Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli 

 

Görelilik Üzerine Bir Eleştiri
 
Einstein' in Görelilik Teorisinin bir eleştirisini bulacaksınız bu yazıda...Daha tam olarak anlaşılmadan, irrasyonalizmin hüküm sürdüğü topraklarda popülerliğini kabul ettirmiş bir teorinin gerçekte ne demek istediğinin açılımı...

 GÖRELİLİK ÜZERİNE BİR ELEŞTİRİ

Görelilik usa güvenin yitirildiği felsefe tarihinde defalarca gözlemlenmiştir.Sofistler insan herşeyin ölçüsüdür diyerek, mutlak gerçekliğin olabilirliğini reddettiler ve uç bir öznelciliğe yöneldiler.Aristoteles diğer birçok alanda olduğu gibi; uzay, zaman ve hareketle de büyük bir derinlikle ilgilenmiştir.Yalnızca iki şeyin yokedilemez olduğunu yazmıştı; zaman ve değişim:
“Ne var ki; hareketin yaratılabilmesi ya da yokedilebilmesi imkansızdır; her zaman varolmuş olması gerekir.Zaman da, zamanın olmadığı bir yerde “önce” ya da “sonra” olamayacağına göre, ne var edilebilirdir ne de sona erdirilebilirdir.O halde hareket de zaman gibi süreklidir; çünkü zaman hem hareketle aynı şeydir hem de onun niteliğidir; böylece hareket de zaman gibi sürekli olmalıdır ve eğer böyleyse döngüsel olmalıdır.”
Kant ise uzay ve zamanın gerçek dünyanın gözlemlenmesinden oluşan kavramlar değil, bir şekilde apriori kavramlar olduğunu iddia etmiştir. Kant Saf Aklın Eleştirisi’ nde Çatışkılar adlı bölümde kendi iddialarını doğrulamaya girişmiştir.Doğal dünyanın zaman da dahil çelişik olgularını ele alır fakat bunları çözümlemede yetersiz kalır...Bu çelişkileri çözümleme işi büyük diyalektikçi Hegel’ e kalmıştır; Hegel çelişki aracılığıya gerçekleşen değişime ve süreçlere dayalı mutlak idealist bir felsefe geliştirdi, bu felsefe Herakleitos’ un öngörülerinin Hegel tarafından inceden inceye işlenerek büyük bir dizgeye dönüştürülmesiydi...Hegel daha ciddi biçimde ele alınmış olsaydı hiç şüphe yok ki bilim bugün olduğundan çok daha hızlı ilerlerdi... Bu büyük dizge, bilimde de büyük ölçüde etkisini hissettirdi, Hegel Newton’ un klasik doğa anlayışına ve Tanrı müdahaleciliğine karşı çıkmıştı; Hegel’ in ardından bilim tarihinde Einstein ve Newton’ dan sonra gelmiş geçmiş en büyük fizikçi sayılan Maxwell, insanlığın bilimsel bilgisine katkılarıyla bilimin bir gerçeklik, süreklilik ve birikim süreci olduğunu ve bir yarı gerçeklikler, bir paradigmalar süreksizliği olmadığını daha pozitivizm serpilmeden hatta Thomas Kuhn daha doğmadan göstermişti, pozitivizm doğmadan önce yalanlanmıştı...Birçoklarınca gelmiş geçmiş en büyük fizikçi kabul edilen Einstein' ın göreliliği, Maxwell’ in savunduğu felsefenin yıkımıdır, onun için süreklilik ya da gerçeklik görecelidir; bir referans sistemi olmaksızın bunların hiçbirinden bahsedilemez...
 
 
    

Görelilik kuramı uzayın bükülebilirliği ve kısalabilirliği üzerine dayanır, her bir özel uzay noktası için özel bir zaman momenti vardır! Einstein bu kuramla, mutlak hareketin ayırt edilebileceği sabit bir uzay bulunmadığını ileri sürdü.(“hareketli cisimlerin elektrodinamiği” adlı makalesinde)Einstein için uzayda hiçbir noktanın göreli olarak hareketsiz olduğundan bahsedilemez...Demokritos atomlar ve boş uzay var demişti, Zenon hareketi yadısımıştı; Einstein ise uzay ve zaman için: “Uzay bir ölçü çubuğuyla ölçtüğümüz şey, zaman ise saatle ölçtüğümüz şeydir” demişti.Uzay ve zaman felsefe tarihinin çok tartışılan konularının başında gelir.Ömer Hayyam zaman için:

“ey zaman bilmez misin ettiğin kötülükleri
sana düşer azapların, tövbelerin beteri
alçakları besler, yoksulları ezer durursun
ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri...”

Bizler için zaman akıp giden bir süreçtir, Einstein içinse zaman olayların ardıllığıdır.Maddenin dışında varolmaz ve zamanın geçişi maddelerdeki değişmelerle ölçülür.Onun için geçmiş, şimdi ve gelecek bir yanılgıdır ama vazgeçilmez ve zorunludur.Kuram zamanın her yerde aynı biçimde akıp gitmediğini savunur, eş zamanlılık yanılsamadır, mutlak hareket yoktur ışık hızı dışında herşey görelidir... Görelilik kuramının olağanüstü popülerliği zamansal olarak Stephen Hawking' in bir usdışılık örneği sergileyerek ortaya attığı yarı-mitolojik Big-Bang teorisini izleyen bir olaydır...Doğal bilinç için modern mitolojinin geçerliliği ussal hale getirilir, bu teori uzay ve zamanın da diğer herşey için de geçerli olduğu gibi yokluktan yaratıldığını ileri sürer, bu teorinin temeli ussal olmayanın doğasına uygundur, teori ne deneyime, ne gözleme ne de mantığa dayanır, teori tam bir imgelemdir, bu imgelem sonraları Hawking’ in kendisi tarafından da kabul edildi...


Einstein bu kuramı ortaya atana kadar, bilimde ve felsefede iki olayın aynı anda gerçekleştiği ya da farklı anlarda gerçekleştiği kabul ediliyordu.Olayların eş zamanlılığı gözlem yapılan kişilere bağımlı değildi; Einstein’ in ise buna karşı çıkarak savunduğu şey zamanın gözlem yapılan sistemden bağımsız olmadığıdır.Zaman ölçümü için referans noktası zorunludur; burdan hareketle farklı referans sistemlerinde zamanın göreceliliği ortaya konmuştur.
Einstein’ in kendisi sürekli bilimsel nesnelliği savunarak, pozitivist yaklaşımlarına rağmen, usu savunduğunu ileri sürdü...Bir defasında arkadaşlarıyla konuşurken uzun zamandır labarotuvara girmediğinden bahsetti, arkadaşları bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğunda gözlem ve deneyimin bir sağlamadan başka bir şey veremeyeceğini, kuramın zihinde yaratılması gerektiğini savunmuştu...Aslında Einstein’ in kendine ve felsefesine dair derin şüpheleri olduğu bu konuşmalardan ortaya çıkıyor.Bu kuramda us yanıbaşımızda ya da ötemizde değildir, tam anlamıyla us yokolmuştur, usdışının olduğu yerde ussal olandan bahsetmek olanaksızdır...Usun dışında olma durumu ile yanılgı arasında büyük bir ayrım vardır, gerçekliğin doğası gibi eksik olanın yanılgısı da usa aittir, us kendini açındırdıkça gizilliğini ortaya serdikçe yanılgılar yokolacaktır ama usdışı olan için aynı şey söz konusu olamaz, saçma ya da mantıksız, insanın düşünceden arındırılması ile ortaya çıkar...Saçma olana inanabilmek, bir bataklıkta hayat boyu kalabilmeyi istemektir; bataklıkta kalabilmeyi isteyenin insan olduğunu düşünmek ussal değildir.Yanılgı tasarımsal ilişkilerin, kavram mantığının diyalektik ilişkileri ile uyuşmamasından ortaya çıkar ve bu durum bir us çürümesi olarak nitelenemez.Doğal bilinç doğrunun eğri çizgiden kısa olduğunu, geometrik kavramların görgül resim ile bir ve aynı şey olmadığını, parçaların bütünden büyük olmadığını bilir...Buna karşı saçma olanı doğrulamak usu çürütmektir.Görelilik kuramının usu nasıl çürüttüğünü görmek güç değildir.Bu kuramı kabul ettiğine inanan bilinç kendini, sezgilerine bile aykırı olan, saçmalıklara indirgemek zorundadır...Bütün bir görelilik kuramı kavramları algıdan türeten bir öznelcilikle ilişkilidir; Locke, Berkeley ve Hume’ da görülen görgücülük Einstein tarafından devralınır.Kuramın ne olduğunu anlamanın yolu görgücülük ve felsefeyi birbirinden ayırarak mümkün olabilir.Doğal bilinç bunu tasarımlarıyla çözümleyemez, ve bu bilinç düzleminde ussal olmayanın nerde başladığı görülemeyebilir.Görelilik kuramının başarısı fizikçilerin ve halkın felsefedeki eğitimsizlikleriyle ilgilidir...Einstein her görgücü gibi aprioriye karşı tahammülsüzdü, apriorinin çürütülmesi gerektiğini düşünüyordu, bunun için hayatı boyunca doğuştan hiçbir mutlak düşüncenin olamayacağını, hiçbir nesnel ideanın bulunamayacağını savundu ve bunları ussalcılık adına yaptığını düşündü.Onun için tüm kavramlar algıdan türetiliyor ve “tabula rasa” üzerine basılıyordu, bu düşüncesini uzay ve zaman kavramları için de tekrarladı...

“Uzay ve zaman algının türevleridir, salt özneden oluştuklarından, nesnel dünya ile hiçbir ilişkileri yoktur...Özdek düşündüğüm sürece varolur, uzay ve zamanın saltık olmamaları ve göreli olmaları duyumların göreli olmasına bağlıdır...”
Bu bakış açısından varlıkların kendindeliklerinden, evrenselliklerinden ve nesnelliklerinden bahsedilemez.Duyular saltık değil ama göreli, nesnel değil ama öznel, kendinde değil ama birinin bakış açısındandır...Aynı şekilde eş zamanlılık, evrensel bir şimdinin olanaksızlığı, zamanı ancak duyusal ölçümlere indirgeyen bakış açısından ileri sürülebilir...Maxwell’ in de dediği gibi kuram evrensel, uyumlu ve sürekli olmalıdır...Bir kuram ussal olmadıkça o ancak gerçekliğin değil ama olasılığın, düzenin değil ama kaosun, nesnelliğin değil ama öznelliğin kuramı olur...O ancak olasılık düzleminde kalır, mutlak bilim görgücü bakış açısına evrenselliğin ya da gerçekliğin değerini vermez...Görgücü nesnelliği yadsıdığı ve öznelliği vurguladığı için yalnızca uzay ve zamanın değil düşünen öznenin “Ben’ in” bile varlığını doğrulayamaz.Doğal bilinç için görelilik ussal hale getirilebilir ama diyalektik düşünce göreceliliğin hiçbir nesnel varoluşunun olmadığında diretir ve onun bilgiyi inanca, ve mutlaklığı olasılığa indiren bir irrasyonalizm olduğunda ısrar eder.Görgücü bakış açısından nedensellik nesnel bir ilişki değil ama bir alışkanlıklar zinciridir, yani iki olay arasındaki ardışıklıktan kaynaklanır; bu bakış açısı insanı gerçeklikten alır koparır...İnsan bir hayal ve tasarım dünyasın içine hapsedilir ve herşey algıdan türetilir... Görelik kavramları değil ama duyusal algıları ele alır ama işin bilinmeye değer yanı duyu algılarının kavramların kendi doğaları olduğunun unutulmasıdır, pozitivistin yaptığı gibi olgu kuramdan yalıtılır ama yalıtılmanın kendisinin bir belirlenim ve karşıtlık ilişkisi olduğu her nasılsa göz ardı edilir...Yalıtmak ya da belirlenimsiz kılmaya çalışmak boş bir çabadır, hiçbir kavram ilişkisiz ya da belirsiz kılınamaz, her kavram karşıtıyla bir ve özdeştir, kuram ve olgu da olduğu gibi! Einstein tüm yazılarında algılardan değil ama kavramların kendilerinden bahseder; kavramlara hiçbir zaman gerçek değerini vermez; kurgul düşünce mantığın kurulamadığı yerde, soyut düşüncenin tüm hileleri usdışı olanı ussallaştırmak adına gözler önündedir, kuramın kendisi kendisini çürütürcesine bir kuram haline getirilir.Einstein’ in yorumu görüldüğü gibi görgücünün bakış açısıyla özdeştir.Üzerine kurulan sözde matematiksel yapıyı eleştirmenin hiçbir anlamı olmayacaktır, çünkü temel ilke dediği şeyin kendisi ilkesizliktir yani usdışılıktır...Bir ilke ussal değilse, o ilke karşıtını dışlamaya çalışan bir saçmadır, karşıtından yoksunluğu onun evrenselliğinin yıkımıdır, kavram artık kendinde olmadığından mantıkdışı olduğundan keyfi yönelimlere açıktır.Mantıkdışı olanın kendisi tüm kavramların algıdan türetildiğinde ısrarlıyken kendisini kavramın doğasıyla aklamaya çalışır, bu kendi kendini çürütüşünün bir dinamiğidir, usdışı olanın ussal olana boyun eğmek zorunda olduğunun bir göstergesidir, usun gücü kuramın kendisini kendinde çürütmesiyle belirlenir...
 

EINSTEIN'IN MUCİZE YILI  ÖZEL GÖRELİLİK

 

[Bilim ve Teknik]Şubat 2005-Sf. 38-45-

 

Albert Einstein

 Albert Einstein için 1905 çok verimli bir yıldı. Bu yıl yayımladığı çok sayıda bilimsel makalesinin içinde özellikle üç tanesi birçok biliminsanı tarafından devrimsel olarak nitelendiriliyor. Bir yıl içinde üç farklı devrim gerçekleştirmek herkesin harcı değil. Bu anlamda Einstein ancak Newton’la karşılaştırılabilir: Newton, 1665-6 yıllarında birkaç ay içinde ışığın farklı renklerde bileşenleri olduğunu bulmuş, temel matematik yöntemlerini geliştirmiş ve evrensel kütleçekim yasasını bulmuştu. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler dahil birçok uluslar arası fizik derneği, Einstein’ın eşine az rastlanır mucize yılının (Latince annus mirabilis) yüzüncü yılı anısına 2005’in “Dünya Fizik Yılı” olarak kutlanmasına karar verdi.

Einstein’ın bu yıl yayımladığı devrimsel nitelikteki makalelerinden biri “Brown hareketi” olarak adlandırılan, küçük mikroskobik cisimlerin hiç bitmeyen hareketini konu alıyor. Bu makalede atomların varlığının bu tip hareketlere neden olduğu kanıtlanarak, hem atom kuramı için sağlam bir kanıt öneriliyor, hem de fiziksel sistemlerde meydana gelen küçük rasgele oynamaların bu sistemlerin incelenmesinde kullanılabileceği gösteriliyordu. İkinci makalesindeyse, ışığın sürekli bir yapısının olmayıp, bölünemez tanecikler halinde olduğunu öne sürerek, beş yıl önce Max Plancak’ın çekinerek öne sürdüğü hipotezi cesurca savunuyor ve kuantum fiziğinin temellerini sağlamlaştırıyordu. Bu makalede analiz edilen bir olay, “fotoelektrik etki” denilen, ışık kullanılarak bir cisimden elektronların koparılması olayı oldukça önemli. Çünkü Einstein’a 1921 yılında Nobel ödülü verildiğinde bunun “kuramsal fiziğe katkılarından, özellikle fotoelektrik olayını açıklamasından dolayı” olduğu belirtiliyor. Ama biz bugün burada üçüncü makalesinde yer alan “görelilik kuramı”yla ilgileneceğiz.

 

Görelilik Makalesi

Albert Einstein’ın 1905 yılında yayımladığı devrimsel nitelikte üç makalesinden sonuncusu, Einstein’ın adıyla özdeşleşmiş olan görelilik kuramına aittir. Bu makaleyi yazmasının asıl amacı, o sıralar büyük bir problem haline gelen ışık hızının sabitliği sorununu çözmektir. Ama sonuçta, yer ve zaman kavramlarımızı baştan aşağı değiştiren ve doğanın işleyişine dair önemli ipuçları veren bir kuram çıkmıştır ortaya. Birkaç yıl sonra Einstein, geliştirdiği bu kuramın çok daha genel bir başka kuramın özel bir hali olduğunu fark eder. Bu nedenle 1905’te geliştirdiği kurama “özel görelilik” adı verilir. Ancak 1916 yılında tamamlayacağı diğer kuram da “genel görelilik” adıyla anılacaktır. Deneylerle desteklenen her iki kuram bugün, evrenbilim ve parçacık fiziği çalışmalarında vazgeçilmez araçlar olarak kullanılıyor.

Her ne kadar bu kuramlar biliminsanları için vazgeçilmez bir öneme sahip olsa da, her gün tanık olduğumuz, yakın çevremizde cereyan eden olaylarda etkiler küçük olduğu için bunların günlük hayatımıza uygulanması pek bulunmamakta. Buna karşın söz konusu kuramların getirdiği yeni kavramlar doğayı algılayış biçimimizi tamamen değiştirecek nitelikte. Bu yazıda sadece özel görelilik kuramından ve bunun ortaya çıkardığı yeni kavramlardan bahsedeceğiz.

