Zamanda yolculuk kuramlarının bilimsel dayanaklarından biride 'Görecelik kuramları'ndan sonra gelen Kuantum fiziğidir. Bu açıdan kuantum fiziğinin genel çerçevesi hakkında bilgi sahibi olabilmeniz için kuantum fiziği hakkında genel bir takım bilgileri sizlerle paylaşmak istedim. Çetin BAL / 04 / 16 / 2003
Kuantum Kuramı, 20. yy'ın büyük kuramlarından biridir. Kuantum ne demektir? Kuantum kuramı, nedensellik kavramını,yani determinizmi nasıl etkilemiştir? Elektron nedir,bir parçacık mı,bir dalga mıdır? Yoksa her ikisi midir? Işık nedir? Bir parçacık (foton) sağanağı mıdır, elektromanyetik bir dalga yayılması mıdır? Einstein, kuantum kuramının kurucuları arasında bulunduğu halde, sonradan neden ve nasıl bu kurama karşı çıkmıştır? Einstein, 1930 Solvay konferansına nasıl bir düşünce deneyi ile geldi? Ona "Einstein, senin adına utanıyorum. Çünkü yeni kuantum kuramına senin karşıtlarının görelilik kuramına karşı ortaya koydukları kanıtlarla karşı çıkıyorsun" diyen dostu kimdir? EPR Deneyi, kuantum kuramının eksik olduğunu göstermiş midir?Yine kuantum kuramının kurucularından Erwin Schrödinger , "Schrödinger'in kedisi" diye ünlenen düşünce deneyi ile bu kurama neden ve nasıl karşı çıkmıştır? Kuantum kuramı, deneylerle test edilmiş midir? Karadeliklerin gönülsüz babası kimdir? Belirsizlik ilkesi nedir? Bu ilke araçlarımızın yetersizliğinin bir sonucu mudur? Her şeyi bilebilir miyiz?Bir gizemli sayı daha:1/137'nin anlamı nedir? Sizleri, bir kısmını buraya sıraladığım soruların yanıtı için atom ve moleküller dünyasında bir gezintiye çağırıyorum. Bu atomaltı dünya (mikrodünya), makrokosmos kadar çeşitli, ilginç, renkli, neşeli, kafa karıştırıcı ve heyecan verici... Aşağıdaki açıklamaları yazarken kaynaklar bölümünde belirttiğim eserlerden neredeyse tümüyle alıntılar yaptım. Benim yaptığım, zaman zaman araya girerek yazarlığı hepten kaynakların yazarlarına kaptırma endişemi gidermek oldu!. Örneğin Belirsizlik ilkesini Hawking'e, olasılık ve belirsizlik açısından doğayı Feynman'a anlattıracağım. Bohr ile Einstein'nin Solvay Konferanslarındaki tartışmalarını ve o yılların iklimini W. Heisenberg bize sunacak. Yani kuramı, ustalarından dinleyeceğiz. Kimya derslerinden bilir misiniz? Tüm maddeler atomlardan ve her bir atom da pozitif elektrikle yüklü bir çekirdek ve negatif yüklü elektronlardan oluşur. O halde, çok küçük atomik ölçekte kütle, atomik kütlelere karşılık gelen kesikli niceliklerden oluşur. Yani modern fizik dilinde kütlenin kuantumlanmış olduğu söylenir. Enerji içeren pek çok nicelik de kuantumlanmıştır. Enerjinin kuantumlu tabiatı özellikle atom ve atomaltı dünyada ortaya çıkar. KUANTUM FİZİĞİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ :Yrd.Doç.Dr. Ömer Said Gönüllü Hem insan hem de ışık hızında dalga olabilir miyiz? Kuantum Fiziğinin Garip Söylemleri Kuantum Kuramı sayfaları: sayfa1 - sayfa2 - sayfa3 - sayfa4- Geçmiş Zamanlara Yolculuk Mümkün mü? : sayfa1 - sayfa2- sayfa 3- sayfa4 Işınlama ve Zamanda yolculuk: Sayfa1- Sayfa2 Zaman Tüneli Gerçek mi oluyor: Sayfa1 Sayfa2 Sayfa3 Sayfa4 Sayfa5 Zamanda yolculuk düş mü? Gerçek mi? : 1 - 2- 3- 4 -5 Zaman Yolculuğu Yapılabilir mi? : 1- 2-3-4 Zaman Yolculuğu yakında mümkün mü! 1-2-3 Zaman içinde yolculuk düşüncesi Dr.Seçkiner Görgün ile Işınlama teknolojisine dair sohbet: New Scientist -The truth about Time Travel- Physiker halten sie für möglich: Zeitreisen -Die Zeitmaschine Elektro Zayıf Etkileşimlerin KuantumluYapısı -Tekin Dereli(Pdf) HAFTALIK Derğisi : Zamanda yolculuk peşindeki Türkler! Çetin BAL- Muzaffer KINALI
Çetin BAL: Zamanda yolculuk konusunda nasıl bir teknolojik yapıyı kurgulamamız gerektiği konusunda ip uçları verecek bazı ingilizce kaynakları ilginize sunuyorum.Bu bölüme bir göz atarsanız konu hakkında biraz daha ufkunuzun açılacağını düşünüyorum. Zaman yolculuğu teknolojileri... Önce Özetler! 1900 yılında Max Planck,siyah cisim ışımasını açıklamak için ışığın kuantumlu olabileceğini ileri sürdü. O zamana dek,ışığın şiddetiyle enerjisinin doğru orantılı olduğu sanılıyordu. Oysa ışığın frekansıyla enerjisi doğru orantılıydı... 1905'te Einstein bu kurama dayanarak fotoelektrik olayı açıkladı. Işık,dalga özelliği yanında foton denen kuantum (enerji paketleri) özelliği de gösteriyordu. 1924'te Fransız fizikçi Louis de Broglie, çok çarpıcı bir düşünce üretti. Basit bir matematikle, hareketli her parçacığın aynı zamanda dalga özelliği göstermesi gerektiğini ileri sürdü. 1927'de Amerikalı bilimciler C.Davisson ve L.Germer, elektronların tıpkı bir ışık gibi,kristallerde kırınım gösterdiğini buldular. Yine aynı yıl W.Heisenberg, ünlü belirsizlik ilkesini ortaya koydu . Fizikçiler arasındaki görüş ayrılıkları 1927 Solvay konferansında dışa vurdu. Tartışmaların başını N.Bohr ile A.Enstein çekiyordu. 1930'da yine büyük bir tartışma yaşandı. Einstein,yavaş yavaş arka sıralarda oturmaya başladı. Gelin öyküyü baştan alalım. " Olabilir desinler, ama olur demesinler." Cicero "Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.." Atasözü
Niels Bohr şöyle dedi: " Bir süre önce yine burada Kopenhag' da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felsefe konferansı vardı. Bunda Viyana Okulu' nun üyeleri büyük rol oynadılar. Bu filozofların önünde kuantum teorisinin yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansımı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangi bir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için çok korkunç olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü bir insan kuantum teorisinden ürkmezse, onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki, kimse neden söz ettiğimi anlamadı." Klasik Fiziğin Çözemedikleri Kuantum kuramının doğuşunu kavrayabilmek için biraz gerilere gitmemiz gerekiyor. 19. yy sonlarına. Üç önemli problem,klasik görüşlerle açıklanamıyordu: 1. Siyah cisim ışımasının enerji dağılımı (morötesi felaket!) 2. Fotoelektrik olay 3. Atomların kararlılığı Gazların kinetik kuramı, klasik fiziğin çok önemli başarılarından biriydi. Bu kurama göre, hiç bir molekülü dışarı kaçırmayacak ideal bir gaz kabındaki N molekülün toplam enerjisi E olsun. Bu toplam enerji (E) , enerjinin eşit dağılımı yasası diye bilinen temel bir istatistiksel teoreme göre ortalama olarak moleküllere eşit olarak dağılmıştır. Ortalama diyoruz, çünkü istatistiksel açıdan kesin veriler değil, ancak ortalama değerler elde edilebilir. Lord Rayleigh (1842-1919)ve Sir James Jeans(1877-1946)gazların kinetik kuramına başarıyla uygulanan istatistiksel modeli, iç duvarları kusursuz ayna olan kutuda hapsedilmiş "ışık" dalgalarına uygulamaya çalıştılar. Ama burada temel bir zorlukla karşılaştılar. Bir gaz kabındaki molekül sayısı çoktu; ama "sonlu" ydu,oysa ışığın hapsolduğu ideal bir ayna cidarlı kutuda farklı titreşim tiplerinin sayısı "sonsuz"du. İşi basitleştirmek için “Jean Küpü”nün yalnızca sağ ve sol iç duvarları arasında gidip gelen dalgaları düşünelim. Bu dalgalar, duvarlarda zamanla genliğin kaybolacağını söyleyen sınır koşullarına uymalıdır... Bunu üç boyutta düşündüğümüzde "sonsuzluk" sayısının daha da artacağı açıktır. Titreşim modu (düğüm noktası) sayısı sonsuz, ama enerji sonlu. Yani titreşim modu başına düşen enerji = E/ sonsuz = tanımsız. Bu, kuşkusuz saçma bir sonuçtur. Yani açıkça, klasik kuram, artık cisimlerin doğasına ilişkin bilgilerimizle çelişmekteydi. Atomik ölçekte,maddenin davranışını açıklamak için klasik fiziğin uygulama denemeleri tamamen başarısız oldu. Siyah cisim ışıması,fotoelektrik olay ve bir gaz deşarjında atomların yaydığı keskin çizgiler klasik fizik çerçevesinde anlaşılamadı. George Gamow 'un dediği gibi:" Bir kuram, cisimlerin doğası ile ilgili bilgilerimizle çeliştiği zaman, cisimlerin yapısı değil kuram yanlış olmalıdır". Doğaya yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyordu. Bu devrim, 1900 ile 1930 arasında gerçekleşti. Kuantum Mekaniği denen bu yeni yaklaşım atom,molekül ve çekirdeklerin davranışını başarıyla açıkladı.
Elementlerin Parmak İzi : Atomların Tayf Çizgileri Kuantum kuramının ilginç,gizemli,şaşırtıcı sağ duyuya aykırı dünyasında yeterince donanımlı dolaşabilmek için atomlardan yayılan ışık hakkındaki bilgilerimizin gelişimine kısaca göz atmalıyız. Bir ışımanın, içerdiği farklı frekanslı(farklı dalga boylu) bileşenlerine ayrılmasına tayf (spektrum) denir.
Belirli bir sıcaklıktaki tüm cisimler, dalga boylarının sürekli bir dağılımı ile karakterize edilen termik ışınım yayınlar. Dağılımın şekli cismin özelliklerine ve sıcaklığa bağlıdır. Kızgın katıların yaydığı ışınlar bir prizmadan geçirilirse,bütün frekansların yan yana bulunduğu kesiksiz (sürekli) tayf elde edilir. Yani arada karanlık çizgiler olmaksızın tüm renkler birbirini izler. Elektrik ampulü ve mum ışığı kesiksiz tayf oluşturur. Bir gaz ya da buharın yaydığı ışık ise iki tür olabilir: Gaz molekülleri (iki ya da daha çok atomlu moleküller) şeritli (bantlı) tayf verir; gaz atomları ve bir atomlu iyonlar ise çizgili (hatlı) tayf verir. . Verilen bir çizgi spekturumunda dalga boyları,ışığı yayan elementin karakteristiğidir. Yani her element,tıpkı bir insandaki parmak izi gibi,kendine özgü bir tayf oluşturur. En basit çizgi spektrumu, atom halindeki hidrojende gözlenmiştir. İki element aynı çizgi tayfında yayınlamadıkları için bu olay bize bir örnekteki elementleri tanımak için pratik ve duyarlı bir teknik sunar(spektral analiz). Helyum, talyum ve indiyum elementleri, bu yöntemle bulunmuştur. Bilim adamları, 1860'tan 1885'e kadar spektroskopik ölçümleri kullanarak önemli veriler topladılar. İsviçreli bir öğretmen olan Johann Jacob Balmer (1825-1898) 1885'te hidrojenin dört görünür yayınlama çizgisinin (kırmızı, yeşil,mavi ve mor) dalga boylarını doğru olarak öngören bir formül türetti. Balmer' in keşfinden sonra hidrojenin diğer tayf çizgileri de bulundu. Bu tayflara bulucularının onuruna Lyman(1874-1954), Paschen (1865-1947)ve Brackett (1896-..)serileri denir. Atomların yaydığı ve soğurduğu karakteristik tayf çizgilerinin anlamı klasik fiziğin açıklayamadığı bir olaydı. Her elementin belirli dalga boyunda tayf çizgileri yayınlamasını nasıl açıklamalıyız? Ayrıca her elementin yalnızca yayınladığı dalga boylarını soğurmasını nasıl açıklayacaktık?Bu soruların açıklamasını Bohr yaptı. Bohr, Planck'ın kuantum kuramını, Einstein'in ışığın foton kuramını ve Rutherford'un atom modelini birleştirdi. 1913'te Danimarkalı fizikçi
Niels Bohr (1885-1962), hidrojen atomunun tayf çizgilerini kuantum
kuramına dayanarak açıkladı. Buna göre çekirdek çevresindeki elektron, her
enerjiyi değil, ancak belirli enerjileri alabiliyordu. En düşük enerjili
durumdaki atoma temel durumdaki atom,enerji
verilmiş atomlara da uyarılmış atom denir. Elektron yüksek enerjili
durumdan daha düşük enerjili duruma sıçrayarak düşer,bu sırada ışık yayınlanır.
Bohr modeli hidrojen atomunun yanı sıra bir elektronlu helyum(+1 yüklü helyum
iyonu) ve lityum iyonu (+2 yüklü lityum iyonu) tayf çizgilerini başarıyla
açıkladı. Bununla birlikte,kuram çok elektronlu atom ve iyonların karmaşık tayf
çizgilerini açıklamakta yetersiz kaldı.(
Atom Kuramları -
Modelleri ) -
Atom Modelleri-2 -
SoğukFüzyondan Sonra Akustik Füzyon Maddenin aslı nedir? (PDF dosyası) Sicim kuramı-Yerçekimi-karadelikler (PDF dosyası) Boşluğun Yeni Hakimi : Beşinci Kuvvet ... Kuantumu anlamaya çalışmak üzerine denemeler (1) Düzensizliğin Düzeni ve Kuantum Bilinç by Kenan Keskin Kütleçekim Enerjisinin "Ağırlığı" Einstein'ı Doğruluyor Classical Mechanics, Relativity, and Time Çetin BAL:Quantum gravity and Wormhole Motor Mathematics of the Alcubierre drive In physics, a wormhole is a hypothetical topological..... Quantum field theory (QFT) is the application of quantum mechanics to fields. Kuantum Köpüğü ve Kuantum gravitasyon (Quantum Foam and Loop Quantum Gravity)
Anımsayacağınız gibi, Albert Einstein,1905 yılında ışığın bir parçacık olduğu kuramını geliştirmişti. Bu fikir, ışığın bir elektromanyetik dalga olduğu gerçeğinin karşısında yer almıştı. 1909 yılı gibi erken bir zamanda o, gelecekteki ışık kuramının, ışığın parçacık ve dalga kuramlarını kaynaştıracağını söylemişti;ama bu yönde çok az gelişme olmuştu. Göründüğü kadarıyla ışığın ya parçacık ya da dalga olması gerekiyordu. Bir sonraki adımı, entellektüelce ilgilerin kendisini fiziğin ön saflarına sürüklemiş olduğu bir Fransız prensi olan Louis Victor de Broglie(1892-1987) attı. O benzetmeler yaparak, o kadar açıkça bir dalga olduğu görülen ışık bazen bir parçacık gibi- foton- davranabiliyor ise, o zaman, açıkça bir parçacık olan elektron da bazen bir dalga gibi davranabilir diye düşündü. Bu önemli fikirler, Broglie’nin elektronun dalga boyunu çıkardığı 1923 yılında yayımlanan iki yazısında anlatılıyordu. Parçacıkların Dalga ÖzelliğiEinstein, ışığın dalga özelliğinin yanı sıra, ışığın frekansına bağlı olarak parçacık(enerji paketçiği) özelliği gösterdiğini açıklamıştı. Buna göre fotonun bir momentumu da tanımlanabilirdi. Momentum, parçacığın kütlesi ile hızının çarpımına eşittir. Bu kavram,tanecik ya da parçacıklara ilişkindir. Fotonun momentumu, mc, ışığın dalga boyuyla ters orantılıdır: mc =h/dalga boyu. Louis de Broglie: 1923'te Broglie, elektronlar da gerçek dalgalar gibi kırınım gösterebiliyorsa, kendi düşüncesinin denel olarak doğrulanabileceğini belirtti. Bir okyanus dalgasının kıyıya çarpması gibi,bir engel etrafında dalgaların kırınımı,keskin gölgeler veren bir parçacık ışınının tersine,bir engel arkasında bükülüşünü gösterir. Ses, bir dalgadır,bu nedenle köşelerden geçen sesleri işitiriz,ses köşeler etrafında ‘bükülür.’ Bu yazılar, Broglie’nin doktora tezleri oldu. Onları inceleyen Fransız bilimci Paul Langevin, bu tezlerin birer kopyasını Einstein’e gönderdi. Einstein, bu fikirlere çok önem verdi ve diğer fizikçilerin dikkatini Broglie’nin yeni fikirlerine çekmek için çok çalıştı.Onun kullandığı matematik, son derece basitti. Planck eşitliği ile Einstein eşitliğini birleştirdi. Dalga boyu=h/mv idi. Elektronların dalga doğasını keşfettiği için 1929'da Nobel ödülünü aldı."Kuantum kuramının temel düşüncesinin,ayrık bir enerji miktarını,ona belirli bir frekans bağlamadan düşünmenin olanaksız görülmesidir" demiştir. De Brogile'ye göre elektronlar hem tanecik hem de dalga olarak ikili bir doğaya sahiptiler. Her elektrona,ona uzayda yol gösteren veya "yörünge çizen",bir dalga (bir elektromanyetik dalga değil!) eşlik ediyordu. Bu savının kaynağını 1929 Nobel ödül alış konuşmasında şöyle açıkladı: "Bir yanda, bir ışık taneciğinin enerjisi f frekansını içeren E=hf eşitliğiyle belirlendiği için, ışığın kuantum kuramı tahmin edici bir şekilde göz önüne alınamaz. Şimdi salt bir tanecik kuramı bir frekansı belirlemek için bize hiçbir olanak vermez. yalnız bir sebepten dolayı, ışık halinde, bir tanecik ve aynı anda periyodiklik düşüncesini işe sokmaya mecburuz. Diğer yanda, atomda elektronların kararlı hareketinin belirlenmesi tam sayıları işe sokar ve bu noktaya kadar fizikte tam sayıları işe sokan yalnız girişim ve titreşimin normal kipleri olaylarıdır. bu gerçek bana elektronların sadece tanecik olarak göz önüne alınamayacağını, fakat onlara periyodikliğin de eklenmesi gerektiği fikrini öne sürdürdü." Elektronun Dalga Özelliği :Davisson-Germer Deneyi 1927'de ABD'den C.Davisson ve L.H. Germer ile İngiltere'den George Paget Thomson ( J.J. Thomson'un oğlu) elektronun,tıpkı x- ışınları gibi, kristalde kırınıma uğradığını gösterdiler ve elektronların dalga boylarını ölçmeyi başardılar. Onların önemli buluşu, Louis de Broglie'nin önerdiği madde dalgalarının ilk denel doğrulanması oldu. Davisson-Germer deneyinin amacı, De Broglie'nin önerisini doğrulamak değildi. Bilimde çok sık görüldüğü gibi onların buluşu, tesadüfen (rastlantı sonucu) yapıldı. Deney, düşük enerjili (yaklaşık 54 eV) elektronların boşlukta, nikel (Ni) bir hedeften saçılmasıyla ilgiliydi. Bir deney süresince nikel yüzey, vakum sisteminde kaza ile meydana gelen bir kırık yüzünden oksitlendi. Oksit tabakasını yok etmek için nikel hedef bir hidrojen buharı içinde ısıtıldıktan sonra yapılan deneyler,saçılan elektronların belli özel açılarda yoğun olarak en büyük ve en küçük şiddet sergilediklerini gösterdi. Sonuçta deneyciler,ısıtma sonucu nikelin büyük kristal bölgeleri oluşturduğunu,bu kristal bölgelerinde düzgün aralıklı atom düzlemlerinin elektron madde dalgaları için,birer kırınım ağı gibi işlev yaptıklarını anladılar. Bundan kısa süre sonra Davisson ve Germer tek-kristal hedeflerden saçılan elektronlar üzerinde daha yoğun kırınım ölçümleri yaptılar Sonuç olarak onların bulguları elektronların dalga doğasını ve De Broglie bağıntısını doğrulamış oldular. Aynı yıl içinde İskoçya'lı G.P.Thomson da çok ince altın plakadan elektronlar geçirerek elektron girişim desenleri gözledi. Girişim desenleri helyum atomları, hidrojen atomları ve nötronlar için de gözlendi. Böylece madde dalgalarının evrensel doğası değişik yollarla ortaya konmuş oldu.
Bir kere daha soralım: Işık bir parçacık akını mıdır yoksa bir dalga mıdır? Yanıt, her ikisidir. Hem böyle,hem öyle... Maddenin dalga ve ışığın hem dalga hem parçacık özelliği göstermesi, bu ikili doğayı anlama problemi kavram olarak çok zordur. Çünkü bu iki model birbirine tümüyle zıt görünür. Bu problem daha önce, ışığa uygulanırken tartışıldı. Niles Bohr, tamamlayıcılık ilkesiyle bu problemi çözmeye yardım etti. Bu ilkeye göre,madde ve ışınımın dalga yahut parçacık modelleri birbirini tamamlar hiçbir model ayrı ayrı madde ve ışınımı tam olarak tasvir etmek için kullanılamaz. Tam olarak anlama ancak, iki modelin birbirini tamamlayıcı bir biçimde birleştirilmesiyle sağlanır. Peki tanecikler dalga özelliği gösterdiğine göre bunu gündelik yaşamda niçin gözlemlemiyoruz? Belki "benim dalgam nerede,onu görebilir miyim" diye soruyorsunuz. Bunun yanıtı maddelerdeki dalga boyunun çok çok büyük olmasıdır. Örneğin saniyede 27 m hızla giden bir beysbol topunun (0.145 g) dalga boyu 1034 metredir. Broglie’nin elektron dalgaları tezini duyan fizikçilerden biri de Avusturyalı Erwin Schrödinger idi. Schrödinger, dalga fikrinin önemi üzerinde düşündü ve elektron, bir hidrojen atomunun bir kısmı ise uyması gerekeceği kuralları belirleyen bir denklem geliştirdi. Bu denklemi kullanarak, hidrojenin ışık tayfını çıkardı-bu yıllarca önce Bohr’un bulduğu ile aynı idi. Elektronun bir dalga olduğu şeklindeki ilginç düşünce niceliksel olarak gösterilmişti. Schrodinger’in yazısı Ocak 1926'da yayımlandı. Bu yazı, atomun yeni mekaniğini formüle etmenin bir başka yoluydu, tümüyle genel bir yol olan dalga mekaniğinin temelini atmış oldu. “Schrödinger denklemi”, her tür kuantum problemine uygulandı. Bir dizi deney, Schrödinger’in ve Broglie’nin elektronların kırımın gösterdikleri öngörüsünü destekledi-söz konusu olan dalgaların gerçek dalgalar olduğu konusunda hiç şüphe yoktu. Fakat ne dalgaları? Broglie-Schrödinger dalgalarının yorumu sorunu yeni dalga mekaniğinin merkezi sorunu oldu. Bu dalgaların nasıl yorumlanacağı konusuna döneceğim,önce dalga özelliğini destekleyen bir örnek de Ernst Ruska (1906-1988)'nın keşfettiği Elektron Mikroskobu'dur.
