EINSTEIN'IN MUCİZE YILI ÖZEL GÖRELİLİK
[Bilim ve Teknik]Şubat 2005-Sf. 38-45-
Albert Einstein için 1905 çok verimli bir yıldı. Bu yıl yayımladığı çok sayıda bilimsel makalesinin içinde özellikle üç tanesi birçok biliminsanı tarafından devrimsel olarak nitelendiriliyor. Bir yıl içinde üç farklı devrim gerçekleştirmek herkesin harcı değil. Bu anlamda Einstein ancak Newton’la karşılaştırılabilir: Newton, 1665-6 yıllarında birkaç ay içinde ışığın farklı renklerde bileşenleri olduğunu bulmuş, temel matematik yöntemlerini geliştirmiş ve evrensel kütleçekim yasasını bulmuştu. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler dahil birçok uluslar arası fizik derneği, Einstein’ın eşine az rastlanır mucize yılının (Latince annus mirabilis) yüzüncü yılı anısına 2005’in “Dünya Fizik Yılı” olarak kutlanmasına karar verdi. Einstein’ın bu yıl yayımladığı devrimsel nitelikteki makalelerinden biri “Brown hareketi” olarak adlandırılan, küçük mikroskobik cisimlerin hiç bitmeyen hareketini konu alıyor. Bu makalede atomların varlığının bu tip hareketlere neden olduğu kanıtlanarak, hem atom kuramı için sağlam bir kanıt öneriliyor, hem de fiziksel sistemlerde meydana gelen küçük rasgele oynamaların bu sistemlerin incelenmesinde kullanılabileceği gösteriliyordu. İkinci makalesindeyse, ışığın sürekli bir yapısının olmayıp, bölünemez tanecikler halinde olduğunu öne sürerek, beş yıl önce Max Plancak’ın çekinerek öne sürdüğü hipotezi cesurca savunuyor ve kuantum fiziğinin temellerini sağlamlaştırıyordu. Bu makalede analiz edilen bir olay, “fotoelektrik etki” denilen, ışık kullanılarak bir cisimden elektronların koparılması olayı oldukça önemli. Çünkü Einstein’a 1921 yılında Nobel ödülü verildiğinde bunun “kuramsal fiziğe katkılarından, özellikle fotoelektrik olayını açıklamasından dolayı” olduğu belirtiliyor. Ama biz bugün burada üçüncü makalesinde yer alan “görelilik kuramı”yla ilgileneceğiz.
Görelilik Makalesi Albert Einstein’ın 1905 yılında yayımladığı devrimsel nitelikte üç makalesinden sonuncusu, Einstein’ın adıyla özdeşleşmiş olan görelilik kuramına aittir. Bu makaleyi yazmasının asıl amacı, o sıralar büyük bir problem haline gelen ışık hızının sabitliği sorununu çözmektir. Ama sonuçta, yer ve zaman kavramlarımızı baştan aşağı değiştiren ve doğanın işleyişine dair önemli ipuçları veren bir kuram çıkmıştır ortaya. Birkaç yıl sonra Einstein, geliştirdiği bu kuramın çok daha genel bir başka kuramın özel bir hali olduğunu fark eder. Bu nedenle 1905’te geliştirdiği kurama “özel görelilik” adı verilir. Ancak 1916 yılında tamamlayacağı diğer kuram da “genel görelilik” adıyla anılacaktır. Deneylerle desteklenen her iki kuram bugün, evrenbilim ve parçacık fiziği çalışmalarında vazgeçilmez araçlar olarak kullanılıyor. Her ne kadar bu kuramlar biliminsanları için vazgeçilmez bir öneme sahip olsa da, her gün tanık olduğumuz, yakın çevremizde cereyan eden olaylarda etkiler küçük olduğu için bunların günlük hayatımıza uygulanması pek bulunmamakta. Buna karşın söz konusu kuramların getirdiği yeni kavramlar doğayı algılayış biçimimizi tamamen değiştirecek nitelikte. Bu yazıda sadece özel görelilik kuramından ve bunun ortaya çıkardığı yeni kavramlardan bahsedeceğiz.
Işık Hızının Sabitliği Sorunu
İşe önce, Einstein’ın çözmeye çalıştığı sorunu anlatmakla başlayalım. 20. yüzyılın başına kadar yapılan birçok deney, ışığın boşluktaki hızının değerinin sabit olduğunu gösteriyordu. Simgesi c olan bu hız kabaca saniyede 300,000 km kadar. Birçok biliminsanı için bu değerin her yön için aynı olması beklenmedik bir sonuçtu. Bunun nedeni, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın hem kendi çevresinde, hem de Güneş çevresinde dönmesi, dolayısıyla sürekli hareket halinde olması. Bu nedenle ışığın bazı yönlerde farklı hızla yayılması bekleniyordu. Örneğin, eğer saatte 100 km hızla giden bir otomobili, saatte 90 km hızla takip edersek, otomobilin bize göre daha yavaş, saatte 10 km hızla gittiğini görürüz. Ne yazık ki aynı işlem ışık için uygulanamıyordu. Gerçi Dünya’nın hızı (Güneş çevresinde saniyede 30 km kadar) ışığın hızına göre oldukça düşük kalıyor ama; Dünya ne kadar yavaş olursa olsun, aynı yönde ilerleyen ışığın biraz daha yavaş yayıldığını görmemiz gerekirdi. Bu deneylerden en ünlüsü Michelson-Morley deneyi. Bu denli küçük hız değişimlerini ölçebilecek hassaslıkta olmasına karşın, bu deneyde en küçük bir fark bile ölçülememişti. Bir anlamda, bütün deneyler Dünya’nın hareket etmediğini, yerinde durduğunu söylüyordu (Dünya ve Güneş sistemi konusunda edindiğimiz sağlam bilgilerin tam tersini).
Görelilik İlkesi Bu son yorum, yani aslında hareket etmesine karşın Dünya’nın duruyormuş gibi görünmesi, biliminsanlarına pek yabancı değil. Birkaç yüzyıl önce Galileo’nun öne sürdüğü görelilik ilkesi, Dünya’nın hareketinin bizim yaşamımız üzerine neden etkisi olmadığını açıklıyor. Ama ilke bundan çok daha genel. Sabit hızla hareket eden bir araçta bulunduğunuzu ve araç içinde birtakım karmaşık hareket deneyleri yaptığınızı düşünün. Doğal olarak araç içindeki cisimlerin yerlerini ve hızlarını belirlemek için aracı referans alırsınız. Yani araçta sabit bir nokta seçerek cisimlerin buradan uzaklığını bulur, uzaklıkların birim zamanda ne kadar değiştiğine bakarak da hızlarını belirlersiniz. Araç referans alınarak elde edilen bu değerlerin “araca göre” olduğunu söylüyoruz. Görelilik ilkesi, araca göre belirlenen bütün değerlerin evrensel hareket yasalarını sağladığını söylüyor. Bir başka deyişle aracın hızı hiçbir şekilde işin içine girmiyor. Araç hangi hızla gidiyor olursa olsun, yasalar aynı biçimde uygulanabiliyor.
Örnek olarak, Galileo’nun yaptığı söylenen bir deneyi, Piza kulesinden bir taşın serbest bırakılması deneyini düşünelim. Birçok kişi bu deneyi analiz ederken, Dünya’nın hareket ettiğini göz önüne almaz. Dolayısıyla taş, bırakıldığı noktanın tam altına düşecektir.
Eğer deney, Dünya’nın hareketi hesaba katılarak analiz edilirse bu defa karşımıza bambaşka bir görüntü çıkar. Piza kulesi ve yer büyük bir hızla hareket etmektedir. Eğer sadece Dünya’nın Güneş çevresindeki hızını dikkate alırsak bu hız, saniyede 30 km kadar ve ses hızından 100 kat daha büyük, bugünkü standartlarımızın bile çok üstünde. Bununla beraber, kuledeki Galileo ve henüz elinde tuttuğu taş da aynı hızla aynı yönde hareket etmektedir. Galileo elini açıp taşı serbest bıraktığı anda taşın hızı değişmeyeceği için bu, taşın kulenin gittiği yöne doğru saniyede 30 km hızla fırladığı anlamına geliyor. doğal olarak taş, ilk bırakıldığı yerden çok daha uzakta bir yere düşecektir. Buna karşın, aynı süre inde kule de bir miktar hareket etmiştir. Eğer taşın hareketini inceler ve kuleye göre nereye düşeceğini saptarsak, ilginç bir şekilde yukarıdakiyle aynı sonucu buluruz: Kuleye göre bırakıldığı noktanın tam altı. Bu örnekte, aynı olayı iki farklı bakış açısıyla incelesek bile aynı sonucu elde ediyoruz. Birincisinde taşın hareketi yer referans alınarak inceleniyor. İkincisinde de Güneş referans alınarak. Her iki bakış açısında taşın hareketi çok farklı görünüyor. Birinde taş doğrudan aşağıya düşüyor, diğerinde de çok hızlı bir şekilde fırlatılıyor. Seçtiğiniz referans noktasına göre değişen hız, konum gibi büyüklüklere “göreli büyüklük” diyoruz. Bu kadar büyük farka rağmen, her iki bakış açısının taşın nereye düştüğü konusunda aynı sonucu vermesi bize, bu iki farklı bakış açısının eşit şekilde geçerli olduğunu söylüyor. Fiziksel olarak birini diğerine tercih etmemiz için hiçbir neden yok.
Kutuya Çubuk Sığdırma Paradoksu
Lorentz-Fitzgerald büzülmesi olayı ilk bakışta çelişkili gibi duruyor. Bu etki hareket eden bütün cisimlerin boyunun daha kısa olduğunu söylüyordu. Çelişki şurada: Duran cisimler de, hareketli olanlara göre bir harekete sahip. Öyleyse, hareket edenlere göre de duranların kısalmış olması gerekir. Örneğin, iki özdeş roketten birinin hızla fırlatıldığını, diğerininse yerde durağan kaldığını düşünelim. Bu durumda, her iki roketteki astronot diğer roketin daha kısa olduğunu iddia edecek. Öyleyse gerçekte hangisi daha kısa? Böyle bir soru aslında anlamsız. Soruyu anca “şu gözlemciye göre hangisi daha kısa” diye sorarsak doğru bir şekilde cevaplandırabiliriz ve cevap ve gözlemciden gözlemciye değişecektir. Burada gerçekten bir çelişki olup olmadığını anlamak için, olayı bir deney bağlamında düşünmek gerekiyor. Kutuya çubuk sığdırma paradoksu, işte bu konuya açıklık kazandırmak için geliştirilmiş. Boyu bir metre olan bir çubuk ve içinde bir metre boşluk olan bir kutu düşünün. Bu uzunluklar, cisimlerin durağan oldukları haldeki normal uzunlukları. Her iki cisim de duruyorsa, o zaman çubuğu kutuya yerleştirip, kutunun kapağını kapatmak mümkün.