 

 

Işık Hızının Sabitliği Sorunu

Albert Einstein

İşe önce, Einstein’ın çözmeye çalıştığı sorunu anlatmakla başlayalım. 20. yüzyılın başına kadar yapılan birçok deney, ışığın boşluktaki hızının değerinin sabit olduğunu gösteriyordu. Simgesi c olan bu hız kabaca saniyede 300,000 km kadar. Birçok biliminsanı için bu değerin her yön için aynı olması beklenmedik bir sonuçtu. Bunun nedeni, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın hem kendi çevresinde, hem de Güneş çevresinde dönmesi, dolayısıyla sürekli hareket halinde olması.  Bu nedenle ışığın bazı yönlerde farklı hızla yayılması bekleniyordu.

Örneğin, eğer saatte 100 km hızla giden bir otomobili, saatte 90 km hızla takip edersek, otomobilin bize göre daha yavaş, saatte 10 km hızla gittiğini görürüz. Ne yazık ki aynı işlem ışık için uygulanamıyordu. Gerçi Dünya’nın hızı (Güneş çevresinde saniyede 30 km kadar) ışığın hızına göre oldukça düşük kalıyor ama; Dünya ne kadar yavaş olursa olsun, aynı yönde ilerleyen ışığın biraz daha yavaş yayıldığını görmemiz gerekirdi. Bu deneylerden en ünlüsü Michelson-Morley deneyi. Bu denli küçük hız değişimlerini ölçebilecek hassaslıkta olmasına karşın, bu deneyde en küçük bir fark bile ölçülememişti. Bir anlamda, bütün deneyler Dünya’nın hareket etmediğini, yerinde durduğunu söylüyordu (Dünya ve Güneş sistemi konusunda edindiğimiz sağlam bilgilerin tam tersini).

 

 

Görelilik İlkesi

Bu son yorum, yani aslında hareket etmesine karşın Dünya’nın duruyormuş gibi görünmesi, biliminsanlarına pek yabancı değil. Birkaç yüzyıl önce Galileo’nun öne sürdüğü görelilik ilkesi, Dünya’nın hareketinin bizim yaşamımız üzerine neden etkisi olmadığını açıklıyor. Ama ilke bundan çok daha genel. Sabit hızla hareket eden bir araçta bulunduğunuzu ve araç içinde birtakım karmaşık hareket deneyleri yaptığınızı düşünün. Doğal olarak araç içindeki cisimlerin yerlerini ve hızlarını belirlemek için aracı referans alırsınız. Yani araçta sabit bir nokta seçerek cisimlerin buradan uzaklığını bulur, uzaklıkların birim zamanda ne kadar değiştiğine bakarak da hızlarını belirlersiniz. Araç referans alınarak elde edilen bu değerlerin “araca göre” olduğunu söylüyoruz. Görelilik ilkesi, araca göre belirlenen bütün değerlerin evrensel hareket yasalarını sağladığını söylüyor. Bir başka deyişle aracın hızı hiçbir şekilde işin içine girmiyor. Araç hangi hızla gidiyor olursa olsun, yasalar aynı biçimde uygulanabiliyor.

Örnek olarak, Galileo’nun yaptığı söylenen bir deneyi, Piza kulesinden bir taşın serbest bırakılması deneyini düşünelim. Birçok kişi bu deneyi analiz ederken, Dünya’nın hareket ettiğini göz önüne almaz. Dolayısıyla taş, bırakıldığı noktanın tam altına düşecektir.

Eğer deney, Dünya’nın hareketi hesaba katılarak analiz edilirse bu defa karşımıza bambaşka bir görüntü çıkar. Piza kulesi ve yer büyük bir hızla hareket etmektedir. Eğer sadece Dünya’nın Güneş çevresindeki hızını dikkate alırsak bu hız, saniyede 30 km kadar ve ses hızından 100 kat daha büyük, bugünkü standartlarımızın bile çok üstünde. Bununla beraber, kuledeki Galileo ve henüz elinde tuttuğu taş da aynı hızla aynı yönde hareket etmektedir. Galileo elini açıp taşı serbest bıraktığı anda taşın hızı değişmeyeceği için  bu, taşın kulenin gittiği yöne doğru saniyede 30 km hızla fırladığı anlamına geliyor. doğal olarak taş, ilk bırakıldığı yerden çok daha uzakta bir yere düşecektir. Buna karşın, aynı süre inde kule de bir miktar hareket etmiştir. Eğer taşın hareketini inceler ve kuleye göre nereye düşeceğini saptarsak, ilginç bir şekilde yukarıdakiyle aynı sonucu buluruz: Kuleye göre bırakıldığı noktanın tam altı.

Bu örnekte, aynı olayı iki farklı bakış açısıyla incelesek bile aynı sonucu elde ediyoruz. Birincisinde taşın hareketi yer referans alınarak inceleniyor. İkincisinde de Güneş referans alınarak. Her iki bakış açısında taşın hareketi çok farklı görünüyor. Birinde taş doğrudan aşağıya düşüyor, diğerinde de çok hızlı bir şekilde fırlatılıyor. Seçtiğiniz referans noktasına göre değişen hız, konum gibi büyüklüklere “göreli büyüklük” diyoruz. Bu kadar büyük farka rağmen, her iki bakış açısının taşın nereye düştüğü konusunda aynı sonucu vermesi bize, bu iki farklı bakış açısının eşit şekilde geçerli olduğunu söylüyor. Fiziksel olarak birini diğerine tercih etmemiz için hiçbir neden yok.

 

 

Kutuya Çubuk Sığdırma Paradoksu

 

Lorentz-Fitzgerald büzülmesi olayı ilk bakışta çelişkili gibi duruyor. Bu etki hareket eden bütün cisimlerin boyunun daha kısa olduğunu söylüyordu. Çelişki şurada: Duran cisimler de, hareketli olanlara göre bir harekete sahip. Öyleyse, hareket edenlere göre de duranların kısalmış olması gerekir. Örneğin, iki özdeş roketten birinin hızla fırlatıldığını, diğerininse yerde durağan kaldığını düşünelim. Bu durumda, her iki roketteki astronot diğer roketin daha kısa olduğunu iddia edecek. Öyleyse gerçekte

hangisi daha kısa? Böyle bir soru aslında anlamsız. Soruyu anca “şu gözlemciye göre hangisi daha kısa” diye sorarsak doğru bir şekilde cevaplandırabiliriz ve cevap ve gözlemciden gözlemciye değişecektir.

Burada gerçekten bir çelişki olup olmadığını anlamak için, olayı bir deney bağlamında düşünmek gerekiyor. Kutuya çubuk sığdırma paradoksu, işte bu konuya açıklık kazandırmak için geliştirilmiş. Boyu bir metre olan bir çubuk ve içinde bir metre boşluk olan bir kutu düşünün. Bu uzunluklar, cisimlerin durağan oldukları haldeki normal uzunlukları. Her iki cisim de duruyorsa, o zaman çubuğu kutuya yerleştirip, kutunun kapağını kapatmak mümkün.

Şimdi, çubuğun kutuya usulca itilmediğini, aksine hızla fırlatıldığını düşünelim. Sorunu daha açık bir şekilde görmek için biraz abartalım ve çubuğun hızının ışık hızına yakın olduğunu varsayalım. Böylece, Loretz-Fitzgerald kısalması etkisi daha belirgin olacaktır. Soru şu: Çubuğu kutuya yerleştirip, kutunun kapağını kapatabilir miyiz? Soruyu “kapağı kapatabilir miyiz” diye sorduğumuz için, deneyi izleyen bütün gözlemcilerin aynı cevabı vermesini bekleriz.  Buna karşın ilk bakışta, deney kutuya göre ve çubuğa göre analiz edildiğinde farklı sonuçlar elde ediliyor.

Kutuya göre, kutu sabit çubuk hareketli olduğu için, kutunun içinde bir metre boşluk vardır; ama çubuk daha kısadır.

 

Bu nedenle, çubuğun hepsi kutuya girebilir. Çubuğun en arkası kapak hizasını geçtikten herhangi bir süre sonra kapak rahatlıkla kapatılabilir. Bunun için çubuğun ön ucunun, kutunun arka duvarına çarpması da beklenebilir. Burada kutunun çok sağlam olduğunu, çarpışma nedeniyle zarar görmediğini varsayacağız. Çarpışma çubuğa büyük zarar verebilir; ama biz çarpma sonrası ne olabileceğiyle ilgilenmeyeceğiz.

Çubuğa göreyse, çubuk yerinde durmaktadır ve kutu çubuğa doğru hareket etmektedir. Dolayısıyla çubuğun boyu bir metredir ve kutu bundan daha kısadır. O halde, kutunun arka duvarı çubuğa çarpsa bile, hiçbir şekilde çubuğu tamamen kutunun içine almak mümkün değildir. O halde kapak kapatılamaz!

------

Galileo ve Einstein bu ilkeyi daha farklı ve ilginç bir şekilde ifade ediyorlar: “Sabit hızla hareket eden bir araçtaki gözlemci, pencereden dışarıya bakmadan, yalnızca aracın içindeki olayları inceleyerek aracın hızını belirleyemez.” Eğer bu gözlemci, olayları aracın hızını kullanmadan ifade ediyorsa, o halde bu olayların üreteceği bütün olası sonuçlar bu hızdan bağımsız olacaktır.

Biz de Dünya’nın bir hızı olduğunu ancak Dünya’dan dışarıya baktığımızda anlayabiliyoruz. Güneş’i gördüğümüz için Dünya’nın Güneş’e göre saniyede 30 km hızla gittiğini söyleyebiliyoruz. Benzer şekilde Samanyolu’na baktığımız zaman da Güneş’in Dünya ve diğer gezegenlerle beraber bu gökadanın merkezi çevresinde kabaca saniyede 250 km hızla yol aldığını söyleyebiliyoruz. Ama bu kadar uzağa bakmaz, sadece Dünya üzerindeki olaylarla ilgilenirsek o zaman bu hızların ne olduğunun veya ne kadar büyük olduğunun hiçbir önemi yok!

Bu açıdan bakıldığında, yapılan bütün deneylerde ışığın, ilerlediği yönden bağımsız olarak aynı c hızıyla yayılıyor olması görelilik ilkesiyle oldukça uyumlu. Çünkü bu deneylerde Dünya’dan dışarıya bakma diye bir şey yok; her şey Dünya üzerinde ve Dünya’ya göre ölçülüyor.

Fakat ortada hala bir sorun var: Örnek olarak bir aracın yere göre 0,9c hızıyla (yani ışık hızının % 90’ı) hareket ettiğini düşünelim. Bu aracın hareket doğrultusuyla aynı yönde, yine yere göre c hızıyla ilerleyen bir ışık ışını gönderelim. Bu durumda ışığın araca göre 0,1c hızıyla ilerlemesi beklenir. Buna karşın, yapılan bütün deneyler beklentimizin yanlış olduğunu, ışığın hızının yere göre de, araca göre de aynı c değerine sahip olduğunu söylüyor. Bu oldukça garip bir şey: Işığın peşinden ne kadar hızlı giderseniz gidin, o hala sizden aynı hızla uzaklaşıyor.

 

 

Einstein’ın Makalesi

Bu problemin Einstein’ın uzun süre meşgul ettiğini ve İsviçre Patent Ofisinde çalıştığı sıralarda yakın arkadaşı Michele Besso ile tartıştığını biliyoruz. çözümü 1905 yılı ilkbaharında buldu. Eğer aracın içindeki saatler daha yavaş işliyorsa, o zaman ışığın araca göre hızının hala c değerine eşit olması mümkündü. Fakat, görelilik ilkesini ihlal etmemek için, araçtaki gözlemcinin saatlerinin gerçekten yavaş işlediğini fark etmemesi gerekir. Bu da ancak çalışma ilkesi ne olursa olsun bütün saatlerin aynı oranda yavaşlamasıyla mümkün olabilir. Örneğin, mekanik veya atomik bütün fiziksel saatlerle beraber, bütün kimyasal saatlere göre bir saatte yanıp bitmeli) ve bütün biyolojik saatler aynı oranda yavaşlamalı (hücre bölünmesi için veya gözlemcinin sıkıntıdan patlaması için bir saat gerekiyorsa, araç içinde de bunlar oradaki saatlere göre bir saatte olmalı). Kısacası bütün fiziksel olaylar aynı oranda yavaşlamalı. Ancak bu koşul altında araçtaki gözlemci, saatlerinin yavaşladığını fark edemez ve dolayısıyla aracın hızıyla ilişkilendiremez; yani görelilik ilkesi güvendedir.

 Doğal olarak, bu tip devrimsel iddiaları ortaya atmadan önce bunları sağlam temellere oturtmaya ihtiyaç var. Einstein, bulduğu sonuçları yayımladığı makalede, bütün iddiaların sadece iki temel varsayımdan hareket edilerek elde edilebileceğini gösteriyor. Bunlar: (1) Görelilik ilkesi sabit hızla hareket eden bütün gözlemciler için geçerlidir ve (2) ışığın hızı bütün gözlemcilere göre c’dir. Tüm kuramın böylesine basit iki iddiaya dayandırılması kuramın artılarından biri. Bu nedenle eğer bu iddialara itirazınız yoksa, o zaman özel görelilik kuramına da olamaz.

Einstein, birbirlerine göre sabit hızla hareket eden iki gözlemci düşünüyor. Bu gözlemcilerden birisi, belli bir olayın nereden ve ne zaman olduğunu saptamış olsun. Bu durumda bir matematiksel dönüşümle aynı olayın diğer gözlemciye göre yer ve zamanı bunlar cinsinden elde ediliyor. Bu dönüşümün en önemli özelliği zamanın göreli olması. Örneğin iki olay arasında geçen zamanı her iki gözlemci daha farklı buluyor. Bu, Newton’un öne sürdüğü “mutlak zaman” kavramının yıkılması demek. Yani her yerde aynı işleyen, herkes için aynı bir zamandan söz edemiyoruz. Zamandan bahsederken, bunun hangi gözlemcinin saatine göre olduğunu söylemek zorundayız.

Mutlak zaman diye bir şeyin olmaması dışında görelilik kuramı, zamanın olayların gerçekleştiği yerlerde de bağlı olduğunu söylüyor. Örneğin, masanızda duran bir mumu belli bir anda yaktınız (A olayı). Bundan tam bir saniye sonra mumun söndüğünü varsayalım (B olayı). Mumun söndüğü anda masadan 10 metre ötede bir saksı kırılsın (C Olayı). Size göre A ve B olayları arasındaki süre ile A ve C arasında geçen süre aynıdır (1 saniye). Fakat size göre hareket eden bir başka gözlemci A-B süresi ile A-C süresinin farklı olduğunu görecektir. Kısacası zaman, göreli olmasının dışında, ayrılmaz biçimde olayların konumlarına bağlı. Birçok kişinin uzay ve zamandan beraber bahsetmesinin temel nedeni bu. Ne yazık ki bu ayrıca, görelilik dönüşümü formüllerini kullanmayı bilmeyen birinin bu kuramı anlamakta zorluklarla karşılaşacağı anlamına da geliyor.

 

 

Paradoksun Çözümü

“Kapak kapatılabilir mi” sorusuna bütün gözlemcilerin aynı cevabın vermesi gerektiği için, yukarıdaki analizlerden bir tanesi yanlış. Yani, ya kutuya göre ya da çubuğa göre düşünen gözlemcilerden bir tanesi bu deneyi yanlış yorumluyor. Bu analize baktığımızda yanlış olabilecek herhangi bir şey göremiyoruz. Kapak gerçekten kapatılabilir.

Çubuğa göre düşünen gözlemcinin nerede yanlış yaptığını görmek önemli. Kapağı kapatabilme koşulunun, çubuğun arka ucunun kapak hizasını geçmesi olduğuna dikkat ediniz. Çubuğa göre, bu uç kapak hizasını geçmeden çok daha önce, ön uç kutuya çarpıyor. Dolayısıyla, eğer kapak kapanırsa bu, çarpışmadan daha sonra olmalı. Daha önce tren paradoksunda gördüğümüz “eşzamanlılığın göreliliği” ilkesi, burada da önemli. Yani kapağın kapatılması ve çarpışma olaylarından hangisinin daha önce olduğu gözlemciye göre değişiyor. Kapak, kutuya göre çarpışmadan önce kapatılıyor (belik de çarpışmayla aynı anda) ama çubuğa göre çarpışmadan sonra.

Çubuğa göre olayları özetlersek: Önce çubuğun ön ucu kutuya çarpıyor. Bu sırada arka uç kutunun dışında. Çarpışma, çubuğun ön ucunun parçalanmasına neden olacak. Bu parçalanmada oluşan kırılma, hızla çubuk boyunca arkaya doğru ilerlemeye başlayacak. Ne kadar hızlı olursa olsun, kırılma ışık hızından daha hızlı ilerleyemez. Kısacası, çarpışmanın çubuk üzerinde meydana getirdiği etkiler, çarpışma anından çok daha sonra arka uca ulaşacak. Bu süreç içinde arka uç, sanki hiçbir şey olmamış gibi olağan sabit hızlı hareketine devam edecek. Böylece belli bir aşamada kapak hizasını geçecek. Dolayısıyla da kapak kapatılabilecek.

 

Başta belirttiğimiz çelişkinin gerçekte var olmadığını daha iyi anlayabilmek için deneye bir de başka açıdan bakalım. Çubuğun ön ucunun kutuya çarptığı olaya A olayı diyelim. Çubuğa göre çarpmayla aynı anda arka uçta bir flaş patlasın. Buna da B olayı diyelim. Bu flaşın, çarpışmayı saptayıp flaşa akım gönderen bir düzenekle patlatılamayacağını d a belirtelim. Ama, arkadaki bir elektronik düzenek, çarpmanın ne zaman olacağını çok daha önceden belirleyerek, tam o anda flaşı patlatacak şekilde zamanlanabilir. Dolayısıyla, A ve B olayları çubuğa göre aynı anda oluşuyor. Doğal olarak A olayı kutunun içinde, B ise dışında meydana geliyor. Tren paradoksunda gördüğümüz gibi, farklı yerlerde oldukları için bu iki olay kutuya göre farklı zamanlarda meydana gelecek. B olayı, çubuk kutuya tamamen girmeden, dışarıda oluşacak. Bundan çok daha sonra, A olayı meydana gelecek. Dolayısıyla, her iki gözlemci de bu iki olayı nerede oluştuğu konusundan görüş birliği içinde.

