Çetin
BAL:Bir üst uzay aracı aynı zamanda ışık hızını aşabilen bir uzay yada
zaman gemisidir. Eğer spekülasyon boyutunda konuşulan , medyaya resimleri yansıyan
dünya dışı varlıklara ait olduğu iddia edilen bu UFO
resimleri gerçekse bu araçların hepsininde garip bir biçimde sanki söz birligi
etmişçesine elektro-gravitasyonik sevkle çalışan bir uzay aracının aerodinamik
şeklini andıran Küre, Disk , Silindirik yada topaç biçiminde olmaları son derece
ilginç bir tesadüftür! Eğer ışık hızını aşmaktan bahsediyorsak böyle bir
yolculuk hadisesi -mekanik itimli -tepkimel itimli jet motor sistemleriyle yada foton
roketleri ve plazma itişine dayanan iyon roket motorları ile kesinlikle düşlenemez.
Eğer uzayın dev mesafelerini bir anda atlamaktan ve uzayda bir çeşit sıçrama ile
seyahati düşlüyorsak uzay-zamanın çizğilerini sıkıştıp- açarak dalgalandıran
ve bu çizğileri eğip büken kendi alansal enerjisiyle uzay-zaman dokusuna egemen uzay
araçları yapmaya ihtiyacımız vardır.
Aşağıda yer alan dünyanın farklı bölgelerinde çekilmiş bir çok
ilginç UFO resimleri; UFO GALERİ
Uçan Daireler (UFO) Nedir?
"UÇAN fincan tabakaları" deyimini
dünya ilk kez 1947 yılında tanıdı. Resmi olarak ABD, Idaho'da orman servisi
için kurtarış pilotluğu yapan Kenneth Arnold, 25 Haziran'da bir kayıp uçağı
Washington'daki Cascade Dağları üzerinde aramaya çıkmış ve tahminlere göre,
4000 m yükseklikte saatte 1200 mil hızla giden dokuz tane disk şeklinde uçan
daireler gördüğünü iddia etmişti. Arnold onların hareketlerini "Suyun
üstünde kayan fincan tabağına" benzetince bir gazete manşeti onlara "Uçan
fincan tabakaları" adını vermişti.
İki hafta sonra, 8 Temmuz 1947'de
New Meksico Çölü'nde Roswell isimli bir kasabanın yakınlarında bir "fincan
tabağının" ele geçirildiği duyuldu. Ertesi gün Pentagon bunu düzelterek
"fincan tabağı"nın yanlış teşhis edilen bir hava balonu olduğunu açıkladı.
Olayın üstünden neredeyse yarım
yüzyıl geçtikten sonra New Meksico eyaleti Kongre üyesi Stephen H. Schiff,
Kongre'nin araştırma bölümü olan "General Accointing Office"e olayı
araştırmaları için görev verdi. İddialara göre askerler, o zamanlar bilgi
saklamaları için Roswell sakinlerini susturmak istemişlerdi. Çünkü bir kaç
Roswell'li, Temmuz 1947'de ortaya çıkan bu ilginç olayla ilgili bir şey
açıklamamaları için tehdit aldıklarını iddia ediyorlardı. (Kısacası 8 Temmuz
1947'de yere düşen bir hava balonu değil, Ufo'ydu)
Kısa süre sonra ABD Hava
Kuvvetleri Komutanlığı özel (Eylül 1994) Roswell raporunu yayınlayarak o
günkü hava balonunu yıllar önce yürütülen çok gizli bir deney programının
bir parçası olarak tanımlayarak programın "Mogul Projesi" adını taşıdığını
ve Rusya'nın nükleer bombalarla yaptıkları deneyleri görmeyi amaçladığını
iddia etti. (tabiki bu bir yalandı)
Ancak olayı son derece ilginç ve
bir o kadar da anlaşılmaz kılan, 5 Mayıs 1995 Cuma günü İngiliz TV yapımcısı
Ray Santili'nin Londra Müzesi'nde bir basın toplantısı yapması olmuştu.
