|
Zaman Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90
05366063183 - Turkey / Denizli
Varlık hakkında
Tin ve Ruh
Tarih: 11:20 on 27/12/2006
Tin hakkında bir miktar
açıklama yapmak gereğini duyuyorum. Çünkü, genelde “Tin” deyince “Ruh”
akla geliyor. Oysa ki tin ile ruh farklıdır. Tin insan ürünü bir soyut kavram
olup, ruh tanrısal nefes olarak da tanımlanabilir. Yani, ruh insan
ürünü değildir. Tin ise değişken ve tarihseldir. Ayrıca, tin kişisel bir olgu
olsa da büyük çapta toplumun üretimidir. Çünkü, bir önceki yazımda belirttiğim
gibi, insan bio-psiko-sosyal bir yapıya sahiptir. Tin bu yapının psiko-sosyal
bileşenidir.
İnsan Psikolojisini büyük miktarda yakın
çevresi, çok az miktarda da kalıtımı şekillendirir. Ama tinin en önemli öğesi
toplumdan gelen kültürel öğedir. Toplum içinde yaşamayan tümüyle yalıtık
yaşayan insanlarda (örneğin keşişlerde, Budist tapınaklarda yaşayan lamalarda)
toplumun etkileri olmayacağından tin yönleri zayıf, ruhsal boyutları yüksek
olur. Onların da elbette ki yakın çevrelerini oluşturan sosyal çevreleri
vardır. Ancak, bu tür ortamlarda yaşayanların görüşü ve düşüncesi aynı
olduğundan sosyal etki oldukça zayıf kalır. Kapalı ortamlarda insan
psikolojini duyular, duygular, düşünceler ve ruhsal deneyimler şekillendirir.
Toplum içinde yaşayan insanlarda ise ruhsal boyut zayıf, tin boyutu kuvvetli
olmaktadır.
Bir sanatçıya bakalım. Eserini üretirken hem tin
boyutundan hem de ruh boyutundan ilham aldığı görüşündeyim. Toplum onu etkiler
ve bir noktada sanatına toplumun değerlerini yansıtır. Ama, sanat eserinde
toplumda bulunmayan bir özellik, bir yenilik varsa, bilin ki bu yeniliği
ortaya çıkaran akıldan çok sezgi, yani ruhsal boyuttur. Demek ki, ruhsal boyut
sezgi boyutudur. Bu boyutu da akıl ve mantık kavrayamaz.
Evrenin ve insanın bir bütün oluşturduğu,
birbirlerinin birer holografik benzeri olduğu görüşü sadece akılla ulaşılan
bir sonuç değildir. Aynı zamanda sezgi ve tin de işin içine karışmaktadır.
Çünkü tin, sayesinde günümüzün bilimi gelişmiştir ve bu bütünselliği görmemize
yardım eden gene günümüzün bilimidir.
Sosyal ortam içinde yaşayan insanın kendi ruhsal
boyutu ile iletişime girmesi zor olsa da imkansız değildir. Bunun için bir
miktar sosyal ortamdan geri çekilmesi, kendine özel, tek başına kalabildiği
bir süre tanıması gerekir (Bkz. Yalnızlıktan korkmayın başlıklı yazım).
Tinsellik bir iç deneyim ile “bize dönük bir
gerçeklik” olarak anlaşılabilir. Sadece toplum kültürü tinselliği anlamamıza
yetmez. Kendi psikolojik yapımızı da gözlem altına alıp, kendimizi analiz
etmeyi başarabilmeliyiz. Varsayımlarımızı, ön kabullerimizi, zaaflarımızı ve
tutkularımızı da korkmadan masaya yatırmalıyız. Bu bakımdan tinsel boyutumuzu
anlamak herşeyden önce bir “öz eleştiri” gerektirir. Bu davranışa
eskiler “levm etmek” (kınamak) demişler. Günümüzde ise bu yaklaşıma “kritik
gözle bakmak” diyebiliriz.
Kendine kritik gözle bakmayan, eleştirmeyen
insan, benlik boyutunda herhangi bir gelişim veya değişim de sağlayamaz.
Eleştiri sadece negatif olarak anlaşılmamalıdır. Eleştirinin aynı zamanda
pozitif yönü de vardır. İnsanın yaşamına anlam katması, farklı bir görüş
geliştirmesi için eleştiri gereklidir.
Şu halde insanın kendi tinini anlaması için
kendi psikolojisini analiz etmesi ve kendi içine bakması önemli olduğu kadar,
içinde yaşadığı toplumu da eleştirip anlaması ve dışa bakarak tarihsel
gelişimi anlamlandırması gereklidir. Çünkü akvaryumda yaşayan balık gibi,
insan toplum kültürünün içinde yaşamaktadır. Toplum içinde var olmasını ve
yaşamını sürdürmesini sağlayan da dildir. Şu halde, tinselliği ancak dil
yardımıyla anlayabiliriz. Ama, ruhsallık için dile gerek yoktur. Ruhsal
yönleri öne çıkmış olan kişilerin neden daha az konuştuklarını bu açıklamalar
ışığında daha iyi anlayabilmekteyiz.
Ruhsallık ile tinselliğin ortak ifadesi dil
içermeyen sanatta, örneğin resim, müzik ve heykel sanatında ortaya çıkar.
Hatta mimari eserlerde bile ruhsallık ile tinsellik ortak bir ifade alanı
bulurlar.
Tanrı-İnsan-Evren üçlüsü
Tarih: 07:38 on 26/12/2006
Şu yazıya kadar varlığı
birçok yönleri ile inceledim. Varlık-insan ilişkisini oldukça ayrıntılı bir
şekilde ele aldım. Fizik ve Metafizik başlıklı ilk yazımda dedim ki: “Günümüzde
Metafizik
ile, fiziksel olmayan, ruhsal alemle ilgili görüşler içeren disiplinler
anlaşılmaktadır”.
Artık bu konuya girmenin ve buraya kadar yapmış olduğum açıklamalar
doğrultusunda nasıl bir Tanrı anlayışının ortaya çıktığını tartışmanın vakti
geldi kanısındayım.
Özne Enerjisi başlıklı
üçüncü yazımda dedim ki: “İnsan anlamsız bir eylem yapamaz. İstese de
yapamaz. Ama, bana anlamlı gelen eylem size anlamsız gelebilir. Demek ki,
“anlam” kişiseldir. Her insana göre farklıdır. Dolayısıyla “Anlam
görelidir”. Şu halde anlam içeren kavramlar da görelidir”.
Evreni anlamaya çalışan
insan kendisi ve çevresi ile ilgili anlam üretmek zorunda olduğundan
mitosları, destanları ve giderek bilimi oluşturmuştur. Çünkü toplumu bir arada
tutabilmek için ortak görüşlere, amaçlara, ideallere sahip olmak gerekir.
İnsan bir Bio-Psiko-Sosyal varlıktır. Ne sadece bedensel biyolojiden
ibarettir, ne sadece düşünce ve duygudur, ne de sadece sosyal bir canlıdır.
Her üçünün ortaklaşa ürettikleri bir üründür.
Psiko-Sosyal yönü biyolojik yönünden esastan
ayrıdır. Biyolojik bedenimiz bize doğuştan verilmiştir. Onu değiştiremeyiz,
ama psiko-sosyal yönümüz doğuştan verilmemiştir. Onu biz yaratırız. Her toplum
her dönemde bir psiko-sosyal insan türü üretmiştir. Bu yönümüze ben TİN
diyorum. Tin, yani Geist, insanların tarih içinde ürettikleri bir
yapıdır. Şu halde Tin Tarihseldir. Bugünün insan tini bundan birkaç
yüzyıl önceki insan tininden çok farklıdır. Fakat “tarih tekerrürdür” derler.
Tarih tekrar eder ne demektir? Şu demektir: belli dönemlerde üretilmiş olan
Tin aradan birçok yüzyıl, hatta binyıl dahi geçse yeniden ortaya çıkabilir.
Aynen değil elbet. Değişerek ve dönüşerek, fakat kendine benzeyerek.
Ön-Türklerle ilgili yazdıklarımı okuduysanız
onların belli bir tin sahibi olduklarını hemen anlarsınız. Onların psiko-sosyal
yapılarında “Tanrısal yönetici” veya “Tanrıdan türemiş ve tekrar Tanrı
ile bütünleşen” bir yönetici düşüncesi vardı. Bugün aynı kavram şu şekilde
ortaya çıkmaktadır.
İnsan evrenin holografik bir yansımasıdır. Daha
doğrusu insan ile evren arasında bütünsel bir ilişki vardır. Biri diğerinden
kopamaz. İç-içedirler. Şu halde Tanrı evrenin ve insanın yaratıcısı olarak
onlarla iç-içedir ve üçü arasında bütünsel bir ilişki vardır. Bu görüş
Ön-Türklerin “yönetici” kavramını her bir insana yansıtmak veya aktarmak
şeklinde anlaşılabilir. Eskiden sadece yöneticilere ait olan güçler ve
yetiler, günümüzde her bir insanda bulunmaktadır.
Günümüz bilimine göre Tanrı-insan-evren üçlüsü
bir üçgenin köşeleri gibi birbirlerinden ayrı ve kopuk değildir. Yukarıdaki
resmin sağ tarafında görüldüğü gibi içi-içedirler. Dikkat ederseniz hem insan
hem de evren aynı yapıdadır. Biri diğerinin küçültülmüş bir modeli gibidir.
Ayrıca kimin kimi yarattığı da açıkça belli değildir. Acaba merkezde duran
insan mı evreni yaratmaktadır? Yoksa evren kendi küçük kopyası olan insanı mı
yaratmıştır? Bir de Tanrı bu yapı içinde midir, dışında mı? Tanrı hem insanı
hem evreni aynı temel ilkeler çerçevesinde yaratmıştır. Şu halde resmin tümü
Tanrıyı yansıtır.
Dikkat ederseniz bu bakış açısı ile Tengri
damgası büyük çapta örtüşmektedir (Bkz. Eski Damgalar başlıklı
yazım). İnsan evrenin bir küçük modeli olmaktadır. Fakat yukarıdaki resimde
insanın içini siyah çizdim. Çünkü insan kendi içini tanımıyor. İnsan hala
bugün bile kendisi için bir Meçhul’dur, bilinmeyendir. Bu bakımdan eski
bilge kişiler “Kendini tanı” demişlerdir.
Bir bakıma böyle olması, insanın kendini tam
olarak tanımaması, doğaldır. Çünkü insan sabit değişmez bir yapı değildir. Her
tarihi dönemde farklı bir tin sahibi olmuştur. Doğayı, evreni hatta Tanrı
kavramını dahi farklı şekillerde yorumlamış ve anlamlandırmıştır.
İndigo dergisi
Tarih: 07:41 on 8/11/2006
Bu ayki İndigo dergisine bakarsanız Olasılıklar Fiziği Kuantum başlığı altında
benimle yapılmış olan bir röportajı okuyabilirsiniz. Size sorulmuş olan soruları
ve vermiş olduğum yanıtları aşağıda aktarıyorum.
Kuantum sözü Almanca olup “miktar” demektir. Bu sözü ileri sürmüş olan fizikçi
Max Planck enerjinin bölünemez en küçük parçası olarak tanımlamıştır.
Kuantum fiziği nedir?
Kuantum Fiziği doğanın en küçük parçaları ile ilgilenen bir kuramdır. İlgi
konusu içine atomlar, atom çekirdekleri, bu çekirdeklerin yapıları ve onları
oluşturan parçacıklar ile bu parçacıklar arası etkileşimlerdir.
Klasik fizik ile kuantum fiziği arasında ne fark vardır?
Klasik fizik ile Kuantum fiziği arasında birçok fark vardır. Bunlar kısaca:
Klasik fizikte uzay ve zaman süreklidir. Kuantum Fiziğinde süreksiz ve
kesiklidir. Bu bakımdan Klasik fizikte nesnelerin özellikleri sürekli birer
değişkendir. Oysa ki Kuantum Fiziğinde tüm bu değişkenler süreksiz olup ani
sıçrayışlarla bir durumdan diğerine geçiş olur.
Klasik fizikte determinizm yani “belirlilik” vardır. Oysa ki Kuantum fiziğinde
olaylar determinist olarak gelişmezler. Daima belli bir olasılık yüzdesi
bulunur.
Klasik fizikte bulunan determinizm nesnellikle el ele gider. Yani, nesnelerin
birbirlerinden bağımsız oldukları ve her bir nesnenin çevresinden yalıtılarak
incelenebileceği inancı ve görüşü vardır. Oysa ki Kuantum Fiziğinde nesneler
birer enerji dalgası olarak görüldüğünden klasik anlamda “nesnellik”
kaybolmaktadır. Yerine bütünsel bir etkileşim ve evrende sıçramalarla değişim
kavramları ileri sürülmektedir.
Kuantum Kuramı gözlenen ile gözleyeni ayrı saymaz. Yani, biri diğerini etkileyip
değiştirebilir. Bu bakımdan bağımsız nesne kavramı yok olduğu gibi etki edip
dönüştürme yeteneğinin sadece canlılara ait olmadığı da söylenebilir.
Kuantum potansiyeli nedir?
Her nesne dalga paketi şeklinde düşünüldüğüne göre bu paketi bir arada tutan bir
potansiyel söz konusudur. Potansiyel Enerji her nesnede bulunan bir özelliktir.
Nedeni ise hiçbir nesnenin tek başına olmadığı ve çevresi ile birlikte
düşünülmesi gerektiğidir.
Kuantum Fizikçileri herşeyin düşünce ile yapılabileceğini söylemektedirler.
Bu nasıl mümkün olmaktadır?
Düşünce bir enerji türüdür. İnsanlar bir eyleme başlamadan önce onu düşünce
boyutunda hayal ederler. Örneğin siz masa üzerinde duran bir bardağa doğru
elinizi uzatırken önce bir istekte bulunmanız ve sonra bu isteği eyleme
dönüştürmeniz gerekir. Gözleyen ile gözlenen birbirlerini değiştirdikleri
gerçeğinden hareketle önce ilgi, sonra istek ve en son da eylem gerçekleşir.
Einstein'ın görelilik kuramında da zaman ve mekan sürekli ve ölçülebilen
değişkenlerdir Oysa ki Kuantum kuramında durum tamamen farklıdır.Bu nasıl mümkün
olabilmektedir?
Einstein’ın Görelilik Kuramı klasik kavramlardan hareketle gelişmiştir. Yani,
uzay ve zaman sürekli olarak düşünülmektedir. Klasik fizikten farkı sürekli olan
uzay ve zamanın hıza bağımlı oluşlarıdır. Oysa ki Klasik fizikte hız uzay ile
zamanın bir fonksiyonudur. Görelilik kuramında hız öncelikli bir kavramdır ve
ışık hızı sabittir. Görelilik kuramına göre hiçbir etkileşme ışık hızından daha
hızlı bir şekilde gerçekleşemez. Kuantum kuramı bu tür bir kısıtlama
getirmediğinden etkileşmeler anında ve ışık hızından daha hızlı oluşabilir.
Kuantum kuramında zaman kavramı yerine “an” kavramı geçerlidir. Her olay bir
anda oluşur ve bu bakımdan olaylar arasında süreklilik geçerli olmaz. Ancak
olaylarda nedensellik istendiği için bu nedenselliği koruyacak ara parçacıklar
(dalgalar) aranır ve de deneysel olarak bulunmaya çalışılır. Kuantum Kuramına
göre evrende süreksiz bir bütünlük vardır ve her nesne diğer her nesne ile
anında etkileşir.
İnsanlar neden zamanı sürekli akan birşey gibi algılıyorlar?
Çünkü bizim varlığımızı sürdürmemiz için sürekli zaman kavramına gerek duyarız
da ondan. Aslında süreksiz olan ve ard arda dizilen anları biz birleştirerek
zamanı yaratırız. Eğer bunu yapmasak bellek oluşamaz ve olaylar arasındaki
ilişki sürekli bir şekilde gelişemez. Belleğini kaybeden insanların nasıl da
boşlukta kaldıklarını biliyoruz. Anlam üretmek için bellek şarttır. İnsan ise
anlam üreten bir varlık olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan zamanı ve mekanı
sürekli olarak tanımlamak duyuların yapısında bulunmaktadır.
Bu durumda geçmiş ve gelecek diye birşey sözkonusu değilse bu, kaderin olduğunu
göstermektedir. Kader var ise" o halde özgür irade hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Zamanın anlardan oluşmuş olması geçmiş ve geleceği yadsımaz, dışlamaz. Gelecek
olacaktır ve geçmiş de elbette ki olmuştur. Fakat mutlak kadercilik inancı
yanlıştır. Çünkü her an belli bir olasılıkla oluşmaktadır. Bu olasılık da
belirsizlik içerdiğinden mutlak bir kaderden söz edilemez. Ancak, dönüşüm söz
konusudur. İnsan için doğum ve ölüm mutlak olup kaçınılmaz dönüşüm noktalarıdır.
Fakat arada özgür irade ile istekte bulunmak ve bu istekleri eyleme dönüştürmek
mümkündür. Özgür irade bilinç gerektirir. Bilinçsiz yapılan eylemler özgür
değildirler. Örneğin etki-tepki mekanizması içinde gelişen eylemler özgür olarak
tanımlanamazlar.
Takiyon enerjisi nedir?
Takiyon, ışıktan hızlı hareket eden bir parçacık veya dalga olarak
düşünülmelidir. Deneysel olarak doğrudan gözlenmiş olmasa da kuramsal bir
varlığı kabul edilmektedir. Işıktan hızlı hareket eden parçacıkların kütleleri
sanal olup hareket yönleri de gelecekten geçmişe doğrudur. Henüz olmamış bir
gelecekten nasıl bilgi aktarımı olabilir? Şeklinde bir soru akla gelebilir.
Bunun yanıtı Takiyonların bizim evrenimize ait olmadıkları ve kendi evrenlerinde
geçmişten geleceğe doğru hareket ettikleridir. Getirdikleri bilgi dağıtıcı
olmayıp toplayıcıdır. Yani Termodinamiğin ikinci yasasının tam tersini yaparlar.
Bu yasaya göre her nesne topluluğu zamanla karmaşaya dönüşür. Takiyonlar ise
karmaşayı düzene dönüştürürler. Bu bakımdan zamanda tersine hareket ettikleri
görüşü ileri sürülebilir. Onların enerjisi düzenleyici ve toparlayıcıdır.
Sanal kütleli olduğu söylenen takiyonların bizim evrenimizle etkileşmelerini
sağlayan nedir?
Işıktan daha hızlı hareket ettiklerinden onların yavaşlamaları halinde ışık
hızına yaklaşarak bizim evrenimize “Tünel olayı” ile geçebilirler. İşte bu sınır
bölgede etkileşime girmeleri mümkündür. Fakat etkileşim son derece kısa bir
sürede oluşup sona erer. Bu bakımdan deney aletlerimizle gözlenmeleri mümkün
olmamıştır. Fakat ilerde belki de gözlenmeleri sağlanacaktır. Şu anda dolaylı
olarak varlıkları kabul edilmektedir.
Takiyon evreni ile bizim etkileşime girmemiz nasıl mümkün olabilir?