Girişim ve kırınım olayları sadece dalga yorumunda mevcuttur. Hangi model doğrudur? Işık bir dalga mıdır,yoksa bir parçacık mıdır? Bu soruya yanıt,gözlenmekte olan özel olaya bağlıdır. Bazı deneyler, foton kavramı temeline dayalı olarak daha iyi açıklanabilir, bazıları ise dalga modeliyle daha iyi açıklanabilir: Sonuç olarak,her iki modeli de göz önüne almak ve ışığın gerçek doğasının tekil klasik görüntü içinde betimlenemediğini kabul etmek zorundayız. Bununla birlikte, bir metalden foto elektronlar çıkarabilen aynı ışık demetinin bir ağ tarafından kırınıma uğratılabileceğini de anlamak zorundasınız. Başka bir deyişle,ışığın foton ve dalga kuramı birbirinin tamamlayıcısıdır.
Foto elektrik ve Compton olaylarının açıklanmasında ışığın tanecik modelinin başarısı birçok başka soruyu da birlikte getirdi. Eğer foton bir tanecik ise enerjisini ve momentumunu belirleyen taneciğin "frekansı" ve "dalga boyu" nun anlamı nedir? Işık aynı anda bir dalga ve bir tanecik midir? Fotonların durgun halde hiçbir kütlesi olmamasına karşın "hareketli" bir fotonun kütlesi için basit bir ifade var mıdır? Eğer bir "hareketli" fotonun kütlesi varsa,fotonlar kütle çekimi uygular mı? Bir fotonun uzayı nedir ve bir elektron bir fotonu nasıl soğurur veya saçar? Bu soruların bazılarına yanıt vermek mümkünse de bazıları gerçeğin ta kendisi olan atomik süreçlerin kavranmasına ihtiyaç gösterir. Dahası, bu soruların çoğuna çarpışan bilardo topları ve sahile vuran su dalgaları gibi klasik benzetmelerle yanıt verilebilir. Kuantum mekaniği, ışığın dalga ve tanecik modellerinin her ikisini de gerekli görür ve birbirinin tamamlayıcısı olarak alır,ışığa çok daha akıcı ve esnek bir doğa verilmesini sağlar. Hiçbir model tek başına ışığın bütün özelliklerini belirlemede kullanılamaz. Ancak iki model birbirinin tamamlayıcısı olarak birleştirilirse gözlenen ışık davranışlarının tamamını anlamak mümkün olur. [ Compton Olayı ]
Fotonların elektromanyetik dalgalarla nasıl uygunluk gösterdikleri belki aşağıdaki şekilde anlaşılabilir. Uzun dalga boyu radyo dalgalarının tanecik özelliği göstermediklerinden kuşkulanabiliriz. Örneğin 2.5 MHz frekanslı radyo dalgalarını göz önüne alalım Bu frekansa sahip bir fotonun enerjisi çok küçüktür. Çok duyarlı bir radyo alıcısı,gözlenebilir bir işaret oluşturmak için bu fotonlardan 10 milyar tane kadar foton ister. Bu kadar çok sayıda foton ortalama olarak,sürekli bir dalga gibi görülecektir. Her saniye sayaca ulaşan bu kadar çok sayıda fotonla sayaç sinyalinde herhangi bir tanecikli yapının ortaya çıkması beklenemez. Yani antenlere çarpan fotonlar tek tek gözlenemez.
Peki daha yüksek frekanslara yani kısa dalga boylarına gidildiğinde ne olup biter? Görünür bölgede ışığın hem foton,hem de dalga özelliklerini gözlemek olasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi ışık demeti girişim olayları gösterir ve aynı zamanda foto elektronlar üretebilir. Foto elektronlar, Einstein'in foton kavramını kullanarak en iyi şekilde anlaşılabilir. Daha yüksek frekanslarda ve onlara karşılık gelen daha kısa dalga boylarında fotonun enerjisi ve momentumu artar. Dolaysıyla ışığın foton(tanecik) doğası dalga doğasından daha açık olarak ortaya çıkar. Örneğin,bir x-ışını fotonunun soğurulması bir tek olay olarak kolayca gözlenebilir. Bununla birlikte,dalga boyu küçüldükçe girişim ve kırınım gibi dalga olaylarının gözlenmesi daha güç olur. Gama ışınlarında olduğu gibi çok yüksek frekanslı ışınımların dalga doğasını ortaya çıkarmak çok sayıda dolaylı yöntem gerektirir. Elektromanyetik ışınımın tüm biçimleri iki görüş noktasından anlatılabilir. Bir uçta, elektromanyetik dalgalar çok sayıda fotonun oluşturduğu ayrıntılı girişim desenleri tasvir ederler. Diğer uçta,çok kısa dalga boylu oldukça yüksek enerjili fotonlarla uğraşıldığı zaman foton tasviri doğal olmaktadır. O halde ışık ikili bir doğaya sahiptir: ışık, hem foton hem de dalga özellikleri gösterir. 1952 yazında, Kopenhag' da atom fiziğinin eski dostları bir kongrede bir araya geldi. WERNER KARL HEİSENBERG(1901-1976) :
Heisenberg, Niels Bohr ve Wolfgang Pauli ile aralarında geçen bir konuşmayı anlatır : "Üçümüz, bir kış bahçesinde oturduk ve kuantum teorisinin tamamıyla anlaşılıp anlaşılmadığı ve bizim ona burada 25 yıl önce vermiş olduğumuz yorumun fizikte genel geçer bir düşünce olarak kabul görmediği konularında konuştuk". Bohr şöyle dedi: "Bir süre önce yine burada,Kopenhag'da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felsefe konferansı vardı. Burada Viyana okulunun üyeleri büyük rol oynadılar. Bu filozofların önünde kuantum kuramının yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangi bir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için korkunç olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü bir insan kuantum kuramından ürkmezse,onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki kimse neden söz ettiğimi anlamadı." ATOM, FİSYON, ZİNCİRLEME TEPKİME (REAKSİYON) NEDİR?
J.Robert Oppenheimer : 1904 new york doğumlu, alman asıllı amerikalı ünlü fizikci. ABD harward üniversitesindeki ögreniminden sonra, ingiltere ve almanya'da da fizik eğitimi görmüş. 2. dünya savaşında New mexico santa fe los alamos laboratuvarının direktörlüğünü yapmış ve atom bombasının yapılışına büyük katkıları olmuştur.
J.Robert Oppenheimer & The Atomic Bomb
Bir elementin kimyasal özelliklerini
taşıyan en küçük parçasına atom denilmektedir. Evrende bilinen bütün maddeler
(kozmik madde, yüksek enerjili madde ve anti madde hariç), pozitif yüklü bir
çekirdek ve etrafında dönen negatif yüklü elektronlardan oluşan yaklaşık
100 farklı atomdan meydana gelmektedirler. Atomun çekirdeği ise nükleon olarak
adlandırılan ve yaklaşık elektronlara göre 2000 kat daha ağır olan, artı yüklü
proton ve yüksüz
nötronlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla bu üç parçacık, etrafımızdaki sonsuz
çeşitlilikteki maddenin temel yapı taşlarıdır. Şu andaki bilgilerimiza göre
elektronlar, kendilerini oluşturan alt parçacıklar olmadığından temel parçacık
olarak kabul edilirler, nükleonlar ise, elektronun "-1" yüklü olduğu
varsayıldığında, "+2/3" veya "-1/3" elektrik yükünde olan quark adı
verilen üç alt parçacıklardan oluşmuşlardır.
Molekül :
Doğada atomlar genellikle
yörüngelerinde bulunan elektronları paylaşarak daha kararlı enerji seviyelerinde
bulunmak amacıyla başka atomlarla birlikte bulunurlar. Atomların bir araya
gelmesi ile moleküller oluşur. Bir elementte aynı cins atomlar tek olarak veya
moleküller halinde biraradadır.
Kimyasal Tepkime :
İki veya daha fazla sayıda madde
biraraya geldiğinde, moleküllerdeki atomların aralarında yeniden düzenlenmesine
kimyasal tepkime denir. Bu sırada elektronların paylaşılması da değişir.
Kimyasal tepkimelerin bir özelliği, ilgili atomların çekirdeklerinde bulunan
parçacık sayısının tepkime sırasında değişmemesidir.
Çekirdek Tepkimesi :
Kimyasal reaksiyonların aksine atomların çekirdeklerinde bulunan parçacıların
kendi aralarında oluşan veya dışardan gelen bir etki sonucunda değişimleri
sonucunda çekirdek tepkimeleri oluşur. Çekirdek tepkimesi sonucunda eğer proton
sayısı değişiyor ise farklı bir elemente ait bir atom oluşmuş olur.
Fisyon (Çekirdek Parçalanması) :
Bir nötronun, uranyum gibi ağır bir element atomunun çekirdeğine çarparak
yutulması, bunun sonucunda bu atomun kararsız hale gelerek daha küçük iki ayrı
çekirdeğe bölünmesi reaksiyonudur. Dolayısıyla Fisyon, bir çekirdek
tepkimesidir. Parçalanma sonucunda ortaya çıkan atomlara fisyon ürünleri denir.
Bunların bazıları radyoaktiftir. Bir nötron yutulması ile başlayan fisyon
tepkimesi sonucunda, büyük miktarda enerji ile birlikte, birden fazla nötron
ortaya çıkar. Çekirdek tepkimeleri sonucunda açığa çıkan enerjiler, kimyasal
tepkimelere göre yaklaşık milyon kat düzeyinde daha fazladır.
Zincirleme Reaksiyon :
Fisyon sonucunda ortaya çıkan nötronların, ortamda bulunan diğer fisyon
yapabilen atomların çekirdekleri tarafından yutularak, onları da aynı reaksiyona
sokması ve bunun ardışık olarak tekrarlanmasıdır. Kontrolsuz bir zincirleme
reaksiyon, çok çok kısa bir süre içinde çok büyük bir enerjinin ortaya çıkmasına
neden olur; atom bombasının patlaması bu şekildedir. Nükleer santrallarda ise
zincirleme reaksiyon kontrollu bir şekilde yapılır. Bu kontrolun kaybedilerek
nükleer yakıtın bir bomba haline dönüşmesi fiziksel olarak olanaksızdır.
"Bir hidrojen bombasının kullanılıp kullanılmayacağına karar vermek bilim adamının sorumluluğu değildir. Bu sorumluluk Amerikan halkına ve onların seçilmiş temsilcilerine aittir." (J. Robert Oppenheimer, atom bombasının yaratıcılarından) EINSTEIN VE ATOM BOMBASI Çok az buluşun insanlık üzerindeki etkisi, Einstein'in özel izafiyet teorisindeki kadar büyük olmuştur.Bu teoriyle barışçıl nükleer enerjinin kapıları açıldığı gibi, atom ve hidrojen bombalarının yapımında gerçekleşmiştir.Bu teorinin bir çok yönü vardır, fakat bizi burada ilgilendiren, maddenin; güneşin çekirdeğinde bulunabilecek kadar yüksek ısılarda ısı enerjisine dönüşebileceğini gösteren ünlü E = MC2 denklemidir. Bu denklemde geçen C, saniyede 300.000 km gibi inanılmaz bir hız olan ışık hızını göstermektedir. Dolayışıyla,çok küçük miktarda bir maddenin dev miktarda bir enerji açıga çıkaracağı görülecekti.1905'te Einstein'in kendisi bile bunu patlatabileceğine hiç inanmıyordu.İnsanın atomdan,dizgin altına alamayacağı bir güç üretebilecegi konusundaki kuşkuları uzun sürmedi.1920'ler ile1930'larda Atomla ilgili buluşlarda muazzam bir gelişme oldu.Maddenin içine hapsolmuş enerjinin açığa çıkması için çok büyük sıcaklıklara gerek olmadığı hemen keşfedildi.Bu,Atomları başka Atomlarla bombardıman ederek de yapılabilirdi. Lord Rutherford, Atomların merkezindeki aşırı bir nüvenin yani çekirdeğin etrafını kuşatan elektronlardan oluşan gevşek bir yapısının olduğunu ortaya koyarak, Atom kuramlarının temellerini atmıştı.1919'da hidrojen Atomonu ayırmayı başarıp insan ürünü ilk nükleer tepkimeyi elde eden kişi oldu.1932'de Sir James Chadwick Atomları nötron parçacıklarıyla bombardıman ederek bu gelişmeyi daha da ileri götürdü.1938'e gelene dek Otto Hahn ile Lise Meitner nükleer parçalanmanın bütün ilkelerini bulmuştu.Fakat ilk sürekli parçalanma tepkimesini 1942'de Chicago'da italyan bilim adami Enrico Fermi gerçekleştirdi.Fakat bütün bu gelişmeler olurken Hitler'in gücü de giderek artan bir tehdit oluşturmaya başlamıştı.
Atom Çekirdeğinin Keşfi
Bir kurşun blok üzerine açılan ince bin delik üzerine yerleştirilen radyum parçasından elde edilen α ışını demeti altın levha üzerine düşürülmüştür. Altın yaprağı geçen ışınımlar O noktası etrafında birlikte dönebilen bir flüoresans levha ve mikroskop yardımıyla gözlenmiştir. 6.10-5 cm kalınlığındaki altın levha havayı geçirmemektedir. α ışınlarının hava molekülleri içindeki etkisini önlemek içinde sistem vakumlanmıştır.
Bu deneyde Rutherford’un çıkardığı sonuç şudur: Atomların kütleleri son derece küçük boyutlu çekirdeklerde toplanmıştır. Elektriksel boşama olaylarında elektronlar atomdan kopartılarak pozitif iyonlar oluştuğuna göre; elektronlar atomun dış kısmını meydana getirirler. Elektronların atomun dış kısmına tutunabilmeleri için de çekirdeğin pozitif yüklü olması gerekir. Dolayısıyla çekirdeğin bu pozitif yükü onu kuşatan elektronların toplam negatif yüküne eşittir. Elektronlara etki eden Coulomb kuvveti ile evrensel çekim kuvvetinin matematiksel ifadeleri birbirine benzediğine göre çekirdek yada etrafındaki güneş sistemine benzemelidir. Bu düşünceye göre elektronlar çekirdeğin etrafında dönmektedirler. α ışınlarının büyük bir kesiri yaklaşık 2000 atom kalınlığındaki bir altın levhayı geçtiğine göre çekirdeğin çapı atomun çapı yanında çok küçüktür. Güneş ve yıldızlar arasında olduğu gibi çekirdek ve elektronlar arasında büyük bir boşluk vardır. Bu sebeple bir α parçacığının dorudan doğruya çekirdeğe çarpma ihtimali çok azdır. Buna karşın elektronlara çarpma ihtimali daha büyüktür.Ancak elektronların kütlesi α parçacıklarının kütlesinden çok küçük olduğundan böyle bir çarpışmada α parçacıklarının doğrultusu ve hızı değişmez. Fakat elektronları yörüngelerinden çıkartabilirler. Çekirdek ve α ışınlarının her ikisi de (+) oldukları için α ışınları çekirdek tarafından itilir. Bir α taneciği çekirdeğe ne kadar çok yaklaşırsa doğrultusu o kadar değişir. İşte saçılmanın sebebi budur. ELEKTRONLARIN BİR BAŞKA FONKSİYONU: RENKLER
Işık Nedir? Işık elektromanyetik bir dalgadır. Işık, elektrik ve manyetik dalga vektörlerinin birbirini 90 derecelik dik açıda keserek titreşen ve uzayda yol alan bir dalgadır. Frekansı tanımlarken bazen ''f '' yada ''V '' sembolleri kullanılabiliyor. Kapkara bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeniniz, etrafınızdaki insanlar, denizler, gökyüzü, ağaçlar, çiçekler, kısacası herşeyin kapkara olduğunu gözünüzde bir canlandırın. Böyle bir yeryüzünde yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi? Peki, yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır? Maddenin yapısında bulunan, birazdan göreceğimiz özellikler bizim maddeyi renkli olarak algılamamıza yol açarlar. Evet; renkler, elektronların atom içindeki bazı hareketlerinin bir fonksiyonu olarak oluşur. 'Elektronların hareketiyle renklerin ne ilgisi olabilir?' diye düşünebilirsiniz. Bu ilişkiyi hemen kısaca açıklayalım. Elektronlar sadece belirli yörüngelerde dönerler. Bu yörüngelerin 7 tane olduğundan az önce bahsetmiştik. Her bir yörünge belirli bir enerji seviyesine sahiptir. Sözkonusu bu enerji seviyesi yörüngenin çekirdekten olan uzaklığına bağlı olarak değişir. Bir yörünge çekirdeğe ne kadar yakınsa elektronun enerjisi o kadar az, çekirdeğe ne kadar uzaksa enerjisi o kadar yüksek olur. Elektronların yörüngelerinin her birinin altında da "alt yörüngeler" vardır. Elektronlar, bulundukları yörüngenin "alt yörüngeleri" arasında seyahatler yaparlar. Nasıl mı? Elektronlar bulundukları alt yörüngeden bir başka yüksek enerjili alt yörüngeye atlarlar. Bir üst enerji seviyesinde boş bir yer olduğunda elektron birdenbire ortadan kaybolur ve şaşırtıcı bir şekilde o üst enerji seviyesinde tekrar ortaya çıkar. Ancak elektron bunu yaparken dışardan çok önemli bir destek alır: Enerji. Elektron bulunduğu yörüngeden daha yüksek enerjili alt yörüngeye sıçrarken bu iki enerji seviyesinin arasındaki fark kadar dışardan enerji almak zorundadır. Üst enerji seviyesinin gerektirdiği enerji seviyesine ulaşmadan elektron bu yörüngeye sıçrayamaz. Elektronun dışardan temin ettiği enerji "Foton"dur. Çetin BAL: Atom içi çekirdek düzeyindeki kaynaşmalar gama ışınlarının yayılımına neden olmaktadır. Ama çekirdek çevresinde yer alan elektronların kaynaşmaları çekirdekten uzaklaşıldıkça frekansı ( enerjisi) daha düşük elektromanyetik ışınımların yayılımına neden olmaktadır.
Foton, en basit anlatımıyla "ışık parçacığı"dır. Evrendeki yıldızların hepsi birer foton kaynağıdır, Dünyamız içinse en önemli kaynak elbette ki Güneş'tir. Fotonlar Güneş'ten saniyede 300.000 km. hızla tüm uzaya dağılmaktadırlar. Peki ışık ile az önce bahsettiğimiz elektronların hareketleri arasında nasıl bir bağlantı var, hemen açıklayalım.
Bir cismin rengi, gerçekte o cisimden yansıyarak gözümüze ulaşan ışıkların bir karışımıdır. Genellikle kendi ışık yaymayan ve güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cismin rengi, hem aldığı ışığa hem de bu ışık üzerinde yaptığı değişikliğe bağlıdır. Beyaz ışıkla aydınlatılan cisim "kırmızı" görünüyorsa güneş ışığındaki karışımın büyük bölümünü soğuruyor ve yalnız kırmızıyı yansıtıyor demektir. Burada "soğurmak"tan kastedilen şudur:
Yukarıda da belirttiğimiz gibi atomdaki her bir yörüngenin altında bir de alt yörüngeler vardır ve elektronlar bu alt yörüngeler arasında seyahat yaparlar. Herbir alt yörüngenin bir enerji seviyesi vardır ve elektron bulunduğu alt yörüngenin enerji seviyesi kadar enerji taşımaktadır. Yörüngeler çekirdekten uzaklaştıkça enerjileri de artar. Elektron, bulunduğu alt yörüngeden yukarıda başka bir alt yörüngede, 1 elektronluk boş yer olduğunda bir anda yok olur. Ve üst enerji seviyeli alt yörüngede ortaya çıkar. Yalnız elektronun bu hareketi yapabilmesi için enerjisini geçiş yaptığı alt yörüngenin gerektirdiği enerjiye çıkartmalıdır. Elektron, enerjisini arttırmalıdır ve bunu da foton soğurarak (yutarak) yapar. Evet, elektron tıpatıp bu iki alt yörünge arasındaki enerji farkı kadar enerjiye sahip ışık parçacığı olan fotonu soğurur. Daha sonra da tekrar eski yörüngesine geri döner. Bu hareket sürekli devam eder....
Güneşten çok çeşitli enerji seviyelerinde fotonlar gelmektedir. Ancak, bu fotonlar arasındaki görünür ışık, çok dar bir alanı kaplamaktadır. Güneşten gelen ışık parçacıkları maddeye çarptığında, işte ışığın bir kısmı yukarıda anlattığımız şekilde madde tarafından soğurulur, soğurulmayan diğer kısım ise maddeye çarpıp dışarı geri yansır. Nihayet, cisimden yansıyan ışık gözümüzün retinasına çarpar. Retinaya çarpan bu ışık işareti sinir akışına dönüşür ve beynimize kadar ulaşıp görüntüyü oluşturur. Durumu birkaç örnekle daha anlaşılır hale getirebiliriz: Bir Morpho Kelebeğini (Sarı Kelebek) ele alalım. Kelebekte pterin adı verilen pigmentler, sarı hariç bütün güneş ışığını soğurmaktadırlar. Kelebeğe çarpıp, kelebekteki pigment molekülünün elektronları tarafından soğurulmadan dışarı yansıtılan ışık parçacıkları, sahip oldukları enerji sarıya denk geldiği için beynimiz tarafından sarı renk olarak algılanmaktadır. Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliğine ve sözkonusu cismin bu ışığın ne kadarını dışarı yansıttığına bağlıdır. Örneğin bir elbisenin rengi, güneş ışığında veya bir mağazada bakıldığında aynı değildir. Bir cisim şayet beynimiz tarafından siyah olarak algılanıyorsa, güneşten gelen bütün ışığı soğuruyor ve dışarı hiç ışık yansıtmıyor demektir. Aynı şekilde eğer cisim güneşten gelen ışığın tümünü birden yansıtıyor ve hiç ışık soğurmuyorsa beynimiz tarafından beyaz olarak algılanmaktadır. Bu durumda üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken noktalar şunlardır: 1-Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliklerine bağlıdır. 2-Cismin rengi, kendi yapısındaki moleküllerin elektronlarının hareketine, bu elektronların hangi ışığı soğurup hangisini soğurmayacağına bağlıdır. 3-Cismin rengi, retinaya çarpan fotonu beynimizin nasıl algılayacağına bağlıdır. Bu şartlar altında, gördüğümüzün cismin gerçek hali olduğunu asla söyleyemeyiz. Cismin rengi kesinlikle görecelidir ve gördüğümüz rengin hangi aşamadaki halinin gerçek olduğundan emin olamayız.