Dramatik ama kısa bir girişin ardından elinde 16 mm'lik 14 bobinden oluşan,
ABD istihbaratına ait bir film bulunduğunu açıkladı. Film ordu deyimiyle
kaza geçirip düşen bir UFO'yu ele geçirme olarak sınıflandırılmıştı. Kaza
sonrasıyla ilgili görüntüleri ve bazı dünya-dışı ya da insan olmayan
canlılara yapılan otopsi sahnelerini içeriyordu. Santili, filmi 82 yaşındaki
ordu fotoğrafçısı Jack Barnett'ten almıştı. Temmuz 1947'deki Roswell UFO
kazası sırasında çekilmişti ve Barnett bir kopyasını da kendisine
saklamıştı. İşte bu beklenmedik olay konunun önemini daha da arttırdı.
1989 yılında Sovyet nükleer silah
depolarının üzerine gelen bir UFO, iki saat boyunca dolanıp durmuş, ancak
bir MİG uçağının gelmesiyle uzaklaşmıştı.
UFO iddialarına kaynaklık eden
bir başka önemli olay ise ABD'deki 51. Bölge'ydi. İddialara göre, bölgedeki
UFO gözlemleri oldukça yoğundu ve birçok insan bölgede uzay teknolojisinin
ve ÇALIŞIR UÇAN DAİRELERİNİN SAKLANDIĞINA İNANIYORDU.
Groom Gölü Hava Kuvvetleri Üssü,
diğer adıyla Dreamland, Nevada'nın sıra dağları ile çöl arasında gizliydi.
Resmi olarak "51. Bölge" olarak bilinen bu bölgenin adı bir haritadan
esinlenerek çıkarılmıştı. Kırk yıldır varolan bu üssün yerini halktan
saklamak için milyonlarca dolar harcandığını ve şu anda resmi bilgilere
bölge eskimiş SR71 Blackbird casus uçakları ve F117 Stealth savaş
uçaklarının üssü olarak biliniyor. Fakat son günlerde, üssün TR3A tatbikat
uçakları ve Auroro olarak bilinen son Stealth projesi için kullanıldığı
söylentileri yayıldı.
51. Bölge ile ilgili en çarpıcı
rapor 1988-90 yılları arasında Galileo adıyla bilinen gizli bir proje sistem
mühendisi olarak çalışan Robert Lazar'dan geldi. Lazar, dünya-dışı dokuz
yuvarlak uzay aracının, üssün S4 adıyla bilinen bir bölümünde saklanarak
incelendiği iddia ediliyordu. Lazar'ın anlattıklarına göre, uzay gemileri
dağ duvarlarına inşa edilmiş büyük çengellere yerleştirilmişti ve sadece
kapıları hariç her yeri, ana renge uysun diye boyanmıştı.
Lazar'ın anlattığına göre, üste
çalışmaya başladığı günden, ayrılana kadar her hareketi silahlı güvenlik
görevlileri tarafından izlenmişti. Fakat yine de birara fırsat bulup 4.5 m
yüksekliğinde ve 18 m çapında, bir yetişkinden daha çok bir çocuk için
dizayn edilmiş uzay araçlarından birine girdiğini iddia ediyordu. Lazar'a
göre, uzay aracı görünüşte metalik olmasına rağmen kaynak yerleri gözle
görülmüyordu ve bu objenin elektrik düzeni bizim bilimsel düzenimizden ve
havacılık teknolojimizden çok ileriydi.
Lazar bir gün birkaç arkadaşına,
işinin birkaç detayını laf arasında ağzından kaçırdı ve arkadaşlarını uzay
araçlarının test uçuşlarının izlenebildiği üssün bir bölümüne götürmeye
başladı. Fakat bu izinsiz ziyaretlerin birinde güvenlik devriyesi tarafından
tutuklandı, sorguya çekildi gözdağı verilerek serbest bırakıldı.
İddialar birbiri ardısıra
gelirken, bundan tam iki yıl önce ABD Hava Kuvvetleri, Groom Gölü'nü halkın
görüşünden uzak tutmak için çevredeki 4500 hektarlık yeri de satın aldı.
Üssü gözlemek için diğer gözlem noktası artık 25 ila 30 mil uzaklıkta
kalıyor. Yani başarılı fotoğraflama yapmak eskisi kadar kolay değil.
ABD basınına göre Groom Gölü
çevresinde Hava Kuvvetleri'nin sahip olduğu alanın 94000 hektar olduğu iddia
ediliyor. Üssün isminin hâlâ haritalarda yer almayışının gizli bir üs yada
dünya-dışıbir sırrı saklamak için kullanılanbir yer olduğu sıklıkla
vurgulanıyor.