Takiyonların da kendi evrenleri vardır. Işıktan hızlı bir şekilde kendi
evrenlerinde dolanırlar. Bu hızın üst sınırı olmadığından anında uzayın her
yarinde bulunabilirler. Evrendeki bütünsel etkileşmeyi ve haberleşmeyi sağlayan
da onlardır. Bizim insan olarak ışıktan hızlı hareket etmemiz mümkün olmasa da
düşünce boyutunda buna bir engel yoktur. Bu konuda özel yeti sahibi insanların
bulunduğu görüşündeyim.
Evrende, canlı-cansız ayırımı anlamsızdır. Hareketli ve hareketsiz maddeler
ayrılamayacak kadar iç içedir ve yaşam da evrenin bütünlüğü içinde
sarmalanmıştır. Bilincin, yaşamın ve gerçekte herşeyin evrenin dokusunu
oluşturması, şaşırtıcı sonuçlar verir. Hologramın bir parçasının, tümün
özelliklerini içermesi gibi; eğer ulaşmasını bilirsek, baş parmağımızın ucunda
Andromeda galaksisini bulabiliriz! Kleopatra ile Sezar'ın buluşmasını da!
Prensipte, geçmiş ve gelecek, uzay ve zamanın, küçük bir kıvrımında yer
almaktadır. Aynı şekilde, vücudumuzdaki her hücre, tüm kozmosu içerir. Her
yağmur damlası ve her yaprak da!..
İnsanlık Bütün bunların bilgisine sahipken neden henüz
gerçekleştirememektedir?
İnsanlık tüm bunların bilgisine ve bilincine doğu düşünce okullarında
ulaşmıştır. Örneğin, Tasavvuf ehli kişiler, Sufiler, Hint mistikleri, Budist
rahipler bu gerçekleri asırlardır yazıyorlar ve söylüyorlar. Fakat batı
düşüncesinde nesnellik öncelikli olarak savunulduğundan, her bireyin kopuk ve
bağımsız bir varlık olduğu görüşünden hareketle “ben” (ego) merkezli felsefeler
geliştirilmiştir. Kuantum Kuramı sayesinde nesnelliğin geçersiz olduğu görüşü
batı düşüncesinde yer etmeye başlamış, nedensellik yeni bir bakışla sorgulanır
olmuştur.
insanlığın fiziksel olarak zamanda yolculuk yapması mümkündür? Bu nasıl ve ne
zaman mümkün olabilir?
Şu anda mümkün olmasa da ilerde olmayacağını kimse iddia edemez. Ancak düşünce
boyutunda buna hiçbir engel yoktur. Her gece gördüğümüz rüyalar belki de zamanda
yolculuk ile gerçekleşmektedirler. Bu konuda kesin bir yargıya varmanın erken
olduğu görüşündeyim.
Gelecekten geçmişe doğru yolculuk yapmak ve geçmişini istediği şekilde
değiştirmek, bulunduğu geleceği de değiştirmez mi?
Maddesel olarak zaman yolculuğu mümkün olmasa da düşünce boyutunda hem geçmiş
hem de gelecek sürekli şekillenmekte ve yorumlanmaktadır. Bu yoruma bir bakıma
“değiştirmek” de denilebilir. Tarih bilinci evrensel olmayıp bir toplumdan
diğerine değişiklikler içerdiğini hepimiz biliyoruz. Geleceği de geçmişin
yorumları üzerine oturttuğumuz bir gerçektir.
Burada tek bir gerçeklikten söz edebilirmiyiz?
Asla, gerçeklik tek değildir ama “hakikat” tektir. Bu bakımdan “gerçeklik” ile
“hakikat” farklı düşünülmelidir. Gerçeklik görelidir ve her topluma hatta her
insan göre farklı olabilir. Ama, hakikat değişmez. Çünkü nesnelerin hakikati
tektir ve teklikle bütünleşmiş durumdadır. Çoklu hakikat boyutunda yanıltıcı
olup tekliğin bir gölgesi veya yansıması olarak düşünülmelidir.
Bütün bu kuramlar, fizikselde, yapılabilirliği gerçekleşmediği sürece insanlığa
ne gibi fayda sağlar? Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
İnsanlar hakikatin tekliğine ulaşmadıkça bölünmeler ve çatışmalar kaçınılmaz
olacaktır. Kuantum Kuramının gösterdiği “Bütünsel teklik” ilerde insanların bu
anlayış içinde birleşmelerini sağlayacaktır.
Dünyada ki tüm canlıların molekülleri aynı DNA yapısını göstermesinin sebebi
nedir?
Yukarıda belirttiğim gibi, evrendeki bütünsel ilişkiler ortak bir DNA
molekülünün oluşmasına yol açmıştır. Çünkü tüm var olan canlı varlıklar aynı
temel ilkeden hareketle oluşmuşlardır. Bu temel ilke de kendi üzerine dönüşümlü
sistemlerde var olan benzeşim ve tekrardır. Doğanın temel yapısında bilginin
dönüşerek artışı bulunmaktadır. Ancak, dönüşüm ancak kendi üzerine olduğu sürece
artar. Yani, kendini sorgulamadan gelişim gerçekleşmez. Canlı varlıkların da
çoğalması ve dönüşmesi kendi yapılarını tekrarlamaları sayesinde olur. Fakat,
asla bir fotokopi şeklinde tekrar oluşmaz. Her tekrar belirsizlik içerdiğinden
ancak “benzeşim” söz konusu olabilir.
Gerçek ve Hakikat
Tarih: 09:57 on 7/11/2006
Gerçek ile hakikat aynı kavramın biri Türkçe diğeri Arapça ifadesi olarak
düşünülür. Oysa ki ikisini ayırmak gerekir. Gerçek her insandan insana değişen
göreli bir kavramdır. İki insanın aynı olayı gözlediklerinde farklı yorumlara ve
farklı sonuçlara ulaştıkları çok sık görülen bir durumdur. Bu bakımdan
“gerçeklik” (realite) hem insandan hem de toplumdan topluma değişebilir.
“Hakikat” ise tektir. Hakikat sözünün İngilizce karşılığı “truth” sözü ifade
eder. Hakikat değişmez ve ancak keşf edilebilir. Gerçek ise icad edilebilir.
Örneğin, bir toplumsal olayı yaşamış olan iki toplum aynı olaya farklı
gerçeklikler yükledikleri, farklı yorumlar getirdikleri hepimizin bildiği bir
durumdur. Örnek olarak son Fransa'da kabul edilmiş olan Ermeni soykırımı ile
ilgili yasa.
Bilim dahi hakikatten değil, gerçekten söz eder. Bu bakımdan Görelilik kuramı
zamanın ve uzamın göreli olduğundan söz eder. Bilimsel modeller ve kuramlar,
belli bir boyuttan, belli şartlar altında bakan insanın doğa olaylarını
yorumlayışı şeklinde anlaşılmalıdır.
Hakikat keşf edilir, dedik. Yani, var olan ve bir kişiden diğerine, bir
toplumdan diğerine değişmeyen bulgular hakikat olarak tanımlanabilir. Akıl ve
mantık ile ulaşılan hakikatler matematik ve geometri alanında bulunmuş olan (keşf
edilmiş olan) sonuçlardır. Örneğin, “Tüm üçgenlerin iç açıları toplamı 180
derecedir” dediğimizde bir hakikatten söz ediyoruz. Bu sonuç bir kişiden
diğerine değişmez. Ama fizik alanında bu tür mutlak hakikatler yoktur. “Su 100
derecede kaynar” sözü ancak deniz seviyesinde ve belli bir basınç altında
geçerlidir. Basıncı arttırırsak suyun kaynama derecesi de 100 dereceden yüksek
olur. Keza “ışık hızı sabittir ve saniyede 300,000 km’dir” dediğimizde ancak
boşlukta (bu boşluk kavramı dahi görelidir) geçerlidir. Camda veya suda ışığın
hızı farklıdır.
Hakikatler söz konusu olduğunda “tüm” sözünü kullanarak mutlak olandan söz
ederiz. Bu bakımdan metafizik kavramlar mutlak olanla ilgilenirler ve akıl
mantıkla kanıtlanamazlar. Çünkü akıl mantık işin içine girdiğinde kalıplara
girmiş, kesin olarak tanımlanmış kavramlar geçerlidir. Oysa ki, metafizik olan
fizik ötesi olanla ilgilendiğinden akıl mantık yerine sezgiler geçerli olur. Bu
tür mutlak hakikatler sezgisel olarak bilinir ama kanıtlanamaz. Hatta söze bile
dökülemez. Bu tür hakikatler yaşamsal ve içseldirler. Bilim bu tür hakikatleri
kişisel ve sübjektif olarak tanımlar ve dışlar, ret eder. Çünkü, bu tür
hakikatler aktarılamaz ve kanıtlanamaz.
Bilim adamları şu görüşte birleşmişlerdir: “Aktarılamayan olay ve olgulardan söz
etmemek gerekir”. Doğrudur, sözel olarak ifade edilemedikleri için onlardan söz
etmemek daha uygun olabilir, ama bu durum onların var olmadıkları anlamına
gelmez. Hakikatler vardır ama söze gelmezler. Matematik bu yüzdendir ki söz
yerine sayılar ve şekillerle ilgilenir. Gödel teoremine göre matematiğin dahi
kanıtlanamayan bir bölgesi bulunmaktadır. Bu teoreme göre: “Matematikte öyle
önermeler vardır ki onların ne doğruluğu ne de yanlışlığı kanıtlanabilir”.
Burada doğru-yanlış tanımını matematik doğruluk şeklinde anlamalıyız. Matematik
doğruluk bir önermenin çelişkili bir sonuca ulaşmaması şeklinde tanımlanır. Eğer
önerme çelişkiye götürüyorsa ne doğru ne de yanlış olarak bir sonuca ulaşılamaz.
Bu konuda “Çelişkili Önermeler” başlıklı yazıma bir bakmanızı öneririm.
Bilim adamlığından ilim adamlığına
Tarih: 08:32 on 1/11/2006
Yalnız kalan insan sorgular. Çünkü, yalnızlıkta kendi ile hesaplaşma ve
tutunacak dal arayışı vardır. Bu bakımdan feylesoflar yalnız kişilerdir. Onların
hesaplaşması hep kendileri ile olmuştur. Toplum, çevre, insanlık hep bahanedir
onlar için. Sorgulayan da kendileridir, sorgulanan da. Yani, feylesoflar hem
sanık, hem savcı hem de hakimdirler.
Kolay değildir bu üç şapkayı aynı kişilikte taşıyıp layıkıyla görevi sürdürmek.
İnsanlar kendileri ile hesaplaşmaktan genellikle kaçınırlar. Sığınacak bir liman
ararlar ve o limanı ya dinlerde veya ideolojilerde bulurlar. Oysa ki,
feylesofların yolculuğu açık denizlerdedir. Liman ararlar, şüphesiz. Ama, asıl
maceraları açık denizlerde geçer. Zaten limanı bulduklarında ideolog haline
dönüşürler, ne yazık ki. Belli bir felsefi okula mensubiyet onları ideolog
haline dönüştürür.
Materyalist, İdealist, Pragmatist, Nihilist felsefe okuluna bağlandığınız anda
ideolog olmuşsunuz demektir. Çünkü ideoloji arayış olmaktan çok açıklayış
yöntemidir. Bilim de bir bakıma ideolojidir. Evreni belli bir bakış açısına
dayanarak açıklayan bilim adamı kendi görüşüne sıkı sıkıya sarıldığı anda
ideolog olmuş demektir. Bilim açık bir arayıştır denir. Ama, her dönemin ideolog
bilim adamları da olmuştur. Din adamları ise tümden ideologdurlar. Görüşleri
katı ve kesindir. Arayışları yoktur. Onlar akıllarını kullanmayı pek fazla
istemezler. Genellikle nakille yetinirler. Sorgulamak yerine her soruyu belli
bir görüş penceresinden yanıtlamak yolunu seçerler. Bu bakımdan din adamları
feylesof olamazlar. Ama feylesoflar din konusu ile ilgilenebilirler. Çünkü din
de kendi yapılarının bir katmanıdır ve kendilerini sorgularken dine de değinmek
zorunda kalırlar.
Din ile felsefeyi birleştirmeyi başarmış olan İslam mutasavvıfları düşüncede
kalmayıp arayışlarını yaşama taşıdıklarında Sufi kişi olurlar. Sufiler dine
bağlı olmakla birlikte kendileri ile hesaplaşmayı da ihmal etmeyen ve insanlık
boyutunda ilerlemek isteyen kişilerdir. Onlar kendi yaşamlarını “seyr-i sulük”
sözüyle tanımlarlar. Seyr sözü “yolculuk” demektir. Sulük ise “isteyen, arayan
hatta dilenen” anlamlarını taşır. İsteyen insan edep ve rıza ile alçak gönülle
isterse sulük etmiş olur. Bu bakımdan, “seyr-i sulük” eden kişi tevekkülle ve
nasibi ölçüsünde arayış içinde olan kişidir. Amaç kabını büyütmek ve nasibini
arttırmaktır. Ama bu gayrette bencil bir istek ve maddi bir beklenti yoktur.
Seyr-i sulük eden kişi aklını kullanır ama gönlü ile hareket eder. Gönül
penceresini açar ve dünyaya o pencereden bakar. Dünyayı ve kendisini hem
sorgular hem de yorumlar. Bu bakımdan tefekkür içindedir. Tefekkür sözünün kökü
“fikir” sözüdür. Yani, mütefekkir fikir sahibi kişidir. Fikir sahibi olmak için
de sorgulamak şarttır. Aksi taktirde akıl yerine nakil esas olur. Sorgulamak ve
sorarken yeni görüşler geliştirmek dönüşüme yol açar. Bu bakımdan tasavvuf ve
ilim yolunda dönüşüm vardır. Gerçek ilim adamı sadece akılla dönüşmüş olan kişi
değildir. Gerçek ilim adamı dönüşümü ahlak boyutuna da taşıyıp sahiplenmiş olan
kişidir. Ahlakı sadece sözle aktaran değil, yaşamında da uygulayan kişidir.
Bu bakımdan “ilim adamı” ile “bilim adamı” tanımlarını ayırmak gerekir. Bilim
adamı bilgiyi arayan, bulan, taşıyan ve sunan kişidir. İlim adamı ise arayıp
bulduğu bilgiyi yaşayan kişidir. Birçok tıp doktoru “sigara içme, sağlığa
zararlıdır” der ama kendi sigara içer. Ama, ilim sahibi ise kendi üzerinde
denemediği, yaşamının parçası yapmadığı bir hayat tecrübesini başkalarına
önermez. Bu bakımdan mürşit kişiler öğretmezler, onlar örnek olurlar. Bilgileri
sadece akıllarında değil, aynı zamanda gönüllerindedir.
Bizler de ana baba olarak çocuklarımızı aynı yöntemle eğitmeliyiz. Onları sadece
nasihatle ve sözle değil, aynı zamanda örnek olarak, davranışlarımızla
yönlendirmeliyiz. Onların sorularına yanıt vermekten bıkmamalı ve her fırsatta
kendi kaplarını genişletmelerine yardımcı olmalıyız. Onların da gönül
pencerelerini açmalarına yardımcı olmalıyız. İnsanlık bu şekilde ilerler. Sadece
kuru ve yavan bilgi edinerek ilerlemez. İşte sonuç ortada. Kuru ve yavan bilgi
sayesinde teknik ile teknoloji ürettik, ama insanlık bu arada çok şey kaybetti.
Gençler tahammülsüz, yalıtık ve bencil oldular. Sabır seviyeleri son derece
kısaldı. İletişim arttı sanılırken, çevreye ve büyüklerine saygısız, duyarsız
bir nesil yetişti.
Dünyanın bu gidişi hepimizi rahatsız ettiği kanısındayım. Bence, çözüm biraz da
gönül penceremizi aralamakta yatıyor. Biraz daha fazla güzel sanatlarla, felsefe
ile ve tasavvufla ilgilenelim. Bilimle yetinmeyip biraz da ilim yolunda
ilerleyelim. Bilgimizi güncel yaşama taşıyıp, insanlık yolunda ileri gidelim.
Yalnızlıktan korkmayın
Tarih: 12:30 on 14/5/2006
İnsan için yapması en zor olan şeylerden biri de “halinden geçmek” tir. Bu sözle
kast edilen var olma durumunu terk edip sırf enerji yumağına dönüşmektir.
Enerjinin belirgin sınırları ve uzayda kapladığı kesin bir yer yoktur. Bu
bakımdan enerjiyi “dalga” olarak tanımlamak mümkündür. Oysa ki, insanlar
kendilerini hep “parçacık” olarak görürler. Buna da bir bakıma mecburdurlar.
Toplum yaşamı her insanı kısıtlar ve belirgin davranış sınırları çizer.
Çünkü toplum kısıtlayıcı ve yönlendiricidir. Aşık kişiler için bu kısıtlamalar
geçerli olamaz. Onlar parçacık halinden dalga haline dönüşmüş varlıklardır. Aşık
hep maşuk olanı arar ve onu bulana kadar topluma ters düşen birtakım davranış
tarzları ve sözler sergileyebilir.
Bakın Yunus Emre bu “aşık olma” durumunu ne güzel anlatıyor:
Ben dost ile dost olmuşam, kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakar gülüşür, selam dahi vermez bana.
Ben dost ile dost olayım, ölmeden evvel öleyim
Canımı kurban vereyim, dünya bâki kalmaz bana.
Ben aşık-ı biçareyim, baştan ayağa yareyim,
Ben bir deli divaneyim, aklım da yâr olmaz bana.
Kimseler bilmez halimi, aşk od’u yaktı cânımı,
Seçemezem soldan sağımı, namus da ar olmaz bana.
Sanırlar ki ben deliyem, ben dost bağı bülbülüyem,
Mevla’nın kemter kuluyem, kimse baha saymaz bana.
Bülbül oluben öterim, dost bahçesinde biterim,
Gül alırım gül satarım, bağban yar olmaz bana.
Derviş Yunus nice diyem, ben bu cihanı terk idem,
Yana yana dosta gidem, perde hicap olmaz bana.
Aşık kişi kendi derdi içinde yoğrulur. Onun derdini anlamak zordur. Ancak
şiirler ve sanat eserleri ile kendilerini ifade edebilirler. Toplum ile
uyuşmadıkları için de genelde yalnızlığı tercih ederler. Eski dilde yalnızlığa
“halvet” denirdi. “Halvete çekilmek” aynı zamanda toplumdan uzaklaşmak ve “çile”
denen yalnızlığı tercih etmek anlamına gelir. Bakın Niyazi Mısri bu konuda ne
diyor:
Bilmem nitsem neylesem bu halvetin şerbetine,
Bu cânı teslim eylesem bu halvetin şerbetine.
Şerbetimiz tükenmedi, içenler usanmadı,
Niyazi hergiz kanmadı bu halvetin şerbetine.
Burada “şerbet” sözü ile içilip (içselleştirip) tadına doyulmayan hoş bir içki
(veya duygu) kast ediliyor. Niyazi: “Bilmem ne etsem, eylesem bu tadına doyum
olmayan yalnızlığa” diyor. “Hergiz” sözü ise şimdiki dilde “henüz” olarak
çevrilirse, “Niyazi henüz bu yalnızlığın tadına doymadı” sözleri ile varlığın
yalnızlıkta tadına varılacağını söylüyor.