Bu noktada bir kere daha durup bir düşünelim. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir madde olan atomun çekirdeğinin etrafında inanılmaz bir süratle dönen elektronlar, mevcut yörüngelerinden bir anda kaybolup alt-yörünge adı verilen bir başka mekana geçiyorlar. Bu geçiş için alt-yörüngede boş bir yerin olması da şart. Bu esnada ihtiyaç duydukları enerjiyi foton soğurarak temin ediyorlar. Sonra asıl yörüngelerine geri dönüyorlar. Bu hareket esnasında insan gözünün algılayabileceği renkler oluşuyor. Üstelik sayıları trilyonlarla ifade edilebilecek kadar çok atom, üstelik her saniye hiç durmadan bunu yapıyorlar. Bizler de hiç kesintisiz bir "görüntü" elde ediyoruz.
''Yüklü bir parçacığın titreşimi elektromanyetik dalgalar üretir. Peki ama ışık tam olarak nedir? Dalgamı parçacık mı?'' 1- SWF Flash Dosyası- EM dalga oluşumu
Bu müthiş mekanizma, insan yapısı hiçbir makinenin işleyişine benzetilemez. Örneğin bir saat tek başına çok karmaşık bir mekanizmadır, ve saatin doğru olarak çalışabilmesi için tüm parçalarının (çarklar, dişliler, vidalar, somunlar, vs.) doğru yerlerde, doğru biçimde bulunması şarttır. Bu mekanizmada en küçük bir aksama, saatin işleyişine zarar verir. Fakat atomun yapısını ve elektronların yukarıda anlattığımız mekanizmasını, işleyişini düşününce, bir saatin yapısı çok hafif kalıyor. SWF Flash Dosyası- EM dalga spektrumu SWF Flash Dosyası- EM dalga analizi Dediğimiz gibi bu mekanizma hiçbir insani sistemle kıyaslanamayacak kadar karmaşık, mükemmel ve organize. Peki son derece sistematik biçimde işleyen, hiç aksamadan devam eden böyle bir sistem kendi kendine, tesadüfler sonucunda meydana çıkabilir mi? Ya da şöyle soralım: Issız bir çölde ilerlerken yerde işleyen bir saat görseniz, bunun toz, toprak, kum ve taşlardan şans eseri oluştuğunu düşünür müsünüz? Bunu hiç kimse düşünmez, çünkü saatteki tasarım ve akıl her yönüyle gözler önündedir. Oysa bir atomdaki tasarım ve akıl, yukarıda da söylediğimiz gibi insan yapısı herhangi bir mekanizmayla kıyaslanmayacak kadar üstündür. Bu aklın sahibi de evrene ait bilinmeyen bir zekadır. En çok aranan tanecik KUARK!
Kısa Alıntı: H.Hüseyin Korkmaz
Alışılagelmiş bir ifade ile,
maddenin en küçük ve en temel yapı taşı atomdur. Etimiz, kemiğimiz, gıdalarımız,
toprak, su hep atomlardan meydana gelmiştir. Cenab-ı
Hakk'ın bir kudret ve ilim harikası olan bu temel
zerre, o kadar küçüktür ki, çıplak gözle görülmesi şurda
dursun, ancak bir santimetrenin yüz milyonda biri (10"-8) yarıçapındadır.
Ortasında yer alan çekirdeğinin yarıçapı ise, bunun ancak
yüzbinde biri kadardır. Yani atom bir büyük stadyum ise, çekirdeği bunun
ortasındaki minik bir böcek gibidir. Çekirdeğin etrafında dolaşan elektronlar
ise, saniyede bin ile 150 bin km arasında değişen şaşırtıcı bir hıza sahiptir.
Canlı ve cansız bütün varlıklar, işte bu binbir
marifetle donatılmış zerrelerden yapılmıştır. Zerrelerin kendi aralarında
meydana getirilen düzen ve faaliyetler manzumesi ise, akıllara durgunluk verecek
kadar muhteşemdir. Atomun çekirdeğini iki temel tanecik olan proton ve nötron meydana getirir. Protonun ve nötronun kütleleri milyar kere milyarların ancak milyonda 1,6'sı gram kadardır. (l,673xl0-24 gr.) Elektronun kütlesi ise, protonunkinin ancak 1836'da biri kadardır.
Nötron yüksüzdür. Proton
pozitif (+), elektron ise negatif (-) yüke sahiptir. Pratik olarak sonsuz sayıda
diyebileceğimiz bu çok küçük tanecikler âlemine böyle hassas ölçüleri, standart
büyüklükleri ve elektrik yüklerini veren Zât, elbette ki onları da bir iş ile
istihdam etmektedir.
İlim adamları; atomlar
konusunda son yıllarda standart bir model oluşturdular. Bu modele göre bütün
tanecikler âleminin kaynağı, daha küçük birkaç temel taneciğe dayanmaktadır. Bu
temel tanecikler içinde üç çift kuark da
bulunmaktadır. Üst ve alt kuarklar, proton ve
nötronları meydana getirmek için birleşmektedirler. "Cazibe" ve
"yabancı" kuark türleri ise husûsi tanecikleri
meydana getirmektedirler. Bunlar, hızlandıncılar ve
yüksek enerjili kozmik ışınlarla techiz
edilmişlerdir.
İlim adamları 1977 yılında
beşinci kuark türünü keşfederek buna da "dip
kuark" adını verdiler. Ancak, o zamandan beri
bunun eşi olan ve şimdiye kadar keşfedilenlerin en zirvesinde bulunan tanecik
henüz aranmaktadır. Teorikçilerin "baş kuark"
dedikleri bu tanecik şayet bulunmazsa, standart model âdeta temelsiz bir bina
gibi çökecektir. Bu sebeple yüzlerce araştırmacı, bir gölgeden daha
mücerred, buna mukabil bir atomdan daha ağır ve
bölünmezlik sınırına gelmiş görünen böyle bir taneciğin peşindedir. Amerika
Harvard Üniversitesi'nden teorikçi S. Glashow: "Bu
baş tanecik lalettayin bir kuark değildir. O en
önemli ve keşfedilmesi mutlu edici bir taneciktir, bulunduğu zaman bayram
edeceğiz" demektedir.
Etrafımız sadece madde ile
değil, mânâ ve metafizik varlıklarla yoğrulmuştur. [Çetin BAL: Bilimsel ve dini
yada metafizik bir bağlamda modern biliminde şimdilerde kabüllendiği
yaşamın farklı boyutsal fazları olabileceği gerçeği göz ardı edilmemektedir.]
Maddeninde bir çok latif halleri mevcuttur. Buna en güzel misallerden
biri, bu baş kuarktır. 1992 Ekim'inde
Fermilab Çarpıştırıcı Dedektörü
vasıtasıyla baş kuarkın, tıpkı hortlayan bir ruh
gibi maddeleştiğine ve sonra da yok olduğuna dair tezler ileri sürüldü. Bu
hâdise kasım ayındaki konferansta rapor edildikten sonra, ilim adamları artık
daha başka konuşmaya başladılar.
İşin garip tarafı, bu hayalet
taneciğin, herhangi bilinen bir tanecikten daha ağır oluşudur. Fizikçi
Alvin Tollestrup onun,
bir gümüş atomu kadar ağır olduğunu iddia etmektedir. Halbuki atom ağırlığı 108
olan bir gümüş atomu, yüzlerce üst ve alt kuarklarından
meydana gelmiştir. Araştırmacılar baş kuarkın tam
ağırlığını bulmaya çalışmaktadırlar. Baş kuarkın
ürkütücü ağırlığı bulunursa, bu İlâhî mekanizmanın ne olduğu hususunda da önemli
bilgiler elde edilebilecektir.
Michigan Üniversitesi'nden
teorikçi Gordon Kane,
baş kuarkların Büyük Patlama'dan sonra, bir
saniyenin trilyonda biri kadar bir süre (1/1212) içindeki radyasyondan çıktığını
tespit etmiştir. Fakat kâinat bu başlangıç anında genişleyip soğurken, baş
kuarklar yok oldular. Onların bu çok kısa ömürleri,
fizikçilerin çözmeye çalıştıkları şu temel soruyu ortada bıraktı: Foton gibi
bazı taneciklerin hiç kütleleri yokken, bazı tanecikleri böyle ağır yapan sebep
nedir?
Baş
kuarkı bulmak, Nobel mükafatı kazandıracak bir keşiftir. Bu konuda âdeta
rekabete dönüşen araştırmalar çeşitli tartışmalara da sebep olmaktadır. Bu
araştırmalar için geliştirilen ve şimdi 3,5 apartman yüksekliğinde, 4000 ton
ağırlığındaki cihaz, çelik ve elektronik aletlerden meydana gelmiştir. Bunun içi
boş merkezindeki protonlar ve antiprotonlar, ışık
hızına yakın bir süratle hızlandırılırlar. Böylece bu tanecikler birbirlerini
parçalarlar. Açığa çıkan enerji, kısa hayatlı, parıldayan tanecik sağanağı
meydana getirir. Dedektörle kaydedilen bu âni, zail
olucu parıldamalardan fizikçiler, taneciklerin hüviyetlerini tespite
çalışmaktadırlar. Harvard Üniversitesi'nde bir ilim tarihçisi olan Peter Galison, baş kuarkın keşfinin yavaş yavaş olacağına inanmakta ve şöyle demektedir: "Çevresini genişletecek inanç dairesi ile, deney işbirliğine başlamalı ve daire giderek bütün fizik cemiyetini içine almalıdır." Bu araştırmalar ne kadar sürer, kimse tahmin edemez. Fakat, hemen her ciddi gayretin sonunda muhakkak ki bu araştırmalar da bir gün netice verecektir. Işık Nedir? Dalga mı Parçacık mı? What is the light?
Işığın Girişimi - dalga parçaçık ikilemi - Çekirdeğin Özellikleri | Çekirdek Tepkimeleri Atom | Kuramları Kuantum fiziği ile ilgili çalışmalar ve ilkeleri Atom altı dünyası... Kısa Alıntı: Rasih Çağla
İzafîlik, hiç şüphesiz
fizikteki yeni anlayışın yol açtığı en dikkat çekici fikirdir. Bundan daha da
dikkat çekici olanı, eşyanın 'yapı taşları' hakkında yeniden düşünmemizi
gerektiren teorilerdir.
Bilindiği gibi Aristo'dan
sonra yüzyıllarca, dünyanın toprak, ateş, su ve havadan meydana geldiği kabûl
ediliyordu. Bu klasik anlayışın yanısıra 'atom'dan
da bahsediliyordu ve 'atom', asırlar boyunca maddenin bölünemez en küçük
parçası olarak kabul edilmişti.
Bu asrın başında atomun iç
yapısı gün yüzüne çıkmaya başladı. Aynen güneş sistemini andıran bu yapının
merkezinde çekirdek bulunuyordu. Çekirdeği saran elektronlar, ilk bakışta
güneşin çevresinde dönen gezegenler gibi görünüyordu. Manzara buydu; fakat,
artan inceleme ve tetkikler, elektronun, katı olmayan bir çekirdek etrafında
dalgalanan bir enerji bulutu olarak anlaşılmasına yol açtı.
Çekirdek, başlangıçta daha
küçük İki parçadan oluşuyor gibiydi; protonlar ve nötronlar. Bunlar mıydı
gerçekten madde dünyasının en küçük birimleri?
1964'te fizikçi
Murray Gell-Man
ve George Zweig, proton ve nötronların daha küçük
parçacıklardan oluştuğuna dair deliller ileri sürdüler ve bu deliller, sonraki
araştırmalarla daha da güçlendi. Gell-Man,
şimdilik bu en küçük parçacıklara 'kuark'
adını verdi.
Einstein'in
kâinat görüşü ne kadar dikkat çekiciyse, kuarkların
minyatür dünyası da o kadar dikkat çekicidir. Kuarkları
görmek esasen mümkün değildir; bu, onların çok küçük olmalarından değil, elle
tutulamayışlarından, tam olarak tespit edilememelerindendir. Maddenin temel yapı
taşları olarak görünseler de, kendi başlarına bağımsız varlıkları yok
kuarkların. İğne örgüsü bir fanila veya bir kumaş
parçasındaki tek tek ilmiklere benzetebilirsiniz
kuarkları. Onları tek tek
göremezsiniz; varlıklarını ancak bütün içinde farkedersiniz.
BİLİNENLER NE KADAR GERÇEK?
Kuarklar,
maddeyi oluşturan en küçük parçacıklar mıdır? Buna cevabı zaman verecek. Kaldı
ki, kuarklara parçacık demek de doğru değil, onlara,
dinamik enerji dalgalanmaları demek en doğrusu. Ne mânâya geliyor bu?
Şu önümüzdeki kitap veya
elinizde tuttuğunuz dergi katı bir cisim gibi görünse de, aslında o, titreşen,
ışıldayan bir enerji kümesidir; milyarlarca temel parçacığın sonsuzca bir dans
içinde dönüp duruşundan meydana gelen ve saniyede milyonlarca defa nabız gibi
atan bir enerji kümesi. Şu dergi temelde enerjiden ibaret, yani inanılmaz bir
güce sahip görünmez kuvvetlerin bir arada tuttuğu enerji...
Newton, "Bir nesnesin şu
andaki yerini, hızını ve yönünü bilirsek, belli bir süre sonra onun nerede
olacağını hesaplayabiliriz" diyordu. Bugün okul kitaplarında, "aynı yönde
veya ters yönde giden iki arabanın..." diye başlayan problemlerde kullanılan
bu ölçü atomaltı dünyasında hiç mi hiç geçerli
değil. Çünkü ne parçacıkların yerini, ne de hızlarını tespit edebiliyoruz.
Parçacığı ölçmeye kalkma, onun davranışım hemen değiştiriyor. İki bilardo topu
arasındaki mesafeyi ölçmeğe kalktığınızda cetvelin ucu bilardo topuna değer
değmez nasıl mesafeyi kaybedersiniz, işte öyle! Parçacığın hızını ölçmeğe
kalkmak, yerini değiştiriyor, yerini ölçmeye kalkmak ise hızını değiştiriyor.
İhtimaller üzerinde düşünmekten başka yapabilecek bir şeyimiz yok.
Tabiî, hayatın sürebilmesi
için her şeyin böyle olması gerekmiyor; eşya, temelde böyle bir cezbe içindeyse
de, görünürde bir yeknesaklık olmalı ki, hayat mümkün olsun. Evet, görünür
âlemde Newton'un fizik kanunları geçerlidir. Fakat, daha ötelere gidildikçe,
derinlere inildikçe, katı, elle tutulur bir şey kalmıyor. Beş duyu buralara
nüfuz edemiyor, akıl yol bulamıyor ve kaybolup gidiyor.
İlim âleminde yolun sonuna
gelindi mi? Maddî dünyanın en altında kuarklar mı
var? Daha başka faktörler söz konusu mu? Teorik bilim nihaî zaferine ulaştı mı?
Yoksa, yeni bir dönemin başında mıyız?
Evet, dünya sandığımızdan çok
daha farklı. Çoğumuz dört boyuta alışamamışken, bilim adamları on, hattâ daha
fazla boyuttan bahsediyor. Newton'un fizikî keşifler yolculuğundaki itirafı bu
mânâda ne kadar güzeldir:
"Dünya beni nasıl görüyor
bilmiyorum. Ama ben kendimi, deniz kenarında oynayan, yumuşak bir çakıl taşı
veya güzel bir midye kabuğu gördüğünde sevinen bir çocuğa benzetiyorum.
Hakikatların büyük okyanusu, önümde keşfedilmemiş
bir halde bekliyor."
İlmin sınırlarını zorladıkça,
daha da ötelere gittiğimizi sandıkça kendimizi birden daha işin başlangıcında
buluveriyoruz. İslâm tasavvufunda kabul edilen son mânevî makam hayret makamıdır. Kalb ayağıyla yürüyen bir velî, ulaşabildiği bu en yüksek makamda: "Seni tanıyamadık ey Rab" diye, hayretini ifade eder ve En Büyük Gerçeğin etrafında kanat çırpar durur. İlimler de gidecek gidecek, en sonunda aynı itirafta bulunacak ve "Seni tanıyamadık ey Rab" diyerek hayret ufkunda kelebekler gibi kanat çırpacaktır.
Kuvantum Mekaniği
KUANTUM FİZİĞİNİN TARİHÇESİ Kısa Alıntı: Melih YALÇINELİ
Latince’de Kuantum, tanecik manasına gelmektedir. Fizikte ise, bu kelime atom ve atomaltı seviyedeki tanecikleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Fizikte Kuantum teorisi (mekaniği) denince, bu tür parçacıkların yapısı ve birbirleriyle olan tesirlerinin araştırılması anlaşılır. Eski Yunan’da Eflatun, felsefe yoluyla öğrencileriyle gerçeğe giden yolu arı yordu. Bugün de Rochester Üniversitesi’nden Leonard Mandel gibi birçok fizikçi de Kuantum teorisi yoluyla aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. Fizikçilerin laboratuarlarda yaptıkları araştırmaların sonunda cevap aradıkları sorular şunlar: İnsan bilgisinin nihai sınırı nedir? Fiziki âlem bir manada bizim idrakimizle mi şekilleniyor? Kâinatta bir tesadüfîlik var mı, yoksa bütün hadiseler önceden belirlenmiş midir?
KUANTUM FİZİĞİNİN TARİHÇESİ
1926 da Schrodinger tarafından ortaya sürülen belirsizlik denklemleri, Kuantum seviyesindeki hadiselerde (Newton mekaniğinde olduğu gibi) belirlilikten ziyade, ihtimaliyet ve istatistikî yaklaşımların hâkim olduğunu söyler. Albert Einstein 1905 de fotoelektrik hadisesinin (metalin üzerine düşen ışığın elektrik akımı oluşturması), ancak Planck’ın elektromanyetik tanecikleri (fotonlar) ile açıklanabileceğini söyleyerek Kuantum fiziğinin kurucuları arasında yerini aldı. Ancak kendisi daha sonra hayatı boyunca Schrodinger ve arkadaşlarının getirdiği belirsizlik prensibine, “Tanrı zar atmaz” diyerek karşı çıktı. Buna karşı, Bohr gibi Kuantum mekaniğinin savunucuları, “Bilim adamları Tanrı’nın kâinatı nasıl yöneteceğini belirleyemez” diyerek, tamamiyle deterministik düşünen Einstein ve onun gibi düşünenlere karşı çıktılar...
Son yıllara kadar meşhur fizikçiler dışında genelde bu temel konulara ilgisiz kalınmış, sadece yeni teknolojik gelişmelerin Kuantum teorisi yoluyla yapıldığını söylemekle yetinilmişti. Ancak son yıllarda deney sahasındaki son gelişmelerden de yararlanarak, Kuantum teorisini laboratuarda yeniden ele alan ve getireceği yaklaşımları belirleyebilmek için cesurca çalışan bazı bilim adamları, çalışmalarının daha hızlı bilgisayarlar ve haberleşme cihazları üretmek ihtimalini gündeme getirdiğini söylemektedirler. Bugüne kadar yapılan yüzlerce araştırma Einstein’in korktuğunu ortaya çıkarmıştır. Kuantum dünyasının bileşenleri olan fotonlar, elektronlar ve nötronlar gibi atom altı parçacıklar, hatta bütün atomlar bazen parçacık gibi ve bazen de dalga gibi davranmaktadırlar, fakat ölçüldükleri âna kadar ne olduklarını yani parçacık mı, dalga mı olduklarını belirlememiz henüz mümkün olmamıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse bilim adamları maddenin küçük temel parçacıklarının bu şekilde birbirine zıt iki formda gözlenmelerini hala anlayabilmiş durumda değildirler. Nasıl olur da bir parçacık, onun tanecik özelliğini ölçmeye uygun olarak hazırladığımız bir deney setinde tanecik olarak ve onun dalga özelliğini ölçmeye uygun olarak hazırladığımız hemen bir sonraki deneyde dalga olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilim tarihinde ışığa tanecik olarak ilk yaklaşan 1700’lü yıllarda Newton olmuştur. Ancak ondan sonra Young 1800’lü yıllarda meşhur girişim deneyini yaparak ışığın dalga karakterli olduğuna inanılmasına sebep olmuştu. Young, deneyinde, gelen ışığın önüne çok küçük iki yarık bulunduran bir tabaka yerleştiriyordu. Yarıkların arkasındaki perdede girişen ışık dalgaları aydınlık ve karanlık saçaklar oluşturmaktaydı. Işığı bir dalga gibi düşünmedikten sonra saçakların oluşmasını izah etmek mümkün olmuyordu. Fakat son yüzyılda yapılan yeni çift yarık deneyleri Newton’un en az Young kadar haklı olduğunu gösterdi. Modern fotodedektörler, yarıkların arkasındaki ekranda belli bir anda ve belli bir noktada bir tanecik imiş gibi çarpan ışık parçacıklarını tesbit edebilmektedirler (soldaki resim). Ancak ilk etapta teker teker ekrana çarptığı tesbit edilen tanecikler zaman geçipte ekranda girişim deseni yavaş yavaş oluşmaya başladıkça(ortadaki) ışığın dalga özelliğinden başka hiçbirşey ile açıklanamayan, karanlık ve aydınlık çizgileri (girişim desenini) (sağdaki) oluşturmaktadırlar (Şekil-1).
MUTABAKATA VARILAN SON GÖRÜŞ Işık mevzuundaki hali hazırdaki görüş bir belirsizlikten ibarettir. “Kozmik düşünce deneyi” (şekil-2) görüntüsü bir “çekim merceği” gibi hareket eden bir galaksi tarafından ikiye bölünen kuasardan gelen fotonları tek tek ölçmeyi gerektirmektedir. Milyarlarca yıl önce her bir fotonun, galaksinin etrafında şu veya bu yolu takip edip iki dedektörden birinde sona eren bir parçacık şeklinde mi, yoksa galaksinin etrafında her iki yolu birden izleyen ve neticede bir girişim deseni üreten bir dalga olarak mı hareket ettiğini, bir manada deneyin yapılış şekli belirlemektedir. Bu mevzudaki belirsizliklerin sebebi, astronomun gözleminden önce fotonun herhangi bir fiziki şeklinin bulunduğu faraziyesidir. Müşahededen önce foton, ya bir dalgaydı veya bir parçacıktı; her iki halde de kuasarın etrafından şu veya bu yolla geçmişti. “Kuantum denen şey ne dalgadır ne de parçacık! O, ölçülebildiği ana kadar tarif ve idrak edilemez. Ne var ki, foton dalga görünürken ölçüme alındığı anda parçacığa dönüşmekte, parçacıkken de dalga şeklini almaktadır. Bu yüzden, “ele avuca sığmayan” fotonun hüviyeti tesbit edilemediği için varlığın da mahiyeti hakkında kesin birşey söylemek mümkün olamamaktadır. Bir manada İngiliz filozofu Berkeley, iki asır önce “Var olmak, idrak edilmektir” derken herhalde haklıydı. Çünkü idrak edilemeyen birşeyin (foton mu, parçacık mı?) varlığının hakikatı üzerinde kesin söz söylemek mümkün görülmemektedir. Einstein’ın “eğer kuantum mekaniği doğruysa, o zaman dünya çılgındır”; yani fizikçilerin belirttiği gibi kâinat, zamanın en küçük birimi sonrasında aynı kâinat olarak kalacaktır diye bir hüküm verilememektedir; anında değişebileceği gibi, yok da olabilir. Einstein’ın yukarıdaki sözünü aktaran New York CityCollege’den teorisyen olan Daniel Greenberger, “Evet, Einstein haklı; dünya gerçekten çılgın “der.