UÇAN DAİRELER VE
YILDIZLAR ARASI YOLCULUK
Bilim kurgu kitaplarının kahramanları tarafından kullanılan uzay gemilerini bu
günkü gelişmiş bilgisayar ve sinema teknikleriyle ekranlardan zevkle izliyoruz. Söz
konusu harika makinalar ışık yıllarını arkalarında bırakarak yıldızlar arasında
dolaşıp her hafta içindekilerini maceradan maceraya taşırlar. Hatta bunlardan
bazıları komşu galaksilere kadar da uzanırlar. Acaba bilimsel açıdan bu mümkün
müdür? Konuya bu şekilde baktığımız takdirde bu soruya şimdilerde maalesef
kolaylıkla olumlu cevap vermek mümkün olmayacaktır. İleride, yıldızlara uzay
araçları mutlaka gönderilecektir. Ama bunlar herhalde TV dizilerinde gördüklerimize
pek benzemeyecektir.
STARWARS(yıldız savaşları) filiminde görülen bir sahne! Starwars filminde
de dünya dışı medeniyetlerle kurulan bir iletişim senaryosu gündeme getirilmektedir.
Ve bu filim uzay yolculuklarının ışık hızına yakın hızlarda foton ve iyon
itişine sahip roket motorlarıyla gerçekleştirildiği bir gelecek tablosu
çizmektedir.Ama böyle bir gelecekte derin uzay yolculukları bile ulaşılması
güç bir hayaldir.
Bilindiği gibi evrende ulaşılabilecek en büyük hız ışık hızıdır. Bir ucunda
radyo dalgaları diğer ucunda gamma ışınları yer alan ve elektromanyetik dalgalar
denilen evren titreşimleri boşlukta (saniyede yaklaşık 300.000 Km. lik) ışık
hızıyla yayılırlar. Görülen ışık da bir elektromanyetik dalga türüdür. Işık
dünyamıza; aydan 1,25 saniyede, güneş’ten 8 dakikada, güneşe en uzak gezegen olan
Pluto’dan 6 saatte ulaşır. Güneş sistemi için uzaklıklar bu mertebedeyken
sistemimize en yakın güneş olan (Kentaurus burcunun en parlak yıldızı) Alfa
Centauri’nin ışığı bize yaklaşık 4,5 yılda ulaşır. Yani bu yıldız şu anda
patlamış olsa biz bu olayı ancak 4,5 yıl sonra görürüz. Işığın bir yılda
aldığı mesafeye 1 ışık yılı adı verilir. 1 ışık yılı =300.000 km x60
saniyex60 dakikax24 saat x365 gün= 9.460.800.000.000 km., yani yaklaşık 9,46 trilyon
km.dir. Alfa Centauri’nin bu hesaba göre dünyaya uzaklığı 4x9,46=37,84 trilyon
km.dir. Işık bu mesafeyi 4,5 yılda katederken, şu ana kadar insan eliyle yapılmış
en hızlı araçlar olan ve güneş sistemi içindeki görevlerini bitirip halen
yıldızlar arası boşlukta yol alan Pioneer’lar saatte 60.000 km. hızlarıyla (şayet
yolları üzerinde bulunmuş olsaydı) bu yıldıza 80.000 yılda varabilirlerdi.
Milyarlarca yıldızdan oluşan disk şeklindeki Samanyolu galaksisinin çapı 100.000
ışık yılı civarındadır. Samanyolu büyüklüğündeki en yakın galaksi olan M31
katalog numaralı Andromeda bizden 2,4 milyon ışık yılı ötededir. Yani teleskopla
baktığımızda gördüğümüz şey bu galaksinin 2,4 milyon yıl önceki halidir. Ve
çok güçlü teleskoplar vasıtasıyla, ışığı güneş sistemine 13 milyar yılda
ulaşan ilkel galaksilerin fotoğrafları çekilmektedir.
Bu gün öngörüleri deneylerle doğrulanan fizik teorilerine göre maddi cisimler
(örneğin uzay gemileri) ışık hızına yakın hızlara kadar hızlandırılabilirler,
ancak hiçbir yolla ışık hızında uçurulamazlar. Zira Einstein’in formüllerine
göre, artan hızla birlikte cismin kütlesi de artmaktadır ve ışık hızında kütle
sonsuza gitmektedir. Kütlesi sonsuz büyük olan maddeyi sürmek için sonsuz büyük
enerjiye ihtiyaç vardır ki bunun da pratik bir anlamı bulunmamaktadır. Çok büyük
hızlar söz konusu olduğunda ortaya çıkan bir diğer husus zamanın akış hızındaki
azalmadır. Bir başka ifadeyle ışık hızına yakın hızlarla hareket edecek uzay
gemilerindeki insanlar dünyada bıraktıkları akrabalarına nazaran daha yavaş
yaşlanacaklardır.
