Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkey / Denizli 

 

Varlık hakkında

 

Tin ve Ruh

Tarih: 11:20 on 27/12/2006

 

Tin hakkında bir miktar açıklama yapmak gereğini duyuyorum. Çünkü, genelde “Tin” deyince “Ruh” akla geliyor. Oysa ki tin ile ruh farklıdır. Tin insan ürünü bir soyut kavram olup, ruh tanrısal nefes olarak da tanımlanabilir. Yani, ruh insan ürünü değildir. Tin ise değişken ve tarihseldir. Ayrıca, tin kişisel bir olgu olsa da büyük çapta toplumun üretimidir. Çünkü, bir önceki yazımda belirttiğim gibi, insan bio-psiko-sosyal bir yapıya sahiptir. Tin bu yapının psiko-sosyal bileşenidir.

 

İnsan Psikolojisini büyük miktarda yakın çevresi, çok az miktarda da kalıtımı şekillendirir. Ama tinin en önemli öğesi toplumdan gelen kültürel öğedir. Toplum içinde yaşamayan tümüyle yalıtık yaşayan insanlarda (örneğin keşişlerde, Budist tapınaklarda yaşayan lamalarda) toplumun etkileri olmayacağından tin yönleri zayıf, ruhsal boyutları yüksek olur. Onların da elbette ki yakın çevrelerini oluşturan sosyal çevreleri vardır. Ancak, bu tür ortamlarda yaşayanların görüşü ve düşüncesi aynı olduğundan sosyal etki oldukça zayıf kalır. Kapalı ortamlarda insan psikolojini duyular, duygular, düşünceler ve ruhsal deneyimler şekillendirir. Toplum içinde yaşayan insanlarda ise ruhsal boyut zayıf, tin boyutu kuvvetli olmaktadır.

 

Bir sanatçıya bakalım. Eserini üretirken hem tin boyutundan hem de ruh boyutundan ilham aldığı görüşündeyim. Toplum onu etkiler ve bir noktada sanatına toplumun değerlerini yansıtır. Ama, sanat eserinde toplumda bulunmayan bir özellik, bir yenilik varsa, bilin ki bu yeniliği ortaya çıkaran akıldan çok sezgi, yani ruhsal boyuttur. Demek ki, ruhsal boyut sezgi boyutudur. Bu boyutu da akıl ve mantık kavrayamaz.

 

Evrenin ve insanın bir bütün oluşturduğu, birbirlerinin birer holografik benzeri olduğu görüşü sadece akılla ulaşılan bir sonuç değildir. Aynı zamanda sezgi ve tin de işin içine karışmaktadır. Çünkü tin, sayesinde günümüzün bilimi gelişmiştir ve bu bütünselliği görmemize yardım eden gene günümüzün bilimidir.

 

Sosyal ortam içinde yaşayan insanın kendi ruhsal boyutu ile iletişime girmesi zor olsa da imkansız değildir. Bunun için bir miktar sosyal ortamdan geri çekilmesi, kendine özel, tek başına kalabildiği bir süre tanıması gerekir (Bkz. Yalnızlıktan korkmayın başlıklı yazım).

 

Tinsellik bir iç deneyim ile “bize dönük bir gerçeklik” olarak anlaşılabilir. Sadece toplum kültürü tinselliği anlamamıza yetmez. Kendi psikolojik yapımızı da gözlem altına alıp, kendimizi analiz etmeyi başarabilmeliyiz. Varsayımlarımızı, ön kabullerimizi, zaaflarımızı ve tutkularımızı da korkmadan masaya yatırmalıyız. Bu bakımdan tinsel boyutumuzu anlamak herşeyden önce bir “öz eleştiri” gerektirir. Bu davranışa eskiler “levm etmek” (kınamak) demişler. Günümüzde ise bu yaklaşıma “kritik gözle bakmak” diyebiliriz.

 

Kendine kritik gözle bakmayan, eleştirmeyen insan, benlik boyutunda herhangi bir gelişim veya değişim de sağlayamaz. Eleştiri sadece negatif olarak anlaşılmamalıdır. Eleştirinin aynı zamanda pozitif yönü de vardır. İnsanın yaşamına anlam katması, farklı bir görüş geliştirmesi için eleştiri gereklidir.

 

Şu halde insanın kendi tinini anlaması için kendi psikolojisini analiz etmesi ve kendi içine bakması önemli olduğu kadar, içinde yaşadığı toplumu da eleştirip anlaması ve dışa bakarak tarihsel gelişimi anlamlandırması gereklidir. Çünkü akvaryumda yaşayan balık gibi, insan toplum kültürünün içinde yaşamaktadır. Toplum içinde var olmasını ve yaşamını sürdürmesini sağlayan da dildir. Şu halde, tinselliği ancak dil yardımıyla anlayabiliriz. Ama, ruhsallık için dile gerek yoktur. Ruhsal yönleri öne çıkmış olan kişilerin neden daha az konuştuklarını bu açıklamalar ışığında daha iyi anlayabilmekteyiz.

 

Ruhsallık ile tinselliğin ortak ifadesi dil içermeyen sanatta, örneğin resim, müzik ve heykel sanatında ortaya çıkar. Hatta mimari eserlerde bile ruhsallık ile tinsellik ortak bir ifade alanı bulurlar.


 

Tanrı-İnsan-Evren üçlüsü

Tarih: 07:38 on 26/12/2006

 

Şu yazıya kadar varlığı birçok yönleri ile inceledim. Varlık-insan ilişkisini oldukça ayrıntılı bir şekilde ele aldım. Fizik ve Metafizik başlıklı ilk yazımda dedim ki: “Günümüzde Metafizik ile, fiziksel olmayan, ruhsal alemle ilgili görüşler içeren disiplinler anlaşılmaktadır”. Artık bu konuya girmenin ve buraya kadar yapmış olduğum açıklamalar doğrultusunda nasıl bir Tanrı anlayışının ortaya çıktığını tartışmanın vakti geldi kanısındayım.

 

Özne Enerjisi başlıklı üçüncü yazımda dedim ki: “İnsan anlamsız bir eylem yapamaz. İstese de yapamaz. Ama, bana anlamlı gelen eylem size anlamsız gelebilir. Demek ki, “anlam” kişiseldir. Her insana göre farklıdır. Dolayısıyla “Anlam görelidir”. Şu halde anlam içeren kavramlar da görelidir”.

 

Evreni anlamaya çalışan insan kendisi ve çevresi ile ilgili anlam üretmek zorunda olduğundan mitosları, destanları ve giderek bilimi oluşturmuştur. Çünkü toplumu bir arada tutabilmek için ortak görüşlere, amaçlara, ideallere sahip olmak gerekir. İnsan bir Bio-Psiko-Sosyal varlıktır. Ne sadece bedensel biyolojiden ibarettir, ne sadece düşünce ve duygudur, ne de sadece sosyal bir canlıdır. Her üçünün ortaklaşa ürettikleri bir üründür.

 

Psiko-Sosyal yönü biyolojik yönünden esastan ayrıdır. Biyolojik bedenimiz bize doğuştan verilmiştir. Onu değiştiremeyiz, ama psiko-sosyal yönümüz doğuştan verilmemiştir. Onu biz yaratırız. Her toplum her dönemde bir psiko-sosyal insan türü üretmiştir. Bu yönümüze ben TİN diyorum. Tin, yani Geist, insanların tarih içinde ürettikleri bir yapıdır. Şu halde Tin Tarihseldir. Bugünün insan tini bundan birkaç yüzyıl önceki insan tininden çok farklıdır. Fakat “tarih tekerrürdür” derler. Tarih tekrar eder ne demektir? Şu demektir: belli dönemlerde üretilmiş olan Tin aradan birçok yüzyıl, hatta binyıl dahi geçse yeniden ortaya çıkabilir. Aynen değil elbet. Değişerek ve dönüşerek, fakat kendine benzeyerek.

 

Ön-Türklerle ilgili yazdıklarımı okuduysanız onların belli bir tin sahibi olduklarını hemen anlarsınız. Onların psiko-sosyal yapılarında “Tanrısal yönetici” veya “Tanrıdan türemiş ve tekrar Tanrı ile bütünleşen” bir yönetici düşüncesi vardı. Bugün aynı kavram şu şekilde ortaya çıkmaktadır.

 

İnsan evrenin holografik bir yansımasıdır. Daha doğrusu insan ile evren arasında bütünsel bir ilişki vardır. Biri diğerinden kopamaz. İç-içedirler. Şu halde Tanrı evrenin ve insanın yaratıcısı olarak onlarla iç-içedir ve üçü arasında bütünsel bir ilişki vardır. Bu görüş Ön-Türklerin “yönetici” kavramını her bir insana yansıtmak veya aktarmak şeklinde anlaşılabilir. Eskiden sadece yöneticilere ait olan güçler ve yetiler, günümüzde her bir insanda bulunmaktadır.

 

Günümüz bilimine göre Tanrı-insan-evren üçlüsü bir üçgenin köşeleri gibi birbirlerinden ayrı ve kopuk değildir. Yukarıdaki resmin sağ tarafında görüldüğü gibi içi-içedirler. Dikkat ederseniz hem insan hem de evren aynı yapıdadır. Biri diğerinin küçültülmüş bir modeli gibidir. Ayrıca kimin kimi yarattığı da açıkça belli değildir. Acaba merkezde duran insan mı evreni yaratmaktadır? Yoksa evren kendi küçük kopyası olan insanı mı yaratmıştır? Bir de Tanrı bu yapı içinde midir, dışında mı? Tanrı hem insanı hem evreni aynı temel ilkeler çerçevesinde yaratmıştır. Şu halde resmin tümü Tanrıyı yansıtır.

 

Dikkat ederseniz bu bakış açısı ile Tengri damgası büyük çapta örtüşmektedir (Bkz. Eski Damgalar başlıklı yazım). İnsan evrenin bir küçük modeli olmaktadır. Fakat yukarıdaki resimde insanın içini siyah çizdim. Çünkü insan kendi içini tanımıyor. İnsan hala bugün bile kendisi için bir Meçhul’dur, bilinmeyendir. Bu bakımdan eski bilge kişiler “Kendini tanı” demişlerdir.

 

Bir bakıma böyle olması, insanın kendini tam olarak tanımaması, doğaldır. Çünkü insan sabit değişmez bir yapı değildir. Her tarihi dönemde farklı bir tin sahibi olmuştur. Doğayı, evreni hatta Tanrı kavramını dahi farklı şekillerde yorumlamış ve anlamlandırmıştır.

 

 

İndigo dergisi


Tarih: 07:41 on 8/11/2006
Bu ayki İndigo dergisine bakarsanız Olasılıklar Fiziği Kuantum başlığı altında benimle yapılmış olan bir röportajı okuyabilirsiniz. Size sorulmuş olan soruları ve vermiş olduğum yanıtları aşağıda aktarıyorum.


Kuantum sözü Almanca olup “miktar” demektir. Bu sözü ileri sürmüş olan fizikçi Max Planck enerjinin bölünemez en küçük parçası olarak tanımlamıştır.


Kuantum fiziği nedir?

Kuantum Fiziği doğanın en küçük parçaları ile ilgilenen bir kuramdır. İlgi konusu içine atomlar, atom çekirdekleri, bu çekirdeklerin yapıları ve onları oluşturan parçacıklar ile bu parçacıklar arası etkileşimlerdir.


Klasik fizik ile kuantum fiziği arasında ne fark vardır?


Klasik fizik ile Kuantum fiziği arasında birçok fark vardır. Bunlar kısaca:

Klasik fizikte uzay ve zaman süreklidir. Kuantum Fiziğinde süreksiz ve kesiklidir. Bu bakımdan Klasik fizikte nesnelerin özellikleri sürekli birer değişkendir. Oysa ki Kuantum Fiziğinde tüm bu değişkenler süreksiz olup ani sıçrayışlarla bir durumdan diğerine geçiş olur.
Klasik fizikte determinizm yani “belirlilik” vardır. Oysa ki Kuantum fiziğinde olaylar determinist olarak gelişmezler. Daima belli bir olasılık yüzdesi bulunur.
Klasik fizikte bulunan determinizm nesnellikle el ele gider. Yani, nesnelerin birbirlerinden bağımsız oldukları ve her bir nesnenin çevresinden yalıtılarak incelenebileceği inancı ve görüşü vardır. Oysa ki Kuantum Fiziğinde nesneler birer enerji dalgası olarak görüldüğünden klasik anlamda “nesnellik” kaybolmaktadır. Yerine bütünsel bir etkileşim ve evrende sıçramalarla değişim kavramları ileri sürülmektedir.
Kuantum Kuramı gözlenen ile gözleyeni ayrı saymaz. Yani, biri diğerini etkileyip değiştirebilir. Bu bakımdan bağımsız nesne kavramı yok olduğu gibi etki edip dönüştürme yeteneğinin sadece canlılara ait olmadığı da söylenebilir.


Kuantum potansiyeli nedir?

Her nesne dalga paketi şeklinde düşünüldüğüne göre bu paketi bir arada tutan bir potansiyel söz konusudur. Potansiyel Enerji her nesnede bulunan bir özelliktir. Nedeni ise hiçbir nesnenin tek başına olmadığı ve çevresi ile birlikte düşünülmesi gerektiğidir.


Kuantum Fizikçileri herşeyin düşünce ile yapılabileceğini söylemektedirler. Bu nasıl mümkün olmaktadır?


Düşünce bir enerji türüdür. İnsanlar bir eyleme başlamadan önce onu düşünce boyutunda hayal ederler. Örneğin siz masa üzerinde duran bir bardağa doğru elinizi uzatırken önce bir istekte bulunmanız ve sonra bu isteği eyleme dönüştürmeniz gerekir. Gözleyen ile gözlenen birbirlerini değiştirdikleri gerçeğinden hareketle önce ilgi, sonra istek ve en son da eylem gerçekleşir.


Einstein'ın görelilik kuramında da zaman ve mekan sürekli ve ölçülebilen değişkenlerdir Oysa ki Kuantum kuramında durum tamamen farklıdır.Bu nasıl mümkün olabilmektedir?


Einstein’ın Görelilik Kuramı klasik kavramlardan hareketle gelişmiştir. Yani, uzay ve zaman sürekli olarak düşünülmektedir. Klasik fizikten farkı sürekli olan uzay ve zamanın hıza bağımlı oluşlarıdır. Oysa ki Klasik fizikte hız uzay ile zamanın bir fonksiyonudur. Görelilik kuramında hız öncelikli bir kavramdır ve ışık hızı sabittir. Görelilik kuramına göre hiçbir etkileşme ışık hızından daha hızlı bir şekilde gerçekleşemez. Kuantum kuramı bu tür bir kısıtlama getirmediğinden etkileşmeler anında ve ışık hızından daha hızlı oluşabilir.

Kuantum kuramında zaman kavramı yerine “an” kavramı geçerlidir. Her olay bir anda oluşur ve bu bakımdan olaylar arasında süreklilik geçerli olmaz. Ancak olaylarda nedensellik istendiği için bu nedenselliği koruyacak ara parçacıklar (dalgalar) aranır ve de deneysel olarak bulunmaya çalışılır. Kuantum Kuramına göre evrende süreksiz bir bütünlük vardır ve her nesne diğer her nesne ile anında etkileşir.


İnsanlar neden zamanı sürekli akan birşey gibi algılıyorlar?


Çünkü bizim varlığımızı sürdürmemiz için sürekli zaman kavramına gerek duyarız da ondan. Aslında süreksiz olan ve ard arda dizilen anları biz birleştirerek zamanı yaratırız. Eğer bunu yapmasak bellek oluşamaz ve olaylar arasındaki ilişki sürekli bir şekilde gelişemez. Belleğini kaybeden insanların nasıl da boşlukta kaldıklarını biliyoruz. Anlam üretmek için bellek şarttır. İnsan ise anlam üreten bir varlık olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan zamanı ve mekanı sürekli olarak tanımlamak duyuların yapısında bulunmaktadır.


Bu durumda geçmiş ve gelecek diye birşey sözkonusu değilse bu, kaderin olduğunu göstermektedir. Kader var ise" o halde özgür irade hakkında neler söyleyebilirsiniz?


Zamanın anlardan oluşmuş olması geçmiş ve geleceği yadsımaz, dışlamaz. Gelecek olacaktır ve geçmiş de elbette ki olmuştur. Fakat mutlak kadercilik inancı yanlıştır. Çünkü her an belli bir olasılıkla oluşmaktadır. Bu olasılık da belirsizlik içerdiğinden mutlak bir kaderden söz edilemez. Ancak, dönüşüm söz konusudur. İnsan için doğum ve ölüm mutlak olup kaçınılmaz dönüşüm noktalarıdır. Fakat arada özgür irade ile istekte bulunmak ve bu istekleri eyleme dönüştürmek mümkündür. Özgür irade bilinç gerektirir. Bilinçsiz yapılan eylemler özgür değildirler. Örneğin etki-tepki mekanizması içinde gelişen eylemler özgür olarak tanımlanamazlar.


Takiyon enerjisi nedir?

Takiyon, ışıktan hızlı hareket eden bir parçacık veya dalga olarak düşünülmelidir. Deneysel olarak doğrudan gözlenmiş olmasa da kuramsal bir varlığı kabul edilmektedir. Işıktan hızlı hareket eden parçacıkların kütleleri sanal olup hareket yönleri de gelecekten geçmişe doğrudur. Henüz olmamış bir gelecekten nasıl bilgi aktarımı olabilir? Şeklinde bir soru akla gelebilir. Bunun yanıtı Takiyonların bizim evrenimize ait olmadıkları ve kendi evrenlerinde geçmişten geleceğe doğru hareket ettikleridir. Getirdikleri bilgi dağıtıcı olmayıp toplayıcıdır. Yani Termodinamiğin ikinci yasasının tam tersini yaparlar. Bu yasaya göre her nesne topluluğu zamanla karmaşaya dönüşür. Takiyonlar ise karmaşayı düzene dönüştürürler. Bu bakımdan zamanda tersine hareket ettikleri görüşü ileri sürülebilir. Onların enerjisi düzenleyici ve toparlayıcıdır.

Sanal kütleli olduğu söylenen takiyonların bizim evrenimizle etkileşmelerini sağlayan nedir?

Işıktan daha hızlı hareket ettiklerinden onların yavaşlamaları halinde ışık hızına yaklaşarak bizim evrenimize “Tünel olayı” ile geçebilirler. İşte bu sınır bölgede etkileşime girmeleri mümkündür. Fakat etkileşim son derece kısa bir sürede oluşup sona erer. Bu bakımdan deney aletlerimizle gözlenmeleri mümkün olmamıştır. Fakat ilerde belki de gözlenmeleri sağlanacaktır. Şu anda dolaylı olarak varlıkları kabul edilmektedir.

Takiyon evreni ile bizim etkileşime girmemiz nasıl mümkün olabilir?