Girişim deseninin oluşması esnasında çift yarığa gelen fotonların hangi yarıktan geçeceğini - geçtiğini “bilecek” bir düzenleme yaparsak girişim hadisesi gözlenememektedir. İlk etapta düzensiz ve tamamiyle istatistik dalgalanmalar göstererek fotonlar ekrana teker teker ulaşmaktadırlar. Ancak enteresan olanı, bu kaosun içinden bir düzen çıkmakta ve süre geçtikçe biriken fotonlar son derece düzenli olduğu apaçık belli olan girişim desenini oluşturmaktadırlar (Şekil-1). bizce bilinmemektedir. Zaten hangi yarıktan
Görüldüğü üzere Kuantum âlemine indiğimizde içinde yaşadığımız âlemdeki kaideler tamamiyle geçersiz sayılabilir. Günümüzde bilim ve teknoloji son derece ilerlemesine rağmen hayatın ve kâinatın birçok meselelerinde hala net bir çözüme ulaşılamaması oldukça enteresandır. Bugün Big-Bang teorisi ile kâinatın bir noktadan doğduğunu kabul etsek bile, patlayanın ne olduğunu nasıl ve niçin patladığını ve işin mekanizmasını hala tam olarak anlayabilmiş değiliz. Galaksilerin nasıl kümelendiği, güneş sisteminin nasıl oluştuğu, güneşin enerjisini ne şekilde sağladığı, canlıların topraktan nasıl yaratıldığı, insan beyninin nasıl çalıştığı, gözün nasıl gördüğü ve hafızamızda bilgilerin nasıl depolandığı gibi birçok meselelerde olduğu gibi, atomaltı parçacıkların ve özellikle herşeyi aydınlatan ve kâinatta en çok bulunan madde(!) diyebileceğimiz ışığın ne tür bir yapıda olduğu hala tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Durum her ne kadar batılı bilim adamlarının “nazar”ında bir belirsizlik, bir karanlık ve tam bir meçhuliyet arzediyorsa da, aslında kâinat, şiddetinden gizlenen bir ışık meşheri olarak apaydınlıktır. Bu aydınlık içinde eşyanın hakikatına dün de bugün de nüfuz edebilen âlimler ve fizlozoflar Yaradan’dan yaratılmışa giderek varlığın, Esma-i İlahi’nin cilveleri olduğunu ve O’nun kayyumiyeti ile ayakta durduğunu hakkalyakin keşfetmişlerdir.
Quantum Gravity: Space time foam / 6-dimensional QF-theoryPhysicist frequently search for unifying principles that hopeful lead to deeper, more fundamental laws of Nature. The unification of the theory of electricity with the theory of magnetism led to an understanding of light as electromagnetic radiation. One obvious unification is between quantum mechanics and general relativity, the so-called theory of quantum gravity. Quantum gravity is a type of quantum theory of elementary particles and their interactions that is based on the particle symmetry known as supersymmetry and that naturally includes gravity along with the other fundamental forces (the electromagnetic force, the weak nuclear force, and the strong nuclear force). The electromagnetic and the weak forces are now understood to be different facets of a single underlying force that is described by the electroweak theory. Further unification of all four fundamental forces in a single quantum theory is a major goal of theoretical physics. Gravity, however, has proved difficult to treat with any quantum theory that describes the other forces in terms of messenger particles that are exchanged between interacting particles of matter. General relativity, which relates the gravitational force to the curvature of space-time, provides a respectable theory of gravity on a larger scale. To be consistent with general relativity, gravity at the quantum level must be carried by a particle, called the graviton.
Since then the non-local space-spanning manifestations of quantum uncertainty have become apparent and given rise to the concept of quantum non-locality. A key example of this is the situation of the EPR experiment when a single quantum event releases two particles in the same wave function. The particles spins or polarizations then become correlated in a way which involves mutual exchange across space-like intervals in a manner which local information limited by the speed of light cannot traverse. This is consistent with a universe whose underlying quantum dynamics are correlated in a way which is consistent with all the events being related parts of a whole which sources from the cosmic wave function itself, allowing for all manner of subtle interactive possibilities. The space-time properties of quantum phenomena also have a peculiar hand-shaking potentiality in which future can affect past as well as past affect future. Below is illustrated the Wheeler delayed choice experiment in which the route taken by a photon around a gravitational lens can be determined after it has already passed by rearranging the detection apparatus at the end of its path, reinforcing the notion of future-past hand-shaking. The concept is also fully consistent with quantum field theory formulations as exemplified by Feynman diagrams, which themselves can be time reversed, resulting for example in inter-conversion between positrons and electrons.
[ Çetin BAL: Uzay/zamanın mikroskopik boyutlarına indiğimizde karşımıza dalgalı bir okyanus yüzeyini andıran girintili çıkıntılı bir uzay-zaman topolojisi çıkar. Uzayın eğrilmesi zamanın da eğrilmesi demek olduğundan kuantum boşluğunun mikroskopik boyutlarında eğrilen uzay uzayımızın bize göre daha uzak geometrik topolojileri ile birleşip kaynaşarak bizi solucan deliği denen uzay/zamansal tüp geçitlerin oluşturulabileceği bir ''kuantum - gravistasyon'' anlayışına götürebilir. - Quantum Foam -
Genel Görelilik Kuramına göre, uzay, eskiden düşünüldüğü gibi ''düz '' olmayıp, uzaydaki kütle ve enerji dağılımı nedeniyle bozulmuş ve '' eğrilmiş '' tir. Öyleyse üç boyutlu uzayımız, dördüncü boyutta eğrilmiştir; boru biçiminde sarılmış bir kağıdın (iki boyutlu uzayın), üçüncü boyutta eğrilmiş olması gibi. Farklı zaman ve uzay noktalarına ait geometrik çizgilerin bir üçüncü boyutu kesen bir dördüncü boyut doğrultusunda eğrilerek bitişebileceği fikri bizi zaman ve uzayda birbirine bağlanan tüp geçitsel koridorlar yaratabileceğimiz düşüncesine sevkeder.
Uzay/zamanda kestirme yollar (wormhole) Einstein ' in 1915 'teki Genel Görelilik Kuramı denklemlerinin doğal bir sonucudur.
Einstein' ın genel görecelik denklemlerini sonsuz küçükler dünyasına uyguladığımızda ilginç sonuçlar elde ederiz. Buna göre, atomaltı düzeyde, tırtıl yolları (wormhole) sürekli ortaya çıkıp, yok olmaktadır. Bu atom altı bölgeye kuantum boşluğu adı verilmiştir; mikroskopik boyutlardaki bu boşluk kararsız durumların, özellikle de uzayın farklı biçimlerinin (farklı eğriliklerdeki) ya da matematikçilerin dili ile, ''farklı topolojiler'' in bir kaynaşmasıdır. Bu boyutlardaki uzayın eğrilmeleri, tırtıl yollarını oluşturacak olan çok tekil noktaların doğmasına neden olur.Yapılmış olan hesaplamalara göre, bu tırtıl yollarının ömürleri sonsuz küçüktür ve boyutları, ancak, ''on üzeri eksi otuzüç'' santimetre basamağındaki parçacıkların geçişine izin verebilecek büyüklüktedir. Fakat güçlü elektromanyetik alanlar kullanarak makroskopik düzeyde de bir insanın içinden geçebileceği büyüklükte kararlı uzay/zaman tünelleri (stargate) oluşturulabilir.En azından böyle bir tünel etkisi gözlemlenebilir.Ama bu tünelin içine aldığı bir madde uzay/zamanda herhangi bir noktaya doğru transfer olabilir yada cisim bulunduğu yerde sadece kütlesel olarak ortadan kaybolup tekrar aynı yerde görünebilirde. Bu durum çekimsel tüneli ( uzay /zaman eğrileşmesini) oluşturan enerji alanlarının asimetrisi yada geometrodinamiği ile ilgili bir husus diyelim. Aslında tünel içinde maddenin bir yere gitmesi fikrinden çok uzay/zaman tabanlı bir geometrik kayma sözkonusudur.Dördüncü boyuta doğru açılan tünel bizim üçüncü boyutun zaman ve mekan koordinatları arasında yerdeğiştirebilmemizi sağlar. Fakat ortada bir gerçek varki benim kendi hesaplamalarıma göre bu tarz yolculuklar doğrudan bizi bir tünelin içinden öteki ucuna doğru çekip emen bir uzay/zaman hortumu yaratımı fikriyle mümkün değildir. Yani pratikte bu böyle olmuyor! Daha çok uzay ve zamanda hareket bir yıldızgemisini içine alan eğrileşmiş uzay/zaman kavisi yardımıyla ''yönlendirilmiş büyük çekimsel güçler altında'' bir tür hava kabarcığı içinde yol alır gibi yol alma düşüncesi söz konusudur.Bu açıdan ışıktan hızlı yolculuk teknolojilerine dair bence en yakın gerçekci senaryo bir kuantum fizikçisi olan Miguel Alcubierrenin warpdrive tekniğidir.Yani fizikçilerin wormhole fikri warpdrive fikri altında birleştirilebilirse bir yıldız gemisi ile kontrollü bir uzay/zaman yolculuğunun yapılması mümkün hale gelir.Kendi araştırmalarım dahilinde bu yıldız gemisinin çalışma prensiplerini ve bu geminin genel mühendislik kurgusunu yapmış olmama rağmen maalasef üniversiteler böyle teorik bakış açılarına pek önem vermiyorlar.Önem vermiyorlar derken deneysel fikir ve düşünceler laboratuvar düzeyinde ekonomik anlamda gereksiz bir külfet olarak görülmektedir. Turkey / Denizli / Cuma - 16 Kasım -2007 ]
A specific theory which resolves all these paradoxes is the transactional interpretation. In this view each emitter of a quantum sends out an offer wave and each potential absorber sends out a confirmation wave. The decision-making process that results in collapse of the wave function of many possibilities to the actual unique real quantum event results in an interference between one emitter and one absorber interfering to form the real particle travelling between. In the transactional interpretation, the absorber, such as my eye looking at a distant star is as essential to the transaction as the star which long ago emitted the light. In this view of quantum mechanics there is then a sense in which any quantum emitter is implicitly aware of the future existence of the absorber by the very act of entering the transaction. This then leads to a very intriguing possibility - that evolution has used the laws of quantum non-locality to enable a form of temporal anticipation which might be of pivotal survival value and hence strongly selected as a trait. Although the first conceptions of the intervention of quantum uncertainty were relatively simple and conventional researchers rejected the idea of an ephemeral quantum fluctuation citing the law of mass action as inexorable even at the level of the synapse, a variety of developments from chaos theory to quantum computing have brought the whole question back into the centre of the scientific arena of discovery. Quarklarla acılan yeni pencere Kısa Alıntı: Doç. Dr. Muvaffak Ayvaz Kırk yıl öncesine kadar canlı ve cansız varlığın yapıtaşları sayılan atomların yuvarlak birer şekli olduğu, elektronların (tıpkı Dünya ve Mars'ın Güneş'in etrafında döndükleri gibi) proton ve nötronlardan ibaret bir çekirdek etrafında döndükleri düşünülmekteydi. O tarihden itibaren de Enrico Ferminin, ilk kontrollu zincir reaksiyonunu meydana getirmeye muvaffak olmasıyla atom düşüncesinde önemli değişiklikler meydana gelmeye başladı. Partikül fizikçileri bugün, atomun 100 kadar temel parçacıktan müteşekkil olduğunu söylemektedirler.
Atomu teşkil eden tanecikler o kadar ufaktırlar ki (10-13 cm büyüklük mertebesinde) en kuvvetli mikroskoplarla dahi görülemezler. 1950 senesinden itibaren bu "görülmezler" âlemi hakkında bilgi te'min edebilecek makinalar geliştirilmeye başlandı. Hatta bu çalışmaların birisinde, hususi hızlandırıcılarla tanecikler yaklaşık. ışık hızına kadar hızlandırılıp birbirleriyle çarpıştırılabilmişti. Bu çarpışma neticesi saniyenin milyarda bîri kadar bir süre içinde top mermisinin şarapnelleri gibi bir parçalanma vukubuldu. Verilen enerji ne kadar fazla İse, müşahede edilen tanecik sayısı da o kadar artmaktaydı.
Bu mevzuda ilk "sansasyonel" keşif Stanford'daki düz hızlandırıcıda ortaya çıktı: Atomu meydana getiren Proton ve Nötronlar atomun temel yapıtaşları değildirler. Bunların herbiri Quark adı verilen üç elementer tanecikten meydana gelir.
Toplam beş veya altı değişik Quark mevcut olup, bunların hususi adları şunlardır: "up" (yukarı), "down" (aşağı), "strange" (nadir), "charm" (cazibe), "bottom" (taban) veya "beauty" (güzellik). Hızlı bir şekilde devam eden araştırmalar bu beş Quarktan başka henüz tesbit edilemeyen, fakat kuvvetle ümidedilen bir altıncı Quarkın var olduğunu göstermektedir. Onun adı da muhtemelen "top" (tepe) dir. Her bir Quark hem üç pozisyonda, 3 "renkte" (kırmızı, yeşil, mavi) olabildiğinden hem de anti-parçacıklara sahip olduğundan atomun yapısını anlayabilmek bugün daha da zorlaşmıştır.
Proton ve Nötronlar gibi
komplike yapıtaşları için Baryon'lar mefhumu altında toplanmış üç Quark
lüzumludur. Quarklar Gluon'lar İle birbirlerine bağlanmışlardır. Gluonlar
1979'da Hamburg'taki PETRA adlı tesiste müşahede edilebilmişlerdir.
Bu atomaltı tanecikler
takımına 6 lepton daha katılır. Bunlardan bizim en çok tanıdığımız Elektrondur.
Buna İlaveten 15 yıldır devam eden araştırmalara rağmen sırrını koruyan Nötrino
ve enerji bakımından zengin diğer komşu tanecikler de dahil edilebilir.
1960 yıllarında fizikçiler
kâinatta birbirinden "bağımsız" tesir eden dört ayrı kuvvetin mevcut olduğunu
kabul ediyorlardı.
1-) Yıldız kümelerini, güneş
sistemleri ve samanyollarını dağılmaktan koruyan çekim kuvveti..
2-) Aynı yüklü taneciklerin
itilmesi, farklı yüklü taneciklerin çekilmesinde rol oynayan elektromanyetik
kuvvet..
3-) Atomun çekirdeğinde proton
ve nötronların bir arada tutulmasını sağlayan Nükleer kuvvet..
4-) Radyoaktif parçalanma ve
çekirdek birleşmesi (füzyon) reaksiyonlarında ortaya çıkan zayıf kuvvet.
Bu kuvvetler arasında ne gibi
farklar var? İleticisi; kütlesiz fakat yüksek enerjiye sahib Gluon olan nükleer
kuvvet, elektromanyetik kuvvetten, bin kere daha yüksektir; elektromanyetik
kuvvetde, zayıf kuvvetten yüz misli şiddetlidir.
Partikül fizikçilerine göre bu kuvvetler, Boson'lar (Hintli araştırmacı S.N. Boson'a izafeten) adı verilen kütlesiz tanecikler vasıtasıyla nakledilirler. Elektromanyetik kuvvetin taşıyıcısı da atomaltı dünyanın Fotonlarıdır. Yerçekiminden henüz keşfedilmemiş Gravitron, nükleer kuvvetten de Gluon'un mesûl olduğu söylenmektedir. Zayıf kuvvetin nakledicisi hakkında 15 sene önce geliştirilmiş teoriler mevcuttur. Buna göre elektromanyetik kuvvet ve zayıf kuvvet bağıntılıdır. Bunlar bir ve aynı kuvvetin değişik tezahürleridirler. Taşıyıcı partikülleri W ve Z tanecikleri olan, zayıf elektro kuvvetten bahsedilmiştir.
Problem sadece zayıf elektro kuvvetin "elle tutulur" bir delilinin olmaması idi. Çünkü bu "weakon"larda çok hızlı uçucu tanecikler mevzubahistir. Bunların kütleleri protonunkinden yaklaşık 80-90 kere daha büyüktür. Dünyada mevcut hiçbir hızlandırıcının gücü bu kadar büyük kütleli tanecikleri elde etmeye yetmiyordu. İtalyan Carlo Rubbia'nın Avrupa nükleer araştırma merkezi (CERN) yetkililerini ikna etmesi neticesi, (SPS) adlı büyük proton hızlandırıcısından proton ve antiprotonlar, şimdiye kadar fizikte insan eliyle erişilen ve en büyük enerji olan 270 GeV (270 milyar elektronvolt)Iuk bir enerjiyle çarpıştırıldılar. Bu şekilde bahsi geçen W ve Z tanecikleri uyarılarak artı W ve eksi W ispat edildi. Neticede ilim adamları bugün tabii kuvvetleri ihata eden tek bir üniversal (âlemşümûl) kuvvetin keşfine doğru bir adım daha yaklaşmış oldular.
Şu an için, maddedin yapıtaşı
olarak görülen Quarkların hakikaten maddenin nihaî yapıtaşı olup olmadığı da
belli değildir. Bazı ilim adamları Quark'ların da "Preon" adı verilen daha küçük
yapıtaşlarından meydana geldiği şeklinde fikirler ortaya atmaktadırlar.
Geçtiğimiz yaz, Genf teki (CERN)
de 26,6 km. uzunlukta dairevî bir tünel inşaatına başlandı. Bu tamamlandığında
dünyanın en büyük tanecik hızlandırıcısı olacak. 1988 den itibaren elektronların
100 GeV enerji ile pozitronlara çarptırılması plânlanıyor. Şimdiye kadar
dünyadaki en büyük Pozitron-elektron hızlandırıcısı PETRA olup 37,62 GeV luk
enerji hasıl eder. CERN'in başkanı Scho Schopper'e "Yeni elde edilecek enerji ve
bunun ileride iki misli artırılması ile fizikçiler temel yapıtaşları hakkında
daha derinlemesine bilgi elde edecek ve hayretleri daha da artacak." Tespit
edilmesi beklenen ilk tanecik top-Quarktır. Bunun ispatı için şimdiye kadar
PETRA'da yapılan çalışmalar mevcut enerji kifayet etmediğinden neticesiz
kalmıştır.
Amerika'daki Stanford
Üniversitesinde de bir detektör İle manyetik Monopol'lerin sadece bir
nazariyeden İbaret olmadığının ispatlanmasına çalışılıyor. Bunların protondan
ufak olmalarına rağmen 10 milyonmilyar kere daha ağır (kütleli) oldukları
düşünülüyor. Manyetik yükleri de bir elektronun elektriki yükünden 70 misli daha
büyüktür. Kütlelerinin büyük oluşu Monopollerin bugünkü hızlandırıcılarla
ispatına mani olmaktadır. Şimdiye kadar ancak protonun yüz misli kütleye kadar
olan tanecikler elde edilebilmiştir.
Monopoller gerçekleşince, bu,
acaba büyük "birlik" nazariyesinin de tasdikçisi olacak mı? Bu nazriyeye göre
nükleer kuvvet, zayıf kuvvetin sadece değişik bir görünümüdür. Kâinatı bir arada
tutan da haddizatında sadece bir tek kuvvettir.
Nükleer ve zayıf kuvvetlerin
ayni temel kanunun değişik tezahürleri olduğunun ispatlanması için bugünkü
makinalarla elde edilenin milyar katı enerjiye ihtiyaç vardır. "Tek" kuvveti
gösterebilmek için de bu enerji 10 bin misli daha şiddetli olmalıdır. Böyle bir
enerji ise bizim tasavvur ve hayâl gücümüzü çok aşmaktadır.
Modern fiziğin ışığında kainat Kısa alıntı: İnternet notları - Çetin BAL tarafından düzenlenip orijinal metinler değiştirilmiştir. Kâinatın en anlaşılamayan yanı, anlaşılabilir olmasıdır.” der, Einstein. Bu sözle, alışageldiğimiz, sebebini hiç kurcalamadığımız şeylerden dolayı zihnimizde oluşan ülfet perdesini aralamak ve etrafımızda cereyan eden hâdiselerin fısıldadığı sonsuz hikmetin mevcudiyetini bizlere duyurmak istemektedir. Çünkü kâinatta işleyen nizâmın mükemmelliği, bu mükemmelliğin herkes tarafından açıkça görülmesine engel teşkil edebilecek derecededir. Aynen yıllarca kolumuzda taşıdığımız bir saatin işleyişindeki kusursuzluğun, ancak saat durduğunda farkına varmamız gibi. Her şeyi maddi varlıkların birbiriyle karşılıklı münasebeti ve hareketi cinsinden açıklamaya çalışan Newton mekaniğinin oluşturduğu dünya görüşüne göre kâinat, kusursuz işleyen bir saate benzetilebilirdi. Olayların sebep-sonuç münasebeti içinde birbiriyle bağlı olması, bu ilişkinin kanunlarını bildiğimizde, hadiseleri vukuundan evvel büyük bir hassasiyetle tahmin etmemize imkân tanımaktaydı. Böylelikle gelecekteki Ay ve Güneş tutulmalarının zamanı, matematik lisanıyla belirlenebiliyor, hatta bir uydunun yörüngeye oturtulması için ne kadar yakıt ve hangi hızla fırlatılması gerektiği hesaplanabiliyordu. Klasik fiziğin yaptığı tahminlerin (ön görü), deneylerle çok iyi bir uyuşma içinde olması, kâinattaki olayların rasgele olmayıp, matematik bir düzen ve hiç bozulmayan bir ahenk içinde cereyan ettiğine işaret etmesine rağmen, bu nizamın zihnimizdeki formülasyonu olan “tabiat kanunları”na harici bir vücud giydirilerek, bu itibari kavramların kâinatı idare etme mevkiine yükseltilmesine sebep oldu. Halbuki eşyanın var oluşu ve varlığını devam ettirme şekli bakımından sonsuz ihtimal mevcutken, bunlardan yalnızca bir tanesine göre davranması, yani mevcut fizik kanunlarına uygun hareket etmesi, bütün varlıkların, her an bu sonsuz alternatif hareket biçiminden bir tanesini tercih edip vuku bulduran gizemli bir el sanki maddeyi yönlendirmektedir. Varlıklar ve fiilleri “âdetullah” diye tabir edilen külli ve değişmez kanunlara göre varolduğundan, aynı sebepler aynı sonuçlar tarafından takip edilmekte ve bunun sürekliliği bizde ülfet ve alışkanlık meydana getirmektedir. Bunun neticesinde ise, zamanla “neticelerin”“sebepler” tarafından oluşturulduğu zannı yaygınlık kazanmaktadır. “Nedensellik” veya “sebep-netice münasebeti” adıyla anılan bu fenomen (olgu), klasik fiziğin tabiat hadiselerini modellemekteki başarısı yüzünden, bilimin olmazsa olmaz bir varsayımı (ön kabulü) haline gelmişti. Fakat bu münasebetin mutlak manada kabullenilmesi, meşiet-i İlahiyenin (evrensel bir zekanın) hesaba katılmaması veya (külli kanunların tazyikinden feryat eden) bazen fertlere yapılan hususî iltifatların dışlanması anlamına geldiğinden, bir bakıma statükocu bir idare tarzını ve tamamen mekanik bir işleyişi netice vermekteydi. (Doğrusunu ancak bilimsel tefekkürlerimizdeki yeni bulgular ortaya çıkaracaktır.) Bugün ise, kâinat hakkındaki anlayışımız, klasik mekaniğin bize sunduğu “saat” modelinden çok uzaklaşmış bulunuyor. Bilimin açtığı pencereden kâinata bakışımızı bu kadar farklılaştıran gelişmelerin ilk tohumu, 1900 yılında Max Planck’ın yayınladığı bir makale ile atılmıştı. Ortaya atılan iddianın niçin bu kadar önem taşıdığını anlamak için yüzyılımızın başında fizik biliminin durumuna bir göz atmamız gerekiyor: Newton’un geliştirdiği ve kanunlarını bir sistem halinde ortaya koyduğu klasik mekanik, yaklaşık üç yüz yıldan beri giderek daha hassas hale gelen deneylerde doğrulanmış ve top mermilerinden gezegenlerin yörüngelerine kadar, pek çok hareketin nasıl cereyan ettiğini anlayıp formüle etmemizi sağlamıştı. Bunun yanında Maxwell tarafımdan matematiksel bir bütünlüğe kavuşturulan elektromanyetik kanunlarıyla ışığın yayılmasından yüklü parçacıkların hareketine, oradan elektrik motoru ve jeneratörlerine kadar birçok olayın mekanizması anlaşılmış, pek çok uygulamaya da zemin hazırlanmıştı. Hatta bu gelişmeler karşısında fazlaca şaşkına dönen birçok bilim adamı, artık fiziğin bittiğini, bundan sonra yapılacak şeyin daha hassas ölçümler almak Olduğunu savunmaya başlamıştı. İşte tam bu sıralarda, Planck’ın ‘karacisim ışıması’ üzerine yaptığı teorik çalışması yayınlandı. Bu çalışmada Planck, ısıtılan bir cismin nasıl ışık yaydığını açıklayabilmek için, ışıma yapan atomların (veya moleküllerin) belli enerji seviyelerine sahip Olduğu, bundan dolayı da yalnızca 1,2,3,... birimlik enerji “paketçikleri” halinde ışıma yapabildikleri varsayımını ortaya koymaktaydı. Esasında uğraşılan problem, meşhur bir problemdi; birçok ünlü fizikçi klasik elektromanyetik teoriyle bu ışıma olayını modellemeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Çünkü yayılan enerjinin, o zamana kadar klasik fizikte her fiziki büyüklük için düşünüldüğü gibi “sürekli”, yani her değeri alabilen bir tarzda düşünülmesi, bu durumda deneylerle uyuşmadığı gibi, kabul edilmesi imkânsız çelişkilere yol açıyordu. Planck, kendi deyişiyle bu problem üzerinde tam altı yıl uğraşmış ve çareyi klasik fiziğin en temel kabullerinden biri olan süreklilik kavramından vazgeçmekte bulmuştu. Gerçekten de Planck’ın sonuçları, yapılan deneylerle tıpatıp uyuşuyordu ve bu makale fizikte “Kuantum Fiziği” adıyla anılan yepyeni bir çağın başlamasına öncülük etmekteydi.