Zaman genleşmesi de
denilen bu enteresan olgu biri yerde duran, diğeri bir uydu içinde uzayda dönen iki
atom saati kullanılarak ispatlanmıştır. Ayrıca, bu olgu dikkate alınmadan modern
atomik parça hızlandırıcıları da yapılamaz.
Bütün bu özet
izahatın ışığında, ışık hızına (% 98’i gibi) çok yakın hızda seyreden uzay
araçları yapılabilse bile yıldızları dolaşmanın dünyada kalanlara göre çok uzun
yıllar alacağı görülmektedir. Aşağı yukarı bize 10 ışık yılı mesafede
bulunan Sirius yıldızına gönderilecek böyle bir aracın içinde bulunanlara göre
yolculuk 6-7 gün, dünyadakilere göre ise 10
yıldan fazla sürecektir. Şayet bu uzay gemisi 2,4 milyon ışık yılı ötedeki
Andromeda galaksisine gönderilmiş olsa, gemidekiler yol boyunca 60-70 yıl
yaşlanacaklardır. Dünyadakilerin ise (şayet dünyada hala birileri varsa) “hedefe
vardık” (elektromanyetik dalga) mesajını almaları için 2 x 2,4 = 4,8 milyon yıl geçmesi gerekecektir.
Bu noktada yine görülmektedir ki zaman genleşmesi olayı uzay yolculuklarını
kolaylaştıran bir unsurdur. Ancak, acaba uzay araçlarını ışık hızına çok yakın
hızlara çıkarabilmek mümkün müdür?
Yapılan hesaplar
göstermektedir ki bir uzay aracına bir
yıl boyunca devamlı olarak 1 g (yer çekimi ivmesi) kadar ivme uygulanırsa bu sürenin
sonunda araca ışık hızına çok yakın bir hız kazandırılabilecektir. Böyle yavaş
hızlanma her şeyden önce gemidekiler üzerinde herhangi bir rahatsızlık
yaratmayacaktır. Zira çok ani hızlanmalar halinde, insan vücudundaki farklı yoğunluk
bölgeleri farklı ivmelenmelere maruz kalacağından
öldürücü etkiler meydana gelecektir. (Ancak bu durumda yolculuk sürelerine
hızlanmak için 1 yıl, hedefe varıldığında yavaşlamak için de 1 yıl eklenmesi
gerekecektir.) Bu noktada en büyük sorun uzay gemisine sürekli olarak 1 g’ lik
ivmelenme temin etmek için çok büyük miktarlarda enerjiye ihtiyaç duyulacak
olmasıdır. Halen düşünülmekte olan en verimli enerji kaynağı, madde ile antimaddenin birleşerek tümüyle
enerjiye dönüşmesi olayıdır. Bugün fizik dünyasında, bilinen bütün atomik
parçacıkların karşıtı olarak birer antiparçacığın bulunduğu ispatlanmış bir
olgudur. Proton/antiproton, nötron/antinötron, elektron/antielektron gibi. Yapılan
hesaplara göre bu yolla 1 tonluk bir kütleyi ışık hızının % 98’ine ulaştırmak
için 25 ton madde ve antimadde karışımına ihtiyaç bulunmaktadır. 1 tonluk böyle
bir uzay aracını en yakın yıldız olan Alfa Kentauri’ye götürüp getirebilmek
için iki defa hızlanma, iki defa yavaşlama yapılması gerekeceğinden 100 ton
madde/antimadde karışımına ihtiyaç duyulacaktır. Antimadde, halen çok güçlü
atomik parça hızlandırıcılarında eser miktarda üretilebilmekte, ancak hemen
civardaki madde ile birleşerek enerjiye dönüşüp kaybolmaktadır ki antimaddenin
büyük miktarlarda üretilmesi ve depolanması için henüz akla gelen hiç bir
çözüm yolu bulunmamaktadır. Dolayısıyla, uzay araçlarını bu yolla sürmek
şimdilik sadece bilimkurgu romanlarının konusu olabilir.