Günümüzde insanlar yalnızlıktan korkuyorlar ve yalnız kalmamak için ellerinden
gelen her şeyi yapıyorlar. Sürekli arkadaş ve ahbap arayışı, sürekli bir şeyle
meşgul olma isteği hep bu korkudan kaynaklanıyor. Nedeni de kendi özlerinden
uzaklaşmış olduklarıdır. İnsan kendi özü ile yüzleşmekten her nedense çekiniyor.
Çünkü özünü bulamayan insan bir boşluk ve hiçlik duygusu içine düşüp bunalıma
giriyor.
Özünü arayan insan için yalnızlık hiç de korkulacak bir şey değildir.
Yalnızlıkta özgüven ve teslimiyet vardır. Fakat, ne tuhaftır ki özünü bulan
insan için bu dünya anlamını kaybetmekte, parçacık kavramı yerini dalga
kavramına bırakmaktadır.
Aşk nedir
Tarih: 10:52 on 13/5/2006
Sufi şairlerin sözlerinde “aşk” önemli bir yer tutar. Onlar için aşk, ilahi aşk
olup insan aşkı ile hiçbir ilgisi yoktur. İnsan aşkı gelip geçicidir. Oysa ki,
ilahi aşk kalıcıdır. Zaman içinde gittikçe kuvvetlenir. Karmaşa kuramının bir
kavramı olan “Acayip çekici nokta” veya “üst kritik nokta” kavramları ile “aşk”
arasında bir benzerlikten söz edilebilir. Üst kritik noktaya ulaşan sistem ani
bir değişikliğe hazır demektir. Sistemin değişimini sağlayacak olan da, acayip
çekici nokta ile olan bağıdır. Bu bağdan ortaya çıkan kuvvet sadece acayip
çekici noktadan kaynaklanmaz. Aynı zamanda üst kritik noktaya ulaşmış olan
sistemden kaynaklanır. Her ikisinin ortak etkisi sonucu değişim meydana gelir.
Benzer şekilde insandaki “aşk” duygusu ne sadece karşıdakinden ne de sadece
kendinden ortaya çıkar. Kendinden kaynaklandığına inananlar için geçmiş etkiler
önem taşır. Karşındakinden kaynaklandığına inananlar için “şu an” (yıldırım
aşkı) önem taşır. Oysa ki “şu an” hem geçmişten hem de gelecekten etkilenir.
Demek ki “aşk”, insanın kendi içindeki özü ile kendi içi olmayan dışındaki “öz”
arasında oluşan bir çekim kuvvetidir.
Aslında her ikisi de aynı ÖZ’dür. Çünkü “örgü alan” tektir. Fakat örgü alan
içinde oluşan yoğunluk farkları birbirleri ile iletişim içine girdiklerinde
bütünleşirler. Birliğe ulaşırlar. Yani “aşk” birliği arayan nesnelerin
bütünleşmesidir. Bu konuda yine bilge şairlerin sözlerine kulak verelim. Niyazi
Mısri bir şiirinde şöyle diyor:
Ey gönül, gel gayriden geç aşka eyle ıktidâ
Zümre-i ehl-i hakikat onu kılmış muktedâ.
Cümle mevcudat-u malumata aşk akdem durur
Zira, aşkın evveline bulmadılar ibtidâ.
Hem dahi cümle fena buldukça aşk bâki kalır,
Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intihâ.
Ey Niyazi-mürşid, istersen bu yolda aşka uy,
Enbiya ve Evliyaya aşk oluptur rehnümâ.
Şimdiki güncel Türkçe’de bazı zor sözcüklerin karşılıkları: Iktidâ: Peşinden
gitmek, Muktedâ: Uyulan, örnek tutulan. Akdem: Önemli ve üstün olan, İbtidâ: İlk
olan veya ilke olan. İntihâ: sona ermek, tükenmek, Rehnümâ: yol gösteren,
kılavuz.
Niyazi Mısri şiirinde şöyle sesleniyor: Ey gönül, ayrılıktan vazgeç aşkın
peşinden git. Hakikati bilenler ona uymuşlar ve onu örnek tutmuşlardır. Tüm var
olan nesnelerden ve bilgilerden aşk daha üstündür. Çünkü aşktan öncesini
oluşturan bir ilke bulmadılar. Üstelik herşey yok olsa da aşk yok olmaz. Bu
bakımdan dediler ki “aşk sona ermez”. Ey mürşid (eğiten) Niyazi istersen bu
yolda aşka uy. Çünkü tüm bilgelere aşk kılavuz olmuştur.
Benzer şekilde bakın Yunus Emre ne diyor:
Kim sakınır iyi adın, bıraksın elden aşk od'un
Tezcek yoldurur kanadın, daldan dala konan kişi.
Aşıklar geçer halinden, dönmez olur ikrarından
Şimdi ayrılmış yarından, yalan dava kılan kişi.
Yunus kodu yola başı, urur müdellel taşı
Hiç’tir münafıkın işi, gelsin aşka doyan kişi.
Adı ile ilgilenen kişi (dış görünüş ve unvan peşinde koşan kişi) aşk ateşi ile
ilgilenmesin. Daldan dala konan kişinin hali kanadı yolunmuş kaza benzer.
Aşıklar varlığa önem vermezler ve verdikleri sözden dönmezler. Yalan dava
(iddia, varsayım) peşinde koşan kişiler için bugün ile yarın arasında bir bağ,
bir ilişki yoktur. Yunus bu yola baş koymuştur. Çünkü onun için bu yol
kanıtlanmış (katı bir taş gibi) bir yoldur. Munafık olanların (ikilikte kalıp
nifak sokanların) işi “hiç”tir. Aşka doyan kişi beri gelsin.
-------------------------------------
Yunus ile Niyazi
Tarih: 09:32 on 11/5/2006
Niyazi Mısri ile Yunus Emre arasındaki görüş benzerliğinden söz ettim. Bu
benzerlik bizzat Niyazi tarafından da görülmüş ve şu şiirinde açıkça ifade
edilmiştir.
Bahr içre katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içre zerreyim arş oldu seyran bana
Dost göründü çün ayan kalmadı bir şey nihan
Tufan olursa cihan bir katre tufan bana
Surette nem var benim siyrettedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Kaf-ı dil ankasıyım, sırrın aşinasıyım
Endişeler hasıyım, ad oldu iman bana
Niyazi’nin dilinden Yunus’dürür söyleyen
Herkese çün can gerek, Yunus’dürür can bana.
Burada sözü edilen Yunus acaba yunus Emre mi, yoksa Yunus peygamber mi? Yunus
peygamberi anımsatacak hiçbir söz veya ilişki görülmüyor. Ama, Yunus Emre tarzı
yazıldığı apaçık ortada. Hatta son iki mısra Yunus Emre’nin şu sözlerini
anımsatıyor:
Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
Kafir olur inanmayan, ahir, evvel, heman, benem.
Niyazinin siirini bugünkü dile çevirirsek şu anlam çıkıyor: Denizde bir damlayım
ama deniz bana hayrandır. Ferş; Halı veya yaygı demektir. Bu sözle benim daha
önce sözünü ettiğim “örgü alan” kavramı örtüşüyor. Örgü alanda bir düğümüm ama
tüm gök kubbede gezinirim. Düğüm, tanecik, parçacık veya nokta aynı kavramı
yansıtır. Dost (Tanrı, Allah) apaçık göründüğü için gizli bir şey kalmadı. Tüm
evren yağmur fırtınası olsa bana bir damla gibi görünür. Şekilde neyim var
benim, kaynağım özümdür. Kıyamet kopsa bana bir zarar gelmez. Kaf dağı gibi
gönlün anka kuşuyum, sırlardan haberdarım, düşüncenin en temiziyim, iman benim
adım oldu. Yunus Emre, Niyazinin ağzı ile konuşur. Herkese can gerek. Yunus
benim canımdır. Yani, Yunus benim ilham kaynağımdır, demek istiyor.
Bu şiirinde Niyazi Mısri kendini övmüyor. Noktadan yapılan sonsuzluğa
sıçrayıştan söz ediyor. İlk mısraındaki “Deniz” sözünde “enerji denizi,
sonsuzluk, örgü alan” gibi kavramlar bulunduğu gibi “halk, insanlar” da akla
gelebilir. Çünkü, hayran sözü “şaşa kalmış, söz ile ifade edilemez” demek olup,
ben sadece alelade bir insanım ama insanlar bana şaşıp, beni sözle ifade
edemiyorlar anlamı da gizlidir.
Sufiler “Dost” sözü ile Tanrı’yı kast ederler. Bu tanımda Tanrı ile ne derece
yakın bir ilişki içinde oldukları ortaya çıkmaktadır. Tanrı onlar için
cezalandıran, sürekli denetleyen ve günah yazan bir yapıya sahip olmak yerine,
bir dost gibi hoşgörülü bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek isterler.
Niyazi Mısri’nin bu şiiri onun benlik boyutunu veya nefis mertebesini
gösteriyor. Sözler kendine ait olduğu halde o kendini övmüyor. Kendi dilinden
Yunus Emre konuşuyor. Aynen, Yunus’un dilinden dökülen sözlerin Yunus’a ait
olmadıkları gibi...
Yunus ile Niyazi birer “mana” (anlam) adamıdırlar. Fakat ulaşmış oldukları mana
boyutuna her insanın ulaşması çok zor olduğunu bildikleri için sözlerine daima
bir örtü bir kılık giydirirler. Örtünün altındaki gizli bilgilere “sırr” adı
verilmiştir. Yunus bu “sırr” denileni şöyle ifade ediyor:
Doksan-bin kelimeyi Hakk söyleyecek Habib ile
Otuz-bini sırr olacak, ben ol sırr olanda idim
Ben bu suretten ileri aldım Yunus değil iken,
Ben ol idim ol ben idi ben aşkı sunanda idim.
Bilge şairler
Tarih: 10:20 on 5/5/2006
Tümevarım ve tümdengelim yöntemlerini kullanarak kendini tanımaya ve tanımlamaya
çalışan insan, ne kadar gayret ederse etsin, özünü mantıklı bir şekilde
açıklayamaz. Çünkü öz, sonsuz bir yapı olan örgü alanın ta kendisidir. Bu konuda
akıl ve mantık yetersiz kaldığından şairlerin sezgisel yaklaşımlarına danışmakta
fayda vardır.
Bakın hem bilge bir şair hem de mistik bir kişi olan Niyazi Mısri (1617-1694) bu
konuda ne diyor:
Her şeye mahluk gözüyle baksan ol mahluk olur.
Hakk gözüyle bak ki nur-i Yezdan andadır.
Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,
Bir ilimdir ol ki cümle ilm-i irfan andadır.
İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak.
Cümle bir ayinedir, kim vech-i Rahman andadır.
“Yezdan” Farsça Tanrı demektir ve Nur-i Yezdan “Tanrının kutsal ışığı”
anlamındadır. Şu halde günümüz Türkçe’si ile anlamı:
Her şeye nesne olarak bakarsan o sadece nesne olur. Tanrı gözüyle bakarsan
Tanrının kutsal ışığının onda olduğunu görürsün.
Tekliği çoklukta ve çokluğu teklikte bulmak öyle bir ilimdir ki tüm bilim ile
irfan bu ilmin içindedir.
Tüm şeylere altı yönden ibretle bak, çünkü her biri bir aynadır ve yaratıcı
Tanrı’nın görüntüsü onlardadır.
Demek ki, akıl ve mantık ile varlığı açıklamaya çalışmak bir noktaya kadar
mümkün olsa da, bir noktadan sonra benlik boyutları yükselmiş olan bilge
kişilerin sözlerine kulak vermek gerekmektedir. İnsanlık anlayışı ve benlik
boyutu en üst mertebelere ulaşmış olan büyük bilge şair Yunus Emre aynı görüşü
bakın nasıl yalın ifade etmiş:
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,
Bostan ıssı kakıyıp der ‘ne yersin kozumu’.
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım,
‘Nedir?’ diye sorana, bandım verdim özünü.
Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm işitmiş,
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü.
Yunus bir söz söylemiş, hiçbir söze benzemez.
Münafıklar elinden örter mana yüzünü.
Erik ekşi, üzüm tatlıdır. Erik dalına çıkıp üzüm yemekle “dünyanın ekşi
yaşantısının tatlı yönlerini buldum” demek istiyor. “Bostan ıssı” ile bu maddi
dünyaya hakim olmak isteyenleri kast ediyor. Onlar için varlık çetin ve katı bir
ceviz gibidir. Yunus için tatlı ve yumuşak olan onlara acı ve sert gelir. Bu
bakımdan erik ağacını ceviz ağacı olarak görürler.
Kerpiç tuğlanın eski adı olup toprak ve samandan yapılmıştır. Poyraz gibi soğuk
bir rüzgarla kaynaması mümkün değildir. Buna rağmen Yunus, kerpiç kadar sert
nesnelerin bile özüne ulaşmanın mümkün olduğunu belirtiyor.
Yunusun sözleri beş duyu ile algılanacak ve mantık çerçevesinde anlaşılacak
sözler değildir. Bu sözleri seslendirmek için dil sahibi olmak gerekmez.
Yunus Emre öyle bir söz söylemiş ki hiçbir anlamı yok. Ama esas amacı, ikilikte
kalıp birliği ve tekliği ret edenlerden sözlerinin anlamını örtmektir.
İnsanlar küme olamaz
Tarih: 13:34 on 4/5/2006
İnsanlar varlık denen örüntüleri açıklamak ve aralarındaki ilişkileri
anlayabilmek için yorum yapmak zorundadırlar. Olaylara tek tek bakmakla bir
genel yasanın veya genel davranış tarzının varlığı görülemez. Genel davranışlar
hakkında söz edebilmek için iki yöntem kullanırız. Bunlar 1. Tümevarım ve 2.
Tümdengelim yöntemleridir.
Tümevarım yöntemi birçok olay veya nesne arasındaki ortak özelliklere bakarak
benzer olay ve nesnelerin de davranışlarını veya özelliklerini tahmin etmeye
denir. Örneğin, “bütün kuşlar kanatlıdır” önermesi tümevarım ile ulaşılmış bir
yargıdır. Bugüne kadar kanatsız kuş görmedik ama yarın pekala kanatsız kuş
görebiliriz. Devekuşu bile uçmadığı halde küçük kanatlara sahiptir. Şu halde
tümevarım içeren önermeler kesin olamazlar. Ancak, aksi kanıtlanana kadar
geçerli olabilirler. Tüm bilimsel yargılar bu türden tümevarım yargılarıdır. Bu
özelliğinden dolayı bilim asla kapalı bir bilgi bütünlüğü içeremez. Daima yeni
gözlem ve deneylerle değişime ve ilerlemeye açıktır.
İkinci yöntem olan tümdengelim yöntemi ise, baştan kesin ve kapalı bir yargı
içerir. Bu tür yargı önermelerini matematik ve geometride bulmaktayız. Örneğin,
“bütün üçgenlerin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir”
dediğimizde tümdengelim yapmış oluruz. Zira tüm üçgenlerin bir küme
oluşturduklarını baştan varsayıyoruz. Bu kümenin tüm elemanları aynı özelliğe
sahiptirler. Eğer bir tek elemanın belirgin bir özelliğini kanıtlarsak, kümenin
tüm elemanları için de aynı özelliği kanıtlamış oluruz. Dolayısıyla, küme
oluşturan nesnelerin özellikleri hakkında yargıda bulunmakla tümdengelim
yöntemini kullanmış oluruz.
Fakat, insanlar söz konusu olduğunda onların bazı özellikleri vardır ki hiçbir
yöntemle genelleme yapılamaz. Örneğin, tanıdığımız birçok insan yalan söylemiş
olsa da “tüm insanlar yalancıdır” diyebilir miyiz? Ne tümevarım ne de
tümdengelim yöntemi bizim bu tür bir yargıda bulunmamızı onaylamaz. Tanıdığımız
50 insan yalan söyledi diye tüm insanlara yalancı sıfatı yapıştırılamaz. Ayrıca,
insan türünün doğasında yalancılık olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmış
değildir.
Bu bakımdan insanlarla ilgili önermeler mantık kuralları ve kesinleşmiş düşünme
yöntemleri ile ifade edilemez. Çünkü bu tür önermeler kendi üzerine dönüşümlü
önermelerdir (Bakınız Çelişkili önermeler başlıklı yazım). İşte bu bakımdan her
insanın kendi benlik boyutuna göre yapacağı yorumlar farklı önermeler içerir.
Kendi üzerine dönüşümlü olmayan önermeler söz konusu olduğunda bir küme
kavramından söz edilebilir. Fakat insan için söz edilemez. Niçin?
İnsan hakkında bir önerme yaparken tümdengelim metodunu kullanabilmemiz için
insan kümesini tanımamız gerekir. Kendimizi dışlarsak küme eksik tanımlanmış
olur. Kendimizi dışlamazsak da kendimize ait bir özelliğin tüm insanlarda var
olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla, kendimizi içeren bir küme tanımlamak mümkün
değildir. Nedeni de küme kavramının dıştan tanımlanabilir olmasıdır. Tanım
olarak küme kapalı olmak zorundadır. Kapalı bir varlığı tanımlamak için ona
dışından bakmak şarttır.
Evren içindeki insanın durumu da aynıdır. Evren içinde insan evrene ait bir
eleman ise evren asla kapalı bir küme olmaz. Tümdengelim yöntemi geçersiz olur.
Yok, eğer evreni tümevarım yöntem ile açıklamak istersek, bu sefer de yeni
gözlemlere açık bir yorum yapış olmaktan ileri gidemeyiz. Zaten matematik
modeller ve kuramlar bu nedenle yanlışlanabilir özelliğe sahiptirler.
Gerek bilim gerekse felsefe insan söz konusu olduğunda kesin olmayan önermelerle
karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu durumdan kaçış olmadığı içindir ki bilim
“insan” faktörünü (öğesini) mümkün olduğunca dışlamaya çalışır. İnsanla
ilgilenen psikoloji de bilim olmaktan çok, bir tür metot olarak kalmıştır.
Tıbbın kolu olan psikiyatri ise gerçek anlamda insanı anlamak yerine ilaçların
yardımıyla arazları, belirtileri ve zararlı tepkileri yok etmek veya en azından
hafifletmek yolunu seçmiştir. Bu yöntem de tümevarım yöntemidir. Doktor:
“Şimdiye kadar bu hastalığa şu ilacı uyguladım ve iyi sonuç aldım. Sana da
uygularsam iyi sonuç alacağımı umuyorum” diyebilir. Asla “tüm insanlarda var
olan şu özellikten dolayı hastasın” demez, diyemez. Çünkü o özelliğin tüm
insanlarda aynı tepkilere yol açacağından veya aynı hastalığa neden olacağından
emin olamaz.
Hipergerçek yaşam
Tarih: 08:38 on 3/5/2006
“Tarih bir örüntüdür” görüşüne katılmayanlar olabilir. Yakın tarihte olmuş bir
olayı örnek alarak bu dediğimi açıklayayım. Birinci körfez savaşı 1990 yılında
ABD yönetiminde birçok ülkenin Irak’a saldırısı şeklinde başladı ve tüm dünya bu
olayı televizyonlardan izledi. İnsanların görüntü olarak izlediği gerçek olaylar
dizisi değildi. Sadece TV yayıncıların göstermek istedikleri veya göstermeye
izinli oldukları görüntülerdi. Hatta, bazı görüntülerin tümüyle düzmece
oldukları görüşü de bir ara ortaya atıldı.