Tabii ki her büyük oluşumun başlangıcında görüldüğü gibi, ilk adımlar o zaman da çok ilgi çekmemiş ve kabul görmemişti. Hatta Planck dahi, yaptığı varsayım klasik fiziğe tamamen yabancı Olduğu için, yaklaşımını, ışıma problemini çözmek için kullandığı matematiksel bir numara (veya hile) olarak kabul ediyordu. Buna rağmen 1905 yılında A. Einstein, ışığın da aynen Planck’ın öne sürdüğü gibi belli büyüklükte enerji paketçikleri halinde var olduğunu varsayarak klasik ışık teorileriyle açıklanamayan fotoelektrik olayına, yani bir metalin üzerine düşürülen ışığın oradan elektron koparması hadisesine açıklık getiren bir makale yayınladı. Bu makalede anlatılan ışık modelinin, fotoelektrik olayıyla ilgili yapılmış deneylerde gözlenen bütün gerçeklerle uyuşması, Einstein’a Nobel Ödülü’nü kazandırdı. (Einstein’ın meşhur ‘İzafiyet Teorisi”nden dolayı Nobel almadığını burada hatırlatalım.) Fakat makalenin yayınlandığı yıllarda çoğu fizikçi bu düşünceleri pek tutarlı bulmuyordu. Çünkü ışığın çeşitli frekanslarda titreşen bir elektromanyetik dalga Olduğu, daha 19. yüzyılda teorik olarak ortaya konmuş ve yapılan pek çok deneyle ispatlanmıştı. Birbiriyle tamamen çelişkili gibi gözükmesine rağmen deneylerle gösterilmiş birçok gerçek ve bu gerçekleri açıklamaya çalışan oldukça zıt teorilerin bir arada bulunması, 20. yüzyılın başlarında klasik fiziğin geçireceği sarsıntıların habercileriydi. Ancak, şimdiye kadar ayrıntı gibi görünen birtakım fiziki olayların yanında, 1910 yılında Rutherford yaptığı tarihi bir deneyle, çok temel bir problemi klasik fiziğin karşısına çıkardı. Bu deneyde Rutherford, altın atomlarından meydana gelmiş çok ince bir tabakayı, yüksek enerjili parçacıklarla bombardıman ederek, atomların kendi boyutlarına göre çok çok küçük pozitif yüklü çekirdekler ihtiva ettiğini keşfetmişti. Böylelikle atomların, merkezde çok küçük pozitif yüklü bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında hareket eden negatif yüklü elektronlardan oluştuğu anlaşılmış oldu. Ancak etrafımızdaki bütün maddi varlıkların yapıtaşı olarak kabul edilen atomlar, klasik fiziğe göre kararsız olmak zorundaydı. Çünkü klasik fizikteki kavramları ve düşünce tarzını atomlara uyguladığımızda, yani elektronları çekirdek etrafında dönen parçacıklar gibi düşündüğümüzde (halen yaygın olan yanlış kanaate göre atomun Güneş Sistemi’nin küçük bir modeline benzetilmesi gibi) elektronların, sürekli enerji kaybederek çok kısa zamanda (saniyenin milyarda birinden daha az) çekirdeğe düşmeleri kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyordu. Bunun sebebi de, elektronların ivmeli hareket yapan yüklü parçacıklar olmalarından dolayı, sürekli ışıma yaparak etraflarına enerji yaymalarının beklenmesiydi. İvmelenen yüklerin yaydığı ışıma enerjisinin değeri yıllar önce hesaplanmış, hatta bu prensiple bugün her yere ulaşan radyo haberleşmesinin temelleri atılmıştı.
Atomlar aslında gerçekten de ışıma yapıyorlardı. Fakat bu olay, ancak dışarıdan çeşitli yollarla yapılan uyarmalardan sonra ve sadece belli enerjilerde (yani dalga boylarında) gerçekleşiyordu. Einstein’ın ifade ettiği gibi, her farklı renk ışık, dalga boyuyla ters orantılı olacak değişen enerji paketçiklerinden oluşmaktadır. Planck sabiti (h)’ninçok küçüktür. Meselâ normal bir lamba, saniyede “foton” denilen bu ışık paketçiklerinden yaklaşık 1020 tane yaymaktadır. İşte bu fotonların her biri, uyarılmış atom ya da moleküllerin normal (fizikte “temel durum”) durumlarına geçerken yaratılmaktadır. Dolayısıyla etrafımızdaki nesneleri görmemizi sağlayan ve hayatımızın temel taşlarından biri olan ışık da, atomların, bilhassa elektronların birtakım hareketleri neticesi oluşmaktaydı ve bu boyuttaki hadiseler, günlük hayatta karşılaştığımız olayların pek çoğunu büyük bir başarıyla açıklayan klasik fiziğin araç ve gereçleriyle açıklanamıyordu. çok küçük olmasından dolayı, bu paketçiklerin enerjisi de çok. Bu yıllarda (1910-1925) genel anlayışa ters ve bilinen kavramlarla anlaşılamayan olguların çokluğu ve karmaşıklığı karşısında fiziğin içine düştüğü durum, sonraki yıllarda elementlerin yapısını ve özelliklerini anlamamıza temel oluşturacak “Dışarlama Prensibi”ni keşfedecek olan W. Pauli'ye fizikçi olmak yerine şarkıcı ya da kumarbaz olmayı tercih edeceğini söyletecekti. Gerçekten de eldeki deney sonuçlarını uyumlu bir şekilde açıklayabilmek için, o zamana kadar hiç mevzubahis olmamış yepyeni metotlar ve fiziki hâdiselere bakışta kökten bir değişim gerekmekteydi. Böylesine çaplı ve köklü bir değişim, öğrencilik yıllarında hocaları tarafından, her konunun özüyle ilgilenip ayrıntılarda kaybolmayan, büyük ilgi, konsantrasyon ve hırs sahibi bir kişi olarak tanımlanan 24 yaşındaki genç bir fizikçi tarafından gerçekleştirildi:Werner Heisenberg. Pek çok tecrübeli fizikçinin yıllar süren uğraşlarına rağmen başaramadıkları bir işte, çok genç bir dimağın söz sahibi olması, belki de gençliğinde Kant, Eflatun vb. büyük düşünürleri okuyarak geliştirdiği sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısını, zamanın büyük fizikçilerinden edindiği doğru bilgilerle destekleyerek yaptığı cesur atılımlarla açıklanabilir. Tabii ki, doğuştan gelen bir zekânın, tamamen dikkat kesilerek aralıksız sürdürdüğü çalışmasıyla bu sonuca ulaşılabilmişti. Heisenberg sadece, büyük kayaların tepesine çıkıp şiir okumak için ara verdiği çalışmasının sonunu şöyle anlatıyor: “Hesaplamalar sona erip problemin çözümü önümde belirdiğinde saat gece üç civarıydı... Önce çok derin bir şok geçirdim. O kadar heyecanlanmıştım ki uyumak aklımın ucundan bile geçmedi. Öylece evden çıktım... Ve bir kayanın üstünde güneşin doğmasını bekledim.”
Az sonra bahsedeceğimiz, kuantum fiziğinin diğer
kurucuları gibi, Heisenberg de aslında bir
filozof-fizikçi idi. Onun atomik olayları yorumlayabilmek için kabul ettiği ve
savunduğu felsefesi şöyleydi: “Fiziksel olayları anlatmak için kullandığımız
dil, klasik fizikte başarılı olsa da, atomun içinde veya civarında cereyan eden
olayları tarif etmek için yetersiz kalmaktadır. Bundan dolayı biz, bir kuantum
sisteminde (meselâ bir atom) belli bir ölçüm yaptıktan sonra, edindiğimiz
bilgiyi kullanarak, ancak bir sonraki ölçümümüzde ne gibi sonuçlar
bulabileceğimizi söyleyen bir teoriye sahip olabiliriz. Fakat bu iki ölçüm
arasında geçen olaylar hakkında herhangi bir şey söyleyebilmemiz mümkün
değildir.” Heisenberg’i böylesi bir düşünceye iten şey, gözlenen kuantizasyon (ışıkta ve atomların enerjilerinde görülen süreksizlik, kesiklilik) olaylarını açıklayan bir fiziki teori oluşturabilmek için kullandığı matematiğe ait araçların, o zamana kadar hiç kullanılmamış tamamen soyut kavramlar olmasından kaynaklanıyordu. Klasik fizikte, bir cismin konumu, hızı, vs. gibi, sahip olduğu fiziki büyüklüklere normal bildiğimiz sayılarla değer verilirken (meselâ X=l.23, V =11.2 m/s gibi) (Heisenberg’in) kuantum mekaniğinde bu büyüklükler sonsuz boyutlu nxn’lik matrislerle (matematiksel bir nesne) ifade ediliyordu. Dolayısıyla bu soyut nesnelerin günlük konuşma dilinde bir karşılığı olmadığı için, ifade ettikleri fiziki büyüklükleri de klasik anlayışımızla tarif etmemiz mümkün değildi. Ancak bir fiziki büyüklüğü ölçtüğümüz zaman, onun değeri bir sayıyla ifade edilebiliyor ve anlamlandırılabiliyordu. Tabii bu bakış açısı, “ölçüm” hadisesine fiziki dünyada çok özel bir konum kazandırıyor ve klasik fiziktekinin aksine, ölçüm olayını ilk defa bir fizik teorisinin denklemleri (veya aksiyomları) arasına sokuyordu.
Aynı yıllarda, Heisenberg’ten bağımsız olarak başka bir fizikçi, Erwin Schrodinger, çok farklı bir çıkış noktası yakalayarak atomik olayları açıklama atılımı gösterdi. İki sene önce De Broglie’nin ortaya attığı madde dalgalar’ hipotezinden ilham alan Schrodinger, tüm parçacıkların hareketinin hesaplanabileceği bir ‘dalga mekaniği’ oluşturdu. Madde dalgaları hipoteziyle be Broglie, atomların kararlılığının, dalgaboyunun tam katlarının sığdığı uygun yörüngelerin oluşumuyla açıklanabileceğini savunuyordu (Şekil-1). Schrodinger de, herhangi bir kuvvet etkisi altında bu dalgaların nasıl oluşacağını ve gelişeceğini veren bir teori geliştirdi. Ancak temel problem, herkesin farklı düşüncelere sahip olduğu bu garip ve orijinal “madde dalgaları”nın veya “maddeye eşlik eden dalgalar” in gerçekte ne olduğuydu. Klasik fizikte dalgalar çok farklı durumlarda ve çok değişik titreşimleri tanımlamakta kullanılmaktadır. Fakat her durumda, dalganın ifade ettiği veya karşılık geldiği fiziki büyüklük farklıdır. Mesela en basit örnek olan su dalgalarında dalga, su yüzeyinin yüksekliğinin nasıl değiştiğini anlatırken, ses dalgalarında havadaki gaz moleküllerinin sıkışıp seyrelmelerine karşılık gelmektedir. Yani bir dalga hareketi, belli bir fiziki büyüklüğün (yükseklik, yoğunluk, basınç gibi) konumla ve zamanla periyodik olarak değişmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla maddenin dalga özelliği göstermesi, denizdeki dalgalar gibi eğri bir yol izlemesi değil, madde- ye ait bir(takım) fiziki büyüklüğün zamanla ve(ya) konumla artıp azalmasıdır. Şimdi kuantum fiziğinde dalgaya benzer olarak neyin artıp azaldığı sorusuna dönelim. Aslında Schrodinger, teorisindeki dalgaların, genliğinin karesinin (belli bir noktada- ki şiddeti, büyüklüğü) elektron yüküyle çarpılarak, uzayın herhangi bir yerindeki yük yoğunluğunu veren gerçek bir fiziki büyüklük olmasını istiyordu. Fakat elektron yüküyle çarpılmadığı zaman, bu dalga (genliği) bir şey ifade etmediği gibi aynen Heisenberg’in matrisleri gibi tamamen soyut matematiğe ait nesneler içeriyordu. Mesela karesi (-1) olan sanal (hayali) sayılar, n-boyutlu (6, 9, ... elektron sayısının üç katı kadar) uzaylar, Schrodinger’in denkleminde yer aldığı için, bu dalganın gerçek bir fiziki büyüklüğe karşılık gelmesi pek tutarlı görülmüyordu. Sonunda, Max Born adında bir fizikçi, bu dalgalanrn şiddetinin ancak bir parçacığın belli bir konumda (ve zamanda) bulunma “ihtimalini” verebileceğini, kesinlikle gerçek (somut) bir nesne olarak algılanmaması gerektiğini, belki bizim parçacığın durumu hakkındaki “bilgimizi” yansıtan soyut bir araç olarak kabul edilmesinin zorunluluğunu savunan bir makale yayınladı. Böylece Schrodinger’in dalga mekaniği de, Heisenberg’in matris mekaniği gibi klasik fiziğe zıt bir yapı kazanmış oldu. Zaten Schrodinger, kendi teorisinin Heisenberg’inkiyle matematik açısından özdeş olduğunu göstermiş, böylece fiziki olarak daha tanıdık ve anlaşılır olan kendi teorisinin, aynı sonuçları paradokslara düşmeden, klasik kavramlarla açıklayabildiğini vurgulamak istemişti. Fakat Bom’un “ihtimal” yorumu ortaya çıkınca, aynı belirsizlikler tekrar gün- yüzüne çıkmıştı. Heisenberg’in fizikte ve bilim felsefesinde yeni bakış açılarına sebep olan “Kuantum sistemi ve teorisi”, her şeyi maddede gören materyalist ve pozitivist anlayışlarda büyük sarsıntılara yol açmıştır. Madde, madde ötesi, enerji, varlık ve yokluk kavramlarının metafizik (yada fazladan boyutlara dair) kaynaklara daha uygun yorumlarının yapılması birçok fizikçinin ciddi şekilde evreni sorgulamasına ve mekanik bir evren anlayışından çok BİLİNÇ'ide içine katan holografik evren teorilerine yönelmelerine vesile olan “Kuantum Fiziği”hakkında bilinen araştırmalar söz konusu olmaktadır.
Albert Einstein: 'Genel göreceliğin ortaya koyduğu geometrik uzay/zaman çerçevesi içinde ne ilginç bir garipliktir ki zaman yolculuğunu olası kılan tüp geçitler mümkün görünmektedir.Bunu kuramsal çerçevedeki bir hata olarak mı yoksa gerçekten doğanın böyle bir geçişe izin verdiğini mi düşünmemiz lazım ? '' Çetin BAL: Tırnak içindeki yazı Einstein'ın görecelik ve zaman yolculuğu konulu yorumlarına ait genel kanılarının ifadesi yani bir özeti olarak derlenmiştir.
Fotoelektrik Olay ve Belirsizlik İlkesi Özel görelilik kuramını anlatırken Einstein'in 1905 yazılarından birinin foto elektrik olayın açıklaması olduğunu belirtmiştim. Foto elektrik olayın tam sonuçları, 1925 de Werner Heisenberg' in açıklamasıyla anlaşıldı. Foto elektrik olay, bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı tanıyordu. Ama onun momentumu belirsizleşiyordu.
Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmalısınız. Peki ışık, sonsuz olarak bölünebilir mi? Bu sorunun yaklaşık yüz yıl önce maddeler için sorulduğunu anımsayınız. İlk bakışta ışık niye sonsuz dilimlere ayrılmasın serzenişiyle yanıtlanır. Einstein, ışığı sonsuz küçük miktarda kullanamayacağımızı göstermiştir. En azından bir paket yani bir kuantum kullanabiliriz. Bu ışık paketi, parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar duyarlı (hassas) ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur , ama ışık bu durumda parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumdaki belirsizlik ile hızındaki belirsizliğin çarpımı, her zaman belirli bir minimum miktardan büyük olur. Belirsizlik ilkesinin kabul edilmesi çoğumuz için kolay değildir. Einstein bile 1920' lerin ortasından 1955'te ölümüne dek bu kuramı çürütmek amacı ile yaptığı başarısız girişimlerle zamanının önemli bir kısmını harcamıştır.
Karadelikler ve Belirsizlik İlkesi Kara delikler ayrı bir dosyamızda. Burada belirsizlik ilkesiyle ilgisine kısaca değineceğim. Söz Hawking'de. Genel görelilik kuramı, artık klasik bir kuramdır; çünkü belirsizlik ilkesini kapsamıyor. Einstein de, bir klasik fizikçidir; çünkü kuantum olaylarındaki rastlantıyı ve bilinemezliği kabul etmiyor. " 1973 yılında, belirsizlik ilkesinin bir kara delik yakınında eğrilmiş uzay-zamanda bir parçacık üzerindeki etkisini araştırmaya başladım. Çok dikkate değer ki, kara deliğin tam olarak kara olmayacağını buldum. Belirsizlik ilkesi, parçacıkların ve radyasyonun düzgün bir hızla kara delikten dışarı sızmasına olanak verecekti. Bu sonuç ben ve başka herkes için tam bir sürpriz oldu. ve genel bir inançsızlıkla karşılandı. Fakat önceden görülebilmesi ve durumun açık olması gerekiyordu. Bir kara delik, ışığın hızından daha yavaş bir hızda hareket edildiğinde kaçıp kurtulması olanaksız olan bir uzay bölgesidir. Fakat Feynman' ın geçmişlerin toplamı, parçacıkların uzay-zamanda herhangi bir yoldan gidebileceklerini söyler. Bu yüzden bir parçacığın ışıktan hızlı ilerlemesi mümkündür. Işık hızından daha yüksek hızda uzun bir yol almanın olasılığı düşüktür, fakat kara delikten çıkmasına yetecek kadar ışıktan daha hızlı gidebilir ve daha sonra ışıktan yavaş ilerleyebilir. Bu şekilde belirsizlik ilkesi, parçacıkların en son hapishaneden, bir kara delik olarak düşünülen yerden kaçıp kurtulmalarına olanak verir. Bir parçacığın Güneş kadar kütlesi olan bir kara delikten dışarı çıkmasının olasılığı çok düşüktür.; çünkü parçacık kilometrelerce ışıktan hızlı gitmek zorunda kalacaktır. Fakat Evren'in ilk zamanlarında oluşmuş çok daha küçük kara delikler olabilir. Bu ilksel kara delikler bir atomun çekirdeğinin büyüklüğünden daha az büyüklükte olabilir, yine de kütleleri yüz milyar ton, Fuji dağının kütlesi kadar olabilir. Bu kara delikler büyük bir trafo kadar çok enerji yayıyor olabilirler. Keşke bu küçük kara deliklerden bir tane bulup enerjisini kullanabilseydik! Fakat göründüğü kadarıyla Evren'de bunlardan fazla sayıda yoktur. " (Hawking,Kara Delikler Ve Bebek Evrenler s:82-84)
KUANTUM KOZMOLOJİSİ, M TEORİSİ VE ANTROPİK PRENSİP Büyük Birleştirme ve Uzak Ölçekler
BİR SÜPERMEN, İŞİ ÇÖZEMEZ Mİ? Dalga-parçacık ve konum-momentum ikiliğinden kurtulamaz mıyız? Bu ikiliği tekilliğe indiremez miyiz? Yani elektronun hem konumunu hem de momentumunu ölçecek araçlar yapamaz mıyız? Bir süpermen çağırmadan önce soruyu bir kez daha soralım: Konum ve momentumu aynı anda ölçmeyi engelleyen nedir? Max Born bunu şöyle açıklıyor: " Uzay koordinatlarını ve zamanın anlarını ölçmek için, sağlam ölçü çubukları ve sağlam saatler gerekir. Momentum ve enerji ölçümleri için nesnenin etkisini almak ve göstermek üzere hareketli parçalarla düzenlemeler yapılması gerekir. Eğer kuantum mekaniği nesne ve ölçü cihazının etkileşimini tanımlarsa, her iki düzenleme mümkün değildir" (Kozmik Kod, s:89) Born, aynı anda konum ve momentumu ölçen bir aygıt yapamayacağımızı yineledi. Bu iki ölçüm için yapılacak denel düzenlemeler birbirini dışlar. Kuantum mekaniği, aynı anda hem ölü hem diri olunabileceğini (Schrodinger' in Kedisi) kabul eder ama, konum ve momentumun aynı anda tam bir kesinlikle belirlenemeyeceğini söyler. Neyse bu noktayı daha tartışırız. Bir ayna olmadan başınızın arkasındaki uzayı göremezsiniz. Bakmak üzere geri döndüğünüzde de kafanızın arkasındaki uzay döner. Aynı anda hem önünüzdeki hem de arkanızdaki uzayı göremezsiniz. Max Born : " Einstein, Bohr ve benim (Born) dahil olduğum nesile bizden bağımsız, değiştirilemez yasalara göre gelişen nesnel bir fiziksel dünya olduğu öğretilmişti; biz, bir tiyatroda seyircilerin bir oyunu seyretmesi gibi bu süreci seyretmekteyiz. Einstein hâlâ bunun bilimsel bir gözlemci ile onun konusu arasındaki ilişki olmaması gerektiğine inanıyor " (Heinz Pagels,Kozmik Kod, s: 91) Fakat kuantum kuramına göre insanın niyeti fiziksel dünyanın yapısını etkiliyor.