Şimdi, çubuğun kutuya usulca itilmediğini, aksine hızla fırlatıldığını düşünelim. Sorunu daha açık bir şekilde görmek için biraz abartalım ve çubuğun hızının ışık hızına yakın olduğunu varsayalım. Böylece, Loretz-Fitzgerald kısalması etkisi daha belirgin olacaktır. Soru şu: Çubuğu kutuya yerleştirip, kutunun kapağını kapatabilir miyiz? Soruyu “kapağı kapatabilir miyiz” diye sorduğumuz için, deneyi izleyen bütün gözlemcilerin aynı cevabı vermesini bekleriz. Buna karşın ilk bakışta, deney kutuya göre ve çubuğa göre analiz edildiğinde farklı sonuçlar elde ediliyor. Kutuya göre, kutu sabit çubuk hareketli olduğu için, kutunun içinde bir metre boşluk vardır; ama çubuk daha kısadır.
Bu nedenle, çubuğun hepsi kutuya girebilir. Çubuğun en arkası kapak hizasını geçtikten herhangi bir süre sonra kapak rahatlıkla kapatılabilir. Bunun için çubuğun ön ucunun, kutunun arka duvarına çarpması da beklenebilir. Burada kutunun çok sağlam olduğunu, çarpışma nedeniyle zarar görmediğini varsayacağız. Çarpışma çubuğa büyük zarar verebilir; ama biz çarpma sonrası ne olabileceğiyle ilgilenmeyeceğiz. Çubuğa göreyse, çubuk yerinde durmaktadır ve kutu çubuğa doğru hareket etmektedir. Dolayısıyla çubuğun boyu bir metredir ve kutu bundan daha kısadır. O halde, kutunun arka duvarı çubuğa çarpsa bile, hiçbir şekilde çubuğu tamamen kutunun içine almak mümkün değildir. O halde kapak kapatılamaz! ------ Galileo ve Einstein bu ilkeyi daha farklı ve ilginç bir şekilde ifade ediyorlar: “Sabit hızla hareket eden bir araçtaki gözlemci, pencereden dışarıya bakmadan, yalnızca aracın içindeki olayları inceleyerek aracın hızını belirleyemez.” Eğer bu gözlemci, olayları aracın hızını kullanmadan ifade ediyorsa, o halde bu olayların üreteceği bütün olası sonuçlar bu hızdan bağımsız olacaktır. Biz de Dünya’nın bir hızı olduğunu ancak Dünya’dan dışarıya baktığımızda anlayabiliyoruz. Güneş’i gördüğümüz için Dünya’nın Güneş’e göre saniyede 30 km hızla gittiğini söyleyebiliyoruz. Benzer şekilde Samanyolu’na baktığımız zaman da Güneş’in Dünya ve diğer gezegenlerle beraber bu gökadanın merkezi çevresinde kabaca saniyede 250 km hızla yol aldığını söyleyebiliyoruz. Ama bu kadar uzağa bakmaz, sadece Dünya üzerindeki olaylarla ilgilenirsek o zaman bu hızların ne olduğunun veya ne kadar büyük olduğunun hiçbir önemi yok! Bu açıdan bakıldığında, yapılan bütün deneylerde ışığın, ilerlediği yönden bağımsız olarak aynı c hızıyla yayılıyor olması görelilik ilkesiyle oldukça uyumlu. Çünkü bu deneylerde Dünya’dan dışarıya bakma diye bir şey yok; her şey Dünya üzerinde ve Dünya’ya göre ölçülüyor. Fakat ortada hala bir sorun var: Örnek olarak bir aracın yere göre 0,9c hızıyla (yani ışık hızının % 90’ı) hareket ettiğini düşünelim. Bu aracın hareket doğrultusuyla aynı yönde, yine yere göre c hızıyla ilerleyen bir ışık ışını gönderelim. Bu durumda ışığın araca göre 0,1c hızıyla ilerlemesi beklenir. Buna karşın, yapılan bütün deneyler beklentimizin yanlış olduğunu, ışığın hızının yere göre de, araca göre de aynı c değerine sahip olduğunu söylüyor. Bu oldukça garip bir şey: Işığın peşinden ne kadar hızlı giderseniz gidin, o hala sizden aynı hızla uzaklaşıyor.
Einstein’ın Makalesi Bu problemin Einstein’ın uzun süre meşgul ettiğini ve İsviçre Patent Ofisinde çalıştığı sıralarda yakın arkadaşı Michele Besso ile tartıştığını biliyoruz. çözümü 1905 yılı ilkbaharında buldu. Eğer aracın içindeki saatler daha yavaş işliyorsa, o zaman ışığın araca göre hızının hala c değerine eşit olması mümkündü. Fakat, görelilik ilkesini ihlal etmemek için, araçtaki gözlemcinin saatlerinin gerçekten yavaş işlediğini fark etmemesi gerekir. Bu da ancak çalışma ilkesi ne olursa olsun bütün saatlerin aynı oranda yavaşlamasıyla mümkün olabilir. Örneğin, mekanik veya atomik bütün fiziksel saatlerle beraber, bütün kimyasal saatlere göre bir saatte yanıp bitmeli) ve bütün biyolojik saatler aynı oranda yavaşlamalı (hücre bölünmesi için veya gözlemcinin sıkıntıdan patlaması için bir saat gerekiyorsa, araç içinde de bunlar oradaki saatlere göre bir saatte olmalı). Kısacası bütün fiziksel olaylar aynı oranda yavaşlamalı. Ancak bu koşul altında araçtaki gözlemci, saatlerinin yavaşladığını fark edemez ve dolayısıyla aracın hızıyla ilişkilendiremez; yani görelilik ilkesi güvendedir. Doğal olarak, bu tip devrimsel iddiaları ortaya atmadan önce bunları sağlam temellere oturtmaya ihtiyaç var. Einstein, bulduğu sonuçları yayımladığı makalede, bütün iddiaların sadece iki temel varsayımdan hareket edilerek elde edilebileceğini gösteriyor. Bunlar: (1) Görelilik ilkesi sabit hızla hareket eden bütün gözlemciler için geçerlidir ve (2) ışığın hızı bütün gözlemcilere göre c’dir. Tüm kuramın böylesine basit iki iddiaya dayandırılması kuramın artılarından biri. Bu nedenle eğer bu iddialara itirazınız yoksa, o zaman özel görelilik kuramına da olamaz. Einstein, birbirlerine göre sabit hızla hareket eden iki gözlemci düşünüyor. Bu gözlemcilerden birisi, belli bir olayın nereden ve ne zaman olduğunu saptamış olsun. Bu durumda bir matematiksel dönüşümle aynı olayın diğer gözlemciye göre yer ve zamanı bunlar cinsinden elde ediliyor. Bu dönüşümün en önemli özelliği zamanın göreli olması. Örneğin iki olay arasında geçen zamanı her iki gözlemci daha farklı buluyor. Bu, Newton’un öne sürdüğü “mutlak zaman” kavramının yıkılması demek. Yani her yerde aynı işleyen, herkes için aynı bir zamandan söz edemiyoruz. Zamandan bahsederken, bunun hangi gözlemcinin saatine göre olduğunu söylemek zorundayız. Mutlak zaman diye bir şeyin olmaması dışında görelilik kuramı, zamanın olayların gerçekleştiği yerlerde de bağlı olduğunu söylüyor. Örneğin, masanızda duran bir mumu belli bir anda yaktınız (A olayı). Bundan tam bir saniye sonra mumun söndüğünü varsayalım (B olayı). Mumun söndüğü anda masadan 10 metre ötede bir saksı kırılsın (C Olayı). Size göre A ve B olayları arasındaki süre ile A ve C arasında geçen süre aynıdır (1 saniye). Fakat size göre hareket eden bir başka gözlemci A-B süresi ile A-C süresinin farklı olduğunu görecektir. Kısacası zaman, göreli olmasının dışında, ayrılmaz biçimde olayların konumlarına bağlı. Birçok kişinin uzay ve zamandan beraber bahsetmesinin temel nedeni bu. Ne yazık ki bu ayrıca, görelilik dönüşümü formüllerini kullanmayı bilmeyen birinin bu kuramı anlamakta zorluklarla karşılaşacağı anlamına da geliyor.
Paradoksun Çözümü “Kapak kapatılabilir mi” sorusuna bütün gözlemcilerin aynı cevabın vermesi gerektiği için, yukarıdaki analizlerden bir tanesi yanlış. Yani, ya kutuya göre ya da çubuğa göre düşünen gözlemcilerden bir tanesi bu deneyi yanlış yorumluyor. Bu analize baktığımızda yanlış olabilecek herhangi bir şey göremiyoruz. Kapak gerçekten kapatılabilir. Çubuğa göre düşünen gözlemcinin nerede yanlış yaptığını görmek önemli. Kapağı kapatabilme koşulunun, çubuğun arka ucunun kapak hizasını geçmesi olduğuna dikkat ediniz. Çubuğa göre, bu uç kapak hizasını geçmeden çok daha önce, ön uç kutuya çarpıyor. Dolayısıyla, eğer kapak kapanırsa bu, çarpışmadan daha sonra olmalı. Daha önce tren paradoksunda gördüğümüz “eşzamanlılığın göreliliği” ilkesi, burada da önemli. Yani kapağın kapatılması ve çarpışma olaylarından hangisinin daha önce olduğu gözlemciye göre değişiyor. Kapak, kutuya göre çarpışmadan önce kapatılıyor (belik de çarpışmayla aynı anda) ama çubuğa göre çarpışmadan sonra. Çubuğa göre olayları özetlersek: Önce çubuğun ön ucu kutuya çarpıyor. Bu sırada arka uç kutunun dışında. Çarpışma, çubuğun ön ucunun parçalanmasına neden olacak. Bu parçalanmada oluşan kırılma, hızla çubuk boyunca arkaya doğru ilerlemeye başlayacak. Ne kadar hızlı olursa olsun, kırılma ışık hızından daha hızlı ilerleyemez. Kısacası, çarpışmanın çubuk üzerinde meydana getirdiği etkiler, çarpışma anından çok daha sonra arka uca ulaşacak. Bu süreç içinde arka uç, sanki hiçbir şey olmamış gibi olağan sabit hızlı hareketine devam edecek. Böylece belli bir aşamada kapak hizasını geçecek. Dolayısıyla da kapak kapatılabilecek.