Demek oluyor ki, bizlere izlettirilen savaşın sadece bir özetinin özeti şeklinde
tanımlanabilir. Üstelik bu özetinin özeti tüm olayları özetlemekten çok uzak,
oluşturulmak istenen görüntünün de yapay bir örüntüsü şeklinde bir özet olarak
anlaşılmalıdır. Yani savaş iki kere sulandırılmış olarak sunulmuştur. Buna
felsefe dilinde “simülakr” adı verilir.
Simülakr kavramını Jean Baudrillard “hipergerçek” şeklinde açıklamıştır. Jean
Budrillard’a göre dünya ve özellikle ABD “hipergerçek bir yaşam tarzını” gerçek
yaşamın yerine koymaya başladığıdır. Hipergerçek yaşam sözü ile yaşamın
“gerçek-ötesi-gerçeği” olan bir yaşam tarzı kast edilmektedir.
Örneğin, “tatil” kavramı üzerinde düşünelim. Modern dünyada “tatil” kavramı, iş
ortamından uzaklaşıp sıcak bir deniz kenarında dinlenmek şeklinde anlaşılır
olmuştur. Fakat, modern insanın istediği sadece sıcak bir deniz kenarı değil,
aynı zamanda tüm konfor ve rahatının da kesintisiz devam edeceği bir ortamdır.
Bu isteğin sağlanması için de deniz kenarında tatil köyleri ve konforlu oteller
inşa edilmiştir. Oraya giden insan gerçek doğaya değil, doğanın bir yapay
“modeline” gitmektedirler. Bir de o tatil köylerini tanıtan ve reklamını yapan
TV film ve programlarını düşünün. Onlar size gerçek-ötesi bir gerçek sunuyorlar.
Daha doğrusu yapay bir doğanın yapay bir görüntüsünü sunarak sizi gerçek-ötesi
bir gerçek içinde yaşatıyorlar.
Günümüzde tüm TV tutkunlarının yaşadığı ve arzuladığı gerçek bu tür gerçek-ötesi
bir gerçekten ibarettir. Örneğin, şarkı yarışmasına katılan amatör gençlerin
programı bir ara çok tutmuştu. O yarışmaya katılanlar gerçekten profesyonel
şarkıcı olmadıkları için yapay bir “şarkıcı” davranışı sergiliyorlardı. Fakat
bize aktarılan görüntü o gençlerin yapay davranışlarını bir TV yönetmenin
süzgecinden geçirdikten sonraki iki kere yapaylaşmış hali idi. Dolayısıyla,
televizyon başında bu yarışmacıları seyreden bizlere gerçek-ötesi bir gerçek
sunulmakta idi.
Baudrillard’a göre bu tür gerçek-ötesi gerçek yaşamın tutkunu olmuş iki toplum
ABD ve Japonya’dır. Çünkü en fazla elektronik iletişimin devrede olduğu iki ülke
bunlardır. Bu akımın ilerde bizleri bir felakete doğru sürükleyeceğini
düşünmektedir, Baudrillard. Çünkü doğadan ve gerçek yaşamdan kopan insanlar için
ahlak da tümüyle farklı bir anlam kazanır. Doğrudan iletişim koptukça insani
duygular, özdeşleşme azalmakta, karşıdaki insana canlı ve eşdeğer bir varlık
yerine bir nesne gibi davranma eğilimi artmaktadır.
Yüz-yüze, göğüs-göğüse yapılan savaş başkadır, uzaktan kumanda ile bir düğmeye
basarak yapılan savaş başkadır. İnsanlar hislerden ve duygulardan uzaklaştıkça
insanlıklarından da uzaklaşırlar. İşte, Baudrillard’ın “simülakr” olarak
tanımladığı örüntüler bizleri insanlığımızdan uzaklaştıran yapılar ve
modellerdir.
Toplum yapısı olarak bakıldığında, simülakrları üreten ve çoğaltan tüketim
toplumlarıdır. Çünkü, tüketim toplum mantığında sürekli harcama isteğini
uyandırmak en önemli itici güç olmaktadır. İnsanları harcamaya teşvik etmek için
de gerçek-üstü bir gerçek yaratarak onlara sadece mutluluk ve refah sağlayan
yapay bir dünya sunulmaktadır. Oysa ki bu refah düzeyine ulaşabilmek için bir
yerlerde birtakım insanların refah düzeylerinde düşüş ve azalma olması
kaçınılmaz bir gerçektir.
Daha önce de değindiğim gibi, hiçbir şey yoktan var olmaz sadece dönüşür. Bir
bölgede enerjinin yoğunlaşması için bir farklı bölgede enerjinin azalması
şarttır. Ancak, tek yönlü birikim, tasarruf kavramına aykırı olduğundan, bir
noktada patlak vereceği de şüphesizdir. Bu açıdan bakıldığında Baudrillard’a hak
vermek gerekir.
Yorumbilim yaklaşımı
Tarih: 10:22 on 2/5/2006
Çevremizde “Var olan” ne görüyorsak veya aletlerimizle ölçüyorsak onların tümüne
birden “mevcud” diyebiliriz. Var olanlar örgü alan içinde bir yoğunlaşma,
şekilleşme olduğuna göre bunlara “örüntü” diyelim. Örüntü sonlu bir yapıdır. Bir
önceki yazımda dedim ki: “Eğer bir gözlenen nesne varsa yoktan var olmamış,
dönüşmüş veya yoğunlaşmış enerji olması gerekir”.
Bu ifade sadece cansız varlıklar için değil, aynı zamanda insanlar için de
geçerlidir. İnsanlar yaşanmış birtakım olayları kendilerine göre yorumlayıp
tarihi dönüştürüyorlar hatta oluşturuyorlar. Örneğin, iki ülke arasında belli
bir dönemde gerçekleşmiş bir harp olsun. Bu olayı her iki ülkenin tarih
kitapları farklı biçimde yorumladıkları görülür. Yani, tarihi kendi çıkarlarına
göre belgeleyerek saptırmışlardır. Bir iki nesil sonra asıl olay tümüyle
unutulup belgelenmiş olan sahte tarih “gerçek tarih” şeklinde kabul edilecektir.
Tarih, bana göre bir “örüntü” olmaktan ileriye gitmez. Her toplum kendine göre
yorum yapar ve geçmişi örer. Bunun bir diğer açılımı “zaman” kavramının da
örüntü olduğu şeklindedir. Bizler sadece “an” denen kısa bir süre içinde varız
(Bakınız Sorular yanıtlanıyor başlıklı yazım). Fakat, süreksiz olan bu anları
birbirlerine ekleyerek zamanı örüyoruz. Zamanı sürekli yapan bizim aklımız veya
beyin yapımızdır.
Görüngübilim yaklaşımı başlıklı yazımda dedim ki: “Hem bilim hem de felsefe
görüngüler ilişkisine “inandırıcı bir anlam” verme gayretidir”. Tarih de
öyledir. Yazılı tarih ile olgular tarihini ayırmak gerekir. Çünkü olgular
geçmişte kalmıştır ve onları geleceğe taşıyan yazılı tarihtir. Geçmiş olgulara
inandırıcı bir anlam vermek için de onlara, renkli cam ardından bakar gibi,
belli bir toplumun istekleri ve beklentileri doğrultusunda renklendirip
yorumlamak gerekmektedir.
Yazılı tarihe “historia”, yazılı tarih öncesine ise “prehistoria” denir. Fakat
sözcük anlamına bakıldığında historia sözü aynı zamanda hikaye veya masal da
demektir. İngilizce tarih = history şeklinde yazılır. Bu sözcüğü Hı-story
şeklinde ayırırsanız Hi sözünün okunuşu “hay” veya High = Yüksek olduğu ve
“story” masal/hikaye olduğu göz önüne alınırsa hi-stroy = Yüksek masal anlamına
gelmektedir.
Olayları, olguları ve nesneleri insanlar ya kendilerine göre yorumlarlar veya
başkalarının yorumunu düşünmeden kabullenirler. Kendi yorumlarını getirebilen
kişilere filozof veya bilim adamı diyoruz. Bu kişiler başkalarının
varsaydıklarını kabullenmeden önce kendi akıl ve mantık süzgeçlerinden
geçirirler. Önemli olan kendimize ait sandığımız düşüncelerin ne derece
kendimize ait olduklarıdır. Birçok düşüncemiz bize toplum tarafından aktarılmış
varsayımlar, ön kabuller ve örüntülerdir.
Yazılı ve sözlü basın da genel olarak bu varsayımları tekrarlamaktan öteye
gitmez. Çünkü onların amacı bilgilendirmekten ziyade ilgi çekip tepki
oluşturmaktır. Tepki uyandırmaları gerekir ki insanlar onları seyretsin veya
okusun. İşte, bakın son yıllarda en çok satan kitaplar birer tepki kitabı değil
midirler? Bir kere belli bir kesime veya konuya karşı tepki oluştuktan sonra o
konu veya kesim üzerine daha birçok yalan-yanlış yazılar, kitaplar ve programlar
çıkacaktır. Olaylar üzerine yorumlar arttıkça gerçek de saptırılacaktır.
Bu konuda derin açıklamalar yapan Hans Georg Gadamer (1900-2002) “Hakikat ve
Yöntem” adlı kitabında insanın bir olayı veya durumu nasıl anlayabildiği
sorusuna yanıt arar. Ona göre çok zor olan “anlama” nın hermeneutik (yorumbilim)
olduğu ve bu yüzden, anlamanın doğasında sadece yorumun bulunduğudur. Gadamer’e
göre anlaşmayı ve anlamayı sağlayan dildir. Ona göre her türlü yorum incelemesi
bir dil incelemesi olmak zorundadır. Gadamer, bilimlerin ve özellikle tarihin
objektivizmini bütünüyle silip süpürerek ortadan kaldıran ve mutlak/kesin
temelleri reddeden bir yaklaşım getirir.
Gadamer’in felsefi yaklaşımı ile modern fizik biliminin yaklaşımı tamamen
örtüşmektedir. Artık günümüzde, “mutlak” kavramı yerini “göreli örüntü”
kavramına terk etmiştir. İnsan aklının ulaşabileceği gerçeklik boyutları da
görelidir. Bu bakımdan, bilgi ve varlık düzeyleri farklı kişiler için “gerçek”
adını verdiğimiz olgular da farklı benlik düzeylerinde farklı yorumlara yol
açmaktadır.
Soliton dalgalar
Tarih: 08:29 on 29/4/2006
İnsanların düşünce sistemi kendi iç yapılarından türediğine göre, varsayımları
da gene kendi iç yapılarının eseridir. Önemli bir varsayım şudur: “Eğer bir
yaratılmış olan varlık varsa mutlaka onu bir yaratan olması gerekir”. Bu
önermede iki önemli varsayım bulunmaktadır.
Yaratılmış vardır varsayımı. Daha önce dedim ki her var olan nesne (canlı veya
cansız) bir enerji yumağıdır. Enerji de sürekli dönüşür. Şu halde “yaratılmış”
sözü yanıltıcıdır. Doğrusu “dönüşmüş” olmalıdır. Şu halde yukarıdaki önermeyi şu
şekilde ifade etmek gerekir: “Eğer bir gözlenen nesne varsa yoktan var olmamış,
dönüşmüş veya yoğunlaşmış enerji olması gerekir”.
Yaratan vardır varsayımı. Varlık dönüşmüş enerji ise onun dönüştürücüsü olmalı
mıdır? Benim görüşüme göre varlık “var olmaya devam etmesi için” mutlaka dönüşüm
içinde olması gerekir. Bu dönüşümün bir ilk nedeni olması gerekmez. Varlığın
oluşmasını sağlayan “acayip çekici nokta” adını verdiğimiz sanal bir noktadır.
Bu sanal noktaya “irade, bilinç, istek” gibi insani özellikler yakıştırmaya
gerek yoktur.
Peki ama, yaratılmış yoksa ve yaratan da yoksa bu evren neden vardır? Neden
yokluk yerine varlık oluşmuştur? Sebebi örgü alanın non-lineer (çizgisel
olmayan) yapısıdır. Bu yapı içinde oluşan herhangi bir kıpırtı (vakum titreşimi)
sönümlü olmak yerine artan bir enerji birikimi özelliği göstermektedir. Evrende
ve çevremizde bu tür yapılara “müstakil tek dalga” anlamına gelen “soliton” adı
verilmiştir. Soliton, örgü alan içinde yerel olarak oluşmuş ve dağılmadan
varlığını sürdüren dalgaya verilen isimdir. Solitonların var oluş nedeni
doğrudan örgü alanın çizgisel olmayan yapısıdır.
"Lineer olamayan kuram için soliton çözümü sinüs dalgası kadar temeldir. Son zamanlarda, yüksek boyutlu
kuramlarda solitonlar bulup onları kuantize etmek konusunda önemli gelişmeler
olmuştur. Kuantum Mekaniği yaklaşımında klasik görüşlerden çok farklı ve
beklenmedik derin anlamlar taşıyan solitonlar bulunmuştur". (yukardaki bağlantı
Giriş 1.1 in en son paragrafı).
Solitonlar bildiğimiz klasik dalgalar gibi davranmıyorlar. Kuantize
edilebiliyorlar fakat çizgisel olmadıkları için bildiğimiz dalgalar gibi sönümlü
değiller. Bu bakımdan yok olmayıp var olmakta devam ediyorlar.
Evren soliton özelliği içeren bir dalga paketidir fakat tümüyle tek başına da
değildir. Çünkü onun var olmasını sağlayan Takiyon evren ile sürekli
etkileşmektedir. Her ikisi birden “örgü alan” adını verdiğim bir yapıdan ortaya
çıkmışlardır. Bu noktada insan sorabilir: “Örgü alanı yaratan var mıdır?” İşte,
insan aklının ulaşacağı noktaya geldik. Örgü alanın yaratıcısı kimdir, nedir,
hangi ilkedir? Gibi sorulara yanıt getirmek bugünkü bilgilerimizle mümkün değil.
“Örgü alan hep vardı” demek de ne derece tatmin edici bir yanıt olabilir ki?
Ancak, fizik kuramları çerçevesinde, örgü alanın varlığından hareketle,
yapısındaki temel özellikten dolayı, tüm var olanların ortaya çıktıklarını
görebilmek de önemli bir aşama olduğu kanısındayım. Hala “ilk neden” bilinmiyor.
Belki de hiçbir zaman bilinemeyecek. Fakat, sönümlü olmayan soliton dalgalar
hakkında daha ayrıntılı bilgiler ortaya çıktıkça anlayışımızda bir derinleşme ve
bir berraklaşma olacağı da şüphesizdir.
İnsanlar da birer soliton dalga değil midirler? Her biri hem tek başına bağımsız
hem de örgü alan sayesinde tüm varlık içinde bağımlı. Ayrıca parçacık olmayıp
birer dalga olduklarının bilincine vardıkları gün farklı davranışlar içinde
bulunacaklarına inancım tamdır.
Cud ile mevcud
Tarih: 10:27 on 28/4/2006
Yükselmek ve “el almak” kavramlarından ne anlıyoruz? Öncelikle insanın istekte
bulunması gerekir. İstek olmadan herhangi bir girişim de olmaz. Bu isteğin
oluşması için de insanın öncelikle kendini ikna etmesi gerektir. Herhangi bir
konuya ikna olabilmek için de öncelikle o konuya inanmak gerekir. Demek ki her
hareketin temelinde “inanç” kavramı vardır. Bu inanç metafizik boyutlarda ise
ona “iman” denir.
İnanan ve kendini ikna ettikten sonra harekete geçen insan “el atar”. Yani
inandığı konuya yönelir ve bağlanır. Fakat bu bağlantı aşırı derecede kuvvetli
olursa o konunun esiri olur. İster bilim adamı isterse din adamı olsun, durum
aynıdır ve fark etmez. İnsan hangi konuya veya kişiye tutkunluk derecesinde
bağlı ise o konunun veya kişinin esiri olur. Ondan kurtulamaz.
Bu durum her boyutta geçerlidir. İster bedensel (maddi) ister düşünsel (manevi)
boyutta olsun, tutkular insanların özgürlüklerini kısıtlar. Demek ki, insan
kendi özgürlüğünü kısıtlayıp kontrol etmesi gerekli olsa da asla tutku haline
getirmemelidir. “Tutku” sözü tutmak ile ilgilidir ve sımsıkı tutup bırakmamak
anlamını taşır. Oysa ki güçlü tutuş daima birlikte “bırakmak” eylemini
taşımalıdır.
Örnek olarak otomobillerin ABS (Anti-Block-System) denen fren sistemini düşünün.
Bu sistem ile donanmış otoların durma mesafeleri diğer sistemlere göre çok daha
kısadır. Çünkü fren yapıldığında sistem bir tutar bir bırakır. Kısa aralıklarla
tekrarlanan tutma-bırakma hareketi sürekli (tutku halindeki) fren sistemine göre
çok daha etkili olur. Peryodik olarak tekrarlanan ve süreksiz titreşimler içeren
hareketler sürekli olanlardan çok daha güçlüdür.
Evren ve nesnel varlıklar için böyle olduğu gibi, insanlar için de durum
aynıdır. Bu duruma “tasarruf” etmek diyebiliriz. Tasarruf sözü “sarf” sözünden
türer. Sarf etmek harcamak, tasarruf etmek biriktirmek şeklinde anlaşılsa da
tasarrufun asıl tanımı “idareli kullanmak” şeklinde anlaşılmalıdır. İdareli
kullanmak derken ona ne tümüyle sahip olup bekçisi olmak, ne de müsriflik edip
hesapsızca harcamak kast edilmektedir.
Düşünce boyutunda da bir kişinin diğer bir kişiye el vermesi ve karşılığında el
alması o kişinin tasarrufunda olmalıdır. Yani, kontrolü kaybetmeden ilişkinin
sağlıklı bir şekilde sürmesi için almak-vermek ve tutup-bırakmak karşılıklı bir
denge içinde birbirini izlemelidir. İşte o zaman “varlık” varlığını
sürdürebilir. Eskilerin deyimi ile bu duruma “kevn” denir.
Kevn sözü “varlığın vücut bulması” anlamına gelir. Vücuttan ise mevcut ortaya
çıkar. Her iki sözde bulunan “cûd” kök sözü ise “cömertlik” demektir ki, bir
önceki yazımda sözünü ettiğim “kerim” ile aynı anlamlıdır. Kerim sözü bir
sıfattır, yani “cömert” demektir. Cûd ise isimdir. Bu sözü içeren Şeyh Galibin
(1757-1799) iki mısraını aktarayım:
Sahra-i ademde eyledin cûd
Verdin yoğ iken libas-i mevcûd.
Adem = boşluk demektir ve ilk yaratılan insan olan “âdem” ile karıştırılmaması
gerekir. Şu halde “sahra-i adem” = “boşluk çölü” demek olur. Bu iki mısraın
anlamı da: “Boşluk çölünde cömertlik ederek varlıklara dış görüntülerini
verdin”. Elbise sözü libas’ın çoğuludur. Libas ise, maddi anlamda “örtü,
görüntü” olsa da manevi anlamda “iffet, hayâ, edep” anlamına gelir. Demek oluyor
ki, insanı hayvandan ayıran özelliklerden biri de örtünmesi ve bu örtünmenin
sadece kıyafet giyinmek şeklinde olmayıp edepli davranması da kast edilmektedir.
