|
Zaman Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli |
Albert
Einstein (1879-1955)
Albert
Einstein, Almanya'nın Ulm kasabasında 14 mart 1879' da doğdu. Altı
hafta sonra ailesi Münih'e yerleşti ve Luitpold'da okula başladı.
Albert, daha sonra İtalya'ya gitti ,eğitimine İsviçre Aarau'da devam
etti. 1896 da Zürih Federal Politeknik okuluna fizik ve matematik
öğretmeni olmak için girdi. 1901'de diplomasını aldı ve İsviçre
vatandaşı oldu.
Öğretmen olarak iş bulamadığı için
İsviçre Patent Ofisinde teknik asistan olarak göreve başladı 1905 de
doktorasını aldı. Patent ofisinde çalıştığı sürede önemli çalışmalar
yaptı.1908'de Privatdozent (Bern)'e atandı. 1909' da Zürih'te profesör
oldu. 1911'de teorik fizik profesörü olarak Prag'a gitti.Bir yıl sonra
aynı görevle Zürih'e geri döndü. Berlin Üniversitesi'nin Kaise Wilhelm
fizik enstütüsünde 1914'de yönetici olarak görev yaptı.Aynı yıl Alman
vatandaşı oldu. 1933'de politik nedenlerden Alman vatandaşlığından
çıktı. Amerika
Princeton Üniversite 'sinde teorik
fizik profesörü oluncaya kadar Berlin'de yaşadı. 1940'da Amerikan
vatandaşı oldu.1945 yılında Princeton'daki görevinden emekli oldu.II.Dünya savaşından sonra Einstein dünya siyasetinde önemli bir
kişilik olarak ortaya çıktı. İsrail'den başkanlık teklifi aldı ve
reddetti. Sonra Dr.Chaim Weizmann'la Jarusalem'de
Hebrew Üniversite 'sinin kurulmasına
yardımcı oldu.
Einstein, bilimsel çalışmalarının daha başında
Newton
mekaniğinin yetersizliğini anladı. Onun özel görecelik kuramı
mekaniğin kuralları ile elektromanyetiğin kurallarını bağdaştırmaya
çalışmasından doğmuştur. Statik mekaniğin klasik problemlerine,
kuantum mekaniği ile açıklamalar getirmeye çalıştı.Bu yaklaşım
moleküllerin Brownian hareketine açıklık getirdi.Düşük radyasyonlu
ışığın ısısal özelliklerini inceledi.Ve onun bu gözlemleri foton
teorisini yarattı.
Berlin'deki ilk günlerinde özel görecelik teorisinin doğru olarak izah
edilebilmesi için yerçekimi teorisini de kapsaması gerektiğini fark
etti. 1916'da ilk defa genel görecelik kuramını yayınladı. Bu sırada
radyasyon teorisi ve statik mekanik ile de ilgileniyordu.1920'lerde Einstein, kuantum teorisinin olasılık teorisi ile
açıklanması üzerinde çalışırken asıl yoğunluğunu birleşik alanlar
teorisi üzerine verdi.Tek atomlu gazların kuantum mekaniği ile statik
mekaniğe katkıda bulundu. Ayrıca atomik geçiş olasılığı ve göreceli
evrenbilim alanında değerli çalışmaları oldu.
Emekli olduktan sonra fiziğin belli başlı alanlarını birleştirmeye
çalıştı. Onun önemli bazı bilimsel çalışmaları Special Theory of Relativity (1905),
Relativity (ingilizce çevrimi, 1920 ve 1950), General Theory of
Relativity (1916), Investigations on Theory of Brownian Movement
(1926), ve The Evolution of Physics (1938). Bilimsel olmayan
çalışmaları, About Zionism (1930), Why War? (1933), My Philosophy
(1934), and Out of My Later Years (1950) olarak sayılabilir.
Albert Einstein bir çok Amerikan ve Avrupa üniversitesinden onursal
doktora ödülü aldı.1920'lerde Amerika, Avrupa ve uzak doğuda dersler
verdi. Dünyanın belli başlı bütün akademilerinin üyelik ve fahri
üyeliklerine kabul edildi. Çalışmalarından dolayı birçok ödül aldı.
Bunlardan bazıları 1925'de Londra'daki Royal Society'nin Copley
Madalyası ve 1935'de
Franklin Institute 'deki Franklin
Madalya'sıdır.
Einstein'in yetileri, onu entellektüel bir yalnızlıkta ikamete
zorlamıştır. Müzik dinlemek hayatında önemli rol oynamıştır. Mileva
Maritsch ile 1901'de evlendi ve iki oğlu oldu. Bir süre sonra da
ayrıldılar, sonra kuzeni Elsa ile evlendi. Elsa 1936'da öldü. Einstein 1955 'de 18 Nisan da Princeton, New Jersey' de öldü.
Başka bir kaynaktan Einstein
ALBERT EINSTEIN
Bilime Ve Barışa Adanmış Bir Ömür: Einstein
(1879-1955)
Einstein, "evrenin
en anlaşılmaz özelliği, anlaşılabilir olmasıdır" demişti. Ama o, evreni
anlaşılmaz özellikleriyle gözümüzün önüne seriverdi. Anladım dediğiniz bir
anda yeni bir anlama sorusu bizi bekliyordu. Bununla birlikte, meslekten
olmayanlar için, evreni onun kadar hiç kimse zorlaştırmamıştır. Zaman
genişler, uzunluklar kısalır, evrenin maddesi patlar ve kaybolur. Deneyime
ve sağduyuya güven kalmaz. Evren, matematikçinin evreni olmaya yüz tutar.
Einstein, aslında 1905 yılından bu yana başımızı döndürüyor. Kimimiz
farkında belki büyük çoğunluğumuz farkında bile değil!
"İşte orada" diyordu Einstein ve ekliyordu: "
Bu muazzam alem vardı ve karşımızda bizim varlığımıza tabi olmaksızın büyük
ve ebedi bir bilmece gibi duruyordu. Bu alemin temaşası, bana bir kurtuluş
yolu gibi görünüyordu."
Büyük İngiliz
Matematikçisi/Düşünürü Bertnard Russell
onun için şöyle yazar:
"
Einstein, tartışmasız, zamanımızın en büyük
adamlarından biriydi. En iyi bilim adamlarının başlıca niteliği olan
basitlik, onda yüksek derecede vardı: bütünüyle kişisel olmayan şeyleri
bilme ve anlama isteğinden gelen bir basitlik. Ayrıca onda bilinen şeyleri
hemen doğru kabul etmeme yeteneği de vardı. Newton, elmaların nasıl olup da
düştüğüne hayret ediyordu; Einstein de eşit dört çubuğun bir kare
oluşturması karşısında hayranlık dolu bir minnettarlık duyuyordu, çünkü
hayal edebildiği evrenlerin çoğunda kare diye bir şey yoktu. Einstein,
ahlaki nitelikleri bakımından da büyüklük sergiledi. Kişisel yaşamında
nazikti ve alçakgönüllüydü; meslektaşlarına karşı (benim görebildiğim
kadarıyla) kıskançlıktan bütünüyle uzaktı (bunu, Newton ya da Leibniz için
söyleyemeyiz). Son yıllarında bilim dünyasının ilgisi Kuantum Kuramı
üzerinde toplanmış, görelilik az ya da çok gölgelenmişti; ama bunun onu
gücendirdiğine ilişkin hiçbir işaret görmedim. Dünya sorunlarıyla esaslı
biçimde ilgilendi. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)' nın sonunda onunla ilk
temasa geçtiğimde, bir barışseverdi, ama Hitler onun (benim de) bu görüşü
terk etmesine yol açtı. Kendisini öncelikle bir dünya vatandaşı olarak
görüyordu; Nazilerin onu kendisine bir Yahudi olarak bakmaya ve dünya
üzerindeki Yahudilerin davası ile uğraşmaya zorladıklarını fark etti. İkinci
Dünya Savaşı (1939-1945)' ndan sonra, atom bombasının tehdit ettiği
insanlığın, felaketlerden kaçınabilmesi için bir yol bulmaya çalışan bir
grup Amerikalı bilim adamına katıldı.
İkinci Dünya
Savaşı'nı izleyen yıllarda Dünya iki kutuplulaştı. Sosyalist dünyanın başını
Sovyet Rusya, kapitalist dünyanın başını ABD çekiyordu. ABD'de yükselen
"komünizm düşmanlığı" akademik çevreleri de etkilemişti. Amerika' da Kongre
Soruşturma Komisyonu, bozguncu oldukları varsayılan etkinlikleri sorgulamaya
başladığında, akademik görevlerdeki herkesi bu komiteler ya da bazı
üniversiteler tarafından kurulan benzeri zorba kurullar önünde ifade
vermemeye çağıran ünlü mektubunu yazdı. Bu tavsiyede bulunurken, eğer yanıt
kendisini suçlayacaksa hiç kimsenin bir soruya yanıt vermeye
zorlanamayacağına ilişkin Anayasa' nın Beşinci Eki' ne dayanıyordu. Ama bu
ek, yanıt vermeyi reddetmenin suçluluk kanıtı olarak
değerlendirilebileceğinde direnen sorgucular tarafından yenilgiye
uğratıldı.... Bu kamusal etkinliklerinde bütünüyle alçakgönüllüydü ve tek
kaygısı insanlığı kendi aptallıklarından kaynaklanan felaketlerden korumanın
yollarını bulmaktı. Dünya onu bir bilim adamı olarak alkışlarken, pratik
işlerdeki yalın olduğu kadar derin bilgeliği yalnızca aptallık olarak
göründü.
Einstein, görelilik
kuramı dışındaki çok önemli çalışmalarına karşın, haklı olarak hem bilim,
hem de felsefe için temel önemde olan bu kuramla ün yapmıştır. Birçok kişi
(ben dahil!) bu kuramın popüler bir açıklamasını yapmaya kalkmıştır..."
(Russel)
Kuantum kuramı, görelilik kuramına göre daha devrimci
görüşler içerir. B. Russell' den dinleyelim:
"Onun fiziksel dünya hakkındaki kavramlarımızı
kökünden değiştiren etkisinin henüz tamamlanmadığını düşünüyorum. Onun
yaratıcı etkisi çok tuhaftır. Bize, atom ve hidrojen bombalarında sergilenen
uğursuz güç dahil, maddeyi yönetmek için yeni güçler verdiği halde,
bildiğimizi düşündüğümüz birçok şeyi bilmediğimizi gösterdi. Kuantum
kuramından önce hiç kimse verili bir anda bir parçacığın herhangi bir
belirli yerde ve herhangi bir belirli hızla hareket ettiğinden şüphe etmedi.
Bu, artık sorun değildir. Bir parçacığın konumunu daha tam olarak
belirlediğinizde, hızı daha az doğru olacak; hızını daha tam olarak
belirlediğinizde ise konumu daha az doğru olacaktır. Ve parçacığın kendisi
oldukça belirsiz bir şey olur, eskiden olduğu gibi sevimli bilardo topu
değildir. Onu yakaladığınızı düşündüğünüzde, parçacık değil bir dalga
olduğunu gösteren inandırıcı kanıtlar çıkarır. Gerçekte bilebileceğimiz tek
şey, bazı denklemlerdir; ve bunların da yorumu karışıktır. Klasik fiziğe
daha yakın kalarak mücadele eden Einstein için bu bakış açısı tatsızdı. Buna
rağmen o, bu yüzyıl sırasında bilimde devrim yapan, yaratıcı kanallar açan
ilk kişi oldu. Başladığım gibi bitireceğim: Einstein, büyük bir adamdı,
belki çağımızın en büyüğü."
Albert Einstein,
Yahudiydi, pek de dindar olmayan bir ailedendi. 14 Mart 1879' da Almanya'
nın Ulm kentinde doğdu; 18 Nisan 1955' te, 76 yaşında iken ABD' de öldü.
Einstein...İçe
kapanık, oyundan hoşlanmayan, geç konuşmuş (rivayete göre 4 yaşında
konuşmuş) bir çocuktu. Bu yalnızlık döneminin izlerini tüm yaşamı boyunca
korudu. Annesi Paulin' in isteği üzerine 6 yaşında keman dersleri almaya
başladı. Klasik müzik kültürü, yaşamı boyunca onun için dinlendirici bir
uğraş olacaktı. Cep pusulasının esrarıyla soru sormaya başladı. Bir
pusulanın iğnesi neden hep aynı yönde dönüyordu? 4-5 yaşlarında kendisine
sorduğu bir soruydu bu. 12 yaşına geldiğinde Pisagor teoremiyle tanıştı ve
görünürdeki karmaşıklığa karşın bir dizi olgunun basit bir açıklaması
olacağına inanmaya başladı. Liseye yazıldı. Sonra 1894' te babasının işi
bozuldu ve aile, İtalya' nın Milano kentine göç etti.
Einstein de Bir Zamanlar
Üniversite Sınavını Kazanamamıştı!
Einstein, bir
delikanlı olarak pek az zeka umudu verdi. Bir öğretmeni “sen asla bir
şey olamayacaksın Eistein” sözleri üzerine katı bir disiplini ve
skolastik eğitim uygulayan Alman okul sistemini terk etti. 16 yaşında iken
Zürih Teknik Üniversitesi'ne girmek istedi. Ama matematik dışındaki
konularda -modern diller, zooloji ve botanik bilgisi- eksik olduğu için
üniversiteye alınmadı. Ancak o yılmadı. Bir liseye devam etti, lise
diploması aldı, 1896' da Zürih Teknik Üniversitesi' nin fizik ve matematik
öğretmeni yetiştiren bölümüne kaydolmayı başardı .
Zürih Teknik
Üniversitesi, onun düşüncelerini şekillendirdi. Öğrenime başladığı zaman
büyük matematikçi Hermann Minkowski ile
karşılaştı. Her bilim adamının iyi bir öğretmen olduğu söylenemez. Einstein,
Minkowski' nin derslerini pek ilgi çekici bulmadı; ama kuramlarının
matematiksel formülasyonunda Minkowski, ona esin kaynağı oldu. Doğrusu,
Minkowski de o zamanlar Einstein’i sevmiyordu, çünkü ona “tembel köpek”
diyordu.
Einstein, Teknik
Üniversiteden 1900' de mezun oldu; İsviçre vatandaşlığına geçti; kısa bir
süre öğretmenlik yaptı. Disipline karşı tutumu yüzünden öğrencilerin
tarafından çok sevilen, fakat başarısız bir öğretmendi. Einstein Halya’da
bir tatilden sonra, eğitimini İsviçre Federal Politeknik Okulu’nda 1901'de
tamamladı; çok az derse girdiği halde, bir arkadaşının tuttuğu mükemmel ders
notları sayesinde kursları geçmeyi başardı. Einstein akademik bir görev
bulamayınca, 1902' de İsviçre' nin Bern kentindeki patent bürosunda memur
("üçüncü sınıf teknik uzman") olarak çalışmaya başladı. Görevi, bürodan onay
almak üzere teslim edilmiş birçok icat arasından seçim yapmaktı.
“Einstein, patent
bürosunda bir memurdu” denince, insanın aklına bizdeki “bugün git yarın gel
memurluğu” gelir. Patent bürosu, öyle sıradan bir yer değildi aslında.
Burada yeni buluşlara patent veriliyor ve keşifler inceleniyordu. Büroya
sunulan buluşların temel düşüncelerini kısa zamanda ortaya çıkarma işi
Einstein' de kuramsal düşünme yeteneğini geliştirdi. Ayrıca bürodaki görevi,
bilimsel aletlerin yapılması konusundaki merakını kamçıladı. Küçük elektrik
yüklerini ölçmek için geliştirdiği bir alet, bugün Bern' de sergileniyor..
Einstein' in yeni buluşlara ve aletlere ilgisi sandığımızdan fazla. Patent
bürosundan ayrıldıktan sonra bile Avrupa' da yeni aletler üzerine çalışan
bazı fabrikalarda danışmanlık (müşavirlik) yaptığını görüyoruz. Bu icatların
bir kısmı, sayelerinde ekonomik hanedanlıklar kurulacak olan hünerli
aletlerdi, bir kısmı da komik ve inanılması güç şeyler ve basit makinalardı.