Başta belirttiğimiz çelişkinin gerçekte var olmadığını daha iyi anlayabilmek için deneye bir de başka açıdan bakalım. Çubuğun ön ucunun kutuya çarptığı olaya A olayı diyelim. Çubuğa göre çarpmayla aynı anda arka uçta bir flaş patlasın. Buna da B olayı diyelim. Bu flaşın, çarpışmayı saptayıp flaşa akım gönderen bir düzenekle patlatılamayacağını d a belirtelim. Ama, arkadaki bir elektronik düzenek, çarpmanın ne zaman olacağını çok daha önceden belirleyerek, tam o anda flaşı patlatacak şekilde zamanlanabilir. Dolayısıyla, A ve B olayları çubuğa göre aynı anda oluşuyor. Doğal olarak A olayı kutunun içinde, B ise dışında meydana geliyor. Tren paradoksunda gördüğümüz gibi, farklı yerlerde oldukları için bu iki olay kutuya göre farklı zamanlarda meydana gelecek. B olayı, çubuk kutuya tamamen girmeden, dışarıda oluşacak. Bundan çok daha sonra, A olayı meydana gelecek. Dolayısıyla, her iki gözlemci de bu iki olayı nerede oluştuğu konusundan görüş birliği içinde. Bir gözlemciye göre bir cismin boyu, o cismin belli bir anda kapladığı yerle belirlenir. Dikkat ederseniz burada gözlemciye göre “aynı anda” fakat farklı yerlerde olan olaylardan bahsediyoruz. Fakat bir başka gözlemcinin “aynı anda”sı daha farklı olaylara karşılık geliyor. dolayısıyla kutuya göre ve çubuğa göre bir diğerinin daha kısa olması, buradaki gözlemcilerin değişik “aynı an” kavramlarına sahip olmasından kaynaklanıyor ve ortada aslında bir çelişki yok.
Tren Paradoksu veya Eşzamanlılığın Göreliliği Görelilik kuramının söyledikleri, alıştığımız şeylerden o kadar farklı ki, birçok durumda bizde kuramın çelişkisi olduğu izlenimi oluşuyor. Yaşamımız boyunca çevremizde gördüğümüz olayları izleyerek kazandığımız “klasik” dünya görüşü, doğal olarak, bunda büyük rol oynamakta. Fakat, görelilik kuramı, doğru olduğunu düşündüğümüz, ama sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bazı varsayımların yanlış olabileceğini gösteriyor. Doğal olarak, görelilik kuramının ilk öğrenmeye başlayan birinin karşılaştığı en önemli güçlük, bu varsayımlardan hangisinin yanlış olduğunu öğrenmek. Bu ihtiyacı karşılamak için, bir çelişki içeriyor gibi görünen çeşitli düşünce deneyleri kullanılıyor. Adı üstünde, sadece düşüncede tasarlanan, gerçekte hiçbir zaman yapılmayan bu deneylerde, elde edilecek sonuçlar iki farklı yöntemle bulunmaya çalışılır. Ama her iki yöntem, birbiriyle çelişen farklı sonuçlar öngörür. Öğrencinin çelişkiyi görmesi sağlandıktan sonra, bu yöntemlerden birinin yanlış uygulandığı, yapılmaması gereken bir varsayımı kullandığı gösterilir. Bu tip düşünce deneylerine biliminsanları “paradoks” adını veriyor. Bu sözcüğü kullanırken dikkat edilmesi gereken nokta, bir çelişki varmış gibi görünmesine karşın, aslında bir çelişkinin olmaması. Örneğin, birçoğumuz matematiksel işlemlerde “0=1” eşitliğinin elde edildiği paradokslar görmüşsünüzdür. Bu bize, bu eşitliği elde etmekte kullanılan işlemlerden birinde bir hata yapıldığını söyler ve hatanın hangi aşamada yapıldığını daha iyi görmemizi sağlar. Görelilik kuramında da birçok paradoks var. Tren paradoksu bunlardan biri. Bu düşünce deneyinde bir trenin ön ve arka vagonlarının en ucuna iki flaş yerleştirilir. Trenin ortasında, flaşlardan eşit uzaklıkta bir algılayıcı bulunur. Algılayıcının her iki yüzü de ışığa karşı hassastır ve üzerine bir ışık düşüp düşmediğini saptar. Deneyi daha dramatik hale getirmek için, algılayıcının bir devreyle birtakım patlayıcılara bağlandığını düşünelim. Eğer algılayıcının sadece bir yüzüne ışık düşerse, düzenek yardımıyla patlayıcılar ateşleniyor ve tren havaya uçuyor. Ama eğer her iki yüzüne aynı anda ışık düşerse, bu defa herhangi bir şey olmuyor; tren sağ salim yoluna devam ediyor. Zifiri karanlıkta her iki flaşı aynı anda patlatıyoruz. Soru şu: Tren havaya uçar mı, uçmaz mı?
Eğer tren sabit bir hızla hareket ediyorsa, bu soruya trendeki bir gözlemci ile dışarıda, yerde sabit duran bir gözlemci farklı cevaplar verir. Önce trendeki gözlemciye göre düşünelim. Buna göre tren yerinde durmaktadır (asıl hareket eden yer ve üzerindeki her şeydir). Flaş algılayıcıdan eşit uzaklıkta olduğundan, bilinen sabit hızla hareket eden ışık da eşit mesafeleri eşit sürede kat edecektir. Bu nedenle, flaşlardan aynı anda ortaya çıkan her iki ışık, algılayıcıya aynı anda ulaşır. Patlayıcı ateşlenmez. Tren güvendedir. Şimdi de olaya, yerde sabit duran bir gözlemcinin bakış açısıyla bakalım. Tren hareket etmektedir ve bu nedenle boyu bir miktar kısalmıştır. Trenin boyunun ne kadar kısalmış olduğundan bağımsız olarak, algılayıcının her iki flaşa uzaklığı eşittir (trenin ön yarısıyla arka yarısı aynı oranda kısaldığı için). Flaşlar patladığında, her iki ışık aynı c hızıyla öne ve arkaya doğru hareket etmeye başlar. Bu süreç içinde tren de bir miktar öne doğru gittiği için, önden gelen ışık algılayıcıya daha önce ulaşır. Patlayıcı ateşlenir ve tren havaya uçar!
İki sonuç arasında bir çelişki olduğu açık. Her ne kadar “her şey görelidir” desek de, bazı şeylerin olamayacağı açık. Bazı gözlemcilere göre trenin yok olması, ama başkalarına göre sapasağlam yoluna devam etmesi diye bir şey olamaz. Bütün gözlemcilere göre trenin akıbeti aynı olmalı. Ya hepsine göre havaya uçmalı, ya da hepsine göre sağlam kalmalı. O halde, bu gözlemcilerden biri olayı yanlış yorumluyor. Ama hangisi? Birçok kişi bu paradoksla ilk defa karşılaştıklarında görelilik kuramının temel iddialarını sorgulamaya yöneliyor. Örneğin, trendeki gözlemcinin (trenin gerçekten hareket ediyor olmasından dolayı) önden gelen ışığın daha hızlı, arkadan geleninse daha yavaş gittiğini görmesi gerektiği söylenir. Ama bu doğru değil. Görelilik kuramının temel iddialarında herhangi bir sorun yok. Gerçekten de her iki gözlemci ışığın, hangi yöne olursa olsun, aynı hızda yayıldığını görürler (bu kuramın temel varsayımlarından birincisiydi). Buna ek olarak, her ne kadar dünya görüşümüz, yeri sabit alıp treni hareket ediyor gibi düşünmemizi zorlasa da, kuramın ikinci varsayımı da geçerli. Yani trendeki gözlemci, trenin yerinde durduğunu, aksine aslında Dünya’nın hareketli olduğunu söylerken bir hata yapmıyor. Buradan yola çıkarak yapacağı fiziksel yorumların da kesin doğru olması gerekir. Dikkat ederseniz burada, görelilik kuramının dayandığı iki temel varsayımın arasındaki görünür çelişki daha açık bir şekilde göz önüne seriliyor. Peki sorun nerede? Çelişkinin ortaya çıkmasına neden olan, flaşların patlama zamanını belirtmek için kullandığımız “aynı anda” ifadesi. Einstein’ın elde ettiği konu-zaman dönüşümleri incelendiğinde, bir gözlemciye göre aynı anda olan iki olayın, başka bir gözlemciye göre farklı zamanlarda gerçekleşebileceği görülebiliyor. Nasıl ki iki olay arasındaki zaman süresi göreliyse (farklı gözlemciler farklı buluyor), aynı anda olmak da göreli. Buna “eşzamanlılığın göreliliği” diyoruz. Farklı bir örnek: Bir gözlemciye göre “aynı yerde” ama farklı zamanlarda olan iki olay düşünün. Hareket eden bir gözlemcinin bunları değişik yerlerde göreceği şüphesiz. Dolayısıyla “aynı yer” kavramının göreli olduğunu rahatça, sıkıntı çekmeden anlayabiliyoruz. Görelilik kuramındaki bir gözlemciden diğerine yapılan dönüşümlerde yer ve zaman birbirine bağımlı olduğu için, “aynı zaman” kavramının da göreli olması oldukça doğal.
Sözü uzatmadan düşünce deneyinde gelişen olaylara bir bakalım. Flaşların aynı anda patlatıldığını söylerken, bunların hangi gözlemciye göre yanı anda olduğunu belirtmemiz gerekir. Burada bunların trendeki gözlemciye göre aynı anda oluştuğunu düşünüp, analizi ona göre yapacağız. Bu nedenle, trendeki gözlemcinin analizinde bir kusur yok. Tren havaya uçmaz. Yerdeki gözlemciye göreyse ilk önce arkadaki flaş patlar, biraz sonra da öndeki. Her iki ışığın hareket etmekte olan algılayıcıya aynı anda ulaşması için bu olayların zaman sıralamasının bu şekilde olması gerektiğini rahatlıkla görebilirsiniz ama aynı sonuç görelilik kuramındaki yer-zaman dönüşümleri kullanılarak da elde edilebilir. Öndeki flaş patladığı anda, hem arkadan gelen ışık hem de tren bir miktar yol almıştır. Doğal olarak, bu anda arkadan gelen ışık algılayıcıda öndekinden daha yakın. Bir süre daha geçtikten sonra, trenin hareketi de göz önüne alındığında her iki ışığın algılayıcıya aynı anda çarptığı görülür. Patlayıcı ateşlenmez. Tren güvende! Dikkat edilirse, arkadan gelen ışık daha uzun bir yol kat etmesine karşın daha önce belirdiği için, her ikisinin de aynı anda algılayıcıya ulaşması gerçekleşir. Burada, ışıkların algılayıcıya “aynı anda” vardığını söylerken görelilikle ilgili bir sorun doğmaz, çünkü bu iki olay “aynı yerde” meydana gelir. Bir gözlemciye göre hem aynı yerde, hem de aynı zamanda meydana gelen olaylar bütün gözlemcilere göre de böyledir. Eşzamanlılığın göreliliği yalnızca, farklı yerlerde oluşan olaylar için söz konusu. Bir gözlemciye göre farklı yerlerde meydana gelen eşzamanlı iki olay için, diğer gözlemciler hangisinin daha önce olduğu konusunda da görüş birliği içinde olmayabilirler. Örneğin, trenle aynı yönde, ama ondan daha hızlı hareket eden bir jet uçağındaki gözlemci, öndeki flaşın daha önce patladığını belirleyecektir. Yani olayların oluş sırası da göreli. İlk bakışta çelişkili görünse de, böyle iki olay neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olamayacağı için nedensellik ilkesi açısından bir sorun doğmaz.