“Boşluk çölü” kavramı daha önce sözünü ettiğim “örgü alan” kavramı ile örtüşür
(Bakınız Örgü alan kuramı başlıklı yazım). Örgü alan asla yokluk değildir. Şeyh
Galip de “boşluk” sözünü tek başına kullanmayıp birlikte “çöl” sözünü
kullanmakla, var olan fakat üzerinde hiçbir bitkinin henüz bulunmadığı bir alanı
kast etmektedir.
Daralma ve genişleme
Tarih: 10:23 on 27/4/2006
Takiyon Evren Modeli başlıklı yazımı şu cümle ile bağlamıştım: “Var olan evren,
varlığını sürdürmek için yeniden büzülmek zorundadır”. Her var olan, varlığını
sürdürmesi için peryodik (tekrarlanan) hareketler yapar. Bu hareketler açılıp
kapanma şeklinde de olabilir, titreşme ve salınım şeklinde de olabilir.
Canlılardaki en açık görüntüsü nefes alıp-verme hareketidir. Etkenlik edilgenlik
başlıklı yazımda da şu ifadeyi kullandım: “Edilgen durumda olan nesneler
bir-araya geldiklerinde etken hale dönüşüyorlar. Bir-araya gelmeleri ile
birlikte gizli olan enerji bir anda aktif hale geçip birliğin sürmesi için etken
olmaya başlıyor.”
Şu halde birliğin (varlığın) sürmesi için bir araya gelmek, toplanmak ve
özgürlüğü belli birtakım kurallara bağlamak gerekiyor. Bu genel kural sadece
cansızlar için değil, canlılar için de geçerli olduğundan söz etmiştim. İnsanın
kendi içine dönmesi ve davranışlarını kısıtlaması durumuna günümüzde “depresyon”
adı veriliyor. Sözcük anlamı “çöküntü” olan depresyon kendi içine çöküş,
düşüncenin sıkışıp büzülmesi olarak tanımlanabilir.
Depresyonun çeşitli nedenleri olabilir. Asıl önemli olan bir süre sonra bu
depresyon durumundan çıkabilmek ve yeni bir boyutta varlığını sürdürebilmektir.
Sufiler bu daralma ve genişleme durumlarına kabz ve bast derlerdi. Bast:
genişleme, açılma, Kabz: daralma, kapanma ve kavrama anlamına gelir. Bilge
kişiler bu iki durumun kişinin ilerlemesi için şart olduğunu söylerler ve şu
benzetmeyi yaparlar: Mana aleminde uçabilmek için iki adet kanat gereklidir.
Bunlardan biri kabz, diğeri bast’tır. Bu iki kanat dengeli ve eşit güçte
olmadıkça düzgün uçuş sağlanamaz. Biri diğerinden ağır basarsa veya daha güçlü
olursa denge bozulur ve kişi ilerleyemez.
Kabz sözü aynı zamanda “tutmak, kavramak” anlamına da gelir. Silahta tutulan
kısma kabza denir. Demek oluyor ki, varlık boyutlarını (mana alemini) kavrayan
insan önce bir hüzünlenme durumu yaşasa da ardından yayılma ve genişleme ile
özgürlüğe ulaşır, ferahlık ve mutluluk duyar.
Bu konuda büyük mutasavvıf Necmettin Kübra’nın (1145-1221) sözlerini aktarayım:
“Bazen şiddetten sonra ferahlık, heybetten sonra üns, kabzdan sonra bast,
fetretten sonra rağbet, hallerinden sonra vech-i kerimin bütün daireleri sanki
tesbih imiş ve tesbih ediyormuş gibi ortaya çıkarlar”.
Bu ifadenin günümüz Türkçe karşılığı şudur: “Bazen sertlikten sonra yumuşamak,
güç gösterisinden sonra büzülüp kalmak, kısıtlandıktan sonra özgürleşmek,
istenmeyen bunalımlı durumların ardından arzulanan durumların ortaya çıkışı ile
bolluk ve cömertlik, bütün yönleri ile bir tesbihin taneleri gibi ard-arda
dizilirler ve belirirler.”
Bu ifadenin ağırlık merkezi “bolluk ve cömertlik” sözlerindedir. Demek ki,
açılıp kapanma, sıkışıp genişleme durumları oluşmadan ne bolluk (çokluk) ne de
cömertlik oluşabiliyor. Varlık çokluk halinde beliriyorsa, nedeni tekrarlı
olarak (kısa aralıklarla) açılıp kapandığı ve salınıp titreştiği içindir. Çünkü
varlık ile cömertlik el-ele gitmesi gerekir. Eğer bir insanda varlık olup
cömertlik yoksa o varlığın sadece bekçisidir. Varlığın artması için mutlaka
verici olmak ve cömert olmak şarttır.
Allah’a güven anlamında kullandığımız “Allah kerim” sözü “Allah vericidir,
cömerttir, onun cömertliğine sığınırım” anlamını taşır. Bu ifadede, tüm
yaratıkları nimete boğmak onlara karşılık beklemeksizin bağışta bulunmak ve
kötülük yapanları affetmek kavramları gizlidir.
İnsan için de durum aynıdır. Bolluğa ulaşmak için öncelikle verici olmak ve
cömertçe dağıtmak gereklidir. Sadece maddi anlamda değil, manevi anlamda
(düşünce boyutunda) dahi durum aynıdır. Fikirlerini cömertçe yayarak kabını
boşaltan insanda yeni fikirler oluşur ve kabı yeniden dolar. Bu bakımdan her
hoca öğretirken öğrenir ve öğrenci yetiştirirken kendi yetişir. Yükselebilmek ve
el alabilmek için önce el vermek gerekir.
Zorunluluk ve keyfilik
Tarih: 09:43 on 25/4/2006
İnsanlar zorunlu durumları sevmezler. Kendilerini kısıtlanmış hissederler.
Günümüzde “özgürlük” kutsal bir kavram haline gelmiş durumdadır. Oysa ki,
özgürlük ile bilinç ters orantılı olarak değişirler. Biri büyürken diğeri
küçülür. İnsanın özgürlüğü ne kadar az ise bilinci o kadar fazla olur. Bu ifade
size ilk anda ters gelebilir. Açıklayayım.
Özgürlüğün kısıtlanması dıştan gibi görünse de her zaman içten gelir. Bir siyasi
rejim özgürlüğü kısıtlıyorsa bunun nedeni o siyasi rejimin halk tarafından
istenmiş olmasıdır. Örneğin, komünist sistemde özgürlükler kısıtlanmış idi. Ama
komünist sistem hep o ülke halkı tarafından istendi, hem de büyük ihtilaller ve
çalkantılar sonucu.
Aşırı özgürlük ve seçim fazlalığı insanların hem maddi hem de manevi yönden
dağılmalarına neden olur. Maddi dağılıma örnek göçebe toplumların kaderi
gösterilebilir. Göçebe toplumlar büyük boş arazileri görünce yayılıp dağıldılar.
Fakat bir süre sonra onlardan iz kalmadı. Bunun en açık örneği Hun toplumudur.
Asyadan hareket edip Avrupaya kadar yayılan Hunlar Atilla’nın ölümünden sonra
tümüyle yok oldular ve Hun devleti diye bir devlet kalmadı. Tüm göçebe
toplumların kaderi aynı olmuştur. Oysa ki, yerleşik toplumlar bilgi birikimi
sayesinde bir-arada kalarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Manevi yönden aşırı özgürlük “seçim fazlalığı” olarak belirir. Eğer insanın,
herhangi bir konuda, seçenekleri fazla ise tereddüde düşmesi ve seçimini
geciktirmesi doğaldır. Tereddüdün nedeni de bilgisizliğin sonucu oluşan bir
umuttur. Oysa ki, az seçimi olan veya hiç seçimi olmayan bir insan için ne
tereddüt söz konusudur, ne umut. Seçimi olmadığından hiçbir tereddüde yer
kalmadan gerekli davranışta bulunur.
Örneğin, öldükten sonra cennete gideceğine inanan ve bu konuda hiçbir tereddüdü
olmayan asker, canını tehlikeye atmaktan çekinmez. Fakat, yaşamın tek olduğuna
inanan ve “öteki dünya” inancı bulunmayan asker için aynı durum söz konusu
değildir. Öldüğünde ne olacağını bilmeyen asker canını o kadar kolay feda
edemez. Seçim durumu varsa tereddüde düşecek ve hayatını tehlikeye atmaktan
çekinecektir.
Fazla bilgi tereddüde neden olabilir. Çünkü, bilginin nicelik olarak fazla oluşu
onun nitelik olarak da yüksek olduğunu garantilemez. Çok fazla fakat yüzeysel
bilgi arasında seçim yapmak zordur. Seçimde büyük çapta keyfilik hakimdir. Oysa
ki, az sayıda fakat niteliği yüksek bilgi sahibi isek seçim yapacak bir durum
kalmaz. Yapılan seçim zorunlu bir seçim olur.
Demek ki, insanın bilgi kalitesi yükseldikçe yapacağı seçimler azalır. Örneğin,
bir otomobil satın almak istiyorsunuz ve seçim yapmaya uygun durumda 10 değişik
marka otomobil bulunuyor. Siz bunlardan birini seçerken aralarındaki kalite
farkı hakkında bilginiz yoksa dış görünüşe kanarak en güzel bulduğunuzu
seçersiniz. Eğer bilginiz varsa içlerinden en sağlam olanını, size en az sorun
çıkaracak olanını, seçersiniz. Demek oluyor ki, bilginiz size keyfilik tanımıyor
ve zorunlu bir seçim yapmanıza zorluyor.
Kendini tanıyan, dolayısıyla insanı tanıyan kişi için de zorunlu seçimler
vardır. Keyfi davranışlardan uzaklaşan insan kendini kısıtlar. Kendine sonsuz
davranış serbestisi tanımaz. Tüm bilge kişiler düşünce ve davranışlarını kontrol
altında tutmayı başarmış olan kişilerdir. İnsan, bilgelik yolunda ne derece
yükselirse o derece keyfi davranışlarında azalma olur. Bu durumu bir dağa
tırmanmaya benzetebiliriz. Dağın alt yamaçlarında hareket etmek kolaydır. Fakat
dağa tırmandıkça hareket serbestiniz azalır. En zirvede ise hiç kalmaz. Bu
duruma Hint felsefesinde “nirvana” adı verilmiştir.
İslam felsefesinde ise bu durumun adı “fena-fillah” mertebesidir. Bu boyuta
ulaşan benlik dünya işlerinden uzaklaşmış, tamlık boyutuna ulaşmıştır. Her olayı
ve olguyu en yüksek noktadan görüp değerlendirdiği için aralarında herhangi bir
tercih yapamaz, dolayısıyla seçim de yapamaz. Bu boyuta ulaşmış insan hem her
şeyi bilir hem de hiçbir şeyi aklı ve mantığı ile açıklayamaz. Açıklayamadığı
için de sözlerle ifade edip anlatamaz.
İnsanın dalgasal yapısı
Tarih: 08:37 on 23/4/2006
Her var olan nesnenin aynı zamanda dalga olduğunu söyledim. Kuantum kuramından
türeyen bu sav deneysel olarak da kanıtlanmıştır. Fakat bu gerçek özellik her
boyutta vardır. Sadece atom-altı parçacıklar için değil, insanlar için dahi
geçerlidir.
İnsanlar hem parçacık hem de dalga gibi davranabilirler. Gündelik hayatta
karşılaştığımız insanlar bize sonlu yapılar halinde belirdiklerinden parçacık
olarak tanımlanabilirler. Oysa ki onların, sınırları belli olmayan dalgasal bir
yapıları da vardır. Bu yapıyı ortaya çıkarabilmeleri için parçacık yapılarından
kurtulmalarını sağlayacak ortamların oluşması gerekir.
Hemen her inanç okulunda ritüel (geleneksel) olarak tekrarlanan hareketler
bulunur. Bu hareketlere zikir (anma) veya hatırlama hareketleri diyebiliriz.
Neyi hatırlıyorlar acaba? Unutmuş oldukları gizli çekim noktasını hatırlıyorlar.
Gizli çekim noktasına ulaşmak veya en az onun etkisine kapılıp etrafında
dolanmak için de dalgasal hareketler yaparlar.
Budist rahipler “aum” sesini veya “om mani padme hum” cümlesini defalarca
tekrarlayarak dalgasal bir zikir içinde cezbeye girerler. İslam sufi okullarında
Allah’ın sıfatlarını tekrarlayarak cezbeye girilir. Amerika kızılderili
şarkılarını veya Avustralya aborijin şarkılarını duydu iseniz eğer, hepsinde bir
sürekli tekdüze tekrarlanan bir melodi vardır. Zaten müzikteki “ritm” denen
tekrarlanan yapıların çıkışı tümüyle eski dini tekrar içeren zikir müziği ile
ilgilidir.
Çezbe, çekim demektir ve insanı çeken nokta “gizli kritik” noktadır. Oraya da
parçacık olarak değil, dalga olarak ulaşılabilir. Size Yahya Kemal Beyatlı’nın
(1884-1958) şiirinden iki mısra aktarayım:
Dururdu rindler dembeste, ney dembeste vecdinden
Ağaçlıklarda bülbül feryada geldikçe.
Birinci mısradaki zor sözcüklerin anlamı: Rind: Dünya işlerine önem vermeyen,
maddiyat yerine maneviyata önem veren kimse. Dembeste: Sessiz ve sakin olmak.
Vecd: İnsanın bilincini kaybedip kendinden geçmesi. Şu halde anlamı: Maneviyata
önem veren insanlar ve ney, ağaçlıklarda bülbül şarkısının etkisi ile
kendilerinden geçerek sessizliğe bürünürlerdi. Manevi aşkınlığın şairane tasviri
(betimi) ancak bu kadar olabilir.
Vecd sözcüğü ile ilgili bir diğer sözcük de “vecdalud” sözüdür. Bu söz ile,
insanı kendinden geçirerek coşkunluk içine sokan hallerin tümü, kast edilir.
Demek ki, dalgasal yapının ortaya çıkmasını sağlayan birçok hal vardır. İnsan da
bu durumda olunca halden hale girer. Bazen sessiz kalır bazen de coşkudan
kendini bilmez hale gelebilir.
Bu sözü içeren Osmanlıca bir şiirin tek bir mısraını aktarmak istiyorum.
Anlamını da elbette ki açıklayacağım. Şairin adı Cenab Şahabettin (1870-1934):
Mevce mevce nuş eyleyerek vecdalud vüsat-ü-nur mürur eylemelidir.
Mevce: Dalga, Nuş eylemek: İçmek, Vüsat-ü nur: Nur’un (ışığın) genişlemesi,
Mürur: Aşmak, anlamını taşır. Şu halde anlam: Çekim haline getirip coşkunluk
içine sokan halleri dalga dalga içselleştirerek, kutsal ışığın (nurun)
genişlemesiyle insan aşkınlık haline geçmelidir.
Bu şairane ifade benim daha önce sözünü ettiğim aşkınlık halini anlatmaktadır
(Bakınız Aşırılık ve aşkınlık başlıklı yazım). Fakat asıl ilginç yanı dıştan
gelen dalgalar ile insanın dalgasal özelliğinin rezonansa girmesi ile aşkınlık
durumunun belireceğini söylemesidir. Her insanda bu dalgasal yapı bulunmaktadır.
Fakat onun diğer dalgalarla (varlıklarla) etkileşip aynı frekansta titreşmesi
aşkınlık durumunu ortaya çıkarır. Bu hale gündelik hayatta gelemiyorsak öz
varlığımızı örterek benlik boyutumuzu öne çıkarmaya öncelik vermiş olmamızdan
dolayıdır.
Davranışların kökeni
Tarih: 08:43 on 22/4/2006
Tekrarlanan hareketler başlıklı yazımın başında dedim ki: “Gizli Kritik noktaya
doğru çekilen sistem 3 farklı davranış gösterebilir. a) Sabit bir kritik noktaya
doğru gittikçe küçülen adımlarla yaklaşır ve noktasal sonsuzluğa ulaşır. b)
Kritik noktaya hiç ulaşamaz ama onun etrafında peryodik (tekrarlanan) salınımlar
yapar. c) Karmaşık bir düzen içinde kritik nokta civarında dolanır.”
Bu 3 durumu nesneler için yorumlayıp birçok örnekler verdim. Fakat bu 3 durumun
insanlar için de geçerli olduğundan söz etmedim. Gizli kritik nokta her sistemin
davranışında bulunur. İnsan kendi hareketinin nedenini bilirse, neden = “gizli
kritik nokta” olur. Yani, çekici nokta gizli olmaktan çıkıp, bilinen ve belirgin
bir amaç şekline dönüşür. Fakat, hareketin nedeni her zaman bilinmeyebilir. Bu
durumda gizli kritik noktadan haberdar olmasak dahi o vardır. Bu “varlık” durumu
düşünce boyutunda, matematiksel, bir varlık değildir. Tümüyle gerçek, belki de
gerçek-ötesi bir hakikattir.
Yukarıdaki a) şıkkında tanımladığım yaklaşma durumu tasavvuf ehlinin ve
sufilerin benlik boyutlarındaki değişimi tanımlar. Kendini tanımak için
gösterilen gayret her yeni boyutta insanı gizli kritik noktaya doğru
yaklaştırırken, aynı miktarda harcanan enerjiye karşı kat edilen yol gittikçe
küçülür. Yani, birinci mertebeden ikinci mertebeye yükselmek için x miktarda
enerji harcamak gerektiyse, ikinci mertebeden üçüncü mertebeye x’in birkaç katı
enerji harcamak gerekir. Dolayısıyla eşit miktarda enerji harcayan insan için
kat edilen yol gittikçe zorlaşır.
Bu durumu sarp bir dağa tırmanmaya benzetebiliriz. Yükseklik arttıkça oksijen
azaldığından her adımı atmak daha fazla enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her
nefeste alınan oksijen azalmaktadır. Aynı miktarda oksijen almak için nefeslerin
sıklaşması ve sarf edilen gayretin artması gerekir.
İkinci şık olan b) şıkkı ise iman sahibi insanların durumudur. Onlar asla kritik
noktaya ulaşmazlar. Ancak hareketleri hep bu kritik nokta etrafında tekrarlanan
salınımlara benzer. Ne yaparlarsa yapsınlar kritik noktanın varlığından haberdar
olarak bilinçli hareketler yaparlar. Onların bilinci gündelik yaşam içindeki
bilinç gibi görünse de, daha derin bir hakikatin bilincidir. Hareketlerinde ve
genel tavırlarında belli bir tekrar, bir biteviyelik vardır. Belki ilk anda bu
tekrar ve biteviyelik insana monoton (tekrenkli veya renksiz) bir yaşantı gibi
görünebilir. Fakat, tepkileri ve özellikle zorluklara göğüs germe dirençleri
diğer insanlara göre çok daha ileri bir boyuttadır.
Üçüncü şık olan c) şıkkı genel olarak ortalama insan davranışlarını tanımlar.