KÜTLESİZ KÜTLE
E=mc2 'yi Öğretmek
BİLİM ve TEKNİK 74 Ocak 2006
Einstein'a
göre kütle-enerji ilişkisi, özel görelilik kuramının en önemli sonucudur. Çoğu
eğitimci, modern fizik dersinde bu konuyu giriş bilgisi olarak verir. Nükleer
fizik problemlerinin çözümünde gerekli olan E=mc2, basit
matematiksel bir bağıntı olarak ele alınmasına karşın, bu bağıntının ne anlama
geldiğini tartışmak çok daha faydalı. Bu bağıntı, madde ve enerjinin doğası
hakkında ne söylemekte? Durgun kütle yalnızca kuvvet alanlarının enerjisinden
mi meydana gelmektedir? En azından maddelerin kütlesinin %90'ı için, bu
soruya verilen cevabın "evet" olduğunun şimdilik tam farkına varılmamış
görünüyor.
E=mc2'nin Anlamı
Kütle-enerji ilişkisi, sıradan bir
formülden daha ileri anlamlar taşıyor. Tüm fizik denklemlerinde olduğu gibi,
bu formül de bir anlam barındırmakta. Bu noktada, kavramsal içerik, özellikle
önemli oluyor.Kavramsal açıklamaya günlük hayattan başlayalım. Top atma,
lastik bandı germe, bir fizik kitabını kaldırmak örnek olarak verilebilir. Her
bir örnekte, sistemin kütlesi artıyor (kaldırılan kitapta, sistem kitap ve
dünyadır). Ancak enerji artışı sadece birkaç joule olduğundan, kütle artışı
birkaç joule'ün c2'ye oranı olarak ortaya çıkıyor. Çok çok küçük
olan bu artışı gözlemlemek imkansız yada çok zor olabilir. Öte yandan, kuram
her bir sistemin kütlesinin arttığını belirtiyor. Böylesine bir sonuçsa
şaşırtıcı. Bir kase çorbayı ısıttığınız zaman, çorbanın kütlesini bir gramın
milyarda biri kadar artırarak, 105 joule mertebesinde bir enerji verirsiniz.
Bu şaşırtıcı durum fark edilemez. Günlük hayatımızda bu basit örnekler, enerji
değiştiği zaman kütlenin de değişeceğini niçin fark edemediğimizi gösteriyor.
Aynı zamanda, bu örnekler "E=mc2'nin sadece nükleer fiziğe
uygulanabildiği" gibi yaygın bir kavram yanılgısını da ortadan kaldırmakta.
Bu durumu, bir çift mıknatıs ve birkaç
interaktif kavram testi kullanarak ortaya çıkaralım. Bu iki mıknatısı
birbirlerine tutturarak işe başlayalım. Daha sonra bu mıknatısları
birbirlerinden uzaklaştırın, tutturun, ayırın ve dengede bırakın. Şimdi
soruyoruz: "Mıknatıs sisteminin enerjisi, arttı mı? azaldı mı? yada değişmedi
mi? Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?". Doğru cevap, mıknatısları ayırırken iş
yaptığınız için, enerji artmıştır. Diğer bir soruysa: "Sisteme verdiğimiz
fazla enerji nereye gitti?" olacaktır. Bu sorunun doğru cevabıysa mıknatıslar
arasında bulunan uzaydadır, yani manyetik alanda saklanmıştır. Bir
sonraki sorumuz: "Mıknatıs sisteminin kütlesi arttı mı; azaldı mı; yoksa
aynımı kaldı?" Böyle bir sorunun doğru cevabı, "sistemin kütlesi arttı"
olacak. Çünkü, enerji artmış olup m=E/c2'dir. Sonuç olarak, "m=E/c2'lik
kütle artışı nerede?" Enerjinin olduğu yerde; yani manyetik alanda. Alanlar,
hatta boş uzaydaki alanlar bile kütleye sahiptir. Kuşkusuz ilginç bir durum!
İlginçliğinin yanı sıra, elektromanyetik alanların fiziksel varlığını da ispat
ettiğini söyleyebilirsiniz.
E=mc2 formülü, nükleer
reaksiyonlarda enerji değişimi çok büyük olduğu için doğrulanabilir.
Örneğin, Uranyum parçalanıp, termal enerjisi açığa çıkarılırsa, kütle kayıp
oranı yaklaşık %0,1 düzeyindedir ve bu kolayca fark edilebilir. Benzer
şekilde iki döteryum çekirdeği Helyum çekirdeği oluşturmak üzere birleştiği
zaman kütle kaybı yaklaşık %0.6 düzeyindedir. E=mc2'nin anlamı,
mıknatıslar örneğiyle çok kolay anlaşılabilir: Enerjiye sahip olan bir
sistem kütleye sahiptir.
Üstelik, kütleye sahip sistem enerjiye sahiptir. Bu son ifade en iyi şekilde madde-antimadde yok olması ile gösterilir. Örneğin, her birinin kütlesi M olan elektron-pozitron yok olduğu zaman iki parçacıkta kayboluyor. Bu durumda: "Onların yerinde hiçbir şeyin olmadığı söylemek mümkün müdür?" sorusu akla gelir. Eğer, E=mc2 ise; enerji korunduğu için enerjinin başka bir çeşidi ortaya çıkmalı. Aslında, ölçümler 2 Mc2'lik enerjiye sahip radyasyon ortaya çıkardığını göstermekte (Bu değere parçacıkların başlangıç kinetik enerjisi dahil eklenmiştir). Elektron-pozitron çifti durgun olsa bile, bu çift yapısında 2Mc2'lik enerjiyi depolanmış iş olarak bulunduruyor.
Aynı zamanda, durgun kütlesi olan
maddenin durgun kütlesi olmayan radyasyona dönüştüğünü söylemek mümkün.
Bir atomun kütlesinin %99,9'u çekirdekte
toplanır.Çekirdeğin boyutu 1 cm'nin trilyonda 1'i kadardır. Çekirdeğin çapı,
atomun çapının 1000'de 1'i kadardır. Bundan da atomların ve dolayısıyla
bildiğimiz maddenin çok büyük bir bölümünün boş uzay olduğu anlaşılır.
Kütlesiz Kütle
Temel fizikten bildiğimiz kütlenin
ortadan kaybolma olasılığına işaret etmek için "kütlesiz kütle" kavramını ilk
defa John Wheeler türetti. Bu kavram, tüm sahalarda temel parçacıkların
kütlelerini anlatıyor. 20. yüzyılın ilk yıllarında Hendrik A. Lorentz ve
diğerleri, elektromanyetik alan cinsinden tam olarak elektronun kütlesini
açıklama çabası içine girdiler. Fakat çok geçmeden, Lorentz'in klasik
teorisinin yerini kuantum fiziği aldı. Bugün bile elektrona kütlesini veren
nedir bilinmiyor. Fakat kısa süre önce, Lorentz'in bu hayaline ulaşıldı ve bir
maddenin neredeyse tamamına yakınını oluşturan protonlar ve nötronların
kütlelerinin (kısaca nükleonlar), onları oluşturan kuarkların renk alanlarının
neredeyse tamamından meydana geldiği görüldü. Eğer standart model
parametrelerine bir göz atacak olursak, eğlendirici birkaç şey keşfedebiliriz.
Burada, yukarı ve aşağı yönlü kuarkların kütleleri listelenmiş ve bunlar
sırasıyla 3 Mev/c2 ve 6 Mev/c2 değerinde
(Öğrencilerinizle bu kütlelerin birimini tartışabilirsiniz). İki yukarı yönlü
kuark ve bir aşağı yönlü kuarktan oluştuğu söylenen protonun kütlesi ise 938
Mev/c2. Bazı şeylerin böyle doğrudan toplanmadığı açık. Proton
kütlesinin hemen hemen %99'a yakın miktarı olan bu fark, kuarkların kuvvet
alanlarının enerjilerinden ortaya çıkıyor.
Benzer şekilde bir nötron kütlesi, üç
kuark (bir yukarı, iki aşağı) kütlesinin toplamından daha büyük. Buradan
hemen denilebilir ki, bir nükleon kütlesinin %99'u, tıpkı iki ayrı mıknatıs
parçasının enerjilerinin, kendilerinin manyetik alanlarından doğması gibi,
bu tip alanlardan doğmakta. Bu %99'luk kütlenin gerçekten kuarkların arta
kalan kütlelerinden bağımsız.
Nükleonun kuarklarının görece küçük
kütleleri, nükleon modelinin araştırılmasını kolaylaştırıyor. Bu modelde
bütün kuark durgun kütleleri sıfıra eşit alınır. Gluonlar (kuarklara ek
olarak nükleonların arta kalan bileşenleri) sıfır durgun kütleye sahip
olduğu için buna "saf alan" modeli denir. Bu model nükleon kütlelerini
hesaplamak için kullanıldığı zaman, sonuçlar %10'luk oranda doğrulanmakta.
Kütle elbette m=E/c2'den ortaya çıkar. Burada E, kütlesiz kuark
ve gluonların hareket ve alanlarının enerjisini anlatıyor. Maddenin
kütlesinin %99'undan daha fazlası nükleonlardan meydana geldiği için, bu
model; maddenin kütlesinin en az %99'unun "kütlesiz kütle" olduğunu
belirtir.Geri kalan %10'u benzer şekilde meydana gelir. Parçacık fiziğinin
standart modeli, "Higgs Alanı" denen bir alanın, evrenin her yerinde
varlığını ileri sürer.Higgs alanına doğrudan delil, Higgs alanının kuantumu
olan Higgs bozonun keşfiyle ya da keşiften sonraki birkaç yıl içerisinde
bulunabilecek. Higgs alanı doğrulanırsa, o zaman bu alan ve parçacıklar
arasındaki etkileşme enerjisi cinsinden temel parçacıkların (örneğin
elektronlar ve kuarkların durgun kütleleri) kütleleri açıklanabilecek. Bu
yüzden, alanlar yardımıyla maddenin kütlesinin tamamının açıklamasını yapmış
olabileceğiz.
Böylece modern fizik, en azından maddeye
bakarken "kütlesiz kütle" nin yüzyıllık görüşünü doğrulamanın eşiğinde. Madde
parçacıklarının uzayda sadece kuvvet alanları olduğunu belirten bu görüş,
"alan gerçeği" ni ifade etmekte. Bu fikir; çağdaş fiziğin de içinde olan
rölativistik kuantum alanlar teorisininin doğruluğunu gösteren bir görüş.
Örneğin, Nobel ödülü almış önde gelen kuantum alan kuramcılarından Steven
Weinberg'in de ifade ettiği gibi: 1920'li yıllarda geliştirilen fizik
kuramlarına göre, temel parçacıkların her bir tipi için bir alan olması
gerekiyor. Bu kuramlarda evrende yaşayanların, elektron alanı, proton alanı,
elektromanyetik alanlar gibi alan durumları olduğu düşünülmüş. Aslında, bu
bakış açısı, bugün bile geçerli ve kuantum alan teorisinin temel kabülünü
oluşturuyor. "Temel kabülün alanlar takımı olduğu" fikri, kuantum mekaniği ve
özel görelilik kurallarıyla uyum içinde.
Bu görüşe göre, hiçbir yerde hiçbir
şey yok. Elektronlar ve diğer parçacıklar, iki manyetik kutup arasındaki
alana benzeyen boş uzayda yalnızca birer kuvvet alanı. Bu görüş, her
şeyin hareket halinde ve etkileşim içerisinde olduğunu vurgulamakta.
Karşılıklı etkileşmeler, birbirleri arasında etkileşim halinde olduğunu
sandığımız parçacıklardan daha temel. Bu görüş, parçacıkları temel alan
Newton mekaniğinden çok daha farklı, yeni bir bakış açısı getiriyor.
Öğrencilerimizin de bu konu hakkında bilgilenme hakları bulunuyor.
Art Hobson*, The Physics Teacher, 2005
* Arkansas Üniversitesi,Fizik Bölümü, USA.
Çeviri: Doç. Dr. Metin Orbay
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Amasya
Eğitim Fakültesi.
Standart Model of Fundamental particles and interactions
Özetle Kuantum Kuramı Kuantum kuramının özetlenmesine geldik. Özeti iki noktada toplayabiliriz: Birinci nokta, kuntum gerçekliği belirli (kesin) değil, istatistikseldir. Olgular ve olaylar (fenomenler) arasında nedensellik bağı değil, olasılık bağı vardır. İki olay arasındaki etkileşimde ya da bir olayın gelecekteki evriminde hangi sonuçların doğacağını değil, hangi sonuçların daha olası olduğunu kestirebiliriz. Ama kestirimlerimiz doğru olmayabilir. Her bir olaya bir neden arayan insanlar, yalnız düşünce dünyasında değil, gündelik yaşamda da sıkıcıdır. Onlar gerçekten çok sıkı ve sıkıcı deterministlerdir. İkinci sorun, kuantum nesnelerini gözleme için kullanacağımız ölçme düzenimiz. Kuantum gerçekliği, kısmen " gözlemcinin yarattığı bir gerçekliktir" . Evet, bu kitabın ciddi okurları gerçeklik olayını i yi düşünmeli. Kara deliklere adını koyan John Wheeler şöyle demişti: " Gözlemlenmiş bir fenomen olana kadar hiçbir fenomen, bir fenomen değildir". Hiçbir süpermen, belirsizlik ilkesini aşamaz. Üzücü bir sonuç, ama böyle! Niels Bohrn, yalnızca bir fizikçi değildi, bir filozoftu, bir kompozitördü, yorumcuydu. Felsefenin fiziğini değil, fiziğin felsefesini o yarattı. Fiziğin, daha doğrusu doğal bilimlerin sorunlarıyla insansal sorunlar arasında bağ kurmaktan kaçınmadı. Parçacık ve dalga özelliklerinin birlikteliğini " bütünlerlik" olarak yorumladı ve bunu yaşama uyguladı. Örneğin Sofokles' in Antigone adlı eserinde "topluma karşı görev" ile " ailesel görev" kavramları tamamlayıcı ( birbirini bütünleyen, tamamlayan) kavramlardı. Ama bunlar, aynı zamanda, birbirini dışlayan kavramlardı. Antigon, "iyi" bir yurttaştı. Kardeşi, kralı öldürmeye çalışırken öldürülmüştü. Kral ve topluma karşı görevi, kardeşini reddetmesini gerektiriyordu, kardeşi bir haindi! Yine de ailesel ve belki de dinsel duyguları onun vücudunu gömmesini ve anısına saygı gösterilmesini istiyordu. Bu örnek ne anlama geliyor? Biz, bir organizmanın moleküler yapısını öğrenmek için onu "öldürmeliyiz". Bu durumda biz ölü şeyin yapısını biliyor oluruz.Yaşayan bir organizmada yapıyı bilemeyiz. Çünkü " yapıyı belirleme hareketi, aynı zamanda organizmayı öldürür. Şüphesiz, molekül biyologlarının yaşamın moleküler temelini kurarken gösterdikleri gibi, bu son görüş tümüyle yanlıştır. Bu örneği verişimin nedeni, Bohr, kadar akıllı olsanız bile, bilimin ilkelerinin her zamanki uygulama alanları dışına uzatılmasının yüzeysel sonuçlar verebileceğini göstermektir"(Heinz Pagels,Kozmik Kod,Çev:Nezihe Bahar,Sarmal Yay) 20. yüzyıla damgasını vuracak iki büyük kuramdan birini, tam da bu yüzyılın başında, 1900 yılında, Max Planck ortaya attı. Enerjiyi, sürekli (kesiksiz) bir akış olarak gören Klasik Enerji Kuramı yerine Kuantum Kuramı’nı ortaya atmıştı. Planck’ın deneysel temellere dayanan önerisi, enerjinin kesik kesik ya da paket paket alınıp verildiği şeklindeydi. Bu kuramı, 1905 yılında Albert Einstein, fotoelektrik olayını açıklamakta kullandı. Danimarkalı Niels Bohr, 1913′te Kuantum Kuramı’yla, atomdaki elektron düzeninin ilk açıklamalarını yaptı.
Kuantum Fiziği
Boyutlar ve hızlar değiştikçe 'fizik teorileri' (dolayısıyla, dünyayı kavrayışımız) da değişir:
Birleşik Alan Kuramı - Fiziğin Sonu
Dört Güç - Mehmet Sinan Gür Maddeler ve parçacıklar birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşimler evrende bulunan güçlerdir ve evreni şekillendirirler. Evrende dört güç vardır. Birleşik alan kuramına göre bu dört güç gerçekte tek bir güçtür. Fakat ayrı güçlermiş gibi görünürler. Ne olduklarını anlamak için de onları öyle kabul etmek olasıdır. Bu güçler:
Birleşik Alan Kuramına giden yolda dört kuvveti ( güç'ü) birleştirmek 1-KUVVETLİ ÇEKİRDEK KUVVETİ: Güçlerin en kuvvetlisi, ya da bu güçlerin ürettiği alanların en kuvvetlisi, kuvvetli çekirdek gücü dür. Bu güç sayesinde, atomlar biçimlenir. Atomların ve insanların, atomdan küçük parçacıklara ayrılması; bir proton, bir nötron ve elektron yığınına dönüşmesi engellenir. Kuvvetli çekirdek gücünün kuvvet taşıyıcısı, renkli gluonlar dır. 2-ZAYIF ÇEKİRDEK KUVVETİ: Zayıf çekirdek kuvveti ise, güçlü çekirdek kuvvetinden, yaklaşık 1000 kez daha güçsüzdür. Bir anlamda, çekirdek içersindeki bir arada tutucu güce karşı çalışarak, bazı nükleer parçalanmalara imkan verir. Bazen çekirdek, genel istikrarı korumakiçin, kendisini azleder. Bazı radyoaktif dönüşümler, çok şaşırtıcıdır. Örneğin bir metal radyum atomu, bir alfa parçacığını(2 proton, 2 nötron) azlettiğinde, metamorfoza uğrayıp, metalden radon diye bilinen bir gaza dönüşür. Yani katı metalden, sıvı gaza tek sıçrayışta geçilmiş olur. Radon gazı da, bozunumu esnasında, aynen radyum gibi bir alfa parçacığı azleder ve tekrar metale dönüşür. Hem gaz, hem metal; protonlar ve nötronlar gibi aynı yapı taşlarından meydana gelmektedir. Evrenin fiziğine temel teşkil eden şey, işte böylesine şaşırtıcı ve görkemli bir şeydir. Zayıf çekirdek gücünün kuvvet taşıyıcısı, w+,w-,w0 bozonlarıdır. 3-ELEKTROMANYETİK KUVVETİ : Elektrik kuvveti, elektrik yüklü 2 parçacığın, birbirini ittiği ya da birbirini çektiği kuvvettir. Manyetik kuvvet ise, elektrik yüklü bir parçacığın, manyetik alandan geçerken, üzerine etki eden kuvvettir. Bu 2 kuvvet, birbiriyle ilişkilidir. James Clerk Maxwell, 1873 de elektrik ve manyetik kuvvet alanlarının, uyduğu denklemleri buldu. Böylece günümüzde, elektomanyetizma denilen bir birleşik teoriyi, elde etmiş oldu. Bu güç, çok büyük bir menzile sahiptir. Manyetik alanların, yıldızlararası etkileri söz konusudur. Elektromanyetik güç, kuvvetli çekirdek gücünden, yaklaşık 100 kez daha zayıfdır.Kuvvet taşıyıcısı foton dur. 4-KÜTLEÇEKİM KUVVETİ: Kütleçekim gücü ise, kuvvetli nükleer güçten 1042 kez daha zayıftır. En zayıf güç olmasına rağmen, keşfedilen ve sayısal olarak tanımlanan, ilk güç kütleçekimdir. Kuvvet taşıyıcısı, gravitondur. Bir atomun büyüklüğünün 10-10 m. dışına çıkıldığında, çekirdek güçlerinden hiçbiri, etkili değildir. Birkaç cm'nin ötesine geçildiğinde, aynı şey elektomanyetik güç için de geçerlidir. Evrendeki çoğu bölge, kütle çekimin etkisi altındadır. Erken dönem evrendeki gazları, devasa galaktik bulutlara çevirip, daha sonra da, dönen yıldız ve gezegenleri meydana getirecek şekilde sıkıştırarak, evrenin yapısını biçimlendiren şey de kütleçekimi idi. Uzaydan bakıldığında, Güneş,Ay ve Dünya 'nın kusursuz çemberler olduğu görülür. Buna sebep olan şey de, yerçekimi (kütleçekimi) dir. Her biri, kütlesel çekimin etkisiyle, bütün yönlerden eşit olarak içeri çökerek; birer küreye dönüşmüştür.
Birleşik Alan Kuramı (Teorisi)
Birleşik Alan Kuramına farklı bir yaklaşım Uzay-zamandan kastedilen şeyin matematiksel tanımı, “noktalar arası uzaklığın” tanımı üzerine kurulmuştur.Bu yüzden de maddesel boyuttan planck mesafesine yaklaştıkça uzay ve zamanın tümsek ve çukurları artarak en büyük kırışıklıkların,büyük olanlara oranla daha belirgin hale gelir ve kuantum fiziğindeki belirsizliklerle birlikte bu kırışıklık çok daha fazla kabarır. Bu da bize planck mesafesinden daha öteye geçmemize izin vermeyeceğini gösterir. Çünkü, oradaki eğrilik ve belirsizlikler o kadar büyüktür ki “iki nokta arasındaki uzaklık” kavramının hiçbir anlamı ve bu uzaya hiçbir ölçüm aleti sığmadığı için de, uzay ve zamanın varlığı kalmaz.Bunun sonucu olarak bu iki nokta arasındaki bölgede eğrilik ve kırışıklıklar ölçülemeyeceğinden planck mesafesinden daha yakın uzaklıktan bahsetmek imkânsızlaşır.
Bu Kurtdeliklerinin yan yana gelerek oluşturduğu evreni başka bir açıdan ele alırsak, örneğin; 1 elektron her noktasından foton bıraktığı için, tünel yumağı hali küresel bir tünel olarak da düşünebiliriz. Aynı şekilde, sırasıyla nükleonlarla elektronların oluşturduğu atomlar, moleküller, gezegenler, yıldızlar, galaksiler ve evrendeki her şey yine bu tünellerin birleşmesiyle meydana gelirler. Herşeyin kuramı
Einstein ABD'ye üç kısa yolculuk yaptı.