Görelilik Kuramının Garip Sonuçları Şimdi kısaca görelilik kuramının bize oldukça garip gelen birkaç öngörüsünden bahsedelim. Bunlardan birincisi yukarıda da bahsettiğimiz “zamanın genleşmesi”. Bize göre sabit hızla ilerleyen bir aracın içindeki bütün saatler bizimkilerden daha yavaş hareket işler. Bu ancak aracın hızı ışık hızına çok yakınsa belirgin hale gelen bir etki. Örneğin, ses hızının iki kat üstünde uçan bir uçağındaki saatler, uçak böylece bir yıl uçtuktan sonra bile ancak saniyenin on bininde bir kadar geri kalıyor. Fakat eğer bu uçak 0,9c hızına erişebilseydi, o zaman uçaktaki saatler yaklaşık iki kat daha yavaş çalışacaktı. Zaman genleşmesinin parçacık fiziğinde önemli bir uygulama alanı var. Nötron veya muon gibi karasız parçacıklar bir süresonra kendiliğinden bozunarak başka parçacıklara dönüşürler. Bir bakıma parçacığın içinde bulunan bir doğal “saat”, parçacığın ortalama ne kadar süre içinde bölünmesi gerektiğini belirler. Eğer parçacık bir şekilde hızlandırılır ve hızı ışık hızına çok yaklaştırılırsa bu “iç saatin” bizim saatimize göre daha yavaş çalışmasından dolayı parçacıkların çok daha geç bozundukları görülür. Zaman genleşmesine benzeyen bir başka etki de, hareket eden cisimlerin hareket doğrultusundaki boylarının kısalması. Böyle bir etkinin varlığı, aslında Einstein’dan birkaç yıl önce, Hollandalı fizikçi Hendrik Lorentz ve ondan bağımsız çalışan İrlandalı fizikçi George Fitzgerald tarafından ortaya atılmıştı. Bu nedenle bu etkiye “Lorentz-Fitzgerald büzülmesi” adı veriliyor. Hareket eden bir aracın boyunun kısalması da tıpkı zaman genleşmesi gibi görüle bir etki. Hareketli araçtaki gözlemciler böyle bir kısalmayı fark edemiyorlar çünkü o yöndeki her şey, metre çubukları dahil, kısalmış durumda.
Lorentz-Fitzgerald büzülmesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bu etkinin görüntüde değil gerçekten olması. Dolayısıyla bir göz yanılmasından bahsetmiyoruz burada. Işık sonlu bir hızla yayıldığı için, hareket eden bir cisme baktığımızda veya fotoğrafını çektiğimizde, cismin boyunu gerçekte olduğundan çok farklı görürüz. Göz yanılgıları, cismin bize yaklaşıyor veya bizden uzaklaşıyor olmasına bağlı olarak değişir. Örneğin, bizden uzaklaşarak bir cismin fotoğrafı çekildiğinde büzülmüş boyundan bile dahakısa olduğu görülür. Buna karşın bize yaklaşan bir cismin fotoğrafı çekildiğindeyse, normal boyundan bile daha uzun olduğu görülür. Gözlemcinin bu tip göz yanılmalarının farkında olduğunu, ışığın kendisine ulaşma süresini hesaba katıp cisimlerin gerçek boyunu hesaplayabidiğini düşünüyoruz. İşte cismin bu gerçek boyu, durağan halinde sahip olduğu normal boyundan daha kısadır. E=mc2 Einstein en ünlü denklemini o yılın eylül ayında yayımladığı bir başka makalede ortaya atıyor. Burada, bir cismin ışık hızından yayınlayarak enerji kaybettiği bir düşünce deneyi üzerinde yoğunlaşıyor. Daha sonra da, görelilik kuramının tutarlı olması için cismin kütlesinin bir miktar azalması gerektiğini gösteriyor. Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği ilkesi bu şekilde doğuyor. Etki, görelilik kuramının öngördüğü diğer etkiler gibi gündelik hayatımızda karşılaştığımız şeylere göre oldukça küçük. Örneğin, bir ton suyu sıfır dereceden kaynama noktasına kadar ısıttığımızı düşünelim. Isıtma sırasında suya büyük miktarda enerji aktarırız. Dolayısıyla verdiğimiz enerjinin kütle karşılığı suyun kütlesine eklenir. Böyle bir durumda suyun kütlesinin bir tondan gramın milyonda 4’ü kadar daha fazla olduğunu bulursunuz. Bu kadar küçük bir farkı doğal olarak hissetmemiz olanaksızdır. Denklemin en önemli uygulama alanı şüphesiz, çekirdek ve parçacık fiziği. Çekirdek dönüşümlerinde ortaya yüksek enerjili fotonlar çıkarak çekirdekten ayrılır. Bu da geride kalan çekirdeğin kütlesinin ayrılan enerjinin eşdeğeri kadar küçülmesi demek. Aradaki kütle farkı, toplam kütleye oranla pek küçük olmadığı için, bu tip dönüşümlerde ortaya çıkan enerji olağanüstü derecede büyüktür.
Işık Hızının Aşılamazlığı Görelilik kuramının en önemli sonuçlarından birisi de ışığın boşluktaki hızının hiçbir şekilde aşılamayacağını söylemesi. Bu nedenle, en yakın yıldızları bir gün ziyaret etme planlarımız büyük engellerle karşılaşıyor. Çünkü bu yıldızlardan bize en yakını 4 ışık yılı uzaklıkta, yani ışığın 4 yılda alabileceği mesafe kadar. Dolayısıyla bunlara ulaşmak için bugün yola çıksak, 4 yıldan önce amacımıza ulaşamayacağımız kesin. En az bir 4 yıl daha dönüş yolculuğunu eklerseniz, kaşiflerin neler bulduğunu öğrenmemiz için en az 8 yıl geçmesi gerekir. Bu en iyimser tahmin, çünkü bir uzay gemisini ışık hızına yakın hızlara ulaştırmak bile çok zor, bugünkü teknolojinin ötesinde bir şey. İnsanoğlu kendisinin sınırlanmasından pek hoşlanmadığı için, birçok kişi aslında böyle bir sınırın olmadığını, dolayısıyla bir gün alışabileceğini düşünüyor. Üstelik, bugüne kadar bir şeylerin ışıktan daha hızlı gittiği birçok fiziksel olay öne sürülmüş ve bunların çoğu deneysel olarak da saptanmış. Ama hepsinde de, detaylı bir analiz sonunda görelilik kuramına aykırı herhangi bir şey bulunamamış. Burada amacımız bu deneyleri inceleyerek, hangi anlamda kurama aykırı olmadığını anlatmak değil. Amacımız sadece, kuramın bu ünlü sonucunu nasıl elde edildiğini açıklamak. Mantık yürütmelerden bir tanesi şöyle: Duran bir cismi iterek hızlandırmak ve böylece ışık hızını geçmek istediğimizi düşünelim. Cismi iterken ona bir miktar enerji aktarırız. Sadece hareketinden dolayı cismin sahip olduğu bu enerjiye biz “kinetik enerji” diyoruz. Einstein’ın ünlü enerjinin kütleye özdeşliği bağlantısı (E=mc2) uyarınca bu kinetik enerji aynı zamanda kütle işlevi görecektir. Yani cismi iterek, toplam kütlesinin artmasına neden oluyoruz. Bu gerçek bir etki. Eğer tartabilseydik, cismin daha ağır olduğunu görebilirdik. Fakat, kütle artması etkisini cismi iten kişi hisseder. Daha kütleli olduğu için, cisim artık daha zor hızlanacaktır. Böylece hızını aynı miktar artırmak için cisme daha fazla enerji aktarmamız gerekir. Bu da kütlesinin daha da fazla artmasına neden olacaktır. Bu şekilde devam ettiğimizde, cisim ışık hızına yakın hızlara yaklaştığında kütlesi inanılmaz boyutlara ulaşır. Özellikle cisim, tam olarak ışık hızına erişirse sonsuz kütlesi yani sonsuz enerjisi olması gerekir. Görebildiğimiz evrende bile ancak sonlu miktarda enerji olduğu için, cisme bu enerjiyi verebilmek dolayısıyla ışık hızına erişmek imkansızdır. Dolayısıyla bütün cisimler ışıktan yavaş hareket etmeli. Cisimlerin ışık hızında veya daha hızlı gitme olasılıkları yok. Bu mantık yürütme Einstein’ın 1905 makalesinde de yer alıyor. Ama ne yazık ki bu, olası bütün senaryoları saf dışı bırakmıyor. Örneğin yukarıda cismin aşamalı olarak hızlandırıldığını varsaydık. Böylece ışık hızının üstüne çıkabilmek için öncelikle ışık hızına erişmek gerekiyor. Ama belki ileride geliştirilecek bir yöntemle bir cisme, ara hızlar vermende, doğrudan ışık üstü hızlar vermek mümkün olabilir. Veya, değişik fizik kuramlarında sıklıkla karşılaşılan (ama henüz deneysel olarak gözlemlenmemiş) takyonlar gibi, bazı parçacıklar sadece ışık hızı üstü hızlarla yol alıyor olabilirler. Bu tip diğer olası senaryoları da saf dışı bırakmak için Einstein başka bir mantık yürütme kullanıyor: Nedensellik İlkesi.