Genelde insanlar gizli kritik noktadan haberdar değildirler. Pek çoğu da kritik
noktanın asla bulunmadığını ve hareketlerinin tümüyle kendi iradeleri tarafından
yönlendirildiğini sanırlar. Oysa ki gizli kritik nokta olmasa varlıklarını dahi
devam ettiremezler. Ancak, hareketleri karmaşa içerdiğinden, bu karmaşık durumun
dahi bir gizli kritik nokta civarında dolanmak olduğunun bilincine ulaşamazlar.
Karmaşa kuramı sayesinde birçok sistemin davranış şeklini anladığımız gibi,
şimdi de insan davranışlarını dahi açıklayabiliyoruz. Eğer her davranışın
gerisinde gizli bir kritik nokta varsa tesadüften söz edilebilir mi? Daha da
önemlisi özgür iradeden söz edilebilir mi? Özgür irade başlıklı yazımda “özgür
irade hem vardır hem yoktur” dedim. Vardır çünkü kritik nokta civarındaki
hareketler belli bir düzen ve tekrar içermezler. Dolayısıyla, her bir harekete
tek tek bakıldığında her birinin özgürce gerçekleştirilmiş olduğu kanısı
uyanabilir. Oysa ki “gizli kritik nokta” bilinci uyandıktan sonra aynı
hareketleri incelediğimizde, özgür irade kavramının sadece bir yanılgı olduğu,
aslında tüm özgür sandığımız hareketlerin gizli bir kritik nokta civarında
dolanmaktan ibaret olduğunu anlarız. Bu açıdan bakıldığında özgür irade yoktur.
Aynı yazıda dedim ki: “İnsanın özgür iradesi tek başına iken daha fazla, toplu
halde iken daha azdır. Toplu halde iken birtakım kurallar devreye girmekte, bu
kurallar da özgür irademizi kısıtlamaktadır.” Bu ifade doğru olmakla birlikte
asıl özgür irade insanın tek başına iken kendine koyabildiği kısıtlamalardır.
Yani aklına estiği gibi davranmayıp davranışlarında karmaşa yerine düzen ve
dengeyi esas alan insan özgür irade sahibidir. Çünkü özgür irade sahibi insan
kendi kendini sınırlayabilen insandır.
Ahlak kavramı
Tarih: 09:52 on 20/4/2006
Eğitim insana sadece “bilgi aktarmak” şeklinde anlaşılmamalıdır. Eğitimin içinde
davranış şekilleri ve ahlak kuralları da yer alır. Bir toplumun ahlakı o
toplumun genel felsefesi ile yakından ilgilidir. “Genel felsefe” derken
önyargılar, varsayımlar, kutsal değerler ve temel ilkeler kast edilmektedir.
Bu bakımdan eğitim öğretimi kapsar. Çünkü öğretim bilgi aktarmakla yetinirken,
eğitim insanı eğmek, bükmek yani şekillendirmekle ilgilenir. “Ağaç yaşken
eğilir” sözü de insana uygulandığında “insan gençken eğitilir” şeklinde ifade
edilebilir.
Günümüz eğitim sisteminde pragmatik (faydacı) görüş hakimdir. Her türlü öğretim
faydaya dönük olarak planlanmaktadır. Amaç, okuldan mezun olup diplomasını alan
gencin bir iş bulması ve “kendini kurtarmasıdır”. Genel inanca göre, kendini
kurtaran genç daha kaliteli bir yaşam düzeyine ulaşır ve dolayısıyla toplumun
genel düzeyi de yükselir.
Bu durum sadece dış görünüş bakımından doğrudur. Olayı basite indirgeyip
açıklamak için şu örneği vereyim. Pragmatik felsefe sonucu oluşmuş olan eğitim
ve öğretim sistemi bir tahtaya sürülen dış cilaya benziyor. Cila sayesinde tahta
parlak ve düzgün görünüyor. Fakat o cilanın altındaki tahta parçasının çürük
olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor. Kumaş örneğine geri dönecek olursak,
kumaşın süsleri ve motifleri kumaşın örgüsünden daha önemli olmaya başlıyor.
Kumaşın örgüsü zayıf ve düzensiz ise bir gerilim durumunda kumaş yırtılıyor.
İnsan da bu kumaş parçasına veya tahta parçasına benzer. Olaylar karşısında
dayanma gücü verilmediği taktirde, bir gerilim veya baskı karşısında yırtılıp
dağılarak hem kendine hem de topluma zarar verir. Çünkü toplum ile fert ayrılmaz
bir bütün oluşturur. Birindeki bozukluk veya çarpıklık derhal diğerini de
etkiler.
Eğitimin amacı sadece bilgi vermek, dolayısıyla bilgin yetiştirmek olmamalıdır.
Eğitimin amacı genci eğip bükerek onu hem bilgili hem de bilge kişi olmaya
hazırlamaktır. İşte bu yüzdendir ki eskiden Milli Eğitim Bakanlığının adı
“Maarif bakanlığı” idi. Çünkü amacı “arif” insan yetiştirmek idi.
Arif kişi yetiştirmek istiyorsak okullara ahlak dersi koymamız gerekir. Fakat bu
kavram da batılılaşıp “etik” adı altında sulandırılmıştır. Etik toplum kuralları
ile ilgilidir. Ahlak ise insanın özüne yönelir ve özüne şekil vermeye önem
verir. İnsan dışındaki varlıklar için böyle bir eğitim gerekli değildir. Çünkü
onlar zaten özlerine göre davranırlar. Özleri ortadadır ve her canlı varlık
(bitki veya hayvan) özünün gereği olan davranışlarda bulunur. İnsan dışındaki
her varlığın özü ortadadır. Oysa ki insanın özü örtüktür. İnsan öğrenimi ve
toplumsal yapısı sayesinde özünün üstüne bir örtü çekmiş ve özünden
uzaklaşmıştır.
İşte, gerçek ahlak özünü tanıyan ve onun gerektirdiği şekilde davranan insanda
vardır. Özünü tanımak ise kendini tanımak demek olduğuna göre, ahlaklı insan
öncelikle kendini tanır. Bu sayede diğer insanları ve doğayı da tanımış olur.
Fakat, daha önce de sözünü ettiğim gibi, kendini tanımak insanın içinde
bulunduğu benlik boyutuna, nefis mertebesine bağlıdır. Bu mertebenin (düzeyin)
en birinci göstergesi de insanın eylemleri, yani amelleridir.
Ahlak, zorluklar ve baskılar karşısında insanın sergilediği tavır ve
davranışlardan belli olur. Bu da öğretimden çok eğitimle ilgilidir. Dolayısıyla
eğitim, 5 temel öğe içermelidir. Bunlar: Edep, amel, ilim, iman ve ihlas
şeklinde özetlenebilir (Bakınız Anadolu bilgeliği başlıklı yazım). İnsanın
benlik boyutu yükseldikçe özü ile olan bağları kuvvetlenir ve dış süsler önemini
kaybetmeye başlar. Ahlak sahibi bilge kişinin özünde bulunan “varlığını
sürdürme” içgüdüsü yerelden genele doğru kaymaya başlar. Ahlaklı insan var
olmanın sadece yiyip içmek ve içgüdüsel dürtüleri tatmin etmek olmadığının
bilincine varır. Var olmanın bireysel bir olgu olmadığını ve toplumla birlikte
var olunabileceğini, dolayısıyla kendine fayda sağlamanın topluma fayda
sağlamaktan geçtiğini bilir. Özetle, ahlak sahibi insan kendi çıkarını toplumun
çıkarı üstünde görmeyen insandır.
Alim ve arif
Tarih: 08:14 on 19/4/2006
Bilge olan kişinin olaylara katıldığını söyledim. Bu katılım ‘başkasının işine
karışmak’ şeklinde anlaşılmamalıdır. Daha çok içselleştirmek olarak
tanımlanabilir. Eğer basit bir şekilde açıklamak gerekirse şöyle bir benzetme
yapabilirim. Bilgi sahibi insan gören ve işiten kişidir. Bilge insan ise tadan
kişidir. Görmek ve işitmek beden dışındaki birtakım olay ve oluşumlardan
haberdar olmayı sağlar. Oysa ki tatmak, beden dışından beden içine alarak
haberdar olmayı sağlar. Duymak ve görmek en genel anlamda “seyirci olmak”
şeklinde tanımlanırsa, tatmak “katılmak” olarak tanımlanabilir.
Yani, katılmak “içselleştirmek” demektir. Bir olayı kendine fazlaca dert eden
insanlar o olayı içselleştiriyorlar demektir. Kendilerine mal ediyorlar ve
etkileniyorlar. Buna bir bakıma “bağlanmak” da diyebiliriz. Bilge kişiler hem
bağlıdırlar hem değildirler. O anda karşılarında duran sorunla bütünleşirler ve
bağlanırlar. Fakat kısa sürede de bu bağı koparmayı da bilirler. Daha doğrusu,
bağlanmanın şart olduğunu bilirler ama bu bağ onları bağlamaz.
Bu son ifade biraz çelişik gibi görünüyor. Ama, bilgenin mantığı çelişiklik
içerir. Çünkü, o lineer (çizgisel) düşünmez. Onun bakışı bütünsel ve
kapsayıcıdır. Hem kaplar hem kaplanır. Fakat kaplanması uzun sürmez. Sorunu
çözdüğü anda bağı koparır ve bağımsız bir varlık halinde yoluna devam eder.
Bilgenin bilgisi “ayn-i yakin” boyutundadır. Yani varlığa ve var oluşa düşünce
boyutunda yaklaşmaz. Varlık ve var oluş onun içindedir ve kendini kıstas alır.
Başkalarının bilgisi ve başkalarının sözleri onun için tümüyle önemsiz olmasa da
fazlaca önemli de değildir. Eğer kendi ölçüt ve kıstaslarına uymuyorsa,
başkalarının dediklerine fazlaca kulak asmaz.
Dolayısıyla, bilge kişi yalnızlık içinde yaşamını sürdürmeyi seçmiş kişidir.
Başkalarının önem verdiği değerler onun için hiç de önemli olmayabilir. Bilge
kişilere eskiler “arif” demişlerdir. Bilgine ise “alim” demişlerdir. Alim
uğraştığı konu “ilim”, arifin eylemleri ise “marifet” olarak bilinir. Aradaki
fark birinde (ilimde) düşüncenin bulunuşu, diğerinde ise düşüncenin
bulunmayışıdır.
Marifet sahibi kişi düşünerek marifetini ortaya koymaz. Marifet, sezginin
yardımıyla, bir anda ve düşünmeden ortaya çıkar. Bunun nasıl çıktığını arif olan
kişi de anlayamaz. Sanat konusunda bu yetiye “ilham” diyoruz. Şair ilham bekler,
ressam ilham bekler, müzik bestecisi ilham bekler. Fakat, bu “ilham” denen yeti
beklemekle ortaya çıkmaz, aniden bir şimşek parlaması gibi gelir. Gelişine de
hazırlık yapmak fazlaca gerekli değildir. Hazırlık, şu bakımdan faydalıdır.
İlham geldiğinde onu güzel bir şekle sokup estetik bir görüntü haline getirmek
için ön hazırlık gereklidir. Bu da bol çalışma ve tekrarla oluşur. Fakat bol
çalışma ve tekrar bir insanı üstün bir sanat adamı yapmaz. Bunun için sezgi
şarttır.
Yetenekli sanat adamları sezgileri kuvvetli olan kişilerdir. İlham sahibidirler.
Bu bakımdan onların benlik boyutuna “nefs-i mülhimme” denebilir. İlham vardır
ama bu ilhamı sadece kendi çıkarına kullanıyorsa yeteneklerini boşuna harcıyor
demektir. Yetenek kendisine verilmiş olabilir. Önemli olan bu yetenekleri nasıl
kullandığıdır. Daha önce kumaş örneğini vermiştim. Kumaşın malzemesi bize
verilmiş olan yeteneklerdir. Bu yetenekler ya vardır veya yoktur. Sonradan bir
düzeye kadar gelişirler.
Önemli olan bu malzemeyi nasıl dokuduğumuz ve üzerine ne tür desenler, motifler
ve süsler eklediğimizdir. Motifler ve süsler her insanda farklı olabilir. Bu
kumaşın dış görünüşüdür. Ama dokunuşu ve örgü yapısı son derece önemlidir. Bu
yapıda toplumun ortak değerleri, ön-yargıları, varsayımları ve eğitim sistemi
büyük rol oynar. Toplum bireylerini bir arada tutan, onlara ortak değerler veren
büyük çapta aile ve okul eğitimidir.
Bu bakımdan eğitim toplumun temel direğidir, denebilir. Bilgiyi veren ve
sezgilerin gelişmesini sağlayan eğitimdir. Fakat ilhamı veren eğitim değil
varlığın özüdür.
Farkındalık nedir
Tarih: 08:31 on 18/4/2006
Gerek Nasreddin hoca bilgeliğinde, gerekse uzak doğu Zen öğretilerinde en önemli
yaklaşım hayata ve olaylara seyirci kalmaktan çok katılmaktır. Yaşanan fakat
sözle anlatılamayan varlığı anlamak mümkün müdür? Çünkü anlamak için kavramlara
gereksinim vardır ve kavramlar da sözlerle aktarılır. Gerçek anlamda anlamak
katılımla olur. Gözlem yaparak da anlarız fakat o analitik (ayırımcı) anlama
şeklidir. Yani, dialektik (ikilemli) mantık kullanılarak anlama metodudur. Bu
tür anlama insanı yüceltmez. Onun benliğinde değişiklik yapmaz.
Oysa ki, “katılımcı-anlama” metodunda kavramlar kesin çizgilerle ayrılmış
değillerdir. Her kavram bütünün bir parçasıdır ve karşıtı ile iç-içe geçmiş
durumdadır. Katılımcı anlamanın metodu sentetiktir (bütüncüldür), mantığı da
hem-hem mantığıdır. Sentetik anlama metodu tamamen öznel olup her şahsın kendi
kapasitesi ve yeteneği oranında olur (Bakınız Farkında olmak başlıklı yazım).
Herkesin katılabilme ve olayları yorumlama kapasitesi farklıdır. Bu bakımdan
herkesin anlama düzeyi de farklı olmaktadır. Tam olarak anlayabilmek için 3
farklı düzeyde gelişmiş olmak gerekir.
1. Birinci düzey bilgi düzeyidir. Anlayabilmek için öncelikle bilgi sahibi olmak
gerekir. Bilgi dıştan elde edilir ve gözleme dayanır. Okulda öğrendiklerimiz,
ailemizin bize öğrettikleri ve genel olarak hayatta okuyup veya dinleyip
öğrendiklerimiz gözlemleyerek elde ettiğimiz bilgi sınıfına girer. Bilginin
getirdiği anlayış akıl ve dialektik mantık yardımıyla olur.
2. İkinci düzey sezgi düzeyidir. Bu düzeyde anlayış içten gelir ve katılımcı
olmayı gerektirir. Sezgisel anlayışta hisler ve duygular büyük rol oynar. Bu tür
anlayış için akıl ve mantık gerekli değildir. Hatta hiç mantığa gerek yoktur.
İnsan sezgisel olarak bir anlayışa varır ama bu sezgileri sözle ifade etmek
mümkündür.
3. Üçüncü anlayış düzeyi farkındalık sayesinde oluşur. Bu tür anlayış ani ve
kapsayıcı olur. Yani dıştan gelmez. Sezgi gibi içten gelir fakat sözle ifade
edilemez. Sözler bu anlayışı aktarmakta yetersiz kalır. Çünkü bu anlayışta nesne
değil özne önem kazanmaktadır. Öznenin ise düşünmeye gereksinimi yoktur. Fakat
düşüncesiz bir farkındalık da sadece etki-tepki mekanizmasını çalıştırmaktan
ileri gidemez.
Birinci tür anlayış sahibi insanlara sürekli her yerde rastlıyoruz. Örneğin, tıp
doktoru bize bir tedavi metodu önerdiği vakit bilgisine dayanır ve daha önce
benzer haller gözlemlediği için bize de uygun bir tedavi olacağını düşünür. Onun
anlayışı bilgi düzeyindedir.
İkinci tür anlayış sahibi insanlara örnek olarak fal bakan insanları
verebiliriz. Onlar sezgisel olarak size birtakım olayları veya durumları
aktarırlar. Geçmişten ve çoğunlukla gelecekten söz ederler. Çünkü gelecek henüz
gelmemiştir. Bu bakımdan sezgilerinin doğru olup olmadığını da anında tesbit
etmek mümkün değildir. Sadece sezgi ile gelen anlayış da yeterli olamaz.
Asıl ileri düzeyde anlayış üçüncü tür olup ilk iki anlayışı içerdiği gibi
fazladan farkındalığı da kapsar. Bu durumda hem bilgi hem de sezgi vardır.
Fazladan da olayı anında kavrayıp gerekli çareyi veya tedbiri almak da vardır. O
anda katılımcı olarak gerekli davranış tarzını uygulayan kimse hem etki-tepki
mekanizmasını çalıştırmış olur hem de anında etki-tepki mekanizmasının dışına
çıkmayı bilir. Olaya çok hızlı tepki verişi etki-tepki mekanizması içinde olduğu
intibaını verir. Oysa ki anında o oyunu terk etmesini de çok iyi bilir. İşte
ileri düzeyde farkındalık budur. Yani, olayın akışına kendini kaptırmamak ve
olayın gerisinde yatan nedeni anında görüp, oyunu terk etmek. Buna “bağlantısız
olmak” da diyebiliriz.
Bilge kişilerin en önemli özellikleri bağlantısız olmaları ve olaylara üstten,
tarafsız olarak bakabilmeleridir. Tarafsız olmak, tümüyle liberal olmak demek
değildir. Tarafsız kişinin görüşü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”
değildir. Tarafsız kişi “taraftar” değildir. Yani, bir konuya veya bir görüşe
fanatik olarak bağlı değildir ve hiçbir ideolojinin savunucusu da değildir. O
sadece bütünün hayrını düşünür ve bütünün hayrına olanların aynı zamanda kendi
hayrına da olacaklarını bilir.
Anadolu bilgeliği
Tarih: 09:12 on 17/4/2006
Nasreddin hoca bir Anadolu bilgesidir. Yaşamı boyunca birçok ilginç ve bilge söz
söylemiştir. Ama ona atfedilen hikayelerin çoğu sonradan onun adına
uydurulmuşlardır. Bu bakımdan, Nasreddin hoca hikayeleri Anadolu bilgeliğinin
ürünüdürler. Burada birkaç hikayesini paylaşalım.
Bilge Nasreddine sormuşlar. “Hoca, doğmadan önce geldiğimiz ve öldükten sonra
gideceğimiz yer, nasıl bir yerdir?”. Hoca: “Oldukça korkunç olması gerekir”. Bu
yanıta şaşıran kişi. “Neden böyle diyorsun, hoca?”. Hoca: “Çünkü, doğarken
bebekler ağlayarak doğarlar ve ölürken insanlar yine ağlayarak bu dünyadan
ayrılırlar.”
Hocanın bilgeliği düşünceden ve soyutlamadan üreyen bilgi değildir. O,
gördüklerini çekinmeden anlatır ve söyler. Başkalarının hayal, yalan veya riya
ile dile getirdiklerini ince bir hicivle yüzlerine vurur.
Bilge Nasreddin yolda yürürken biri ona seslenmiş: “Hoca, bak biri bir baklava
tepsisi götürüyor”. Hoca: “Bana ne”. “Ama, senin evine götürüyor”, Hoca: “Sana
ne”.