1932 yılında Princeton Üniversitesi İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden davet
aldı.Princeton'da, fizik araştırmalarını sürdürdü; çok sayıda gençle birlikte
sonradan kanıtlandığı gibi boşu boşuna genel göreliliği elektromanyetik kuramına
bağlayan bîr birleşik alan kuramı üzerinde çalıştı. Einstein, yaşamının sonuna değin, elektromanyetik alan
ile kütle çekimi alanını bir tek denklemler kümesinde birleştirerek bir birleşik
alan kuramı geliştirmeye çalıştı; ama bunda başarılı olamadı. Einstein'ın keşiflerini ve hayatını anlatan ''Einstein's Big Idea'' belgeselinden bir kaç görüntü... Einstein'in Büyük Fikri ( Eintesin's Big Idea )
[ Fizikte devrim yaratacak nitelikteki İzafiyet
Teorisi’nin öngördüğü sonuçlarla boğuşan Albert Einstein, bundan yaklaşık yüz
yıl önce heyecan verici bir sonuca ulaştı: Teoriye göre kitle ve enerji aslında
birdi ve aralarındaki ilişki E=mc2 denklemiyle açıklanabiliyordu. Albert Einstein'a kısa bir bakış Einstein’ın 1905’te Annalen der
Physic’te yayımladığı “ Über die von der molekularkinetinhen Theorie der Wärme
geforderte Bewegung von in ruhenden Flüssigkeiten suspendierten Teilchen” (
Durağan bir sıvı içindeki asıltı parçacıklarının Moleküler kinetik kuramı
çerçevesindeki hareketleri üzerine ) başlıklı makalesi Brown hareketi
üzerineydi. 1827’de İskoçyalı Robert Brown, su içinde asılı haldeki
çiçektozlarını mikroskop altında incelemiş ve sıvının durgun olmasına karşın
çiçektozlarının sürekli ve rastgele biçimde devindiğini gözlemişti. 1879’da ise
İngiliz kimyacı Sir William Ramsay, bu hareketlerin, sıvı moleküllerinin
bombardımanından kaynaklandığını ileir sürmüştü. Einstein, istatistiksel
yöntemle gerçekleştirdiği çalışmalarının soncunda Brown hareketi yapan bir
parçacığın katedeceği uzaklığın, bu aradaki zamanın kareköküyle ters orantılı
olduğunu belirledi ve birim hacimdeki sıvı moleküllerinin sayısının
hesaplanabileceğini gösterdi. Einstein’ın kuvantum fiziği alanındaki ilk önemli çalışması ise, fotoelektrik etkiyi incelediği ve 1905’te Annalen der Physic’te yayımladığı “ Über einen die Erzeugung und Verwandlung des Lichtes betreffenden heuristischen Gesichtspunkt” ( Işığın oluşumu ve dönüşümü üzerine bir görüş ) başlıklı makalesidir. Kara cisim aşınması üzerine çalışan Alman fizikçi Max Planck, enerjinin süreksiz olduğu varsayımını ortaya atmış, ve atomlar arasındaki enerji alışverişinin, ışımanın frekansıyla doğru orantılı olarak ve kuvantum adını verdiği enerji paketleri biçiminde gerçekleştiğini öne sürmüştü. Einstein ise ışığın dalga ve parçacık özelliğindeki ikili yapısını vurgulayarak, bu kesikli enerji alışverişinin, ışığın maddeyle etkileşime girdiği her durumda geçerli olduğunu savundu. Fotoelektrik olayında, üzerine ışık düşen bazı cisimlerin elektron salması olgusunu da, daha sonraları foton olarak adlandırılan bu ışık enerjisi kuvantumlarıyla açıkladı. Einstein’ın gene 1905’te
yayımladığı özel görelilik kuramına ilişkin “ Zur Elektrodynamik bewegter Körper”
( Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği) adlı makalesi, elektro magnetik olguları
açıklayan Maxwell yasalarına yeni bir bakış açısı getiriyordu. 19. Yüzyılın
sonlarında ışığın elektromagnetik bir dalga özelliği taşıdığı ve uzaydaki
hızının da saniyede yaklaşık 300,000 km olduğu görüşü ağırlık kazanmıştı. Bu
dalgaların boşlukta ilerleyebilmesini sağlayan ve madde dışındaki tüm boşluğu
dolduran “esir” ya da “eter” adlı ağırlıksız esnek bir ortamın da var olduğu
kabul ediliyordu. Ama, esirin varlığını kanıtlamak için yapılan tüm deneyler ve
yeni varsayımlara dayalı olarak gerçekleştirilen tüm deneyler olumsuz sonuç
veriyordu. Einstein, fizikte devrim yapan makalesinde iki nokta arasında yol
alan ışığın hızının nasıl belirleneceği sorunundan yola çıktı. Bu amaca
yönelik olarak postula niteliğinde iki temel ilke geliştirdi. Bunlardan
birincisine göre, mekanik denklemlerin geçerli olduğu her başvuru sisteminde,
elektrodinamik ve optik için de ayni yasalar geçerliydi. Öteki ilke ise, ışığın,
kendisini yayan cismin hareketinden bağımsız olarak boşlukta her zaman aynı
hızla yol aldığı niteliğindeydi. Bu ilkelerden de, birbirine göre hareket
halinde olan iki gözlemcinin, hızları sabitse, iki ayrı yerde gerçekleşen iki
olay arasındaki süreyi aynı biçimde değerlendiremeyecekleri sonucunu çıkardı.
Gözlemcilerden biri, bu iki olayı aynı anda yani eş zamanlı olarak gördüğünde,
ötekinin olayları belirli bir zaman aralığıyla gözlemesi gerekiyordu.
Eşzamanların göreliliği denilen bu olgunun nedeni, olayların gerçekleştiğine
ilişkin en hızlı belirti olan ışığın hızının, her iki gözlemci içinde aynı ve
sonlu olmasıydı. Einstein’ın gene 1905’te Annalen der Physic’de yayımlanan “Ist die Trägheit eines Körpers vonseinem Energieinhalt aphängig?” ( Bir Cismin Eylemsizliği Enerji İçeriğine Bağlı mıdır? ) başlıklı makalesi, özel görelilik kuramına düştüğü matematiksel bir dipnot özelliği taşıyordu. Bu yazısında, bir cismin kütlesi ile enerjisinin eşdeğerli olduğunu ve bu enerjinin (E) cismin kütlesi (m) ile ışık hızını (c) karesinin çarpımına (E=m.c²) eşit olduğunu belirtiyordu. Buna göre bir cismin hızı arttıkça kütlesinin artmasının nedeni, o cismin kazandığı kinetik enerji idi. Her enerjinin bir kütlesi vardı ve kütle ya da madde bir enerji biçimiydi. Bu nedenle de kütle ve enerji, aynı şeyin iki değişik biçimde ortaya çıkışını simgeleyen eşdeğerli iki kavramdı.
Einstein’ın özel görelilik
kuramı, deneyle ve gözlemle saptanmamış ve yalnızca amaca uygun olarak
geliştirilen, mutlak uzay, mutlak zaman esir ve eşzamanlılık gibi kavramların
fizikten çıkartılmasına yol açmıştı. Özel görelilik kuramıyla varılan uzunluk
kısalması, saat yavaşlaması ve kütle artması gibi sonuçlar, önce sağ duyuya
aykırı bulunduysasda, daha sonraki araştırmalar bu kuramın geçerliliğini
kanıtladı. Einstein 1907 ve 1911’de özgül
ısılar üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarla, bir kıtadaki tüm moleküllerin
özdeş frekansla titreşim yaptığını ve bu titreşimlerin kuvantumlu olduğunu
varsayarak, düşük sıcaklıklarda özgül ısının sıcaklıkla nasıl değiştiğini
açıkladı. 1912’de ise, ışık indüklenen bir kimyasal tepkimede yer alan
her molekülün, tepkimeye yol açan ışınımdan bir kuvantum soğurduğunu belirledi.
Einstein, çalışmalarının asıl ağırlığını, görelilik kuramını daha genel bir çerçeveye yerleştirme çabası üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu amaca yönelik olarak, gözlemcilerin birbirlerine göre sabit değil, değişen hızlarda yani ivmeli olarak hareket ettikleri durumda ortaya çıkan olayları araştırmaya girişti ve elde ettiği kuramsal bulguları 1916’da, Annalen der Physic’te “Die Gurundlagen der allgemeinen Relativitätstheorie” (Genel Görelilik Kuramının Temelleri) başlıklı makalesinde yayımladı. Bu kurama göre, uzaydaki herhangi bir noktada kütle çekimi ile hızlanma hareketinin etkileri eşdeğerdir ve birbirinden ayırt edilmez. Bu postula, kütle çekiminin bir kuvvet değil, uzay-zaman süreyinde, bir kütlenin etkisiyle oluşan eğrilmiş bir alan olduğunu öngörür. Bu nedenle, büyük kütlelerin yakınından geçen kuvantumlu ışık ışınlarının doğrultusunda bir sapma ortaya çıkar. Genel görelilik kuramı yalnız Newton’un fiziğinden değil eukleidesçi geometriden de kopuşu simgeliyordu ve üçboyutlu düz bir uzay zaman yerine dört boyutlu uzay-zaman dahilinde “eğri” bir uzay-zaman tanımı getiriyordu. Einstein’ın yeni denklemleriyle, Merkür gezegeninin günberi noktasında ortaya çıkan şaşırtıcı düzensizlikleri ve daha güçlü kütle çekimi alanlarında bulunan yıldızların, tayfın kırmızı ucuna daha yakın ışık yaymalarının nedenini açıklamak olanaklı duruma geldi. Einstein, genel görelilik
kuramını everenin bütününe uygulayarak sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurdu
ve bunun matematiksel yapısını geliştirdi. Ama 1929’da ABD astrononom Edwin
Powell Hubbule, gerçekleştirdiği gözlemlerle, uzak gökadaların ışığının
kırmızıya kaydığını, buradan kalkarak da bunların Yer’den uzaklaştığını ortaya
koydu. Böylece, genişleyen evren modeli Einstein’ın durağan modelini geçersiz
kıldı. Einstein, yaşamının sonuna
değin elektromagnetik alan ile kütle çekimi alanını bir
tek denklemler kümesinde birleştirerek bir birleşik alan kuramı
geliştirmeye çalıştıysada, bunda başarılı olamadı. Einstein, gençlik yıllarında
Avusturyalı fizikçi ve filozof Ernst Mach’ın etkisindee kalmıştır. Fiziğin
matefizikten arındırılması gerektiğine, doğanın anlaşılabilir olduğuna,
rastlantısal olguların daha derin ve kapsayıcı kurumlar çerçevesinde
belirlenimci (determinist) yorumlarla açıklanabileceğine inanıyordu. 1925’e
değin kuvantum mekaniğinin en yaratıcı sonuçlarını ortaya çıkaran kendisi olduğu
halde, özellikle Heisenberg’in belirsizlik ilkesini öne sürmesinden sonra bu
alandaki gelişmelere karşıt bir tutum içine girdi. Schrödinger’in dalga
denkleminin neyi temsil ettiği üzerine Bohr, Heisenberg, Born gibi bilginlerle
yaptığı tartışmalar bir uzlaşmayla sonuçlanmadı ve Einstein yeni akımın dışında
yalnız kalarak kendi çalışmalarını yürüttü. Bu tartışmalarından birinde şöyle
yazmıştı: “ Bilimden beklediklerimiz açısından birbirimize karşıt kutuplarda
toplandık. Siz (Bohr), zar atan bir tanrıya, bense gerçek nesneler olarak var
olan şeyler dünyasındaki yetkin yasalara inanıyorum”… Einstein’ın 1905’te Annalen der Physic’te yayınladığı beş makalesinin dışındaki başlıca yapıtları, gene ayni dergide yayımlanan “Zur Theorie der Brownischen Bewegung” (1906; Brown Hareketi Kuramı Üzerine),”Zur Theorie der Lichterzeugung und Lichtabsorption” (1906; Işık Salımı ve Soğurumu Kuramı Üzerine), “Plancksche Theorie der Strahlung und die Theorie der spezifischen Wärme” (1907; Işınımın Planck Kuramı ve Özgül Isı Kuramı),”Grundlagen der allgemeinen Relativitätstheorie” (1916;Genel Görelilik Kuramının Temelleri) ile Zeitschrift für Mathematik und Pyhysic’te (Matematik ve Fizik Kuramı ) yayımlanan “Entwurf einer verallegemeinerten Relativitätstheorie und einer Theorie der Gravitation” (1913; Bir Kütle Çekimi Kuramı ve Genelleştirilmiş Görelilik Kuramına Bir Gönderme ),Hysikalische Zeitscerift’te “Quantentheorie der Strahlung” (1917; Işınımın Kuantum Kuramı), Sitzungsberichte der Preussischen Akademie der Wissenschaften’de (Prusya Bilimler Akademisi Oturum Tutanakları), “Quantentheorie des einatomigel idealen Gases” tir. ( 1924; Tek Atomlu İdeal Gazların Kuvantum Kuramı ). Ayrıca relativity, the Special and the General Theory : A Popular Exposition ( 1920; İzafiyet Teorisi, 1976) ve L. Infield ile birlikte The Evolution of Physics ( 1938; Fiziğin Evrimi, 1972) adlı yaptlarını yayımlamıştır.
Başka bir kaynaktan Albert Einstein Albert Einstein (1879-1955), 25 Mart 1915'te Prusya Bilimler
Akademisi'ne daha önceki çalışmalarını taçlandıran Genel Görelilik Kuramını
sunduğunda buluşunun doğruluğundan kesin olarak emindi ve Fizik biliminde yeni
bir çığır açacak olduğunu bilmekteydi. Nitekim o sırada henüz bir kuram olan
genel görelilik 1919'da deneysel olarak kanıtlandığında, "eğer gözlem başka
sonuç verseydi ne derdiniz?" diye soranlara " o zaman aziz Tanrım için
üzülürdüm, çünkü kuram doğrudur" yanıtını vermişti... Einstein'ın boş bir
kendini beğenme duygusuna kapılmamış olduğu ve kuramının fizik biliminde gerçek
bir devrim yarattığını başka bilim adamları da belirtmekte gecikmediler;
Einstein'ın kuramını doğrulayan deney sonuçlarının açıklandığı Londra'daki
toplantıda, J.J. Thomson, "bu bir ücra adanın değil, başlıbaşına bir kıtanın
keşfidir. Newton'dan bu yana bu konudaki en büyük buluştur." demişti.
Bu, Fizik dünyası için yepyeni bir olgudur. Einstein'ın bu sonuçlara varırken kullandığı tek fiziksel dayanak, Newton'un çekim kuramında "kuvvet kaynağı"olarak görülen "kütle" ile gene Newton'un temel, hareket yasasında "eylemsizlik katsayısı" olarak görülen "kütle"nin sayısal eşitliğini bir "eşdeğerlilik" olarak kullanmasıdır. Newton kuramı, bu rastgele görünen eşitliğin nedenini söyleyememekte; Einstein ise, bunu bir doğal gereklilik olarak kesin bir 'eşdeğerlilik ilkesi" şeklinde algılamaktadır. Böylelikle, fiziğin yüzyıllardır kullandığı düz Öklid Geometrisi, şimdi eğri Riemann Geometrisiyle değiştirilerek evrensel çekim yasası için en sağlam şekil bulunmuş oluyordu.
Böylelikle, Özel Görelilik Kuramı'nda yalnızca
birbirlerine göre hızları değişmeyen gözlemcilerin yaptığı fiziği temeline
oturtan Einstein, şimdi de "Değişmeyen İvme" ile "Düzgün Kütle Çekim Kuvveti"
arasında hiçbir fiziksel fark olmadığını vurgulayarak, ivmeli gözlemcilerin
fiziğini Genel Görelilik Kuramı çerçevesine oturtmuş oldu. Bu çerçevede ise ışık
hızının, ivmeli gözlemcilerce değişik ölçülebileceği ortaya çıkmaktadır. Bunun
asıl nedeni, ivmeli ya da kütle çekimi etkisi altında bulunan saatlerin çalışma
hızının değişmesidir. Bu, aynı zamanda ışığın sıklığının(frekansının) da azalmasına yol
açtığından bu olguya "Çekimsel Kızıla Kayma" denir. Einstein, Genel Görelilik
Kuramı'na ilişkin bildirisini sunuşundan kısa bir zaman sonra verdiği yeni
bildirilerinde de bu kuramın doğal sonuçlarından birisi olarak Merkür
Gezegeni'nin, Güneş çevresindeki yörüngesinde bulunan açıklığın kayma miktarını,
her yüzyıl için 43 saniyelik bir açıyla veriyordu. Einstein, bu buluşun
kendisini "günlerce sonsuz neşeye boğduğunu" bir mektubunda yazacaktır. Vardığı
diğer bir sonuç, ışığın bir kütle çekimi alanından geçerken sapacağı miktarın
hesabıydı. Görelilik kullanmadan da ışığın enerjisiyle orantılı bir kütlesi
bulunmak gerektiğini gösterebilen Einstein, bu yolla hesaplanan sapma
miktarının, Genel Görelilik Kuramı'na göre hesaplanacak miktarın yaklaşık iki
katına eşit olduğunu ortaya koymuştu. Çok küçük olan bu etkinin, güneşin
yanından geçerken uğrayacağı sapmada yıldızlardan gelen ışığın gözlenebilmesi
ancak mümkündür.
Ama bu sürecin yeryüzünde ciddi boyutlarda gerçekleşebileceği ancak
1938'de Otto Hahn ve Lise Meitner'in Berlin'de Uranyum Çekirdeği'nin yavaş
nötronlarla bombardımanı sonucu "bölünmesi"ni keşfetmeleriyle belirmeye başladı.
Kısa zaman içinde Joliot-Curie'ler ve Fermi bu bölünmede kütle azalmasıyla doğan
enerjinin nisbi çokluğunu ve bölünme sırasında kaçan nötronların yeni bölünmeler
doğurabileceğini kestirdiler. Tümüyle deneysel bir çalışmanın ürünü olan "bölünme"nin
keşfinde Einstein'ın kendisinin de kuramlarının da bir etkisi olmamıştı. Ancak,
II. Dünya Savaşı'nın başlamak üzere olduğu gergin günlerde, ABD'de bulunan Macar
göçmeni üç fizikçi Leo Szilard , Edward Teller ve Eugene Paul Wigner , bu keşfin
Almanların elinde tehlikeli bir silaha dönüşebileceğinden korkarak, çok etkin
bir kişi olarak gördükleri Einstein'a gittiler. ABD'nin bu silahı daha önce
yapıp, dehşetini zararsız bir şekilde dünyaya kanıtlayarak Almanları korkutması
amacıyla onu Başkan Roosevelt'e yazılmış olan mektubu imzalaması için ikna
ettiler; Bu, bir süre sonra girişilen ünlü "Manhattan Projesi"nin başlangıcı
sayılabilir. Ancak proje, Einstein'ın hiçbir fiili katkısı olmadan yürütüldüğü
gibi, zincirleme bölünme tepkimesinin kontrol altına alınarak nükleer enerjinin
yararlanılabilir hale gelmesi, projenin ilk belirgin sonucudur. Almanların
teslimi üzerine, "1945'te artık korkumuz Almanların bize ne yapabilecekleri
değil, ABD'nin başka ülkelere yapabilecekleriydi" diyen Szilard, Einstein'a bu
kez bombanın Japonya'ya atılmaması için Roosevelt'e bir muhtıra yazdırmaya
gitti. Ancak Einstein'ın bu yeni mektubu, Roosevelt 12 Nisan 1945'te öldüğünde,
masası üzerinde zarfı açılmamış olarak bulundu. Bombanın Japonlara karşı
kullanılması, Szilard'ı , Fizikten kopartıp Biyofiziğe itti; Einstein'ın ise
ölünceye kadar sürdürdüğü barışçı eylemlerini ve nükleer silahların kaldırılması
girişimlerini şiddetlendirdi. İleriki yıllarda bu olaylarla ilgili anılarında
"... benim asıl rolüm posta kutusu olmak gibiydi; mektup bana hazır
getirilmişti, bana yalnızca imzalamak kalmıştı" diyen Einstein, bir
görüşmecinin, -ilk mektubu kastederek- "Ama düğmeye siz bastınız" demesi
üzerine, bir süre düşündükten sonra, her kelimenin üzerinde tek tek durarak ve
sükünetle "Evet, düğmeye ben bastım" demişti.
Yirminci asrın ünlü Alman fizikçisi. Genel ve özel rölativite (izafiyet) teorisiyle tanınır. Aynı zamanda madde hakkındaki kinetik teorisi ve özel ısı teorileri kendisinin meşhur olmasına yardımcı olmuştur. Üstelik Kuantum teorisinin öncülerindendir. Einstein, 14 Mart 1879 senesinde Almanya'nın güneyindeki Ulm şehrinde Musevi ana-babadan dünyaya gelmiştir. Bir sene sonra ailesi Münih'e taşınmış, orada babası ve amcası küçük bir elektrokimyasal fabrika kurmuştur. Einstein, okulu sevmemiş, tahsiline evde başlamıştır. Amcasından Pisagor teorisi ve cebiri öğrenmiştir. Einstein basit cebir hesaplarından ve geometrik problemlerden çok hoşlanmıştır. 14 yaşına geldiği zaman, tabii bilimler hakkında yazılmış kitapların tesiri altında kalmıştır. Böylece alakası teorik fiziğe kaymış, 16 yaşındayken, ancak ikinci teşebbüsünde, 1896 senesinde Zürich’teki Federal Polyteknik okulunun giriş imtihanını kazanmıştır. Polyteknik okulunda öğrenciyken derslere pek devam etmemiş, kendi başına çalışmayı tercih etmiştir. Helmhotz, Boltzmann, Mach gibi fizik teorisyenlerinin kitaplarını,okumakla kalmamış, aynı zamanda Maxwell'in elektromagnetik teorisini tetkik etmiştir. 1900 senesinde buradan mezun olan Einstein, iş bulmakta çok zorluk çekmiş, nihayet 1902 senesinde Berlin'deki bir patent bürosunda iş bulabilmiştir. Buradaki vazifesi patent için yapılan müracaatları düzgün bir şekle sokmaktı. Şüphesiz ki bu iş kendisine fizik alanında rahat düşünme fırsatı vermiştir. 1905 yılı Einstein’ın verimli bir yılıdır. Özel rölativite (izafiyet) teorisi hakkında beş mühim yazı neşretmiştir. Daha sonra itiraf ettiğine göre bu yazıları yazması beş, hafta sürmesine rağmen 16 yaşından beri ışık hızı ile alakalı meselelerle meşgul olduğu ve bu ışık hızı meselelerinin ise rölativite teorisine yol açtığını söylemiştir. “ Benim özel bir yeteneğim yok; sadece tutku derecesinde meraklıyım.” Albert Einstein Birleştirici İlke Arayışı: Einstein 1905'ten sonra elektromanyetik kuvvetler ile çekim kuvvetlerini aynı biçimde ele almayı olanaklı kılacak temel ilkeleri bulmaya yöneldi. Bu sonuca kısmen, 1907 ile 1916 arasında uğraştığı Genel Görelilik Kuramı ile ulaştı. Genel Görelilik Kuramı bir çekim kuramıdır; yani iki cismin birbirine uyguladığı çekimle ilgilidir. Newton'un açıklamadan öne sürdüğü bu etkileşim kuramının yerine Einstein bir başka kuram geçirdi. Einstein'ın çalışmalarıyla, bu etkileşimin, o bölgede bulunan cisimlerin yol açtığı bir uzay-zaman eğriliği olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün yetmiş beş yaşını aşmış olan bu kuram henüz «olgular»ca yalanlanmış değildir. 1930'lar ile 1950'ler arasında son derece popüler olan (ki o dönemde bu kuramı gazete ve dergilerin «matematik» köşelerinde sıkça görmek mümkündü) Genel Görelilik Kuramı bugün astrofiziğin temel çerçevesini oluşturur. Bu kuram aynı zamanda kozmolojiyi tümden yenilemiştir.