Nedensellik İlkesi
Biri diğerinin olmasına yol açan iki olay düşünelim. Bunlardan “neden” olarak adlandırdığımız bir tanesinin oluşması, kaçınılmaz olarak “sonuç” olarak adlandırdığımız diğerinin de gelişmesine yol açıyor. Eğer neden gelişmezse, sonuç da gerçekleşmiyor. Bu tip olayların birbirine “neden-sonuç ilişkisiyle bağlı” olduğunu söylüyoruz. Nedensellik ilkesinin söylediği oldukça basit: Zaman açısından neden, sonuçtan önce meydana gelir. (Bu ilkenin, felsefede kullanılan nedensellik ilkesinden daha farklı bir anlamı olduğunu belirtelim. Aynı ad, farklı ilkeler.) Nedensellik ilkesi, aslında kültürümüzün bir parçası. Suç ve ceza, çalışma ve başarı, etki ve tepki gibi, insanın çevresiyle etkileşmesinde önemli yeri olan kavramlarda bu kuralı tartışmasız kabul ediyoruz. Birisinin daha sonar işleyeceği bir suç yüzünden hapse atıldığını duymayız. Veya daha sonra başaracağı bir şey için ödüllendirildiğini. Gol olduğundan sonra şut çeken futbolcu da görülmemiştir, dersi geçtikten sonra çalışan öğrenci de!.. Nedensellik ilkesi, geçmiş ve geleceğe bakışımızdaki farklılıkla yakından ilgili. Geçmişi iyi biliriz ama geleceği asla. Gelecek için planlar yaparız fakat geçmişi değiştiremeyiz. Bu nedenle bugün yapacağımız bir şeyin, sadece gelecekte bir şeyleri değiştireceği, geçmişi kesinlikle değiştiremeyeceği düşüncesi hepimizde doğal olarak var. Nedensellik ilkesine aykırı bir neden-sonuç ilişkisi çok sayıda çelişkili duruma yol açabiliyor. Örneğin, bugün gerçekleştirilen bir N olayının, bir önceki gün bir S olayının oluşmasına neden olduğunu düşünelim. Eğer ben dün S olayının gerçekleştiğini biliyorsam, bugün N’nin gerçekleşmesini engellemeyi seçebilirim. O halde S de gerçekleşmez. Ama S Gerçekleşmişti. Bazı biliminsanları (ve birçok bilim kurgu yazarı) nedensellik ilkesinin doğru olmayabileceğini, bu tip çelişkilerin de bir şekilde engellendiği doğal mekanizmalar olduğunu düşünse de tahmin edebileceğiniz gibi henüz ortada somut bir şey yok (birkaç ilginç film dışında). Nedensellik ilkesi gördüğünüz gibi oldukça basit. Ama zamanın gözlemciden gözlemciye değiştiğini söyleyen görelilik kuramıyla beraber kullanıldığında büyük bir önem kazanıyor. Nedensellik ilkesi, değil ışıktan hızlı yolculuk etmek, bundan daha zayıf bir eylemin, “ışıktan hızlı mesaj göndermenin” bile imkansız olduğunu söylüyor. Bir arkadaşınıza bir mesaj gönderdiğinizi varsayalım. Bu durumda “mesajı gönderme” olayını neden ve “mesajı alma” eylemini de sonuç olarak düşünebiliriz (eğer göndermezsek, mesaj da alınamaz). Veya, isterseniz mesajınızda arkadaşınızdan ne yapmasını istediğinizi belirtebilirsiniz. Bu durumda arkadaşınızın yaptığı eylem sonuç olacaktır. Görelilik kuramındaki yer-zaman dönüşümleri bize şunu söylüyor: Eğer mesajınızı gerçekten ışıktan hızlı gönderiyorsanız, o zaman size göre hareket eden bazı gözlemciler sonucun nedenden önce oluştuğunu görürler. Yani bunlara göre önce arkadaşınız mesajı almış, sonra da siz aynı mesajı göndermişsiniz. Böyle bir şey nedensellik ilkesine aykırı, çünkü bütün gözlemcilere göre neden sonuçtan önce oluşmalı. Ama gerçek bir çelişki yaratmak için biraz daha uğraşmak gerekiyor. Eğer arkadaşınız, yukarıda bahsedilen hareket eden araçtaysa bu defa ilginç bir şey olur. Size göre arkadaşınız mesajı daha sonra almıştır ama arkadaşınıza göre mesaj eline siz daha göndermeden ulaşmıştır. Bu durumda arkadaşınız aynı ışıktan hızlı posta servisini kullanarak size mesajı size geri gönderebilir. Eğer biraz daha hızlı bir servis kullanıyorsa, bu defa mesaj elinize siz onu göndermeden ulaşacaktır! Kısacası bu geçmişe mesaj göndermek demek, yani nedensellik ilkesinin ihlali. Dolayısıyla, eğer nedensellik ilkesi geçerliyse, ışıktan hızlı mesaj göndermek olanaksız. Bu aynı zamanda ışıktan hızlı uzay gemileri yapmamızı da engelliyor (gemiye bir postacı binebilir). Buradan çıkaracağımız bir başka sonuç da birbirinden yeterince uzak iki farklı yerde kısa bir zaman aralığıyla oluşan iki olayın arasında neden-sonuç ilişkisinin olmaması. Örneğin, belli bir anda Güneş’te bir patlama olduğunu düşünelim. Normalde bu patlamadan kaynaklanan ışık bize 8,3 dakika sonra ulaşır. Dolayısıyla ancak bu süre sonunda patlamanın gerçekleştiğini anlayabiliriz. Patlama olduktan bir dakika sonra birden başımızın ağrımaya başladığını varsayalım. Baş ağrımızın nedeni Güneş’teki patlama olabilir mi? Cevap hayır. Güneş ve Dünya’ya göre oldukça yüksek hızlarda ve uygun bir yönde seyahat eden bir gözlemci, başımızın patlamadan önce ağrımaya başladığını söyleyecektir. Bütün olası gözlemcilerin göz önüne alınması, bu tipten olayların neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olamayacağını söylüyor bize. Eğer Güneş patlaması baş ağrısına yol açıyorsa bu, patlamadan 8,3 dakikadan sonraki bir zamanda olacaktır. Dolayısıyla komşu yıldızlarla telepati kurmak bile yasak. Kursak bile telepatik cevabı en erken 8 yıl sonra alabiliriz.
Tarih: 19.03.2003 Gönderen: insanoglu /-Solduyu Forum yazıları-
Einstein kuramını, görelilik ilkesiyle ışığın hızı
hakkında yapılan bazı deney sonuçlarını bağdaştırmak için geliştirdi.
Görelilik ilkesi sabit hızla düzgün hareket eden bir referans sisteminde
geçerli fiziksel yasaların, duran bir sistemdeki yasalarla aynı olduğunu
ifade eden çok eski ilke. Buna karşın, ışığın boşluktaki hızının, hareket
etsin ya da etmesin, bütün referans sistemlerinde aynı değere sahip olduğunu
gösteren deneyler bu ilkeye ters düşer gibi görünüyordu. Einstein, bu iki
olaydan yola çıkarak, uzay ve zamanın bu tip garip özellikleri olması
gerektiği sonucunu çıkardı.
Dr.Seçkiner Görgün ile Işınlama teknolojisine dair sohbet: HABERTURK’ ten alınmıştır. Yayın tarihi 2004 temmuzu.. Çetin BAL: Bu web sayfası dolayısıyla HABERTURK televiyonuna bilime ve bilim adamına göstermiş oldukları ilgi ve alakadan ötürü teşekürlerimi iletiyorum.Gerçekten de bu konularda pek az TV kanalı bilime sahip çıkmaktadır.Yaklaşık bir saate yakın bu sohbet proramındaki ışınlama konusuna dair bilimadamı sayın Seçkiner'in ifadelerini direkt olarak orijinal söylevleri bozmadan siz okuyucularımın ilgisine sunuyorum.Doğrusu ben kendi adıma Seçkiner'in ışınlama kavramına dair yaklaşımlarını mantıklı buluyor ve ifade ettiklerini birebir test etmiş olduğunu düşünüyorum.Fakat bu radyo dalga alanları içinde maddelerin görünmezlik kazanması ve bu maddenin ışık hızına ulaştırılarak gideceği hedefe gönderilme düşüncesinde mantıksal boşluklar görüyorum. Bu ışınlama yönteminde nihayetinde belli bir frekans ve amplitüd modundaki elektrostatik ve elektriksel alanlarla birbirine bağlanmış maddenin moleküler örgüsünün yine benzer moddaki karşı güç dalgalarıyla ve radyo elektriksel alanlarla etkilenerek çözündürülüp genişletilerek yani bu moleküler örgüyü ve formu yeniden düzenleyerek maddeyi kontrol etme düşüncesi söz konusudur. Seçkiner'in bahsettiği bu görünmezlik ve maddeyi etkileme işlemi operadaki bir sopranonun tiz sesiyle, o ses dalgalarıyla uzaktaki bir içki kadehini kırıp çatlatmasına benzeyen bir rezonans etkisi ile olmaktadır.Ve aynı şekilde uygun adımlarla yürüyen bir askeri birliğin çıkardığı uyumlu ve tok vuruşlar uzaktaki bir köprünün kendisiyle rezonansa girmekte ve bu ayak seseleri köprüyü titreştirerek yıkılmaya ve ayrışmaya zorlamaktadır.Yine buna benzer biçimde ''maddenin moleküler görünmezlik hadisesi'' de maddenin moleküllerini bir arada tutan elektromanyetik alan frekanslarını bir çeşit radyo dalgası formundaki rezonans dalgaları ile etkileme işleminden başka bir şey değildir.Böyle bir sistemi dünyanın her yerinden her bilim adamı prensibi iyi anladığı taktirde yapabilir. Seçkiner Görgün'ün sunduğu ışınlama yöntemi ile elde edilen görünmezlik hadisesi maddenin doğrudan uzay/zaman çerçevesine müdahale edilerek zaman sürekliliğini saptırarak maddeyi farklı bir zaman boyutu içine kaydırmak değildir.Bu ışınlama yöntemi doğrudan maddenin moleküler kompozisyonu üstünde elektromanyetik olarak etkide bulunmaktan başka bir şey değildir. Ama Seçkiner'in ışınlama yöntemini geliştirecek olursak uzaydaki uydular vasıtasıyla istenilen formdaki odaklanmış dalgalar yardımıyla gemilerimizi, uçaklarımızı hatta binalarımızı bile hatta düşman uçaklarını bile istenilen süreliğine demateryalize edebilir ve yine isteğe göre kendi gemilerimizi, uçaklarımızı materyalize ederken düşmanın tüm silahlarını moleküler olarak bir daha da geri dönmemecesine ayrıştırıp yok edebiliriz.Hatta karşı tarafın uçakları bile kalkmadan bir gece vakti tüm kıtayı uzaydaki devasa uydulardan yansıyan dalgalar ile demeteryalize edip ortadan kaldırmak yok etmek mümkündür.Fakat böyle negatif eğilimlerle dolu insanlık camiasına böyle teknolojilerin alanen sunulması atom bombasından bile daha büyük yıkımlara neden olabilir.Bu açıdan bence sayın Seçkiner'in ışınlama konusundaki çalışmalarını tekrardan gözden geçirmesi gerekir diye düşünüyorum.Gerçi benim elime imkanlar geçse bir zaman makinesi yapmak için elimden geleni yapardım.Bilim adına tamam ama insanlık adına sanırım henüz erken böyle şeyler. Sayın Seçkiner'in ışınlama sistemi bence mantıklı ve olağan ve kabül etmek gerekir ki zekice düşünülmüş bir yöntemdir. Benim kendi kuramımda ise maddenin fiziki boyutu ve uzay/zaman sürekliliği üstünde bir sapma etkisi ile oluşturulmuş yerçekimsel bir dalgalanma ile iç uzay tüneli boyunca maddenin ''yapısal kimyası ve moleküler örgüsü'' bir değişime uğratılmadan nakli sözkonusu! Ben aynı enerji ile maddeyi görünmez yapıp zaman çerçevesini değiştirerek bir zaman kaymasıyla cisme uzayda yer değiştirtmeyi düşünürken sayın Seçkiner' in metodunda ise maddeyi moleküler düzeyde genişleterek bir çeşit gaz fazını andıran ama birbirinden kopmayan dağılıp bozulmayan belli bir alanda tutulu vaziyette korunan bir '' moleküler bulut fazı'' oluşturarak maddeyi farklı bir hale sokmakta ve bu hafiflemiş ve fiziksel özelliğini belli bir oranda kaybetmiş bu maddeyi yine başka cihazların yardımıyla ışık hızına doğru hızlandırarak diğer bir noktaya hareket ettirmeyi yani intikal ettirmeyi düşünmektedir. Fakat çelişki şu ki sayın Seçkiner maddeyi alansal enerjilerin etkisi ile belli bir enerji pompalama sekansı içinde bir çeşit dağılıp bozulmayan moleküler bir gaz fazına yükseltmektedir.Yani madde sonuçta yerinde frekanslar içinde görünmez olsada nihayetinde moleküler kompozisyon halindedir ve hala bizim fiziksel boyutumuz içindedir.