Bu kısa hikayede büyük bir ders var. Her insanın kendine ait olmayan işlere
karışması toplumda karmaşa yaratan en birinci etkendir. Herkes kendi işi ile
ilgilenip onu en iyi şekilde yapmaya çalışması, dolayısıyla edep sahibi olması
bilgeliğin şartıdır.
Hocanın boş ve verimsiz konuşan insanlara hiç tahammülü yoktur. Bir gün ona
sormuşlar. “Hoca, cenaze giderken tabutun sağında mı olmak gerekir, solunda
mı?”. Hoca: “Tabutun içinde olma da neresinde olursan ol”. Bilgeliğin
şartlarından biri de anlamsız işlerle uğraşmamak, yani doğru ve hayırlı amel
yapmaktır.
Zamanın yerel olduğunu ve bulunulan yere göre değiştiğini bilge Nasreddin bilim
adamlarından yüzyıllar önce biliyordu. Bir gün bilge Nasreddin Akşehir’den
Nevşehir’e gitmiş. Yolda yürürken yanına bir kişi yaklaşmış ve “Bana saatin kaç
olduğunu söyler misin?” diye sormuş. Bilge Nasreddin: “Ben buranın yerlisi
değilim. Bir yerliye sor” demiş. Bilgeliğin bir diğer şartı da ilim sahibi
olmaktır.
Bilgeliğin bir şartı da iman sahibi olmaktır. Bilge Nasreddin bir gün bir çınar
ağacı altında dinlenirken karşısında bir karpuz tarlası görmüş. “Şu koskoca
karpuzlar yerde büyüyeceklerine ulu bir çınarın dallarında büyüselerdi daha
uygun olmaz mıydı?”, diye düşünmüş. O anda başına bir çınar palamutu düşmüş.
Başını acı ile tutan hoca, “Sen daha iyi bilirsin Allahım, ya başıma karpuz
düşse idi halim nice olurdu” demiş.
Bilge Nasreddin aynı zamanda ihlas sahibi bir kişi idi. Yani, Allah'a olan
teslimiyeti kuvvetli idi. Bir gün hocanın eşeği kaybolmuş. Hoca bu kayba
üzüleceği yerde gayet mutlu bir şekilde yaşamına devam etmiş. Bu duruma şaşan
komşusu sormuş: “Hoca, senin eşeğin kayboldu sen gayet neşelisin. Bu nasıl
oluyor?”. Hoca: “Neşeliyim çünkü o kaybolduğunda onun üzerinde değildim. Eğer
ben o anda eşeğin üstünde olsaydım ben de kaybolmuştum.”
Bu kısa hikayede hocanın saf olduğu sonucunu çıkmamak gerek. Bilge Nasreddin,
yanıtı ile Allaha olan teslimiyetini ve eşeğin kaybolmasının onun için hayırlı
olduğunu ifade etmek istiyor. “Her işte bir hayır vardır” sözü ihlas ile
ilgilidir.
Demek oluyor ki bilgeliğin 5 özelliği: edep sahibi olmak, doğru ve hayırlı amel
işlemek, ilim ve bilgiye önem vermek, kendinden yüce bir güce iman etmek ve
kendi gücünü aşan durumlarda ihlas içinde olup kabul etmek.
Bu 5 özelliği benimsemiş olan Anadolu bilgeliği nice Nasreddin hocalar
yetiştirmiştir. Bunların en büyüklerinden biri de mistik Yunus Emre’dir. İşte
size ondan kısa bir ifade:
İlim “ilim” bilmektir. İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin. Ya nice okumaktır.
Anda yaşamak
Tarih: 08:30 on 16/4/2006
İnsan için var olmak ancak “an” denen çok kısa bir noktasal boyutta yaşamaktır.
An hem sıfır hem de sonsuz süre içerir. Yani nokta gibi boyutsuzdur. An’ın eni,
boyu ve uzantısı yoktur. Öte yandan, zaman denen süre insan ürünüdür. Ama bu
fark anlatılamaz. Çünkü her söz bir süre içerir.
Bir Zen rahibi ile öğrencisi bir köyden diğerine yürüyerek gitmeye karar
vermişler. Karşılarına bir dere çıkmış Bu dereyi aşmaları gerekiyormuş. Dere
kıyısında duran çok güzel bir genç kız: “Karşıya geçiyorsanız beni de alın. Ben
tek başıma bu dereyi geçmekten korkuyorum” demiş.
Bunun üzerine usta kızı kucağına almış ve hep birlikte karşı kıyıya geçmişler.
Usta kızı karşı kıyıya varınca bırakmış ve yollarına devam etmişler. Bir süre
sonra öğrenci ustasına sormuş: “Usta, o genç kız kucağında iken ne hissettin?”.
Usta:” Ben kızı kıyıda bıraktım. Sen hala taşıyorsun” diye yanıtlamış.
Birgün öğrenci ustasına sormuş: “Bir insanın hiçbir yük taşımaması ne anlama
gelir?”. Usta: “Yükten kurtul, at gitsin”. Fakat bu yanıtla tatmin olmayan
öğrenci tekrar sormuş: “Fakat ben zaten hiçbir şey değilim. Yokluk varlığı nasıl
atabilir ki?”. Usta: “O zaman, taşımaya devam et”.
Bir Zen ustasından bilgelik öğrenmek isteyen bir ziyaretçi ustaya “Yanlış yolda
olduğumu kesinlikle biliyorum. Bana ne yapmam gerektiği hakkında nasihat
verebilir misiniz?” diye sormuş. Ustanın yanıtı şu olmuş: “Ne hakkında
konuşuyorsun?”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Usta, her şeyi bir anda yutmak ne anlama gelir?”.
Usta: “O anda ben senin midendeyim”. Öğrenci: “Neden benim midemde
oluyorsunuz?”. Usta: ”Sorunu tersine çevir”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Zen (Çincesi Çan) nedir?”. Yanıt “Bu sözden
vazgeçebilirsin”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Şekil boşluktan başka bir şey değildir, sözünden ne
anlamalıyım?”. Yanıt: “Sopa burnuna çarptı”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Her varlığı kapsayan bütünsel zihnin saflığı ne
demektir?” Usta: “Hindistan’da olsaydın kollarını keserlerdi. Burada kendini
cezalandır ve çık dışarı”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Her şeyin tek bir kaynaktan çıktığı söyleniyor. Bu tek
kaynak nasıl bir şeydir, acaba?”. Usta: “Her sorunun bir yanıtı vardır. Çabuk
yanıtı söyle”. Öğrenci: “Ne söylememi istiyorsun usta?”. Usta: “İlgisi yok”
demiş.
Öğrenci ustasına sormuş: “Çözüm yolunu arıyorum ama bulamıyorum. Çözüm yolunu
nasıl bulabilirim?”. Usta: “Çözüm yolu şu andaki arayışındadır.”
Öğrenci ustasına sormuş: “Aydınlanmak istiyorum. Bunun için kaç yıl çalışmam
gerek?” Usta: “20 yıl”. Öğrenci: “Ya çok fazla gayretle çalışırsam?” . Usta: “30
yıl”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Usta, kadife kese içindeki inci sözü ile ne anlatılmak
isteniyor?”. Usta: “Kesenin içini görmedikçe bilemezsin”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Aydınlanmış bilgelerin geleneğinde kutup yerinde duran
büyük usta kimdir?”. Usta: “Kulağa hoş geliyor”.
Öğrenci ustasına sormuş: “Budha neden batıdan Çin’e geldi acaba?”. Usta: “Senin
bu sorunla birlikte 20,000 fersahlık bir sıçrayış yaptım.” Öğrenci: “Verdiğin
bilgi için teşekkür ederim”. Usta: “Söyle bakalım, bu dediğimden ne anladın?”.
Öğrenci sessiz kalınca, usta: “Şimdi git, 20 yıl sonra gel, geldiğinde sana 20
kere sopamla vuracağım”.
Tüm bu kısa hikayelerin yorumunu size bırakıyorum.
Cevher anlatılamaz
Tarih: 13:17 on 15/4/2006
İnsanların çoğu “hakikatte” asidirler. Hakikat sözünü “öz” olarak yorumlarsak,
insanların yüzde kaçı kendi özleri ile bütünleşmiş durumdadırlar? Özellikle
bilim adamları, doğayı ve olayları yorumlamak istediklerinden, öz ile ilgileri
çok azdır, hatta hiç yoktur. Nedeni de öz denen asıl kaynağın ölçülemez
olmasındandır.
Eskiler “öz” yerine “cevher” sözünü kullanmışlar. “Mücevher” sözü de günümüzde
basitleşip “takı” olmuştur. Oysa ki takılan her süs bir mücevher değildir. Bir
takının mücevher olması için elmas ve benzeri değerli taşlarla donanmış olması
gerekir. Yani, bir cevher içermesi gerekir. Cevher ise kendi kendine bir varlığı
olup gerçekleşmesi için başka bir nesneye ihtiyacı olmayan, şeklinde tanımlanır.
Şu halde “cevher” için “öz” denebilir, çünkü öz de kendinden başka bir varlığa
gerek duymaz.
Cevher veya öz maddi bir varlık sahibi değildir. Kaynaktır ama kaynaktan çıkan
su değildir. Öz öyle bir kaynaktır ki biçimi yoktur. Şekli, biçimi ve maddi bir
yapısı olmadığından sınırı da yoktur. Öz için “sonsuz” tanımını koymak da bir
bakıma onu sınırlamak anlamına gelir. Çünkü matematik sonsuzluk tanımlıdır.
(Bakınız Sonsuzluk Türleri başlıklı yazım).
O yazıda dedim ki: “Var olmak için insan düşünmek zorundadır ama düşünce yoluyla
da varlığını anlaması mümkün değildir”. Bu ifadede “varlık” sözü ile “öz/cevher”
kastedilmektedir. Şu halde bu kadar yazı yazdım, az gittim uz gittim dere tepe
düz gittim, bir de baktım ki bir arpa boyu yol gittim. Döndük dolaştık, gene de
varlığın özüne ulaşamadık. Çünkü hep gözlem, deney ve tanımlarla uğraştık.
Hiçbir şekilde öz denen cevherle ilgilenmedik.
Bundan sonra biraz da “öz” ile ilgili yazılar yazacağım. Ancak, bir bilim adamı
olarak, tümüyle bilimsel gerçeklerden de uzaklaşacak değilim. Öz, denen varlığın
hakikatine ulaşmak için sözler yeterli değildir. Önce bu gerçeği kabul edelim.
Sonra da bu eksikliği gidermek için hikayelerden ve metaforlardan yararlanmayı
deneyelim.
Çinli bir Budist rahip oldukça yaşlı imiş. Öğrencisi onun yakında öleceğini
anlamış ve şu soruyu sormuş: “Usta, yakında sen bu dünyadan göçtüğünde senin
öğretilerini yeni gelen gençlere nasıl anlatayım?” Usta hiç cevap vermemiş ve
bir bardak su istemiş. Su bardağı gelince önüne koymuş ve suyu içmeden
öğrencisine dönerek: “Ne demiştin?” diye sormuş. Öğrencisi aynı soruyu
tekrarlayınca usta kalkıp sessizce odayı terk etmiş.
Bu hikayede ustanın davranışını herkes kendine göre yorumlayabilir. Benim
anlayışıma göre, usta öğrencisine şu yanıtı vermiş: “Yeni gelen gençlere şu su
gibi saf ol ve berrak (şeffaf) davran. Çünkü gerçek sözlerde değil,
davranışlardadır”. Bu dediğimi usta da pekala diyebilirdi. Fakat o zaman kendi
ile çelişkiye düşmüş olurdu. Çünkü sözlerin yetersiz olduklarını yine sözlerle
açıklamış olurdu. Odayı terk etmekle yanıtında çelişkiye düşmeden istediği
mesajı aktarmıştır.
Bir tane de bilge Nasreddin hoca hikayesi.
Timur Anadolu’yu işgal ettiği dönemde bilge insanlarla tanışmak istemiş.
Bölgenin en bilge kişisi diye hoca Nasreddini huzuruna getirtmiş. Timur’un ilk
sorusu şu olmuş: “Söyle bakalım bilge kişi, benim değerim ne kadar?”.
Nasreddin hoca hiç tereddüt etmeden “100 altın padişahım” demiş. Timur
sinirlenmiş “Bre zındık, sadece benim üstümdeki şu kaftanın değeri 100 altın
eder” diye bağırınca Nasreddin hoca: “Ben de zaten onu kastetmiştim padişahım”
demiş.
Bu yanıtla Nasreddin hoca iki şey kastetmiş olabilir. 1. Senin hiçbir değerin
yok. 2. Senin özün bir cevherdir ve cevher sayı ile aktarılamaz.
Hakikate ulaşmak
Tarih: 08:00 on 14/4/2006
Aşkınlık durumu olan “aşk” bir duygu bütünlüğü içerir. Aşık insan, beş
duygusundan gelen verileri yorumlamakla ilgilenmez, onlarla bütünleşir. Yani,
aşık olan insan için özne-nesne ayrılığı biter.
Genelde insanlar nesneleri kendilerinden ayrı görürler. Çünkü o nesnelerle yakın
bir duygu bütünlüğü oluşturmazlar. Daha doğrusu duygularını düşüncelerinden
ayıramazlar. Aşık olmak demek, duyguları düşüncelerden koparmak, düşünceleri
geri plana itmek demektir. Ancak o zaman “aşk” denen duruma, boyuta ulaşılmış
olunur. Aşık kişi öznesini nesnelerle bütünleştirebilen kişidir. Eğer nesnesi
bir diğer cinse ait insan ise onunla öylesine bütünleşir ki, adeta “o kişi”
olur. Daha da ileri düzeyi “o nesne” olmaktır.
Japon Zen Budizminde düşünceyi duygulardan koparma işlemine “düşünmemek”
anlamına gelen “Hişiryo” denir. Bu durum “an” içinde var olup “bütünsel” olmak,
şeklinde ifade edilebilir. Artık düşünce “bir şey hakkında düşünmek” değildir.
Hişiryo durumunda düşünce “varlığın özü hakkında” düşünür, yani varlığın dış
görünüşü ile değil hakikati ile ilgilenir.
Bu yazıya kadar yazdıklarımı okuduysanız, varlığın özünün bir örgü alanı
olduğunu defalarca söylediğimi biliyorsunuz. Örgü alanı, yoğunluğu çok az olan
simetrik yapıda sonsuz bir alandır. Ancak kendi içinde doğal titreşimleri de
vardır. İşte Hişiryo durumu bu örgü alana benzer. Zihin herhangi bir konu veya
nesne üzerine yoğunlaşmaz. Dingin fakat uyanıktır. Her şey olmaya hazırdır ama
hiçbir şey değildir. Bu bakımdan her şey onun için aynıdır, çünkü “şey” yok
olmuş “hakikat/öz” kalmıştır.
Bu duruma ulaşmak için “meditasyon” yapmak gerekir. Japonlar meditasyona
“yapmadan oturmak” diyorlar. Yapmadan oturmak durumu 4 sonuca ulaştırır.
Özne-nesne ayırımı ortadan kalkar. “Gerçek aşk” durumunda olan budur.
Algılayış ve varoluş anlıktır. Algılara düşünceler ve varsayımlar karışmaz.
Bütüncül bakış gelişir. Nesneler düşüncenin kavramlarına kalıplanmaz.
Nesnelerin görüntüsüne değil hakikatine ulaşılır. Hakikat sözlerle açıklanamaz.
İşte bu dört durum tüm aşıkların ulaştığı durumdur. Bu bakımdan aşıklar
hislerini sözle ifade etmekte güçlük çekerler. Anadolu aşıkları köy köy dolaşan
ve bildikleri hakikatleri şiir ve saz yardımıyla anlatan bilge kişilerdi. Size,
şimdi, büyük mistik şair Yunus Emre’nin kısa bir şiirini aktarmak istiyorum.
Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır
Söylemeğin harcısı gönüllerin pasıdır
Gönüllerin pasını eger sileyim der isen
Şol sözü söylegil kim, sözün hülasasıdır
“Külli Hak” dedi Çalap, sözü doğru desene
Bugün yalan söyleyen erte utanasıdır
Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakikatte asidir.
Bu şiiri açıklayayım. “Harc” sözü “güç, kuvvet, yapıştıran” şeklinde
anlaşılmalıdır. Binalarda tuğlaları birbirine yapıştırana da “harç” denir.
“Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır” derken, “konuşmamaktan doğan güç en has
konuşmaya bedeldir”, diyor. Konuşmanın gücü ise gönüllerin pasını silmesi
bakımından önemlidir. Çünkü, hepimizin gönlünde pas oluşturan beklentiler,
varsayımlar, ön-kabuller vardır.
En son iki mısraında ise bütünsel bakışın önemli olduğunu ve ayırım yapmadan,
tüm var olanlara “bir göz” (vahdet gözü) ile bakmayanların bilgin (halka
müderris) olsalar dahi hakikatte asi (aslında isyankar) olacaklarını söylüyor.
Aşırılık ve aşkınlık
Tarih: 09:32 on 13/4/2006
Küçük kıyamet denen oluşumun nedeni olarak “aşırılık” kavramından söz etmek
istiyorum. Eğer bir sistem “aşırı” bir düzeye ulaşmışsa mutlaka çevresine zarar
verir. Sadece çevresine değil, kendine de zarar verecek bir yapı oluşturur.
Aşırılığı her düzeyde düşünebiliriz. Maddi, manevi, düşüncede veya nesnel
yapılarda, canlı veya cansızlarda, aklınıza gelebilecek her türlü olgu ve
oluşumda aşırılık zararlıdır.
Ancak zarar ile fayda el ele giden ve birbirlerini daima izleyen kavramlar
olduklarından, aşırılığın sonucunda bir yapı bozulurken diğer bir yapı ortaya
çıkar. Bu bakımdan iyi-kötü ayırımı da göreli olmaktadır. Çünkü yok olan yapı
açısından aşırılık kötü sonuç vermiş ise, oluşan yapı açısından aşırılık iyi
sonuç vermiştir.
“Aşırı” sözcüğünde aşmak, öteye geçmek, sınırı geçmek, haddini bilmemek gibi
kavramlar gizlidir. Aşırı sözcüğü ne derece negatif çağrışımlar akla
getiriyorsa, “aşkın” sözcüğü o derece pozitif çağrışımlar akla getirir. İnsan
için amaç aşırılığı kontrol altına almak ama aşkınlığa izin vermektir. Çünkü
aşkınlık “aşmak” sözcüğünü hatırlatsa da, aynı zamanda yücelmek, büyümek,
gelişmek, olgunlaşmak kavramlarını da çağrıştırmaktadır.
Şu halde küçük kıyametin negatif yüzünde aşırılık, pozitif yüzünde aşkınlık
vardır. İnsanın aşkın olması belli birtakım varsayımları ve toplum tarafından
verilmiş olan katı kuralları aşması, onları daha üst düzeyden görebilmesidir.
Eğer bu kurallara karşı verdiği tepki aşırı olursa hem topluma hem de kendine
zarar verebilir. Fakat, aşırılığı kontrol altında tutup aşkın olmayı başarırsa,
işte o zaman hem kendine hem topluma hayırlı işler yapabilir.