Takiyonların da kendi evrenleri vardır. Işıktan hızlı bir şekilde kendi evrenlerinde dolanırlar. Bu hızın üst sınırı olmadığından anında uzayın her yarinde bulunabilirler. Evrendeki bütünsel etkileşmeyi ve haberleşmeyi sağlayan da onlardır. Bizim insan olarak ışıktan hızlı hareket etmemiz mümkün olmasa da düşünce boyutunda buna bir engel yoktur. Bu konuda özel yeti sahibi insanların bulunduğu görüşündeyim.

Evrende, canlı-cansız ayırımı anlamsızdır. Hareketli ve hareketsiz maddeler ayrılamayacak kadar iç içedir ve yaşam da evrenin bütünlüğü içinde sarmalanmıştır. Bilincin, yaşamın ve gerçekte herşeyin evrenin dokusunu oluşturması, şaşırtıcı sonuçlar verir. Hologramın bir parçasının, tümün özelliklerini içermesi gibi; eğer ulaşmasını bilirsek, baş parmağımızın ucunda Andromeda galaksisini bulabiliriz! Kleopatra ile Sezar'ın buluşmasını da! Prensipte, geçmiş ve gelecek, uzay ve zamanın, küçük bir kıvrımında yer almaktadır. Aynı şekilde, vücudumuzdaki her hücre, tüm kozmosu içerir. Her yağmur damlası ve her yaprak da!..

İnsanlık Bütün bunların bilgisine sahipken neden henüz gerçekleştirememektedir?

İnsanlık tüm bunların bilgisine ve bilincine doğu düşünce okullarında ulaşmıştır. Örneğin, Tasavvuf ehli kişiler, Sufiler, Hint mistikleri, Budist rahipler bu gerçekleri asırlardır yazıyorlar ve söylüyorlar. Fakat batı düşüncesinde nesnellik öncelikli olarak savunulduğundan, her bireyin kopuk ve bağımsız bir varlık olduğu görüşünden hareketle “ben” (ego) merkezli felsefeler geliştirilmiştir. Kuantum Kuramı sayesinde nesnelliğin geçersiz olduğu görüşü batı düşüncesinde yer etmeye başlamış, nedensellik yeni bir bakışla sorgulanır olmuştur.

insanlığın fiziksel olarak zamanda yolculuk yapması mümkündür? Bu nasıl ve ne zaman mümkün olabilir?

Şu anda mümkün olmasa da ilerde olmayacağını kimse iddia edemez. Ancak düşünce boyutunda buna hiçbir engel yoktur. Her gece gördüğümüz rüyalar belki de zamanda yolculuk ile gerçekleşmektedirler. Bu konuda kesin bir yargıya varmanın erken olduğu görüşündeyim.

Gelecekten geçmişe doğru yolculuk yapmak ve geçmişini istediği şekilde değiştirmek, bulunduğu geleceği de değiştirmez mi?


Maddesel olarak zaman yolculuğu mümkün olmasa da düşünce boyutunda hem geçmiş hem de gelecek sürekli şekillenmekte ve yorumlanmaktadır. Bu yoruma bir bakıma “değiştirmek” de denilebilir. Tarih bilinci evrensel olmayıp bir toplumdan diğerine değişiklikler içerdiğini hepimiz biliyoruz. Geleceği de geçmişin yorumları üzerine oturttuğumuz bir gerçektir.

Burada tek bir gerçeklikten söz edebilirmiyiz?

Asla, gerçeklik tek değildir ama “hakikat” tektir. Bu bakımdan “gerçeklik” ile “hakikat” farklı düşünülmelidir. Gerçeklik görelidir ve her topluma hatta her insan göre farklı olabilir. Ama, hakikat değişmez. Çünkü nesnelerin hakikati tektir ve teklikle bütünleşmiş durumdadır. Çoklu hakikat boyutunda yanıltıcı olup tekliğin bir gölgesi veya yansıması olarak düşünülmelidir.

Bütün bu kuramlar, fizikselde, yapılabilirliği gerçekleşmediği sürece insanlığa ne gibi fayda sağlar? Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

İnsanlar hakikatin tekliğine ulaşmadıkça bölünmeler ve çatışmalar kaçınılmaz olacaktır. Kuantum Kuramının gösterdiği “Bütünsel teklik” ilerde insanların bu anlayış içinde birleşmelerini sağlayacaktır.

Dünyada ki tüm canlıların molekülleri aynı DNA yapısını göstermesinin sebebi nedir?

Yukarıda belirttiğim gibi, evrendeki bütünsel ilişkiler ortak bir DNA molekülünün oluşmasına yol açmıştır. Çünkü tüm var olan canlı varlıklar aynı temel ilkeden hareketle oluşmuşlardır. Bu temel ilke de kendi üzerine dönüşümlü sistemlerde var olan benzeşim ve tekrardır. Doğanın temel yapısında bilginin dönüşerek artışı bulunmaktadır. Ancak, dönüşüm ancak kendi üzerine olduğu sürece artar. Yani, kendini sorgulamadan gelişim gerçekleşmez. Canlı varlıkların da çoğalması ve dönüşmesi kendi yapılarını tekrarlamaları sayesinde olur. Fakat, asla bir fotokopi şeklinde tekrar oluşmaz. Her tekrar belirsizlik içerdiğinden ancak “benzeşim” söz konusu olabilir.

Gerçek ve Hakikat
Tarih: 09:57 on 7/11/2006

Gerçek ile hakikat aynı kavramın biri Türkçe diğeri Arapça ifadesi olarak düşünülür. Oysa ki ikisini ayırmak gerekir. Gerçek her insandan insana değişen göreli bir kavramdır. İki insanın aynı olayı gözlediklerinde farklı yorumlara ve farklı sonuçlara ulaştıkları çok sık görülen bir durumdur. Bu bakımdan “gerçeklik” (realite) hem insandan hem de toplumdan topluma değişebilir.

“Hakikat” ise tektir. Hakikat sözünün İngilizce karşılığı “truth” sözü ifade eder. Hakikat değişmez ve ancak keşf edilebilir. Gerçek ise icad edilebilir. Örneğin, bir toplumsal olayı yaşamış olan iki toplum aynı olaya farklı gerçeklikler yükledikleri, farklı yorumlar getirdikleri hepimizin bildiği bir durumdur. Örnek olarak son Fransa'da kabul edilmiş olan Ermeni soykırımı ile ilgili yasa.

Bilim dahi hakikatten değil, gerçekten söz eder. Bu bakımdan Görelilik kuramı zamanın ve uzamın göreli olduğundan söz eder. Bilimsel modeller ve kuramlar, belli bir boyuttan, belli şartlar altında bakan insanın doğa olaylarını yorumlayışı şeklinde anlaşılmalıdır.

Hakikat keşf edilir, dedik. Yani, var olan ve bir kişiden diğerine, bir toplumdan diğerine değişmeyen bulgular hakikat olarak tanımlanabilir. Akıl ve mantık ile ulaşılan hakikatler matematik ve geometri alanında bulunmuş olan (keşf edilmiş olan) sonuçlardır. Örneğin, “Tüm üçgenlerin iç açıları toplamı 180 derecedir” dediğimizde bir hakikatten söz ediyoruz. Bu sonuç bir kişiden diğerine değişmez. Ama fizik alanında bu tür mutlak hakikatler yoktur. “Su 100 derecede kaynar” sözü ancak deniz seviyesinde ve belli bir basınç altında geçerlidir. Basıncı arttırırsak suyun kaynama derecesi de 100 dereceden yüksek olur. Keza “ışık hızı sabittir ve saniyede 300,000 km’dir” dediğimizde ancak boşlukta (bu boşluk kavramı dahi görelidir) geçerlidir. Camda veya suda ışığın hızı farklıdır.

Hakikatler söz konusu olduğunda “tüm” sözünü kullanarak mutlak olandan söz ederiz. Bu bakımdan metafizik kavramlar mutlak olanla ilgilenirler ve akıl mantıkla kanıtlanamazlar. Çünkü akıl mantık işin içine girdiğinde kalıplara girmiş, kesin olarak tanımlanmış kavramlar geçerlidir. Oysa ki, metafizik olan fizik ötesi olanla ilgilendiğinden akıl mantık yerine sezgiler geçerli olur. Bu tür mutlak hakikatler sezgisel olarak bilinir ama kanıtlanamaz. Hatta söze bile dökülemez. Bu tür hakikatler yaşamsal ve içseldirler. Bilim bu tür hakikatleri kişisel ve sübjektif olarak tanımlar ve dışlar, ret eder. Çünkü, bu tür hakikatler aktarılamaz ve kanıtlanamaz.

Bilim adamları şu görüşte birleşmişlerdir: “Aktarılamayan olay ve olgulardan söz etmemek gerekir”. Doğrudur, sözel olarak ifade edilemedikleri için onlardan söz etmemek daha uygun olabilir, ama bu durum onların var olmadıkları anlamına gelmez. Hakikatler vardır ama söze gelmezler. Matematik bu yüzdendir ki söz yerine sayılar ve şekillerle ilgilenir. Gödel teoremine göre matematiğin dahi kanıtlanamayan bir bölgesi bulunmaktadır. Bu teoreme göre: “Matematikte öyle önermeler vardır ki onların ne doğruluğu ne de yanlışlığı kanıtlanabilir”. Burada doğru-yanlış tanımını matematik doğruluk şeklinde anlamalıyız. Matematik doğruluk bir önermenin çelişkili bir sonuca ulaşmaması şeklinde tanımlanır. Eğer önerme çelişkiye götürüyorsa ne doğru ne de yanlış olarak bir sonuca ulaşılamaz. Bu konuda “Çelişkili Önermeler” başlıklı yazıma bir bakmanızı öneririm.


Bilim adamlığından ilim adamlığına
Tarih: 08:32 on 1/11/2006
Yalnız kalan insan sorgular. Çünkü, yalnızlıkta kendi ile hesaplaşma ve tutunacak dal arayışı vardır. Bu bakımdan feylesoflar yalnız kişilerdir. Onların hesaplaşması hep kendileri ile olmuştur. Toplum, çevre, insanlık hep bahanedir onlar için. Sorgulayan da kendileridir, sorgulanan da. Yani, feylesoflar hem sanık, hem savcı hem de hakimdirler.

Kolay değildir bu üç şapkayı aynı kişilikte taşıyıp layıkıyla görevi sürdürmek. İnsanlar kendileri ile hesaplaşmaktan genellikle kaçınırlar. Sığınacak bir liman ararlar ve o limanı ya dinlerde veya ideolojilerde bulurlar. Oysa ki, feylesofların yolculuğu açık denizlerdedir. Liman ararlar, şüphesiz. Ama, asıl maceraları açık denizlerde geçer. Zaten limanı bulduklarında ideolog haline dönüşürler, ne yazık ki. Belli bir felsefi okula mensubiyet onları ideolog haline dönüştürür.

Materyalist, İdealist, Pragmatist, Nihilist felsefe okuluna bağlandığınız anda ideolog olmuşsunuz demektir. Çünkü ideoloji arayış olmaktan çok açıklayış yöntemidir. Bilim de bir bakıma ideolojidir. Evreni belli bir bakış açısına dayanarak açıklayan bilim adamı kendi görüşüne sıkı sıkıya sarıldığı anda ideolog olmuş demektir. Bilim açık bir arayıştır denir. Ama, her dönemin ideolog bilim adamları da olmuştur. Din adamları ise tümden ideologdurlar. Görüşleri katı ve kesindir. Arayışları yoktur. Onlar akıllarını kullanmayı pek fazla istemezler. Genellikle nakille yetinirler. Sorgulamak yerine her soruyu belli bir görüş penceresinden yanıtlamak yolunu seçerler. Bu bakımdan din adamları feylesof olamazlar. Ama feylesoflar din konusu ile ilgilenebilirler. Çünkü din de kendi yapılarının bir katmanıdır ve kendilerini sorgularken dine de değinmek zorunda kalırlar.

Din ile felsefeyi birleştirmeyi başarmış olan İslam mutasavvıfları düşüncede kalmayıp arayışlarını yaşama taşıdıklarında Sufi kişi olurlar. Sufiler dine bağlı olmakla birlikte kendileri ile hesaplaşmayı da ihmal etmeyen ve insanlık boyutunda ilerlemek isteyen kişilerdir. Onlar kendi yaşamlarını “seyr-i sulük” sözüyle tanımlarlar. Seyr sözü “yolculuk” demektir. Sulük ise “isteyen, arayan hatta dilenen” anlamlarını taşır. İsteyen insan edep ve rıza ile alçak gönülle isterse sulük etmiş olur. Bu bakımdan, “seyr-i sulük” eden kişi tevekkülle ve nasibi ölçüsünde arayış içinde olan kişidir. Amaç kabını büyütmek ve nasibini arttırmaktır. Ama bu gayrette bencil bir istek ve maddi bir beklenti yoktur.

Seyr-i sulük eden kişi aklını kullanır ama gönlü ile hareket eder. Gönül penceresini açar ve dünyaya o pencereden bakar. Dünyayı ve kendisini hem sorgular hem de yorumlar. Bu bakımdan tefekkür içindedir. Tefekkür sözünün kökü “fikir” sözüdür. Yani, mütefekkir fikir sahibi kişidir. Fikir sahibi olmak için de sorgulamak şarttır. Aksi taktirde akıl yerine nakil esas olur. Sorgulamak ve sorarken yeni görüşler geliştirmek dönüşüme yol açar. Bu bakımdan tasavvuf ve ilim yolunda dönüşüm vardır. Gerçek ilim adamı sadece akılla dönüşmüş olan kişi değildir. Gerçek ilim adamı dönüşümü ahlak boyutuna da taşıyıp sahiplenmiş olan kişidir. Ahlakı sadece sözle aktaran değil, yaşamında da uygulayan kişidir.

Bu bakımdan “ilim adamı” ile “bilim adamı” tanımlarını ayırmak gerekir. Bilim adamı bilgiyi arayan, bulan, taşıyan ve sunan kişidir. İlim adamı ise arayıp bulduğu bilgiyi yaşayan kişidir. Birçok tıp doktoru “sigara içme, sağlığa zararlıdır” der ama kendi sigara içer. Ama, ilim sahibi ise kendi üzerinde denemediği, yaşamının parçası yapmadığı bir hayat tecrübesini başkalarına önermez. Bu bakımdan mürşit kişiler öğretmezler, onlar örnek olurlar. Bilgileri sadece akıllarında değil, aynı zamanda gönüllerindedir.

Bizler de ana baba olarak çocuklarımızı aynı yöntemle eğitmeliyiz. Onları sadece nasihatle ve sözle değil, aynı zamanda örnek olarak, davranışlarımızla yönlendirmeliyiz. Onların sorularına yanıt vermekten bıkmamalı ve her fırsatta kendi kaplarını genişletmelerine yardımcı olmalıyız. Onların da gönül pencerelerini açmalarına yardımcı olmalıyız. İnsanlık bu şekilde ilerler. Sadece kuru ve yavan bilgi edinerek ilerlemez. İşte sonuç ortada. Kuru ve yavan bilgi sayesinde teknik ile teknoloji ürettik, ama insanlık bu arada çok şey kaybetti. Gençler tahammülsüz, yalıtık ve bencil oldular. Sabır seviyeleri son derece kısaldı. İletişim arttı sanılırken, çevreye ve büyüklerine saygısız, duyarsız bir nesil yetişti.

Dünyanın bu gidişi hepimizi rahatsız ettiği kanısındayım. Bence, çözüm biraz da gönül penceremizi aralamakta yatıyor. Biraz daha fazla güzel sanatlarla, felsefe ile ve tasavvufla ilgilenelim. Bilimle yetinmeyip biraz da ilim yolunda ilerleyelim. Bilgimizi güncel yaşama taşıyıp, insanlık yolunda ileri gidelim.

Yalnızlıktan korkmayın
Tarih: 12:30 on 14/5/2006
İnsan için yapması en zor olan şeylerden biri de “halinden geçmek” tir. Bu sözle kast edilen var olma durumunu terk edip sırf enerji yumağına dönüşmektir. Enerjinin belirgin sınırları ve uzayda kapladığı kesin bir yer yoktur. Bu bakımdan enerjiyi “dalga” olarak tanımlamak mümkündür. Oysa ki, insanlar kendilerini hep “parçacık” olarak görürler. Buna da bir bakıma mecburdurlar. Toplum yaşamı her insanı kısıtlar ve belirgin davranış sınırları çizer.


Çünkü toplum kısıtlayıcı ve yönlendiricidir. Aşık kişiler için bu kısıtlamalar geçerli olamaz. Onlar parçacık halinden dalga haline dönüşmüş varlıklardır. Aşık hep maşuk olanı arar ve onu bulana kadar topluma ters düşen birtakım davranış tarzları ve sözler sergileyebilir.

Bakın Yunus Emre bu “aşık olma” durumunu ne güzel anlatıyor:

Ben dost ile dost olmuşam, kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakar gülüşür, selam dahi vermez bana.


Ben dost ile dost olayım, ölmeden evvel öleyim

Canımı kurban vereyim, dünya bâki kalmaz bana.


Ben aşık-ı biçareyim, baştan ayağa yareyim,

Ben bir deli divaneyim, aklım da yâr olmaz bana.


Kimseler bilmez halimi, aşk od’u yaktı cânımı,

Seçemezem soldan sağımı, namus da ar olmaz bana.


Sanırlar ki ben deliyem, ben dost bağı bülbülüyem,

Mevla’nın kemter kuluyem, kimse baha saymaz bana.


Bülbül oluben öterim, dost bahçesinde biterim,

Gül alırım gül satarım, bağban yar olmaz bana.


Derviş Yunus nice diyem, ben bu cihanı terk idem,

Yana yana dosta gidem, perde hicap olmaz bana.


Aşık kişi kendi derdi içinde yoğrulur. Onun derdini anlamak zordur. Ancak şiirler ve sanat eserleri ile kendilerini ifade edebilirler. Toplum ile uyuşmadıkları için de genelde yalnızlığı tercih ederler. Eski dilde yalnızlığa “halvet” denirdi. “Halvete çekilmek” aynı zamanda toplumdan uzaklaşmak ve “çile” denen yalnızlığı tercih etmek anlamına gelir. Bakın Niyazi Mısri bu konuda ne diyor:

Bilmem nitsem neylesem bu halvetin şerbetine,

Bu cânı teslim eylesem bu halvetin şerbetine.

Şerbetimiz tükenmedi, içenler usanmadı,

Niyazi hergiz kanmadı bu halvetin şerbetine.


Burada “şerbet” sözü ile içilip (içselleştirip) tadına doyulmayan hoş bir içki (veya duygu) kast ediliyor. Niyazi: “Bilmem ne etsem, eylesem bu tadına doyum olmayan yalnızlığa” diyor. “Hergiz” sözü ise şimdiki dilde “henüz” olarak çevrilirse, “Niyazi henüz bu yalnızlığın tadına doymadı” sözleri ile varlığın yalnızlıkta tadına varılacağını söylüyor.