Şimdi bu durumda ''bu görünmez olan maddenin'' bir enerji bulutuna çevrildiğinden söz edemeyiz.Bir bilim adamı olarak sayın Seçkiner'in hem --burda yapılan işlem maddenin moleküllerini genişletmek-- demesi hemde maddenin stabil bir enerji bulutu haline dönüşmesinden bahsetmesi bu bahsi geçen çalışmanın doğrudan kendisinin değil ama başka gruplarca Seçkiner'in önüne getirilmiş bir çalışma olduğu konusunda bir izlenim vermektedir..Zira enerji bulutu ve moleküler bir faz hali bambaşka şeylerdir..Ama sayın Seçkiner'in bu farkı ayırt etmemesi diğer ifadelerinde de çelişik anlamlar doğurmaktadır.Bence kesin olan bir şey varki söylenen ve iddia edilen laboratuvar deneyimleri doğru! ama bunların nasıl anlaşıldığı yada nasıl yorumlanması gerektiği tartışılabilir olarak ortada durmaktadır. Dr.Seçkiner Görgün:
Çeşitli uyduların bir çok frekanslarının, cep telefonlarının ve benzeri bir çok verici sistemlerin sürekli dalgalar yayması, salması sözkonusu..Bu sürekli yayınlar insan sağlığına zararlı mı? Ben müsadenizle bir şey belirtmek istiyorum, bu dalgalar canlı organizmaya neden etkili oluyorlar?Şimdi 1989 tarihli Milano üniversitesinde nükleer fizik bölümünden yapılan bir neşriyat var.Bu neşriyatın özü şu; hücrelerin (genel anlamda konuşuyorum) mitoz esnasında 7 Mhz frekansında radyo yayını yaptığı tespit edilmiştir.Orda grafikler vardır.Neşriyatta grafikler vardır.Neşriyat 6 sayfadır.Orda aletin resmi çekilmiştir filan...Şimdi canlı hücre radyo vericisi gibi yayın yapıyor.Kendi içindeki organellerle radyo dalgaları ile irtibata geçiyor.Şimdi biz buna dışardan çok güçlü aynı formda dalgalarla etkide bulunursak.. işte bunlar ne bileyim ben .. değişik vericilerdir.Burdaki irtibatı… kendi arasındaki irtibatın kopmasına sebeb oluyoruz istemeyerek.Ve bu belli bir süreklilik kazandıktan sonra…çünkü vucudun belli bir toleransı vardır…belli bir süreklilik kazandıktan sonra artık vucutta anormallikler başlıyor.Ve değişik patolojiler-hastalıklar ortaya çıkmaya başlıyor.Dolayısıyla verici sistemlerle ilgilenen kişilerin dikkatli olması lazım.Avrupa birliği güvenlik standartlarında bunların yeri vardır. Ve bu antenlerin hangi frekansta hangi hastalıkları yarattığı bu standartlar içinde yazılıdır.
Hücre ışınlaması 1975 te bir laboratuarda gerçekleştirildi.
Normal şartlarda kimyasal maddeler aktiflik sırasına göre birbirleriyle reaksiyona girer veya giremezler.Şimdi biz reaksiyon parametrelerini değiştirdiğimiz zaman kimyasal yada fiziksel prensiblerin üzerine çıkarız.Yani onlar artık geçerliliklerini kaybederler.Çünkü artık parametreler değişmiştir. Bizim burada yaptığımız iş budur.Yapılan tatbikatlarda şunu görüyoruz…(bu da diğer bir çalışmadır); birbirleriyle reaksiyona girmeyen maddeler normal şartlarda, biz o parametreleri değiştirdiğimiz zaman reaksiyona girmeye başlıyorlar.Ve bunun terside var.Reaksiyona girebilen maddeleri bir araya koyduğumuz zaman, biz o ortamı belli bir fiziksel etkiyle etkilemeye başladığımız an reaksiyon duruyor.
Bu cümleden olmak üzere, biliyorsunuz şehirlerde telefon antenleri gibi antenleri düşünün, bunları şehrin etrafına koyabilme imkanımız var. Ve bu şekilde şehrin üzerinde yarı küresel bir elektromanyetik alan oluşturabiliriz.Buna beklide elektromanyetik kalkanda denilebilir ama elektromanyetik alan diyelim şimdilerde…Şimdi karşı taraftan isterse klasik başlıklı olsun, isterse nükleer başlıklı olsun hangi cins olursa olsun bir roket atıldığında... yalnız o roket gelirken bunun hangi cins roket olduğunu bilmemiz gerekiyor.O şartla ! Bu elektromanyetik kubbeye o roket/füze girdiğinde roketin içindeki kimyasal patlayıcı maddelerin kimyasal reaksiyonları o antenlerden gelen yayından dolayı durur.Yani o alanın içinde kimyasal reaksiyon parmetreleri değişir.Yani patlayıcı reaksiyonun bir daha oluşmasına imkan olmaz.Kimyasalın patlayıcı reaksiyonunu durdurur.Ve ordaki roket gökten taş düşer gibi yere düşer ve bir patlama olmaz.Bunun biz roket üzerinde tatbikatını yapmadık ama laboratuvar şartlarında reaksiyona girmesi ve durdurulması konularında tatbikatını yaptık mükemmelen çalışıyor.Amerikalılar ve İtalyanlar 7 şubattaki anlaşmayla bunu aldılar.
Sayın Seçkiner Işınlama konusunda ne diyebilirsiniz? Özellikle bunu çok merak ediyoruz?
Şimdi efendim izah edeyim.Işınlama olayı şöyle; bu tatbikatı biz 1975 senesinde yaptık.Bunu özellikle belirtiyorum, bu iki kademeli bir tatbikattır.Bunun birinci kademesi vardır, ikinci kademesi vardır! Birinci kademesi tek hücrelilerde yapılan tatbikatlardır.Hücre kültürü ve bakteri gibi… İkinci kademesi ise şu bardak gibi yada kurbağa gibi, insan gibi büyük sistemler üzerinde yapılan tatbikatlardır. Biz sadece birinci kademesini yaptık ve bunda başarılı olduk.Hücrede yapılan etki şöyle oluyor.Biz canlı maddenin üzerine belirli frekans ve modülasyonda radyo dalgası gönderdiğimiz zaman bu, hücrenin molekülleri arasında bir genişlemeye sebep oluyor.Bu genişleme belli bir limite ulaştığı zaman…, << biz bu bardağı görebiliyor isek eğer, nasıl görebiliyoruz? >> Işık fotonları bu maddeye çarpıyor arasından geçemediği için geriye geliyor ve dolayısıyla biz bu cismi görebiliyoruz.Ama orda nasıl oluyor? Bunun (bardağın) maddesi büyümeye başlıyor, genişlemeye başlıyor, hacim genişlemeye başlıyor.Hacim genişlemeye başlayınca öyle bir an geliyorki artık fotonlar bu bardağın molekülleri arasından geçmeye başlıyor.Bazısı geçiyor bazısı geçmiyor geri dönüyor.Bu taktirde biz bu bardağı yarı flu olarak görüyoruz (şeffaf). Tamamen fotonlar bardağın moleküler örgüsü içinden geçebilir duruma gelince artık maddeyi göremiyoruz (Tamamen fotonlar bardağın molekülleri arasından geçebilir duruma geldiği zaman ise bardak kayboluyor).Aslında bardak hala orda ama biz göremiyor ve dokunamıyoruz.Elimizi bardağın kaybolduğu boşluğa attığımız zaman elimiz içinden geçiyor, tutamıyoruz, dokunamıyoruz.
Ama madde hala ordadır! Bu kaybolmanın reaksiyonlarını göremeyiz.Ben bu olayı size yavaşlatılmış bir film şeridi gibi kademe kademe anlattım.Radyo dalgasının cisme verilmesiyle cismin ortadan kaybolması olayı saniyeden bile çok küçük bir zaman dilimde gerçekleşmektedir.Bu işlem bir anda olmaktadır.Madde önce görünmez yapılmakta daha sonra ‘‘gideceği yere doğru hızlandırılmakta.’’ Ki bunun hedefe gidişi ışık hızıdır.300.000 Km/Sn dir.Ve koordinatları verilen hedefte tekrardan maddeleşiyor.Şimdi bu tatbikatı biz yaptığımız zaman önce hücre kültürü kullandık -bakteri kullandık.Bunlar kapalı şeylerdedirler.Hedef olarakta böyle üst üste birbirine geçen cam yapılar vardır.Cam kaplar diyelim.Bunların içi siterildir.Ama bunların içinde gönderilen bakterinin yaşaması için --eğer tabi bakteri oraya gidebilirse-- uygun koşullar vardır.Yani buraya hücre düştüğü zaman yaşayacak ortam mevcut.Bunlar hedeflere yerleştiriliyor, koordinatları belli.
Burada biz canlı maddeyi demateryalize ediyoruz.Ve dolayısıyla şehrin duvarından dışarıya çıkabilecek duruma geliyor.Ondan sonrada 300.000 Km/Sn’ lik hız kazanarak hedefi buluyor.Şimdi buradaki bu tatbikat laboratuar şartlarında 1,5 -2 metrelik mesafelerde yapılmıştır.Ve bu tabi çok zordur.Eğer deselerdi ki efendim İstanbul’dan biz bunu demateryalize edelim hedefi Tokyo’ya koyalım…çok daha kolay olurdu! Çünkü aradaki mesafe uzadıkça iş daha da kolaylaşır.Çünkü elektronik devrelerin hızı, frekansı baya zorlaşıyor bu kısa mesafelerde! Onun için uzun mesafeler avantajlıdır.
Biz bunu bu 1,5-2 metrelik mesafede laboratuarda gerçekleştirebildik.Bunun ikinci kısmını büyük bir heyecanla yapmayı bekliyorum.Prensibi tanıyoruz! Yapacağımızdan eminim.Bu ışınlama da insanı bir kabine koyarız böylece reaksiyon başlar (yani size bir radyo frekansı yollarız) ve enerji haline gelirsiniz ve kabin falan açılmadan dümdüz gider diğer kabine doğru…Böylece hedef kabinde maddeleşiriz.
