzun. Fakat aynı şeyi daha
küçük
kütleli karadelikler için söylemek mümkün değil, çünkü bir karadeliğin yaşam
süresi kütlesinin küpüyle ters orantılı. Eğer 10 gramlık bir kurşun kalemi
sıkıştırıp
bir karadelik elde etmek mümkün olsaydı, (kalemi çekirdeğin çapından 10
katrilyon
kat daha küçük bir bölgeye sıkıştırabilseydik) bu karadelik 10-22 saniye
içinde
buharlaşarak yok olurdu. Aslında bu kadar kısa sürede olan buharlaşmayı
"patlama"
olarak adlandırmak daha doğru. Yani küçük karadelikler, daha çevresindeki
maddeyi
yutarak büyümeye zaman bulamadan patlayacaklardır.
Proton kütlesindeki bir parçacık için bu buharlaşma süresi çok çok daha
küçük.
Fakat daha temel parçacıklar ölçeğine inmeden Hawking'in sonuçları
geçerliliğini
kaybeder. Bunun da nedeni kısaca şu: Karadelik küçüldükçe, buharlaşma daha
hızlı
oluyor, yani kütle ve enerjisini daha hızlı kaybediyordu. Bu, bir saniye
içinde
karadelikten ayrılan ışınımdaki parçacıkların ortalama sayısının ve ortalama
enerjisinin daha fazla olması anlamına geliyor. Karadeliğin kütlesi 10
mikrogram
seviyesine indiğinde, kaçan parçacıkların ortalama kütlesi de 10 mikrogram
büyüklüğüne
erişiyor. Bu tip kütlelerde geride kalanın mı yoksa kaçan her bir parçacığın
mı asıl karadelik olduğunu söylemek zor. Bu nedenle daha küçük kütleler için
olayın fiziğinde önemli bir değişiklik var ve parçacık fizikçilerinin
aydınlatmaya
çalıştığı asıl alan burası. Daha küçük karadelikler için belki hâlâ
niteliksel
olarak bir buharlaşmadan söz edilebilir, ama Hawking'in sonuçlarının buraya
uygulanması zor.
Tekrar temel parçacıklara dönersek: olayın fiziğinde büyük bir değişim
olduğundan
dolayı parçacıklar bildiğimiz anlamda karadelik özellikleri taşıyamazlar.
Problemin
nereden kaynaklandığı belli: Parçacık kütleleri ölçeğinde bir karadelik olsa
bile bu karadeliğin diğer kütleleri yutarak büyümesi imkansız.
Bunun dışında, kütle küçüldükçe olay ufkunun da küçüldüğünü, ve parçacıklar
için olay ufkunun bildiğimiz tüm uzunluk ölçeklerinden küçük olduğunu
ekleyelim
(10-54 metre). Hiç bir hızlandırıcıda parçacıkların bu kadar yakın olması
sağlanamadığı
için bu mesafelerde kütleçekim yasasının hangi formda olduğunu henüz
bilmiyoruz.
Yukarıda bu soruya yanıtımızın neden "bilmiyoruz" şeklinde olduğunu
açıklamaya çalıştık. Şu anda elimizden ne yazık ki bu geliyor. Bu soruya
verilecek
ilk yanıt büyük bir olasılıkla kuramsal alandan gelecek ve bir olasılıkla
kütleçekim
kuvvetinin doğanın diğer üç kuvvetiyle ilgisi de bu arada ortaya çıkacaktır.
Hız zamana bölünmüş mesafedir. Einstein hızın aynı
olması için mesafe ve zamanın FARKLI olması gerektiğini düşündü. Bu da
zamanda kuşkulu bir şeyler olduğunu gösterdi. Bana göre zaman ve mesafenin
farklı olması gerekmiyor. Başka bir deyişle Einstein'ın ışık hızının mutlak,
uzay ve zaman aralıklarının izafi olduğunu düşünmesi bana çok ters düşüyor.
Şöyle ki Newton kuralları daha geçerli gibi gözüküyor: zaman ve mesafe
aralıkları mutlaktır ve ışık hızı izafidir. Bunun açıklamasını da
Einstein'ın kendi verdiği bir örnekle gösterebilirim. Elimizde bir yolcu
vagonu olsun ve vagonun ortasında bir adam olsun, bu adamın elinde her iki
tarafa aynı anda ışık saçabilen bir alet olsun. Adam aletin düğmesine
bastığında vagonun sonundaki kapı ile başındaki kapıya ışık ulaştığında
kapılar açılsın. Bu adamı da dışarıdan izleyebilen başka bir adam olsun.