Günümüzde insanlar yalnızlıktan korkuyorlar ve yalnız kalmamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Sürekli arkadaş ve ahbap arayışı, sürekli bir şeyle meşgul olma isteği hep bu korkudan kaynaklanıyor. Nedeni de kendi özlerinden uzaklaşmış olduklarıdır. İnsan kendi özü ile yüzleşmekten her nedense çekiniyor. Çünkü özünü bulamayan insan bir boşluk ve hiçlik duygusu içine düşüp bunalıma giriyor.

Özünü arayan insan için yalnızlık hiç de korkulacak bir şey değildir. Yalnızlıkta özgüven ve teslimiyet vardır. Fakat, ne tuhaftır ki özünü bulan insan için bu dünya anlamını kaybetmekte, parçacık kavramı yerini dalga kavramına bırakmaktadır.


Aşk nedir
Tarih: 10:52 on 13/5/2006
Sufi şairlerin sözlerinde “aşk” önemli bir yer tutar. Onlar için aşk, ilahi aşk olup insan aşkı ile hiçbir ilgisi yoktur. İnsan aşkı gelip geçicidir. Oysa ki, ilahi aşk kalıcıdır. Zaman içinde gittikçe kuvvetlenir. Karmaşa kuramının bir kavramı olan “Acayip çekici nokta” veya “üst kritik nokta” kavramları ile “aşk” arasında bir benzerlikten söz edilebilir. Üst kritik noktaya ulaşan sistem ani bir değişikliğe hazır demektir. Sistemin değişimini sağlayacak olan da, acayip çekici nokta ile olan bağıdır. Bu bağdan ortaya çıkan kuvvet sadece acayip çekici noktadan kaynaklanmaz. Aynı zamanda üst kritik noktaya ulaşmış olan sistemden kaynaklanır. Her ikisinin ortak etkisi sonucu değişim meydana gelir.

Benzer şekilde insandaki “aşk” duygusu ne sadece karşıdakinden ne de sadece kendinden ortaya çıkar. Kendinden kaynaklandığına inananlar için geçmiş etkiler önem taşır. Karşındakinden kaynaklandığına inananlar için “şu an” (yıldırım aşkı) önem taşır. Oysa ki “şu an” hem geçmişten hem de gelecekten etkilenir. Demek ki “aşk”, insanın kendi içindeki özü ile kendi içi olmayan dışındaki “öz” arasında oluşan bir çekim kuvvetidir.

Aslında her ikisi de aynı ÖZ’dür. Çünkü “örgü alan” tektir. Fakat örgü alan içinde oluşan yoğunluk farkları birbirleri ile iletişim içine girdiklerinde bütünleşirler. Birliğe ulaşırlar. Yani “aşk” birliği arayan nesnelerin bütünleşmesidir. Bu konuda yine bilge şairlerin sözlerine kulak verelim. Niyazi Mısri bir şiirinde şöyle diyor:


Ey gönül, gel gayriden geç aşka eyle ıktidâ
Zümre-i ehl-i hakikat onu kılmış muktedâ.


Cümle mevcudat-u malumata aşk akdem durur

Zira, aşkın evveline bulmadılar ibtidâ.


Hem dahi cümle fena buldukça aşk bâki kalır,

Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intihâ.


Ey Niyazi-mürşid, istersen bu yolda aşka uy,

Enbiya ve Evliyaya aşk oluptur rehnümâ.


Şimdiki güncel Türkçe’de bazı zor sözcüklerin karşılıkları: Iktidâ: Peşinden gitmek, Muktedâ: Uyulan, örnek tutulan. Akdem: Önemli ve üstün olan, İbtidâ: İlk olan veya ilke olan. İntihâ: sona ermek, tükenmek, Rehnümâ: yol gösteren, kılavuz.

Niyazi Mısri şiirinde şöyle sesleniyor: Ey gönül, ayrılıktan vazgeç aşkın peşinden git. Hakikati bilenler ona uymuşlar ve onu örnek tutmuşlardır. Tüm var olan nesnelerden ve bilgilerden aşk daha üstündür. Çünkü aşktan öncesini oluşturan bir ilke bulmadılar. Üstelik herşey yok olsa da aşk yok olmaz. Bu bakımdan dediler ki “aşk sona ermez”. Ey mürşid (eğiten) Niyazi istersen bu yolda aşka uy. Çünkü tüm bilgelere aşk kılavuz olmuştur.

Benzer şekilde bakın Yunus Emre ne diyor:

Kim sakınır iyi adın, bıraksın elden aşk od'un
Tezcek yoldurur kanadın, daldan dala konan kişi.


Aşıklar geçer halinden, dönmez olur ikrarından

Şimdi ayrılmış yarından, yalan dava kılan kişi.


Yunus kodu yola başı, urur müdellel taşı

Hiç’tir münafıkın işi, gelsin aşka doyan kişi.


Adı ile ilgilenen kişi (dış görünüş ve unvan peşinde koşan kişi) aşk ateşi ile ilgilenmesin. Daldan dala konan kişinin hali kanadı yolunmuş kaza benzer. Aşıklar varlığa önem vermezler ve verdikleri sözden dönmezler. Yalan dava (iddia, varsayım) peşinde koşan kişiler için bugün ile yarın arasında bir bağ, bir ilişki yoktur. Yunus bu yola baş koymuştur. Çünkü onun için bu yol kanıtlanmış (katı bir taş gibi) bir yoldur. Munafık olanların (ikilikte kalıp nifak sokanların) işi “hiç”tir. Aşka doyan kişi beri gelsin.

-------------------------------------

 

Yunus ile Niyazi
Tarih: 09:32 on 11/5/2006
Niyazi Mısri ile Yunus Emre arasındaki görüş benzerliğinden söz ettim. Bu benzerlik bizzat Niyazi tarafından da görülmüş ve şu şiirinde açıkça ifade edilmiştir.

Bahr içre katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içre zerreyim arş oldu seyran bana

Dost göründü çün ayan kalmadı bir şey nihan

Tufan olursa cihan bir katre tufan bana

Surette nem var benim siyrettedir madenim

Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana

Kaf-ı dil ankasıyım, sırrın aşinasıyım

Endişeler hasıyım, ad oldu iman bana

Niyazi’nin dilinden Yunus’dürür söyleyen
Herkese çün can gerek, Yunus’dürür can bana.

Burada sözü edilen Yunus acaba yunus Emre mi, yoksa Yunus peygamber mi? Yunus peygamberi anımsatacak hiçbir söz veya ilişki görülmüyor. Ama, Yunus Emre tarzı yazıldığı apaçık ortada. Hatta son iki mısra Yunus Emre’nin şu sözlerini anımsatıyor:

Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
Kafir olur inanmayan, ahir, evvel, heman, benem.

Niyazinin siirini bugünkü dile çevirirsek şu anlam çıkıyor: Denizde bir damlayım ama deniz bana hayrandır. Ferş; Halı veya yaygı demektir. Bu sözle benim daha önce sözünü ettiğim “örgü alan” kavramı örtüşüyor. Örgü alanda bir düğümüm ama tüm gök kubbede gezinirim. Düğüm, tanecik, parçacık veya nokta aynı kavramı yansıtır. Dost (Tanrı, Allah) apaçık göründüğü için gizli bir şey kalmadı. Tüm evren yağmur fırtınası olsa bana bir damla gibi görünür. Şekilde neyim var benim, kaynağım özümdür. Kıyamet kopsa bana bir zarar gelmez. Kaf dağı gibi gönlün anka kuşuyum, sırlardan haberdarım, düşüncenin en temiziyim, iman benim adım oldu. Yunus Emre, Niyazinin ağzı ile konuşur. Herkese can gerek. Yunus benim canımdır. Yani, Yunus benim ilham kaynağımdır, demek istiyor.

Bu şiirinde Niyazi Mısri kendini övmüyor. Noktadan yapılan sonsuzluğa sıçrayıştan söz ediyor. İlk mısraındaki “Deniz” sözünde “enerji denizi, sonsuzluk, örgü alan” gibi kavramlar bulunduğu gibi “halk, insanlar” da akla gelebilir. Çünkü, hayran sözü “şaşa kalmış, söz ile ifade edilemez” demek olup, ben sadece alelade bir insanım ama insanlar bana şaşıp, beni sözle ifade edemiyorlar anlamı da gizlidir.

Sufiler “Dost” sözü ile Tanrı’yı kast ederler. Bu tanımda Tanrı ile ne derece yakın bir ilişki içinde oldukları ortaya çıkmaktadır. Tanrı onlar için cezalandıran, sürekli denetleyen ve günah yazan bir yapıya sahip olmak yerine, bir dost gibi hoşgörülü bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek isterler.

Niyazi Mısri’nin bu şiiri onun benlik boyutunu veya nefis mertebesini gösteriyor. Sözler kendine ait olduğu halde o kendini övmüyor. Kendi dilinden Yunus Emre konuşuyor. Aynen, Yunus’un dilinden dökülen sözlerin Yunus’a ait olmadıkları gibi...

Yunus ile Niyazi birer “mana” (anlam) adamıdırlar. Fakat ulaşmış oldukları mana boyutuna her insanın ulaşması çok zor olduğunu bildikleri için sözlerine daima bir örtü bir kılık giydirirler. Örtünün altındaki gizli bilgilere “sırr” adı verilmiştir. Yunus bu “sırr” denileni şöyle ifade ediyor:

Doksan-bin kelimeyi Hakk söyleyecek Habib ile

Otuz-bini sırr olacak, ben ol sırr olanda idim


Ben bu suretten ileri aldım Yunus değil iken,

Ben ol idim ol ben idi ben aşkı sunanda idim.


Bilge şairler
Tarih: 10:20 on 5/5/2006
Tümevarım ve tümdengelim yöntemlerini kullanarak kendini tanımaya ve tanımlamaya çalışan insan, ne kadar gayret ederse etsin, özünü mantıklı bir şekilde açıklayamaz. Çünkü öz, sonsuz bir yapı olan örgü alanın ta kendisidir. Bu konuda akıl ve mantık yetersiz kaldığından şairlerin sezgisel yaklaşımlarına danışmakta fayda vardır.

Bakın hem bilge bir şair hem de mistik bir kişi olan Niyazi Mısri (1617-1694) bu konuda ne diyor:

Her şeye mahluk gözüyle baksan ol mahluk olur.

Hakk gözüyle bak ki nur-i Yezdan andadır.


Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,

Bir ilimdir ol ki cümle ilm-i irfan andadır.


İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak.

Cümle bir ayinedir, kim vech-i Rahman andadır.

“Yezdan” Farsça Tanrı demektir ve Nur-i Yezdan “Tanrının kutsal ışığı” anlamındadır. Şu halde günümüz Türkçe’si ile anlamı:


Her şeye nesne olarak bakarsan o sadece nesne olur. Tanrı gözüyle bakarsan Tanrının kutsal ışığının onda olduğunu görürsün.

Tekliği çoklukta ve çokluğu teklikte bulmak öyle bir ilimdir ki tüm bilim ile irfan bu ilmin içindedir.

Tüm şeylere altı yönden ibretle bak, çünkü her biri bir aynadır ve yaratıcı Tanrı’nın görüntüsü onlardadır.

Demek ki, akıl ve mantık ile varlığı açıklamaya çalışmak bir noktaya kadar mümkün olsa da, bir noktadan sonra benlik boyutları yükselmiş olan bilge kişilerin sözlerine kulak vermek gerekmektedir. İnsanlık anlayışı ve benlik boyutu en üst mertebelere ulaşmış olan büyük bilge şair Yunus Emre aynı görüşü bakın nasıl yalın ifade etmiş:

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,

Bostan ıssı kakıyıp der ‘ne yersin kozumu’.


Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım,

‘Nedir?’ diye sorana, bandım verdim özünü.


Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm işitmiş,

Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü.


Yunus bir söz söylemiş, hiçbir söze benzemez.

Münafıklar elinden örter mana yüzünü.


Erik ekşi, üzüm tatlıdır. Erik dalına çıkıp üzüm yemekle “dünyanın ekşi yaşantısının tatlı yönlerini buldum” demek istiyor. “Bostan ıssı” ile bu maddi dünyaya hakim olmak isteyenleri kast ediyor. Onlar için varlık çetin ve katı bir ceviz gibidir. Yunus için tatlı ve yumuşak olan onlara acı ve sert gelir. Bu bakımdan erik ağacını ceviz ağacı olarak görürler.

Kerpiç tuğlanın eski adı olup toprak ve samandan yapılmıştır. Poyraz gibi soğuk bir rüzgarla kaynaması mümkün değildir. Buna rağmen Yunus, kerpiç kadar sert nesnelerin bile özüne ulaşmanın mümkün olduğunu belirtiyor.

Yunusun sözleri beş duyu ile algılanacak ve mantık çerçevesinde anlaşılacak sözler değildir. Bu sözleri seslendirmek için dil sahibi olmak gerekmez.

Yunus Emre öyle bir söz söylemiş ki hiçbir anlamı yok. Ama esas amacı, ikilikte kalıp birliği ve tekliği ret edenlerden sözlerinin anlamını örtmektir.


İnsanlar küme olamaz
Tarih: 13:34 on 4/5/2006
İnsanlar varlık denen örüntüleri açıklamak ve aralarındaki ilişkileri anlayabilmek için yorum yapmak zorundadırlar. Olaylara tek tek bakmakla bir genel yasanın veya genel davranış tarzının varlığı görülemez. Genel davranışlar hakkında söz edebilmek için iki yöntem kullanırız. Bunlar 1. Tümevarım ve 2. Tümdengelim yöntemleridir.

Tümevarım yöntemi birçok olay veya nesne arasındaki ortak özelliklere bakarak benzer olay ve nesnelerin de davranışlarını veya özelliklerini tahmin etmeye denir. Örneğin, “bütün kuşlar kanatlıdır” önermesi tümevarım ile ulaşılmış bir yargıdır. Bugüne kadar kanatsız kuş görmedik ama yarın pekala kanatsız kuş görebiliriz. Devekuşu bile uçmadığı halde küçük kanatlara sahiptir. Şu halde tümevarım içeren önermeler kesin olamazlar. Ancak, aksi kanıtlanana kadar geçerli olabilirler. Tüm bilimsel yargılar bu türden tümevarım yargılarıdır. Bu özelliğinden dolayı bilim asla kapalı bir bilgi bütünlüğü içeremez. Daima yeni gözlem ve deneylerle değişime ve ilerlemeye açıktır.

İkinci yöntem olan tümdengelim yöntemi ise, baştan kesin ve kapalı bir yargı içerir. Bu tür yargı önermelerini matematik ve geometride bulmaktayız. Örneğin, “bütün üçgenlerin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir” dediğimizde tümdengelim yapmış oluruz. Zira tüm üçgenlerin bir küme oluşturduklarını baştan varsayıyoruz. Bu kümenin tüm elemanları aynı özelliğe sahiptirler. Eğer bir tek elemanın belirgin bir özelliğini kanıtlarsak, kümenin tüm elemanları için de aynı özelliği kanıtlamış oluruz. Dolayısıyla, küme oluşturan nesnelerin özellikleri hakkında yargıda bulunmakla tümdengelim yöntemini kullanmış oluruz.

Fakat, insanlar söz konusu olduğunda onların bazı özellikleri vardır ki hiçbir yöntemle genelleme yapılamaz. Örneğin, tanıdığımız birçok insan yalan söylemiş olsa da “tüm insanlar yalancıdır” diyebilir miyiz? Ne tümevarım ne de tümdengelim yöntemi bizim bu tür bir yargıda bulunmamızı onaylamaz. Tanıdığımız 50 insan yalan söyledi diye tüm insanlara yalancı sıfatı yapıştırılamaz. Ayrıca, insan türünün doğasında yalancılık olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmış değildir.

Bu bakımdan insanlarla ilgili önermeler mantık kuralları ve kesinleşmiş düşünme yöntemleri ile ifade edilemez. Çünkü bu tür önermeler kendi üzerine dönüşümlü önermelerdir (Bakınız Çelişkili önermeler başlıklı yazım). İşte bu bakımdan her insanın kendi benlik boyutuna göre yapacağı yorumlar farklı önermeler içerir. Kendi üzerine dönüşümlü olmayan önermeler söz konusu olduğunda bir küme kavramından söz edilebilir. Fakat insan için söz edilemez. Niçin?

İnsan hakkında bir önerme yaparken tümdengelim metodunu kullanabilmemiz için insan kümesini tanımamız gerekir. Kendimizi dışlarsak küme eksik tanımlanmış olur. Kendimizi dışlamazsak da kendimize ait bir özelliğin tüm insanlarda var olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla, kendimizi içeren bir küme tanımlamak mümkün değildir. Nedeni de küme kavramının dıştan tanımlanabilir olmasıdır. Tanım olarak küme kapalı olmak zorundadır. Kapalı bir varlığı tanımlamak için ona dışından bakmak şarttır.

Evren içindeki insanın durumu da aynıdır. Evren içinde insan evrene ait bir eleman ise evren asla kapalı bir küme olmaz. Tümdengelim yöntemi geçersiz olur. Yok, eğer evreni tümevarım yöntem ile açıklamak istersek, bu sefer de yeni gözlemlere açık bir yorum yapış olmaktan ileri gidemeyiz. Zaten matematik modeller ve kuramlar bu nedenle yanlışlanabilir özelliğe sahiptirler.

Gerek bilim gerekse felsefe insan söz konusu olduğunda kesin olmayan önermelerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu durumdan kaçış olmadığı içindir ki bilim “insan” faktörünü (öğesini) mümkün olduğunca dışlamaya çalışır. İnsanla ilgilenen psikoloji de bilim olmaktan çok, bir tür metot olarak kalmıştır. Tıbbın kolu olan psikiyatri ise gerçek anlamda insanı anlamak yerine ilaçların yardımıyla arazları, belirtileri ve zararlı tepkileri yok etmek veya en azından hafifletmek yolunu seçmiştir. Bu yöntem de tümevarım yöntemidir. Doktor: “Şimdiye kadar bu hastalığa şu ilacı uyguladım ve iyi sonuç aldım. Sana da uygularsam iyi sonuç alacağımı umuyorum” diyebilir. Asla “tüm insanlarda var olan şu özellikten dolayı hastasın” demez, diyemez. Çünkü o özelliğin tüm insanlarda aynı tepkilere yol açacağından veya aynı hastalığa neden olacağından emin olamaz.

Hipergerçek yaşam
Tarih: 08:38 on 3/5/2006
“Tarih bir örüntüdür” görüşüne katılmayanlar olabilir. Yakın tarihte olmuş bir olayı örnek alarak bu dediğimi açıklayayım. Birinci körfez savaşı 1990 yılında ABD yönetiminde birçok ülkenin Irak’a saldırısı şeklinde başladı ve tüm dünya bu olayı televizyonlardan izledi. İnsanların görüntü olarak izlediği gerçek olaylar dizisi değildi. Sadece TV yayıncıların göstermek istedikleri veya göstermeye izinli oldukları görüntülerdi. Hatta, bazı görüntülerin tümüyle düzmece oldukları görüşü de bir ara ortaya atıldı.