Einstein önce aletleri inceliyor, sonra da onlarla ilgili bilgilerin
sunulduğu metinleri okuyordu... Orada çalışırken, en karmaşık görünen
şeylerin bile basit, temel prensiplere indirgenebileceğini öğrendi ve bu
dersi hiç unutmadı.
1905'teki dahi vuruşunun temelleri işte böyle atıldı.
Einstein, İsviçre'de
kendisini evinde gibi ve daha özgür hissediyordu. Ayrıca askerlik için
Almanya’ya dönmek istemiyordu. Çünkü Yahudi aleytarlığı tüm Avrupada hızla
yayılmaya başlamıştı.
Fransız ordusunda subay olarak görev yapan Yahudi asıllı
Dreyffus’un uydurma bir casusluk olayıyla itham edilip Şeytan
Adası’na sürülmesiyle sonuçlanan ve Paris’i sarsan davanın üzerinden sadece
altı yıl geçmişti. 21 yaşını doldurduğunda İsviçre vatandaşlığına geçti. İki
yıl sonra da okul arkadaşlarından Sırp asıllı Mileva
Maric ile evlendi. Bir yıl kadar önce bu bayandan bir kız çocuğu
olmuştu. Lieserl adlı bu kız çocuğunun ne
olduğu hala bilinmiyor. Mileva, aynı zamanda, Einstein’in ilgi duyduğu
konuları tartışabildiği ilk kadındı. Mileva, 1904'te
Hans Albert adlı oğulu dünyaya getirdi. Einstein ailesi ekonomik
sıkıntı içindeydi. O zamanlar Eve gelen ziyaretçilerin anımsadıkları,
kuruyan çamaşır ve çocuk bezlerinin kötü kokusu, Einstein’in pipo tütünü ve
sobadan sızan dumandı. Kışın hava, camların açılmasına izin vermeyecek kadar
soğuktu; yaz sıcağı da kötü kokuların şiddetini artırıyordu. Mileva bulaşık
yıkarken Einstein, bir kitaba dalmış, ayağıyla beşiğin içinde çığlık çığlığa
ağlayan bebeği sallıyor oluyordu. Bazen arkadaşları, ona, yere kapanmış,
defterini çocuğun oyuncak arabasının üzerine sermiş, uzun bir hesaba dalmış
olarak rastlarlardı. Bu arada arabasını almak isteyen çocuk, çıngırağıyla
babasının kafasına vuruyor olurdu.
Einstein, 1905 yılında yayınladığı üç yazıyla bilimsel
tarihin gidişini değiştirdi. Üçü de bilimsel baş yapıt olan bu yazılar,
aynı zamanda Einstein' in üç ilgi alanını gösteriyor: Atomların varlığının
testi(İstatistiksel mekanik),
bir ışık parçacığı olarak fotonun tanıtımı(kuantum kuramı ), kütle
ve enerji ilişkisi, özel görelilik.. O zaman Einstein, daha 26 yaşındaydı.
Fizik ve felsefe dünyasında Newton mekaniğinden esinlenen determinizm
görüşü egemendi. Determinizm, herşeyin birbirine nedensellik bağı ile bağlı
olduğu inancıdır. Gerçi 1900 yılında Max
Planck (1858-1947), enerjinin de parça parça
yayıldığı görüşünü açıklamıştı; ama doğada süreklilik olduğu yolundaki
önyargı egemenliğini sürdürüyordu.
Diğer Eserleri
Einstein’in 1905'te
Annalen der Physik ’te yayımladığı beş makalesinin dışındaki
başlıca yapıtları,gene aynı dergide yayımlanan 1906; Brown Hareketi Kuramı
Üzerine,1906; Işıkı salımı ve Soğurumu Kuramı Üzerine,1907; Işınımın Planc
Kuramı ve Özgül Isı Kuramı,1916; Genel Görelilik Kuramının temelleri ile
Zeitschrift für Mathematik und Physik’te yayımlanan 1913; Bir Kütleçekimi
Kuramı ve Genelleştirilmiş Görelilik Kuramına Bir Gönderme,1917; Işınımın
Kuantum Kuramı, Prusya Bilimler Akademisi Oturum tutanakları,1924; Tek
Atomlu İdeal Gazların Kuantum Kuramı. Ayrıca; Görelilik ( İzafiyet) teorisi
(1920) ve Fiziğin Evrimi (1938) adlı yapıtlarını yayımlamıştır.
Einstein'ın Relativite Teorisi ile ilgili el yazısı
Einstein, Akademik Kariyerde
Tırmanıyor!
Molekül boyutlarının
hesaplanmasına ilişkin bu ilk çalışmasıyla, 1908'de, Zürich
Üniversitesi’nden doktor ünvanı aldı.1909 Sonbaharında Zürih Ünivresitesinde
bir fakültedeki göreve başlamak üzere patent bürosundaki işini bıraktı. Bu
görevi, Prag Alman Üniversitesindeki ve sonra Zürih Politeknik
Ünviversitesindeki görevler izledi.
1911'de Güneş gibi
büyük kütleli bir nesnenin çevresinden geçen ışığı saptırdığını varsayarak
Güneş tutulmasını yıldız ışıklarının sapmasını ölçmek ve test etmek
gerektiğini düşündü. Bu düşünce, Güneş tutulması sırasındaki gökyüzüyle
normal gece zamanındaki gökyüzünü karşılaştırmaktan ibaretti. Gece, uzak
yıldızlardan gelen ışık, Dünya'ya doğdrudan ulaşır. Güneş tutulması
sırasında ise Güneşi, yıldızlar ve Dünya arasına giriyor.Einstein'in
hipotezine göre tutulan Güneş'in yanındaki yıldızların fotoğrafındaki
konumları ile karşılaştırıldığında ışıkları Güneşe doğru Güneş tarafından
çekiliyormuş gibi bir görüntü elde edilecekti. 1912' de yeniden İsviçre' ye
döndü ve Zürich' te dersler verdi. Çalışmalarıyla çağdaşları arasında önde
gelen bir deha sayılmaya başlanmıştı. 1913' te Almanya’ya döndü ve Berlin' e
yerleşti. Bu yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nı doğuracak gerginlikler
tırmanıyordu. Savaş, ansızın patlak verince İsviçre' ye tatile giden eşi ve
iki oğlu Berlin’e dönemedi. Bu zorunlu ayrılık, birkaç yıl sonra boşanmayla
noktalandı.
1913 yılında Max Planck,
Einstein’i Zürih’te ziyaret etti ve ona Avrupa’da bir kuramsal fizikçi için
en iyi pozisyon olan Berlin Kaiser Wilhelm Enstitüsünde(sonradan Max Planck
Enstitüsü), Fizik Enstitüsü Müdürlüğünü önerdi. Einstien bu öneriyi kabul
etti. Bu sırada ona Prusya Akademisinde bir iskemle ve Berlin
Üniversitesinde profesörlük önerildi. Almanya’ya ve sevmediği akademik
dünyaya dönme konusundaki direnişine rağmen, bu pozisyon ona Planck da
içinde olmak üzere zamanın en büyük fizikçileri ile birlikte çalışma fırsatı
verdi.
Bu fizikçilere katılmak onun yaşamının etkileyici deneyimlerinden biriydi.
Einstein Berlin’de özgül ısı kuramına katkıda bulundu ve Planck’ın siyah
cisim ışıması yasasına yeni
bir ivme kazandırdı. Bu son çalışmasında, kendisinin ışık parçacıkları,
fotonlar, fikrini kullandı ve uyarılmış ışık yayılması kavramını- modern
lazerler bu ilke temelinde çalışır- getirdi.’
1919 yazında
akrabalarından biriyle evlendi. Versaille Anlaşması, Alman halkında
şovenist duyguların kabarmasını sağlıyor; Almanya' da faşizm hızla
güçleniyordu. Einstein, ırkçılığa ve savaşa karşı tavrını sürdürdü. Dindar
olmadığı halde Siyonist harekete sempati göstermesi, Nazilerin hışmını
üzerine çekmeye yetti. "Fizikte Bolşeviklik" yaptığı ileri sürülerek
cezalandırılması bile istendi. Ama onun bilimsel ünü dünyanın dört bir
yanını sarmıştı. Çeşitli kıtalardaki çeşitli ülkelerden konferans davetleri
alıyordu. 1921' de gezilerinden birinde Nobel Fizik Ödülü’nü kazandığını
öğrendi. Gerekçe olarak " foto elektrik etki ve kuramsal fizik alanındaki
çalışmaları" gösteriliyordu. Ününü asıl borçlu olduğu görelilik kuramından
söz bile edilmiyordu.
Faşizm, 1920' lerde
İtalya'da , 1933' te Almanya gibi bir ülkede iktidara tırmanmıştı. Birinci
Dünya Savaşının Versay Anlaşması, Alman halkının köleliğini istiyordu. Bir
başkaldırı, Alman ulusunun dirilişi gibi bir kavram kitlelerin afyonu olmaya
yetti.
O yıllarda, bilim
dünyasında bile Einstein pek anlaşılmış değildi. Ayrıca
Niels Bohr’un başını çektiği yeni kuantum
kuramı, derin kökler salıyordu. O zamana dek, bizim dışımızda, bizden
bağımsız, nesnel bir maddesel dünya olduğu genellikle benimsenmişti.
Berkeley’in dünyasının gülünç olduğu yeterince işlenmişti. Ama kuantum
kuramı, insanoğlunu yeni bir düşünceyle tanıştırıyordu: İnsanoğlu,
araştırdığı dünyanın bir parçasıdır ve araştırdığı dünyanın davranışlarını
ve boyutlarını etkiler!...
İnsanoğlu,
ufuklarını genişlettikçe Niels Bohr’un dediği gibi “büyük varolma
dramının hem seyircileri, hem de oyuncuları olduğumuz” gerçeğini daha
açıkça anlıyor. Böylece insan, kendi kendinin bilmecesidir.
Einstein, Alman
militarizmine ve savaşa karşı eleştirilerini yükseltti. İnsancıl ve barışçı
tutumunu yaşamının sonuna dek sürdürdü.
Einstein bundan sonraki çalışmalarını elektromanyetizma ile kütleçekimi
arasındaki ilişkilerin araştırılması üzerinde yoğunlaştırdı, ama onun
birleşik alan kuramı başarıya ulaşamadı.
1930' da ABD' deki
Californiya Teknoloji Enstitüsünde konuk profesör olarak bir yıl ders verdi.
1931' de Oxford
Üniversitesi’ne konuk profesör olarak çağrıldı. O hem bilimsel görüşlerini
hem de savaşa karşı tutumunu yaymaya çalıştı. 1932' de Einstein Savaş
Karşıtları Uluslarası Fonu’nu oluşturdu. Bu kuruluşla, Cenova' da toplanan
Dünya Silahsızlanma Konferansı’na (1932) kitlesel bir baskı yapmaya çalıştı.
Ama konferansın boş ve gülünç bir toplantıya dönüşmesi onda düş kırıklığı
yarattı. Bu dönemde Avusturyalı psikiyatrist Sigmund Freud ile insan
doğasındaki yıkıcılık; Hintli gizemci şair Rabindranath Tagore ile gerçeğin
doğası üzerine sık sık mektuplaştı.
1932' de yeniden
ABD' ye gitti. Ve 1933' te Almanya' da Hitler iktidara gelmişti. Almanya' ya
artık hiç dönmeyecekti. Aynı yıl, Princeton Üniversitesi Yüksek Araştırma
Enstitüsü' nde görev aldı ve yaşamının sonuna dek orada çalıştı. 1939
yılında Alman araştırmacıların uranyum atomunu parçaladıklarını öğrendi.
1940 yılında Amerikan vatandaşı oldu. Denetimli zincirleme tepkimenin
(nükleer fisyonun) gelecekte dev bir bomba yapımına yol açabileceğini
sezerek ABD başkanı Roosevelt' e bir uyarı mektubu yazdı. Ama bu mektubun
etkisiyle bombayı geliştirmek için kurulan projenin ve yapılan çalışmaların
hiçbir aşamasında görev almadı. Üstelik 1945'te Japonya'nın Hiroşima kentine
atılan atom bombasının bir daha kullanılmaması için tüm gücüyle çalıştı.
Einstein, ABD’ de
kendisini hiçbir zaman yurdunda hissetmedi. O, hep huzursuz oldu: Bir
defasında :
Yahudiler için
ben bir azizim
Amerikalılar
için bir gösteri parçası
İş arkadaşlarım
için bir şarlatan "
demişti. Einstein,
doğumda hiçbir seçimi olmadığını, fakat ölümünün kendi seçimi olabileceğini
biliyordu.
Ölümcül hastalığını
öğrendiği zaman ameliyat olmak istemedi ve yirminci yüzyılın en büyük
dehası, 18 Nisan 1955' te Amerika'da' ki evinde öldü. Başında bekleyen
hemşire onun Almanca olarak söylediği son sözlerini anlayamadı. Ne yazık!
Michele Besso, Einstein’in patent bürosundaki günlerinden tanıdığı
en eski arkadaşıydı. Bu iki arkadaş, elli yıl boyunca yazışmışlardı.
Einstein’in özel görecelilik konulu 1905 yılı yazısında teşekkür borçlu
olduğunu yazdığı tek şey onunla sohbetleriydi. Ne şeref! Einstein’in
arkadaşı onun ölümünden bir ay önce, İsviçre’de öldü. Einstein, Besso’nun
oğlu ve kız kardeşine, mutlak determinist dünya görüşünü ifade ederek
şunları yazmıştı: “ Şimdi o bu tuhaf dünyadan, biraz benden önde giderek
ayrıldı. Bu hiçbir şey demek değildir. Bizim gibi, fiziğe inan insanlar,
geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki ayırımın yalnızca inatçı ısrarlı
bir yanılsama olduğunu bilirler.”
Einstein 1935'te
EPR Deneyi diye anılan bir
düşünce deneyi ile kuantum kuramının tamamlanmamış olduğunu ileri
sürdü.Ömrünün son birkaç on yılını,kütle çekimi ile elektromanyetizmanın
biraraya getirildiği birleşik bir kuram için, başarısız bir araştırmaya
ayırdı.
Farklı Kaynaklardan
Einstein:
Albert Einstein, modern zamanların en ünlü bilim insanı... Uzay,
mekân ve zaman kavramlarını değiştiren bir fizikçi. Dağınık saçları ve
çorapsız giydiği ayakkabılarıyla hep göze batan bu çok yönlü bilim
insanının gizli kalmış dünyasında yolculuğa başlıyoruz...
Einstein, 1879 yılında Güney Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi.
Babası küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi; annesi ise, klasik
müziğe meraklı, eğitimli bir ev hanımıydı. Konuşmaya geç başlaması ve
içine kapanık bir çocuk olması, ailesini tedirginliğe düşürmüşse de,
sonraki yıllarda bu korkularının gereksizliği anlaşılacaktı. Giderek
meraklı, hayal gücü zengin bir çocuk olarak büyüyordu.
Okulu hiçbir zaman sevemedi. Gerçekten de, genç Einstein'ın ileride
ortaya çıkacak dehasının temelleri, kendisinin de sonradan belirttiği
gibi, okulda değil başka yerlerde atılmıştı: "Çocukluğumda yaşadığım
iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşında iken amcamın armağanı
pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklit
geometrisi.Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir
kimsenin, ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç
beklenmemelidir!" 1955'te Princeton’da hayata gözlerini yumana
kadar bilim dünyasına çok şey kattı. 1916'da yayımladığı "Genel
Görelilik Kuramı", 1921'de "fotoelektrik etki ve kuramsal fizik
alanında çalışmalarıyla aldığı Nobel Fizik Ödülü, dahinin en önemli
başarılarından sadece ikisi ya bilinmeyen dünyası.
Einstein ve X-files. Öteki bilim insanlarının aksine, X-files adı
verilen normal üstü konulara çok meraklıydı. 1920'li yıllarda, fizik
üzerine amatör araştırmalar yapan Amerikalı yazar Upton Sinclair'ın,
telepatiyi konu alan "Zihinsel Radyo" (Mental Radio) adlı kitabına
önsöz yazmıştı. Einstein, Sinclair'ın "altıncı his" ile ilgili
kanıtlarının göz ardı edilemeyeceğine inanıyordu. Hatta, insanların
telepatik yollarla iletişim kurabileceklerini de açıklamıştı. Bu
savlarını, zihinsel yeteneklerini geliştirmek için katıldığı
seanslara, yani kişisel deneyimlerine dayandırıyordu. 1930'da, Alman
Otto Reiman'ın düzenlediği ruhsal testlere katıldı. Reiman, insanların
yazı örnekleri üzerinde parmaklarını gezdirerek onların kişiliklerini
analiz edebileceğini ileri sürüyordu. Sürekli tekrar-lanan başarısına
rağmen, Einstein "soğuk okuma" denilen bu yönteme sıcak bakmadı. Bunun
yanı sıra, ruhlarla ilişkiye girdiklerini belirten medyumlara hiçbir
zaman inanmadı.