Bir gözlemciye göre bir cismin boyu, o cismin belli bir anda kapladığı yerle belirlenir. Dikkat ederseniz burada gözlemciye göre “aynı anda” fakat farklı yerlerde olan olaylardan bahsediyoruz. Fakat bir başka gözlemcinin “aynı anda”sı daha farklı olaylara karşılık geliyor. dolayısıyla kutuya göre ve çubuğa göre bir diğerinin daha kısa olması, buradaki gözlemcilerin değişik “aynı an” kavramlarına sahip olmasından kaynaklanıyor ve ortada aslında bir çelişki yok.

 

 

Tren Paradoksu veya Eşzamanlılığın Göreliliği

Görelilik kuramının söyledikleri, alıştığımız şeylerden o kadar farklı ki, birçok durumda bizde kuramın çelişkisi olduğu izlenimi oluşuyor. Yaşamımız boyunca çevremizde gördüğümüz olayları izleyerek kazandığımız “klasik” dünya görüşü, doğal olarak, bunda büyük rol oynamakta. Fakat, görelilik kuramı, doğru olduğunu düşündüğümüz, ama sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bazı varsayımların yanlış olabileceğini gösteriyor. Doğal olarak, görelilik kuramının ilk öğrenmeye başlayan birinin karşılaştığı en önemli güçlük, bu varsayımlardan hangisinin yanlış olduğunu öğrenmek.

Bu ihtiyacı karşılamak için, bir çelişki içeriyor gibi görünen çeşitli düşünce deneyleri kullanılıyor. Adı üstünde, sadece düşüncede tasarlanan, gerçekte hiçbir zaman yapılmayan bu deneylerde, elde edilecek sonuçlar iki farklı yöntemle bulunmaya çalışılır. Ama her iki yöntem, birbiriyle çelişen farklı sonuçlar öngörür. Öğrencinin çelişkiyi görmesi sağlandıktan sonra, bu yöntemlerden birinin yanlış uygulandığı, yapılmaması gereken bir varsayımı kullandığı gösterilir. Bu tip düşünce deneylerine biliminsanları “paradoks” adını veriyor. Bu sözcüğü kullanırken dikkat edilmesi gereken nokta, bir çelişki varmış gibi görünmesine karşın, aslında bir çelişkinin olmaması. Örneğin, birçoğumuz matematiksel işlemlerde “0=1” eşitliğinin elde edildiği paradokslar görmüşsünüzdür. Bu bize, bu eşitliği elde etmekte kullanılan işlemlerden birinde bir hata yapıldığını söyler ve hatanın hangi aşamada yapıldığını daha iyi görmemizi sağlar.

Görelilik kuramında da birçok paradoks var. Tren paradoksu bunlardan biri. Bu düşünce deneyinde bir trenin ön ve arka vagonlarının en ucuna iki flaş yerleştirilir. Trenin ortasında, flaşlardan eşit uzaklıkta bir algılayıcı bulunur. Algılayıcının her iki yüzü de ışığa karşı hassastır ve üzerine bir ışık düşüp düşmediğini saptar. Deneyi daha dramatik hale getirmek için, algılayıcının bir devreyle birtakım patlayıcılara bağlandığını düşünelim. Eğer algılayıcının sadece bir yüzüne ışık düşerse, düzenek yardımıyla patlayıcılar ateşleniyor ve tren havaya uçuyor. Ama eğer her iki yüzüne aynı anda ışık düşerse, bu defa herhangi bir şey olmuyor; tren sağ salim yoluna devam ediyor. Zifiri karanlıkta her iki flaşı aynı anda patlatıyoruz. Soru şu: Tren havaya uçar mı, uçmaz mı?

Eğer tren sabit bir hızla hareket ediyorsa, bu soruya trendeki bir gözlemci ile dışarıda, yerde sabit duran bir gözlemci farklı cevaplar verir. Önce trendeki gözlemciye göre düşünelim. Buna göre tren yerinde durmaktadır (asıl hareket eden yer ve üzerindeki her şeydir). Flaş algılayıcıdan eşit uzaklıkta olduğundan, bilinen sabit hızla hareket eden ışık da eşit mesafeleri eşit sürede kat edecektir. Bu nedenle, flaşlardan aynı anda ortaya çıkan her iki ışık, algılayıcıya aynı anda ulaşır. Patlayıcı ateşlenmez. Tren güvendedir.

Şimdi de olaya, yerde sabit duran bir gözlemcinin bakış açısıyla bakalım. Tren hareket etmektedir ve bu nedenle boyu bir miktar kısalmıştır. Trenin boyunun ne kadar kısalmış olduğundan bağımsız olarak, algılayıcının her iki flaşa uzaklığı eşittir (trenin ön yarısıyla arka yarısı aynı oranda kısaldığı için). Flaşlar patladığında, her iki ışık aynı c hızıyla öne ve arkaya doğru hareket etmeye başlar. Bu süreç içinde tren de bir miktar öne doğru gittiği için, önden gelen ışık algılayıcıya daha önce ulaşır. Patlayıcı ateşlenir ve tren havaya uçar!

 

İki sonuç arasında bir çelişki olduğu açık.

Her ne kadar “her şey görelidir” desek de, bazı şeylerin olamayacağı açık. Bazı gözlemcilere göre trenin yok olması, ama başkalarına göre sapasağlam yoluna devam etmesi diye bir şey olamaz. Bütün gözlemcilere göre trenin akıbeti aynı olmalı. Ya hepsine göre havaya uçmalı, ya da hepsine göre sağlam kalmalı. O halde, bu gözlemcilerden biri olayı yanlış yorumluyor. Ama hangisi?

Birçok kişi bu paradoksla ilk defa karşılaştıklarında görelilik kuramının temel iddialarını sorgulamaya yöneliyor. Örneğin, trendeki gözlemcinin (trenin gerçekten hareket ediyor olmasından dolayı) önden gelen ışığın daha hızlı, arkadan geleninse daha yavaş gittiğini görmesi gerektiği söylenir. Ama bu doğru değil. Görelilik kuramının temel iddialarında herhangi bir sorun yok. Gerçekten de her iki gözlemci ışığın, hangi yöne olursa olsun, aynı hızda yayıldığını görürler (bu kuramın temel varsayımlarından birincisiydi). Buna ek olarak, her ne kadar dünya görüşümüz, yeri sabit alıp treni hareket ediyor gibi düşünmemizi zorlasa da, kuramın ikinci varsayımı da geçerli. Yani trendeki gözlemci, trenin yerinde durduğunu, aksine aslında Dünya’nın hareketli olduğunu söylerken bir hata yapmıyor. Buradan yola çıkarak yapacağı fiziksel yorumların da kesin doğru olması gerekir. Dikkat ederseniz burada, görelilik kuramının dayandığı iki temel varsayımın arasındaki görünür çelişki daha açık bir şekilde göz önüne seriliyor. Peki sorun nerede?

 Çelişkinin ortaya çıkmasına neden olan, flaşların patlama zamanını belirtmek için kullandığımız “aynı anda” ifadesi. Einstein’ın elde ettiği konu-zaman dönüşümleri incelendiğinde, bir gözlemciye göre aynı anda olan iki olayın, başka bir gözlemciye göre farklı zamanlarda gerçekleşebileceği görülebiliyor. Nasıl ki iki olay arasındaki zaman süresi göreliyse (farklı gözlemciler farklı buluyor), aynı anda olmak da göreli. Buna “eşzamanlılığın göreliliği” diyoruz. Farklı bir örnek: Bir gözlemciye göre “aynı yerde” ama farklı zamanlarda olan iki olay düşünün. Hareket eden bir gözlemcinin bunları değişik yerlerde göreceği şüphesiz. Dolayısıyla “aynı yer” kavramının göreli olduğunu rahatça, sıkıntı çekmeden anlayabiliyoruz. Görelilik kuramındaki bir gözlemciden diğerine yapılan dönüşümlerde yer ve zaman birbirine bağımlı olduğu için, “aynı zaman” kavramının da göreli olması oldukça doğal.

Sözü uzatmadan düşünce deneyinde gelişen olaylara bir bakalım. Flaşların aynı anda patlatıldığını söylerken, bunların hangi gözlemciye göre yanı anda olduğunu belirtmemiz gerekir. Burada bunların trendeki gözlemciye göre aynı anda oluştuğunu düşünüp, analizi ona göre yapacağız. Bu nedenle, trendeki gözlemcinin analizinde bir kusur yok. Tren havaya uçmaz.

Yerdeki gözlemciye göreyse ilk önce arkadaki flaş patlar, biraz sonra da öndeki. Her iki ışığın hareket etmekte olan algılayıcıya aynı anda ulaşması için bu olayların zaman sıralamasının bu şekilde olması gerektiğini rahatlıkla görebilirsiniz ama aynı sonuç görelilik kuramındaki yer-zaman dönüşümleri kullanılarak da elde edilebilir. Öndeki flaş patladığı anda, hem arkadan gelen ışık hem de tren bir miktar yol almıştır. Doğal olarak, bu anda arkadan gelen ışık algılayıcıda öndekinden daha yakın. Bir süre daha geçtikten sonra, trenin hareketi de göz önüne alındığında her iki ışığın algılayıcıya aynı anda çarptığı görülür. Patlayıcı ateşlenmez. Tren güvende! Dikkat edilirse, arkadan gelen ışık daha uzun bir yol kat etmesine karşın daha önce belirdiği için, her ikisinin de aynı anda algılayıcıya ulaşması gerçekleşir.

Burada, ışıkların algılayıcıya “aynı anda” vardığını söylerken görelilikle ilgili bir sorun doğmaz, çünkü bu iki olay “aynı yerde” meydana gelir. Bir gözlemciye göre hem aynı yerde, hem de aynı zamanda meydana gelen olaylar bütün gözlemcilere göre de böyledir. Eşzamanlılığın göreliliği yalnızca, farklı yerlerde oluşan olaylar için söz konusu.

Bir gözlemciye göre farklı yerlerde meydana gelen eşzamanlı iki olay için, diğer gözlemciler hangisinin daha önce olduğu konusunda da görüş birliği içinde olmayabilirler. Örneğin, trenle aynı yönde, ama ondan daha hızlı hareket eden bir jet uçağındaki gözlemci, öndeki flaşın daha önce patladığını belirleyecektir. Yani olayların oluş sırası da göreli. İlk bakışta çelişkili görünse de, böyle iki olay neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olamayacağı için nedensellik ilkesi açısından bir sorun doğmaz.

 

Görelilik Kuramının Garip Sonuçları

Şimdi kısaca görelilik kuramının bize oldukça garip gelen birkaç öngörüsünden bahsedelim. Bunlardan birincisi yukarıda da bahsettiğimiz “zamanın genleşmesi”. Bize göre sabit hızla ilerleyen bir aracın içindeki bütün saatler bizimkilerden daha yavaş hareket işler. Bu ancak aracın hızı ışık hızına çok yakınsa belirgin hale gelen bir etki. Örneğin, ses hızının iki kat üstünde uçan bir uçağındaki saatler, uçak böylece bir yıl uçtuktan sonra bile ancak saniyenin on bininde bir kadar geri kalıyor. Fakat eğer bu uçak 0,9c hızına erişebilseydi, o zaman uçaktaki saatler yaklaşık iki kat daha yavaş çalışacaktı.

Zaman genleşmesinin parçacık fiziğinde önemli bir uygulama alanı var. Nötron veya muon gibi karasız parçacıklar bir süresonra kendiliğinden bozunarak başka parçacıklara dönüşürler. Bir bakıma parçacığın içinde bulunan bir doğal “saat”, parçacığın ortalama ne kadar süre içinde bölünmesi gerektiğini belirler. Eğer parçacık bir şekilde hızlandırılır ve hızı ışık hızına çok yaklaştırılırsa bu “iç saatin” bizim saatimize göre daha yavaş çalışmasından dolayı parçacıkların çok daha geç bozundukları görülür.

Zaman genleşmesine benzeyen bir başka etki de, hareket eden cisimlerin hareket doğrultusundaki boylarının kısalması. Böyle bir etkinin varlığı, aslında Einstein’dan birkaç yıl önce, Hollandalı fizikçi Hendrik Lorentz ve ondan bağımsız çalışan İrlandalı fizikçi George Fitzgerald tarafından ortaya atılmıştı. Bu nedenle bu etkiye “Lorentz-Fitzgerald büzülmesi” adı veriliyor. Hareket eden bir aracın boyunun kısalması da tıpkı zaman genleşmesi gibi görüle bir etki. Hareketli araçtaki gözlemciler böyle bir kısalmayı fark edemiyorlar çünkü o yöndeki her şey, metre çubukları dahil, kısalmış durumda.

Larentz-Fitzgerald Büzülmesi

Hareket eden cisimlerin boyu kısalır. Cisim ne kadar uzunsa boyu da o kadar kısalır. Harekete dik yöndeki uzunluklarsa değişmez.

Lorentz-Fitzgerald büzülmesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bu etkinin görüntüde değil gerçekten olması. Dolayısıyla bir göz yanılmasından bahsetmiyoruz burada. Işık sonlu bir hızla yayıldığı için, hareket eden bir cisme baktığımızda veya fotoğrafını çektiğimizde, cismin boyunu gerçekte olduğundan çok farklı görürüz. Göz yanılgıları, cismin bize yaklaşıyor veya bizden uzaklaşıyor olmasına bağlı olarak değişir. Örneğin, bizden uzaklaşarak bir cismin fotoğrafı çekildiğinde büzülmüş boyundan bile dahakısa olduğu görülür. Buna karşın bize yaklaşan bir cismin fotoğrafı çekildiğindeyse, normal boyundan bile daha uzun olduğu görülür. Gözlemcinin bu tip göz yanılmalarının farkında olduğunu, ışığın kendisine ulaşma süresini hesaba katıp cisimlerin gerçek boyunu hesaplayabidiğini düşünüyoruz. İşte cismin bu gerçek boyu, durağan halinde sahip olduğu normal boyundan daha kısadır.

E=mc2

Einstein en ünlü denklemini o yılın eylül ayında yayımladığı bir başka makalede ortaya atıyor. Burada, bir cismin ışık hızından yayınlayarak enerji kaybettiği bir düşünce deneyi üzerinde yoğunlaşıyor. Daha sonra da, görelilik kuramının  tutarlı olması için cismin kütlesinin bir miktar azalması gerektiğini gösteriyor. Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği ilkesi bu şekilde doğuyor.

Etki, görelilik kuramının öngördüğü diğer etkiler gibi gündelik hayatımızda karşılaştığımız şeylere göre oldukça küçük. Örneğin, bir ton suyu sıfır dereceden kaynama noktasına kadar ısıttığımızı düşünelim. Isıtma sırasında suya büyük miktarda enerji aktarırız. Dolayısıyla verdiğimiz enerjinin kütle karşılığı suyun kütlesine eklenir. Böyle bir durumda suyun kütlesinin bir tondan gramın milyonda 4’ü kadar daha fazla olduğunu bulursunuz. Bu kadar küçük bir farkı doğal olarak hissetmemiz olanaksızdır.

Denklemin en önemli uygulama alanı şüphesiz, çekirdek ve parçacık fiziği. Çekirdek dönüşümlerinde ortaya yüksek enerjili fotonlar çıkarak çekirdekten ayrılır. Bu da geride kalan çekirdeğin kütlesinin ayrılan enerjinin eşdeğeri kadar küçülmesi demek. Aradaki kütle farkı, toplam kütleye oranla pek küçük olmadığı için, bu tip dönüşümlerde ortaya çıkan enerji olağanüstü derecede büyüktür.

 

 

Işık Hızının Aşılamazlığı

Görelilik kuramının en önemli sonuçlarından birisi de ışığın boşluktaki hızının hiçbir şekilde aşılamayacağını söylemesi. Bu nedenle, en yakın yıldızları bir gün ziyaret etme planlarımız büyük engellerle karşılaşıyor. Çünkü bu yıldızlardan bize en yakını 4 ışık yılı uzaklıkta, yani ışığın 4 yılda alabileceği mesafe kadar. Dolayısıyla bunlara ulaşmak için bugün yola çıksak, 4 yıldan önce amacımıza ulaşamayacağımız kesin. En az bir 4 yıl daha dönüş yolculuğunu eklerseniz, kaşiflerin neler bulduğunu öğrenmemiz için en az 8 yıl geçmesi gerekir. Bu en iyimser tahmin, çünkü bir uzay gemisini ışık hızına yakın hızlara ulaştırmak bile çok zor, bugünkü teknolojinin ötesinde bir şey.

İnsanoğlu kendisinin sınırlanmasından pek hoşlanmadığı için, birçok kişi aslında böyle bir sınırın olmadığını, dolayısıyla bir gün alışabileceğini düşünüyor. Üstelik, bugüne kadar bir şeylerin ışıktan daha hızlı gittiği birçok fiziksel olay öne sürülmüş ve bunların çoğu deneysel olarak da saptanmış. Ama hepsinde de, detaylı bir analiz sonunda görelilik kuramına aykırı herhangi bir şey bulunamamış. Burada amacımız bu deneyleri inceleyerek, hangi anlamda kurama aykırı olmadığını anlatmak değil. Amacımız sadece, kuramın bu ünlü sonucunu nasıl elde edildiğini açıklamak.