Demek oluyor ki, bizlere izlettirilen savaşın sadece bir özetinin özeti şeklinde tanımlanabilir. Üstelik bu özetinin özeti tüm olayları özetlemekten çok uzak, oluşturulmak istenen görüntünün de yapay bir örüntüsü şeklinde bir özet olarak anlaşılmalıdır. Yani savaş iki kere sulandırılmış olarak sunulmuştur. Buna felsefe dilinde “simülakr” adı verilir.

Simülakr kavramını Jean Baudrillard “hipergerçek” şeklinde açıklamıştır. Jean Budrillard’a göre dünya ve özellikle ABD “hipergerçek bir yaşam tarzını” gerçek yaşamın yerine koymaya başladığıdır. Hipergerçek yaşam sözü ile yaşamın “gerçek-ötesi-gerçeği” olan bir yaşam tarzı kast edilmektedir.

Örneğin, “tatil” kavramı üzerinde düşünelim. Modern dünyada “tatil” kavramı, iş ortamından uzaklaşıp sıcak bir deniz kenarında dinlenmek şeklinde anlaşılır olmuştur. Fakat, modern insanın istediği sadece sıcak bir deniz kenarı değil, aynı zamanda tüm konfor ve rahatının da kesintisiz devam edeceği bir ortamdır. Bu isteğin sağlanması için de deniz kenarında tatil köyleri ve konforlu oteller inşa edilmiştir. Oraya giden insan gerçek doğaya değil, doğanın bir yapay “modeline” gitmektedirler. Bir de o tatil köylerini tanıtan ve reklamını yapan TV film ve programlarını düşünün. Onlar size gerçek-ötesi bir gerçek sunuyorlar. Daha doğrusu yapay bir doğanın yapay bir görüntüsünü sunarak sizi gerçek-ötesi bir gerçek içinde yaşatıyorlar.

Günümüzde tüm TV tutkunlarının yaşadığı ve arzuladığı gerçek bu tür gerçek-ötesi bir gerçekten ibarettir. Örneğin, şarkı yarışmasına katılan amatör gençlerin programı bir ara çok tutmuştu. O yarışmaya katılanlar gerçekten profesyonel şarkıcı olmadıkları için yapay bir “şarkıcı” davranışı sergiliyorlardı. Fakat bize aktarılan görüntü o gençlerin yapay davranışlarını bir TV yönetmenin süzgecinden geçirdikten sonraki iki kere yapaylaşmış hali idi. Dolayısıyla, televizyon başında bu yarışmacıları seyreden bizlere gerçek-ötesi bir gerçek sunulmakta idi.

Baudrillard’a göre bu tür gerçek-ötesi gerçek yaşamın tutkunu olmuş iki toplum ABD ve Japonya’dır. Çünkü en fazla elektronik iletişimin devrede olduğu iki ülke bunlardır. Bu akımın ilerde bizleri bir felakete doğru sürükleyeceğini düşünmektedir, Baudrillard. Çünkü doğadan ve gerçek yaşamdan kopan insanlar için ahlak da tümüyle farklı bir anlam kazanır. Doğrudan iletişim koptukça insani duygular, özdeşleşme azalmakta, karşıdaki insana canlı ve eşdeğer bir varlık yerine bir nesne gibi davranma eğilimi artmaktadır.

Yüz-yüze, göğüs-göğüse yapılan savaş başkadır, uzaktan kumanda ile bir düğmeye basarak yapılan savaş başkadır. İnsanlar hislerden ve duygulardan uzaklaştıkça insanlıklarından da uzaklaşırlar. İşte, Baudrillard’ın “simülakr” olarak tanımladığı örüntüler bizleri insanlığımızdan uzaklaştıran yapılar ve modellerdir.

Toplum yapısı olarak bakıldığında, simülakrları üreten ve çoğaltan tüketim toplumlarıdır. Çünkü, tüketim toplum mantığında sürekli harcama isteğini uyandırmak en önemli itici güç olmaktadır. İnsanları harcamaya teşvik etmek için de gerçek-üstü bir gerçek yaratarak onlara sadece mutluluk ve refah sağlayan yapay bir dünya sunulmaktadır. Oysa ki bu refah düzeyine ulaşabilmek için bir yerlerde birtakım insanların refah düzeylerinde düşüş ve azalma olması kaçınılmaz bir gerçektir.

Daha önce de değindiğim gibi, hiçbir şey yoktan var olmaz sadece dönüşür. Bir bölgede enerjinin yoğunlaşması için bir farklı bölgede enerjinin azalması şarttır. Ancak, tek yönlü birikim, tasarruf kavramına aykırı olduğundan, bir noktada patlak vereceği de şüphesizdir. Bu açıdan bakıldığında Baudrillard’a hak vermek gerekir.

Yorumbilim yaklaşımı
Tarih: 10:22 on 2/5/2006
Çevremizde “Var olan” ne görüyorsak veya aletlerimizle ölçüyorsak onların tümüne birden “mevcud” diyebiliriz. Var olanlar örgü alan içinde bir yoğunlaşma, şekilleşme olduğuna göre bunlara “örüntü” diyelim. Örüntü sonlu bir yapıdır. Bir önceki yazımda dedim ki: “Eğer bir gözlenen nesne varsa yoktan var olmamış, dönüşmüş veya yoğunlaşmış enerji olması gerekir”.

Bu ifade sadece cansız varlıklar için değil, aynı zamanda insanlar için de geçerlidir. İnsanlar yaşanmış birtakım olayları kendilerine göre yorumlayıp tarihi dönüştürüyorlar hatta oluşturuyorlar. Örneğin, iki ülke arasında belli bir dönemde gerçekleşmiş bir harp olsun. Bu olayı her iki ülkenin tarih kitapları farklı biçimde yorumladıkları görülür. Yani, tarihi kendi çıkarlarına göre belgeleyerek saptırmışlardır. Bir iki nesil sonra asıl olay tümüyle unutulup belgelenmiş olan sahte tarih “gerçek tarih” şeklinde kabul edilecektir.

Tarih, bana göre bir “örüntü” olmaktan ileriye gitmez. Her toplum kendine göre yorum yapar ve geçmişi örer. Bunun bir diğer açılımı “zaman” kavramının da örüntü olduğu şeklindedir. Bizler sadece “an” denen kısa bir süre içinde varız (Bakınız Sorular yanıtlanıyor başlıklı yazım). Fakat, süreksiz olan bu anları birbirlerine ekleyerek zamanı örüyoruz. Zamanı sürekli yapan bizim aklımız veya beyin yapımızdır.

Görüngübilim yaklaşımı başlıklı yazımda dedim ki: “Hem bilim hem de felsefe görüngüler ilişkisine “inandırıcı bir anlam” verme gayretidir”. Tarih de öyledir. Yazılı tarih ile olgular tarihini ayırmak gerekir. Çünkü olgular geçmişte kalmıştır ve onları geleceğe taşıyan yazılı tarihtir. Geçmiş olgulara inandırıcı bir anlam vermek için de onlara, renkli cam ardından bakar gibi, belli bir toplumun istekleri ve beklentileri doğrultusunda renklendirip yorumlamak gerekmektedir.

Yazılı tarihe “historia”, yazılı tarih öncesine ise “prehistoria” denir. Fakat sözcük anlamına bakıldığında historia sözü aynı zamanda hikaye veya masal da demektir. İngilizce tarih = history şeklinde yazılır. Bu sözcüğü Hı-story şeklinde ayırırsanız Hi sözünün okunuşu “hay” veya High = Yüksek olduğu ve “story” masal/hikaye olduğu göz önüne alınırsa hi-stroy = Yüksek masal anlamına gelmektedir.

Olayları, olguları ve nesneleri insanlar ya kendilerine göre yorumlarlar veya başkalarının yorumunu düşünmeden kabullenirler. Kendi yorumlarını getirebilen kişilere filozof veya bilim adamı diyoruz. Bu kişiler başkalarının varsaydıklarını kabullenmeden önce kendi akıl ve mantık süzgeçlerinden geçirirler. Önemli olan kendimize ait sandığımız düşüncelerin ne derece kendimize ait olduklarıdır. Birçok düşüncemiz bize toplum tarafından aktarılmış varsayımlar, ön kabuller ve örüntülerdir.

Yazılı ve sözlü basın da genel olarak bu varsayımları tekrarlamaktan öteye gitmez. Çünkü onların amacı bilgilendirmekten ziyade ilgi çekip tepki oluşturmaktır. Tepki uyandırmaları gerekir ki insanlar onları seyretsin veya okusun. İşte, bakın son yıllarda en çok satan kitaplar birer tepki kitabı değil midirler? Bir kere belli bir kesime veya konuya karşı tepki oluştuktan sonra o konu veya kesim üzerine daha birçok yalan-yanlış yazılar, kitaplar ve programlar çıkacaktır. Olaylar üzerine yorumlar arttıkça gerçek de saptırılacaktır.

Bu konuda derin açıklamalar yapan Hans Georg Gadamer (1900-2002) “Hakikat ve Yöntem” adlı kitabında insanın bir olayı veya durumu nasıl anlayabildiği sorusuna yanıt arar. Ona göre çok zor olan “anlama” nın hermeneutik (yorumbilim) olduğu ve bu yüzden, anlamanın doğasında sadece yorumun bulunduğudur. Gadamer’e göre anlaşmayı ve anlamayı sağlayan dildir. Ona göre her türlü yorum incelemesi bir dil incelemesi olmak zorundadır. Gadamer, bilimlerin ve özellikle tarihin objektivizmini bütünüyle silip süpürerek ortadan kaldıran ve mutlak/kesin temelleri reddeden bir yaklaşım getirir.

Gadamer’in felsefi yaklaşımı ile modern fizik biliminin yaklaşımı tamamen örtüşmektedir. Artık günümüzde, “mutlak” kavramı yerini “göreli örüntü” kavramına terk etmiştir. İnsan aklının ulaşabileceği gerçeklik boyutları da görelidir. Bu bakımdan, bilgi ve varlık düzeyleri farklı kişiler için “gerçek” adını verdiğimiz olgular da farklı benlik düzeylerinde farklı yorumlara yol açmaktadır.

 

Soliton dalgalar
Tarih: 08:29 on 29/4/2006
İnsanların düşünce sistemi kendi iç yapılarından türediğine göre, varsayımları da gene kendi iç yapılarının eseridir. Önemli bir varsayım şudur: “Eğer bir yaratılmış olan varlık varsa mutlaka onu bir yaratan olması gerekir”. Bu önermede iki önemli varsayım bulunmaktadır.

Yaratılmış vardır varsayımı. Daha önce dedim ki her var olan nesne (canlı veya cansız) bir enerji yumağıdır. Enerji de sürekli dönüşür. Şu halde “yaratılmış” sözü yanıltıcıdır. Doğrusu “dönüşmüş” olmalıdır. Şu halde yukarıdaki önermeyi şu şekilde ifade etmek gerekir: “Eğer bir gözlenen nesne varsa yoktan var olmamış, dönüşmüş veya yoğunlaşmış enerji olması gerekir”.
Yaratan vardır varsayımı. Varlık dönüşmüş enerji ise onun dönüştürücüsü olmalı mıdır? Benim görüşüme göre varlık “var olmaya devam etmesi için” mutlaka dönüşüm içinde olması gerekir. Bu dönüşümün bir ilk nedeni olması gerekmez. Varlığın oluşmasını sağlayan “acayip çekici nokta” adını verdiğimiz sanal bir noktadır. Bu sanal noktaya “irade, bilinç, istek” gibi insani özellikler yakıştırmaya gerek yoktur.

Peki ama, yaratılmış yoksa ve yaratan da yoksa bu evren neden vardır? Neden yokluk yerine varlık oluşmuştur? Sebebi örgü alanın non-lineer (çizgisel olmayan) yapısıdır. Bu yapı içinde oluşan herhangi bir kıpırtı (vakum titreşimi) sönümlü olmak yerine artan bir enerji birikimi özelliği göstermektedir. Evrende ve çevremizde bu tür yapılara “müstakil tek dalga” anlamına gelen “soliton” adı verilmiştir. Soliton, örgü alan içinde yerel olarak oluşmuş ve dağılmadan varlığını sürdüren dalgaya verilen isimdir. Solitonların var oluş nedeni doğrudan örgü alanın çizgisel olmayan yapısıdır.

"Lineer olamayan kuram için soliton çözümü sinüs dalgası kadar temeldir. Son zamanlarda, yüksek boyutlu kuramlarda solitonlar bulup onları kuantize etmek konusunda önemli gelişmeler olmuştur. Kuantum Mekaniği yaklaşımında klasik görüşlerden çok farklı ve beklenmedik derin anlamlar taşıyan solitonlar bulunmuştur". (yukardaki bağlantı Giriş 1.1 in en son paragrafı).

Solitonlar bildiğimiz klasik dalgalar gibi davranmıyorlar. Kuantize edilebiliyorlar fakat çizgisel olmadıkları için bildiğimiz dalgalar gibi sönümlü değiller. Bu bakımdan yok olmayıp var olmakta devam ediyorlar.

Evren soliton özelliği içeren bir dalga paketidir fakat tümüyle tek başına da değildir. Çünkü onun var olmasını sağlayan Takiyon evren ile sürekli etkileşmektedir. Her ikisi birden “örgü alan” adını verdiğim bir yapıdan ortaya çıkmışlardır. Bu noktada insan sorabilir: “Örgü alanı yaratan var mıdır?” İşte, insan aklının ulaşacağı noktaya geldik. Örgü alanın yaratıcısı kimdir, nedir, hangi ilkedir? Gibi sorulara yanıt getirmek bugünkü bilgilerimizle mümkün değil. “Örgü alan hep vardı” demek de ne derece tatmin edici bir yanıt olabilir ki?

Ancak, fizik kuramları çerçevesinde, örgü alanın varlığından hareketle, yapısındaki temel özellikten dolayı, tüm var olanların ortaya çıktıklarını görebilmek de önemli bir aşama olduğu kanısındayım. Hala “ilk neden” bilinmiyor. Belki de hiçbir zaman bilinemeyecek. Fakat, sönümlü olmayan soliton dalgalar hakkında daha ayrıntılı bilgiler ortaya çıktıkça anlayışımızda bir derinleşme ve bir berraklaşma olacağı da şüphesizdir.

İnsanlar da birer soliton dalga değil midirler? Her biri hem tek başına bağımsız hem de örgü alan sayesinde tüm varlık içinde bağımlı. Ayrıca parçacık olmayıp birer dalga olduklarının bilincine vardıkları gün farklı davranışlar içinde bulunacaklarına inancım tamdır.


Cud ile mevcud
Tarih: 10:27 on 28/4/2006
Yükselmek ve “el almak” kavramlarından ne anlıyoruz? Öncelikle insanın istekte bulunması gerekir. İstek olmadan herhangi bir girişim de olmaz. Bu isteğin oluşması için de insanın öncelikle kendini ikna etmesi gerektir. Herhangi bir konuya ikna olabilmek için de öncelikle o konuya inanmak gerekir. Demek ki her hareketin temelinde “inanç” kavramı vardır. Bu inanç metafizik boyutlarda ise ona “iman” denir.

İnanan ve kendini ikna ettikten sonra harekete geçen insan “el atar”. Yani inandığı konuya yönelir ve bağlanır. Fakat bu bağlantı aşırı derecede kuvvetli olursa o konunun esiri olur. İster bilim adamı isterse din adamı olsun, durum aynıdır ve fark etmez. İnsan hangi konuya veya kişiye tutkunluk derecesinde bağlı ise o konunun veya kişinin esiri olur. Ondan kurtulamaz.

Bu durum her boyutta geçerlidir. İster bedensel (maddi) ister düşünsel (manevi) boyutta olsun, tutkular insanların özgürlüklerini kısıtlar. Demek ki, insan kendi özgürlüğünü kısıtlayıp kontrol etmesi gerekli olsa da asla tutku haline getirmemelidir. “Tutku” sözü tutmak ile ilgilidir ve sımsıkı tutup bırakmamak anlamını taşır. Oysa ki güçlü tutuş daima birlikte “bırakmak” eylemini taşımalıdır.

Örnek olarak otomobillerin ABS (Anti-Block-System) denen fren sistemini düşünün. Bu sistem ile donanmış otoların durma mesafeleri diğer sistemlere göre çok daha kısadır. Çünkü fren yapıldığında sistem bir tutar bir bırakır. Kısa aralıklarla tekrarlanan tutma-bırakma hareketi sürekli (tutku halindeki) fren sistemine göre çok daha etkili olur. Peryodik olarak tekrarlanan ve süreksiz titreşimler içeren hareketler sürekli olanlardan çok daha güçlüdür.

Evren ve nesnel varlıklar için böyle olduğu gibi, insanlar için de durum aynıdır. Bu duruma “tasarruf” etmek diyebiliriz. Tasarruf sözü “sarf” sözünden türer. Sarf etmek harcamak, tasarruf etmek biriktirmek şeklinde anlaşılsa da tasarrufun asıl tanımı “idareli kullanmak” şeklinde anlaşılmalıdır. İdareli kullanmak derken ona ne tümüyle sahip olup bekçisi olmak, ne de müsriflik edip hesapsızca harcamak kast edilmektedir.

Düşünce boyutunda da bir kişinin diğer bir kişiye el vermesi ve karşılığında el alması o kişinin tasarrufunda olmalıdır. Yani, kontrolü kaybetmeden ilişkinin sağlıklı bir şekilde sürmesi için almak-vermek ve tutup-bırakmak karşılıklı bir denge içinde birbirini izlemelidir. İşte o zaman “varlık” varlığını sürdürebilir. Eskilerin deyimi ile bu duruma “kevn” denir.

Kevn sözü “varlığın vücut bulması” anlamına gelir. Vücuttan ise mevcut ortaya çıkar. Her iki sözde bulunan “cûd” kök sözü ise “cömertlik” demektir ki, bir önceki yazımda sözünü ettiğim “kerim” ile aynı anlamlıdır. Kerim sözü bir sıfattır, yani “cömert” demektir. Cûd ise isimdir. Bu sözü içeren Şeyh Galibin (1757-1799) iki mısraını aktarayım:

Sahra-i ademde eyledin cûd

Verdin yoğ iken libas-i mevcûd.


Adem = boşluk demektir ve ilk yaratılan insan olan “âdem” ile karıştırılmaması gerekir. Şu halde “sahra-i adem” = “boşluk çölü” demek olur. Bu iki mısraın anlamı da: “Boşluk çölünde cömertlik ederek varlıklara dış görüntülerini verdin”. Elbise sözü libas’ın çoğuludur. Libas ise, maddi anlamda “örtü, görüntü” olsa da manevi anlamda “iffet, hayâ, edep” anlamına gelir. Demek oluyor ki, insanı hayvandan ayıran özelliklerden biri de örtünmesi ve bu örtünmenin sadece kıyafet giyinmek şeklinde olmayıp edepli davranması da kast edilmektedir.