Einstein'ın ününü kurtaran kötü hava koşulunun öyküsü, satır
aralarından kalma. Görelilik teorisinin en dramatik öngörülerinden
biri de, geniş bir plastik tabakanın gülleyle kıvrılması gibi,
uzay-zaman madde adacıklarının bulunduğu çevrede uzayın eğriselleşmesi
(veya kıvrılması) ilkesiydi. Einstein 1912'de, bu görüşünü kanıtlamak
için bir deney yapmaya karar verdi.
Gökyüzünün aynı bölümündeki yıldızların Güneş gibi, az da olsa yer
değiştirdiğini ve yıldızların yaydığı ışıkların, Güneş'in büyük
hacmiyle eğriselleşmiş uzay-zamanın dış hattını izlediğini kanıtlamak
istiyordu. Bu yer değiştirme, Ay'ın Güneş'i kapattığı Güneş tutulması
sırasında ölçülebilirdi. Yer değiştirmenin boyunu ölçtü, çok küçük bir
açıyla gerçekleşiyordu. Einstein'ın deneyinin doğru olup olmadığını
kontrol etmek isteyen bilim adamları, Güneş tutulması sırasında
yıldızları gözlemlemeye koyuldular. Ancak, tüm çabalarına rağmen kötü
hava koşulları ve savaş nedeniyle bunu gerçekleştiremediler. Aslında
bu durum Einstein için şans sayılabilir. Çünkü, 1915'te ilk
hesaplamasının yanlış olduğunu fark etti.
Yer değiştirme düşündüğünden ve hesapladığından iki kat fazla oranda
gerçekleşiyordu. 1919'da, bilim adamları, Brezilya'dan ve Afrika
sahillerinden tam Güneş tutulmasını izleme fırsatı buldular. Ve, ileri
sürdüklerinin tamamen doğru olduğunu gördüler.
O ve evrensel hatası..Einstein'ın "Hayatımın en büyük hatası" şeklinde
tanımladığı olaylar zincirinin kökeni 1917'ye, Görelilik Kuramı
üzerine çalıştığı yıla uzanıyor. O dönemde, bilim insanları evrenin
sonsuz ve değişmez olduğunu kabul etmişlerdi. Einstein'ı yılgınlığa
düşüren ise, yeni bulduğu denklemlerin hep hareketli bir evreni
desteklemesiydi. Dolayısıyla, kendisini pek çok öğrencinin yaptığı
gibi davranmak zorunda hissetti ve evrenin sabitliğini korumak için,
denklemlerine "lambda faktörü"nü kattı. Her şeye rağmen, 1927'de
ABD'li astronom Edwin Hubble, evrenin gerçekte genişlediğini ilan
etmişti.
Einstein bunun üzerine, ilk baştaki özgün denklemine dönerse, evrenin
genişlemesini açıklayabileceğini anladı. Ve bir daha kullanmamak üzere
lambda faktörünü denkleminden çıkarttı. Ancak, çok geçmeden
astronomlar lambda faktörü gibi unsurların varlığına; hatta, evrenin
büyümesini hızlandırdığına ilişkin kanıtlar buldular. İşte,
Einstein'ın en büyük yanılgısı, lambda faktörünün bir yanılgı olduğunu
düşünmesiydi.
Einstein aslında E=mc2'ye inanmıyor muydu? Einstein, göreliliği
kullanarak kütlenin (m), yüksek değerdeki enerjiye (E) eşitliğini
kavradı; kesin değere ışık hızının karesi (c2) ile ulaşılıyordu. Bu
uluslararası sistem birimiyle (SI unit), 1017 çok yüksek bir değeri
karşılıyordu ve maddenin her kilogramda, nükleer santralin bir yılda
ürettiğine eşit enerji yayması anlamına geliyordu.
Akıllara durgunluk veren bu fikrin uygulamaya geçirilmesine Einstein
bile inanmıyordu. Hatta 1905 yılında yazdığı, buluşunun kökenini
oluşturan tezin başlığını soru işaretiyle atmıştı: "İnsan vücudunun
ataleti, enerji doygunluğuna mı bağlı?" 1934'ün sonlarında bile,
denklemini "atomu ayrıştırarak" enerji elde etmek için kullanma
düşüncesini gözden kaçırıyordu. Yanlış yolda olduğu 4 yıl sonra
kanıtlandı. Alman bilim adamı Otto Hahn ve meslektaşları uranyumun
atomlarını ayrıştırdı.
Bu, nükleer güç ve silahlara doğru atılan bir adımdı. Einstein,
hatasını anlayınca hemen harekete geçti. 1939'da ABD başkanı Franklin
Roosevelt'e bir mektup yazarak, Naziler'in nük-leer silahları
geliştirebileceği uyarısında bulundu. Bu mektup, müttefiklerin ilk
atom bombasını yapmalarında önemli rol oynadı.
Bazı sözler...
"Neden beni hiç kimse anlamıyor, ama herkes beni seviyor?"
Bir söyleşiden
12 Mart 1944
"Görelilik kuramım başarıyla kanıtlanırsa Almanya benim bir Alman
olduğumu iddia edecek. Fransa ise dünya vatandaşı olduğumu
açıklayacaktır. Kuramım gerçek dışı çıktığında ise, Fransa bir Alman
olduğumu söyleyecek. Almanya ise bir Yahudi olduğumu açıklayacaktır."
Fransız Felsefe Cemiyeti konferansından
6 Nisan 1922
"Ben gelecek için hiç bir endişe duymadım. O yeterince hızl geliyor."
Aforizma Einstein Arşivi
1944-45
Einstein, komünistlikle ve ajanlıkla da suçlandı.E=mc2 denkleminin
fikir babası olmasına rağmen, hiçbir zaman Manhattan Projesi (ABD'nin
gizli atom bombası yapma planı) içinde yer almadı. Amerikalı tarihçi
Richard Schwartz'ın 1983 yılında açıkladığı belgeler, Einstein'ın
neden ajanlıkla suçlandığını ortaya koyuyor. Öldüğü yıl olan 1955'te
FBI'ın hakkında yürüttüğü araştırma dosyaları 1.500 sayfayı bulmuştu.
Bu dosyaların çoğunda, komünistlerle bağlantılar kurmak ve
Almanya'daki evini haberleşme merkezi olarak kullanmaktan
suçlanıyordu.
İddiaların somut dayanakları var mıydı? 1930'lu yıllarda Einstein,
emperyalizm karşıtı eylemler yapan ve ulusal ba-ğımsızlığı savunan sol
eğilimli bir örgütün onursal başkanıydı. Aynı zamanda, komünist
ajanlar Hilaire Noulans ile eşinin saklanmasına yardımcı olmuştu. Tüm
bunlara rağmen, Sovyetler Birliği'ni eleştirdiği pek çok kamuoyu
açıklaması yaptı ve Yahudiler'e karşı tavırlarından dolayı onlar için
çalışmayı reddetti.
Ölüm ışınını keşfetmiş miydi? FBI raporlarında geçen en ilginç
konulardan biri de, çok büyük güce sahip bir ışın makinesi icat ettiği
iddiasıydı. İddia az da olsa gerçeğe dayanıyordu. Soruşturma, 1940'ın
Aralık ayında yayılan dedikodularla başladı. Einstein'ın arkadaşı
Gustav Bucky'nin komşusu, Einstein ve Bucky'nin Manhat-tan'daki geçici
laboratuvarda "ölüm ışını makinesi" üzerinde çalıştıklarını ileri
sürmüştü.
Yetkililer, laboratuvarda makineyle ilgili hiçbir ipucuna
rastlayamadılar. Ancak laboratuvar yıkılmıştı, dolayısıyla bu durumdan
kuşkulanmışlardı. Gerçekten de Einstein, ölüm ışınını farkında olmadan
keşfetmişti; ama, bu iddialardan çok önce. 1916 yılında, atomdaki
elektronların, yüksek enerji seviyesine sıçradığında, enerjilerini tek
frekanslı ışık atılımı şeklinde serbest bırakarak bir araya
toplandıklarını gösterdi. Bu ışın demeti incelendiğinde, barındırdığı
yoğun gücün bir metali bile kesebileceği anlaşıldı. Bu araştırması,
günümüzde kullanılan ölüm ışını, laserin atası kabul ediliyor.
Teori üretmesinin yanında, sıkı bir kâşifti de. 1925'te bir gün,
buzdolabından sızan ölümcül soğutucu gaz nedeniyle yaşamını kaybeden
bir ailenin haberini okudu. Endüstri kimyagerleri henüz güvenli
soğutucu gazını bulamamıştı. Bunun üzerine Einstein, fizikçi arkadaşı
Leo Szilard'la bir ekip oluşturarak daha güvenli buzdolabını
tasarlamaya koyuldular. Sonuç dahiyaneydi: Sodyum ve potasyum
karışımını borulara pompalamak için elektromanyetik alanı kullanan ve
sıvıya dönüşmeden önce dondurucu kimyasal maddeyi sıkıştıran bir
tasarım.
Dondurucu madde buzdolabının içinde dolanırken ısınıyor, tekrar gaz
haline dönüşüyor ve buzdolabı içindeki sıcaklığı alıyordu. Hiçbir
mekanik parça gerektirmediğinden, tehlikeli kimyasal madde, borular
içinde güvenli bir şekilde dolaşıyordu. Einstein ile Szilard bir başka
buluşa daha imza attılar (musluk suyunun gücünü kullanarak günlük
kullanım suyunu soğutan cihazı ekleyerek) ve bu soğutucunun patentini
Electrolux'e sattılar. Ancak, buzdolabı ticari amaçla satışa
sunulmadı. Kimyagerler daha sonra, güvenli soğutucu freonu (ozon
tabakasına zarar verdiği ileri sürüldü) geliştirdiler.
Einstein, Tanrı ile kumar oynadı ve kaybetti. Mimarlarından biri
olmasına karşın, atomaltı parçacıkları yönlendiren kurallar biçiminde
tanımlanan "kuvantum teorisi"ni hiçbir zaman tam olarak benimsemedi.
Parçacıkların nasıl hareket ettiğine ilişkin bilginin her zaman
belirsiz kalacağını ileri süren görüşü reddetti. Onun yerine, kuvantum
teorisinin döneme ait bir açıklama olduğunu ve bir gün belirsizliği
ortadan kaldırılacak yeni bir teorinin bulunacağına inandı. Bu konuda
en önemli sözlerinden biri "Tanrı'nın evrenle kumar oynadığına
inanamam." oldu. Einstein'ın kuvantum teorisi ile ilgili görüşleri
yıllarca sadece öngörü şeklinde kaldı. Dahası, kimse yanlışlığını
ileri süremedi.
Ancak, 1964'te İskoç fizikçi John Bell, onun "Tanrı ve kumar"
ifadesini test edebilecek matematik kuramını buldu. Deney, Alain
Aspect ve ekibi tarafından 1982'de Paris'te yapıldı. Ekip, özel optik
araçlar içinde yol alan fotonların özellikleri üstünde çalışarak,
Einstein'ın belirsizlik hakkında söylediklerini ve dahası, hiçbir
şeyin ışıktan daha hızlı yol alamayacağı savının tersini kanıtladılar.
Fizikçiler, ileri sürülen teorilerin hangisinin doğru olduğunu
tartışıyor.
Genel Görelilik
Kuramı / Kuram ve Teoriler / Bilim
Genel Görelilik Kuramı Einstein’ın en büyük
başarısı idi; klasik, deterministik dünya görüşünün gününü dolduruşunu
temsil ediyordu. Einstein, uzay, zaman ve madde fikirlerini modern
biçimlerine getirerek Newton fiziğinin ötesine giderken, fiziğin çerçevesi
tamamen deterministik idi. Newton evreninin büyük saati Einstein tarafından
değiştirilmişti -çarklar ve bölümler farklıydı- fakat, Einstein saatin
hareketinin hala sonsuz geçmiş ve gelecekte tamamen önceden belirli olduğu
konusunda Newton ile anlaşıyordu.
Genel Görelilik Kuramı Nasıl Geliştirildi?
Genel Görelilik Kuramı'nı bir tek kişinin yaratmış olduğuna inanmak zordur.
Kuram, uzay, zaman, enerji, madde ve geometriyi muazzam bir ufku ve anlamı
olan uyumlu bir bütün halinde birleştirmektedir.
Einstein, Zürih’te iken ve Berlin’deki ilk yıllarında, fizikte pozitivizmin
büyük savunucusu olan filozof fizikçi Ernst Mach’ın entellektüel etkisi
altında kalmıştı.
Mach, kuramsal fizikçilerin, fizikte deneysel işlemlerle kesin, doğrudan bir
anlam kazandırılamayan herhangi bir fikir kullanmamaları gerektiğini
düşünüyordu. Deneysel dünyayla ilgisi olmayan fikirler, fiziksel kuram için
yüzeysel olarak değerlendiriliyordu. Mach’ın yöntemi yeni fiziğin
gelişiminde önder bir kuvvet oldu.
Einstein, bu yöntemin ustasıydı. Einstein’ın uzay ve zaman tanımlarını
hatırlayın: uzay bir ölçü çubuğu ile ölçtüğümüz şeydir. Ölçme işine doğrudan
başvuran bu tanımlar, uzay ve zaman kavramlarının yüzyıllardır taşımış
oldukları tüm aşırı felsefi bagajı kesip attılar. Pozitivist, yalnızca,
ölçme gibi doğrudan işlemler yoluyla bildiğimiz şeylerden söz etmekte ısrar
eder. Fiziksel gerçeklik, kafalarımızdaki fantezilerle değil, fiili deneysel
işlemlerle tanımlanır.
Ancak Einstein, Berlin’e yerleştikten sonra, katı pozitivist tutumdan
uzaklaştı ve bu durum, kısmen, iş arkadaşı Planck’ın ikna edici tezlerinin
sonucunda oldu. Aynı zamanda Einstein’in Genel Görelilik Kuramı konusundaki
başarısı ve ona ulaşmak için kullanmış olduğu düşünce yöntemi, onu katı
pozitivist yöntemin sınırlılıkları konusunda ikna etti.
Einstein bir pozitivist olarak kalmış olsaydı, genel Görelilik Kuramı'nı
keşfetmiş olup olmayacağı şüphelidir. Einstein daha sonra, kendisinin
Berlin'de patent ofisinde çalıştığı günlerden arkadaşı olan filozof Maurice
Solovine’e yazdığı bir mektupta, kendi yöntemini anlattı. Bu yöntem
Einstein’ın önerme yöntemi olarak isimlendirilebilir.
Genişleyen Evren'in Gözlenmesi
Einstein, genel Görelilik Kuramı'nı, Evren'in bütününe uyguladı. Sonlu ve
sınırsız bir Evren modeli kurdu ve bunun matematiksel yapısını geliştirdi.
Amerikalı astronom Edwin Powell Hubble (1889-1953), 1920'li yıllarda
Evren'in yaşı, oluşumu ve dağılımı konusunda çalışmaları başlatan bilim
adamı.
Hubble, 1929'da yaptığı gözlemlerle uzak gökadalarının ışığının kırmızıya
kaydığını, buradan kalkarak da bunların Dünya'dan uzaklaştığını ortaya
koydu. Evren genişliyordu. Oysa Einstein'in evreni durağandı.
Kuram, büyük kütlelerin yakınından geçen ışık ışınlarının kütleçekim
alanının etkisiyle eğileceğini, bu nedenle de uzak bir yıldızın ışığının
Güneş'in kenarından geçerken yapacağı sapmanın hesaplanabileceğini
öngörüyordu. Birinci Dünya Savaşı ve kötü hava koşulları, ilk gözlemin
yapılmasını engelledi. Kuram'ın ilk genel kanıtları iki İngiliz bilim
adamından geldi: 29 Mayıs 1919'da Güney Afrika'da (Gine Körfezi'ndeki bir
adada) ve Brezilya'da gözlenen Güneş tutulmaları sırasında elde edildi.