Şimdi tren giderken adam bu aletin düğmesine bastığında kapılar trenin
içindeki adama göre aynı anda açılır ama dışarıdaki gözlemciye göre arka
kapı daha önce açılır. Burada göreceli bir kavram söz konusu. Şimdi
Einstein'ın söylediğiyle ne kadar tezat olduğunu göstermek ve sorumu sormak
istiyorum. Albert Einstein diyor ki: Işık nasıl yayılırsa yayılsın hareket
eden kişi de duran kişi de ışığı aynı hızda gittiğini görür. Burada durmak
istiyorum. Tren örneğine dönelim: Trenin dışındaki gözlemci arka kapının
daha erken açıldığını görüyor; bu durumda Einstein'ın söylediği gibi ışık
hızı herkes için aynıdır yargısı yok oluyor. Eğer aynı olsaydı dışardan
trene bakan kişi de kapıların aynı anda açıldığını görmüş olmaz mıydı? Bir
şey daha söylemek istiyorum. Diyelim ki ışık hızından 6.279mil/sn hızla daha
yavaş giden bir araçta olduğumuzu düşünelim ve arkamızdan ışık ışını
yollansın. Bu durumda ben Einstein'ın dediği gibi ışığın hızını
186.279mil/sn mi? yoksa Newton'un dediği gibi 186.279-180=6.279mil/sn olarak
mı görürüm?
Newton'un kuralları (daha doğrusu Galileo'nun kuralları)
bize normal gelse
de, doğanın bizim düşündüğümüz gibi çalışması zorunluluğu yok. Şüphesiz
Einstein
da eski zaman kavramının anlaşılmasını daha kolay bulmuştur. Ne var ki, 19.
yüzyılın sonlarında yapılan bir çok deney işlerin bu kadar basit olmadığını
söylüyordu.
Önce "hızların eklenmesi yasasından" başlayalım. Bu Galileo'nun ünlü
görelilik yasası. "Dünya dönüyor" dedikçe, "o zaman niye bıraktığımız
bir taş düşerken yana savrulmuyor?" gibi itirazlar sürekli geldiği için,
Galileo görelilik yasasını geliştirmek zorunda kalmıştı. Bugün bu yasayı anlamakta
zorlanmıyoruz. Eğer 1 m/sn hızla gidiyorsanız ve ileriye doğru 2 m/sn hızla
bir taş atarsanız, taş 3 m/sn hızla gider. 19. yüzyılın sonunda, birçok
bilim
adamı bu yasayı kullanarak Dünya'nın uzaydaki hızının bulunabileceğini
düşündüler.
Dünya Güneş çevresinde dönerken, saniyede 30 km.lik bir hız yapıyor (bu
ışığın
boşluktaki hızının 10,000'de biri). Güneş'in de bir hızı olduğunu
düşünürsek,
Dünyanın "gerçek" hızı, hangi yöne doğru gittiğine bağlı olarak bundan
fazla ya da az olabilir. Galileo'nun görelilik yasasına göre Dünya'dan
yayılan
ışık, Dünya'yla aynı yönde gidiyorsa biraz hızlanmalı, ters yönde gidiyorsa
da biraz yavaşlamalı. Hızda 10,000'de birlik bir değişme pek fazla olmasa
gerek.
Işık 1 metre kadar bir mesafe kat etmişse, normalden 0.1 mm civarında bir
ilerleme
ya da gecikme söz konusu demektir. Bu pek ölçülebilir bir uzaklık gibi
görünmüyor.
Ama ışığın dalga yapısı düşünüldüğünde, 0.1 mm ışığın yarım mikron civarında
olan dalga boyundan çok fazla olduğu için, bu kadar bir fark bile 19.
yüzyılın
basit aletleriyle ölçülebilir.