Mantık yürütmelerden bir tanesi şöyle: Duran bir cismi iterek hızlandırmak ve böylece ışık hızını geçmek istediğimizi düşünelim. Cismi iterken ona bir miktar enerji aktarırız. Sadece hareketinden dolayı cismin sahip olduğu bu enerjiye biz “kinetik enerji” diyoruz. Einstein’ın ünlü enerjinin kütleye özdeşliği bağlantısı (E=mc2) uyarınca bu kinetik enerji aynı zamanda kütle işlevi görecektir. Yani cismi iterek, toplam kütlesinin artmasına neden oluyoruz. Bu gerçek bir etki. Eğer tartabilseydik, cismin daha ağır olduğunu görebilirdik. Fakat, kütle artması etkisini cismi iten kişi hisseder. Daha kütleli olduğu için, cisim artık daha zor hızlanacaktır. Böylece hızını aynı miktar artırmak için cisme daha fazla enerji aktarmamız gerekir. Bu da kütlesinin daha da fazla artmasına neden olacaktır. Bu şekilde devam ettiğimizde, cisim ışık hızına yakın hızlara yaklaştığında kütlesi inanılmaz boyutlara ulaşır. Özellikle cisim, tam olarak ışık hızına erişirse sonsuz kütlesi yani sonsuz enerjisi olması gerekir. Görebildiğimiz evrende bile ancak sonlu miktarda enerji olduğu için, cisme bu enerjiyi verebilmek dolayısıyla ışık hızına erişmek imkansızdır. Dolayısıyla bütün cisimler ışıktan yavaş hareket etmeli. Cisimlerin ışık hızında veya daha hızlı gitme olasılıkları yok.

Bu mantık yürütme Einstein’ın 1905 makalesinde de yer alıyor. Ama ne yazık ki bu, olası bütün senaryoları saf dışı bırakmıyor. Örneğin yukarıda cismin aşamalı olarak hızlandırıldığını varsaydık. Böylece ışık hızının üstüne çıkabilmek için öncelikle ışık hızına erişmek gerekiyor. Ama belki ileride geliştirilecek bir yöntemle bir cisme, ara hızlar vermende, doğrudan ışık üstü hızlar vermek mümkün olabilir. Veya, değişik fizik kuramlarında sıklıkla karşılaşılan (ama henüz deneysel olarak gözlemlenmemiş) takyonlar gibi, bazı parçacıklar sadece ışık hızı üstü hızlarla yol alıyor olabilirler. Bu tip diğer olası senaryoları da saf dışı bırakmak için Einstein başka bir mantık yürütme kullanıyor: Nedensellik İlkesi.

 

 

Nedensellik İlkesi

Albert Einstein

Biri diğerinin olmasına yol açan iki olay düşünelim. Bunlardan “neden” olarak adlandırdığımız bir tanesinin oluşması, kaçınılmaz olarak “sonuç” olarak adlandırdığımız diğerinin de gelişmesine yol açıyor. Eğer neden gelişmezse, sonuç da gerçekleşmiyor. Bu tip olayların birbirine “neden-sonuç ilişkisiyle bağlı” olduğunu söylüyoruz. Nedensellik ilkesinin söylediği oldukça basit: Zaman açısından neden, sonuçtan önce meydana gelir. (Bu ilkenin, felsefede kullanılan nedensellik ilkesinden daha farklı bir anlamı olduğunu belirtelim. Aynı ad, farklı ilkeler.)

Nedensellik ilkesi, aslında kültürümüzün bir parçası. Suç ve ceza, çalışma ve başarı, etki ve tepki gibi, insanın çevresiyle etkileşmesinde önemli yeri olan kavramlarda bu kuralı tartışmasız kabul ediyoruz. Birisinin daha sonar işleyeceği bir suç yüzünden hapse atıldığını duymayız. Veya daha sonra başaracağı bir şey için ödüllendirildiğini. Gol olduğundan sonra şut çeken futbolcu da görülmemiştir, dersi geçtikten sonra çalışan öğrenci de!.. Nedensellik ilkesi, geçmiş ve geleceğe bakışımızdaki farklılıkla yakından ilgili. Geçmişi iyi biliriz ama geleceği asla. Gelecek için planlar yaparız fakat geçmişi değiştiremeyiz. Bu nedenle bugün yapacağımız bir şeyin, sadece gelecekte bir şeyleri değiştireceği, geçmişi kesinlikle değiştiremeyeceği düşüncesi hepimizde doğal olarak var.

Nedensellik ilkesine aykırı bir neden-sonuç ilişkisi çok sayıda çelişkili duruma yol açabiliyor. Örneğin, bugün gerçekleştirilen bir N olayının, bir önceki gün bir S olayının oluşmasına neden olduğunu düşünelim. Eğer ben dün S olayının gerçekleştiğini biliyorsam, bugün N’nin gerçekleşmesini engellemeyi seçebilirim. O halde S de gerçekleşmez. Ama S Gerçekleşmişti. Bazı biliminsanları (ve birçok bilim kurgu yazarı) nedensellik ilkesinin doğru olmayabileceğini, bu tip çelişkilerin de bir şekilde engellendiği doğal mekanizmalar olduğunu düşünse de tahmin edebileceğiniz gibi henüz ortada somut bir şey yok (birkaç ilginç film dışında).

Nedensellik ilkesi gördüğünüz gibi oldukça basit. Ama zamanın gözlemciden gözlemciye değiştiğini söyleyen görelilik kuramıyla beraber kullanıldığında büyük bir önem kazanıyor. Nedensellik ilkesi, değil ışıktan hızlı yolculuk etmek, bundan daha zayıf bir eylemin, “ışıktan hızlı mesaj göndermenin” bile imkansız olduğunu söylüyor.

Bir arkadaşınıza bir mesaj gönderdiğinizi varsayalım. Bu durumda “mesajı gönderme” olayını neden ve “mesajı alma” eylemini de sonuç olarak düşünebiliriz (eğer göndermezsek, mesaj da alınamaz). Veya, isterseniz mesajınızda arkadaşınızdan ne yapmasını istediğinizi belirtebilirsiniz. Bu durumda arkadaşınızın yaptığı eylem sonuç olacaktır. Görelilik kuramındaki yer-zaman dönüşümleri bize şunu söylüyor: Eğer mesajınızı gerçekten ışıktan hızlı gönderiyorsanız, o zaman size göre hareket eden bazı gözlemciler sonucun nedenden önce oluştuğunu görürler. Yani bunlara göre önce arkadaşınız mesajı almış, sonra da siz aynı mesajı göndermişsiniz.

Böyle bir şey nedensellik ilkesine aykırı, çünkü bütün gözlemcilere göre neden sonuçtan önce oluşmalı. Ama gerçek bir çelişki yaratmak için biraz daha uğraşmak gerekiyor. Eğer arkadaşınız, yukarıda bahsedilen hareket eden araçtaysa bu defa ilginç bir şey olur. Size göre arkadaşınız mesajı daha sonra almıştır ama arkadaşınıza göre mesaj eline siz daha göndermeden ulaşmıştır. Bu durumda arkadaşınız aynı ışıktan hızlı posta servisini kullanarak size mesajı size geri gönderebilir. Eğer biraz daha hızlı bir servis kullanıyorsa, bu defa mesaj elinize siz onu göndermeden ulaşacaktır! Kısacası bu geçmişe mesaj göndermek demek, yani nedensellik ilkesinin ihlali.

Dolayısıyla, eğer nedensellik ilkesi geçerliyse, ışıktan hızlı mesaj göndermek olanaksız. Bu aynı zamanda ışıktan hızlı uzay gemileri yapmamızı da engelliyor (gemiye bir postacı binebilir).

Buradan çıkaracağımız bir başka sonuç da birbirinden yeterince uzak iki farklı yerde kısa bir zaman aralığıyla oluşan iki olayın arasında neden-sonuç ilişkisinin olmaması. Örneğin, belli bir anda Güneş’te bir patlama olduğunu düşünelim. Normalde bu patlamadan kaynaklanan ışık bize 8,3 dakika sonra ulaşır. Dolayısıyla ancak bu süre sonunda patlamanın gerçekleştiğini anlayabiliriz. Patlama olduktan bir dakika sonra birden başımızın ağrımaya başladığını varsayalım. Baş ağrımızın nedeni Güneş’teki patlama olabilir mi? Cevap hayır. Güneş ve Dünya’ya göre oldukça yüksek hızlarda ve uygun bir yönde seyahat eden bir gözlemci, başımızın patlamadan önce ağrımaya başladığını söyleyecektir. Bütün olası gözlemcilerin göz önüne alınması, bu tipten olayların neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olamayacağını söylüyor bize. Eğer Güneş patlaması baş ağrısına yol açıyorsa bu, patlamadan 8,3 dakikadan sonraki bir zamanda olacaktır.

Dolayısıyla komşu yıldızlarla telepati kurmak bile yasak. Kursak bile telepatik cevabı en erken 8 yıl sonra alabiliriz.

 


Fizik: Genel görelilik ve ikizler paradoksu

Tarih: 19.03.2003 Gönderen: insanoglu /-Solduyu Forum yazıları-

Einstein kuramını, görelilik ilkesiyle ışığın hızı hakkında yapılan bazı deney sonuçlarını bağdaştırmak için geliştirdi. Görelilik ilkesi sabit hızla düzgün hareket eden bir referans sisteminde geçerli fiziksel yasaların, duran bir sistemdeki yasalarla aynı olduğunu ifade eden çok eski ilke. Buna karşın, ışığın boşluktaki hızının, hareket etsin ya da etmesin, bütün referans sistemlerinde aynı değere sahip olduğunu gösteren deneyler bu ilkeye ters düşer gibi görünüyordu. Einstein, bu iki olaydan yola çıkarak, uzay ve zamanın bu tip garip özellikleri olması gerektiği sonucunu çıkardı.

İkizler paradoksundaki durum şu. Birbirinden sabit hızla uzaklaşan iki sistem varsa ve bunlardan birinde olan bir olayın süresi diğer sistemde ölçülürse zamanın daha yavaş işlediği görülüyor. Burada olayın nerede olduğu ve zamanın nerede ölçüldüğü çok önemli. Her iki ikiz de, diğer kardeşinin daha az yaşlandığını gözlemliyor. Bu tamamen doğru. Popüler terimle ifade etmek gerekirse hangisin daha yaşlı olduğu göreli bir kavram.

Fakat ikizleri tekrar buluşturmadan, yani yan yana getirip aynı ortamda hangisinin yaşlı olduğunu görmeden ortada bir çelişki olduğunu göstermek mümkün değil (çünkü ortada bir çelişki yok). Gemi sabit hızla hareketine devam ettiği sürece ikizleri tekrar buluşturmak mümkün değil. Fakat gemi yavaşlayıp, durup ve Dünya’ya doğru hızlanarak geri dönerse, bu durumda Geminin “sabit hızla düzgün hareket ettiği” varsayımı ortadan kalkıyor. Dolayısıyla, özel görelilik kuramı gemideki gözlemci için kullanılamıyor. Einstein daha sonra, görelilik kuramını bu tip ivmeli hareket eden sistemler için genişletti. Buna da genel görelilik kuramı deniyor. İkizler kuramının doğru çözümü bu kuramla veriliyor.

Burada sadece doğru cevabı verelim. Dünya’daki gözlemci hiç ivmeli hareket etmediği için, buradaki ölçümler doğru. Gemiden inen kardeşi daha genç olacak ve Dünya’daki daha yaşlı. Gemideki gözlemci de, dönerken yaptığı ivmeli hareket esnasında kardeşinin çok hızlı bir şekilde yaşlandığını görecek (yani genel görelilik kuramı çok daha garip). Yolculuğun geri kalan sabit hızlı kısımlarında da özel görelilik kuramı geçerli olacak. Paradoksun çözümü bu. Ama tam olarak anlayabilmek için genel göreliliği bilmeye gerek var.

 

Re: Genel gorelilik ve ikizler paradoksu
Gönderen: Misafir Tarih: 20.03.2003 -Solduyu Forum yazıları-
ikizler probleminin cozumu icin bildigim kadariyla genel goreliligi kullanmaya gerek yok, yani egilmis uzay zamani veya kutlcekimini. sadece 4 boyutlu minkowski uzayinda ozel goreliligin yasalari ve 4 boyutlu vektorler kullanilarak bu problem cozulebilir (bir ikizin dunyada kaldigi ve digerinin isik hizina yakin hizlarda yolculuk yapip geri dondugu). Yani ivmenin probleme dahil olmasi demek hemen genel gorelilik isi ele alir demek degil. her ne kadar tubitaktaki arkadasalar bu yaziyi yazarken oyle dusunmediklerini soleseler de...

 

                           

Dr.Seçkiner Görgün  ile Işınlama teknolojisine dair sohbet:

HABERTURK’ ten alınmıştır. Yayın tarihi 2004 temmuzu..

Çetin BAL: Bu web sayfası dolayısıyla HABERTURK televiyonuna bilime ve bilim adamına göstermiş oldukları ilgi ve alakadan ötürü teşekürlerimi iletiyorum.Gerçekten de bu konularda pek az TV kanalı  bilime sahip çıkmaktadır.Yaklaşık bir saate yakın bu sohbet proramındaki ışınlama konusuna dair  bilimadamı sayın Seçkiner'in ifadelerini  direkt olarak orijinal söylevleri  bozmadan  siz okuyucularımın ilgisine sunuyorum.Doğrusu ben kendi adıma Seçkiner'in ışınlama kavramına dair yaklaşımlarını  mantıklı buluyor ve ifade ettiklerini birebir test etmiş olduğunu düşünüyorum.Fakat bu radyo dalga alanları içinde maddelerin görünmezlik kazanması ve bu maddenin ışık hızına ulaştırılarak gideceği hedefe gönderilme düşüncesinde mantıksal boşluklar görüyorum.

Bu ışınlama yönteminde nihayetinde belli bir frekans ve amplitüd modundaki elektrostatik ve elektriksel alanlarla birbirine bağlanmış maddenin moleküler örgüsünün yine benzer moddaki  karşı güç dalgalarıyla ve radyo elektriksel alanlarla etkilenerek çözündürülüp genişletilerek yani bu moleküler örgüyü ve formu yeniden düzenleyerek maddeyi kontrol etme düşüncesi söz konusudur. Seçkiner'in bahsettiği bu görünmezlik ve maddeyi etkileme işlemi operadaki bir sopranonun tiz sesiyle, o ses dalgalarıyla  uzaktaki bir içki kadehini kırıp çatlatmasına benzeyen bir rezonans etkisi ile olmaktadır.Ve aynı şekilde uygun adımlarla yürüyen bir askeri birliğin çıkardığı uyumlu ve tok vuruşlar uzaktaki bir köprünün kendisiyle rezonansa girmekte ve bu ayak seseleri köprüyü titreştirerek yıkılmaya ve  ayrışmaya zorlamaktadır.Yine buna benzer biçimde ''maddenin moleküler görünmezlik  hadisesi''  de maddenin moleküllerini bir arada tutan elektromanyetik alan frekanslarını bir çeşit radyo dalgası formundaki rezonans dalgaları ile etkileme işleminden başka bir şey değildir.Böyle bir sistemi dünyanın her yerinden her bilim adamı prensibi iyi anladığı taktirde yapabilir.

Seçkiner Görgün'ün sunduğu ışınlama  yöntemi  ile elde edilen görünmezlik hadisesi  maddenin doğrudan uzay/zaman  çerçevesine müdahale edilerek zaman sürekliliğini  saptırarak maddeyi farklı bir zaman boyutu içine kaydırmak değildir.Bu ışınlama yöntemi doğrudan maddenin moleküler kompozisyonu üstünde elektromanyetik olarak etkide bulunmaktan başka bir şey değildir.

Ama Seçkiner'in ışınlama yöntemini geliştirecek olursak uzaydaki uydular vasıtasıyla istenilen formdaki odaklanmış dalgalar yardımıyla gemilerimizi, uçaklarımızı hatta binalarımızı bile  hatta düşman uçaklarını bile  istenilen süreliğine demateryalize edebilir ve yine isteğe göre kendi gemilerimizi, uçaklarımızı materyalize ederken düşmanın tüm silahlarını moleküler olarak bir daha da geri dönmemecesine ayrıştırıp yok edebiliriz.Hatta karşı tarafın uçakları bile kalkmadan bir gece vakti tüm kıtayı uzaydaki devasa uydulardan yansıyan dalgalar ile demeteryalize edip ortadan kaldırmak yok etmek mümkündür.Fakat böyle negatif eğilimlerle dolu insanlık camiasına böyle teknolojilerin alanen sunulması atom bombasından bile daha büyük yıkımlara neden olabilir.Bu açıdan bence  sayın Seçkiner'in  ışınlama konusundaki çalışmalarını tekrardan gözden geçirmesi gerekir diye düşünüyorum.Gerçi benim elime imkanlar geçse bir zaman makinesi yapmak için elimden geleni yapardım.Bilim adına tamam ama insanlık adına sanırım henüz erken böyle şeyler.