Sonuçlar tam Genel Görelilik Kuramı'nı kanıtlayacakken, iki ayrı yerin
sonuçları birbirine ters düşüyordu. Daha sonraları da gözlemler ve deneyler,
onu doğrulamaya devam etti. 1922'de Güney Afrika ve Brezilya'dan alınan
verilerin farklı souçlar vermesi üzerine Lick Gözlemevi'nin yöneticisi
William W. Campbell, bir sonraki tutulmayı izlemek için Avustralya'ya gitti.
Tutulma, yaklaşık beş dakika izlenebildiği için "Naif yıldızlarda
kaydedilebilecek; böylece Güneş'e yakın gözlenebilir yıldızların sayısı
artacaktı" diye açıklama yapıyor Osterbrook ve "gözlem yapanlar 'etkiyi
ölçmek için daha iyi bir şans'elde edecekler" diyor.
12 Nisan 1923'te, Campbell, yıldızların görüntülerinin yerleşimleri iki
durum için, yani tutulma ve gerçek gece durumundaki yıldızların farklılık
gösterdiğini keşfetti. " Einstein'in tahminleriyle karşılaştırıldığında
Güneş kenarındaki yıldız ışıkları 1.75 saniyelik bir açıyla saptırılıyor
olması, verilen Görelilik Kuramı'na yaklaşabildiğinin bir kanıtıdır"
diyordu.
Garip ama, Campbell, kendisini göreli bir Evren'de bulmak istemiyordu.
"Tanrım umarım doğru değildir" diyordu. Einstein, tabii ki, göreliliği
Evren'in normu olarak görüyordu. Doğrusu Kuram'ın doğruluğu kanıtlandığında
"Ama ben zaten Kuram'ın doğru olduğunu biliyordum" diyecekti öğrencisi
Schneider'a.
Schneider, Einstein'"eğer tutulmalar, Kuram'ı doğrulamasaydı ne olurdu" diye
sorduğunda Einstein " O zaman Tanrı'dan özür dileyerek, Kuram doğru derdim"
diyordu.
Genel Görelilik ve Evren Modelleri
Roger Penrose: "Sizlere Einstein’in kütleçekim kuramının temel yapıtaşlarını
hatırlatmak istiyorum. Temel yapıtaşlarından birisi Galilei’nin Eşdeğerlik
İlkesi adıyla bilinir. Galilei Piza Kulesi’nin tepesinden biri büyük biri
küçük iki taş bırakıyor. Bu deneyi gerçekten gerçekleştirmiş olsa da olmasa
da, kendisi, hava direncinin yarattığı etkiyi görmezden gelmek koşuluyla,
her iki taşın da yere aynı anda çarpması gerektiğini gayet iyi anlamıştı.
Eğer bu taşlar beraberce aşağı doğru düşerlerken bir tanesinin üstüne oturup
diğerini seyretme imkanınız olsaydı, onu önünüzde, havada asılı bir halde
dururken görecektiniz. Uzay seyahatlerinin yapıldığı günümüzde buna benzer
durumlara fazlasıyla alışığız.
Einstein’in Kuramı, bize yerçekimin ortadan kalktığını değil, yerçekimi
kuvvetinin ortadan kalktığını söylemektedir. Geriye bir tek şey kalıyor, o
da kütle çekiminin yarattığı gelgit etkisi.
Bu etkiye gel git etkisi denmesinin çok makul bir nedeni vardır. Eğer
Yerküre’yi Ay’la, parçacıklardan oluşan küre biçimindeki kabuğu da,
okyanusların kapladığı Yerküre ile değiştirecek olursanız, o zaman, Ay’ın
okyanusların yüzeyi üzerinde Yerküre’nin parçacıklardan oluşan küresel
kabuğa uyguladığı etkiye benzer bir kütleçekim etkisi yarattığını görüyoruz.
Ay’a yakın konumda bulunan deniz yüzeyi, Ay’a doğru çekilirken, Yerküre’nin
arka yüzünde kalan denizler adeta uzağa doğru itilirler. Deniz yüzeyinin
Yerküre’nin her iki tarafında bel vermesinden ve denizde her gün iki kez
oluan yükselmeden bu etki sorumludur.
Einstein’in Genel Görelilik Kuramı'nı keşfinin öyküsü, kıssadan hisse önemli
bir ders içermektedir. Bir bütün halinde ilk formülleştirildiği tarih
1915'tir. Herhangi bir gözlemsel ihtiyaç sonucunda değil, birtakım estetik
geometrik ve fiziksel kaygıların güdüsüyle geliştirilmişti. Temel
yapıtaşlarını, farklı kütlelere sahip taş parçalarının aşağı bırakılması
nedeniyle örneklenen Galilei’nin Eşdeğerlik İlkesi ve uzay-zaman eğriliğini
tanımlamada doğal bir yol olan Öklit-dışı geometrilerin kendine esas aldığı
fikirler oluşturmaktaydı. 1915'lerde yapılan gözlemsel çalışmaların bu
konuyla pek bir ilgisi yoktu.
Genel Göreliliğin Öngörüleri ve Test Edilmeleri
Genel Görelilik, son biçimi ile formülleştirildiğinde, Kuram'ın kilit
noktasında gözleme dayalı üç adet sınamaya yer verdiği görüldü.
Birincisi: Merkür Gezegeni'nin yörüngesinin günberi noktası yer
değiştirmekte ve diğer gezegenlerin etkileri hesaba katılsa dahi, Newtoncu
kütleçekim etkileşimleri ile açıklanamayan bir dönüş hareketi yapmaktadır.
Genel Görelilik, bu kaymayı olağanüstü bir şekilde öngörmekte ve
açıklamaktadır.
İkincisi: Işık ışınlarının izledikleri yollar, Güneş'e yaklaştıkça Güneş'e
doğru eğrilir (bükülür). Bu da 1919'daki Güneş tutulmasını gözlemlemek
amacıyla Arthur Eddington’un başkanlığında gerçekleştirilen ünlü yolculuğun
gerçekleştirilme sebebidir. Eddington, yaptığı gözlemler sonunda Einstein’in
öngörüsünü destekleyen sonuçlar elde etmiştir.
Üçüncüsü: Kuram, bir kütle çekim etkisi altında saatlerin daha yavaş
işleyeceğini öngörmekteydi. Yani yere yakın konumda bulunan bir saat, bir
kulenin tepesinde bulunan bir saate göre daha yavaş çalışmalıydı. Bu etkinin
de deneysel olarak ölçümü yapılmıştır. Oysa bütün bunlar, o kadar da
etkiliyici testler/sınamalar sayılmaz. Çünkü söz konusu bu etkiler her zaman
hem çok küçüktür, hem de aynı sonuçlar pekala başka kuramlar tarafından da
öngörülebilirdi.
Şimdilerde ise durum artık dramatik ölçüde değişmiştir. Yaptıkları son
derece olağanüstü bir dizi gözlemden dolayı Hulse ve Taylor 1993 yılında
Nobel Ödülü’nü aldılar.
Bir de Genel Görelilik’e özgü olan ve Newtoncu kütleçekim kuramında hiç mi
hiç bulunmayan bir başka özellik vardır. Buna göre, birbiri etrafında dönme
hareketi yapan cisimler, kütleçekim dalgaları halında enerji yayar. Bunlar
ışık dalgalarını andırsalar da, aslında elektromanyetik alan içinde değil,
uzay-zaman içinde oluşan dalgalanmalardır.
Bu dalgalar, sistemden sürekli olarak enerji çeker. Enerjinin çekilme hızı,
Einstein’in kuramına başvurularak kesin olarak hesaplanabilir. İkili nötron
yıldızı sistemindeki enerji kaybının bu yolla hesaplanan hızı, yapılan
gözlemlerle tastamam uyuşuyor. Bu durum, son yirmi yılı aşkın süredir
yapılan gözlemlerce, bu nötron yıldızlarının yörünge periyotlarında ortaya
çıkan hızlanmaya ilişkin ölçüm sonuçlarında görülmektedir.
Sözkonusu sinyallere ilişkin zamanlama öyle şaşmaz bir doğrulukla
saptanmaktadır ki, son yirmli yılı aşkın bir süre boyunca kuramın bilinen
doğruluk derecesinin on üzeri ondörtte bir dolaylarında olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bu, Genel Görelilik’i bilim tarihi boyunca en duyarlı biçimde
sınanan kuram olma konumuna getirmektedir.
Bu öyküde kıssadan hisse bir ders var. Einstein’ı, ömrünün sekiz yılını ya
da belki daha fazlasını harcayarak Genel Kuramı geliştirmeye motive eden
etkenler, gözlem ve deney sonuçları değildi. İnsanlar zaman zaman şu sözleri
dile getirmektedirler:
"Aslında, fizikçiler elde ettikleri deney sonuçları çerçevesinde biçimsel
bir düzen arayışı içerisine girerler ve birgün gelir bu sonuçlarla
uyuşabilecek zarafette bir kurama ulaşırlar. Bu, fizik ile matematiğin
birbirleriyle neden bu kadar iyi geçindiklerini açıklamaya yeterli olsa
gerek".
Oysa sözünü ettiğimiz durumda işler hiç de bu şekilde yürümedi. Kuram, özgün
biçimiyle hiçcbir motive edici gözlem bulgusuna dayanmadan geliştirildi ve
ortaya matematiksel açıdan çok zarif ve fiziksel açıdan da son derece iyi
motiflenmiş bir kuram çıktı. Buradaki ana fikir şudur: matematiksel yapı
zaten Doğa’nın kendisinde mevcuttur ve kuram asılnda uzayda ait olduğu yerde
durmaktadır; bu, herhangi birinin Doğa’ya zorla dayattığı bir şey değildir.
Bu, bu bölümde esas alınan ana noktalardan bir tanesidir. Einstein, zaten
yerli yerinde duran bir şeyi açık seçik hale getirmiş oldu. Üstelik,
keşfettiği fizik öylesine bir fizik değil, Doğa’da en temelden sahip
olduğumuz bir şey:uzayın ve zamanın doğası.
Genel Görelilik'te, fizik dünyasının sergilediği davranışların temelerini
gerçekten de olağanüstü kesin derecede kesin bir biçimde belirleyen bir
yapıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Gerçi Doğa’nın ne yönde davrandığına
dikkat etmenin önemi açıkça ortada ise de, dünyamızın sözü edilen temel
özellikleri çoğunlukla bu yolla keşfedilmemektedir.
Yalnız bu aşamada bütün diğer nedenler açısından cazip görünen, gelgelelim
gerçeklerle uyuşmayan kuramlar yumurtlamamaya dikkat edilmelidir. Oysa
burada elemizde, gerçeklerle fevkalede şaşmaz bir biçimde uyuşan bir kuram
bulunmaktadır. Kuram'ın içerdiği doğruluk derecesi, Newtoncu Kuram'ın
erişebildiği basamak sayısının iki katıdır.
Bir başka deyişle, Newtoncu Kuram'ın duyarlılığı on milyonda birlik bir
doğruluk derecesinde iken, Genel Göelilik için bu oranın on üzeri ondörtte
bir olduğu bilinmektedir. Bir kuramdan ötekine sağlanan iyileşme, Newton’un
kendi kuramının içerdiği doğruluk derecesinde 17. yy’dan bugüne dek geçen
zaman içinde görülen artış mertebesindedir. Newton, kendi kuramının binde
birlik bir duyarlılıkla doğru olduğunu bilmekteydi; şimdi ise bu
duyarlılığın on milyonda bir olduğu bilinmektedir.
1916 YILINDA EINSTEIN TARAFINDAN AÇIKLANAN GENEL GÖRELİLİK KURAMIYLA
UZAY VE UZAYDAKİ CİSİMLER ARASINDAKİ İLİŞKİ KÖKLÜ BİR DEĞİŞİKLİĞE
UĞRADI.
İkizler paradoksundaki asıl problem, füzeyle giden ikizin belirli bir
anda geri dönmüş olduğunun unutulmuş olmasıdır; zira ikizler tekrar
Dünya'da buluşmuşlardır, oysa geri dönmek yavaşlamayı ve/veya yön
değiştirmeyi gerektirir; demek ki füzedeki ikiz her zaman düzgün
doğrusal hareket (DDH) yapmamış, yönünü değiştirmiştir. Daha önce de
belirtildiği gibi Einsteni'in özel görelilik kuramının sonuçları ancak
birbirlerine göre herhangi bir bağıl ivmesi olmayan düzgün öteleme
durumundaki sistemler için geçerlidir. Demek ki bir paradokstan çok
bir mantık hatası söz konusudur.
Birbirlerine göre düzgün öteleme halinde olan referans sistemlerine
uygulanan bu özel kuram, 1910'lı yıllarda Albert Einstein'ın zihnini
meşgul ediyordu. Mantıksal olarak doğa yasalarının, bunları betimlemek
için seçilen bakış açısı ne olursa olsun her zaman aynı olması
gerekiyordu. Bu yasaların yalnızca birbirine göre düzgün öteleme
halinde olan referans sistemleri için değişmez olduğunu söylemek de
keyfi bir yaklaşım gibi görünüyordu. Görelilik kuramını genelleştirmek
mümkün olamaz mıydı?
Einstein'ın zihnini meşgul eden bir başka sorun daha vardı. Henüz
açıklanmamış olsa bile, Newton'dan bu yana cismin harekete karşı koyan
eylemsizlik kütlesiyle başka cisimlerce çekilmesini sağlayan
kütleçekimsel kütlesinin aynı olduğu biliniyordu. Bu sorun
güncelliğini hâla korumaktadır ve bu eşitliğin doğrulanmasına yönelik
yüksek duyarlıklı deneyler yapılmaktadır.
İşte bu sorunu araştıran Albert Einstein, kendisinin de dediği gibi
hayatın en mutlu düşüncesi'ni buldu. Madem ki çekim kütlesiyle
eylemsizlik kütlesi eşitti, bu durum eylemsizlikle kütle çekiminin iki
ayrı bakış açısından yorumlanan bir ve aynı olgu olduğunu kanıtlamaz
mıydı? Bu temel üzerine Einstein, uzay ve zaman kavramlarımızı bir
defa daha değiştirmemize yol açacak karmaşık bir matematiksel kuram
geliştirdi: Uzay, üzerinde cisimlerin herhangi bir etkide bulunmadığı
boş bir toplanma mekanı değildi; kütlelerin etkisiyle değişikliğe
uğruyordu. Her cisim bir çeşit uzay-zaman oyuğu içinde yuvalanıyordu
ve bu, cismin kütlesi arttıkça daha belirgin bir hale geliyordu.
Bugüne kadar genel göreliliğin geçerliliği deneysel olarak hiçbir
şekilde olumsuzlanamamıştır. Dahası ikili pulsarlar ve kara delikler
gibi bazı gök cisimlerinin incelenmesi genel görelilik kuramına
giderek daha fazla haklılık kazandırmaktadır.
Kaynaklar: Thema Ansiklopedisi ve iç dinamikler
Başka bir kaynaktan yine Einsten:
“Okula
gitmem neden gerekiyor babacığım?..”
Sert görünüşlü baba, sekiz yaşındaki
oğlunu tepeden süzdü.
“Albert, kara cahil biri olarak mı
büyümek istiyorsun yoksa?..”
“Kara cahil de ne demek?..”
İyi döşenmiş geniş salonun öbür ucundan
bir kahkaha yükseldi. Baba ile oğul birlikte, büyük piyano başındaki anneye
döndüler.
“Ah Hermancığım, bilmiyor
musun, o oyunda Albert’le başa çıkamayacağını?”
“Doğrusunu istersen ne demek
istediğini anlayamıyorum”
diye kekeledi kocası.
Eski bir Macar halk şarkısını çalmayı sürdüren Bayan Einstein,
“Haydi, haydi bilmezlikten
gelme, bilmiyor muyum sanki, Albert’i soru sormaktan vazgeçirmek için,
sorusuna soruyla yanıt vermek taktiğini! Ama görüyorsun ya, yürümüyor!”dedi.