Ancak, içinde bulunduğumuz zaman diliminde uzay
araçlarını hidrojen füzyonu yoluyla elde edilecek enerjiyle hızlandırmak mümkün
gibi gözükmektedir. Bilindiği üzere füzyon, hafif elementlerin atom çekirdeklerinin
yüksek ısıların etkisi altında bir
birleriyle kaynaştırılarak daha ağır elementler oluşturulması olayına verilen
isimdir. Örneğin, hidrojenin bir izotopu olan ağır hidrojen atomunun çekirdekleri bu
şekilde kaynaştırılarak helyum atomu çekirdeklerine dönüştürülmekte, bu işlem
sonunda çok küçük bir miktar madde yok olarak buna eş değer miktarda enerji açığa
çıkmaktadır. Halen bu yolla hidrojen bombaları yapılmaktadır ve füzyon enerji
santralleri yapılabilmesi için de ülkemiz dahil, bütün
dünyada çok büyük çabalar harcanmaktadır.
Bu konuda da yapılan
hesaplara göre 1 tonluk bir uzay aracını en yakın yıldıza götürüp getirmek için
3.500 ton hidrojeni füzyona tabi tutmak gerekecektir ki söz konusu enerji miktarı,
dünyada tüketilen yıllık enerji toplamının birkaç katına denk düşmektedir.
Burada yakıt sorununa
önerilen çözümlerden biri, aracın depolarında hidrojen taşımak yerine yıldızlar
arasındaki ortamda bulunan hidrojeni
kullanmaktır. Uçak turbo motorlarının havayı emmesi gibi uzay araçları da hidrojeni
toplayarak reaktörlerinde füzyon enerjisi yaratmak suretiyle ilerleyebilirler. Ancak
uzayda bulunan hidrojen öylesine seyrek dağılmıştır ki bu maddeyi yeterli miktarda
toplayabilmek için reaktör hidrojen alıkları binlerce
kilometre çapında olmak zorundadır. Bir an için gerçekleştirilebileceği var
sayılsa bile böyle büyük yapıların, üzerlerine ışık hızına yakın hızlarla
çarpacak astereoitlerin ve kozmik zerreciklerin tahribatına karşı korunması mümkün
olmayacaktır.
Bir başka yakıt deposuz
araç önerisi de uzay yelkenlisidir. Bu tip araçların ilk örneği olan Cosmos 1,
içinde bulunduğumuz yıl uzayda denenecektir. Bilindiği gibi ışığın da basınç
etkisi vardır ve bu etki özellikle boş uzayda, güneş ışığının dik düştüğü
geniş yüzeylerin bağlı olduğu yapıları hareket ettirebilir büyüklüklere
varabilmektedir. Yelkenli deniz araçlarında olduğu gibi ışığın etkisine
bırakılan alanların (yelkenlerin) açılarını ve konumlarını, dolayısıyla yüzey alanlarını değiştirmek suretiyle
hızlanma veya yavaşlama manevraları yapılabilir. Bu yolla Güneş Sistemi içinde
ucuza seyahat etme imkanı vardır. Böyle bir aracı yıldızlar arası uzaya itebilmek
için ise, laser ışınlarının basınç etkisinin kullanılması önerilmektedir. Ancak
bu önerinin gerçekleştirilmesinin önünde ciddi teknik engeller vardır. Ayrıca,
böyle bir aracı bu yolla sistemin dışına çıkarabilseniz dahi geri getirmeniz
mümkün olmayacaktır.
Yıldızlar
arasında ışık hızına yakın hızlarda yolculuk konusunda yukarıda (bu gün
vardığımız bilim ve teknoloji düzeyine göre) anlatılanlar ilerisi için dahi, bu
hayalimizin gerçekleştirilmesine yönelik olarak pek ümit vaat etmemektedir. Bu noktada hayal gücümüz bizi konuyla ilgili
başka çözümler aramaya sevk etmektedir.
Bilimkurgu yazarlarına göre (evrende
büyük kütleli yıldızların patlamaları sonucu merkezlerinde oluşan
inanılmaz yoğunlukta) kara deliklerin içinden geçmek suretiyle hiç zaman harcamadan
yüzlerce ışık yılı uzaklıklara ulaşmak mümkündür. Zira böyle düşünenlere
göre bu cisimlerin civarında uzay-zaman dokusu büküm yapmaktadır. Bir kısım bilim
adamları da bu görüşe katılmaktadırlar. Şayet böyle bir imkan gerçek olacaksa,
gitmek istediğimiz yıldızlara ulaşmak için birer metro istasyonu gibi kullanmak
üzere kara deliklerin Samanyolu içindeki koordinatlarını tespit etmek gerekecektir.