“Boşluk çölü” kavramı daha önce sözünü ettiğim “örgü alan” kavramı ile örtüşür (Bakınız Örgü alan kuramı başlıklı yazım). Örgü alan asla yokluk değildir. Şeyh Galip de “boşluk” sözünü tek başına kullanmayıp birlikte “çöl” sözünü kullanmakla, var olan fakat üzerinde hiçbir bitkinin henüz bulunmadığı bir alanı kast etmektedir.


Daralma ve genişleme
Tarih: 10:23 on 27/4/2006
Takiyon Evren Modeli başlıklı yazımı şu cümle ile bağlamıştım: “Var olan evren, varlığını sürdürmek için yeniden büzülmek zorundadır”. Her var olan, varlığını sürdürmesi için peryodik (tekrarlanan) hareketler yapar. Bu hareketler açılıp kapanma şeklinde de olabilir, titreşme ve salınım şeklinde de olabilir. Canlılardaki en açık görüntüsü nefes alıp-verme hareketidir. Etkenlik edilgenlik başlıklı yazımda da şu ifadeyi kullandım: “Edilgen durumda olan nesneler bir-araya geldiklerinde etken hale dönüşüyorlar. Bir-araya gelmeleri ile birlikte gizli olan enerji bir anda aktif hale geçip birliğin sürmesi için etken olmaya başlıyor.”

Şu halde birliğin (varlığın) sürmesi için bir araya gelmek, toplanmak ve özgürlüğü belli birtakım kurallara bağlamak gerekiyor. Bu genel kural sadece cansızlar için değil, canlılar için de geçerli olduğundan söz etmiştim. İnsanın kendi içine dönmesi ve davranışlarını kısıtlaması durumuna günümüzde “depresyon” adı veriliyor. Sözcük anlamı “çöküntü” olan depresyon kendi içine çöküş, düşüncenin sıkışıp büzülmesi olarak tanımlanabilir.

Depresyonun çeşitli nedenleri olabilir. Asıl önemli olan bir süre sonra bu depresyon durumundan çıkabilmek ve yeni bir boyutta varlığını sürdürebilmektir. Sufiler bu daralma ve genişleme durumlarına kabz ve bast derlerdi. Bast: genişleme, açılma, Kabz: daralma, kapanma ve kavrama anlamına gelir. Bilge kişiler bu iki durumun kişinin ilerlemesi için şart olduğunu söylerler ve şu benzetmeyi yaparlar: Mana aleminde uçabilmek için iki adet kanat gereklidir. Bunlardan biri kabz, diğeri bast’tır. Bu iki kanat dengeli ve eşit güçte olmadıkça düzgün uçuş sağlanamaz. Biri diğerinden ağır basarsa veya daha güçlü olursa denge bozulur ve kişi ilerleyemez.

Kabz sözü aynı zamanda “tutmak, kavramak” anlamına da gelir. Silahta tutulan kısma kabza denir. Demek oluyor ki, varlık boyutlarını (mana alemini) kavrayan insan önce bir hüzünlenme durumu yaşasa da ardından yayılma ve genişleme ile özgürlüğe ulaşır, ferahlık ve mutluluk duyar.

Bu konuda büyük mutasavvıf Necmettin Kübra’nın (1145-1221) sözlerini aktarayım: “Bazen şiddetten sonra ferahlık, heybetten sonra üns, kabzdan sonra bast, fetretten sonra rağbet, hallerinden sonra vech-i kerimin bütün daireleri sanki tesbih imiş ve tesbih ediyormuş gibi ortaya çıkarlar”.

Bu ifadenin günümüz Türkçe karşılığı şudur: “Bazen sertlikten sonra yumuşamak, güç gösterisinden sonra büzülüp kalmak, kısıtlandıktan sonra özgürleşmek, istenmeyen bunalımlı durumların ardından arzulanan durumların ortaya çıkışı ile bolluk ve cömertlik, bütün yönleri ile bir tesbihin taneleri gibi ard-arda dizilirler ve belirirler.”

Bu ifadenin ağırlık merkezi “bolluk ve cömertlik” sözlerindedir. Demek ki, açılıp kapanma, sıkışıp genişleme durumları oluşmadan ne bolluk (çokluk) ne de cömertlik oluşabiliyor. Varlık çokluk halinde beliriyorsa, nedeni tekrarlı olarak (kısa aralıklarla) açılıp kapandığı ve salınıp titreştiği içindir. Çünkü varlık ile cömertlik el-ele gitmesi gerekir. Eğer bir insanda varlık olup cömertlik yoksa o varlığın sadece bekçisidir. Varlığın artması için mutlaka verici olmak ve cömert olmak şarttır.

Allah’a güven anlamında kullandığımız “Allah kerim” sözü “Allah vericidir, cömerttir, onun cömertliğine sığınırım” anlamını taşır. Bu ifadede, tüm yaratıkları nimete boğmak onlara karşılık beklemeksizin bağışta bulunmak ve kötülük yapanları affetmek kavramları gizlidir.

İnsan için de durum aynıdır. Bolluğa ulaşmak için öncelikle verici olmak ve cömertçe dağıtmak gereklidir. Sadece maddi anlamda değil, manevi anlamda (düşünce boyutunda) dahi durum aynıdır. Fikirlerini cömertçe yayarak kabını boşaltan insanda yeni fikirler oluşur ve kabı yeniden dolar. Bu bakımdan her hoca öğretirken öğrenir ve öğrenci yetiştirirken kendi yetişir. Yükselebilmek ve el alabilmek için önce el vermek gerekir.


Zorunluluk ve keyfilik
Tarih: 09:43 on 25/4/2006
İnsanlar zorunlu durumları sevmezler. Kendilerini kısıtlanmış hissederler. Günümüzde “özgürlük” kutsal bir kavram haline gelmiş durumdadır. Oysa ki, özgürlük ile bilinç ters orantılı olarak değişirler. Biri büyürken diğeri küçülür. İnsanın özgürlüğü ne kadar az ise bilinci o kadar fazla olur. Bu ifade size ilk anda ters gelebilir. Açıklayayım.

Özgürlüğün kısıtlanması dıştan gibi görünse de her zaman içten gelir. Bir siyasi rejim özgürlüğü kısıtlıyorsa bunun nedeni o siyasi rejimin halk tarafından istenmiş olmasıdır. Örneğin, komünist sistemde özgürlükler kısıtlanmış idi. Ama komünist sistem hep o ülke halkı tarafından istendi, hem de büyük ihtilaller ve çalkantılar sonucu.

Aşırı özgürlük ve seçim fazlalığı insanların hem maddi hem de manevi yönden dağılmalarına neden olur. Maddi dağılıma örnek göçebe toplumların kaderi gösterilebilir. Göçebe toplumlar büyük boş arazileri görünce yayılıp dağıldılar. Fakat bir süre sonra onlardan iz kalmadı. Bunun en açık örneği Hun toplumudur. Asyadan hareket edip Avrupaya kadar yayılan Hunlar Atilla’nın ölümünden sonra tümüyle yok oldular ve Hun devleti diye bir devlet kalmadı. Tüm göçebe toplumların kaderi aynı olmuştur. Oysa ki, yerleşik toplumlar bilgi birikimi sayesinde bir-arada kalarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Manevi yönden aşırı özgürlük “seçim fazlalığı” olarak belirir. Eğer insanın, herhangi bir konuda, seçenekleri fazla ise tereddüde düşmesi ve seçimini geciktirmesi doğaldır. Tereddüdün nedeni de bilgisizliğin sonucu oluşan bir umuttur. Oysa ki, az seçimi olan veya hiç seçimi olmayan bir insan için ne tereddüt söz konusudur, ne umut. Seçimi olmadığından hiçbir tereddüde yer kalmadan gerekli davranışta bulunur.

Örneğin, öldükten sonra cennete gideceğine inanan ve bu konuda hiçbir tereddüdü olmayan asker, canını tehlikeye atmaktan çekinmez. Fakat, yaşamın tek olduğuna inanan ve “öteki dünya” inancı bulunmayan asker için aynı durum söz konusu değildir. Öldüğünde ne olacağını bilmeyen asker canını o kadar kolay feda edemez. Seçim durumu varsa tereddüde düşecek ve hayatını tehlikeye atmaktan çekinecektir.

Fazla bilgi tereddüde neden olabilir. Çünkü, bilginin nicelik olarak fazla oluşu onun nitelik olarak da yüksek olduğunu garantilemez. Çok fazla fakat yüzeysel bilgi arasında seçim yapmak zordur. Seçimde büyük çapta keyfilik hakimdir. Oysa ki, az sayıda fakat niteliği yüksek bilgi sahibi isek seçim yapacak bir durum kalmaz. Yapılan seçim zorunlu bir seçim olur.

Demek ki, insanın bilgi kalitesi yükseldikçe yapacağı seçimler azalır. Örneğin, bir otomobil satın almak istiyorsunuz ve seçim yapmaya uygun durumda 10 değişik marka otomobil bulunuyor. Siz bunlardan birini seçerken aralarındaki kalite farkı hakkında bilginiz yoksa dış görünüşe kanarak en güzel bulduğunuzu seçersiniz. Eğer bilginiz varsa içlerinden en sağlam olanını, size en az sorun çıkaracak olanını, seçersiniz. Demek oluyor ki, bilginiz size keyfilik tanımıyor ve zorunlu bir seçim yapmanıza zorluyor.

Kendini tanıyan, dolayısıyla insanı tanıyan kişi için de zorunlu seçimler vardır. Keyfi davranışlardan uzaklaşan insan kendini kısıtlar. Kendine sonsuz davranış serbestisi tanımaz. Tüm bilge kişiler düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmayı başarmış olan kişilerdir. İnsan, bilgelik yolunda ne derece yükselirse o derece keyfi davranışlarında azalma olur. Bu durumu bir dağa tırmanmaya benzetebiliriz. Dağın alt yamaçlarında hareket etmek kolaydır. Fakat dağa tırmandıkça hareket serbestiniz azalır. En zirvede ise hiç kalmaz. Bu duruma Hint felsefesinde “nirvana” adı verilmiştir.

İslam felsefesinde ise bu durumun adı “fena-fillah” mertebesidir. Bu boyuta ulaşan benlik dünya işlerinden uzaklaşmış, tamlık boyutuna ulaşmıştır. Her olayı ve olguyu en yüksek noktadan görüp değerlendirdiği için aralarında herhangi bir tercih yapamaz, dolayısıyla seçim de yapamaz. Bu boyuta ulaşmış insan hem her şeyi bilir hem de hiçbir şeyi aklı ve mantığı ile açıklayamaz. Açıklayamadığı için de sözlerle ifade edip anlatamaz.


İnsanın dalgasal yapısı
Tarih: 08:37 on 23/4/2006
Her var olan nesnenin aynı zamanda dalga olduğunu söyledim. Kuantum kuramından türeyen bu sav deneysel olarak da kanıtlanmıştır. Fakat bu gerçek özellik her boyutta vardır. Sadece atom-altı parçacıklar için değil, insanlar için dahi geçerlidir.

İnsanlar hem parçacık hem de dalga gibi davranabilirler. Gündelik hayatta karşılaştığımız insanlar bize sonlu yapılar halinde belirdiklerinden parçacık olarak tanımlanabilirler. Oysa ki onların, sınırları belli olmayan dalgasal bir yapıları da vardır. Bu yapıyı ortaya çıkarabilmeleri için parçacık yapılarından kurtulmalarını sağlayacak ortamların oluşması gerekir.

Hemen her inanç okulunda ritüel (geleneksel) olarak tekrarlanan hareketler bulunur. Bu hareketlere zikir (anma) veya hatırlama hareketleri diyebiliriz. Neyi hatırlıyorlar acaba? Unutmuş oldukları gizli çekim noktasını hatırlıyorlar. Gizli çekim noktasına ulaşmak veya en az onun etkisine kapılıp etrafında dolanmak için de dalgasal hareketler yaparlar.

Budist rahipler “aum” sesini veya “om mani padme hum” cümlesini defalarca tekrarlayarak dalgasal bir zikir içinde cezbeye girerler. İslam sufi okullarında Allah’ın sıfatlarını tekrarlayarak cezbeye girilir. Amerika kızılderili şarkılarını veya Avustralya aborijin şarkılarını duydu iseniz eğer, hepsinde bir sürekli tekdüze tekrarlanan bir melodi vardır. Zaten müzikteki “ritm” denen tekrarlanan yapıların çıkışı tümüyle eski dini tekrar içeren zikir müziği ile ilgilidir.

Çezbe, çekim demektir ve insanı çeken nokta “gizli kritik” noktadır. Oraya da parçacık olarak değil, dalga olarak ulaşılabilir. Size Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) şiirinden iki mısra aktarayım:

Dururdu rindler dembeste, ney dembeste vecdinden

Ağaçlıklarda bülbül feryada geldikçe.


Birinci mısradaki zor sözcüklerin anlamı: Rind: Dünya işlerine önem vermeyen, maddiyat yerine maneviyata önem veren kimse. Dembeste: Sessiz ve sakin olmak. Vecd: İnsanın bilincini kaybedip kendinden geçmesi. Şu halde anlamı: Maneviyata önem veren insanlar ve ney, ağaçlıklarda bülbül şarkısının etkisi ile kendilerinden geçerek sessizliğe bürünürlerdi. Manevi aşkınlığın şairane tasviri (betimi) ancak bu kadar olabilir.


Vecd sözcüğü ile ilgili bir diğer sözcük de “vecdalud” sözüdür. Bu söz ile, insanı kendinden geçirerek coşkunluk içine sokan hallerin tümü, kast edilir. Demek ki, dalgasal yapının ortaya çıkmasını sağlayan birçok hal vardır. İnsan da bu durumda olunca halden hale girer. Bazen sessiz kalır bazen de coşkudan kendini bilmez hale gelebilir.

Bu sözü içeren Osmanlıca bir şiirin tek bir mısraını aktarmak istiyorum. Anlamını da elbette ki açıklayacağım. Şairin adı Cenab Şahabettin (1870-1934):

Mevce mevce nuş eyleyerek vecdalud vüsat-ü-nur mürur eylemelidir.


Mevce: Dalga, Nuş eylemek: İçmek, Vüsat-ü nur: Nur’un (ışığın) genişlemesi, Mürur: Aşmak, anlamını taşır. Şu halde anlam: Çekim haline getirip coşkunluk içine sokan halleri dalga dalga içselleştirerek, kutsal ışığın (nurun) genişlemesiyle insan aşkınlık haline geçmelidir.

Bu şairane ifade benim daha önce sözünü ettiğim aşkınlık halini anlatmaktadır (Bakınız Aşırılık ve aşkınlık başlıklı yazım). Fakat asıl ilginç yanı dıştan gelen dalgalar ile insanın dalgasal özelliğinin rezonansa girmesi ile aşkınlık durumunun belireceğini söylemesidir. Her insanda bu dalgasal yapı bulunmaktadır. Fakat onun diğer dalgalarla (varlıklarla) etkileşip aynı frekansta titreşmesi aşkınlık durumunu ortaya çıkarır. Bu hale gündelik hayatta gelemiyorsak öz varlığımızı örterek benlik boyutumuzu öne çıkarmaya öncelik vermiş olmamızdan dolayıdır.
 

 

Davranışların kökeni
Tarih: 08:43 on 22/4/2006
Tekrarlanan hareketler başlıklı yazımın başında dedim ki: “Gizli Kritik noktaya doğru çekilen sistem 3 farklı davranış gösterebilir. a) Sabit bir kritik noktaya doğru gittikçe küçülen adımlarla yaklaşır ve noktasal sonsuzluğa ulaşır. b) Kritik noktaya hiç ulaşamaz ama onun etrafında peryodik (tekrarlanan) salınımlar yapar. c) Karmaşık bir düzen içinde kritik nokta civarında dolanır.”

Bu 3 durumu nesneler için yorumlayıp birçok örnekler verdim. Fakat bu 3 durumun insanlar için de geçerli olduğundan söz etmedim. Gizli kritik nokta her sistemin davranışında bulunur. İnsan kendi hareketinin nedenini bilirse, neden = “gizli kritik nokta” olur. Yani, çekici nokta gizli olmaktan çıkıp, bilinen ve belirgin bir amaç şekline dönüşür. Fakat, hareketin nedeni her zaman bilinmeyebilir. Bu durumda gizli kritik noktadan haberdar olmasak dahi o vardır. Bu “varlık” durumu düşünce boyutunda, matematiksel, bir varlık değildir. Tümüyle gerçek, belki de gerçek-ötesi bir hakikattir.

Yukarıdaki a) şıkkında tanımladığım yaklaşma durumu tasavvuf ehlinin ve sufilerin benlik boyutlarındaki değişimi tanımlar. Kendini tanımak için gösterilen gayret her yeni boyutta insanı gizli kritik noktaya doğru yaklaştırırken, aynı miktarda harcanan enerjiye karşı kat edilen yol gittikçe küçülür. Yani, birinci mertebeden ikinci mertebeye yükselmek için x miktarda enerji harcamak gerektiyse, ikinci mertebeden üçüncü mertebeye x’in birkaç katı enerji harcamak gerekir. Dolayısıyla eşit miktarda enerji harcayan insan için kat edilen yol gittikçe zorlaşır.

Bu durumu sarp bir dağa tırmanmaya benzetebiliriz. Yükseklik arttıkça oksijen azaldığından her adımı atmak daha fazla enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her nefeste alınan oksijen azalmaktadır. Aynı miktarda oksijen almak için nefeslerin sıklaşması ve sarf edilen gayretin artması gerekir.

İkinci şık olan b) şıkkı ise iman sahibi insanların durumudur. Onlar asla kritik noktaya ulaşmazlar. Ancak hareketleri hep bu kritik nokta etrafında tekrarlanan salınımlara benzer. Ne yaparlarsa yapsınlar kritik noktanın varlığından haberdar olarak bilinçli hareketler yaparlar. Onların bilinci gündelik yaşam içindeki bilinç gibi görünse de, daha derin bir hakikatin bilincidir. Hareketlerinde ve genel tavırlarında belli bir tekrar, bir biteviyelik vardır. Belki ilk anda bu tekrar ve biteviyelik insana monoton (tekrenkli veya renksiz) bir yaşantı gibi görünebilir. Fakat, tepkileri ve özellikle zorluklara göğüs germe dirençleri diğer insanlara göre çok daha ileri bir boyuttadır.

Üçüncü şık olan c) şıkkı genel olarak ortalama insan davranışlarını tanımlar. Genelde insanlar gizli kritik noktadan haberdar değildirler. Pek çoğu da kritik noktanın asla bulunmadığını ve hareketlerinin tümüyle kendi iradeleri tarafından yönlendirildiğini sanırlar. Oysa ki gizli kritik nokta olmasa varlıklarını dahi devam ettiremezler. Ancak, hareketleri karmaşa içerdiğinden, bu karmaşık durumun dahi bir gizli kritik nokta civarında dolanmak olduğunun bilincine ulaşamazlar.