Tüm bilgelik okullarında en birinci söz “kendini bil” sözüdür. Bununla
kastedilen “aşırılığı kontrol et ve haddini bil” gizli ifadesidir. “Haddini
bilmek” sınırlarını, gücünü ve yeteneklerini tanımak, dolayısıyla kendini
bilmektir. Bu duruma eskiler “edep” derlerdi. Bir ortamda veya bir toplulukta
edep dahilinde konuşmak, davranmak ve dinlemek aşkın olmanın ilk adımıdır. Ne
yazık ki günümüzde bu tür edepli davranmak pek fazla destek bulmuyor. Aksine,
taşkınlık, aşırılık, gösteriş ve özenti içeren davranışlar destek görüyor.
Edep denen davranış tarzını ortaya çıkaran 3 tane ana kaynak vardır. Bunlar
akıl, vicdan ve imandır. Akıl sayesinde davranışlarımızın aşırıya kaçmalarına
engel oluruz. Vicdan sayesinde davranışlarımızın ölçülü, adil, hoşgörü ve sevgi
dolu olmalarını sağlarız. İman ise, bizim sınırlı varlıklar olduğumuzu ve bizden
büyük bir gücün bulunduğunu bize sürekli hatırlatması bakımından gereklidir.
Eğer sınır kavramı ortadan kalkarsa, işte o zaman aşırılık ve haddini bilmezlik
ortaya çıkar, eskilerin sözüyle “kantarın topuzu kaçar”.
Akıl, vicdan ve iman sahibi insan her durumda en uygun davranış tarzını seçmeyi
başarır. Günümüzde “akıl” denince sadece mantık ve zeka akla geliyor. Oysa ki
akıl hem mantık hem de sezgi içerir. İleriyi gören insan sadece zekasını ve
mantığını kullanmaz, aynı zamanda sezgilerini de devreye sokar. Çünkü, bu anı
doğru değerlendirmek için hem geçmişin hem de geleceğin bilgisinden yararlanmak
gerekir.
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, şu an hem geçmişten hem de gelecekten
etkilenir. Ancak geleceğin bilgisine nasıl ulaşılır? İşte aşkınlık denen durum
bu bilgiye ulaşmanın boyutudur. Geleceğe sezgi ile ulaşabilmek için akıl ve
mantığı aşıp ani bir sıçrama yapmak gerekir. Bu sıçrama zihinsel bir kırılma
noktası gibi de görülebilir. Zen Budizminde “satori”, Hint Budizminde “pajna
paramita” denen ani aydınlanma durumu bu kırılma noktasında ortaya çıkar.
Varlığın özüne ulaşmak için bu tür bir zihinsel sıçrama gereklidir. Varlık akıl
ve mantık ile bir noktaya kadar anlaşılır ve açıklanır. Ondan ötesi ise aşkınlık
gerektirir. Bu aşkınlığa ulaşıldığında sözler yetersiz kalır. Sonluluk sona erer
ve an içinde sonsuza sıçrama yapılır. İnsandaki etkisi ise boğazda bir
düğümlenme, güçlü bir farkındalık ve duygusal taşkınlık şeklinde olur.
Bu durumu sürekli yaşayabilmek elbette ki çok zordur. Fakat, bu düzeye ulaşmış
ve yaşamlarına katmış olanların ifadesine göre aşkınlığı tanımlayan tek sözcük
“aşk” sözcüğüdür. Çünkü aşk, aşkınlık durumudur da ondan.
Küçük kıyamet
Tarih: 07:46 on 12/4/2006
“Kıyamet” sözü her ne kadar dini bir anlam kazanmış olsa da bilimde de yeri
vardır. Eğer bir sistemi oluşturan birimlerin arasında düzen biter ve sistem üst
kritik noktaya ulaşırsa sistemde Küçük kıyamet denebilecek bir değişim olur. Bu
duruma fizik biliminde “katastrof” adı verilmiştir ve Katastrof kuramı adı ile
bilinen bir matematik yaklaşım da vardır.
Katastrof veya “Küçük Kıyamet” kuramı hakkında ilk bilimsel görüşleri Fransız
matematikçi Henri Poincare (1854-1912) ileri sürmüştür. Hareketli sistemlerin
denge durumu hakkında ileri sürdüğü fikirler “deterministik karmaşa” kuramının
temelini oluşturmuştur. Poincare’nin yaklaşımında bir sisteme etki eden
kuvvetlerin niceliği önemli değildir. Yani, sistemlerin özel durumu bu yaklaşımı
ilgilendirmez. Hareketli sistemlerin genel özellikleri incelenerek geliştirilen
matematik dalına “niteliksel dinamik” adı verilmiştir.
Niteliksel dinamik kuramı ile karmaşa kuramı yakından ilişkilidir. Çünkü her
ikisinde “çatallaşma noktası” ve “acayip çekici nokta” önemlidir. Her iki
kuramda, zaman içindeki gelişimi saptayabilmek için “an” göz önüne alınır. Belli
bir andaki durumun bir sonraki anda ne şekilde değişeceği hem geçmişten hem de
gelecekten etkilenir. Yani, gelecek tümüyle belirsiz değildir. Eğer sistemin
hareketini tayin eden bir “acayip çekici” varsa ve sistem bu “çatallaşma”
noktasına doğru gidiyorsa, sistemin geleceği de belli demektir.
Dolayısıyla, sistemin her an içindeki durumu hem geçmişin hem de geleceğin
sonucudur. Bu görüşü insanlara uygularsak, insanların da kaderlerinde ölüm
gerçeğinin bulunduğu bellidir. Çünkü çok parçacıklı sistemler doğal yapıları
itibariyle karmaşa içerirler. Onların varoluşları karmaşa sayesinde olmuştur ve
yok-oluşları da karmaşa sayesinde olacaktır.
Karmaşa kuramının bir diğer açılımı olan “Küçük Kıyamet (katastrof) kuramı” bir
diğer Fransız matematikçi Rene Thom tarafından ileri sürülmüştür. Bu kuramın
yaklaşımı benim ileri sürdüğüm “Üst kritik nokta” görüşü ile yakından
ilişkilidir. Herhangi bir sistem, üst kritik noktasına ulaştığında ani bir
değişiklik ve süreksiz bir sıçrayışla yeni bir yapıya dönüşür.
Her canlının doğumu ve ölümü bu yaklaşıma göre bir küçük kıyamettir. Hatta
yaşarken dahi ani verilen refleksler bile küçük kıyametler olarak görülebilir.
“Refleks” denilen davranış şekli bir dış etkiye verilen ani bir tepkidir. Yani,
sistemin bir an içinde gelen etkiye tepki vermesi için sistemi oluşturan birçok
düğümün (bölümün) hep birlikte işbirliği yapması ve üst kritik noktaya ulaşması
gerekir.
Örneğin, bir tenis maçında saatte 200 küsur kilometre hızla gelen topu
karşılaması için, oyuncunun raketini anında uygun yere uzatması ve üstelik topun
tekrar istediği yere doğru geri gitmesini sağlaması için raketini belli bir
açıda tutması gerekir ki bu tümüyle bir refleks sorunudur. Bunu sağlayabilmek
için hem göz hem el, hem kol, hem bacak hem de tüm beden anlık işbirliği içine
girmeleri gerekir. Bedenin bu şekilde anlık tepki verebilmesi böbrek üstü
bezlerinden salgılanan “adrenalin” denen salgının artması sayesindedir.
Ani durumlarda, üst kritik noktaya ulaşıldığında, insanda salgı artışı olur.
Salgı artışının en önemli kaynağı da safra kesesidir. Halk dilinde safra
kesesine “öd” diyoruz. Anlık etkinin çok güçlü olması durumunda safra kesesi
mideye bol miktarda asit yollar. Bu asit aslında yiyecekleri hazmetmek içindir.
Fakat midede yiyecek olmadığında aynı durum oluşursa mide tepki verir ve
bulanır. Aşırı öd salgısı durumunda insan ölebilir de. Aşırı korkudan ölen
insanlar için “ödü patladı” diyoruz.
Bu durumu küçük kuşlarda izlemek mümkündür. Eğer serçe boyunda bir küçük kuşu
avucunuza alırsanız korkudan ödü patlar ve ölebilir. Yani salgı bezlerinden veya
beyinden çıkan ve "neurotransmitter" denen uyarıcıların etkisiyle sistem üst
kritik noktaya öyle hızlı ulaşır ki ani kırılma oluşur. İnsanlarda “panik atak”
denen durum veya ani bayılmalar sistemin bu kırılma noktasına ulaşması ile
ilgilidir.
İnsan için kırılma noktasına ulaşmak her zaman kötü sonuç vermez. “Kıyamet”
ayağa kalkmak olduğuna göre, ayağa kalkan sistem yeni bir güç kazanmış ve
mücadeleye devam etmek için hazır duruma gelmiş demektir. Küçük kıyamet bazı
durumlarda faydalı da olabilir.
Farkında olmak
Tarih: 08:26 on 7/4/2006
Bir önceki yazımda “Atalet yasasını yenip nesneleri harekete geçirmek için
onlara kritik miktarda enerji vermek gerekir. İnsan boyutunda bu duruma “onları
ikna etmek” diyoruz.”, dedim.
İnsanlar dıştan ikna edilebilirler, bu mümkün, fakat asıl önemli olan insanın
kendi kendini ikna etmesidir. İnsanlar herhangi bir konuda karar almaları için
ikna olmaları gerektiğine göre davranışlarını etkileyen kendilerini ikna eden
etkenlerdir. Bu etkenler dıştan gelebileceği gibi içten de gelebilir. Hatta,
diyebiliriz ki, sadece içten gelen etkenlerdir. Çünkü insanların düşüncelerini
ve dolayısıyla davranışlarını, inançları, varsayımları ve olaylara bakış açıları
etkiler.
İşte tüm bu inançlar, varsayımlar ve ikna edici etkenlerin topuna birden
“farkındalık” demek mümkündür. İnsanların dış dünyayı yorumlamaları farkındalık
düzeyleri ile ilgilidir. Gelen etkilere verilen tepkiler de farkındalık
düzeyinin ölçütü olarak görülmelidirler. Farkındalık düzeyi arttıkça insana bir
dinginlik gelir ve etrafına huzur ile sevgi yayar. Çünkü farkına varan insan
dengeye gelmiş demektir. Denge durumu da dinginlik, huzur ve sevgi olarak
belirir. Huzursuzluk, korku, telaş, panik gibi ruh halleri (davranış türleri)
içteki dengesiz durumla yakından ilgilidir. İçte dengeye varan insan dışta da
denge sergiler.
Denge durumu, her var olan nesnenin (canlı veya cansız) ulaşmak istediği ve bir
noktada zorunlu olarak ulaştığı bir durumdur. Hiçbir yapı sürekli dengesiz var
olmaya devam edemez. Peryodik (kendini tekrarlayan) hareketler de denge
durumunun göstergeleridir. Bu yüzdendir ki doğada yayılan dalganın hareketi,
titreşimi ve salınımı peryodiktir. Çünkü tekrar edilen harekette mutlaka bir
“acayip çekici nokta” vardır (Bakınız Altın Oran başlıklı yazım).
Farkında olmanın şartlarından biri “an” içinde bulunmaktır. Yani, ne geçmişin
hayalleri ne de geleceğin ümitleri önemlidir. Önemli olan şu anda karşımızda
duran etkiyi doğru değerlendirmek ve gerekli tepkiyi doğru vermektir. Bu tepki
korkudan türerse ya olaydan kaçarız, ya görmezden geliriz veya kızarak tepki
veririz. Oysa ki farkındalığımız yüksek ise tepki versek de bu tepki ne korkudan
türemektedir ne de kızgınlık içermektedir. Doğru tepki, insanın kendisine olan
özgüveni ve tutkularından kurtulmuş olması ile yakından ilişkilidir.
Özgüven sahibi olmak ve tutkulardan kurtulmuş olmak için öncelikle saflaşmak,
yani benliğimizi saran yapay örtüleri terk edip öz varlığımızla bütünleşmek
gerekir. Öz varlığımız bizim asıl dokumuzdur. Varlığımızı bir kumaşa
benzetirsek, öz varlık kumaşın dokuması, benlik ise kumaşın üzerindeki
motiflerdir. Motifler kumaşın kendisi değil, görüntüsü ve süsüdürler. Kumaşın
kendisi ise hem kumaşın malzemesi hem de dokunuş kalitesidir. Malzemeyi
değiştirmeye gücümüz yetmez. Bu malzeme doğa tarafından verilmiştir. Fakat
malzemenin dokunuşu bize aittir. Düğümlerin sıklığı veya seyrekliği, düğümler
arası bağların güçlü veya zayıf olmaları hep bizim elimizde olan, bizim
oluşturduğumuz bir yapıdır.
İnsanın öz varlığını güçlendirmesini, kumaş örneğinde dokumanın kaliteli,
düğümlerin güçlü ve düzgün olmalarına benzetebiliriz. Bunun için hem bilgi hem
de sezgi yönümüzü kuvvetlendirmemiz gerekir. Sadece bilgiye önem verirsek bizden
daha bilgili kişilere gereğinden fazla önem verir, onların her sözünü mutlak
doğru sanırız. Sadece sezgiye önem verirsek dış dünya ile olan bağımızı
koparırız. Fakat hem iç hem de dış dünyadan kaynaklanan bir farkındalık düzeyine
ulaşmak istiyorsak, bilgi ile sezgiye eşit derecede önem verip, eşit derecede
yararlanmalıyız.
Farkında olmak için ikili mantığın esiri olmaktan kurtulmak gerek. Bu sözle
ikili mantığı terk edelim demiyorum. Fakat, ikili mantığın esiri olmayalım
diyorum. Bir olay birçok nedenden kaynaklanabilir. Tek bir etkiye verilen tepki
de tek olur. Oysa ki farkındalık düzeyi yüksek olan kişi birçok nedeni aynı anda
göz önüne alıp gerekli tepkiyi bilgi ve sezgileri ışığında verir. Tepkileri
“sterotipik” (hep aynı düzeyde) olmaz. Bu bakımdan farkındalık düzeyleri yüksek
olan insanlar toplumun genel kabul ve inançlarına uymayan düşünce ve görüş
sahibi olabilirler.
Korku harekete geçirir
Tarih: 11:10 on 6/4/2006
Her etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluştuğunu söyledim. Şu halde herhangi
bir etki yoksa sistemler bulundukları durumu devam ettirmek isterler. Bu bir
yasa olup her sistem için (canlı veya cansız) geçerlidir. Bu yasaya “ atalet
veya eylemsizlik yasası” denebilir. İnsanlara uygulandığında bu yasaya
“tembellik yasası” da diyebiliriz.
Nesneler eğer durmakta iseler veya sabit hızla hareket halinde iseler aynı
konumlarını sürdürmek isterler. Eğer bu konumlarını değiştirmek isterseniz bir
etki yapmanız gerekir ki, bu etkiye “kuvvet” adı verilmiştir. Her kuvvete bir
karşı kuvvet oluştuğuna göre nesnelerin karşı kuvvet oluşturan özelliklerine
“kütle” diyoruz. Yani kütle kavramı nesnelerin hareketi sağlayan etkiye karşı
oluşturdukları tepkiden başka bir şey değildir.
Bu bakımdan hem “kuvvet” hem de “kütle” etki-tepki yasasının sonucu olarak bizim
tanımlamış olduğumuz kavramlardır. Bir elementer parçacığın kütlesinden söz
etmek demek onun durağan enerjisinden söz etmek demektir. Çünkü enerji ile kütle
E = mc2 bağıntısı ile verildiğinden hareket halinde olmayan bir parçacığın
enerjisi onun kütlesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa ki hareket halinde olmayan
hiçbir nesne (parçacık) yoktur. Her nesne bir dalga olduğundan dalganın
kütlesinden söz edilemez. Ama hesap sonucu bulunabilir.
Hiçbir sistem durduğu yerde konumunu değiştirip eylem yapmak istemediğine göre
hareket denen eylem neden ortaya çıkar? Yani, hareketin esas nedeni nedir? Bu
soruya “dıştan etki eden kuvvetler vardır da ondan” şeklinde bir yanıt vermek
bir totolojidir. Çünkü “kuvvet” oluşması için önce bir etkinin bulunması
gerekir. Soru bu etkinin oluşmasına neden olan sebep ile ilgilidir.
Asıl sebebi şu şekilde özetleyebilirim: Varlık var olmak zorunda olduğu için
dalgasal hareket içinde bulunması gerekir. Bu dalgasal hareket de sürdüğü
müddetçe varlık var olmakta devam eder. Ancak dalgalar birbirleri ile girişime
girdiklerinden birbirlerini etkilerler ve sonuçta her dalga sönümlü olmak
zorunda kalır. Yani dalgalar sönümlü olmak zorundadırlar. Her dalga varlığını
sürdürmek için çizgisel-olmayan (non-lineer) bir etkileşme içinde bulunması
gereklidir. Bu durumda dalgalar bir-araya gelerek bir dalga paketi oluştururlar.
Canlılarda bu duruma “doğum” diyoruz. Ancak dalga paketi bağımsız olamaz. Daima
diğer dalga paketleri ile etkileşir ve etkilenir. Bir süre sonunda da şekil
değiştirir. Biz bu duruma da “ölüm” diyoruz.
Fakat hem doğum hem de ölüm enerjinin dönüşümünden başka bir şey değildir.
Enerji dönüşür ama yok olmaz. Enerjiyi muhafaza etmek (korumak) veya mümkünse
arttırmak var olmanın birinci şartıdır. İşte enerji korunumu yasası bu yüzden,
varlığın varlığını korumak ve sürdürmek gereksiniminden doğmaktadır. Bu yasa
aynı zamanda “atalet yasası” gereği oluşmaktadır. Atalet yasasının da esas
kaynağı etki-tepki yasasıdır.
Atalet yasasını yenip nesneleri harekete geçirmek için onlara kritik miktarda
enerji vermek gerekir. İnsan boyutunda bu duruma “onları ikna etmek” diyoruz.
İnsanları ikna etmeden onlara herhangi bir iş yaptırmak mümkün değildir. bunun
için de çeşitli metotlar bulunmuştur. En etkin metot da “korku metodu”dur.
İnsanları korkutarak ikna edebilirsiniz. Peki korkunun kaynağı nedir? Korkunun
kaynağı gene etki-tepki yasası ile açıklanabilir.
Bir insan durumundan memnun ise hiçbir değişiklik istemez. Ama onun durumunun
kötüleşeceği kanısı uyanırsa korku ortaya çıkar. Bu kanı gerçek de olabilir,
yapay da olabilir. Yeter ki insan böyle bir kanıya kapılsın. İşte o zaman
korkunun etkisi onun tepkisini tetikler ve hareket oluşur. Yok olma korkusu en
büyük korkudur. Bu korku her var olanın içinde bulunan temel bir korkudur. Var
olan her nesne bu korku sayesinde var olmak için tepki verir. Bu korkuya “yok
olma korkusu” da diyebiliriz.
Her ne kadar “korku” kavramını sadece canlı varlıklara özel bir duygu olarak
tanımlıyor isek de, korkunun her var olanda etki-tepki yasası gereği, zorunlu
bir şekilde, bulunduğu sonucuna varmaktayız.
Alıntı:
http://bilgisev.blogcu.com/
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 - Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/
Astronomy
|
|