Einstein, kuramının evrenin genel yapısını betimleme olanağını verdiğini fark etmiş ve büyük bir şaşkınlıkla evrenin hem sınırsız hem de sonlu olduğunu keşfetmiştir. Bugün kozmoloji, Genel Görelilik Kuramı üzerinde yükselmektedir. Kara delikler, büyük patlama (big bang) ya da çekimsel dalgalarla ilgili araştırmalar, Einstein'ın 1907 ile 1916 arasında yaptığı çalışmalar sonucunda açtığı yolda ilerlemektedir. Einstein tüm yaşamı boyunca Genel Görelilik Kuramını «sevgili çocuğu» olarak nitelendirmiştir; bunun nedeni herhalde onun Özel Görelilik Kuramı gibi kolay doğmamış olmasıydı: Einstein 1911 ile 1916 arasında matematik öğrenmenin yanı sıra bu dönemde daha önce hiçbir bilgisinin olmadığı tansör çözümlemesini ve Eukleidesci olmayan geometriyi öğrenmişti. Ayrıca yalnız çalışmayı sevmesine karşın çalışma arkadaşlarından Marcel Grossmann'a başvurmak zorunda kalmıştır. Einstein bu büyük matematikçiden, geliştikçe daha çok karmaşıklaşan kuramının biçimselleştirilmesi labirentinde kendisine yardım etmesini istemiştir.
Aslında Genel Görelilik Kuramı hem yapısıyla, hem de evreni betimleme biçimiyle Einstein için ideal bir biçimi temsil ediyordu. Bu kuram esasen bir alan kuramı kavramına dayanıyordu; yani uzayın belirli bir noktasında bulunan bir cismin, çevresindeki uzay bölgesinde bir değişiklik meydana getirmesi fikrini temel alıyordu. Bu cisim bir «alan» yaratıyordu; bu alan ise onu yaratan cisim tarafından uzayın bir bölgesinde oluşturulan bir değişiklikten başka bir şey değildi. Bu muhakemenin temeli şu ilkedir: daha önceleri düşünüldüğünün tersine, uzay içindeki cisimlere karşı duyarsız değildir, yani bir cismin varlığında ya da yokluğunda uzay aynı değildir.
Görelilik anlayışına göre iki cisim arasındaki etkileşim, cisimlerden birinin diğeri üzerinde yarattığı alan etkisiyle betimlenir: birinci cisim ikincinin bulunduğu yerde onun duyarlı olacağı bir alan, yani uzayda bir değişim yaratır; ikinci de bu etkiye karşılık verir. Bu süreç karşılıklı olduğundan (birinci ve ikinci cismin yerleri değiştirilebilir), burada betimlenen bir karşılıklı etkidir, yani uzayın aracı olduğu bir tür etkileşimdir.
Böylelikle alan kavramı bir sürekli değişkenlik (kontinium) fikrine dayanır: uzay her noktasında değişikliğe uğramaktadır. Bu sürekli değişkenlik kavramı, alan kavramını hem güçlendirir, hem zayıflatır. Güçlendirir, çünkü uzayın sürekli yapıda olmasıyla, uzayda (uzay-zaman) olup biten tüm fiziki süreçlerin betimlenmesi, bir alan kuramıyla uyumlu görünür. Zayıflatır, çünkü bir sürekli değişkenlik kuramına tekabül eden «serbestlik dereceleri» nin sayısı (yani, değişkenliklerin olanaklılığı), dünyayı temsil etmek için çok fazladır; herhangi bir anda alanın, yerelleşmiş bir cisim olarak «kristalleşmesi» gerekir. Einstein kırk yıl boyunca ölümüne dek bu sorun üzerinde, kendi ifadesiyle kafa patlatmaktan vazgeçmedi. Tüm fizik kuramlarını birleştirecek bir kuram tutkusunu terketmedi ve sürekli olarak, 1905'te ortaya koyduğu görelilik ilkesine veya Genel Görelilik Kuramının temelindeki eşdeğerlik ilkesine benzer bir biçimde, tüm etkileşimler için geçerli olacak bir alan kuramı oluşturmaya çalıştı. İşte sık sık girişilip daha sonra vazgeçilen «birleşik kuram» geliştirme çabalarının temelinde bu yatar. Modern fizik bu tutkuyu biraz farklı bir yönden yeniden ele almıştır; çünkü Einstein’ın birleşik kuram üzerinde çalıştığı yıllarda bilinmeyen yeni etkileşimler bulunmuştur (atom çekirdeğindeki zayıf ve kuvvetli etkileşimler).
Bir Yalnız Adamın Koşusu: İlkeler doğrultusunda izlenen yol arzulanan birleşmeye olanak vermese bile, Einstein en azından «inşa edilmiş» kuramı geliştirmeyi umuyordu, bu kuramla evreni oluşturan yapıtaşlarını ortaya koymak daha ulaşılır gözüküyordu. ışığın sürekli ortamda yayılma olanağını ortaya koyan 1905 makalesinin, aynı zamanda ışığın süreksizlik özelliğine sahip olduğunu içermesi, bu anlamdaki bir adımı oluşturuyordu. Aslında bu makale bugün fiziğin temel kuramı olan kuvantum kuramının kurucu, belgesi olarak da kabul edilebilir. Bu kuram, 1905 makalesinde ifade edilenlerle uyumlu olarak, evrenin temel yapıtaşlarının ya parçacıklardan ya da dalgalardan oluşabileceği düşüncesinin bir kenara bırakılmasını zorunlu kılar; ayrıca bir ölçümün sonuçlarının ancak istatistiki olabileceğini öne sürer. Kuvantum kuramı yalnızca olasılıkların hesaplanmasına olanak verir. 1905 ile 1927 arasında Niels Bohr, Erwin Schrödinger, Paul Dirac ve kuramın diğer « kurucu öncüleri » tarafından geliştirilen (bu kurucular arasında Einstein'ın adı genelde anılmaz) kuvantum mekaniğinin ilkeleri özetle bunlardır. Ama Einstein'ın kuvantum kuramına katkısının 1905'te yayımlanan ışığın kuvantaları üzerine makalesiyle (veya 1907'de yayımlanan ve katılardaki fononlar kuramının kökeninde yer alan özgül ısı üzerine yazdığı makalesiyle) sona erdiğini düşünmek yanlış olur. Einstein, 1905'te «bulgusaI» olarak öne sürdüğü ışık kuvantaları varsayımını (yani Einstein bu varsayımı kesin kanıtlanmış olduğundan değil, ama kuramı iç tutarlılık nedenleriyle doğrulandığı için öne sürmüştü), daha sonraki yıllarda tekrar ele alarak onu «bulgusal»olmaktan kurtarıp «gerçek»liğini kanıtlamaya çalıştı. 1909'da, ışımadaki dalgalanma özelliğini inceledikten sonra ışığın doğasında bulunan bir «ikilikle», hem parçacık hem de dalga özellikleriyle nitelendirilebileceği fikrini geliştirdi. Bu başarıları ile dikkati üzerine çekti ve 1911'de Prag'da Alman Üniversitesine teorik fizik öğretim üyesi oldu. Ertesi sene profesör olarak Zürich’teki Federal Polyteknik'e döndü. 1913'te Berlin'deki Kaiser Wilhem Cemiyetinin araştırmacısı oldu. 1916'da kuvantaların yalnız enerjileriyle değil, aynı zamanda (proton ve nötron gibi tüm «gerçek» parçacıklarda olduğu gibi) hareketlerindeki nicelikle de nitelendirilebileceğini gösterdi ve böylece kuvantaların gerçekliğinin kabulünde önemli bir adım attığını düşündü. Ama ışığın bu parçacık niteliğinin kanıtlanmasına yönelik deneylerde uğranan düş kırıklıkları, Einstein'ı, ulaştığı sonuçlan yeniden gözden geçirmek zorunda bırakacaktı. 1905 makalesinin temeli olan madde ışıma benzeşimine geri dönerek, 1924'te ışık kuvantalarının klasik «gerçek» parçacıklarla aynı istatistiğe boyun eğmediklerini gösterdi; ışık kuvantaları çeşitli olanaklı durumlarda düzenli bir dağılım göstereceklerine, onları gruplanmaya iten bir kuvvet varmış gibi, birbirleri üzerinde birikme eğilimine sahiptiler, bu da onların genelde bir dalga izlenimi vermesinin sebebiydi. Bu keşfin önemi göz ardı edilemezdi; lazerin ve aşın iletkenliğin bulunması, fotonlara özgü bu istatistiksel kuvanta (Bose-Einstein istatistiği olarak bilinir) bilgisine dayanır. Bununla birlikte Einstein'ın bu alandaki çeşitli çalışmalarına rağmen, Bohr, Heisenberg, Dirac ve diğerleri tarafından temsil edilen, kuvantum kuramının geliştirilmesindeki ana akımın dışında kaldığı doğrudur. Aslında Einstein kuvantum kuramının istatistiğe bağlı niteliğini kabul etmeyi her zaman yadsımıştır; bir ölçümün kuram tarafından yetkin bir biçimde öngörülemeyeceğini anlayamamıştır. Kuvantum kuramının kurulma yıllan olan 1913 ile 1927 arasında Einstein, onun onayını almaya çalışan genç araştırmacıların umutsuz çabalarına rağmen kuvantum kuramına karşı eleştirel bir tavır takındı. Daha sonraları kuramın mantıksal tutarsızlığını tartışmayı bir kenara bırakacak ve karşı çıkmalarının konusu biraz farklı bir alana kayacaktır: Einstein'a göre kuvantum kuramı henüz «eksiktir» (bu nedenle de «tamamlanması» için daha da derinleştirilmelidir) çünkü kesin deney koşullarında sistemin sonraki halini aynı kesinlikte verememektedir. 1927'de dönemin tüm seçkin kuvantum fizikçilerini bir araya getiren Solvay Kongresi, Einstein ile Bohr arasındaki kuramsal tartışmayla fizik tarihindeki yerini alacaktır.
1919'da karısından ayrıldı ve kuzeni Elsa ile evlendi. Bu arada Einstein meşhur "genel izafiyet teorisini" neşretti. Bu teoriye göre, uzak bir yıldızdan gelen şualar, şayet yeryüzüne gelirken güneşe yakın geçmiş ise bükülecekti. Einstein’ın bu sapma nazariyesi ve bunun miktarı 1919 senesinde iki İngiliz tarafından tam güneş tutulması anında test edildi. Kasım ayında bu nazariyesinin doğru olduğu ilan edilince ünü dünya çapında yayıldı. 1921 senesinde Nobel fizik ödülü kazandı. Bu ödül esasen daha önceleri fotoelektrik üzerine yaptığı çalışmaları için verilmişti. Einstein’ın Nazizmden kaçarak 1935'te Amerika Birleşik Devletleri'ne iltica etmesiyle, bu tartışma yeniden alevlendi. Tartışma bu kez Kuvantum kuramında «yerel olmama»(yerel olmayan etkileşim) denen bir sorun üzerindeydi. Yerel olmayan etkileşime göre, geçmişte karşılıklı etkide bulunan iki sistem üzerinde yapılan ölçümler, birbirlerinden bağımsız değildir; sistemlerden biri üzerinde yapılan ölçümler, bu iki sistem birbirinden ayrı da olsa, sanki birbirleriyle anında bağlantı kuruyorlarmış gibi ya da «haberleşiyorlarmış» gibi, bir diğeri üzerinde yapılan ölçümleri de belirlemektedir. Bu nokta kuvantum kuramının kuruculan tarafından daha önce fark edilmemişti. 1935 'te yayımlanan ünlü bir makaleyle (bu makalede geliştirilen düşünceler «EPR paradoksu» olarak bilinir; EPR makale yazarlarının baş harfleridir: Einstein, Podolsky ve Rosen) fizikçiler topluluğunun dikkatini kuvantum kuramındaki bu şaşırtıcı duruma yönelten Einstein'dır. O zamandan beri bu konu üzerindeki çalışmalar sürmektedir, özellikle Alain Aspect ta,rafından 1982'de gerçekleştirilen ünlü deneylerde belirlendi ği gibi, birbirine etkide bulunmuş iki fotonun durumları gerçekten de bu etkileşimin izlerini taşımaktadır ve bunlar sonsuza dek birbirleriyle bağlantılı kalacaklardır. Einstein tarafından kuvantum kuramına yöneltilen eleştiriler genelde onu tercihinin alan kuramları yönünde olmasıyla ilişkilendirildi. Sorunun kökeninde süreksizin sürekliye olan baskınlığının söz konusu olmasına rağmen Einstein'ın kafasını kurcalayan sorun bu değildi. Einstein'a göre kuvantum kuramındaki asıl kusur parçacıkların varlığını açıklayamamak ve kuvantaların varlığını onları doğrulamadan ortaya koymaktır. Einstein'ın yaşamının yalnızlık içinde sona erdiğini ifade etmek pek de abartma olmayacaktır. Einstein kendisinin 1905'te ortaya koyduğu ışık kuvantalarının varlığından kuşkulanan birkaç meslektaşıyla yalnızlığını paylaşmıştır. 12 Aralık 1951 tarihli bir mektubunda şöyle yazıyordu:”Elli yıldır bilinçli olarak kafa yorduğum şu soruna bir yanıt bulmuş değilim: Işık kuvantaları nedir? Bu gün çıkagelen ilk aklıevvel, onun ne olduğunu bildiğine inanıyor, ama kendini aldatıyor.” Einstein 18 Nisan 1955'te öldü; son yazısı Bertrand Russell ile birlikte kaleme aldıkları bir barış çağrısıydı. Klasik Fizikçilerin Sonuncusu: Einstein bugün efsane haline gelmiş bir şahsiyettir; onun imgesi, ister reklam için olsun, isterse yaşama karşı bir tavırı belirtmek için olsun, çok kullanılmıştır. Bu efsanelerin dışında, yaptığı katkının ölçüsünü kendi etkinlik alanında aramak önemlidir: fizik alanı. Einstein ışık kuvantaları üzerine 1905'te yayımladığı makalesiyle, kuvantum kuramının kurucusudur. Kuşkusuz kısa süre içinde kuvantum kuramına belli bir mesafeyle yaklaşır olmuştur, ama böyle bir eleştirel tavrın bilim topluluğu bünyesinde büyük kazançlar sağladığını da göz ardı etmemek gerekir; eğer Einstein bu sorunlarla uğraşmamış olsaydı, örneğin yerel olmayan etkileşim gibi sorunlar daha uzun süre fark edilmeyebilirdi. Einstein'ın, kuvantum kuramını bu haliyle kabul etmeyi yadsıması, aynı zamanda fizik tarihinin onunla sona eren bir evresine de ait olduğu anlamına gelmektedir; bugün, fizik artık temelini oluşturan kuvantum kuramı olmadan düşünülemiyor. Einstein'ın bir diğer alanda da katkısı olmuştur ki, ondan sonra fizik, daha önce olduğundan farklıdır; bu alan, temel ilkelerin araştırılması alanıdır. Bugün fizik tümüyle belli sayıdaki ilkelerin kabulüne dayanmaktadır; bu ilkeler değişmezlik ya da simetri ilkeleridir. Bunlar fizik yasalarının dayandığı «üstünyasa»lardır. Bugünkü kuramsal fizikçilerin temel etkinlik alanını oluşturan bu ilkeler Einstein'la ortaya çıkmıştır. Gerçi Einstein'dan önceki fizik de bu ilkeleri uyguluyordu, ama deneyci yoldan yani şu ya da bu yasanın, şu değişmezlik ilkesine uyduğunun doğrulandığını öne sürerek uyguluyordu. Einstein'dan itibaren buna karşıt bir yoldan gidilmektedir; önce değişmezlik ilkelerinin ne olacağı, daha sonra da onlardan çıkacak yasalar belirlenir. Bu anlamda bugünkü fizikçiler Einstein'ın bıraktığı mirası kullanmaktadırlar. Kaynak : Yeni Rehber Ansiklopedisi; Cilt-6; Sayfa: 213-214 Hürriyet Gazetesi - İz Bırakanlar eki "Sicim Teorisi" (String Theory): Bu teoriye göre evreni oluşturan en temel bileşenler, nokta gibi parçacıklar değil; titreşen minyatür keman tellerine benzeyen ipliklerdir. Tek boyutlu, çok küçük, birbirinin aynısı, halkalar şeklinde dalgalanan bu iplikçiklerin, ilmik görünümünde oldukları kabul edilmektedir. Kemanın tellerinin farklı titreşimlerinden farklı sesler çıkması gibi, evrendeki tüm çeşitliliğin kaynağında, bu sicimlerin farklı ayarlardaki titreşimleri olduğu varsayılmaktadır.
Einstein'ın genel rölativitesi, quantum mekaniği
gibi teorileri tutarlı halde birleştiren tek teori olarak, "Sicim Teorisi"nde
sicimlerin büyüklüğünü görmek mümkün olmasa da, matematiksel olarak
hesaplanabilmektedir. Bilim adamlarının, uzay-zamanın dokunduğu malzeme olarak
kabul ettikleri bu sicimler,1.6x10-35 m (0.000000000000000000000000000000000016
metre)'dir. Plank uzunluğu denilen bu ölçü, bilinen en kısa uzunluktur ve atomun
çekirdeğini oluşturan protonların 10-20 katı kadardır. Eğer bir atom, Güneş
Sistemi'nin boyutu kadar büyütülseydi, bu sicimlerden her biri bir ağaç
büyüklüğünde olurdu. Bir atomun, çıplak gözle görülen en küçük şeyden 100.000
kat daha küçük olduğu düşünülürse, söz konusu uzunluğun küçüklüğü daha iyi
anlaşılabilir.
Siz Uzay Zamandan Yapıldınız! (You
are made of Spacetime!
“Her
şeyin kuramı” mümkün mü? Veya nasıl?
General Relativity and Special Relativity Files ( Genel Rölativite ve Özel Rölativite Dosyaları) Genel görelilik kuramı
Özel Görelilik - CD-1 Genel Görelilik -CD-2
Genel Rölativiteye ait Einstein denklemi:
R is the Ricci tensor, R is the Ricci scalar, g is the metric tensor, T is the stress-energy tensor, and the constant is given in terms of π (pi), c (the speed of light) and G (the gravitational constant). When Einstein published the field equations of General Relativity in 1915, he sought to describe the shape of spacetime in the presence of matter. To do this he had to express the results using tensors (similar to matrices, they can be summed over any number of dimensions). Typically, the notation uses indices μ summed over the spatial dimensions (x,y,z) and ν summed over (x,y,z) and can is expressed as Some terms may be familiar, such a Newton's constant of universal gravitation G, but the others may require a bit of explanation. The are:
Uzay/Zaman Uzay/zaman, uzay ile zamanı "uzay-zaman kontinyumu" adı verilen yapıda birleştiren matematik modeli. Öklitçi yaklaşıma göre evren uzayın üç boyutu ve dördüncü boyutu oluşturan zamandan oluşur. Fizikçiler, uzay ve zaman kavramlarını tek bir çatı altında birleştirmek yoluyla, karmaşık fizik teorilerini önemli ölçüde basitleştirmeyi ve evrenin işleyişini süpergalaktik ve subatomik seviyelerde daha basit ve ortak bir dilde açıklamayı başarmışlardır. Focus Dergisi Zamanda Yolculuk: 1 - 2 - 3 - 4 -5 Kip Thorne ile Zamanda Yolculuk: 1 - 2 - 3 - 4 -5 Kaynakça 1. Einstein,Albert&Infeld,L.eopold; Fiziğin Evrimi,Onur Yay 2. Feynman,Richard; Fizik Yasaları Üzerine,TÜBİTAK yayınları 3. Gamow, George; Güneş Diye Bir Yıldız(1963),Çeviren:Gülen Aktaş,Say yayınları(1991) 4.Gürdilek,Raşit;Bilim Ve Teknik (TÜBİTAK,yazının tamamı yukarıda) 5.Hawking,S; Karadelikler ve Bebek Evrenler(1993),Çeviren: Nezihe Bahar,Sarmal Yayınevi(1994) 6.Hawking,S;Çeviz Kabuğundaki Evren(2001),Çev:Kemal Çömlekçi,Alfa yayınları(2002) 7.Heisenberg,Werner;Çağdaş Fizikte Doğa,Çevirenler: Vedat Günyol-Orhan Duru,Çan yayınları (1950) 8. Heisenberg,Werner; Parça ve Bütün(1969),Çev: Ayşe Atalay,Düzlem ya(1970) 9.Herbert,Nick;Temel Bilinç(1993) Çev: Meltem Andırıç, Ayna yayınları(1999) 10. İpekoğlu,Yusuf, Bilim ve Teknik,Ekim 2000 11. Landau,Lev &Y.Roumer,İzafiyet Teorisi Nedir?Çev:S.Gemici,Say yay(1996) 12. Omnes,Roland;Evren ve Dönüşümleri(1973), Çev: Sacit Tameroğlu-H.Vehbi Eralp,Onur Yay(1978) 13. Pagels, Heinz. R.;Kozmik Kod 1 ve 2(1981),Çev: Nezihe Bahar, Sarmal yay(1993) 14. Petrucci-Harwood, Genel Kimya,Tahsin Uyar Editörlüğündeki çeviri,Palme yayıncılık 15. Saçlıoğlu,Cihan;Bilim ve Teknik,325. sayı 16. Penrose, Roger; Uzay ve Zamanın Doğası 17. Penrose, Roger; Büyük,Küçük ve İnsan Zihni,Çeviren: Cenk Türkman,Sarmal Yayınları(1998) 18.Raymond, A, Serway;Fizik 1, Palme Yayıncılık (1995) 19.Tez, Zeki,Kimya Tarihi,V yayınları 20.Vasilyev,M.-Stanyukoviç, Madde ve İnsan,Çev: Ferit Pehlivan, Onur y(İkinci baskı,1989)
Alıntılar ve Yararlandığım kaynak: -Kuantum Fiziği- Ramazan KARAKALE / http://www.atominsan.com/baslik.htm Düzenleme: Çetin BAL (orijinal metinler düzenlenmiş ve eklemeler yapılmıştır) Zamanda yolculukla ilgili sayfalar: Hazırlayan Çetin BAL;
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir. The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli Ana Sayfa / İndex / Ziyaretçi Defteri / E-Mail / Time Travel Theory / Quantum Teleportation-2 Time Travel Technology / Kuantum Teleportation / Duyuru / UFO Technology |