Karmaşa kuramı sayesinde birçok sistemin davranış şeklini anladığımız gibi, şimdi de insan davranışlarını dahi açıklayabiliyoruz. Eğer her davranışın gerisinde gizli bir kritik nokta varsa tesadüften söz edilebilir mi? Daha da önemlisi özgür iradeden söz edilebilir mi? Özgür irade başlıklı yazımda “özgür irade hem vardır hem yoktur” dedim. Vardır çünkü kritik nokta civarındaki hareketler belli bir düzen ve tekrar içermezler. Dolayısıyla, her bir harekete tek tek bakıldığında her birinin özgürce gerçekleştirilmiş olduğu kanısı uyanabilir. Oysa ki “gizli kritik nokta” bilinci uyandıktan sonra aynı hareketleri incelediğimizde, özgür irade kavramının sadece bir yanılgı olduğu, aslında tüm özgür sandığımız hareketlerin gizli bir kritik nokta civarında dolanmaktan ibaret olduğunu anlarız. Bu açıdan bakıldığında özgür irade yoktur.

Aynı yazıda dedim ki: “İnsanın özgür iradesi tek başına iken daha fazla, toplu halde iken daha azdır. Toplu halde iken birtakım kurallar devreye girmekte, bu kurallar da özgür irademizi kısıtlamaktadır.” Bu ifade doğru olmakla birlikte asıl özgür irade insanın tek başına iken kendine koyabildiği kısıtlamalardır. Yani aklına estiği gibi davranmayıp davranışlarında karmaşa yerine düzen ve dengeyi esas alan insan özgür irade sahibidir. Çünkü özgür irade sahibi insan kendi kendini sınırlayabilen insandır.


Ahlak kavramı
Tarih: 09:52 on 20/4/2006
Eğitim insana sadece “bilgi aktarmak” şeklinde anlaşılmamalıdır. Eğitimin içinde davranış şekilleri ve ahlak kuralları da yer alır. Bir toplumun ahlakı o toplumun genel felsefesi ile yakından ilgilidir. “Genel felsefe” derken önyargılar, varsayımlar, kutsal değerler ve temel ilkeler kast edilmektedir.

Bu bakımdan eğitim öğretimi kapsar. Çünkü öğretim bilgi aktarmakla yetinirken, eğitim insanı eğmek, bükmek yani şekillendirmekle ilgilenir. “Ağaç yaşken eğilir” sözü de insana uygulandığında “insan gençken eğitilir” şeklinde ifade edilebilir.

Günümüz eğitim sisteminde pragmatik (faydacı) görüş hakimdir. Her türlü öğretim faydaya dönük olarak planlanmaktadır. Amaç, okuldan mezun olup diplomasını alan gencin bir iş bulması ve “kendini kurtarmasıdır”. Genel inanca göre, kendini kurtaran genç daha kaliteli bir yaşam düzeyine ulaşır ve dolayısıyla toplumun genel düzeyi de yükselir.

Bu durum sadece dış görünüş bakımından doğrudur. Olayı basite indirgeyip açıklamak için şu örneği vereyim. Pragmatik felsefe sonucu oluşmuş olan eğitim ve öğretim sistemi bir tahtaya sürülen dış cilaya benziyor. Cila sayesinde tahta parlak ve düzgün görünüyor. Fakat o cilanın altındaki tahta parçasının çürük olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor. Kumaş örneğine geri dönecek olursak, kumaşın süsleri ve motifleri kumaşın örgüsünden daha önemli olmaya başlıyor. Kumaşın örgüsü zayıf ve düzensiz ise bir gerilim durumunda kumaş yırtılıyor.

İnsan da bu kumaş parçasına veya tahta parçasına benzer. Olaylar karşısında dayanma gücü verilmediği taktirde, bir gerilim veya baskı karşısında yırtılıp dağılarak hem kendine hem de topluma zarar verir. Çünkü toplum ile fert ayrılmaz bir bütün oluşturur. Birindeki bozukluk veya çarpıklık derhal diğerini de etkiler.

Eğitimin amacı sadece bilgi vermek, dolayısıyla bilgin yetiştirmek olmamalıdır. Eğitimin amacı genci eğip bükerek onu hem bilgili hem de bilge kişi olmaya hazırlamaktır. İşte bu yüzdendir ki eskiden Milli Eğitim Bakanlığının adı “Maarif bakanlığı” idi. Çünkü amacı “arif” insan yetiştirmek idi.

Arif kişi yetiştirmek istiyorsak okullara ahlak dersi koymamız gerekir. Fakat bu kavram da batılılaşıp “etik” adı altında sulandırılmıştır. Etik toplum kuralları ile ilgilidir. Ahlak ise insanın özüne yönelir ve özüne şekil vermeye önem verir. İnsan dışındaki varlıklar için böyle bir eğitim gerekli değildir. Çünkü onlar zaten özlerine göre davranırlar. Özleri ortadadır ve her canlı varlık (bitki veya hayvan) özünün gereği olan davranışlarda bulunur. İnsan dışındaki her varlığın özü ortadadır. Oysa ki insanın özü örtüktür. İnsan öğrenimi ve toplumsal yapısı sayesinde özünün üstüne bir örtü çekmiş ve özünden uzaklaşmıştır.

İşte, gerçek ahlak özünü tanıyan ve onun gerektirdiği şekilde davranan insanda vardır. Özünü tanımak ise kendini tanımak demek olduğuna göre, ahlaklı insan öncelikle kendini tanır. Bu sayede diğer insanları ve doğayı da tanımış olur. Fakat, daha önce de sözünü ettiğim gibi, kendini tanımak insanın içinde bulunduğu benlik boyutuna, nefis mertebesine bağlıdır. Bu mertebenin (düzeyin) en birinci göstergesi de insanın eylemleri, yani amelleridir.

Ahlak, zorluklar ve baskılar karşısında insanın sergilediği tavır ve davranışlardan belli olur. Bu da öğretimden çok eğitimle ilgilidir. Dolayısıyla eğitim, 5 temel öğe içermelidir. Bunlar: Edep, amel, ilim, iman ve ihlas şeklinde özetlenebilir (Bakınız Anadolu bilgeliği başlıklı yazım). İnsanın benlik boyutu yükseldikçe özü ile olan bağları kuvvetlenir ve dış süsler önemini kaybetmeye başlar. Ahlak sahibi bilge kişinin özünde bulunan “varlığını sürdürme” içgüdüsü yerelden genele doğru kaymaya başlar. Ahlaklı insan var olmanın sadece yiyip içmek ve içgüdüsel dürtüleri tatmin etmek olmadığının bilincine varır. Var olmanın bireysel bir olgu olmadığını ve toplumla birlikte var olunabileceğini, dolayısıyla kendine fayda sağlamanın topluma fayda sağlamaktan geçtiğini bilir. Özetle, ahlak sahibi insan kendi çıkarını toplumun çıkarı üstünde görmeyen insandır.


Alim ve arif
Tarih: 08:14 on 19/4/2006
Bilge olan kişinin olaylara katıldığını söyledim. Bu katılım ‘başkasının işine karışmak’ şeklinde anlaşılmamalıdır. Daha çok içselleştirmek olarak tanımlanabilir. Eğer basit bir şekilde açıklamak gerekirse şöyle bir benzetme yapabilirim. Bilgi sahibi insan gören ve işiten kişidir. Bilge insan ise tadan kişidir. Görmek ve işitmek beden dışındaki birtakım olay ve oluşumlardan haberdar olmayı sağlar. Oysa ki tatmak, beden dışından beden içine alarak haberdar olmayı sağlar. Duymak ve görmek en genel anlamda “seyirci olmak” şeklinde tanımlanırsa, tatmak “katılmak” olarak tanımlanabilir.

Yani, katılmak “içselleştirmek” demektir. Bir olayı kendine fazlaca dert eden insanlar o olayı içselleştiriyorlar demektir. Kendilerine mal ediyorlar ve etkileniyorlar. Buna bir bakıma “bağlanmak” da diyebiliriz. Bilge kişiler hem bağlıdırlar hem değildirler. O anda karşılarında duran sorunla bütünleşirler ve bağlanırlar. Fakat kısa sürede de bu bağı koparmayı da bilirler. Daha doğrusu, bağlanmanın şart olduğunu bilirler ama bu bağ onları bağlamaz.

Bu son ifade biraz çelişik gibi görünüyor. Ama, bilgenin mantığı çelişiklik içerir. Çünkü, o lineer (çizgisel) düşünmez. Onun bakışı bütünsel ve kapsayıcıdır. Hem kaplar hem kaplanır. Fakat kaplanması uzun sürmez. Sorunu çözdüğü anda bağı koparır ve bağımsız bir varlık halinde yoluna devam eder.

Bilgenin bilgisi “ayn-i yakin” boyutundadır. Yani varlığa ve var oluşa düşünce boyutunda yaklaşmaz. Varlık ve var oluş onun içindedir ve kendini kıstas alır. Başkalarının bilgisi ve başkalarının sözleri onun için tümüyle önemsiz olmasa da fazlaca önemli de değildir. Eğer kendi ölçüt ve kıstaslarına uymuyorsa, başkalarının dediklerine fazlaca kulak asmaz.

Dolayısıyla, bilge kişi yalnızlık içinde yaşamını sürdürmeyi seçmiş kişidir. Başkalarının önem verdiği değerler onun için hiç de önemli olmayabilir. Bilge kişilere eskiler “arif” demişlerdir. Bilgine ise “alim” demişlerdir. Alim uğraştığı konu “ilim”, arifin eylemleri ise “marifet” olarak bilinir. Aradaki fark birinde (ilimde) düşüncenin bulunuşu, diğerinde ise düşüncenin bulunmayışıdır.

Marifet sahibi kişi düşünerek marifetini ortaya koymaz. Marifet, sezginin yardımıyla, bir anda ve düşünmeden ortaya çıkar. Bunun nasıl çıktığını arif olan kişi de anlayamaz. Sanat konusunda bu yetiye “ilham” diyoruz. Şair ilham bekler, ressam ilham bekler, müzik bestecisi ilham bekler. Fakat, bu “ilham” denen yeti beklemekle ortaya çıkmaz, aniden bir şimşek parlaması gibi gelir. Gelişine de hazırlık yapmak fazlaca gerekli değildir. Hazırlık, şu bakımdan faydalıdır. İlham geldiğinde onu güzel bir şekle sokup estetik bir görüntü haline getirmek için ön hazırlık gereklidir. Bu da bol çalışma ve tekrarla oluşur. Fakat bol çalışma ve tekrar bir insanı üstün bir sanat adamı yapmaz. Bunun için sezgi şarttır.

Yetenekli sanat adamları sezgileri kuvvetli olan kişilerdir. İlham sahibidirler. Bu bakımdan onların benlik boyutuna “nefs-i mülhimme” denebilir. İlham vardır ama bu ilhamı sadece kendi çıkarına kullanıyorsa yeteneklerini boşuna harcıyor demektir. Yetenek kendisine verilmiş olabilir. Önemli olan bu yetenekleri nasıl kullandığıdır. Daha önce kumaş örneğini vermiştim. Kumaşın malzemesi bize verilmiş olan yeteneklerdir. Bu yetenekler ya vardır veya yoktur. Sonradan bir düzeye kadar gelişirler.

Önemli olan bu malzemeyi nasıl dokuduğumuz ve üzerine ne tür desenler, motifler ve süsler eklediğimizdir. Motifler ve süsler her insanda farklı olabilir. Bu kumaşın dış görünüşüdür. Ama dokunuşu ve örgü yapısı son derece önemlidir. Bu yapıda toplumun ortak değerleri, ön-yargıları, varsayımları ve eğitim sistemi büyük rol oynar. Toplum bireylerini bir arada tutan, onlara ortak değerler veren büyük çapta aile ve okul eğitimidir.

Bu bakımdan eğitim toplumun temel direğidir, denebilir. Bilgiyi veren ve sezgilerin gelişmesini sağlayan eğitimdir. Fakat ilhamı veren eğitim değil varlığın özüdür.


Farkındalık nedir
Tarih: 08:31 on 18/4/2006
Gerek Nasreddin hoca bilgeliğinde, gerekse uzak doğu Zen öğretilerinde en önemli yaklaşım hayata ve olaylara seyirci kalmaktan çok katılmaktır. Yaşanan fakat sözle anlatılamayan varlığı anlamak mümkün müdür? Çünkü anlamak için kavramlara gereksinim vardır ve kavramlar da sözlerle aktarılır. Gerçek anlamda anlamak katılımla olur. Gözlem yaparak da anlarız fakat o analitik (ayırımcı) anlama şeklidir. Yani, dialektik (ikilemli) mantık kullanılarak anlama metodudur. Bu tür anlama insanı yüceltmez. Onun benliğinde değişiklik yapmaz.

Oysa ki, “katılımcı-anlama” metodunda kavramlar kesin çizgilerle ayrılmış değillerdir. Her kavram bütünün bir parçasıdır ve karşıtı ile iç-içe geçmiş durumdadır. Katılımcı anlamanın metodu sentetiktir (bütüncüldür), mantığı da hem-hem mantığıdır. Sentetik anlama metodu tamamen öznel olup her şahsın kendi kapasitesi ve yeteneği oranında olur (Bakınız Farkında olmak başlıklı yazım). Herkesin katılabilme ve olayları yorumlama kapasitesi farklıdır. Bu bakımdan herkesin anlama düzeyi de farklı olmaktadır. Tam olarak anlayabilmek için 3 farklı düzeyde gelişmiş olmak gerekir.

1. Birinci düzey bilgi düzeyidir. Anlayabilmek için öncelikle bilgi sahibi olmak gerekir. Bilgi dıştan elde edilir ve gözleme dayanır. Okulda öğrendiklerimiz, ailemizin bize öğrettikleri ve genel olarak hayatta okuyup veya dinleyip öğrendiklerimiz gözlemleyerek elde ettiğimiz bilgi sınıfına girer. Bilginin getirdiği anlayış akıl ve dialektik mantık yardımıyla olur.

2. İkinci düzey sezgi düzeyidir. Bu düzeyde anlayış içten gelir ve katılımcı olmayı gerektirir. Sezgisel anlayışta hisler ve duygular büyük rol oynar. Bu tür anlayış için akıl ve mantık gerekli değildir. Hatta hiç mantığa gerek yoktur. İnsan sezgisel olarak bir anlayışa varır ama bu sezgileri sözle ifade etmek mümkündür.

3. Üçüncü anlayış düzeyi farkındalık sayesinde oluşur. Bu tür anlayış ani ve kapsayıcı olur. Yani dıştan gelmez. Sezgi gibi içten gelir fakat sözle ifade edilemez. Sözler bu anlayışı aktarmakta yetersiz kalır. Çünkü bu anlayışta nesne değil özne önem kazanmaktadır. Öznenin ise düşünmeye gereksinimi yoktur. Fakat düşüncesiz bir farkındalık da sadece etki-tepki mekanizmasını çalıştırmaktan ileri gidemez.

Birinci tür anlayış sahibi insanlara sürekli her yerde rastlıyoruz. Örneğin, tıp doktoru bize bir tedavi metodu önerdiği vakit bilgisine dayanır ve daha önce benzer haller gözlemlediği için bize de uygun bir tedavi olacağını düşünür. Onun anlayışı bilgi düzeyindedir.

İkinci tür anlayış sahibi insanlara örnek olarak fal bakan insanları verebiliriz. Onlar sezgisel olarak size birtakım olayları veya durumları aktarırlar. Geçmişten ve çoğunlukla gelecekten söz ederler. Çünkü gelecek henüz gelmemiştir. Bu bakımdan sezgilerinin doğru olup olmadığını da anında tesbit etmek mümkün değildir. Sadece sezgi ile gelen anlayış da yeterli olamaz.

Asıl ileri düzeyde anlayış üçüncü tür olup ilk iki anlayışı içerdiği gibi fazladan farkındalığı da kapsar. Bu durumda hem bilgi hem de sezgi vardır. Fazladan da olayı anında kavrayıp gerekli çareyi veya tedbiri almak da vardır. O anda katılımcı olarak gerekli davranış tarzını uygulayan kimse hem etki-tepki mekanizmasını çalıştırmış olur hem de anında etki-tepki mekanizmasının dışına çıkmayı bilir. Olaya çok hızlı tepki verişi etki-tepki mekanizması içinde olduğu intibaını verir. Oysa ki anında o oyunu terk etmesini de çok iyi bilir. İşte ileri düzeyde farkındalık budur. Yani, olayın akışına kendini kaptırmamak ve olayın gerisinde yatan nedeni anında görüp, oyunu terk etmek. Buna “bağlantısız olmak” da diyebiliriz.

Bilge kişilerin en önemli özellikleri bağlantısız olmaları ve olaylara üstten, tarafsız olarak bakabilmeleridir. Tarafsız olmak, tümüyle liberal olmak demek değildir. Tarafsız kişinin görüşü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değildir. Tarafsız kişi “taraftar” değildir. Yani, bir konuya veya bir görüşe fanatik olarak bağlı değildir ve hiçbir ideolojinin savunucusu da değildir. O sadece bütünün hayrını düşünür ve bütünün hayrına olanların aynı zamanda kendi hayrına da olacaklarını bilir.


Anadolu bilgeliği
Tarih: 09:12 on 17/4/2006
Nasreddin hoca bir Anadolu bilgesidir. Yaşamı boyunca birçok ilginç ve bilge söz söylemiştir. Ama ona atfedilen hikayelerin çoğu sonradan onun adına uydurulmuşlardır. Bu bakımdan, Nasreddin hoca hikayeleri Anadolu bilgeliğinin ürünüdürler. Burada birkaç hikayesini paylaşalım.

Bilge Nasreddine sormuşlar. “Hoca, doğmadan önce geldiğimiz ve öldükten sonra gideceğimiz yer, nasıl bir yerdir?”. Hoca: “Oldukça korkunç olması gerekir”. Bu yanıta şaşıran kişi. “Neden böyle diyorsun, hoca?”. Hoca: “Çünkü, doğarken bebekler ağlayarak doğarlar ve ölürken insanlar yine ağlayarak bu dünyadan ayrılırlar.”

Hocanın bilgeliği düşünceden ve soyutlamadan üreyen bilgi değildir. O, gördüklerini çekinmeden anlatır ve söyler. Başkalarının hayal, yalan veya riya ile dile getirdiklerini ince bir hicivle yüzlerine vurur.

Bilge Nasreddin yolda yürürken biri ona seslenmiş: “Hoca, bak biri bir baklava tepsisi götürüyor”. Hoca: “Bana ne”. “Ama, senin evine götürüyor”, Hoca: “Sana ne”.