(Kim bilir belki de bir gün gelecek, uzak torunlarımız uzay - zaman dokusunu yapay
olarak bükmeyi ve yıldızlar arasında kendi metro yollarını tesis etmeyi başaracaklardır). Yakınlarda okuduğum ilginç bir bilimkurgu
romanında; yabancı uzay aracından çıkan yaratık
Birleşmiş Milletler binasına gelerek; “Galaksi Yönetim Kurulu, uzayın içinde
bulunduğunuz bölgesinden yol geçirilmesine karar verdiğinden dünyanız istimlak
edilecektir” diyor ve sonra her şey bir tıslama sesiyle bir anda bitiveriyordu.)
Çoğu bilim adamı ise,
sahip olduğu inanılmaz boyuttaki çekim gücüyle ışığı bile yutan, bu nedenle de
görülemez olduğu için kara delik olarak adlandırılan böyle bir yapının içinden
geçmeyi deneyecek bir uzay aracının atomlarına kadar çözülerek dağılacağına
inanıyorlar.
Bir kısım
bilimadamları rölativistik denklemlerle
oynamak suretiyle hızı sonsuz büyüklüklere varacak sanal parçacıkları (takyon adı
altında) gündeme getirmekteyseler de bu yaklaşımların bilimsel açıdan hiç bir
pratik değeri bulunmamaktadır.
Yine bilimkurgu
yazarlarının romanlarında maddenin, çözülerek çok uzaklara ışınlanması ve
gittiği yerde tekrar maddeleştirilmesi yoluyla uzayda yolculuk, sıkça işlenen konular
arasında yer almaktadır. Örneğin bir metal kütlesi gibi basit yapılar için böyle
bir uygulamanın olabilirliği tartışılabilir. Ancak canlı yapıların moleküler
çeşitliliği ve karmaşıklığı dikkate alındığı takdirde, konu çözümsüz gibi
gözükmektedir. Kaldı ki, ışınlanacak astronotun vücudundaki her atomun üç boyutta
koordinatları, gönderileceği yerde tekrar
bütünleştirilmek üzere, yüzde yüz hassasiyetle tespit edilebilse bile, çözülme ve
ışınlama işlemleri belli bir zaman alacağından astronot birkaç saniye içinde
milyonlarca kilometre uzaklara radyasyon halinde dağılacak, bu radyasyonun bir kısmı,
yoluna çıkacak herhangi bir gök cismi tarafından engellendiği takdirde hedefe
vardığında eksik şekilde maddeleşebilecektir !
Aktarılan bütün bu
izahatın ışığında, belki de çözüm, yıldızlara
gitmek için hız konusunda çok fazla ısrarcı olmamakta yatmaktadır. Işık hızına
çok yakın hızlarda yol alabilecek, ancak çok hafif oldukları için büyük miktarda
yakıt taşımaları gerekmeyecek insansız robot gemiler yakın yıldızlara oralardan
bilgi göndermeleri amacıyla yollanabilir. Böyle araçları hareket ettirmek için iyon
motorları da yeterli olacaktır. İyon motorlarında
itici etki, kimyasal ya da nükleer
enerji yoluyla elde edilen sıcak ve basınçlı gazların aracın eksozlarından
atılması yerine, elektrik yüklü parçacıkların elektromanyetik alanlar vasıtasıyla
hızlandırılarak büyük hızlarla atılması suretiyle elde edilmektedir. Halen Deep
Space 1 ismi verilen bir iyon motorlu araç, deneme amacıyla uzayda yol almaktadır.
Ancak bu tip motorlar büyük uzay gemileri için şimdilik iyi bir çözüm olarak görülmemektedirler.
İleriki yüzyıllarda
insanlı uzay gemileri inşa edilecekse, bunlar çok büyük miktarlarda yakıt taşıma
zorluğunu bir ölçüde telafi etmek amacıyla örneğin ışık hızının % 10’ u
kadar hız yapabilecek şekilde projelendirilebilirler. Bu takdirde yoculuk süreleri
nesiller boyu süreceğinden böyle araçların, kendi yaşam destek sistemlerini
taşıyacak şekilde devasa boyutlarda inşa edilmeleri gerekecektir.