Sayın Seçkiner'in ışınlama sistemi  bence mantıklı ve olağan ve kabül etmek gerekir ki zekice düşünülmüş bir yöntemdir. Benim kendi kuramımda  ise maddenin fiziki boyutu ve uzay/zaman sürekliliği üstünde bir sapma etkisi ile  oluşturulmuş  yerçekimsel  bir dalgalanma ile iç uzay tüneli boyunca maddenin ''yapısal  kimyası ve moleküler örgüsü''  bir değişime uğratılmadan nakli sözkonusu! Ben aynı enerji ile maddeyi görünmez  yapıp zaman çerçevesini değiştirerek bir zaman kaymasıyla cisme uzayda yer değiştirtmeyi düşünürken sayın Seçkiner' in metodunda ise maddeyi moleküler düzeyde genişleterek bir çeşit gaz fazını andıran ama birbirinden kopmayan dağılıp bozulmayan belli bir alanda tutulu vaziyette korunan   bir '' moleküler bulut fazı'' oluşturarak maddeyi farklı bir hale sokmakta ve bu hafiflemiş  ve fiziksel özelliğini  belli bir oranda kaybetmiş bu maddeyi yine başka cihazların yardımıyla ışık hızına doğru hızlandırarak diğer bir noktaya hareket ettirmeyi yani intikal ettirmeyi düşünmektedir.

Fakat çelişki şu ki sayın Seçkiner maddeyi alansal enerjilerin etkisi ile  belli bir enerji pompalama sekansı içinde bir çeşit  dağılıp bozulmayan  moleküler bir  gaz fazına yükseltmektedir.Yani madde sonuçta yerinde frekanslar içinde görünmez olsada nihayetinde moleküler kompozisyon halindedir ve hala bizim fiziksel boyutumuz içindedir.Şimdi bu durumda ''bu görünmez olan maddenin'' bir enerji bulutuna çevrildiğinden söz edemeyiz.Bir bilim adamı olarak sayın  Seçkiner'in hem --burda yapılan işlem maddenin  moleküllerini genişletmek-- demesi hemde maddenin  stabil bir enerji bulutu haline dönüşmesinden bahsetmesi  bu bahsi geçen çalışmanın doğrudan kendisinin değil ama başka gruplarca  Seçkiner'in önüne getirilmiş  bir çalışma olduğu konusunda bir izlenim vermektedir..Zira enerji bulutu ve moleküler bir faz hali bambaşka şeylerdir..Ama  sayın Seçkiner'in bu  farkı ayırt etmemesi diğer ifadelerinde de çelişik anlamlar doğurmaktadır.Bence kesin olan  bir şey varki söylenen ve iddia edilen laboratuvar deneyimleri doğru! ama bunların nasıl anlaşıldığı yada nasıl yorumlanması gerektiği  tartışılabilir olarak ortada durmaktadır.

Dr.Seçkiner Görgün:

Çeşitli  uyduların bir çok frekanslarının, cep telefonlarının ve benzeri  bir çok verici sistemlerin sürekli dalgalar yayması, salması  sözkonusu..Bu sürekli yayınlar insan sağlığına zararlı mı?

Ben müsadenizle bir şey belirtmek istiyorum, bu dalgalar  canlı organizmaya neden etkili oluyorlar?Şimdi 1989 tarihli Milano üniversitesinde nükleer fizik bölümünden yapılan bir neşriyat  var.Bu neşriyatın özü şu; hücrelerin (genel anlamda konuşuyorum) mitoz esnasında 7 Mhz frekansında radyo yayını yaptığı tespit edilmiştir.Orda grafikler vardır.Neşriyatta grafikler vardır.Neşriyat 6 sayfadır.Orda aletin resmi çekilmiştir filan...Şimdi canlı hücre radyo vericisi gibi yayın yapıyor.Kendi içindeki organellerle  radyo dalgaları ile irtibata geçiyor.Şimdi biz buna dışardan çok güçlü aynı formda dalgalarla etkide bulunursak.. işte bunlar ne bileyim ben .. değişik vericilerdir.Burdaki irtibatı… kendi arasındaki irtibatın kopmasına sebeb oluyoruz istemeyerek.Ve bu belli bir süreklilik kazandıktan sonra…çünkü vucudun belli bir toleransı vardır…belli bir süreklilik kazandıktan sonra artık vucutta anormallikler başlıyor.Ve değişik  patolojiler-hastalıklar  ortaya çıkmaya başlıyor.Dolayısıyla verici sistemlerle ilgilenen kişilerin  dikkatli olması lazım.Avrupa birliği güvenlik standartlarında bunların yeri vardır. Ve bu antenlerin hangi frekansta hangi hastalıkları yarattığı  bu standartlar içinde yazılıdır.

 

Hücre ışınlaması 1975 te bir laboratuarda gerçekleştirildi.

 

Normal şartlarda kimyasal maddeler aktiflik sırasına göre birbirleriyle reaksiyona girer veya giremezler.Şimdi biz reaksiyon parametrelerini değiştirdiğimiz zaman kimyasal yada fiziksel prensiblerin üzerine çıkarız.Yani  onlar artık geçerliliklerini kaybederler.Çünkü artık parametreler değişmiştir. Bizim burada yaptığımız iş budur.Yapılan tatbikatlarda şunu görüyoruz…(bu da diğer bir çalışmadır);   birbirleriyle reaksiyona girmeyen maddeler normal şartlarda, biz o parametreleri değiştirdiğimiz zaman reaksiyona girmeye başlıyorlar.Ve bunun terside var.Reaksiyona girebilen maddeleri bir araya koyduğumuz zaman,  biz o ortamı belli bir fiziksel etkiyle etkilemeye başladığımız  an  reaksiyon duruyor.

 

Bu cümleden olmak üzere, biliyorsunuz şehirlerde  telefon  antenleri gibi antenleri düşünün, bunları şehrin etrafına koyabilme imkanımız var. Ve bu şekilde şehrin üzerinde yarı küresel bir elektromanyetik alan oluşturabiliriz.Buna beklide elektromanyetik kalkanda denilebilir ama elektromanyetik alan diyelim şimdilerde…Şimdi karşı taraftan isterse klasik başlıklı olsun, isterse  nükleer başlıklı olsun hangi cins olursa olsun bir roket atıldığında... yalnız o roket   gelirken bunun hangi cins   roket olduğunu bilmemiz gerekiyor.O şartla ! Bu elektromanyetik kubbeye o roket/füze  girdiğinde roketin  içindeki kimyasal patlayıcı  maddelerin kimyasal reaksiyonları o antenlerden gelen  yayından dolayı durur.Yani o alanın içinde kimyasal reaksiyon parmetreleri değişir.Yani patlayıcı reaksiyonun bir daha oluşmasına imkan olmaz.Kimyasalın patlayıcı reaksiyonunu durdurur.Ve ordaki roket gökten taş düşer gibi yere düşer ve bir patlama olmaz.Bunun biz roket üzerinde tatbikatını yapmadık ama laboratuvar şartlarında reaksiyona girmesi ve durdurulması konularında tatbikatını yaptık mükemmelen çalışıyor.Amerikalılar ve İtalyanlar 7 şubattaki anlaşmayla bunu aldılar.

 

Sayın Seçkiner Işınlama konusunda ne diyebilirsiniz? Özellikle bunu çok merak ediyoruz?

 

Şimdi  efendim izah edeyim.Işınlama olayı şöyle;  bu tatbikatı biz 1975 senesinde yaptık.Bunu özellikle belirtiyorum, bu iki kademeli bir tatbikattır.Bunun birinci kademesi vardır, ikinci kademesi vardır!

Birinci kademesi tek hücrelilerde yapılan tatbikatlardır.Hücre kültürü ve bakteri gibi…

İkinci kademesi ise şu bardak gibi yada kurbağa gibi, insan  gibi büyük sistemler üzerinde yapılan tatbikatlardır.

Biz sadece birinci kademesini yaptık ve bunda başarılı olduk.Hücrede yapılan etki şöyle oluyor.Biz canlı maddenin üzerine belirli frekans ve modülasyonda radyo dalgası gönderdiğimiz zaman bu, hücrenin molekülleri arasında bir genişlemeye sebep oluyor.Bu genişleme belli bir limite ulaştığı zaman…,   << biz bu bardağı görebiliyor  isek eğer, nasıl görebiliyoruz? >> Işık fotonları bu maddeye çarpıyor arasından geçemediği için geriye  geliyor ve dolayısıyla biz bu cismi görebiliyoruz.Ama orda nasıl oluyor? Bunun  (bardağın)  maddesi büyümeye başlıyor, genişlemeye başlıyor, hacim genişlemeye başlıyor.Hacim genişlemeye başlayınca öyle bir an geliyorki artık fotonlar bu bardağın molekülleri arasından geçmeye başlıyor.Bazısı geçiyor bazısı geçmiyor geri dönüyor.Bu taktirde biz bu bardağı yarı flu olarak görüyoruz (şeffaf). Tamamen fotonlar bardağın moleküler örgüsü içinden geçebilir duruma gelince artık maddeyi göremiyoruz (Tamamen fotonlar bardağın molekülleri arasından geçebilir duruma geldiği zaman ise bardak kayboluyor).Aslında bardak  hala orda ama biz göremiyor ve dokunamıyoruz.Elimizi bardağın kaybolduğu boşluğa attığımız zaman elimiz içinden geçiyor, tutamıyoruz, dokunamıyoruz.

 

Ama madde hala ordadır! Bu kaybolmanın reaksiyonlarını göremeyiz.Ben bu olayı size yavaşlatılmış bir film şeridi gibi  kademe kademe anlattım.Radyo dalgasının cisme verilmesiyle cismin ortadan kaybolması olayı saniyeden bile çok küçük bir zaman dilimde gerçekleşmektedir.Bu işlem bir anda olmaktadır.Madde önce görünmez yapılmakta daha sonra ‘‘gideceği yere doğru  hızlandırılmakta.’’ Ki bunun hedefe gidişi ışık hızıdır.300.000 Km/Sn dir.Ve koordinatları verilen hedefte tekrardan  maddeleşiyor.Şimdi bu tatbikatı biz yaptığımız  zaman önce hücre kültürü kullandık -bakteri kullandık.Bunlar kapalı şeylerdedirler.Hedef olarakta böyle üst üste birbirine geçen cam yapılar vardır.Cam kaplar diyelim.Bunların içi siterildir.Ama bunların içinde  gönderilen bakterinin yaşaması için  --eğer tabi bakteri oraya gidebilirse--  uygun koşullar vardır.Yani buraya hücre düştüğü zaman yaşayacak ortam mevcut.Bunlar hedeflere yerleştiriliyor, koordinatları belli.

 

Burada biz canlı maddeyi demateryalize ediyoruz.Ve dolayısıyla şehrin duvarından  dışarıya çıkabilecek duruma geliyor.Ondan  sonrada  300.000 Km/Sn’ lik hız kazanarak hedefi buluyor.Şimdi buradaki bu tatbikat  laboratuar şartlarında  1,5 -2 metrelik mesafelerde  yapılmıştır.Ve bu tabi çok zordur.Eğer deselerdi ki efendim  İstanbul’dan biz bunu demateryalize edelim hedefi Tokyo’ya koyalım…çok daha kolay olurdu! Çünkü  aradaki mesafe  uzadıkça  iş daha da  kolaylaşır.Çünkü elektronik devrelerin hızı, frekansı  baya zorlaşıyor bu kısa mesafelerde! Onun için uzun mesafeler avantajlıdır.

 

Biz bunu  bu 1,5-2 metrelik mesafede laboratuarda gerçekleştirebildik.Bunun ikinci kısmını büyük bir heyecanla yapmayı bekliyorum.Prensibi tanıyoruz! Yapacağımızdan eminim.Bu ışınlama  da insanı bir  kabine koyarız böylece  reaksiyon başlar (yani size bir radyo frekansı yollarız) ve enerji haline gelirsiniz ve kabin falan açılmadan dümdüz gider  diğer kabine   doğru…Böylece hedef kabinde maddeleşiriz.

 

Hareket halindeki bir bakteriyi görünmez yaptığımızda  ve bir süre sonra tekrar materyalize hale getirdiğimizde bakteri kaybolduğu noktada yeniden ortaya çıkıyor.Eğer bakteri üstüne bir saat koysaydık bakteri kaybolduğu anda zaman’da onun için duracaktır.Madde demateryalize olduğu an zaman onun için duruyor.Yüz sene sonra tekrardan maddeyi materyalize ettiğimiz an sanki o madde için hiç zaman geçmemişcesine bir saniye önceki durumda yeniden ortaya çıkıyor.Bunun tatbikatını biz yaptık.

[ Çetin BAL:Şimdi madde moleküler ayrışmaya -genişlemeye uğrasada uzaya bağlı zaman akış hızının o moleküler kompozisyon için durması diye bir şey söz konusu olamaz.Zaman tüm uzaydaki her şey için temelde aynıdır.Ama gerek biyolojik gerekse diğer maddesel yapıların moleküler olarak genişletilmesi o maddenin zaman içindeki fiziksel ve kimyasal diyebileceğimiz tüm fonksiyonlarını durdurmakta ve geçici bir süreliğine askıya alınmasına neden olmaktadır.Bu sanki o maddelerin tüm içsel kimyasal reaksiyonlarını dondurmak gibi bir şeydir.Ama zaman nihayetinde yine onun içinde akmaya devam eder.]

 

Efendim bu demateryalize olan madde o bölümdeki yani bulunduğu yerdeki alanda –yerde    ‘ilete’ oluyor, genişliyor.Ve enerji alanı olarak duruyor.Enerji olarak havada bulut gibi duruyor.Efendim şimdi bu hadisede temel prensipleri tanıyoruz.Yalnız bir tek mevzu var.Tek hücrelilerden çok hücrelilere geçerken parametreleri çevirmemiz gerekiyor.Aynı bakterideki gibi bire bir uygularsak çalışmayacaktır.Onu biliyorum…Çalışmazda! Bunun değişimini yapmak gerekiyor.Bu ara çok hücrelilere geçtiğimiz zaman  başka bilmediğimiz parametre varmı onlara bakacağız, ama onu anlamak  pek zor olmayacaktır.Buraya gelecek olan malzeme uzay teknolojisine sahip.Hakikaten çok güzel malzemeler var.Dolayısıyla  bu malzemelerle biz bu işin üstesinden  fazla uzun sürmez geliriz gibi geliyor.Tabi burada zaman proplemi var.

Madde madde özelliğini kaybetmiş  ‘ilete’   olmuş.Enerji olarak duruyor.Bu enerji stabil bir enerjidir.Madde ‘ilete’ olmuş bir durumdadır.

Bu demateryalize yapma sırasında bu maddelere bir kod verilme fazı vardır.O kod verilme sekansından sonra o bir şey kazanır…boyut limiti kazanır.O boyut limitini, o kod sekansını aştıktan sonra, limiti aştıktan sonra madde tamamen dağılıp gidiyor. Bir daha geri toparlanamıyor.

 

Şu bardağın ilete(özelliğini yitirmek-formunu kaybetmek) olduğunu düşünün gittikçe büyüdüğünü düşünün ama büyüdükçe görüntü kaybolur ve maddeliğini kaybeder.Bakın şimdi  ben bu bardağa  dokunabiliyorum elimle vurabiliyorum.Ama bu ilete olmaya başladığı zaman bu sertliğini kaybeder önce, yumuşamaya başlar ve ondan sonrada artık benim elim bu bardağın içinden geçmeye başlar.Bir noktadan sonra bardak tamamen  kaybolur. İşte o noktada bu bizim boyutumuzda bulunan fizik etkilerin kaybolduğu bir boyut fazına geçer.

 

Radyo aktif atıkları güneşe göndermek mesafe uzun olduğu için kolaydır.Çünkü mesafe kısaldıkça aletler çok büyük sıkıntı çekiyorlar.Onların- aletlerin’de belli bir çalışma frekansı vardır.O frekansın çok yükseltilmesi gerekiyor.Mesafe kısaldıkça daha  yüksek  frekanslara ihtiyaç oluyor.Ve de o bugünkü teknolojiyle gerçekten büyük sıkıntılar oluşturuyor.

 

-Madde demateryalize oluyor…  ve ışık hızı kazandırılarak hedefe gönderiliyor.

 

Peki hocam bu bedava enerji olayı var onu anlatırmısınız..mesela nükleer olmayan herhangi bir maddeden nükleer bir enerji ve reaksiyon elde etmek mümkün mü?

 

Şimdi herhangi bir malzemenin …O malzemenin  bütün yörünge hesapları çıkartılıyor, yörünge mesafeleri çıkartılıyor.O hesaplanıyor.Ve bu hesaplar yapıldıktan sonra elimizde bir liste oluyor.Bir frekans  basamakları  listesi oluyor.İşte  malzemeye ait tüm bu frekans bilgilerini  bilgisayara veriyoruz.Ve ondan sonra bu malzemenin üzerine belli bir açı altında radyo antenlerini koyuyoruz yerleştiriyoruz.Bildiğimiz verici antenleri derken bunlar özel antenler. Ama neticede radyo yayını gönderir.

 

Bilgisayar bu frekansları yukardan aşağıya belli aralıklarla tarar.Fakat bu işlemler izole bir oda içinde yapılır.Bu verici antenler.. radyo anteni… her ne kadar özel bir formda yayın yapsada neticede bu bir radyo anteni!

Bilgisayar  proğramlandığı şekilde o frekans basamaklarını yukardan aşağıya geçmeye başlıyor..O proğramı uygulayıpta reset yaptığı an izole odanın içindeki gayger sayacının ibresi sapmaya başlıyor. Tam bu durumda 7 cigabaytlık bir enerji çıkışı oluyor.

 

 

Faklı haber kaynaklarından Dr.Seçkiner'in demeçlerine dair alınan notlar ve eleştiriler:

 

IŞINLAMA SİSTEMİ

Projeleri arasında ''Uzay Yolu'' dizisinin ilginç ''ışınlama'' sistemi de yer alan Dr. Görgün, şöyle dedi:

''Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını yapmak istiyorum. Önce fare, kurbağa ile daha sonra da bugüne kadar çalışması yapılmayan inorganik maddelerle yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak.'' Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, ''Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye konuştu.