Albert seğirterek annesinin yanına gitti ; tuşlar üzerinde kayan usta
parmaklar ona bir anda ne sorduğunu unutturmuştu. Piyano şarkı söylüyordu
adeta! İki tuşa sertçe vurarak çalmasını noktalayan anne, taburesinde
döndü, oğlunu kolları arasına aldı. Çocuğun koyu gür dalgalı saçlarının
üstünden kocasına gülümsedi ;
“Görüyorsun ya, Albert’i soru sormaktan
alıkoymanın bir yolu var; benim müziğim!”
Baba da gülümsedi, bir şey demeye
kalmadan, oğlan annesinin kucağında dönerek,
“Soru sormak kötü bir şey mi?” diye
sordu.
Bu kez gülme sırası babasındaydı ;
“İşte bu da sana! Boşuna övünme, senin
müziğinin de onu durduracağı yok.”
Anne kocasını duymazlıktan gelerek,
oğluna döndü ;
“Soru sormanın hiçbir kötü yanı yok
tatlım. Yeter ki soruların karşındakini küçük düşürmeye, ya da kırmaya
yönelik olmasın!.”
“Ama ben öyle bir şey yapmıyorum anneciğim. Bilmediğim o kadar çok şey var
ki, sorarak öğrenmek istiyorum, her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Anne gururla gülümsedi ; baba ise biraz
duraksamalı,
“Peki, dediğin gibi gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsan yavrum, okula
neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul, soruların yanıtlandığı
yer değil midir?” diye araya
girdi.
“Değildir babacığım!”
dedi çocuk. “Yanıtlamak şöyle dursun, soru bile sordurmuyorlar insana.
Okuldan hoşlanmıyorum. Hapishanedeymişim gibi sanki. Öğretmenler
gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gidip gelen gardiyanlar!”
Karı koca tedirgin gözlerle bakıştılar. Albert’in bu suçlamalarına ne
diyebilirlerdi ki!...
İşte her şeyi sorgulayan bu çocuk,
ileride büyük bilimsel atılımların yanı sıra özentisiz, erdemli bilge
kişiliğiyle de tüm dünyanın ilgi odağı olacaktı.
Albert Einstein, Almanya’nın Ulm
kentinde dünyaya geldi. Musevi kökenli ailesi, kültürel etkinliklerle zengin
bir yaşam içindeyken, onun ilk yıllardaki gelişimi kaygı vericiydi. İçine
kapanık, arkadaşlarının arasına katılmaktan hoşlanmayan bu çocuk, özellikle
konuşmasındaki gecikmeyle aileyi telaşa düşürmüştü. Mühendis amcasının yakın
ilgisi olmasa, öğreniminden tümüyle vazgeçecekti. Ama, özellikle, Geometri
ilgisini çekmişti.
Daha sonraları; “Geometrinin büyüsüne
girmeyen kimsenin, kuramsal bilimde atılım yapması beklenmemeli” diyordu.
Takvimler 1905 yılını gösteriyordu ;
Bern’de imtiyazlar dairesinde görevli
bir genç adam vardı. Henüz yirmi altı yaşındaydı...
“Albert” diye çağırırlardı onu...
Zorluklarla geçen tahsil hayatı geride
kaldığında, hayata bakış açısıyla dünya çapında bir şöhrete ulaşmıştı.
“Sayın Einstein...” diye hitap edilmeye başlandı...
“Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut
değildir. Bizim mekânda idrak ettiğimiz nesneler, aslında mevcudatın öz
yapısından dış yapısına, yahut, dış yapısından öz yapısına doğru dizilme
içinde bir bütündür ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine
göre kıyaslama metodundan başka bir şey değildir...”
şeklindeki ifadeleri, yerleşik düşünceleri alt üst etmişti.“Gördüğümüz
objelerin, enerjinin yoğunlaşmış hali” olduğunu açıklaması, yüzyıllar
boyunca klasik fizikte kabul gören, maddenin, yapı taşlarının
birleşimiyle meydana geldiği anlayışını çürüttü. Görülen
nesnelerin, kütlesel yapılarının olmadığı ortaya çıktı. Madde, aslında
enerjinin bir yoğunlaşma biçimiydi. Değişim tarzı ile formüle edilen
enerjinin
madde skalasındaki görüntüsü, görme aracına
bağlıydı.
Aslında, bizim şu anda gördüğümüz
nesnelerin veya boşluk diye algıladıklarımızın atom altı düzeyde birbirinden
hiçbir farkı yoktur ve sınırla birbirinden ayrılmış da değildir. Bu, Tümel,
sınırsız bir bütünlüğün varlığını da kanıtlar. Mistik eserlerde vurgulanan “Evren
bilinçli ve canlı bir yapıdır; beş duyu kayıtlarıyla algılanan alemler
gerçekte hayaldir” sözü, yıllarca evvel kendi hakikâtini bilen kişilerce
tespit edilmiştir.
Einstein, bir nesnenin
kütlesinin, belirli bir enerjiye eşdeğer olduğunu E=mc^2 şeklinde formüle
etti. Bu formül, aynı zamanda o nesnenin durağan bir yapı olarak
algılanamayacağının ispatıydı. Yani
madde
değil, Evrensel Enerjinin varlığı söz konusuydu.
Nükleer fisyon ve füzyon süreçlerinde
çok büyük miktarda enerjinin serbest kalması da kütle ile enerjinin
eşdeğerliliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.(*1) Bunun en iyi
örneği Hiroşima’ya atılan atom bombasıdır.6 gramlık bombanın patlamasıyla 1
gramlık madde kaybı olmuş,sonuçta 10^21 erglik muazzam bir enerji oluşmuştur
Genel görecelik kuramı ile, uzayın
yapısının matematiksel tanımını yapan Einstein, Evrenin sürekli uzay ile
zamandan oluştuğunu ve karmaşık dört boyutlu bir eğri biçiminde olduğunu
öne sürerken tahmin edilemeyecek güç düşüncelere yol açtı. “Uzay; artık
düzlem değil , içinde barındırdığı cisimlerden etkilenerek kavisleşen bir
yapıdır.” Bütün deneylerin onayladığı gibi Einstein’ın evreni; eğilmiş bir
uzay ile geometrik düzeni değiştiren bir çekimi, boyut ve kütlenin
değişebilirliğini, farklı hızlarda hareket edenler için zamanın aynı
hızda geçmediğini, kısaca ,hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını
göstermektedir. (*2) Bunun açık anlamı ise, “zamanın mekâna ve hıza
bağlı olarak değiştiğidir. Mutlak akan bir zaman düşünülemez;
yalnızca bulunduğu mekâna ve hıza göre, kişinin zamanından
bahsedilebilir. Örnek vermek gerekirse, Güneşte zaman daha ağır geçer. Işık
hızına bizden daha yakın hızda hareket eden varlıklar için de zaman daha
yavaş akacaktır.”
Rölativite teorisini denemek için,
1972’de iki Amerikalı araştırmacı, jet uçağıyla dünya çevresinde bir tur
attı. Uçağa konan süper duyarlı dört atom saatinin, uçuş sırasında
yeryüzündeki sabit saatlere göre 50 nanosaniye geri kaldığı gözlemlendi. (1
nanosaniye; milyarda 1 saniye demektir. Fakat ; bir jet uçağının hızı da
ışık hızına oranla, yok denecek kadar azdır. Jet uçağı, saatte 1800 Km. yol
alsa, saniyedeki hızı 0.5 km.’dir. Işığınki ise, 300.000 km.’dir) Bu
kadar düşük hızların bile zamanı yavaşlatmaya yettiği görüldüğünde, teorinin
haklılığı açık seçik olarak ortaya çıkıyordu.
Birçok bilim adamı Einstein’in
çalışmalarını “anlaşılmaz ve inanılmaz” diye nitelendirirken, kuramları
matematik açısından izleyenler dahi, böylesine ters düşen sonuçları kabul
etmeye yanaşmadılar. Teorileri sınamak için pek çok deney yapıldı. Bunlar
son derece pahalı ve yorucuydu, inanılmaz derecede duyarlılık
gerektiriyordu. Ama, üç çeyrek yüzyılı aşkın süredir testten geçirilen
İzafiyet Teorileri, her defasında gözlemlerle çok büyük ölçüde uyum
sağlamıştır.
Artık, Einstein, istese de istemese de
dünya çapında önemli bir kişi olarak kabul ediliyordu. Toplum, onu eşi
bulunmaz bir bilim adamı olarak görüyor ve bu şekilde anıyordu.
1933 yılında Naziler Almanya’da
egemenliği ellerine geçirdiklerinde onun yurt dışında olmasından
faydalanarak, tüm varlığına el koydular. Kendi vatanından kopan bu bilim
adamına ABD kucak açtı. New Jersey’de Princeton Yüksek Çalışmalar Merkezinde
kaldı ve ömrünün sonuna kadar burada çalıştı.
O kendini şöyle tanıtıyor: “Ben tek
koşulmak için yaratılmış bir atım. İşbirliğine ve ekip çalışmasına giremem.
Hiçbir ülkeye, kişiye, arkadaş çevresine hatta kendi aileme tam
bağlanamadım. Bu ilişkilerde daima bir mesafe kalmıştır. Kendime dönme,
içime kapanma eğilimi giderek güçlendi. Bu tür soyutlama kişiye acı
çektirir. Ama, başkalarının anlayış ve sempatisinden uzak kaldığıma pişman
değilim. Kuşkusuz, kaybım olmuştur. Buna karşılık, başkalarının
önyargılarından ve değerlendirmelerinden bağımsız kalabilme gibi bir
kazancım var.”
Bu sıra
dışı dahinin sırlarını çözmek için, ölümünden sonra, beyni üzerinde birçok
inceleme yapıldı.
Yakın zamanlarda elde edilen bulgular
sonucunda,
“Matematiksel mantıkla ilgili olduğu sanılan ve iki kulak hizasında yer alan
bölümün, onun beyninde % 15 daha büyük; ayrıca beynin ön tarafından arkasına
uzanan “sulcus”adlı kısmının onda, doğuştan kısa olduğu, böylece, o bölgede
daha çok sinirin bağlantı kurarak birlikte daha kolay çalışabildiği
bildirildi. Bu veriler de, onun dahi olarak doğduğunu göstermekteydi. (*3)
Biz “Tanrı zar atmaz” diyen
Einstein’in bilimsel olarak insanlık alemine büyük katkılarda bulunduğuna
inanırken, özellikle maddenin beliriş biçimini saptamasına rağmen , madde
ile mânâ arasındaki ilişkiyi çözemediğini, bütün oluşlara karşın,
Tanrısallık kavramından kurtulamadığını tespit etmekteyiz.
Ne var
ki, bütün şartlarda dahi, gerçek referansa giden yolu inşa ettiği için onu
insanlığa ışık tutanlar sınıfında değerlendiriyoruz.
Kaynakça
1. Serway; Modern Fizik
2. Saadettin Merdin; Tanrıya Koşan Fizik
3. Hürriyet Gazetesi; Einstein‘in Farkı Beyniymiş, 19 Haziran 1999,
Cumartesi.
Albert Einstein (1879-1955)
Tarihin
en ilginç hırsızlığı belki de 18 Nisan 1955 yılında patolog
Thomas Harvey
tarafından Princeton Üniversitesi'nde gerçekleştirilmişti. Harvey o gün
otopsi laboratuvarına getirilen bir ölünün beynini çalmıştı. Ama o sıradan
bir insanın beyni değildi. Bir buçuk kilo ağırlığındaki sinir dokusu dünyaca
ünlü bir dâhiye aitti:
Albert Einstein.
86 yaşındaki patolog bu mükemmel zekânın anahtarını bir et parçasında
bulabileceğine inanmıştı bir kez.
Ne ilginçtir ki bu batıl inanç, bilime damgasını vuran 20. yy'ın son
günlerinde bile canlılığını korumaya devam etti. Daha geçen ağustos ayında
gazetelerin baş sayfalarında, nöroanatomik incelemeler sayesinde Einstein'ın
beynindeki sırrın çözüldüğü haberi, dört sütuna manşet olarak veriliyordu.
Bu müthiş zekâ en ince ayrıntısına kadar incelenirken, boşluklarla dolu
özgeçmiş de didik didik edilmişti. Einstein kişiselleşmiş bilime inanıyordu.
İnsan kişiyi kavradıktan sonra bilimin varlığını anlayabiliyordu. Peki ama,
her şeyin üstüne çıkan bu mitos başka nasıl açıklanabilirdi ki?
Bir efsane doğuyor
Albert Einstein, 7 Kasım 1919 günü Berlin'deki evinde hayatının dönüm
noktası sayılacak bir buluşla uyandı. Time, bu buluştan "Bilimde büyük
devrim" diye söz ediyor ve insan zekâsının önemli bir açıklaması olmasa bile
en önemlilerinden biri olarak okurlarına sunuyordu: Einstein'ın genel
bağıllılık teorisi bilimsel olarak kanıtlanmıştı! Ve üç gün sonra New York
Times dergisinde ikinci bir haber: "Einstein'ın teorisi başarılı."
O zamana kadar bu bilim adamı ve eserleriyle hiç ilgilenmemiş olan büyük bir
kitle bile, bu heyecanlı haberlerden pek bir şey anlamasa da ilgisiz de
kalmamıştı. Einstein buluşuyla ilgili haberin coşkuyla karşılanmasını şöyle
değerlendirmişti: "Gizemin rengini ve çekiciliğini taşımakta."
Ne var ki bu büyük olay Alman basınında pek önemli bir yer kaplamayacaktı.
Ancak bir ay sonra 14 Aralık günü Berliner Illustrirte Zeitung Gazetesi'nde,
altında "Dünya tarihinin yeni düşünürü" açıklaması bulunan, düşünen bir
Einstein portresi yayımlandı.
Einstein bundan sonra 20. yy'ın diğer önemli bir gücüyle daha tanışacaktı.
Bilim adamını kısa sürede keşfeden medya onu kültleştirerek adeta evrensel
bilimin bir pop yıldızı haline getirdi. Ve Albert Einstein 7 Kasım Cuma günü
yeniden doğmuştu. O artık tüm devirlerin efsanesi, mitosu, idolü ve ikonu
olarak yaşamaya devam edecekti.
Einstein bir insanın sahip olabileceği prestije üstün başarısı ve etkileyici
kişiliği sayesinde kavuştu. 1919 yılından itibaren yaşadıklarıyla ama
özellikle de fizik alanında büyük yankılar uyandıran ve bugüne değin
geçerliliğini koruyan dünya görüşüyle geniş bir kitleyi etkisi altına aldı.
Kopernik, Darwin
ve
Freud
gibi bilginlerin tarih boyunca insanlığa sundukları teoriler, taşınması güç
bilgiler olarak algılanırken Einstein bilim yoluyla adeta bir teselli
kaynağı yarattı.
Kopernik
dünyanın aslında evrenin merkezinde olmadığını,
Darwin
de onların Tanrı tarafından yaratılmadığını öne sürerken, o zamana kadarki
inançları alt üst etmişlerdi. Darwin'in etkisinde kalan
Freud
ise Tanrı'yla ilgili bilinmezleri "Ben" teorisiyle açıklama cesaretini
göstererek, insanların o güne kadar taşıdıkları düşünceleri çıkmaza
sürüklemişti.
İşte Einstein tüm bunlara rağmen gerçekte insanoğlunun ne kadar mükemmel bir
varlık olduğunu ve yalnızca düşünme yoluyla evrenin derinliklerindeki
gizlere ulaşılabileceğini göstermişti.
Einstein kendisine otorite sağlayan büyük başarısını, hümaniter ve politik
amaçlarda kullanabileceğini de kavradı. Ve böylece bilginin ağzından çıkan
her söz büyük yankılar uyandırmaya başlamıştı.
Tüm basın kuruluşlarına egemen davranışları sayesinde adeta bilimsel bir
"marka" haline geldi. Einstein "markası", dağınık profesörün barışa yönelik
cesur savaşları, insan hakları, silahsızlanma ve dünya yönetimiyle
bağdaşmaktaydı.