Hareket halindeki bir bakteriyi görünmez yaptığımızda ve bir süre sonra tekrar materyalize hale getirdiğimizde bakteri kaybolduğu noktada yeniden ortaya çıkıyor.Eğer bakteri üstüne bir saat koysaydık bakteri kaybolduğu anda zaman’da onun için duracaktır.Madde demateryalize olduğu an zaman onun için duruyor.Yüz sene sonra tekrardan maddeyi materyalize ettiğimiz an sanki o madde için hiç zaman geçmemişcesine bir saniye önceki durumda yeniden ortaya çıkıyor.Bunun tatbikatını biz yaptık. [ Çetin BAL:Şimdi madde moleküler ayrışmaya -genişlemeye uğrasada uzaya bağlı zaman akış hızının o moleküler kompozisyon için durması diye bir şey söz konusu olamaz.Zaman tüm uzaydaki her şey için temelde aynıdır.Ama gerek biyolojik gerekse diğer maddesel yapıların moleküler olarak genişletilmesi o maddenin zaman içindeki fiziksel ve kimyasal diyebileceğimiz tüm fonksiyonlarını durdurmakta ve geçici bir süreliğine askıya alınmasına neden olmaktadır.Bu sanki o maddelerin tüm içsel kimyasal reaksiyonlarını dondurmak gibi bir şeydir.Ama zaman nihayetinde yine onun içinde akmaya devam eder.]
Efendim bu demateryalize olan madde o bölümdeki yani bulunduğu yerdeki alanda –yerde ‘ilete’ oluyor, genişliyor.Ve enerji alanı olarak duruyor.Enerji olarak havada bulut gibi duruyor.Efendim şimdi bu hadisede temel prensipleri tanıyoruz.Yalnız bir tek mevzu var.Tek hücrelilerden çok hücrelilere geçerken parametreleri çevirmemiz gerekiyor.Aynı bakterideki gibi bire bir uygularsak çalışmayacaktır.Onu biliyorum…Çalışmazda! Bunun değişimini yapmak gerekiyor.Bu ara çok hücrelilere geçtiğimiz zaman başka bilmediğimiz parametre varmı onlara bakacağız, ama onu anlamak pek zor olmayacaktır.Buraya gelecek olan malzeme uzay teknolojisine sahip.Hakikaten çok güzel malzemeler var.Dolayısıyla bu malzemelerle biz bu işin üstesinden fazla uzun sürmez geliriz gibi geliyor.Tabi burada zaman proplemi var. Madde madde özelliğini kaybetmiş ‘ilete’ olmuş.Enerji olarak duruyor.Bu enerji stabil bir enerjidir.Madde ‘ilete’ olmuş bir durumdadır. Bu demateryalize yapma sırasında bu maddelere bir kod verilme fazı vardır.O kod verilme sekansından sonra o bir şey kazanır…boyut limiti kazanır.O boyut limitini, o kod sekansını aştıktan sonra, limiti aştıktan sonra madde tamamen dağılıp gidiyor. Bir daha geri toparlanamıyor.
Şu bardağın ilete(özelliğini yitirmek-formunu kaybetmek) olduğunu düşünün gittikçe büyüdüğünü düşünün ama büyüdükçe görüntü kaybolur ve maddeliğini kaybeder.Bakın şimdi ben bu bardağa dokunabiliyorum elimle vurabiliyorum.Ama bu ilete olmaya başladığı zaman bu sertliğini kaybeder önce, yumuşamaya başlar ve ondan sonrada artık benim elim bu bardağın içinden geçmeye başlar.Bir noktadan sonra bardak tamamen kaybolur. İşte o noktada bu bizim boyutumuzda bulunan fizik etkilerin kaybolduğu bir boyut fazına geçer.
Radyo aktif atıkları güneşe göndermek mesafe uzun olduğu için kolaydır.Çünkü mesafe kısaldıkça aletler çok büyük sıkıntı çekiyorlar.Onların- aletlerin’de belli bir çalışma frekansı vardır.O frekansın çok yükseltilmesi gerekiyor.Mesafe kısaldıkça daha yüksek frekanslara ihtiyaç oluyor.Ve de o bugünkü teknolojiyle gerçekten büyük sıkıntılar oluşturuyor.
-Madde demateryalize oluyor… ve ışık hızı kazandırılarak hedefe gönderiliyor.
Peki hocam bu bedava enerji olayı var onu anlatırmısınız..mesela nükleer olmayan herhangi bir maddeden nükleer bir enerji ve reaksiyon elde etmek mümkün mü?
Şimdi herhangi bir malzemenin …O malzemenin bütün yörünge hesapları çıkartılıyor, yörünge mesafeleri çıkartılıyor.O hesaplanıyor.Ve bu hesaplar yapıldıktan sonra elimizde bir liste oluyor.Bir frekans basamakları listesi oluyor.İşte malzemeye ait tüm bu frekans bilgilerini bilgisayara veriyoruz.Ve ondan sonra bu malzemenin üzerine belli bir açı altında radyo antenlerini koyuyoruz yerleştiriyoruz.Bildiğimiz verici antenleri derken bunlar özel antenler. Ama neticede radyo yayını gönderir.
Bilgisayar bu frekansları yukardan aşağıya belli aralıklarla tarar.Fakat bu işlemler izole bir oda içinde yapılır.Bu verici antenler.. radyo anteni… her ne kadar özel bir formda yayın yapsada neticede bu bir radyo anteni! Bilgisayar proğramlandığı şekilde o frekans basamaklarını yukardan aşağıya geçmeye başlıyor..O proğramı uygulayıpta reset yaptığı an izole odanın içindeki gayger sayacının ibresi sapmaya başlıyor. Tam bu durumda 7 cigabaytlık bir enerji çıkışı oluyor.
Faklı haber kaynaklarından Dr.Seçkiner'in demeçlerine dair alınan notlar ve eleştiriler:
IŞINLAMA SİSTEMİ Projeleri arasında ''Uzay Yolu'' dizisinin ilginç ''ışınlama'' sistemi de yer alan Dr. Görgün, şöyle dedi: ''Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını yapmak istiyorum. Önce fare, kurbağa ile daha sonra da bugüne kadar çalışması yapılmayan inorganik maddelerle yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak.'' Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, ''Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye konuştu. Laboratuvarda en mükemmel şekliyle uzay teknolojileri gereği hassas ölçüm teknolojisi, izolasyonlu oda, radar sistemleri, özel bilgisayar programları bulunacağını, güvenirlilik ve kalite testlerinin yapılabileceğini anlatan Dr. Görgün, ''Özel olarak bir fabrikada üretilen ve sadece askeri amaçlı kullanılan malzemeler. Bu malzemeler, piyasada satılmaz. Sadece askeri ve uzay tesislerinde bulunur'' dedi. Gerçekleştirilecek
projeler Işınlama
gerçekleştirildi, makro düzeyde deneyecek TEHLİKESİZ NÜKLEER YAKIT BEŞ yıl önce Türkiye'ye döndüğünü ve projelerini gerçekleştirecek bir ortam bulamadığını söyleyen Görgün'ün projeleri arasında "Uzay yolu" dizisinin "Işınlama" sistemi ve radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etme gibi teknolojiye çağ atlatacak konular bulunuyor. İtalyanlar'ın Seçkiner Görgün için kuracağı laboratuvarda, askeri uzay teknolojisiyle donatılmış sistemler bulunacak. Seçkiner Görgün canlıları ışınlamaya hazırlanıyor. IŞINLAMA SİSTEMİ Projeleri arasında ''Uzay Yolu'' dizisinin ilginç ''ışınlama'' sistemi de yer alan Dr. Görgün, ''Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1.5-2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak'' dedi. Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, ''Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz'' diye konuştu. Dr. Görgün, laboratuvarda hassas ölçüm teknolojisi, izolasyonlu oda, radar sistemleri ve özel bilgisayar programları bulunacağını vurguladı. Dr. Görgün’ün listesinde, Uzay Yolu dizisindeki ‘ışınlama’ sistemine benzer bir teknolojinin geliştirilmesi de bulunuyor. Fare, kurbağa ve daha sonra da inorganik maddelerle yapılacak ışınlama benzeri çalışmalar, depolama ve arşivlemede kullanılacak. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde yapılan bir deneyde, kapalı bir şişedeki hücre kültürü 2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledilmişti. Dr. Görgün, ışınlama benzeri teknolojilerin gelecekte kullanılır hale geleceğini öngördüğünü belirtti. Dr. Görgün’ün diğer çalışmaları arasında radyoaktif olmayan maddelerin nükleer enerjiye dönüştürülerek yakıt olarak kullanılması ve porselenden sabit disk üretilmesi fikirleri bulunuyor. Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade eden Dr. Görgün, “Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz” diye konuştu. 1975 yılında hücre ışınlamayı başaran ve sadece bir kısmını verdiği projesi sayesinde NASA’nın foton ışınladığı Görgün ise teklifi şu an kabul etmeyi düşünmediğini ve sadece İtalyan askeri uçak, sivil ve askeri uydu firması Galileo Avionica’nın İstanbul’da kuracağı laboratuvarda görev alacağını söyledi. [Çetin BAL: Sayın Görgün Foton Işınlaması 'ndan bahsediyor.Fakat Görgün 'ün bahsettiği ışınlama yöntemiyle foton ışınlaması hem teknik hem mantık hemde ilke bazında birbiriyle alakası olmayan sistemlerdir.Dolayısıyla Foton Işınlaması fikir bazında da olsa sayın Görgünden alınmış değildir.Yani alınmış olamaz.Burda bence bir çelişki var.Zira foton ışınlaması bir fotonun enerji kitlesinin bir noktadan bir noktaya orijinal haliyle taşınması değil, taşınan, nakledilen şey iki foton ikizinin birbirine aktardığı polarizasyon yönleri ve salınımın kutupsal yönelim bilgisidir ( ki böyle bir bilgi aktarımı bile kesin değildir sadece bir yorumdur). Yani burda taşınan şey yada diğer fotona yansıtıldığı düşünülen şey bir durum bilgisidir.Yoksa fotonun kendisinin taşınması sözkonusu değil.Zaten fotonun kendisinin taşınmasının söz konusu olduğu yerde bir enerji kitlesi olan maddeninde taşınması söz konusu olur.] Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor. "Elektromanyetik dalgalar" ve "ışınlama" konularında çalışan bir Türk araştırmacı, "Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini" iddia etti. Nükleer enerji alanında çalışmalar yapan Dr. Seçkiner Görgün "radyoaktif olmayan nükleer enerji" elde etmeye çalışıyor. Işınlama konusunda şok iddiaları olan Dr.Seçkiner Görgün Ceviz Kabuğu'nda soruları yanıtlıyor. Ceviz Kabuğu- Saat: 24:10-Star Tv- Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu tartışma programının bugünkü konuğu Dr. Seçkiner Görgün Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor... “Elektromanyetik dalgalar” ve “Işınlama” konularında çalışan bir Türk araştırmacı, “Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini” iddia etti. Bilim dünyasında şok iddialar Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu tartışma programının bugünkü konuğu Dr.Seçkiner Görgün Türk bilim dünyasında iddialı çalışmalar yapılıyor... “Elektromanyetik dalgalar” ve “Işınlama” konularında çalışan bir Türk araştırmacı, “Yakında mikro canlıları, sonra da insan ışınlamayı gerçekleştireceğini” iddia etti. Nükleer enerji alanında da çalışmalar yapan Dr. Seçkiner Görgün, “Radyoaktif olmayan nükleer enerji” de elde etmeye çalışıyor. İtalyanlar tarafından kendisine İstanbul’da “Uzay laboratuvarı” kurulmaya çalışılan araştırmacı için Türk bilim adamları ne diyor, TÜBİTAK çalışmalara sahip çıkıyor mu, yoksa iddialar boş mu? Radarlara yakalanmayan uçak, radyoaktif olmayan nükleer enerji ve ışınlama konularında şok iddiaları olan Dr. Seçkiner Görgün canlı yayında Ceviz Kabuğu’nda soruları cevaplıyor. Görgün’ün yürüttüğü çalışma alanlarının bir tanesi de elektromanyetik alanlar. Görgün, bu alanda yaptığı çalışmalar sonucunda elektromanyetik dalgaların biyoloji üzerindeki zararlarını ortadan kaldırmayı başarmış.Görgün, yürüttüğü çalışmalara şu örneği veriyor: “Yayın yapan antenler (Radyo, televizyon, cep telefonu, vb.) frekans güçlerine göre biyolojiye zarar vermektedir. Ben yeni bir sistem geliştirerek bu sistemle, radyo antenleri, televizyon antenleri veya cep telefonu vericilerinin yarattığı zararları ortadan kaldırabiliyorum. Yapmış olduğumuz denemeler sonucunda olumlu sonuçlar aldık”. Görgün, maddenin enerji haline dönüştürülmesi ve bilgisayar harddisklerinin kapasitelerinin artırılması konusunda da çalışmalar yapmış. Üniversitelerdeki araştırmalara destek verilmediği takdirde, ülkenin ilerlemesinden de söz edilemeyeceğine dikkat çeken Görgün, üniversite eğitimini de eleştiriyor: “Öğrenci son sınıfa geldiğinde belirli bilgi sahibi oluyor. Ancak bir taşı bir taşın üzerine koymayı bilmiyor. Durum böyle olunca öğrencinin bilgisi hiçbir işe yaramıyor. Teknik bir alandan mezun olan öğrenci iş yapamadığı için gidip masa başında memurluk yapmak zorunda kalıyor. Halbuki teknik bilgisini kullanacağı bir iş yapması gerekiyor ki başarılı olsun”. SIRADAKİ
‘BİLİM-KURGU’SAL PROJELER Işınlama üzerine çalışıyor Projeleri arasında "Uzay Yolu'' dizisinin ilginç "ışınlama'' sistemi de yer alan Dr.Görgün, şöyle konuştu: "Buna uzak değiliz. 1975 yılında hücre kültürü üzerinde laboratuvar tatbikatı yapılan mikro bir çalışma. Kapalı bir şişedeki hücre kültürü 1,5–2 metre mesafedeki başka kapalı bir şişe içine nakledildi. Bunun şimdi makro düzeyde çalışmasını gerçekleştireceğim. Önce fare, kurbağa ile daha sonra da bugüne kadar çalışması yapılmayan inorganik maddelerle yapmak istiyorum. Bunun gerçekleşmesi halinde depolama, arşivleme, ulaşım kolaylaşacak.'' Bir diğer amacının da radyoaktif olmayan maddelerden nükleer enerji elde etmek olduğunu vurgulayan Görgün , "Bunun amacı çok uzun süreli, ucuz ve temiz yakıt. Atığı da radyoaktif değil. Bir kola kutusuyla arabanızı kullanabilirsiniz.'' dedi. Seçkiner Güngör'ün ifadelerine eleştirel bakış açısı: Celalettin mert : Billim elbette önce hayal etmekle başarıya ulaşır. Ancak hayaller de bazı temellere oturmalı. Uçuk diye tanımlanabilecek bu tip fikirlerle ortaya çıkan kişilere diyecek bir şeyimiz yok elbette. Ancak olay topluma maledilip, görsel ve yazılı basında şişirilince olayın farklı bir boyutu ortaya çıkıyor. Bu tip olaylara sebep olanları gelişmiş ülkelerde hemen hapse atarlar. Ama, sanki muz cumhuriyetiymiş gibi benim ülkemde hiçbirşey olmuyor. Uçuk kaçık fikirlerle insanların kafasını karıştıran, umut ticaretine dönüştüren bu kişiye dur demek için canım üllkemin görevlileri nerede? Mert : Anlatılanlar güzel ama bence pek uygulanabilir tarafı yok. Hikaye gibi. Yani Avrupa'da sırf maddenin içerisinde ne olduğunu ögrenmek için korkunç sermayelerle 10 km. çapında parçacık hızlandırıcılar kurulurken bana Dr Seçkiner Görgün 'ün söyledikleri çok basit geldi. Ayrıca bu sağlam bir teori ise neden Sn. Gürgün bunu niye bilim kamuoynuda bir makale ile tartışmaya açmıyor. Ayrıca okuduğum kadarı ile kararlı maddeyi etkileyen radyo frekanslarından bahsediyor. Bu kadar güçlü frekanslar radyoaktif maddelerden bile elde edilemez gibi geliyor bana. Çünkü kararlı madde ancak kara deliklerde enerji haline geçebilir diye biliyorum ben. Ümit : Evet sayın seçkiner’e tamamen katılıyorum.bir kutu kola dan yüksek düzeyli enerji üretilebilir.Bu sadece kutu kola değil herhangi bir cisimden de üretilebilir.Yeterki elektromanyetizmayı istenilen polaritede kullanarak ve cismin üzerine yönlendirilerek yoğunlaşma sağlandımı cisimden yüksek potansiyelli enerji elde edilebilir.Bence dünyanın bugününde ve geleceğinde elektromanyetizmanın büyük önemi var.Yakın bir zamanda elektromanyetizmayla moleküler yapıya emirler verebileceğiz.Bunu ilk başlarda ışık teknolojisiyle gerçekleştireceğiz.Sonra düşük mhz lerle saygılarımla .. Ayhan Altıntaş: - 26.07.2004 - 16:38 Ben sayın Görgün"u televizyonda izledim. Bana hiç inandırıcı gelmedi. Özellikle araştırma konum olan radar kesit alanı düşürücü konusundaki ifadeleri bilimsel bir kanıta dayanmıyordu. Biz toplum olarak her problemi çözecek bir insan beklediğimiz için hemen göklere çıkarıyoruz. Biraz soğukkanlı ... Hasan Emre ERSOLAK: Dr. Seçkiner Görgün gibi nice değerimiz ya kıymeti anlaşılmadan elimizden uçup gidiyor ya da kıymeti anlaşılsa bile kıymetini anlayanlar yabancılar oluyor. Ne olurdu siyasi irade şu adamların elinden tutup bunların çalışmalarını memleketimize kazandırsaydıda bizde bugun ülke olarak bu kadar geri kalmasaydık. Hükümete tavsiyem bu tip adamları düzenli bir organizasyonla Türkiye ye kazandırsınlar tabii etkin ve yetkin bürokrasi duvarını yıkarak Mehmet: Sayın Güngör eğer hücreyi ışınlamayı başarmışsa Nobel ödüllerini veren komitenin 1975'ten beri bundan haberi yok herhalde. Yoksa şimdiye kadar fizikten kimyaya, biyolojiden bilmem hangi dala Nobel ödüllerinin hepsini alırdı. Bi de Harddiskin kapasitesini 512X10 üzeri 18 arttırmak demek bilgisayarda devrim demektir. Ya Güngör, bilim adına saçmalıyor ya da haberi aktaran muhabir, Güngör'ün dediklerini yanlış anlamış. Güngör elektromanyetik alanında değerli bir bilim adamı olabilir ama ışınlama ve harddiskin kapasitesinin 512 milyar kere milyar arttırmak çok bilimsel değil gibi. .: KARADELİKLER :. Gökyüzü binlerce yıldır tutkunu
olduğu muz ve anlayabilmek uğrunu büyük gayretler sarf ettiğimiz
meraklarımızın basında gelir, insanoğlu, başının üstündeki o sonsuz ve bir o
kadar da gizemli uzayı tanıyabilmek için elinden gelen tüm imkanları
seferber etmiş, geliştirdiği dürbünlerle, teleskoplarla, uydularla uzayın
derinliklerinde ne olup bittiğinden haberdar olmaya çalışmıştır.
Araştırmaları süresince, evrendeki konumunun ne olduğu konusunda bir karara
varabilmiş, bunun yanında gittikçe artan yeni sorunlarla karşı karsıya
kalmıştır. Gökyüzü binlerce yıldır tutkunu olduğu muz ve anlayabilmek uğrunu büyük
gayretler sarf ettiğimiz meraklarımızın basında gelir, insanoğlu, başının
üstündeki o sonsuz ve bir o kadar da gizemli uzayı tanıyabilmek için elinden
gelen tüm imkanları seferber etmiş, geliştirdiği dürbünlerle, teleskoplarla,
uydularla uzayın derinliklerinde ne olup bittiğinden haberdar olmaya
çalışmıştır. Araştırmaları süresince, evrendeki konumunun ne olduğu
konusunda bir karara varabilmiş, bunun yanında gittikçe artan yeni
sorunlarla karşı karsıya kalmıştır.
Einstein 1905 ve 1915 yıllarında ortaya attığı özel ve genel görelilik
kuramlarıyla doğaya, maddeye, uzaya ve zamana farklı bir bakış açısı
getirdi. Onun bu buluşlarıyla; belki de fizik, felsefe dalında en Önemli
sınavını veriyordu. Birbiriyle İlintili olan bu kuramlara göre; hareket eden
saatler yavaşlayabiliyor, cetvellerin boyları kısalıyor cisimlerin
kütleleri, hızları dolayısıyla artabiliyordu. Einstein'ın yeni denklemleri
Newton'un koyduğu klasik anlayışa, ancak ışık hızından çok küçük hızlarda
uygunluk göstermekteydi.
Kaynaklar: 1-Görelilik Üzerine Bir Eleştiri-Volkan Çelebi -izedebiyat.com -adresinden alınmıştır. 2- EINSTEIN'IN MUCİZE YILI-ÖZEL GÖRELİLİK- Sadi Turgut- ODTÜ Fizik Bölümü-Bilim ve Teknik Dergisi-Şubat 2005-Sf. 38-45 3-.: KARADELİKLER :. --www.siyasibilim.com- ( 3 Nisan-Pazar-2005) Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir. The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
|