Laboratuvarda en mükemmel şekliyle uzay teknolojileri gereği hassas ölçüm teknolojisi, izolasyonlu oda, radar sistemleri, özel bilgisayar programları bulunacağını, güvenirlilik ve kalite testlerinin yapılabileceğini anlatan Dr. Görgün, ''Özel olarak bir fabrikada üretilen ve sadece askeri amaçlı kullanılan malzemeler. Bu malzemeler, piyasada satılmaz. Sadece askeri ve uzay tesislerinde bulunur'' dedi.

Gerçekleştirilecek projeler
Araştırmalarını laboratuvarda 3 asistanla gerçekleştireceğini kaydeden Dr. Görgün, biten projelerinin test ve güvenirliğini yapacağını, halen çalışmaları devam eden bazı projelerini geliştireceğini, ayrıca yeni projeler üreteceğini açıkladı. Dr. Görgün, önceki çalışmaları sırasında uçaklarda radar görünmezlik projesini bitirdiğini, bu projenin ABD'nin hayalet uçaklarından farklı bir sistem olduğunu, mekanik değil, elektronik sisteme dayandığını ifade etti. 

Işınlama gerçekleştirildi, makro düzeyde deneyecek
Dr. Görgün, ''Işınlamaya uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını yapmak istiyorum. Önce fare, kurbağa ile daha sonra da bugüne kadar çalışması yapılmayan inorganik maddelerle yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak.'' Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, ''Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye belirtti.

TEHLİKESİZ NÜKLEER YAKIT

BEŞ yıl önce Türkiye'ye döndüğünü ve projelerini gerçekleştirecek bir ortam bulamadığını söyleyen Görgün'ün projeleri arasında "Uzay yolu" dizisinin "Işınlama" sistemi ve radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etme gibi teknolojiye çağ atlatacak konular bulunuyor. İtalyanlar'ın Seçkiner Görgün için kuracağı laboratuvarda, askeri uzay teknolojisiyle donatılmış sistemler bulunacak. Seçkiner Görgün canlıları ışınlamaya hazırlanıyor.

IŞINLAMA SİSTEMİ

Projeleri arasında ''Uzay Yolu'' dizisinin ilginç ''ışınlama'' sistemi de yer alan Dr. Görgün, ''Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak'' dedi. Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, ''Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye konuştu.

Dr. Görgün, laboratuvarda hassas ölçüm teknolojisi, izolasyonlu oda, radar sistemleri ve özel bilgisayar programları bulunacağını vurguladı.

Dr. Görgün’ün listesinde, Uzay Yolu dizisindeki ‘ışınlama’ sistemine benzer bir teknolojinin geliştirilmesi de bulunuyor. Fare, kurbağa ve daha sonra da inorganik maddelerle yapılacak ışınlama benzeri çalışmalar, depolama ve arşivlemede kullanılacak. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde yapılan bir deneyde, kapalı bir şişedeki hücre kültürü 2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledilmişti. Dr. Görgün, ışınlama benzeri teknolojilerin gelecekte kullanılır hale geleceğini öngördüğünü belirtti.

Dr. Görgün’ün diğer çalışmaları arasında radyoaktif olmayan maddelerin nükleer enerjiye dönüştürülerek yakıt olarak kullanılması ve porselenden sabit disk üretilmesi fikirleri bulunuyor.

Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, “Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz” diye konuştu.

1975 yılında hücre ışınlamayı başaran ve sadece bir kısmını verdiği projesi sayesinde NASA’nın foton ışınladığı Görgün ise teklifi şu an kabul etmeyi düşünmediğini ve sadece İtalyan askeri uçak, sivil ve askeri uydu firması Galileo Avionica’nın İstanbul’da kuracağı laboratuvarda görev alacağını söyledi.

[Çetin BAL: Sayın Görgün Foton Işınlaması 'ndan bahsediyor.Fakat Görgün 'ün bahsettiği ışınlama yöntemiyle foton ışınlaması hem teknik  hem mantık hemde ilke bazında birbiriyle alakası olmayan sistemlerdir.Dolayısıyla Foton Işınlaması fikir bazında da olsa sayın Görgünden alınmış değildir.Yani alınmış olamaz.Burda bence bir çelişki var.Zira foton ışınlaması bir fotonun enerji kitlesinin bir noktadan bir noktaya orijinal haliyle taşınması değil, taşınan, nakledilen şey iki foton ikizinin birbirine aktardığı polarizasyon yönleri ve salınımın kutupsal yönelim bilgisidir ( ki böyle bir bilgi aktarımı bile kesin değildir sadece bir yorumdur). Yani burda taşınan şey yada diğer fotona  yansıtıldığı düşünülen şey bir durum bilgisidir.Yoksa fotonun kendisinin taşınması sözkonusu değil.Zaten fotonun kendisinin taşınmasının söz konusu olduğu yerde bir enerji kitlesi olan maddeninde taşınması söz konusu olur.]

Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor. "Elektromanyetik dalgalar" ve "ışınlama" konularında çalışan bir Türk araştırmacı, "Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini" iddia etti. Nükleer enerji alanında çalışmalar yapan Dr. Seçkiner Görgün  "radyoaktif olmayan nükleer enerji" elde etmeye çalışıyor. Işınlama konusunda şok iddiaları olan Dr.Seçkiner Görgün Ceviz Kabuğu'nda soruları yanıtlıyor.

Ceviz Kabuğu- Saat: 24:10-Star Tv-

Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu tartışma programının bugünkü konuğu Dr. Seçkiner Görgün  Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor... “Elektromanyetik dalgalar” ve “Işınlama” konularında çalışan bir Türk araştırmacı, “Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini” iddia etti.

Bilim dünyasında şok iddialar

Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu tartışma programının bugünkü konuğu Dr.Seçkiner Görgün Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor...

“Elektromanyetik dalgalar” ve “Işınlama” konularında çalışan bir Türk araştırmacı, “Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini” iddia etti. Nükleer enerji alanında da çalışmalar yapan Dr. Seçkiner Görgün, “Radyoaktif olmayan  nükleer enerji” de elde etmeye çalışıyor.

İtalyanlar tarafından kendisine İstanbul’da “Uzay laboratuvarı” kurulmaya çalışılan araştırmacı için Türk bilim adamları ne diyor, TÜBİTAK çalışmalara sahip çıkıyor mu, yoksa iddialar boş mu? Radarlara yakalanmayan uçak, radyoaktif olmayan nükleer enerji ve ışınlama konularında şok iddiaları olan Dr. Seçkiner Görgün canlı yayında Ceviz Kabuğu’nda soruları cevaplıyor.   

Görgün’ün yürüttüğü çalışma alanlarının bir tanesi de elektromanyetik alanlar. Görgün, bu alanda yaptığı çalışmalar sonucunda elektromanyetik dalgaların biyoloji üzerindeki zararlarını ortadan kaldırmayı başarmış.Görgün, yürüttüğü çalışmalara şu örneği veriyor: “Yayın yapan antenler (Radyo, televizyon, cep telefonu, vb.) frekans güçlerine göre biyolojiye zarar vermektedir. Ben yeni bir sistem geliştirerek bu sistemle, radyo antenleri, televizyon antenleri veya cep telefonu vericilerinin yarattığı zararları ortadan kaldırabiliyorum. Yapmış olduğumuz denemeler sonucunda olumlu sonuçlar aldık”.  Görgün, maddenin enerji haline dönüştürülmesi ve bilgisayar harddisklerinin kapasitelerinin artırılması konusunda da çalışmalar yapmış.

Üniversitelerdeki araştırmalara destek verilmediği takdirde, ülkenin ilerlemesinden de söz edilemeyeceğine dikkat çeken Görgün, üniversite eğitimini de eleştiriyor: “Öğrenci son sınıfa geldiğinde belirli bilgi sahibi oluyor. Ancak bir taşı bir taşın üzerine koymayı bilmiyor. Durum böyle olunca öğrencinin bilgisi hiçbir işe yaramıyor. Teknik bir alandan mezun olan öğrenci iş yapamadığı için gidip masa başında memurluk yapmak zorunda kalıyor. Halbuki teknik bilgisini kullanacağı bir iş yapması gerekiyor ki başarılı olsun”.

SIRADAKİ ‘BİLİM-KURGU’SAL PROJELER
       Dr. Görgün’ün listesinde, Uzay Yolu dizisindeki ‘ışınlama’ sistemine benzer bir teknolojinin geliştirilmesi de bulunuyor. Fare, kurbağa ve daha sonra da inorganik maddelerle yapılacak ışınlama benzeri çalışmalar, depolama ve arşivlemede kullanılacak. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde yapılan bir deneyde, kapalı bir şişedeki hücre kültürü 2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledilmişti. Dr. Görgün, ışınlama benzeri teknolojilerin gelecekte kullanılır hale geleceğini öngördüğünü belirtti.
       Dr. Görgün’ün diğer çalışmaları arasında radyoaktif olmayan maddelerin nükleer enerjiye dönüştürülerek yakıt olarak kullanılması ve porselenden sabit disk üretilmesi fikirleri bulunuyor.
       
MÜKKEMMEL TEKNOLOJİ
Laboratuvarda en mükemmel şekliyle hassas ölçüm teknolojisi, izolasyonlu oda, radar sistemleri, özel bilgisayar programları bulunacak. Projeleri arasında 'Uzay Yolu'' dizisinin ilginç 'ışınlama'' sistemi de yer alan Dr. Görgün, 'Buna uzak değiliz. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi' dedi.

ULAŞIM KOLAYLAŞACAK
Bunun makro düzeyde çalışmasını yapacağını söyleyen Görgün, 'Gerçekleşmesi halinde ulaşım kolaylaşacak'' dedi. Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, 'Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye konuştu.

Işınlama üzerine çalışıyor

Projeleri arasında "Uzay Yolu'' dizisinin ilginç "ışınlama'' sistemi de yer alan  Dr.Görgün,  şöyle konuştu: "Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1,5–2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını gerçekleştireceğim. Önce fare, kurbağa ile daha sonra da bugüne kadar çalışması yapılmayan inorganik maddelerle yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak.'' Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu vurgulayan  Görgün , "Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz.'' dedi.

Seçkiner Güngör'ün ifadelerine eleştirel bakış açısı:

Celalettin mert :

Billim elbette önce hayal etmekle başarıya ulaşır. Ancak hayaller de bazı temellere oturmalı. Uçuk diye tanımlanabilecek bu tip fikirlerle ortaya çıkan kişilere diyecek bir şeyimiz yok elbette. Ancak olay topluma maledilip, görsel ve yazılı basında şişirilince olayın farklı bir boyutu ortaya çıkıyor. Bu tip olaylara sebep olanları gelişmiş ülkelerde hemen hapse atarlar. Ama, sanki muz cumhuriyetiymiş gibi benim ülkemde hiçbirşey olmuyor. Uçuk kaçık fikirlerle insanların kafasını karıştıran, umut ticaretine dönüştüren bu kişiye dur demek için canım üllkemin görevlileri nerede?

Mert :

Anlatılanlar güzel ama bence pek uygulanabilir tarafı yok. Hikaye gibi. Yani Avrupa'da sırf maddenin içerisinde ne olduğunu ögrenmek için korkunç sermayelerle 10 km. çapında parçacık hızlandırıcılar kurulurken bana Dr Seçkiner Görgün 'ün söyledikleri çok basit geldi. Ayrıca bu sağlam bir teori ise neden Sn. Gürgün bunu niye bilim kamuoynuda bir makale ile tartışmaya açmıyor. Ayrıca okuduğum kadarı ile kararlı maddeyi etkileyen radyo frekanslarından bahsediyor. Bu kadar güçlü frekanslar radyoaktif maddelerden bile elde edilemez gibi geliyor bana. Çünkü kararlı madde ancak kara deliklerde enerji haline geçebilir diye biliyorum ben.


Ümit :

Evet sayın seçkiner’e tamamen katılıyorum.bir kutu kola dan yüksek düzeyli enerji üretilebilir.Bu sadece kutu kola değil herhangi bir cisimden de üretilebilir.Yeterki elektromanyetizmayı istenilen polaritede kullanarak ve cismin üzerine yönlendirilerek yoğunlaşma sağlandımı cisimden yüksek potansiyelli enerji elde edilebilir.Bence dünyanın bugününde ve geleceğinde elektromanyetizmanın büyük önemi var.Yakın bir zamanda elektromanyetizmayla moleküler yapıya emirler verebileceğiz.Bunu ilk başlarda ışık teknolojisiyle gerçekleştireceğiz.Sonra düşük mhz lerle saygılarımla ..

Ayhan  Altıntaş:   - 26.07.2004 - 16:38

Ben sayın Görgün"u televizyonda izledim. Bana hiç inandırıcı gelmedi. Özellikle araştırma konum olan radar kesit alanı düşürücü konusundaki ifadeleri bilimsel bir kanıta dayanmıyordu. Biz toplum olarak her problemi çözecek bir insan beklediğimiz için hemen göklere çıkarıyoruz. Biraz soğukkanlı ...

Hasan Emre ERSOLAK:

Dr. Seçkiner Görgün gibi nice değerimiz ya kıymeti anlaşılmadan elimizden uçup gidiyor ya da kıymeti anlaşılsa bile kıymetini anlayanlar yabancılar oluyor. Ne olurdu siyasi irade şu adamların elinden tutup bunların çalışmalarını memleketimize kazandırsaydıda bizde bugun ülke olarak bu kadar geri kalmasaydık. Hükümete tavsiyem bu tip adamları düzenli bir organizasyonla Türkiye ye kazandırsınlar tabii etkin ve yetkin bürokrasi duvarını yıkarak

Mehmet:

Sayın Güngör eğer hücreyi ışınlamayı başarmışsa Nobel ödüllerini veren komitenin 1975'ten beri bundan haberi yok herhalde. Yoksa şimdiye kadar fizikten kimyaya, biyolojiden bilmem hangi dala Nobel ödüllerinin hepsini alırdı. Bi de Harddiskin kapasitesini 512X10 üzeri 18 arttırmak demek bilgisayarda devrim demektir. Ya Güngör, bilim adına saçmalıyor ya da haberi aktaran muhabir, Güngör'ün dediklerini yanlış anlamış. Güngör elektromanyetik alanında değerli bir bilim adamı olabilir ama ışınlama ve harddiskin kapasitesinin 512 milyar kere milyar arttırmak çok bilimsel değil gibi.

.: KARADELİKLER :.

Gökyüzü binlerce yıldır tutkunu olduğu muz ve anlayabilmek uğrunu büyük gayretler sarf ettiğimiz meraklarımızın basında gelir, insanoğlu, başının üstündeki o sonsuz ve bir o kadar da gizemli uzayı tanıyabilmek için elinden gelen tüm imkanları seferber etmiş, geliştirdiği dürbünlerle, teleskoplarla, uydularla uzayın derinliklerinde ne olup bittiğinden haberdar olmaya çalışmıştır. Araştırmaları süresince, evrendeki konumunun ne olduğu konusunda bir karara varabilmiş, bunun yanında gittikçe artan yeni sorunlarla karşı karsıya kalmıştır.
 

Gökyüzü binlerce yıldır tutkunu olduğu muz ve anlayabilmek uğrunu büyük gayretler sarf ettiğimiz meraklarımızın basında gelir, insanoğlu, başının üstündeki o sonsuz ve bir o kadar da gizemli uzayı tanıyabilmek için elinden gelen tüm imkanları seferber etmiş, geliştirdiği dürbünlerle, teleskoplarla, uydularla uzayın derinliklerinde ne olup bittiğinden haberdar olmaya çalışmıştır. Araştırmaları süresince, evrendeki konumunun ne olduğu konusunda bir karara varabilmiş, bunun yanında gittikçe artan yeni sorunlarla karşı karsıya kalmıştır.

Bugün, artık devasa bir evrende herhangi birinden pek farklı olmayan bir galakside ve küçük sayılabilecek bir yıldızın çevresinde hayatımızı devam ettirmeye çalıştığımızı biliyoruz. Yine sunun da farkındayız ki, en gelişmiş aletlerimizle ancak uzayın çok küçük bir bölümünü izleyebiliyoruz. Fakat buna rağmen, evrende bulunan maddenin yoğunluğu, kainatın ve dünyamızın yaşı, big-bang'le evrenin nasıl oluştuğu gibi birçok kozmolojik sorunu açıklayabilecek derecede fikir sahibiyiz.

Evrendeki olayları, zaman zaman gözlemlerimizden hareketle bazen de ortaya attığımız kuramlarla açıklamaya çalışırız. Bu durumda, evrende olup olmadığını bilmediğimiz bir takım sonuçlara da varabiliriz. İşte karadelikler de varlığı konusunda hiçbir şey bilinmeden, bütün matematiksel açıklamaları ve teorileri elde edilmiş nadir konulardan biridir.

İlk defa 1969'da Amerikalı J. Wheeler tarafından adlandırılan karadelikler sonsuz yoğunlukta madde taşıyabilen gök cisimleridir. Güneş'ten yüzlerce kere daha büyük olan yıldızlar, yaşamlarının sonunda o kadar küçülürler ki bir nokta kadar boyutsuz, hacimsiz bir yapıya bürünebilirler. Öyle ki, bu yapıdan bir çay kaşığı kadar almaya kalksanız: tonlarca maddeyi taşımanız gerekir. Bu yoğun ve kavranılması güç oluşumlar, karadeliklere çok yoğun ve etkili bir çekim alanı kazandırır. Nitekim, A.Einstein'ın özel relativite teorisinde belirttiği "evrendeki en yüksek hıza sahip ışık" bile karadeliklerin yeterince yakınına geldiğinde bu güçlü kütle çekimine yenilerek, karadelikler tarafından yutulur. Wheeler, hiç şüphe yok ki, üzerine gelen ışığı yutabildiğinden dolayı karadeliklere bu ismi vermişti.
 