Ve Einstein hayatının gün batımında dünyaya ve geleceğe doğru dilini
çıkardığında aslında kendi kişiliğini çizerek insanlığın mecaza dönüşmesini
haber vermekteydi: Tabuları yıkan,
Galile
ve
Gandhi
'
nin karakteristik özelliklerini kendi kişiliğiyle birleştiren bu bilgin,
sanatçının özgürlüğünü
(Dali)
filozofun gücüyle
(Diogenes)
harmanlayarak mükemmel bir sentez yaratmıştı. Fakat fotoğraf aynı zamanda,
onun naifliğini ve büyüklüğünü örtemeyen bir ifadeyi de yansıtmakta:
Hiroşima
ve
Nagasaki
'
ye atılan atom bombaları, yıldızına bir gölge düşürmüştü.
Yüzyılın beyni
Einstein vasiyetinde yalnızca eserlerini, fikirlerini ve dünya görüşünü
miras bırakırken ölümcül olan bedeninin yakılmasını, küllerinin de
bilinmeyen bir yere gömülmesini istemişti. Tanrıların mezarı yoktu ve o
zaten başlı başına bir abideydi.
Ne var ki vasiyetini yazarken beynini 240 doku parçasına ayırarak saklamayı
başaran patolog Thomas Harvey'i hesaba katmamıştı. Harvey, olayı bir süre
gizlemeyi başardıysa da sonunda hırsızlığını açıklamak zorunda kaldı:
Einstein'ın oğlu
Hans Albert
sözde sadece araştırma amacıyla kullanılmak şartıyla, babasının beyninin
alınmasına razı olmuştu.
Harvey,
Princeton Üniversitesi'ndeki işini kaybettikten sonra elindeki değerli
malzemeyi emin ellere teslim etmek için büyük bir çaba harcadı. Ne var ki,
büyük sansasyonlarla duyurulan araştırma sonuçları hiçbir beyin uzmanı
tarafından desteklenmedi. En saygın Einstein araştırmacılarından biri olarak
kabul edilen
Jürgen Renn
,
beyin dokusunda zekâ kalıntılarını arayan primitif inancı "Fetişizm" olarak
açıklıyor. "Einstein'ı bilimsel gelişme içinde anlamaya çalışmalıyız" diyor
Renn, Berlin Max Planck Enstitüsü Bilim Tarihi Bölümü Başkanı.
Renn, Einstein'ın yaratıcılığı çerçevesinde, bugüne kadar uzanan kayıtlar
görmekte: Filozof sınırlı bir alanda uzmanlaşma ve erken teşhis yerine,
geniş bakış açısına felsefi bir derinlik kazandıran bir barış örneği
sergilemişti.
Filozofun ilk çocukluk döneminde, kariyeriyle ilgili tohumlara pek
rastlanmaz. Örneğin, Einstein'ın köşeli bir kafası olduğunu, geç
konuştuğunu, kötü bir öğrenci olduğunu söylemek neyi gösterir? Ama onun
henüz 12 yaşındayken bir geometri kitabı dolusu problemi büyük bir hızla tek
başına çözebilmesi ve 13 yaşında
Immanuel Kant
'ın "Kritik der reinen Vernunft" (Salt Aklın Eleştirisi) adlı eserini
okuması şaşılacak bir durumdu. Ve 17 yaşındayken kendi çabalarıyla öğrendiği
yüksek matematik ve teorik fizik temellerini kavraması, onun yüksek zekâsını
açıkça ortaya koyuyor.
Öğrencilik döneminde okumuş olduğu
Aoran Bernstein
'ın doğa bilimleriyle ilgili tüm kitapları, bilime anlaşılır bir bakış açısı
sağladığı gibi fizik dünyasındaki iddialarını ifade etme yetisini de
kazandırmıştı.
Bernstein'ın eserlerinde, filozofların düşüncelerinde önemli bir yer edinen
bir sözcükten de söz edilir: Spekülasyon. Onu düşünür olarak eşsiz kılan ve
kısmen de başarıya götüren şeyler zaman zaman
maceracı bir zihin
araştırmasına da dönüşmeliydi. Einstein beynini kurcaladığı zamanlar
spekülatif düşüncelerle aradığının peşine düşüyordu: "Işığın peşinden koşmak
nasıl olurdu" veya "Işığın üzerine binebilseydim" gibi hipotetik
düşünceleri, Einstein kendisine daha öğrencilik dönemlerinde sorabilmişti.
Bu soruların kaynağı kuşkusuz Bernstein'ın eserlerinde aranmalıydı.
Soruların cevabı ise "sınırlı bağıllılık -rölativite- teorisi" idi.
Boşluğa atılan adım
Einstein dünyaya geldiğinde evler mum ışığı, sokaklar da henüz gaz
lambalarıyla aydınlatılmaktaydı. Genç fizikçi bundan bir çeyrek yüzyıl sonra
parladığında ise endüstrileşmiş dünya da elektrik enerjisiyle ışıldıyordu.
İnanılmaz bir hızla gelişen köklü bir teknolojik devrim olmaksızın
Einstein'ın başarısı açıklanamazdı. Genç filozof aydınlanma mucizesini bile
ilk elden yaşamıştı.
Babası
Hermann,
kardeşi
Jakob
'
un "Elektrotechnischen Fabrik J. Einstein" fabrikasının hissedarıydı.
Einstein'ın dâhiyane fikirleri daha 1886 yılında elektrik enerjisine
yansımıştı. Ve fabrika daha sonraları sokakları da aydınlatacaktı.
O tarihlerde Isaac Newton ' un 200 yıldır monopol haline gelen fizik
teorisine karşı yeni bir rakip doğmuştu. Hemşerisi James Clerk Maxwell,
elektromanyetizma teorisiyle "alanlar" ile ilgili bir sistem yaratmıştı.
Belki de dünya sonunda tümüyle dalgalar ve alanlarla açıklanabilecekti.
Yoksa iki bölge birbirinden bağımsız olarak gelişen iki farklı tarihin bir
bütününü mü temsil ediyordu?
Einstein tek tarafın zafere ulaşması yerine birleşmeden yana tavır almayı
yeğlemişti. Bu karar onu ilk mesleki başarısızlıklara sürüklemiş olsa da
daha sonraki bilimsel başarılarında büyük katkıları olduğu kuşkusuz.
Fizik eğitiminden sonra Zürich'te asistan olarak çalışmayı umut ederken,
1900 yazında diplomasını aldıktan sonra geçici öğretmenlik görevine başladı.
Einstein "ikinci uzmanlık eğitimini" Bern'deki federal patent dairesinde
1909 yılında tamamladı.
Buradaki görevinden arta kalan zamanlarında çağdaş fizikte ortaya atılmaya
başlanan büyük problemler üzerinde düşünme fırsatını bulmuştu. Hatta daha
çok elektroteknik buluşlar üzerine çalışan patent dairesi, onu uzmanlığa
öylesine çok yaklaştırdı ki bunu üniversite çevresinde bile daha zor elde
edebilirdi.
Einstein da diğerleri gibi önce, nispetsizliği, mevcut fizik
kurallarıyla çözmeye çalıştı. Ama ışık hızı, daha o zamanlar bile o
günlerdeki bilimsel çerçeve içine oturtulmak istenmemekteydi. Ve bu sırada
Berlinli profesör
Max Planck
,
tüm doğa bilimlerini altüst eden devrimsel bir kanunu ortaya attı: Natura
non facit saltus - Doğa atılım yapmıyor.
Planck'ın, araştırmalarının temeline dayanarak, elektrik ampullerinin
standartlaştırılması üzerinde bulduğu bir formül aynı zamanda ışıma
enerjisini de açıklamaktaydı. Fakat bununla klasik fizikte bir devrim
yaratacağına inanmamıştı. Bunu ancak Einstein idrak edebilecekti.
Planck içinde bulunduğu durumu şu şekilde açıklamıştı: "Fizikteki bu teorik
buluşu deneyimlere aktarma çabalarım bir türlü sonuç vermiyor, bulunduğum
yer benim sağlam bir zemin gösterme fırsatını beklemeden ayağımın altından
kayıp gidiyordu." İşte onun boşluğa atmak zorunda kaldığı adım, Einstein'ı
diğerlerinin önüne geçirecekti.
O zamanki fizik işaretlerinde birbirine bağlı olmayan alanlardaki yaygın
şüpheciliğe karşı atomların gerçek varlığını Planck'ın kuantum problemlerini
çözerek görebilmişti Einstein. 1905 yılında ışığın belli şartlar altında bir
birikimin parçacıkları gibi hareket ettiğini formüle eden dâhi, böylece 1921
yılında kendisine Nobel ödülü de getiren bu çalışmayla, Max Planck
tarafından yıllarca büyük bir mukavemetle hesaplanan ve modern fizikte
görelilik teorisinden sonra ikinci büyük teori yapıtı sayılan kuantum
teorisini bulmuş oldu.
Yeni bir Kopernik
Newton'un eserlerinden de esinlenen Einstein, aslında soruşturulması mümkün
olmayan fakat dünya oluşumunun çerçevesinde gelişen, mekân ve zaman gibi
temel kavramlarla ilgili sorularla da uğraştı. Ve böylece sonunda sınırlı
görelilik teorisini geliştirmeyi başardı.
Çok öncesinden boşluğu doldurduğu varsayılan "eterin" elektromanyetik
dalgaların yayılmasında teorik bir bünye teşkil edip etmediğini sormaya
başlamıştı. Onu bu düşünceye iten problem, eterin deneysel olarak tespit
edilmemesiydi. Ve sonunda onu gereksiz bularak tümden ortadan kaldırdı. Bu
çok parlak bir fikir olmakla birlikte pek de orijinal sayılmazdı, çünkü aynı
şeyi diğerleri de düşünmüştü. Einstein'ın düşüncelerinde gerçekte eşsiz olan
şey, bu tür uzmanlık sorularından mekân ve zaman için yeni bir madde
anlayışı üretmekti.
Zaman
kavramını yalnızca fiziksel olarak değil felsefi olarak da araştırdı. İnsan
zaman kaybettiği zaman gerçekte ne yapmış oluyordu? Veya iki farklı olayın
aynı anda gerçekleşmesi ne anlama geliyordu? Einstein, saniye problemini
tümüyle çözdüğünü kabul ettiği zaman müthiş bir an yaşamış olmalı. Yalnızca
genel mantık prensibine dayanan bir buluşun, insanlara sağlam bilgiler
sağlayabileceğini kavrayabilmişti. Örneğin
"Perpetuum mobile"
(sonsuz hareket) ile ilgili prensip gibi. "Görelilik prensibini" de, iki
mutlakiyeti bir kenara bırakıp bir yenisini üreterek bulmuştu.
Newton'a göre tıpkı sağlıklı bir sağduyunun her gün yaşadığı gibi, dünya
oluşumunun tümü de "mutlak mekân olarak adlandırdığı bir sahnede
hareketlenmekteydi. Ve sükûnet içindeki tüm hareketler, ışık da dahil olmak
üzere tümü bu mutlak mekân içerisinde ölçülebiliyordu. Newton'un zamanla
ilgili tezi daha da ilginçti. Çünkü "zaman doğası gereğince hep aynı biçimde
akıp gidiyordu". İnsan da ömür boyu aynısını yaşamıyor mu?
Einstein, bilimi bu çıkmaz sokaktan çıkarabilmek için Newton'un dünyasını
adeta tersine döndürmek zorunda kalmıştı. Işık hızını, doğa sabitesine
çevirerek bir anlamda mutlak ve değişmez olarak kabul etti. Fakat zaman ve
mekân kavramından mutlakiyeti çıkararak "görelileştirdiğinde" tüm
karşıolumlar da birdenbire ortadan kalkıvermişti. Böylece fizik kuralları,
karşı karşıya hareket eden sistemlerle aynı şekilde formüle edilebilir hale
geldi.
Bu görelileştirme işlemi, Einstein'ın dünya görüşlerini birleştirme
konusunda attığı en büyük adımdı. Ama ne var ki bunun da bir bedeli vardı:
Zaman ve mekânın paradoksal hareketi
Yavaş çalışan saatlerin veya hızlı hareket eden objelerin kısaltılması gibi,
teoriden mantıksızmış gibi algılanan sonuçları, Einstein bile garip
bulmuştu. Ama ne var ki zaman makinelerinin Science-Fiction dünyası
birdenbire teorik bir buluşa sahip oluvermişti.
En ünlüsü ikizler paradoksudur: İkizlerden biri dünyada kalırken, diğeri
büyük bir hızla uzaya gider. Bir yıl sonra geri döndüğünde kardeşinin 50 yıl
birden, kendisininse yalnızca iki yıl yaşlandığını anlar.
Einstein zaman ve mekânı içten içe birbirine bağlar. Nasılsa tuğla gibi
mekânsal bir cisim yalnızca üç koordinat uzunluğu, genişliği ve
yüksekliğiyle açıklanabiliyorsa, zaman da diğer göreli bir büyüklük olarak
tanımlanmakta("Mekân/Zaman" kavramı).
Dünyanın en ünlü formülü
"Uzayı sarsmak bu kadar gerekli miydi" diye sormuştu Fransız doğa filozofu
Gaston Bachelard.
"Bir düşünce tek başına, iki ila üç yıllık rasyonalist düşünceyi ayağa
kaldırmaya yetecek miydi?
Einstein'ın orijinal eserinde sınırlı bağıllılık teorisinden çıkan zengin
açıklamalara değinmemiş olması bilim tarihinin bir ironisidir. Kütlenin
doğrudan doğruya cismin içindeki enerji olduğunu daha sonraki bir
makalesinde açıklayacaktı bilgin.
Fakat çekirdek enerjisinin kullanımıyla ilgili denklem ve atom bombasının
başlıca formülü olan bu elementer buluş dünyanın en ünlü formülüydü: E = mc2
Gerçi Einstein'ın bilim dünyasında tanınması uzun bir zaman almıştı ama, Max
Planck onu keşfettiğinde, dünya ikinci bir
Kopernik
ile tanışıyordu.
Einstein'ın bu büyük başarısı tarihte ikinci bir kişiye daha mal edilmek
istendiyse de, o bunu daha sonra değiştirecekti. "Emma" dergisi 1983 yılında
dâhinin eşi
Mileva Mariç
'i, okurlarına "görelilik teorisinin anası" olarak sunuyordu. Derginin bu
iddiası 1969 yılında Sırpça olarak yayımlanan ve daha sonra Almancaya
çevrilen kitaptan alınan bir cümleye dayanmaktaydı.
Einstein 27 Mart 1901'de, yani teorinin açıklanmasından dört yıl önce eşine
yazdığı mektupta şöyle sesleniyordu: "Sevgili Miezschen, seninle
birliktegörecellik üzerine yaptığımız çalışmaları başarıyla
tamamlayabilirsek, ne kadar mutlu olacağımı bilemezsin". Tabii ki, bu sözü
edilen çalışma için bir "analık" hakkı vaat etmiyordu, ama eğer karşısındaki
kişinin bu çalışmayla ilgisi yoksa, hiç kimse böyle bir cümle sarf etmezdi.
Her ne kadar Einstein yalnız kalmaktan hoşlanıyorsa da, fikir alışverişinde
bulunmak onun için çok önemliydi. Einstein yakın dostlarıyla birlikte Ernst
Machs'ın "Mekaniğin Gelişimi" adlı eserinden "Don Kişot"a kadar birçok
kitabı okuyup tartışıyordu. Hayatında oldukça başarılı bir matematikçiydi.
Onun yardımı olmaksızın Einstein genel görelilik teorisini 1915 yılında
tamamlayamazdı.
Kendinden altı yaş büyük Besso ile bir ömür boyu dost kaldı. Besso'nun esere
katkısı öylesine büyüktü ki, Einstein özel bir teşekkür yazısı bile
yayımlama gereğini duymuştu.
Fizikçiler ve kadınlar
Mileva erkeklerin sohbetlerine pek karışmazdı. Ama onun evlilik içinde
Einstein'ın düşüncelerini etkilemediği de söylenemez. Bitirme sınavlarında
iki kez başarısız olduktan sonra fiziği bıraktı. Ama onu başarısız kılan not
ortalaması kocasınınkinden çok düşük değildi. Einstein 4,91 ile diplomasını
alırken Mileva 4,0 ile kalmıştı.
Mileva'nın 1901 ilkbaharında diplomadan daha başka sorunları da vardı. O
hamileydi. Ama evlilik dışı bir çocuk sevdiği adamın kariyerine engel
olacaktı. Ve kısa süre sonra İsviçre'yi terk ederek baba evine döndü. 1902
yılında da bir kız çocuğu oldu. Çiftin ilk çocuklarının kaderini hiç kimse
bilmiyordu. Tahminlere göre bebek bir buçuk yaşına geldiğinde evlatlık
verilmişti.