Bu kısa hikayede büyük bir ders var. Her insanın kendine ait olmayan işlere karışması toplumda karmaşa yaratan en birinci etkendir. Herkes kendi işi ile ilgilenip onu en iyi şekilde yapmaya çalışması, dolayısıyla edep sahibi olması bilgeliğin şartıdır.

Hocanın boş ve verimsiz konuşan insanlara hiç tahammülü yoktur. Bir gün ona sormuşlar. “Hoca, cenaze giderken tabutun sağında mı olmak gerekir, solunda mı?”. Hoca: “Tabutun içinde olma da neresinde olursan ol”. Bilgeliğin şartlarından biri de anlamsız işlerle uğraşmamak, yani doğru ve hayırlı amel yapmaktır.

Zamanın yerel olduğunu ve bulunulan yere göre değiştiğini bilge Nasreddin bilim adamlarından yüzyıllar önce biliyordu. Bir gün bilge Nasreddin Akşehir’den Nevşehir’e gitmiş. Yolda yürürken yanına bir kişi yaklaşmış ve “Bana saatin kaç olduğunu söyler misin?” diye sormuş. Bilge Nasreddin: “Ben buranın yerlisi değilim. Bir yerliye sor” demiş. Bilgeliğin bir diğer şartı da ilim sahibi olmaktır.

Bilgeliğin bir şartı da iman sahibi olmaktır. Bilge Nasreddin bir gün bir çınar ağacı altında dinlenirken karşısında bir karpuz tarlası görmüş. “Şu koskoca karpuzlar yerde büyüyeceklerine ulu bir çınarın dallarında büyüselerdi daha uygun olmaz mıydı?”, diye düşünmüş. O anda başına bir çınar palamutu düşmüş. Başını acı ile tutan hoca, “Sen daha iyi bilirsin Allahım, ya başıma karpuz düşse idi halim nice olurdu” demiş.

Bilge Nasreddin aynı zamanda ihlas sahibi bir kişi idi. Yani, Allah'a olan teslimiyeti kuvvetli idi. Bir gün hocanın eşeği kaybolmuş. Hoca bu kayba üzüleceği yerde gayet mutlu bir şekilde yaşamına devam etmiş. Bu duruma şaşan komşusu sormuş: “Hoca, senin eşeğin kayboldu sen gayet neşelisin. Bu nasıl oluyor?”. Hoca: “Neşeliyim çünkü o kaybolduğunda onun üzerinde değildim. Eğer ben o anda eşeğin üstünde olsaydım ben de kaybolmuştum.”

Bu kısa hikayede hocanın saf olduğu sonucunu çıkmamak gerek. Bilge Nasreddin, yanıtı ile Allaha olan teslimiyetini ve eşeğin kaybolmasının onun için hayırlı olduğunu ifade etmek istiyor. “Her işte bir hayır vardır” sözü ihlas ile ilgilidir.

Demek oluyor ki bilgeliğin 5 özelliği: edep sahibi olmak, doğru ve hayırlı amel işlemek, ilim ve bilgiye önem vermek, kendinden yüce bir güce iman etmek ve kendi gücünü aşan durumlarda ihlas içinde olup kabul etmek.

Bu 5 özelliği benimsemiş olan Anadolu bilgeliği nice Nasreddin hocalar yetiştirmiştir. Bunların en büyüklerinden biri de mistik Yunus Emre’dir. İşte size ondan kısa bir ifade:

İlim “ilim” bilmektir. İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin. Ya nice okumaktır.
 

 

Anda yaşamak
Tarih: 08:30 on 16/4/2006
İnsan için var olmak ancak “an” denen çok kısa bir noktasal boyutta yaşamaktır. An hem sıfır hem de sonsuz süre içerir. Yani nokta gibi boyutsuzdur. An’ın eni, boyu ve uzantısı yoktur. Öte yandan, zaman denen süre insan ürünüdür. Ama bu fark anlatılamaz. Çünkü her söz bir süre içerir.

Bir Zen rahibi ile öğrencisi bir köyden diğerine yürüyerek gitmeye karar vermişler. Karşılarına bir dere çıkmış Bu dereyi aşmaları gerekiyormuş. Dere kıyısında duran çok güzel bir genç kız: “Karşıya geçiyorsanız beni de alın. Ben tek başıma bu dereyi geçmekten korkuyorum” demiş.

Bunun üzerine usta kızı kucağına almış ve hep birlikte karşı kıyıya geçmişler. Usta kızı karşı kıyıya varınca bırakmış ve yollarına devam etmişler. Bir süre sonra öğrenci ustasına sormuş: “Usta, o genç kız kucağında iken ne hissettin?”. Usta:” Ben kızı kıyıda bıraktım. Sen hala taşıyorsun” diye yanıtlamış.

Birgün öğrenci ustasına sormuş: “Bir insanın hiçbir yük taşımaması ne anlama gelir?”. Usta: “Yükten kurtul, at gitsin”. Fakat bu yanıtla tatmin olmayan öğrenci tekrar sormuş: “Fakat ben zaten hiçbir şey değilim. Yokluk varlığı nasıl atabilir ki?”. Usta: “O zaman, taşımaya devam et”.

Bir Zen ustasından bilgelik öğrenmek isteyen bir ziyaretçi ustaya “Yanlış yolda olduğumu kesinlikle biliyorum. Bana ne yapmam gerektiği hakkında nasihat verebilir misiniz?” diye sormuş. Ustanın yanıtı şu olmuş: “Ne hakkında konuşuyorsun?”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Usta, her şeyi bir anda yutmak ne anlama gelir?”. Usta: “O anda ben senin midendeyim”. Öğrenci: “Neden benim midemde oluyorsunuz?”. Usta: ”Sorunu tersine çevir”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Zen (Çincesi Çan) nedir?”. Yanıt “Bu sözden vazgeçebilirsin”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Şekil boşluktan başka bir şey değildir, sözünden ne anlamalıyım?”. Yanıt: “Sopa burnuna çarptı”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Her varlığı kapsayan bütünsel zihnin saflığı ne demektir?” Usta: “Hindistan’da olsaydın kollarını keserlerdi. Burada kendini cezalandır ve çık dışarı”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Her şeyin tek bir kaynaktan çıktığı söyleniyor. Bu tek kaynak nasıl bir şeydir, acaba?”. Usta: “Her sorunun bir yanıtı vardır. Çabuk yanıtı söyle”. Öğrenci: “Ne söylememi istiyorsun usta?”. Usta: “İlgisi yok” demiş.

Öğrenci ustasına sormuş: “Çözüm yolunu arıyorum ama bulamıyorum. Çözüm yolunu nasıl bulabilirim?”. Usta: “Çözüm yolu şu andaki arayışındadır.”

Öğrenci ustasına sormuş: “Aydınlanmak istiyorum. Bunun için kaç yıl çalışmam gerek?” Usta: “20 yıl”. Öğrenci: “Ya çok fazla gayretle çalışırsam?” . Usta: “30 yıl”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Usta, kadife kese içindeki inci sözü ile ne anlatılmak isteniyor?”. Usta: “Kesenin içini görmedikçe bilemezsin”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Aydınlanmış bilgelerin geleneğinde kutup yerinde duran büyük usta kimdir?”. Usta: “Kulağa hoş geliyor”.

Öğrenci ustasına sormuş: “Budha neden batıdan Çin’e geldi acaba?”. Usta: “Senin bu sorunla birlikte 20,000 fersahlık bir sıçrayış yaptım.” Öğrenci: “Verdiğin bilgi için teşekkür ederim”. Usta: “Söyle bakalım, bu dediğimden ne anladın?”.

Öğrenci sessiz kalınca, usta: “Şimdi git, 20 yıl sonra gel, geldiğinde sana 20 kere sopamla vuracağım”.

Tüm bu kısa hikayelerin yorumunu size bırakıyorum.

Cevher anlatılamaz
Tarih: 13:17 on 15/4/2006
İnsanların çoğu “hakikatte” asidirler. Hakikat sözünü “öz” olarak yorumlarsak, insanların yüzde kaçı kendi özleri ile bütünleşmiş durumdadırlar? Özellikle bilim adamları, doğayı ve olayları yorumlamak istediklerinden, öz ile ilgileri çok azdır, hatta hiç yoktur. Nedeni de öz denen asıl kaynağın ölçülemez olmasındandır.

Eskiler “öz” yerine “cevher” sözünü kullanmışlar. “Mücevher” sözü de günümüzde basitleşip “takı” olmuştur. Oysa ki takılan her süs bir mücevher değildir. Bir takının mücevher olması için elmas ve benzeri değerli taşlarla donanmış olması gerekir. Yani, bir cevher içermesi gerekir. Cevher ise kendi kendine bir varlığı olup gerçekleşmesi için başka bir nesneye ihtiyacı olmayan, şeklinde tanımlanır. Şu halde “cevher” için “öz” denebilir, çünkü öz de kendinden başka bir varlığa gerek duymaz.

Cevher veya öz maddi bir varlık sahibi değildir. Kaynaktır ama kaynaktan çıkan su değildir. Öz öyle bir kaynaktır ki biçimi yoktur. Şekli, biçimi ve maddi bir yapısı olmadığından sınırı da yoktur. Öz için “sonsuz” tanımını koymak da bir bakıma onu sınırlamak anlamına gelir. Çünkü matematik sonsuzluk tanımlıdır. (Bakınız Sonsuzluk Türleri başlıklı yazım).

O yazıda dedim ki: “Var olmak için insan düşünmek zorundadır ama düşünce yoluyla da varlığını anlaması mümkün değildir”. Bu ifadede “varlık” sözü ile “öz/cevher” kastedilmektedir. Şu halde bu kadar yazı yazdım, az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, bir de baktım ki bir arpa boyu yol gittim. Döndük dolaştık, gene de varlığın özüne ulaşamadık. Çünkü hep gözlem, deney ve tanımlarla uğraştık. Hiçbir şekilde öz denen cevherle ilgilenmedik.

Bundan sonra biraz da “öz” ile ilgili yazılar yazacağım. Ancak, bir bilim adamı olarak, tümüyle bilimsel gerçeklerden de uzaklaşacak değilim. Öz, denen varlığın hakikatine ulaşmak için sözler yeterli değildir. Önce bu gerçeği kabul edelim. Sonra da bu eksikliği gidermek için hikayelerden ve metaforlardan yararlanmayı deneyelim.

Çinli bir Budist rahip oldukça yaşlı imiş. Öğrencisi onun yakında öleceğini anlamış ve şu soruyu sormuş: “Usta, yakında sen bu dünyadan göçtüğünde senin öğretilerini yeni gelen gençlere nasıl anlatayım?” Usta hiç cevap vermemiş ve bir bardak su istemiş. Su bardağı gelince önüne koymuş ve suyu içmeden öğrencisine dönerek: “Ne demiştin?” diye sormuş. Öğrencisi aynı soruyu tekrarlayınca usta kalkıp sessizce odayı terk etmiş.

Bu hikayede ustanın davranışını herkes kendine göre yorumlayabilir. Benim anlayışıma göre, usta öğrencisine şu yanıtı vermiş: “Yeni gelen gençlere şu su gibi saf ol ve berrak (şeffaf) davran. Çünkü gerçek sözlerde değil, davranışlardadır”. Bu dediğimi usta da pekala diyebilirdi. Fakat o zaman kendi ile çelişkiye düşmüş olurdu. Çünkü sözlerin yetersiz olduklarını yine sözlerle açıklamış olurdu. Odayı terk etmekle yanıtında çelişkiye düşmeden istediği mesajı aktarmıştır.

Bir tane de bilge Nasreddin hoca hikayesi.

Timur Anadolu’yu işgal ettiği dönemde bilge insanlarla tanışmak istemiş. Bölgenin en bilge kişisi diye hoca Nasreddini huzuruna getirtmiş. Timur’un ilk sorusu şu olmuş: “Söyle bakalım bilge kişi, benim değerim ne kadar?”.

Nasreddin hoca hiç tereddüt etmeden “100 altın padişahım” demiş. Timur sinirlenmiş “Bre zındık, sadece benim üstümdeki şu kaftanın değeri 100 altın eder” diye bağırınca Nasreddin hoca: “Ben de zaten onu kastetmiştim padişahım” demiş.

Bu yanıtla Nasreddin hoca iki şey kastetmiş olabilir. 1. Senin hiçbir değerin yok. 2. Senin özün bir cevherdir ve cevher sayı ile aktarılamaz.


Hakikate ulaşmak
Tarih: 08:00 on 14/4/2006
Aşkınlık durumu olan “aşk” bir duygu bütünlüğü içerir. Aşık insan, beş duygusundan gelen verileri yorumlamakla ilgilenmez, onlarla bütünleşir. Yani, aşık olan insan için özne-nesne ayrılığı biter.

Genelde insanlar nesneleri kendilerinden ayrı görürler. Çünkü o nesnelerle yakın bir duygu bütünlüğü oluşturmazlar. Daha doğrusu duygularını düşüncelerinden ayıramazlar. Aşık olmak demek, duyguları düşüncelerden koparmak, düşünceleri geri plana itmek demektir. Ancak o zaman “aşk” denen duruma, boyuta ulaşılmış olunur. Aşık kişi öznesini nesnelerle bütünleştirebilen kişidir. Eğer nesnesi bir diğer cinse ait insan ise onunla öylesine bütünleşir ki, adeta “o kişi” olur. Daha da ileri düzeyi “o nesne” olmaktır.

Japon Zen Budizminde düşünceyi duygulardan koparma işlemine “düşünmemek” anlamına gelen “Hişiryo” denir. Bu durum “an” içinde var olup “bütünsel” olmak, şeklinde ifade edilebilir. Artık düşünce “bir şey hakkında düşünmek” değildir. Hişiryo durumunda düşünce “varlığın özü hakkında” düşünür, yani varlığın dış görünüşü ile değil hakikati ile ilgilenir.

Bu yazıya kadar yazdıklarımı okuduysanız, varlığın özünün bir örgü alanı olduğunu defalarca söylediğimi biliyorsunuz. Örgü alanı, yoğunluğu çok az olan simetrik yapıda sonsuz bir alandır. Ancak kendi içinde doğal titreşimleri de vardır. İşte Hişiryo durumu bu örgü alana benzer. Zihin herhangi bir konu veya nesne üzerine yoğunlaşmaz. Dingin fakat uyanıktır. Her şey olmaya hazırdır ama hiçbir şey değildir. Bu bakımdan her şey onun için aynıdır, çünkü “şey” yok olmuş “hakikat/öz” kalmıştır.

Bu duruma ulaşmak için “meditasyon” yapmak gerekir. Japonlar meditasyona “yapmadan oturmak” diyorlar. Yapmadan oturmak durumu 4 sonuca ulaştırır.

Özne-nesne ayırımı ortadan kalkar. “Gerçek aşk” durumunda olan budur.
Algılayış ve varoluş anlıktır. Algılara düşünceler ve varsayımlar karışmaz.
Bütüncül bakış gelişir. Nesneler düşüncenin kavramlarına kalıplanmaz.
Nesnelerin görüntüsüne değil hakikatine ulaşılır. Hakikat sözlerle açıklanamaz.

İşte bu dört durum tüm aşıkların ulaştığı durumdur. Bu bakımdan aşıklar hislerini sözle ifade etmekte güçlük çekerler. Anadolu aşıkları köy köy dolaşan ve bildikleri hakikatleri şiir ve saz yardımıyla anlatan bilge kişilerdi. Size, şimdi, büyük mistik şair Yunus Emre’nin kısa bir şiirini aktarmak istiyorum.

Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır

Söylemeğin harcısı gönüllerin pasıdır


Gönüllerin pasını eger sileyim der isen

Şol sözü söylegil kim, sözün hülasasıdır


“Külli Hak” dedi Çalap, sözü doğru desene

Bugün yalan söyleyen erte utanasıdır


Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan

Halka müderris ise hakikatte asidir.


Bu şiiri açıklayayım. “Harc” sözü “güç, kuvvet, yapıştıran” şeklinde anlaşılmalıdır. Binalarda tuğlaları birbirine yapıştırana da “harç” denir. “Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır” derken, “konuşmamaktan doğan güç en has konuşmaya bedeldir”, diyor. Konuşmanın gücü ise gönüllerin pasını silmesi bakımından önemlidir. Çünkü, hepimizin gönlünde pas oluşturan beklentiler, varsayımlar, ön-kabuller vardır.

En son iki mısraında ise bütünsel bakışın önemli olduğunu ve ayırım yapmadan, tüm var olanlara “bir göz” (vahdet gözü) ile bakmayanların bilgin (halka müderris) olsalar dahi hakikatte asi (aslında isyankar) olacaklarını söylüyor.

Aşırılık ve aşkınlık

Tarih: 09:32 on 13/4/2006
Küçük kıyamet denen oluşumun nedeni olarak “aşırılık” kavramından söz etmek istiyorum. Eğer bir sistem “aşırı” bir düzeye ulaşmışsa mutlaka çevresine zarar verir. Sadece çevresine değil, kendine de zarar verecek bir yapı oluşturur. Aşırılığı her düzeyde düşünebiliriz. Maddi, manevi, düşüncede veya nesnel yapılarda, canlı veya cansızlarda, aklınıza gelebilecek her türlü olgu ve oluşumda aşırılık zararlıdır.

Ancak zarar ile fayda el ele giden ve birbirlerini daima izleyen kavramlar olduklarından, aşırılığın sonucunda bir yapı bozulurken diğer bir yapı ortaya çıkar. Bu bakımdan iyi-kötü ayırımı da göreli olmaktadır. Çünkü yok olan yapı açısından aşırılık kötü sonuç vermiş ise, oluşan yapı açısından aşırılık iyi sonuç vermiştir.

“Aşırı” sözcüğünde aşmak, öteye geçmek, sınırı geçmek, haddini bilmemek gibi kavramlar gizlidir. Aşırı sözcüğü ne derece negatif çağrışımlar akla getiriyorsa, “aşkın” sözcüğü o derece pozitif çağrışımlar akla getirir. İnsan için amaç aşırılığı kontrol altına almak ama aşkınlığa izin vermektir. Çünkü aşkınlık “aşmak” sözcüğünü hatırlatsa da, aynı zamanda yücelmek, büyümek, gelişmek, olgunlaşmak kavramlarını da çağrıştırmaktadır.

Şu halde küçük kıyametin negatif yüzünde aşırılık, pozitif yüzünde aşkınlık vardır. İnsanın aşkın olması belli birtakım varsayımları ve toplum tarafından verilmiş olan katı kuralları aşması, onları daha üst düzeyden görebilmesidir. Eğer bu kurallara karşı verdiği tepki aşırı olursa hem topluma hem de kendine zarar verebilir. Fakat, aşırılığı kontrol altında tutup aşkın olmayı başarırsa, işte o zaman hem kendine hem topluma hayırlı işler yapabilir.