Bu deneylerden en ünlüsü olan Michelson ve Morley deneyi yapıldığında
Dünya'nın
hareket etmediği gibi bir sonuç ortaya çıktı! Dünya Güneş çevresinde
dönerken
hız yönünü sürekli değiştirdiği için, Güneş'in hızını da hesaba katarak,
uzayda
hareket ederken en azından bir anlık dursa bile diğer zamanlarda saniyede 30
km mertebesinde bir hıza sahip olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dünya'nın hızı sürekli değiştiğine göre sorun Dünya'nın hareketinde değil,
Galileo'nun
görelilik ilkesinde olmalı. Dünya hangi hızla hareket ederse etsin, sanki
Dünya
yerinde duruyormuş gibi ışık her yöne eşit hızla yayılıyor.
Sorunun ışığın kendisinde değil, boşluktaki hızında olduğu da anlaşıldı.
Örneğin,
ışık suda yayılırken 1.5 kat daha yavaş hareket ettiğini biliyoruz. Akan bir
su içinde ışığın hızı ölçüldüğü zaman beklenen oluyor. Işık suyla aynı yönde
gidiyorsa biraz daha hızlı, ters yönde gidiyorsa biraz daha yavaş gidiyor.
(Tabi
burada Galileo'nun hızların eklenmesi yasasının yanlış olduğu görülmeye
başlıyor.)
Bu deney, garip olan şeyin ışığın "fiziksel yapısı" olmayıp, boşlukta
yayılırken gitmeyi tercih ettiği hızda olduğunu gösteriyor. Örneğin nötrino
dediğimiz parçacıklar, bir olasılıkla ışık hızıyla hareket ediyorlar. Eğer
aynı
deney nötrinolarla yapılsaydı aynı sonuçlar bulunurdu.
Buna benzer bir çok deney, ışığın boşlukta yayıldığı hızın, nerede ölçülürse
ölçülsün aynı olduğunu söylüyordu. Eğer deney sizin kuramlarınıza aykırı bir
şey söylüyorsa, kuramlarınızın, belki de bu kuramların kullandığı
kavramların
yanlış olduğu kesin. Zamanın bir çok ünlü beyni bu problem üzerinde
uğraşmış,
ama ancak Einstein yeni kavramlarla geldiğinde problem tam ve çelişkisiz
olarak
çözülebilmiş.
Einstein, bu problemi çözmek için iki varsayımdan hareket ediyor. İlk
olarak,
Galileo'nun görelilik yasasını özde kabul ederek, detayda yanlış
olabileceğini
düşünüyor. Yani, hareket eden bir cismin (örneğin trenin) içinde yapılan bir
deney, cisim dururken yapılsa da aynı sonuçları verir. Böylece, Galileo'nun
istediği oluyor: Piza kulesinden bırakılan taşlar, bu yeni görelilik
ilkesine
göre de yana savrulmuyor. Fakat "hızların eklenmesi yasası" büyük
bir olasılıkla geçerli değil. Varsayımın en önemli sonucu, Dünya'nın hızını
Dünya'dayken ölçmemizin artık mümkün olmaması.
Einstein'ın kabul ettiği ikinci varsayım, bütün deneylerin söylediklerini
kabul
etmek oluyor. Yani, kim tarafından ölçülürse ölçülsün, ışığın boşluktaki
hızı
aynıdır.
Bu iki basit varsayım, biri görelilik ilkesi, diğeriyse önemli bir deney
sonucu,
yüksek hızlardaki bu gizemi çözmek için yeterli. Fakat artık o iyi
bildiğimizi
sandığımız uzay-zaman kavramlarından vazgeçmemiz gerekiyor.
Tren örneğindeki kapıların açılması, zaman kavramında nelerden vazgeçmemiz
için
iyi bir örnek. Trendekine göre kapılar aynı anda açıldığı halde, dışardakine
göre kapılar farklı zamanlarda açılıyor. Böylece, günlük deneyimlerimizle
sorgulamadan
kabul ettiğimiz bir eşzamanlılık kavramının artık geçerli olmadığını
görüyoruz.
İki farklı olayın, aynı zamanda olup olmaması gözlemciden gözlemciye
değişen,
göreli bir olgudur. Bu zaman kavramının mutlak olmadığını, yani her olayın
ne
zaman olduğunu söyleyecek kesin bir zamanının olmadığını söylüyor. Kabul
etmesi
biraz zor, ama ne yazık ki doğa bu şekilde işliyor. Onun ne dediğini kabul
etmekten
başka bir çaremiz yok.
Alıntı:
http://www.daghanoves.netfirms.com/bilim/bilim6.htm
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)
/Astronomy
|
|