Fakat dâhinin ilk çocuğunu bir buçuk yıl içinde hiçbir zaman görmeye
gitmemesi ve doğum sırasında bile gelecekteki karısının yanında bulunmaması
her zaman merak konusu olmuştur. Einstein karşı cinse ne kadar kötü davransa
da, karşısında hep yenilerini buluyordu. "Einstein kadınları seviyordu.
Onlar ne kadar sıradan olur ve o kadar çok terlerlerse daha çok beğenirdi"
demişti doktorunun oğlu. Ne var ki anlatılanların yalnızca yarısı doğruydu.
Einstein'a tapan kadınların çoğu cemiyetin güzel kadınlarıyla da
görüşüyorlardı. Dâhi bunlarla çıkıyor ve onlarla birlikte olduğu kadının
evinde geceliyordu. 1998 yılında dâhinin Sovyet casusla da ilişkisi olduğu
ortaya çıktı.
Fizikçinin aşk hayatı Einstein bilmecesini çözmeye pek elverişli değildi.
Onun bu yaşam biçimi kısıtlı olan zamanına da bağlanamazdı. Evinde anaç bir
hanımefendi isteyen dahi, aşk maceralarını dışarıda aramaktaydı.
Mileva 1914 yılında iki oğluyla birlikte Berlin'e döndüğünde Einstein Prusya
Akademisi'ndeki görevine başlamıştı. Onunla birlikte yaşamak isteyen
karısına inanılmaz şartlar sıraladı. Evde kesinlikle onun sözü geçecek,
ondan şefkat beklemeyecek ve kesinlikle sitem etmeyecekti. Mileva bu hayata
yalnızca birkaç hafta dayanabildi ve çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye döndü.
1919 yılında büyük mücadeleler sonucu boşandılar.
Aradan
dört ay bile geçmeden kuzini Elsa ile evlenen Einstein, daha sonra kuzininin
18 yaşındaki kızına bile evlenme teklifi etmişti.
"Biz Einstein'ı böyle tanıdık" diyor
"Einstein Paper Project"
yöneticisi
Robert Schulmann.
"Onunla ve başkasıyla, kiminle evleneceği hiç önemli değildi."
Tarihçi 1986 yılında Einstein'ın büyük oğlu
Hans Albert
'
ın evlatlık kızı
Evelyn Einstein
ile karşılaştığında Einstein'ın özel hayatıyla ilgili inanılmaz bilgiler
elde etmişti. Evelyn'in üvey annesi
Frieda
,
Mileva'nın ölümünden sonra (1948) İsviçre'deki evde Einstein'a yazılan ve
ondan gelen bir sürü mektup bulmuştu.
Mektuplar 1987 yılında
"Collected Papers"
adı altında
John Stachel
tarafından yayımlandığında, dünya, dâhinin evlatlık verilen kızı
"Lieserl"
ın varlığını da öğrenmişti. Schulmann ayrıca aynı soyadını taşımaya hak
kazanan Evelyn'in de aslında Einstein'ın evlilik dışı bir kızı olduğunu da
öğrenmişti. Bir söylentiye göre Evelyn, New York'lu bir dansçıdan doğmuştu.
Evlatlık alınan torunun gen testleri başarılı sonuç vermedi. Çünkü
Einstein'ın beynindeki DNA kalıntıları bugünkü araştırmalar için yetersiz
kaldı. Bu bilmece de böylece 2006 yılında yayımlanması düşünülen mektuplara
kadar bir sır olarak kalmaya devam edecek.
Einstein'ın olgunluk çağında evlilik üzerine sarf ettiği sözler de pek
hafife alınır türden değildi. Einstein evliliğin fantezi sahibi olmayan bir
domuz tarafından keşfedildiğini söylüyordu. Elsa 1936 yılında ölüm döşeğinde
kıvranırken o aldırmaksızın çalışmalarına devam edebilmişti.
Özellikle oğulları Einstein'ın kayıtsız davranışlarından bıkmışlardı.
Eduard
öğrencilik dönemlerinde ağır bir depresyon geçirmiş ve 1932 yılında tedavi
görmek zorunda kalmıştı. Einstein şizofren olan oğlunu 1933 yılında bir kez
ziyaret etmişti ama sonraki 20 yıl içinde bir daha görmedi.
Gezi günlüklerinin birinde psikolojik oto-analiziyle ilgili
değerlendirmelere de yer vermiş Einstein: "Kayıtsızlığa dönüşen
hiperduyarlık, gençlikte yaşanan tutuk davranışlar ve dünyadan kopma, diğer
insanlarla arasında camdan bir duvarın örülmüş olması, sebepsiz itimatsızlık
ve zorlu hevesler" bunlardan bazıları. Dostu doktor
Janos Plesh
"vücut duyarlığını yitirmiş bir insandan" bahsetmekte.
"Uyandırılana kadar uyuyor, uyuması gerektiği söylenene kadar asla
uyumuyordu. Önüne yemek konana kadar aç kalıyor veyahut da patlayana kadar
yiyordu" diye anlatmıştı Plesh.
Duygunluğunu ayarladığı ölçü ve bilimsel düşüncelerine yerleşen hırsı belki
de teorik düşüncesine ait inanılmaz derinliğin bir bedeliydi.
Görelilik Kuramları
Görelelik konusundaki ilk makale (bugün özel görelelik kuramı olarak
biliniyor), Newton,un zaman ve devinimle ilgili sabit ölçüm görüşünü alt üst
etti.Einstein, bütün hareketlerin göreleli olduğunu, bütün
ölçebildiğimizin,bir başka şeye göre ne kadar hzlı hareket ettiğimiz
olduğunu gösterdi.Hareket eden nesnelerin kütlesi ile enerji arasında E=mc²
denklemiyle dile getirdiği bir ilişki vardır.Bu denklem, bir madde
parçacığının sakaldığı enerjinin (E), o madde parçacığının kütlesinin (m)
ışık hızının karesiyle(c²) çarpımına denk olduğunu söyler.Bu formül, bütün
nükleer enerji elde etme yöntemilerinin temelidir.
Einstein, 1915'de görelelik konusunda ikinci bir makale yayımladı(Genel
Görelelik kuramı).Bunda bir nesnenin hızlanıp yavaşlarken neler olduğunu ele
aldı.Yazısında ışığın bir kütlesi olduğu,bunun için de yerçekimden
etkilendiği düşüncesini ortaya attı.Bu kuram, 1919'daki güneş tutulması
sırasında iki yıldızdan gelen ışığı fotoğrafı çekildiğinde,ışığın yer
çekimiyle büküldüğü fark edilince doğrulanmış oldu.Einstein'ın buluşları
heyecan yarattı,ona uluslararası bir ün sağladı.
Kütleçekim Enerjisinin "Ağırlığı" Einstein'ı Doğruluyor
Genel görelilik ve
kuantum mekaniği, temel doğa kuvvetlerini başarıyla açıklamalarına karşın,
birbirleriyle bir türlü bağdaşmıyorlar. Zayıf ve şiddetli çekirdek
kuvvetleriyle elektromanyetizmayı tanımlayan kuantum kuramları büyük bir
uyum içinde.
Gelgelelim,
kütleçekimini uzay-zamanın geometrisine bağlayan Einstein'ın kuramı
kuantum mekaniğinin kapsamına girmiyor. Fizikçileri yıllardır peşinde
koşturan hedefse, işte bu dört kuvveti tek ve temel bir kuvvetin çatısı
altında birleştirmek. Başka bir deyişle, her türlü etkileşimi açıklayan,
tüm boyutlarda ve enerji düzeylerinde geçerli olacak bir büyük kuram.
Öteki
pek çok fizikçi gibi Seattle'daki Washington Üniversitesi
araştırmacılarından Blayne Heckel ve Eric Adelberg de iki kuramın nasıl
evlendirilebileceğini bilemiyorlar. İki araştırmacı, bu durumda kuramları
birleştirmek yerine, böyle bir evlilikten doğabilecek çocukların ne
olabileceği üzerinde düşünmüşler. Bunlardan biri, kütleçekiminin, kütleyle
bizzat kütleçekim enerjisi üzerindeki etkilerinde ortaya çıkması gereken bir
fark. Ancak Heckel ve ekibi, bazı "kuantum kütleçekim" kuramlarınca
öngörülen böylesine bir farkın olmadığı sonucuna varmışlar.
Einstein'ın genel görelilik kuramı, kütleçekimin her türden kütleyi (yani
enerjiyi) eşit biçimde etkileyeceği düşüncesi üzerine kurulu. Deneysel
fizikçiler daha önce temel parçacıkları birbirine bağlayan çekirdek
kuvvetiyle elektromanyetik etkileşimlerden doğan enerjilerin gerçekten de bu
"eşitlik ilkesi"ne uyduklarını göstermişlerdi. Örneğin bir proton ve nötron
birleştiklerinde, kütlesi iki parçacığın kütlelerinin toplamından daha az
olan bir parçacık oluştururlar.
Ancak
iki parçayı birbirine bağlı tutan enerji, toplam kütledeki bu açığı kapatır.
Ne var ki şimdiye değin hiç kimse, kütleçekim enerjisinin de, kütleçekimin
uyguladığı kuvvete tüm öteki kütle=enerji türleriyle aynı tepkiyi verdiğini
kanıtlamamıştı. Kuantum kütleçekim kuramları içinde başı çeken "sicim
kuramı", kütleçekim enerjisinin kütleçekime ötekilerle aynı tepkiyi
göstermeyebileceğini söylüyor. Heckel'e göre "pek çok kuramcı, bir noktadan
sonra böylesine bir farkın ortaya çıkacağı görüşünde".
Şu var
ki bu varsayımı laboratuvarda sınamak olanaksız. Çünkü laboratuvara sığacak
boyuttaki cisimlerin birbirlerine uyguladığı çekimde bağlı olan enerji çok
küçük ölçeklerde. Bunun için bakılması gereken şey, Montana
Üniversitesi'nden Kenneth Nordvedt'in yıllar önce söylediği gibi, Güneş'in
Dünya ve Ay üzerinde uyguladığı çekim. Gerçi Dünya'nın kütleçekim enerjisi
küçük; kilogram başına yalnızca yarım mikrogram. Ama Dünya büyük olduğundan
bu, kütlesinin 3 trilyon tonunun saf kütleçekim enerjisine dönüşmesini
sağlıyor.
Ay'ın
kütleçekimsel enerjisi, bunun 2000'de biri. Fakat bu bile, Güneş'in
kütleçekiminin, kütleyle kütleçekim enerjisine farklı davranması halinde,
Ay'ın yörüngesinin Dünya'ya göre konumunda küçük bir farklılık yaratması
için yeterli. Böylesine bir oynamayı fark etmek için, Dünya ile uydusu
arasındaki uzaklığı çok duyarlı biçimde ölçmek gerekiyor. Apollo
astronotlarının ay yüzeyine bıraktıkları aynalardan lazer ışınları yansıtan
Nordvedt ve arkadaşları, Dünya ile Ay'ın Güneş'e aynı hızla "düştüklerini"
saptamışlardı.
Ancak
Nordvedt'in kendisi, deneyin bir noktayı açıkta bıraktığını kabul
etmekteydi: Bazı kuantum kütleçekim kuramlarına göre Dünya ile Ay'ın
yapılarındaki farklılık, örneğin Dünya'nın demirden bir çekirdeği olması
gibi nedenlerle, kütleçekimin, bu iki gökcismi üzerindeki etkileri farklı
olabilir.
Seattle ekibi, bunu sınamak için yaptıkları deneyde bir burulma terazisi
kullanmış. Düzenek, ince bir telle, buna asılı küçük bir tepsiden oluşuyor.
Tepsi, teli burarak kendi ekseni etrafında dönebiliyor. Tepsi üzerine her
biri onar gram çeken dört ağırlık yerleştirilmiş. Bunlar, Dünya'yı ve Ay'ı
temsil ediyorlar.
İki
"Dünya" da, gezegenimizin demir çekirdeğini temsilen çelikten yapılmış.
"Ay"lar ise, gezegenimizin ve uydusunun mantolarının yapısını yansıtacak
biçimde kuvars ve silisyum ağırlıklı maddelerden oluşmuş. Düzenek öyle bir
biçimde döndürülüyor ki, iki "gökcisminin" bir "günü", yani Güneş önünden
geçmesi 40 dakika sürüyor.
Güneş'in model Dünya ve Ay'dan birine karşı kütleçekimsel bir "eğilim"
duyması durumunda, askıdaki terazide hafif bir burulma olacak. Oysa deney
sonunda böyle bir burulma saptanmamış. Lazerle yapılan uzaklık ölçümleriyle
birleştirildiğinde deneyden çıkan sonuç, kütleçekimsel enerjinin de, Güneş'e
tüm öteki kütle=enerji türleriyle aynı şiddette çekildiği yolunda.
Sicim
kuramcıları, deneyi çok akıllıca bulmalarına karşın, öngörülerinden
vazgeçmiş değiller. Washington Üniversitesi (St. Louis) araştırmacılarından
Clifford Will, değişik cisimlerin düşme hızlarındaki farklılığın, günümüz
deneylerinin duyarlılık sınırının ötesinde olabileceği düşüncesinde. "Bir
noktada bu eşitliğin bozulması olasılığının var olduğuna hâlâ inanıyoruz"
diyor. Heckel ise, "bir an için bile kuşku duymadığı gibi" Einstein'ın bir
kez daha zafer kazanmasından mutlu.
Göreliliğin temel taşlarından biri yanlış olabilir.
Çekici güç: Uzak galaksiler dünya üzerindeki parçacıkları etkileyebilir.Enstein'ın
Görecilik Teorisi ile kuvantum mekaniğinin yeni bir çatışması ortaya çıktı.
New Mexicolu bir fizikçiye göre kuantum mekaniği dünya üzerindeki
parçacıkların milyonlarca ışık yılı ötedeki büyük kütleli nesnelerden
etkilendiğini gösteriyor. Eğer haklıysa, Einstein'ın temel varsayımlarından
biri yanlış olmalı.
Görelilik
Teorisi'nin ana önermelerinden biri, yoğun kütleli bir nesneye serbest düşüş
ile hiç çekim alanı olmayan bir yerde bulunma arasında hiçbir fark
hissedilmeyeceğidir. Yani, örneğin kütle kabuğuna doğru düşen bir kapsülün
içindeki bir insan, kabuğun içinde tüm çekim alanlarının sıfır olduğu bir
noktada bulunan kapsülün içindeki insanla aynı şeyleri hissedecektir. İkisi
de bir çekim hissetmeyecektir. Başka bir deyişle, nesneler çekimsel
potansiyellerinin farkında değildirler.
Fakat,
Los Alamos Ulusal Laboratuvarı'ndan Dharam
Ahluwalia,kuvantum
mekaniğinin nesnelerin kendi potansiyellerini hissedemeyeceği düşüncesini
yıkacağını söylüyor.
Kuvantum
mekaniği, klasik teoriyi -elektromanyetizm kanunları gibi- şimdiden altüst
etti.
Kuvantum
teorisinden önce, fizikçiler ideal bir solenoidi -içinde manyetik alan
bulunan fakat dışında bulunmayan bir tüp- geçen elektronun manyetik alandan
etkilenmediğini düşünüyordu. Fakat, gerçekte elektronların "yapışkanlığı"
yüzünden, "öremeyecekleri" bir alandan etkilenirler.
Ahluwalia,
çekimi farklı elektromanyetik potansiyellerdeki taneciklerin davranışını
açıklayan Schrödinger denklemine koydu ve solenoid etkisinin çekimsel bir
analoğu olduğunu gördü: Parçacıklar çekimsel potansiyeli "hissedebilir."
Ahluwalia, bunun nötrinoları bir tipten diğerine geçişte etkileyeceğini
söylüyor. Bilim adamları bu davranışın kanıtlarını daha önce farketmişlerdi.