                           
Karadeliklerin gözlemlenmesi

Karadelikler, üzerlerine gelen her maddeyi ve ışığı kolayca emebildiklerinden dolayı hiçbir zaman doğrudan gözlenemezler. Çünkü, bir cismi görebilmemiz İçin, ancak ondan bize ışık ışınlarının gelmesi gerekir. Bir karadelik ise, uzaydaki gaz ve tozları toplarken çevresindeki uzayda bir takım değişiklikler yapar. İste. onları bu etkilerinden yararlanarak, dolaylı yoldan gözleyebiliriz.


                          

         
Karadeliklerin gözlemlenebilirle yöntemlerinden biri, çevresinde yarattığı çok güçlü çekimsel alandan geçen ışığın, sapmasının Ölçülmesidir. Kuvvetli çekim alanlarından gecen ışık ısınları, bildiğimiz doğrusal yolundan sapar. Bu ilke. gerçekte yıldız, gezegen, nebula gibi uzayda bulunan büyük kütlelerin, bulundukları yerlerde kütlelerinin büyüklüğüne göre. göremediğimiz ancak teorik ve deneysel olarak bilinen eğrilikler, çukurluklar oluşturmasından ileri gelir, Sözgelimi. Güneş'in çevresinde bu eğrilik çok az olduğundan, ışık 1.64 sn'lik bir acı farkıyla eğilir. Ama bunu karadelikler için düşündüğümüzde, saptırıcı etkinin çok daha büyük olduğunu görürüz. Bir karadeliğin arkasında bulunan bir yıldızdan çıkan ışının bize ulaşabilmesi için O en az iki yolu vardır. Işık ışınlarının her biri. karadeliğin bir yanından gelmek üzere ayrılarak bize ulaşırlar. Dolayısıyla biz. bir yıldızı ikiymiş gibi görürüz. Bu olaya "çekimsel mercek" etkisi denir.

Karadeliklerin araştırılmasında en verimli yöntem, uzaydaki gaz ve toz zerrelerinin karadelik tarafından emiliminin saptanmasıdır. Bir karadeliğin çekimine kapılan gazlar, çok kuvvetli x -ışını ışıması yapar. Bu ışının çok uzaktan algılanabilmesi İçin de. karadeliklerin ancak yıldızlararası gaz ve tozların bol olduğu bölgelerde aranması gerekir. Böylece, bir karadeliğin gözlenebilmesi için en ideal konumun, yıldızların hemen yanı olduğu anlaşılır.

1970'de Amerika'nın uzaya gönderdiği bir x-ısını uydusu olan "Uhuru" uzaydan ilginç bir takım veriler elde etti. Daha bir yılını doldurmamıştı ki Uhuru, Kuğu takımyıldızının en parlak yıldızı olan Cygnus x-l'de çok yoğun x-ışını yayılımı buldu. Cygnus x -l saniyede bin kereden fazla titreşiyordu. Bu da sözü edilen ışık kaynağının boyutlarının, beklenenden çok daha küçük olduğunu gösteriyordu. Dikkatle yapılan gözlemlerin sonunda: bu yıldızın HD226868 tarafından beslenen bir karadelikti. Teorilerin, yıllar önce öngördüğü sonuçlar, gerçekleşmişti.

İzleyen yıllarda, uzaya bir çok x-ışını uydusu gönderildi. Bu uydular da 339 ayrı x-ısını kaynağı hakkında bilgi toplayan Uhuru'nün izinden giderek, bize evrenin x-ısmı haritasını çıkardılar. Bu haritada özellikle Circu-nus x-l. GK339-4 ve V861 Scorpii karadelik olarak kabul edilen ilk gök cisimleridir.

Eğri uzay zamanın anlamı

Einstein 1905 ve 1915 yıllarında ortaya attığı özel ve genel görelilik kuramlarıyla doğaya, maddeye, uzaya ve zamana farklı bir bakış açısı getirdi. Onun bu buluşlarıyla; belki de fizik, felsefe dalında en Önemli sınavını veriyordu. Birbiriyle İlintili olan bu kuramlara göre; hareket eden saatler yavaşlayabiliyor, cetvellerin boyları kısalıyor cisimlerin kütleleri, hızları dolayısıyla artabiliyordu. Einstein'ın yeni denklemleri Newton'un koyduğu klasik anlayışa, ancak ışık hızından çok küçük hızlarda uygunluk göstermekteydi.

Einstein. hep saatlere, cetvellere ve gözlemcilere bağlı olmayan evrensel bir çekim kuramı hayal ederdi ve Tanrı'nın, kendine bir keçi inadı ile iyi koku alan bir burun verdiğini söylerdi. Gerçek şu ki; O'nun bu özellikleri amacına ulaştırmıştı.

Genel görelilik kuramı, kütle çekiminin nasıl işlediğini anlatır. Ama bunu yaparken; hiçbir zaman çekimi bir kuvvet olarak düşünmez. Bunun yerine, cisimlerin çevresindeki çekim alanlarının, uzay ve zamanın bükülmesi sonucu oluştuğunu söyler. Cisimler, içerdikleri kütlelerine oranla uzayda çukurluklar oluşturur. Ve zamanın akışını yavaşlatır. Ancak uzayın derinliklerinde, tüm çekim kaynaklarından uzakta, uzay ve zaman tam anlamıyla düzdür. Çekim alanının gücü arttıkça uzay-zaman eğriliği de artış gösterir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Madde uzay-zamanın nasıl eğileceğini, uzay-zaman da maddenin nasıl davranacağını belirler.

Uzay-zaman düşüncesine somut bir örnek olarak şunu verebiliriz: Ilık bir yaz gecesi uzaya baktığınızı düşünün. Binlerce yıldız, gözlerinizin önüne serilmiştir. Bize en yakın yıldızlardan olan Sirius'a gözlerimizi kaydırdığımızı haya! edelim. Sirius. güneş sistemine yaklaşık 8,5 ışık yılı uzaklıktadır. Bu ise; o yıldızdan çıkan bir ışık ışınının gözümüze ancak 8,5 yıl sonra ulaşabildiğini bize anlatır. Yani yıldıza bakmakla onun 8,5 yıl önceki halini görmekteyiz. Ya 250 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiyi gözlemlediğimizi düşünsek? Tahmin edersiniz ki; galaksinin yeryüzünde dinazorların hüküm sürdüğü devirlerdeki görüntüsünü algılarız.

Sonuç olarak, yıldızlara bakmakla uzayın zamandan ayrı düşünülemeyeceğini kavrarız. Çünkü, gökyüzünü incelerken, aslında evrenin geçmişine bakmaktayız. İşte. birbirinden ayrı olarak düşünmediğimiz bu dört boyutlu anlayışa (en. boy. yükseklik, zaman) uzay-zaman denir. Nasıl, bir cetvel uzunluğu ölçüyorsa . Kolumuzdaki saat de zaman yönünde uzaklığı ölçer.

Einstein. kuramın matematiksel ispatı yanında bir de deney önerdi. O'na göre Güneş de ışığı belli bir oranda saptamalıydı. 1919'da bir Güneş tutulması esnasında, uzaydaki konumu önceden bilinen bir yıldız üzerinde gözlem yapıldı. Gerçekten de. yıldızın ışığı Güneş'in yanından geçerken: uzay-zaman eğriliği nedeniyle önceki konumundan daha açıkta görülüyordu. Gözlem sonunda elde edilen sayılar da teorik hesaplarla bulunana yakındı. 60 yıl boyunca tekrarlanan diğer deneyler de Einstein'i haklı çıkardı. Günümüzde de çok hassas aletler yardımıyla, uzayda yapılacak bir deney düşünülüyor. Dünyanın dönme ekseninin bulunduğu düzlem üzerine, yaklaşık 640 km yüksekliğe yerleştirilecek GP-B kütle çekim aracı en hassas uzay-zaman gözlemini yapacak.

Görelilik kuramı, uzayın eğriliğine bağlı olarak zamanın da akışının yavaşlayacağını belirtir. Uzayda, eğim ne kadar fazlaysa o bölgede aynı oranda. zaman yavaş işler. Eğimin en fazla olduğu yerler de gök cisimlerinin merkezleridir. Merkezden uzaklık arttıkça zamanın büzülmesi de azalır. Çok katlı bir binanın zemin katı ile en üst katı arasındaki zaman farkı ilk defa 1960'da ölçülebildi. Günümüzde ise en hassas saatler olan atom saatleriyle yapılan çeşitli deneyler de bu ilkeyi destekledi.

Karadeliklerin yapısı ve çeşitleri

Yıldızların sonları, içerdikleri kütlelerine göre tespit edilir. Kütlesi Güneş kütlesinin yaklaşık 1,5 katından aşağı olan yıldızlar, yapılarında bulunan hidrojeni önce helyuma sonra da helyumun tamamını karbon ve oksijene çevirerek yakarlar. Artık yıldızın tüm enerjisi bitmiş ve yıldız beyaz cüce haline gelmiştir. Beyaz cüceler oluşurken, atomlar öyle büyük kuvvetlerle sıkışır ki, çekirdeğin etrafında dolanan elektronlar, çekirdeklerinden ayrılırlar. Yıldız dünyamızın boyutlarına değin küçüldüğünde, elektronlar uygulanan yüksek basınca karşı koyar ve yıldızın artık daha çok büzüşmesini önlerler.

Güneş kütlesinin 1,5 katından büyük kütleli yıldızların sonu ise uzun süren araştırmalardan sonra cevaplanabilmiştir. 1928 yılında, fizik doktorasını yapmak için İngiltere'ye doğru yola çıkan Hintli bilimadamı Chandresekhar, bir ay süren gemi yolculuğu süresince kamarasına kapanıp çalışarak çok ilginç bir buluş elde etti. Chandresekhar'a göre eğer bir yıldızın kütlesi.Güneş'in yaklaşık 1.5 katı ve daha fazlasıysa bu yıldız büzülmeye başladıktan sonra beyaz cüceden daha da küçülüp çok yoğun hale gelebilirdi. Ama genç araştırmacıların fikirlerini kabul ettirebilmesi zordu: nitekim Sir Eddington, yıldızın bu katlar küçülmesine doğanın izin vermeyeceğini söyleyerek Chandresekhar'ın çalışmasını geri çevirmiştir. Zaman geçtikçe, gene araştırmacı haklı çıkacak ve reddedilen bu çalışmasıyla bir nobel ödülü alacaktı. Aynı vıilar-da Rus fizikçi Landan da aynı konu üzerinde çalışmaktaydı. O, biraz daha şanslıydı ve çalışmasını bir dergide yayınlatabildi. Amerikalı Openheinmer, öğrenci! siyle hazırladığı "sürekli kütle çekimsel büzülme "adlı makalesinde. Landau'nun eksikliklerini de düzelterek problemin üstesinden gelir. Buna göre sözü edilen kütlede bir yıldız:ömrünün sonuna gelirken,beyaz cücelerin elektron basıncı sonucu yakamadığı karbon-oksijen zengini katmanını da tepkimeye sokabilir. Çünkü bu denli büyük kütle nedeniyle oluşan basınç, yıldızın sıcaklığını 700 milyon dereceye kadar yükseltebilir.

Ard arda oluşan diğer tepkimeler sonunda; yıldız silikon ve demir zengini bir kütleye dönüşür. Artık demir, merkezdeki sıcaklık ve basınç ne olursa olsun termonükleer tepkimeye giremez. Bu halde, yıldızın atomundaki eksi yüklü elektronlarla, artı yüklü protonlar birleşerek yüksüz nötronları oluştururlar. Oluşan bu nötronlar daha az yer kapladıklarından yıldız, çok çok güçlü ışın yayan ani bir çökme evresinden geçer. Bu çökme anında yayılan enerji o kadar fazladır ki; yıldızın doğumundan o ana kadar ki yaydığı toplam enerjiye denktir. Daha sonra şiddetli bir patlama duyarız. Çünkü yıldız, tümüyle parçalanmış ve süpernova olmuştur. Bu patlamadan arta kalan ise sadece nötronca zengin bir "nötron yıldızı"dır.

Oppheimer, nötron yıldızının yukarıda saydığımız özellikleri üzerinde çalışırken bir an, incelediği yıldızın kütlesinin Güneş kütlesine göre 2.5 katı ve fazlası olduğu durumu düşündü. Hiçbir doğa kuvveti, böyle bir yıldızın basıncını dengeleyemezdi. Saniyeler içinde: elektronlar, nötronlar ve protonların birbiriyle karışması sonucu, yıldız daha fazla küçülüp. uzayı diğer gök cisimlerinden daha çok eğerdi. Bunun sonunda, küçülme o kadar an-lamsızlaşır ki artık ortada ne nötron, elektron, kuark ne de madde vardır. Sadece, boyutsuz bir nokta olan "tekillik"vardır orada...İşte karadelikler...

Çökme sonucu uzay-zaman eğrileri o kadar artmıştır ki. artık yıldıza ilişkin hiçbir şeyi algılayamadığımız an; yıldızın, "olay ufkunun" altında kaldığını kabul ederiz. Olay ufku bizim, hiçbir fiziksel incelemede bulunamadığımız uzay parçasıdır. Çünkü olay ufkundan ötesini, bizim yasalarımızla açıklayamayız. Adeta başka bir evrendir orası ve orada ne olup bittiğini bilmenin bir yolu yoktur. Bir yıldızın olay ufku ,yıldızın çökmeden önceki kütlesiyle yakından ilişkilidir. Örneğin, kütlesi. Güneş'in kütlesinin 10 katı olan bir yıldız, çapı 60 km olan bir olay ufkuna sahiptir. Kütle arttıkça, olay ufku da genişler.

Buraya kadar ki anlattıklarımıza bakılırsa, aslında bir karadeliğin çok basit bir yapısının olduğu anlaşılır. Olay ufkuyla çevrelenmiş bir tekillik... Hepsi bu kadar! Bunun yanında, karadeliğin gerçekten boş olduğunu hatırlamak gerekir. Orada, ne atomların, ne kayaların ne de uzaydaki gaz ve toz bulutlarının İzine rastlanmaz. Yıldızı oluşturan tüm madde; karadeliğin merkezindeki tekillik noktasında yok olmuştur. Elimizde kalan tek şey, sonsuz eğilmiş uzay-zaman'dır.

Einstein, önceleri her ne kadar görelilik kuramıyla uzayda çok yoğun maddelerin varolamayacağını ispatlamaya çalıştıysa da, kıvrak zekasının yanıldığı bir nokta da bu olmuştu. Kuramının öngördüğü etkiler, karadeliklerin yakınında inanılmaz boyutlarda artış gösterir. Örneğin, kütle çekiminin yeryüzünde zamanı yavaşlattığı biliniyorken. karadeliğin olay ufkunda zaman tümüyle durmaktadır. Eğer. korkusuz bir astronotun karadeliğe doğru ilerlediğini düşünürsek: O'nun saatinin bizimkine göre yavaş çalıştığını farkederiz. Olay ufku geçildiğinde ise. zaman sonsuza değin duracak fakat astronotun bundan haberi olmayacaktır. Çünkü kendi vücut faaliyetleri de aynı oranda duracaktır, Bu uzun adamının haberdar olacağı bir şey varsa; o da ışık hızıyla karadeliğin tekilliğine doğru çekildiğidir.

Günlük yaşantımızda, uzayın üç boyutunda (aşağı-yukari: sağa-sola; ileri-geri)  hareket etme serbestliğine sahibiz ama istesek de istemesek de beşikten mezara doğru bir zaman akışımız vardır. Karadeliğin çevresindeki olay ufkunun içinde ise "zaman içinde" hareket etme özgürlüğü kazanırız ama uzay boyutlarında hareket özgürlüğümüzü yitiririz. Tekilliğe doğru çaresizce çekiliriz.

Acaba bu kozmik elektrik süpürgelerini yalnızca maddesel  yoğunluk mu etkiler? Doğada, sadece kütle mi onların yapısında söz sahibidir? Karadelikler. yapılarına göre üç kısımda incelenir: Maddesel, elektriksel ve dönen karadelikler...

Maddesel karadelikler çevrelerindeki maddeleri yutarken herhangi bir elektrik yükü taşımazlar ve çevrelerinde dönmezler. Böylece; yüksüz, durağan karadelik yalnızca tekilliği çevreleyen, bir olay ufkunda oluşur. İlk denklemlerini 1916'da Alman gökbilimci K.Schwarzchild in yazdığı bu karadeliklere "Schwarzchild karadelikleri" de denir. Karadeliklerin, yuttuğu maddeye oranla olay ufuklarını genişlettiklerini biliyoruz. Bu da karadeliğin daha güçlü çekini alanına sahip olmasına neden olur. Madde yuttukça güçlenen karadelik. cisimlerin niteliğine bakmadan. sonsuza değin onları geri salmaz. Ancak olay ufkunun incelenmesiyle, bir karadeliğin kütlesi hakkında fikir sahibi olunabilir.