Tüm bilgelik okullarında en birinci söz “kendini bil” sözüdür. Bununla kastedilen “aşırılığı kontrol et ve haddini bil” gizli ifadesidir. “Haddini bilmek” sınırlarını, gücünü ve yeteneklerini tanımak, dolayısıyla kendini bilmektir. Bu duruma eskiler “edep” derlerdi. Bir ortamda veya bir toplulukta edep dahilinde konuşmak, davranmak ve dinlemek aşkın olmanın ilk adımıdır. Ne yazık ki günümüzde bu tür edepli davranmak pek fazla destek bulmuyor. Aksine, taşkınlık, aşırılık, gösteriş ve özenti içeren davranışlar destek görüyor.

Edep denen davranış tarzını ortaya çıkaran 3 tane ana kaynak vardır. Bunlar akıl, vicdan ve imandır. Akıl sayesinde davranışlarımızın aşırıya kaçmalarına engel oluruz. Vicdan sayesinde davranışlarımızın ölçülü, adil, hoşgörü ve sevgi dolu olmalarını sağlarız. İman ise, bizim sınırlı varlıklar olduğumuzu ve bizden büyük bir gücün bulunduğunu bize sürekli hatırlatması bakımından gereklidir. Eğer sınır kavramı ortadan kalkarsa, işte o zaman aşırılık ve haddini bilmezlik ortaya çıkar, eskilerin sözüyle “kantarın topuzu kaçar”.

Akıl, vicdan ve iman sahibi insan her durumda en uygun davranış tarzını seçmeyi başarır. Günümüzde “akıl” denince sadece mantık ve zeka akla geliyor. Oysa ki akıl hem mantık hem de sezgi içerir. İleriyi gören insan sadece zekasını ve mantığını kullanmaz, aynı zamanda sezgilerini de devreye sokar. Çünkü, bu anı doğru değerlendirmek için hem geçmişin hem de geleceğin bilgisinden yararlanmak gerekir.

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, şu an hem geçmişten hem de gelecekten etkilenir. Ancak geleceğin bilgisine nasıl ulaşılır? İşte aşkınlık denen durum bu bilgiye ulaşmanın boyutudur. Geleceğe sezgi ile ulaşabilmek için akıl ve mantığı aşıp ani bir sıçrama yapmak gerekir. Bu sıçrama zihinsel bir kırılma noktası gibi de görülebilir. Zen Budizminde “satori”, Hint Budizminde “pajna paramita” denen ani aydınlanma durumu bu kırılma noktasında ortaya çıkar.

Varlığın özüne ulaşmak için bu tür bir zihinsel sıçrama gereklidir. Varlık akıl ve mantık ile bir noktaya kadar anlaşılır ve açıklanır. Ondan ötesi ise aşkınlık gerektirir. Bu aşkınlığa ulaşıldığında sözler yetersiz kalır. Sonluluk sona erer ve an içinde sonsuza sıçrama yapılır. İnsandaki etkisi ise boğazda bir düğümlenme, güçlü bir farkındalık ve duygusal taşkınlık şeklinde olur.

Bu durumu sürekli yaşayabilmek elbette ki çok zordur. Fakat, bu düzeye ulaşmış ve yaşamlarına katmış olanların ifadesine göre aşkınlığı tanımlayan tek sözcük “aşk” sözcüğüdür. Çünkü aşk, aşkınlık durumudur da ondan.


Küçük kıyamet
Tarih: 07:46 on 12/4/2006
“Kıyamet” sözü her ne kadar dini bir anlam kazanmış olsa da bilimde de yeri vardır. Eğer bir sistemi oluşturan birimlerin arasında düzen biter ve sistem üst kritik noktaya ulaşırsa sistemde Küçük kıyamet denebilecek bir değişim olur. Bu duruma fizik biliminde “katastrof” adı verilmiştir ve Katastrof kuramı adı ile bilinen bir matematik yaklaşım da vardır.

Katastrof veya “Küçük Kıyamet” kuramı hakkında ilk bilimsel görüşleri Fransız matematikçi Henri Poincare (1854-1912) ileri sürmüştür. Hareketli sistemlerin denge durumu hakkında ileri sürdüğü fikirler “deterministik karmaşa” kuramının temelini oluşturmuştur. Poincare’nin yaklaşımında bir sisteme etki eden kuvvetlerin niceliği önemli değildir. Yani, sistemlerin özel durumu bu yaklaşımı ilgilendirmez. Hareketli sistemlerin genel özellikleri incelenerek geliştirilen matematik dalına “niteliksel dinamik” adı verilmiştir.

Niteliksel dinamik kuramı ile karmaşa kuramı yakından ilişkilidir. Çünkü her ikisinde “çatallaşma noktası” ve “acayip çekici nokta” önemlidir. Her iki kuramda, zaman içindeki gelişimi saptayabilmek için “an” göz önüne alınır. Belli bir andaki durumun bir sonraki anda ne şekilde değişeceği hem geçmişten hem de gelecekten etkilenir. Yani, gelecek tümüyle belirsiz değildir. Eğer sistemin hareketini tayin eden bir “acayip çekici” varsa ve sistem bu “çatallaşma” noktasına doğru gidiyorsa, sistemin geleceği de belli demektir.

Dolayısıyla, sistemin her an içindeki durumu hem geçmişin hem de geleceğin sonucudur. Bu görüşü insanlara uygularsak, insanların da kaderlerinde ölüm gerçeğinin bulunduğu bellidir. Çünkü çok parçacıklı sistemler doğal yapıları itibariyle karmaşa içerirler. Onların varoluşları karmaşa sayesinde olmuştur ve yok-oluşları da karmaşa sayesinde olacaktır.

Karmaşa kuramının bir diğer açılımı olan “Küçük Kıyamet (katastrof) kuramı” bir diğer Fransız matematikçi Rene Thom tarafından ileri sürülmüştür. Bu kuramın yaklaşımı benim ileri sürdüğüm “Üst kritik nokta” görüşü ile yakından ilişkilidir. Herhangi bir sistem, üst kritik noktasına ulaştığında ani bir değişiklik ve süreksiz bir sıçrayışla yeni bir yapıya dönüşür.

Her canlının doğumu ve ölümü bu yaklaşıma göre bir küçük kıyamettir. Hatta yaşarken dahi ani verilen refleksler bile küçük kıyametler olarak görülebilir. “Refleks” denilen davranış şekli bir dış etkiye verilen ani bir tepkidir. Yani, sistemin bir an içinde gelen etkiye tepki vermesi için sistemi oluşturan birçok düğümün (bölümün) hep birlikte işbirliği yapması ve üst kritik noktaya ulaşması gerekir.

Örneğin, bir tenis maçında saatte 200 küsur kilometre hızla gelen topu karşılaması için, oyuncunun raketini anında uygun yere uzatması ve üstelik topun tekrar istediği yere doğru geri gitmesini sağlaması için raketini belli bir açıda tutması gerekir ki bu tümüyle bir refleks sorunudur. Bunu sağlayabilmek için hem göz hem el, hem kol, hem bacak hem de tüm beden anlık işbirliği içine girmeleri gerekir. Bedenin bu şekilde anlık tepki verebilmesi böbrek üstü bezlerinden salgılanan “adrenalin” denen salgının artması sayesindedir.

Ani durumlarda, üst kritik noktaya ulaşıldığında, insanda salgı artışı olur. Salgı artışının en önemli kaynağı da safra kesesidir. Halk dilinde safra kesesine “öd” diyoruz. Anlık etkinin çok güçlü olması durumunda safra kesesi mideye bol miktarda asit yollar. Bu asit aslında yiyecekleri hazmetmek içindir. Fakat midede yiyecek olmadığında aynı durum oluşursa mide tepki verir ve bulanır. Aşırı öd salgısı durumunda insan ölebilir de. Aşırı korkudan ölen insanlar için “ödü patladı” diyoruz.

Bu durumu küçük kuşlarda izlemek mümkündür. Eğer serçe boyunda bir küçük kuşu avucunuza alırsanız korkudan ödü patlar ve ölebilir. Yani salgı bezlerinden veya beyinden çıkan ve "neurotransmitter" denen uyarıcıların etkisiyle sistem üst kritik noktaya öyle hızlı ulaşır ki ani kırılma oluşur. İnsanlarda “panik atak” denen durum veya ani bayılmalar sistemin bu kırılma noktasına ulaşması ile ilgilidir.

İnsan için kırılma noktasına ulaşmak her zaman kötü sonuç vermez. “Kıyamet” ayağa kalkmak olduğuna göre, ayağa kalkan sistem yeni bir güç kazanmış ve mücadeleye devam etmek için hazır duruma gelmiş demektir. Küçük kıyamet bazı durumlarda faydalı da olabilir.
 

 

Farkında olmak
Tarih: 08:26 on 7/4/2006
Bir önceki yazımda “Atalet yasasını yenip nesneleri harekete geçirmek için onlara kritik miktarda enerji vermek gerekir. İnsan boyutunda bu duruma “onları ikna etmek” diyoruz.”, dedim.
 
İnsanlar dıştan ikna edilebilirler, bu mümkün, fakat asıl önemli olan insanın kendi kendini ikna etmesidir. İnsanlar herhangi bir konuda karar almaları için ikna olmaları gerektiğine göre davranışlarını etkileyen kendilerini ikna eden etkenlerdir. Bu etkenler dıştan gelebileceği gibi içten de gelebilir. Hatta, diyebiliriz ki, sadece içten gelen etkenlerdir. Çünkü insanların düşüncelerini ve dolayısıyla davranışlarını, inançları, varsayımları ve olaylara bakış açıları etkiler.
 
İşte tüm bu inançlar, varsayımlar ve ikna edici etkenlerin topuna birden “farkındalık” demek mümkündür. İnsanların dış dünyayı yorumlamaları farkındalık düzeyleri ile ilgilidir. Gelen etkilere verilen tepkiler de farkındalık düzeyinin ölçütü olarak görülmelidirler. Farkındalık düzeyi arttıkça insana bir dinginlik gelir ve etrafına huzur ile sevgi yayar. Çünkü farkına varan insan dengeye gelmiş demektir. Denge durumu da dinginlik, huzur ve sevgi olarak belirir. Huzursuzluk, korku, telaş, panik gibi ruh halleri (davranış türleri) içteki dengesiz durumla yakından ilgilidir. İçte dengeye varan insan dışta da denge sergiler.
 
Denge durumu, her var olan nesnenin (canlı veya cansız) ulaşmak istediği ve bir noktada zorunlu olarak ulaştığı bir durumdur. Hiçbir yapı sürekli dengesiz var olmaya devam edemez. Peryodik (kendini tekrarlayan) hareketler de denge durumunun göstergeleridir. Bu yüzdendir ki doğada yayılan dalganın hareketi, titreşimi ve salınımı peryodiktir. Çünkü tekrar edilen harekette mutlaka bir “acayip çekici nokta” vardır (Bakınız Altın Oran  başlıklı yazım).
 
Farkında olmanın şartlarından biri “an” içinde bulunmaktır. Yani, ne geçmişin hayalleri ne de geleceğin ümitleri önemlidir. Önemli olan şu anda karşımızda duran etkiyi doğru değerlendirmek ve gerekli tepkiyi doğru vermektir. Bu tepki korkudan türerse ya olaydan kaçarız, ya görmezden geliriz veya kızarak tepki veririz. Oysa ki farkındalığımız yüksek ise tepki versek de bu tepki ne korkudan türemektedir ne de kızgınlık içermektedir. Doğru tepki, insanın kendisine olan özgüveni ve tutkularından kurtulmuş olması ile yakından ilişkilidir.
 
Özgüven sahibi olmak ve tutkulardan kurtulmuş olmak için öncelikle saflaşmak, yani benliğimizi saran yapay örtüleri terk edip öz varlığımızla bütünleşmek gerekir. Öz varlığımız bizim asıl dokumuzdur. Varlığımızı bir kumaşa benzetirsek, öz varlık kumaşın dokuması, benlik ise kumaşın üzerindeki motiflerdir. Motifler kumaşın kendisi değil, görüntüsü ve süsüdürler. Kumaşın kendisi ise hem kumaşın malzemesi hem de dokunuş kalitesidir. Malzemeyi değiştirmeye gücümüz yetmez. Bu malzeme doğa tarafından verilmiştir. Fakat malzemenin dokunuşu bize aittir. Düğümlerin sıklığı veya seyrekliği, düğümler arası bağların güçlü veya zayıf olmaları hep bizim elimizde olan, bizim oluşturduğumuz bir yapıdır.
 
İnsanın öz varlığını güçlendirmesini, kumaş örneğinde dokumanın kaliteli, düğümlerin güçlü ve düzgün olmalarına benzetebiliriz. Bunun için hem bilgi hem de sezgi yönümüzü kuvvetlendirmemiz gerekir. Sadece bilgiye önem verirsek bizden daha bilgili kişilere gereğinden fazla önem verir, onların her sözünü mutlak doğru sanırız. Sadece sezgiye önem verirsek dış dünya ile olan bağımızı koparırız. Fakat hem iç hem de dış dünyadan kaynaklanan bir farkındalık düzeyine ulaşmak istiyorsak, bilgi ile sezgiye eşit derecede önem verip, eşit derecede yararlanmalıyız.
 
Farkında olmak için ikili mantığın esiri olmaktan kurtulmak gerek. Bu sözle ikili mantığı terk edelim demiyorum. Fakat, ikili mantığın esiri olmayalım diyorum. Bir olay birçok nedenden kaynaklanabilir. Tek bir etkiye verilen tepki de tek olur. Oysa ki farkındalık düzeyi yüksek olan kişi birçok nedeni aynı anda göz önüne alıp gerekli tepkiyi bilgi ve sezgileri ışığında verir. Tepkileri “sterotipik” (hep aynı düzeyde) olmaz. Bu bakımdan farkındalık düzeyleri yüksek olan insanlar toplumun genel kabul ve inançlarına uymayan düşünce ve görüş sahibi olabilirler.


Korku harekete geçirir
Tarih: 11:10 on 6/4/2006
Her etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluştuğunu söyledim. Şu halde herhangi bir etki yoksa sistemler bulundukları durumu devam ettirmek isterler. Bu bir yasa olup her sistem için (canlı veya cansız) geçerlidir. Bu yasaya “ atalet veya eylemsizlik yasası” denebilir. İnsanlara uygulandığında bu yasaya “tembellik yasası” da diyebiliriz.
 
Nesneler eğer durmakta iseler veya sabit hızla hareket halinde iseler aynı konumlarını sürdürmek isterler. Eğer bu konumlarını değiştirmek isterseniz bir etki yapmanız gerekir ki, bu etkiye “kuvvet” adı verilmiştir. Her kuvvete bir karşı kuvvet oluştuğuna göre nesnelerin karşı kuvvet oluşturan özelliklerine “kütle” diyoruz. Yani kütle kavramı nesnelerin hareketi sağlayan etkiye karşı oluşturdukları tepkiden başka bir şey değildir.
 
Bu bakımdan hem “kuvvet” hem de “kütle” etki-tepki yasasının sonucu olarak bizim tanımlamış olduğumuz kavramlardır. Bir elementer parçacığın kütlesinden söz etmek demek onun durağan enerjisinden söz etmek demektir. Çünkü enerji ile kütle E = mc2 bağıntısı ile verildiğinden hareket halinde olmayan bir parçacığın enerjisi onun kütlesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa ki hareket halinde olmayan hiçbir nesne (parçacık) yoktur. Her nesne bir dalga olduğundan dalganın kütlesinden söz edilemez. Ama hesap sonucu bulunabilir.
 
Hiçbir sistem durduğu yerde konumunu değiştirip eylem yapmak istemediğine göre hareket denen eylem neden ortaya çıkar? Yani, hareketin esas nedeni nedir? Bu soruya “dıştan etki eden kuvvetler vardır da ondan” şeklinde bir yanıt vermek bir totolojidir. Çünkü “kuvvet” oluşması için önce bir etkinin bulunması gerekir. Soru bu etkinin oluşmasına neden olan sebep ile ilgilidir.
 
Asıl sebebi şu şekilde özetleyebilirim: Varlık var olmak zorunda olduğu için dalgasal hareket içinde bulunması gerekir. Bu dalgasal hareket de sürdüğü müddetçe varlık var olmakta devam eder. Ancak dalgalar birbirleri ile girişime girdiklerinden birbirlerini etkilerler ve sonuçta her dalga sönümlü olmak zorunda kalır. Yani dalgalar sönümlü olmak zorundadırlar. Her dalga varlığını sürdürmek için çizgisel-olmayan (non-lineer) bir etkileşme içinde bulunması gereklidir. Bu durumda dalgalar bir-araya gelerek bir dalga paketi oluştururlar. Canlılarda bu duruma “doğum” diyoruz. Ancak dalga paketi bağımsız olamaz. Daima diğer dalga paketleri ile etkileşir ve etkilenir. Bir süre sonunda da şekil değiştirir. Biz bu duruma da “ölüm” diyoruz.
 
Fakat hem doğum hem de ölüm enerjinin dönüşümünden başka bir şey değildir. Enerji dönüşür ama yok olmaz. Enerjiyi muhafaza etmek (korumak) veya mümkünse arttırmak var olmanın birinci şartıdır. İşte enerji korunumu yasası bu yüzden, varlığın varlığını korumak ve sürdürmek gereksiniminden doğmaktadır. Bu yasa aynı zamanda “atalet yasası” gereği oluşmaktadır. Atalet yasasının da esas kaynağı etki-tepki yasasıdır.
 
Atalet yasasını yenip nesneleri harekete geçirmek için onlara kritik miktarda enerji vermek gerekir. İnsan boyutunda bu duruma “onları ikna etmek” diyoruz. İnsanları ikna etmeden onlara herhangi bir iş yaptırmak mümkün değildir. bunun için de çeşitli metotlar bulunmuştur. En etkin metot da “korku metodu”dur. İnsanları korkutarak ikna edebilirsiniz. Peki korkunun kaynağı nedir? Korkunun kaynağı gene etki-tepki yasası ile açıklanabilir.
 
Bir insan durumundan memnun ise hiçbir değişiklik istemez. Ama onun durumunun kötüleşeceği kanısı uyanırsa korku ortaya çıkar. Bu kanı gerçek de olabilir, yapay da olabilir. Yeter ki insan böyle bir kanıya kapılsın. İşte o zaman korkunun etkisi onun tepkisini tetikler ve hareket oluşur. Yok olma korkusu en büyük korkudur. Bu korku her var olanın içinde bulunan temel bir korkudur. Var olan her nesne bu korku sayesinde var olmak için tepki verir. Bu korkuya “yok olma korkusu” da diyebiliriz.
 
Her ne kadar “korku” kavramını sadece canlı varlıklara özel bir duygu olarak tanımlıyor isek de, korkunun her var olanda etki-tepki yasası gereği, zorunlu bir şekilde, bulunduğu sonucuna varmaktayız.

Alıntı:  http://bilgisev.blogcu.com/

 

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkiye / Denizli 

Ana Sayfa / index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2   

 

Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru

 

Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)

 

New World Order(Macro Philosophy)/ Astronomy