Ahluwalia, kütlesi olan nötrinoların çekimsel potansiyellerini
"hissedebileceklerini" ve kabuğun içinde çekimsiz ortamdaki nötrinonun bir
tipten diğerine kabuk dışında çok uzaktan serbest düşüş yapan bir nötrinoya
göre çok daha yavaş geçeceğini söylüyor. Eğer, bu yeni fikir doğruysa
görelilik teorisinin tahminlerinde yanlışlıklar olmalı.
Albert Einstein
‘Her şey görecelidir!’
Bilim tarihinin kilometre taşlarına
konu olan buluş ve yeniliklerin, özellikle de alanlarında çığır açıcı
niteliktilerse, o güne kadarki en geçerli bilim olmalarının yanında o günden
sonra da hep öyle kalacakları yönünde genel bir kanı hakimdir. Bu kanıyı
geçersizleştiren en bilinir örneklerin başında birkaç yüzyıl boyunca mekanik
fiziğine hakim olmuş Newton öğretisinin yüzyılımızın en büyük bilim insanı
olan Albert Einstein’ın kuantum mekaniği kuramıyla alaşağı edilmesi gelir.
Einstein, bilime getirdiği yeniliklerle, teorik fiziğin top yekun yeni
baştan yorumlanmasını sağlamıştır.
Einstein, 1879 yılında Güney Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya gelir.
Babası küçük bir elektro kimya fabrikasının sahibi, annesi ise klasik müziğe
meraklı, eğitimli bir ev hanımıdır.
Konuşmaya geç başlaması ve içine kapanık bir çocuk olması ailesini
tedirginliğe düşürmüşse de, üstüne biraz düşülen Albert açılmakta fazla
gecikmez. Giderek meraklı, hayal gücü zengin bir çocuk olarak serpilen
geleceğin bilim insanı, hayatı sorgulamakta pek ısrarcıdır:
- Peki, gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsun yavrum, o halde, okula
neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul soruların yanıtlandığı yer
değil midir?, diye sorar babası.
- Değildir, babacığım! Yanıtlamak şöyle dursun, soru bile
sordurmuyorlar insana. Hapishanedeymişim gibi sanki. Öğretmenler
gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gelip giden gardiyanlar!
Einstein’ın küçüklüğünden bir kesit sunan bu diyalog, onun, o sıralar
okumakta olduğu Katolik okulunda öğretimin ezberci, baskıcı tarafı üzerinde
durmaktadır. Gerçekten de, genç Albert’in ileride ortaya çıkacak dehasının
temelleri, kendisinin de sonradan belirttiği gibi, okuldan ziyade başka
yerlerde atılır: “Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri,
beş yaşımda iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki
yaşımdayken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne
kapılmayan bir kimsenin ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım
yapabileceği hiç beklenmemelidir!” İlk öğretiminden sonra Münih Luitpold
Gymnasium’una kaydolur. Annesinin aşıladığı keman çalma tutkusuyla büyüyen
Albert, mühendis amcasının kendisini cebir ve geometriye özendirmesiyle,
ortaokul öğretmeni ile Öklit teoremi üzerine tartışmaya girebilmesine neden
olacak kadar bilime yatkınlık duymayı ve bağımsız düşünebilme yeteneği
kazanır. Parasal sorunlar sebebiyle Milano’ya göç etmek zorunda kalan
ailesinin aksine Münih’te kalan Albert, bir yıl sonra Zürih Teknik
Üniversitesi’ne kaydolmak için sınavlarına girdiyse de, matematik dışındaki
derslerde geçer not alamaması üzerine, Aarau’daki bir lisede bir yıl
okuyarak diplomasını alıp, okula öyle girmeyi dener. O sıralarda bir köşeye
şu notları almıştır: “ Kendimi doğa bilimlerinin teorik alanında öğretmen
olarak hayal ediyorum. Beni bunu düşünmeye sevk eden nedenlere gelince:
Soyut ve matematiksel düşünmedeki merakım ile, hayal gücü ve pratik
kabiliyetimin geliştirilmeye ihtiyacı olması.” 1900 senesinde, yüksek
öğrenimini fizik ve matematik öğretmeni olarak bitiren Einstein, ne
üniversitede ne de başka bir okulda görev alamaz. Çeşitli işlere girip
çıkarak geçirdiği bu yıllarda Einstein, esas tutkusu bilimden kopmaz ve
nihayet 1905 yılında kuramlarının ilk halkalarını açıklar: Bunlardan
birincisini, Newton’un ‘tanecikler akımı’, Young’la başlayıp Faraday ve
Maxwell ile süren bilim insanları grubunun da ‘dalga devinimi’ diye
tanımladıkları ışığın, aslında her iki tanımı da içinde barındırır nitelikte
olduğunun keşfi; ikincisi: “Brown Devinimi” denen olayın açıklaması ve
üçüncü, en önemli olanı ise, doğa yasalarının ivmesiz hareket eden tüm
sistemler için aynı olduğu, teoride ışık hızına erişen nesnenin oylumunun
sıfır, kütlesininse sonsuz olduğu, zamanın göreceliği ve madde-enerji
eşdeğerliliği gibi çok önemli sonuçlara yol açan “Özel Görecelik”
teorisidir. Einstein’ın fiziğe getirdiği en önemli katkıysa; sonradan
sonuçları deneylerle kanıtlanan “Genel Görecelik Teorisi”dir.
Nazilerin iktidara gelmeleriyle Almanya’dan ayrılan bilim adamı çeşitli
ülkelerde sürgün hayatı yaşadıktan sonra, “Birleşik Alanlar Teorisi” diye
anılan, tüm evreni temel bir ilke ışığında açıklayacak kuramının
çalışmalarıyla meşgul olduğu ABD’nin Princeton kentinde 1955 yılında ölür.
Işık hızının 300 kat aşıldığı şeklinde spekülasyonlarla ortaya dökülen
‘bilim insanları takımı’ için bugün de en büyük tehlikeyi, materyalist
diyalektiğin gelişimine tartışmasız katkılar sunan Einstein’ın bilimsel
buluşları oluşturuyor.
Başka bir kaynak: Albert
Einstein Kimdir ?
Albert Einstein 14 Mart 1879 tarihinde Almanya'nın Ulm
kentinde doğdu. Alman Yahudisi bir ailenin çocuğuydu. Zekası sayesinde çok
başarılı bir öğrenci olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. Einstein konuşmayı
bile 8 yaşında başlıyor. Dokuz on yaşına gelene kadar da konuşmaktaki
güçlülüğünü yenememişti. İlk ve orta öğrenimini ise Münih'te tamamlar. Ama
bu Einstein için pek kolay olmaz. Okuldaki öğretim sistemine ve
öğretmenlerine alışamaz. Zaten öğretmenler de garip-garip sorular soran bu
çocuğu pek sevmemişlerdi. Babasının işleri kötüye gitmeye başladıktan bir
süre sonra aile 1894'de Kuzey İtalya'ya göç ettiler. Einstein da Münih'teki
okulu bırakarak ailesinin yanına gider. Almanya vatandaşlığından da
çıkmıştır artık. Einstein daha sonra İsviçre Federal Politeknik okuluna
girmeye karar verir. Fakat giriş sınavını veremedi. İsviçre liselerin
birinde bir yıl eğitim gördükten sonra sınavı kazanarak Enstitüye girmeyi
başarır. Çok sevdiği ve mutlu olduğu bu ülkenin vatandaşlığına geçti ve
yaşamı boyunca İsviçre vatandaşı olarak kaldı.
Einstein yeni okulunda yine o eski Einstein'dı.
Derslere fazla devam etmiyor canı ne isterse onu okuyor, kafasına göre
deneyler tasarlıyordu... O kendi dünyasında istediği gibi yaşıyordu.
Enstitü'de Einstein H. Minkowsky ve A. Hurtwitz gibi çok değerli hocalardan
ders aldı. Lakin hocaları bu başına buyruk öğrenciden yaka silkiyorlardı.
Hatta H. Minkowsky Einstein'a "tembel köpek"(3) adını takmıştı. Hocaları
Einstein'a sınıfın dar geldiğini anlayamamışlardı.
Einstein enstitüde en iyi arkadaşı Marcel Grossman'dı. Grosman daha sonra
bu okulda profesörlüğe kadar yükselecekti. Einstein Grossman'dan aldığı iyi
ders notları sayesinde 1900 yılında matematik öğretmenliği diplomasıyla
okuldan mezun oldu. Mezuniyetinden sonra iş bulmakta baya zorlandı. Özel
fizik dersleri verdi. 1902'de Grossman ailesi Einstein'a Bern Patent
Dairesi'nde iş buldu. 1903'te ise Einstein Mileva Maric adlı Sırbistanlı bir
fizik öğrencisiyle evlendi. Einstein bu evliliğinden iki oğlu oldu.
Patent ofisindeki bu iş Einstein için çok uygundu. Gönderilen buluşları
inceliyor ve merak ettiği konuları araştırıyor ve diğer zamanlarında
fizikteki eksiklerini tamamlıyordu. Burada Annalender Physik'e göndereceği
fizik makalelerini yazmaya başladı. 1905'e kadar istatistiksel hareket ve
ısı dinamiği konularında dört araştırma makalesi sundu.
1905'te ise üç yeni makale ile artık fiziğin sahnesine inmemek üzere
çıkıyordu. İlk çalışması fotoelektrik olayını açıklıyordu. Einstein bu
makalesinde; bir metal yüzeyine gelen ışık demetinin bu yüzeyden elektron
koparacağını değiniyor ayrıca makalesinde ışığın ilerde foton adı verilecek
olan tözün parçacık niteliği gösteriyordu. İkinci makalede Brown Hareketi
olarak bilinen çiçek tozu gibi çok küçük parçacıkların sıvı içinde bulunan
moleküller tarafından bir titreşme hareketine tabi tutulmasını açıklıyordu.
Bu makale maddenin atomik yapısı hakkındaki son kuşkuları da ortadan
kaldırmıştır.
Einstein üçüncü yaptı "Devinen Cisimlerin Dinamiği Üzerine" adlı
makalesinde Özel Görelilik Kuramı da yer almaktadır. Özel görelilik ise
fizik ve filozofinin değişmesine neden olmuştur. İncelememiz boyunca bu
yenilikten bahsetmeye çalıştık.
Einstein etrafımızdaki uzaydaki olayları derin ve çocuksu bir yaklaşımla
farklı bir şekilde anlamamızı sağladı. Açıklamaları Newton'unkinden daha
doğru ve daha deneyseldi. Minkowsky Einstein bu çalışmasını görünce eski
öğrencisine hatırlayarak şöyle dedi: "İşe bakın! Böylesine parlak bir
çalışmayı bu delikanlıdan asla ummazdım."(4)
Einstein yedi yıl patent bürosunda çalıştıktan sonra Prag ve Zürich'te
akademik görevlerde bulundu. 1. Dünya Savaşı öncesi Almanya emperyalizmden
nefret etmesine karşı Berlin Üniversitesi'nde bir profesörlüğü kabul etti.
1. Dünya
Savaşının patlak vermesi ile ortalık karıştı. Einstein ve Alman kökenli
bilim adamlarının başı politik olaylarla çok ağırdı. Einstein bütün bu
çirkin olaylardan sıyrılıp düşen bir asansörü düşünmeye başladı.
Aslında genel görelilik üzerinde düşünmeye 1905 yılında başlamıştı. Fakat
genel göreliliğin özel göreliliğe kıyasla matematiksel açıdan çok daha zor
olması bir hayli zamanını aldı. Sorun sadece bu değildi, bütün hareketleri
açıklayabilecek genel bir teoriyi mümkün olduğu ölçüde hatasız
geliştirebilmek Einstein için bile hiçte kolay olmadı.
Einstein 1916 yılında genel görelilik kuramını yayınladı. Einstein'ın
genel görelilik kuramını bilip, fiziğin o günkü yapısıyla böyle bir
düşünceye ulaşabilmek hala kafalardaki soru işaretlerinde biridir.
Einstein'ın söyledikleri de zaten hemen kabul görmemiştir. Hatta çoğu kişi
gülüp geçmiştir. Elinizde deneysel bir iki sonucun haricinde bir şey olmadan
fiziğin bütün prensiplerini yasaklarını çiğnemek her babayiğidin harcı
değildi. Einstein ise kendinden emin kendisinin ifadesiyle "keçi inadıyla"
kuramının doğru olduğunu söylüyor ve bazı deneyler öneriyordu. Yapılan
deneylerin sonuçları Einstein'ı destekliyordu. Bir yıldız ışığının güneş
yakınlarından kırılması ile ilgili deney 1919'da ünlü gökbilimci Sir Arthur
Addington tarafından doğrularınca, Einstein'a sorarlar "Eğer herhangi bir
kayma gözlemlenmeseydi o zaman ne diyecektiniz?" Einstein meşhur keçi
inadıyla şöyle der; "O zaman sayın Lord hesabına üzülecektim, çünkü kuram
kesinlikle doğrudur."(5)
Kuramın doğrulanması ile Einstein'ın ünü bütün dünyayı sarmıştır. Dünyanın
çeşitli yerlerinden davetler alıyor, gazeteciler onunla röportaj için
yarışıyorlardı. Ama o zamanlarda göreliliğin matematiğini tam olarak
anlayanların sayısı çok azdı. Bu kuramı üç kişinin tam olarak anladığı
söylentisinin doğruluğu Eddington'a sorulunca, O da espriyle "Üçüncü kişinin
kim olduğunu çok merak ediyorum"(6) şeklinde cevap verir. Einstein 1916'da
karısından boşanarak dul kuzeni Elsa ile evlendi. Boşanırken de beklenen
Nobel ödülü mükafatını karısına nafaka olarak vermeyi kabul etti. 1921
yılında Einstein fotoelektrik konusu üzerine yaptığı çalışmalarından dolayı
Nobel Fizik Ödülü verildi. Çok ilginçtir ki özel ve genel rölativiteden
dolayı değil de fotoelektrik olayını açıklamasından ötürü ödül alır. Bunun
sebebi ise bilim çevrelerinin fiziği altüst eden bu kuramları henüz tam
kabullenememiş olmalarından kaynaklanmaktadırlar.
Einstein üne kavuştuktan sonra çokta mutlu günler görmedi. Başı Alman
yahudisi olmasından dolayı daha çok ağrıyacaktı. Almanlar tarafından hem
kendisi hem fiziği dışlandı, kötülendi. 1933'te Einstein Amerika'dayken
Almanya'da Hitler yönetimi ele geçirdi. Bunun üzerine Einstein Princeton'da
yeni kurulmuş olan ileri Araştırmalar Enstitü'sinde kendisine önerilen
profesörlüğü kabul etti ve Almanya'ya bir daha hiç gitmedi.
Einstein 20.
yüzyılın başlarında başlayan fizikteki ikinci devrimin gönülsüz babasıdır.
Kuantum fiziğinin alt yapısını oluşturanlardan biride Einstein'dır. Lakin
atomun davranışların açıklanmasındaki istatistiksel yöntem olan kuantum
mekaniğine hep karşı çıktı. Kuantum mekaniğindeki olasılık hesapları
Einstein'ın deterministik evren düşüncesine tersti. O malum inadıyla hep
şöyle derdi: "Tanrı zar atmaz". Einstein'a karşı sabrı tükenen kuantum
fiziğinin babalarından Niels Bohr ise şu sözleri söyler: "Tanrı ne yapması
gerektiğini iyi bilir."(7)
Einstein hayatın son yıllarında "Birleşik Alan Kuramı" için harcadı.
Einstein bunda başarılı olamadı ama doğadaki böyle bir uyumdan düzenden de
kuşkusu yoktu.
Einstein hayatı boyunca savaşlara karşı çıktı. Yeri geldi Almanya'ya ve
Amerika'ya bile kafa tutmaktan çekinmedi. Savaş karşıtı bildirilere hiç
çekinmeden imza attı. Japonya'ya atılan atom bombalarından Einstein büyük
üzüntü duymuştu. Fikir bazında da olsa bu bombaların yapılmasındaki
katkılarından dolayı savaş sonunda Japon fizikçisi Hideki Yukawa'dan
gözlerinden yaşlar aka aka özür dilemiştir.
Çağımızın en
büyük fizikçisi 18 Nisan 1955'te, 76 yaşında Princeton'da hayata gözlerini
yumdu. Fiziğe getirdiği yeniliklerle bilimin gözlerini açmasında Einstein
hiç kuşkusuz çok önemli bir role sahiptir.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy
|
|