Herhalde gelecek yüzyıllarda yaşayacak olan
insanlar, dünyanın yörüngesinde inşası
tamamlanan böyle dev uzay gemilerinin, etraflarında yaşanabilir gezegenleri olduğu
tespit edilen yıldızlara doğru, bir daha geri dönmemek üzere birer birer
ayrılmalarını izlemek mutluluğunu tadacaklardır.
Maddenin kütle özelliği, bir başka ifadeyle yerinden oynatılmasına karşı
gösterdiği direnç, enerji kullanma ihtiyacını yaratmaktadır. Bir an için bir yolla
bu direncin yani kütlenin yok edildiğini düşünelim. Bu takdirde yıldızlar arası
yolculuk çok kolaylaşabilecekmiş gibi görülmektedir. Son zamanlarda bazı
bilimadamları atom çekirdeğinin derinliklerinde kütlenin kaynağını aramaya
yönelmişlerdir. Ancak bu konuda olumlu bir sonuç almak mümkün olsa bile kütle
etkisini ortadan kaldırmak suretiyle yıldızlara araç göndermenin de herhalde çok
büyük maliyetleri olacaktır. Zira doğada her şeyin bir maliyeti vardır.
Geceleri gök yüzüne baktığımızda gördüğümüz bütün yıldızlar Samanyolu
galaksisine aittir ve bu yıldızların aralarında ışık yıllarıyla ölçülen çok
büyük uzaklıklar söz konusudur. Bu husus diğer galaksiler için de geçerlidir ve
galaksilerde yıldızlar o kadar seyrek dağılmışlardır ki çekim güçlerinin bir an
için olmadığını düşünürsek teorik olarak iki galaksiden birinin diğerinin
içinden (çok yoğun olan merkezleri hariç) pek fazla sayıda yıldız biri birine
değmeden, geçebileceğine inanılmaktadır. (Evrende böyle çarpışma halinde olan
galaksilerin fotoğrafları çekilmektedir. Ancak bu çarpışmaların sonucunda çekim
güçlerinin etkisiyle nispeten küçük olanı büyük olan tarafından sindirilmekte ve
devasa boyutlarda tek bir galaksi meydana gelmektedir. Gidişata göre bir kaç milyar
yıl sonra Samanyolu’muz da, M31 Andromeda galaksisi ile çarpışacaktır.)
Yıldızların aralarındaki bu büyük mesafeler uzay yoculuklarının önündeki en
büyük engellerden biridir.
Şimdi tekrar başa dönelim. Evrende yegane zeki ve uygar varlık olmadığımızı
kabul etmek zorundayız. Yalnız, bunu kabul etmek, uçan daire iddialarının doğru
olduğu anlamına gelmez sadece olabilirliğini akla getirir. Evet, bütün güçlüğüne
rağmen nasıl biz er geç bir gün bu işi başaracaksak, başka dünyaların zeki
sakinleri de bunu başarabilirler ya da bazıları başarmış da olabilirler. Ama şu
anda burada olduklarını kabul etmek için ileri sürülen iddia ve deliller bana göre
yeterli değildir.
Bu konuda hemen akla gelen soruları şu şekilde sıralamak kabildir. :
Uçan dairelerden özellikle 2. Dünya Harbini takip eden yıllardan itibaren
bahsedilmeye başlandığını görüyoruz. Aynı yıllar Alman V1 ve V2 roketlerinin ve
bunları takip eden gelişmelerin uzay yolculukları için insanlara yeni fikirler ilham
etmeye başladığı yıllardır. Uçan daireleri tam bu sıralarda görülmeye
başlanması manidar gelmiyor mu ? Bu suale uçan daire meraklıları eski belgelerde de
buna dair bilgilerin bulunduğu yönünde cevap verebilirler. İnsanların binlerce
yıldan beri gökyüzünde bir şeyler gördükleri doğrudur, ancak bunlar uçan daire mi
idiler? İddialara göre uzaylılar çok eski zamanlarda yere inip uygarlığın
oluşmasında insanlara yardımcı olmuşlardır. Şayet böyle ise antik kalıntılar
arasında neden dünya dışı bir delile, mesela elektronik bir düzeneğe veya bir makina
parçasına rastlanmıyor? (Çetin BAL: Böyle delillerin bulunmuş olması ille de
dünya kamu oyuna sunulmasını gerektirmez!.)
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
|