Şimdi de Schwarzchid karadeliğine bir elektron düştüğünü düşünelim. Bu durumda karadelik elektrik yüküyle yüklenir. Yüklenme arttıkça da tekilliğin çevresinde ikinci bir olay ufku oluşur. Böylece karadeliğin çevresinde, zamanın durduğu iki yeri rahatlıkla gösterebiliriz. Elektrik yükü arttıkça iç olay ufku büyür, maddesel (dış) olay ufku ise küçülür. İki olay ufku çakıştığı an: karadelik alabileceği en fazla elektrik yükünü almış demektir. Bu durumda daha çok elektrik yüküyle zorlarsanız, olay ufkunun dağıldığı ve geriye çıplak tekilliğinin kaldığı bir karadelik elde edersiniz. Bu görüşler ilk kez 1916-18 yıllan arasında Alman H. Reissner ile Danimarkalı G- Nordstron tarafından ortaya atıldı. Bundan dolayı, elektrik yüklü karadeliklere çoğu kez; "Reissner-Nordstron Karadelikleri". denir. Bunların varlığı kuramsal olarak kabul edilse de uzayda gerçekten var olmalarını bekleyemeyiz. Nedeni ise, elektrik alanlarının, çekim alanlarından çok çok daha baskın olması ve karadeliğin;! kendini elektrik yüküyle yüklerken, çevresinden gelen diğer yükler yardımıyla kısa sürede nötr hale getirilmesidir.

Gökyüzündeki hemen hemen tüm yıldızlar kendi çevrelerinde döner. Bunların dönme hızları, büyüklükleri nedeniyle çok küçüktür. Ama bu yıldızlardan herhangi biri çökerek karadelik haline gelirse dönme hızı da artıverir. Böylece bu dönme hareketleri, karadelikler için vazgeçilmez derecede önemli olur. Dönen bir karadelik. çevresindeki uzay-zamanı da sürükler. Bu nedenle ki böyle bir karadeliğin çevresine ışık demetleri gönderilirse; demetler tekilliğin çevresinde dönen uzay-zamanın akış yönüne göre değişik miktarlarda saparlar.

Bundan hareketle, karadeliğin toplam dönme miktarı ölçülebilir. Yine Schwarzchild karadeliği tipinde karadeliğin döndüğünü düşünürsek, tekilliğin çevresinde ikinci olay ufkunun oluştuğunu farkederiz. Dönen karadeliklerin uzay-zamanı sürüklemesini ve önemli özelliklerini Y. Zelandalı matematikçi P. Kerr tanımlamıştır. Dr. Kerr, 1963'de bir kütleye ve dönmeye sahip karadeliği tümüyle açıklayabilen denklemleri yazmayı başarmıştır. Dönen karadeliklere kısaca"Kerr karadelikleri" de denir. Tıpkı elektrik yüklü karadeliklerde olduğu gibi bunlarda da zamanın akmadığı iki olay ufku bulunur. Deliğin dönme hızının artması: İç olay ufkunu genişletir ve dış olay ufkunu daraltır. Karadelik maksimum hızında dönmeye başladığında ise iki olay ufku çakışır. Bu limit değerden yüksek hızlar için olay ufku kaybolur ve çıplak tekillik kalır.

Dikkat edilirse, elektrik yüklü karadeliklerle. dönen karadelikler arasında şaşırtıcı benzerlikler bulunur. Bunlardan en önemlisi ise her iki tipin de çift olay ufkuna sahip olmasıdır. Buna rağmen, aralarında farklılıklar da bulunur. Elektrik yüklü olanlarda tekillik yalnızca bir noktadan ibaretken dönen karadelik için tekillik bir halkadır. Halka tekillik, havada asılı duran bir yüzük gibidir ve karadeliğin dönme eksenine dik, ekvator düzleminde yer alır.

Durağan ya da elektrik yüklü bir karadeliğin merkezine giden biri. sonsuz eğrilmiş uzay zaman tarafından parçalanır. .Buna karsın, dönen bir karadelikte; tekilliğe dik (yüzüğün ortasından geçecek şekilde) yaklaşıldığında, eğilmiş uzay-zamandan etkilenmeden halka tekilliğin içinden geçiverirsiniz. Ama bu geçişle, çekim kuvvetinin itici olduğu "anti uzaya" girilir. Yani, elemanın yere değil, göğe düştüğü bir evrene !

Karadeliklerin tuhaf özellikleri

Herhangi bir yıldızın tanımlanabilmesi için: merkezinden yüzeyine değin gaz basınçlarının, madde yoğunluğunun, sıcaklığının ve kimyasal bileşiminin hakkında fikir sahibi olmak gerekir. Fakat, bu ayrıntılardan hiçbiri karadeliğin tanımlanmasına girmez. Bir karadeliği anlamak; onun sebep olduğu uzay-zaman eğriliğini incelemek demektir.

Önceki bölümlerde, yeterince büyük kütleli bir yıldızın, ölümünden sonra uzay-zamanı eğdiğini belirtmiştik. Uzun yıllar, bu eğilmenin fiziksel anlamı üzerine fikir yürütüldü. 1930'iarda, Einstein ve Rosen, uzay-zaman eğilmesinin, yıldız; karadelik haline geldiğinde maksimum olması gerektiğini söylediler. Onlara göre; oluşan bu eğrilik başka bir evrene açılmaktadır. Durağan karadelik-lerin bu özelliğine "Einstein Rosen Köprüsü" denir. Bu ikinci evren görüşüyle ilgili olarak çeşitli fikirler oluşturulabilir. Bir düşünceye göre. karadeliğin açıldığı ikinci evren, bizim evrenimizin uzak bir köşesidir. Eğer uzayın düz olduğu kabul edilirse, bu durumda oluşan delik daha çok bir elmanın içindeki kurdun yolunu andırır. Böylece, uzayda "kurt deliği" oluşmuş olur. Evrenimizde, birçok karadeliğin varolduğu düşünülürse: uzayın, birbiri içine geçmiş sayısız tünellerden oluşmuş olduğu anlaşılır.

Karadelikleri salt geometrik düşüncelerden yola çıkarak açıklamak, bir takım fantastik sonuçlara neden olur. Söyle ki; durağan bir karadeliğe düşen insan, tam olay ufkuna tekrar döndüğünde, matematiksel olarak kendisiyle tekrar karşılaşır. Çünkü orada zaman durmuştur. Bu gibi ilginçlikler bize, uzay-zamanın salt geometrik düşüncelerle açıklanamayacağını gösterir.

1960'ların sonunda, İngiliz matematikçisi R.Penrase, karadeliklerle ilgili uzay-zamanın tamamını anlatabilen bir yöntem geliştirdi. "Penrose çizimi" yöntemine göre: zaman dikey eksende ve uzaydaki uzaklıklar da yatay eksende alındığında, bir kareler sistemi oluşturulabilir. Karelerin iç kenarları her biri yatayla 45 derecelik açı yapacak şekilde çizilmiştir. Bu kenarlar, olay ufku olarak adlandırılır ve sadece ışık, bu çizgilerde hareket edebilir. Çizginin sağına geçebilmemiz 45 derecelik acıdan büyük olduğundan yasaktır. Çünkü o zaman ışık hızından fazla bir hıza sahip oluruz. Bu şartlarda ancak ışık hızından küçük hızlarla gidebileceğimiz yolları kullanabiliriz. 45 dereceden büyük her açı için. bir karadelik seyahati düşünülebilir. Seyahatimiz sırasında olay ufkunu geçersek  karadelik tekilliğine çarparız. Işık hızından büyük hıza ulaşamadığımızdan; durağan karadeliklerde kurt deliğinin öteki yüzüne çıkabilmemiz imkansızdır.

Elektrik yüklü ve kendi çevresinde dönen karadelikler için ise Penrase çizimi çok daha farklıdır. Çizimlerdeki temel farklılık bu karadeliklerin çift olay ufkuna sahip olmasından kaynaklanır. En kayda değer Özellikleri ise, iki olay ufkuna sahip olan karadelik-lerle, başka evrenlere geçebilme şansımızın teorik olarak bulunmasıdır. Başka bir deyişle: bu tipteki karadelikler yardımıyla kurt deliğinin diğer ucundan fırlayabiliriz. Tabii ki: Penrose çizimlerinden çıkan bu tuhaf bilimkurgu bilgilerinin daha pek çok eksiklikleri vardır. Bu halde planlanan bir yolculuk denemesi; Nayagara Şelalesi'nclen bir fıçı içinde atlamaya benzer ki: bu da karadelik yolculuğu yanında çocuk oyuncağıdır.

Karadelikler de ölür

S. Hawking: "Samanyolu galaksisinde görünen 200 milyon yıldızdan daha fazla karadelik olmalı ki. galaksimizin niçin bu kadar hızlı döndüğü açıklanabilsin" demektedir. Gözümüzün önüne tüm uzayı getirdiğimizde bu kozmik oburların sayısının daha da kabaracağı açıktır. İnsanın, ister istemez su soruları sorası geliyor: Karadeliklerin bir sonu yok mu? Evrenimizin ölümü karadeliklerden mi olacak?

1971'de Hawking, karadelik oluşumunun yalnızca yıldız ölümüne bağlı olmadığını gösterdi. Herhangi, bir nesneye, bir protonun hacmine sığacak şekilde basınç uygulanırsa, minicik bir karadelik oluşabilir. Hawking. izleyen yıllarda. Oxford'un güneyindeki bir laboratuvarda, "karadelik patlamaları" konusunda bir konferans verdi. Herkesi hayrete düşüren "karadelikler dışarıya radyasyon yayıyorlar" sözü salonda serin rüzgarlar estirdi. Ünlü matematikçi J. Taylor, ayağa kalkarak;" Üzgünüm Hau'king. ama bunlar kesinlikle saçma!" diyerek bağırdı. Bugün "Haw-king Radyasyonu" olarak bilinen bu olgu; gerçekte kara-deliklerin. kuantum mekaniği çerçevesinde incelenmesinden elde edilmiştir.

İlk defa. 1932'cle D. Anderson tarafından bulunan pozitron (pozitif yüklü elektronlardan sonra artık; evrenimizde bulunan her bir parçacığın zıt yüklü bir esinin de varolduğu resmen ispatlanmış oldu. Parçacık hızlandırıcılarıyla, çok büyük enerjiler altında yapılan deneylerden sonra, evrenimizi oluşturan her bir parçacığın bir antiparçacığı olduğu: bunların bir araya gelmeleriyle enerjiye dönüşüp yok oldukları, gözler önüne serildi. Karadelikler gibi enerji bakımından çok yoğun olan ortamlarda da bu parçacık ve antiparçacıkların oluşabildikleri düşünüldü. Bu durumda; parçacıklar ve antiparçacıklar çok kısa anlar için birbirinden ayrılabilir ve bu çiftlerden biri. kendini, olay ufkunun dışında bulabilirdi. Artık bu parçacık, eşelinin karadelikte yok olması nedeniyle, evrenin her tarafına gidebilmekte özgürdür. Bu da bize radyasyon yayımı olarak görünür.

Karadelikten her ayrışan parçacık çifti, aynı zamanda onun enerjisinin bir kısmını da alıp götürür. Bu da "karadelik buharlaşması "dır. Hawking; buharlaşma ile karadeliğin kütlesi arasında bir ilişki olduğunu ortaya çıkardı. Karadelik küçüldükçe, parçacık yayınlama hızı artar, bu da kütlenin azalmasıyla, daha çok parçacığın açığa çıkmasına neden olur. Kütlesi gittikçe azalan karadelik, daha çok parça-cağın çekim alanından kaçmasına izin verir ve en sonunda milyonlarca atom bombasına eşdeğer korkunç bir patlamayla yok olur. Aslında; karadeliğin yuttuğu madde miktarı, radyasyondan büyük olacağından; Hawking en iyimser tahminle. Güneş kadar kütleli bir karadeliğin sonunda yıldan önce olamayacağını söylemektedir. Aynı şekilde, en erken yok olan karadeliklerin ömürleri ise. hesaplarla 10 milyar yıl olarak bulunur. Bu nedenle; kainatın ilk yıllarında oluşmuş olan çok sayıda minik karadeliğin günümüzde, yok olmalarını izleme şansımız vardır.

Zaman ilerledikçe, uzay hakkındaki bilgi dağarcığımız da genişliyor. Gelişmiş teleskop sistemimizle; karadelikler artık bize teorilerde olduğundan daha yakın. Belki ileride tüm gizemlerini çözme başarısını göstereceğiz: hatta belki onlara seyahatler düzenleyebileceğiz. Ama sunu da biliyoruz; şimdilik bu. çok erken...


Karadelikleri anlamak için önce yıldızlardan başlıyayım:


1-)yıldızlar nasıl oluşur, gelişir?
--bi yıldızın oluşumu büyük miktarlarda atomlarının(çoğunlukla hidrojen) kütlesel çekim kuvveti sayesinde kendi üstüne çökmesiyle başlar.gaz kütlesi büzüştikçe, atomlar gitgide daha sık ve daha büyük hızlarla birbirlerine çarparlar ve böyle büyük gaz kütlesi ısınır.sonunca bu çarpışmalar öylesi bi hal alırki atom çarpışarak sıçrayacakları yerde birleşerek helyum atomlarını oluştururlar.bu RxN da salınan ısı yıldıza parlaklığını verir.dışarı verilen ısı kütlenin daha çok büzüşmesini engelleyerek çekirdek hacmini sabitler.fakat bi süre sonra (milyonlarca yıl) yıldızın yakıtı yani hidrojen atomları ve diğer yakıtlar(helyum vb.) tükenmeye başlar ve yıldız daha da büyür ve daha fazla yakıt harcamaya başlar(dengenin korunması için)ve bu şekilde yakıt tüketilir...
2-)The End mi yoksa?
Şimdi yıldızın önünde 3 seçenek vardır ve bu seçenekleri kütle  birini seçer.
a)eğer kütle pauli dışlama ilkesinin öngördüğü dışlama kuvvetinden küçükse yıldız patlar ve tüm atomlar evrene dağılır buna süpernova denir
b)eğer kütlenin çökme isteği pauli dışlama ilkesiyle eşitse yıldız sabit kalır ve bi nötron yıldızı oluşur.bu yıldızın kütle çok büyüktür şööle ki yıldızı oluşturan maddenin bi çay kaşığı kadarı bi kaç milyon tondur
c)evet tahmin edebileceğiniz gibi konuya geldim sonunda.kütle çekim pauli dışlama ilkesinden büyükse yıldızımızın tüm hacmi bir noktaya küçülür bu da kütleyi sonsuzlaştırır.bu tekillik uzay-zamanı deler(başı boş dolaşmaz) ve bu da bi çok sorun ortaya çıkarır.bunların bi tanesi kütlelein foton ile olan etkisinden meydana gelir.herhangi bir kütle uzayda yol alan fotonu etkiler yani kütlesiyle oranlı belli bi açıyla yolundan saptırır.fakat burda kütle sonsuz olduğu için ışık yani fotonlar bu tekillikten kaçamazlar.Bunun sonucunda biz karadelikleri göremeyiz.karadelik kuramını ortaya ilk atan kişi chandrasekhar adında hindistanlı bi astrofizikçidir. kuram ortaya 1930 yıllarda atılmıştı sanırım ama hiç bi deneysel yani gözlemsel veri yoktu elde çünkü göremiyolardı.Daha sonra gelişen teknology ile bazı yıldızların yörüngelerinde olmaması gereken sapmalar bulundu ve bunların karadelikler tarafından olabileceği düşünüldü ama tabii ki yine kanıtlanamadı. ama 1980lerde ışık deilde X-ışını algılayan teleskoplar yapılınca hesaplara göre olması gereken yerlerde gözükmeyen ama çok çok büyük miktarda ısı üreten kaynaklar bulundu ve kuramın doğruluğu kanıtlandı.bi diğer sorun ise quantum fiziğinde yaşandı ve yaşanıyor.Quantum fiziğine göre maddeler fiziksel etkileşimleri parçacıklar yoluyla yaparlar mesela kütle çekimini graviton adı verilen bi parçacık gerçekleştirir.fakat karadelikerden hiç bişey kaçamıyor da kütleçekimini nasıl iletiyor çünkü fotonun kaçamadığı yerden graviton hiç kaçamaz.buna da takyon adında ışıktan daha hızlı ilerleyen bi parçacık uydurarak geçici bi çözüm buldular.size 2 kuram daha verip bitirecem.

                                                       
1)Wormhole (kurtçuk deliği) kuramı: Stephen Hawking tarafından geliştirilmiş olup evrende yolculuğu kolaylaştırmak için ortaya atılmıştır ama sadece kuramsal düşüncede vardır.Kuram uzay-zamanın kıvrık kıvrık bi masa örtüsü gibi olan yapısını kullanarak şunu demiştir "eğer karadelikten bi cisim geçerse ( ki imkansızdır çünkü o tekilliğe ulaşmadan çok önce herşey kütleçekiminden dolayı yokolur) evrendeki kıvrımın diğer tarafında bulunan karadelikten dışarı çıkar. Kuram bu ama ben bu ama şahsen ben bunu beğenmemiştim ve başka bi kuram geliştirmiştim ama tabii ki çok eksiği var. Onu sonra yazarım.
2)Son yıllarda yapılan araştırmalarla her galaksinin göbeğinde bulunan büyük merkezin çekirdeğinde karadelik bulunmakta olduğunu dair bilgiler elde edilmiş veya en azından elde edilen bilgiler böyle yorumlanmış.bu da tüm galaksiler içten içe kendisini yemesi anlamına gelir.Benden şimdilik bu kadar ....
 

          
 

 

Kaynaklar:

1-Görelilik Üzerine Bir Eleştiri-Volkan Çelebi -izedebiyat.com -adresinden alınmıştır.

2- EINSTEIN'IN MUCİZE YILI-ÖZEL GÖRELİLİK- Sadi Turgut- ODTÜ Fizik Bölümü-Bilim ve Teknik Dergisi-Şubat 2005-Sf. 38-45

3-.: KARADELİKLER :. --www.siyasibilim.com- ( 3 Nisan-Pazar-2005)


Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

Sayfalar: 1. 2.  3. 4.  5. 6. 7. 8.  9. 10. 11.  12. 13. <<İNDEX  ANASAYFA