SULTANİ HAKİKAT"Kendini bilmek"; her devirde, her kültürde ve her inançta bir hayat felsefesidir. Yaşamın amacıdır. Bu iki basit kelimenin derinliklerinde yol aldıkça, bunun sonunun gelmeyeceği, giderek berraklaşan bir bilinçle anlaşılmaktadır. Sultanî Hakikat yolcusu, aşkla ve azimle yol alırken; her diken batışında şükür göz yaşları dökerek büyüttüğü güllerin sevgisini ve kokusunu, kendisinin ya da herşeyin tüm zerrelerine sindirir. Tüm evrende aşkın soluğu eser... İlhami Adil AytaçBAŞLARKEN...Sultani Hakikat, tasavvufun derinliklerinde, hareket enerjisini ilahi aşktan; aydınlışını ilahi nurdan alan ve alemleri kuşatıp aşan bir seyr harekatıdır. Bu çok yüksek hal aslında, dilin imkanları dahilinde kalınmak zorunluluğu içerisinde vücut bulmuş bu eserde anlatılmış olanın pek çok fevkindedir. Bu hali (halleri) yaşamak ta, anlatmak ta hal ehlinin işidir. Bir veli, bir üstad işidir. Sultani Hakikat bilgilerinin şahidi ve aktarıcısı, Üstad Muzaffer Kınalı' dır. Üstad, burada yaşanmış olan hallerin ve bu hallerden yansıyan bilgilerin beşeri bir şahsiyete maledilemiyeceğini, hakikat ve hal bilgisinin sahibinin Sultan' ın bizzat kendisi olduğunu söylemektedir. Kişi ise bundan tekamülü kadar, nasibi kadar alacaktır. Ona bu yolda bir sınır, bir son da yoktur. Alemle ve herşeyle birleştiği bütünleştiği ve vahdet-i kusud haline eriştiğinde ise artık tüm varlığına ilahi irade hakim olmuştur. Şahsi fikir ve şahsi irade ile birlikte, ikilik te ortadarı kalkmıştır. Bu hal içinde yaşadıkları, gördükleri ve bildikleri artık ona değil, mutlak varlığa aittir. Bu durumun, kitabımızın niçin bir yazara, bir beşeri şahsiyete mal edilmemiş olduğunu açıkladığı kanısındayız. Bununla birlikte, eser hakkında bir ölçüde de olsa açıklayıcı bilgi almak amacıyla Üstad Muzaffer Kınalı ile kısa bir söyleşi yaptık. Okurlarımıza sunuyoruz. Soru: "Sultani Hakikat" kitabımızda tasavvfun boyutlarını ve hallerini görüyoruz. Vahdet-el vücüt kavramına, haline ise oldukça sıcak ve canlı bir yaklaşım var. Sizden, "tasavvuf" ve "hal ehli" olmak kavramları hakkında genel bir değerlendirme rica ediyoruz. Üstad:Tasavvuf, kapsamı sonsuza doğru açılan bir kavramdır. Onun için tasavvufu birçok planda ele almak gerekir. İslam tasavvfu ilk planda, islam öğretisiyle, islam adabı ve yaşama biçimiyle ve nihayet, islam tefekkürünün derinlikleriyle ilgili bir kavramdır. Bunun ötesinde tasavvuf; salik' in seyr-u süluk' u demektir. Tasavvuf, kal ilmini yani beş duyuya bağlı zihinsel düşünceyi ve zahid bilgileri aşıp, haı ilmine yani batıni mana bilgilerine ulaşması ve bunları bizzat yaşamasıdır. En nihayet tasavvuf, varlığın mükevvenatı (mevcut olan herşeyi) doldurup, kuşattıktan sonra Hakk'a ulaşarak onda yok olması (fenafıllah) ve Hakk' ta var olması (bekabillah) hallerinde olmak demektir. Tasavvuftan bahsedebilmek, onu anlayabilmek için öncelikle bu iklimleri ve kademeleri kendi içinde değerlendirmek, idrakına varmak ve yaşamak gereklidir. Esasen tasavvufu tüm boyutlarıyla söze döküp anlatmak mümkün değildir. Eğer konuşmadaki sözcüklerin; yazıdaki kelimelerin ardındaki kalbi sezgiyi, manaya götüren ilhamı yakalayamazsak, tasavvuf bilincimiz "kâl" ile sınırlı kalmaya mahkum olur. çünkü tasavvufun özü "hal" dir. Halde ise konuşma yoktur. Tasavvufu yaşamak, anlatmanın bittiği yerde başlar. Hal ehli olmak kavramı ise yine kısmen anlatılabilir. Örneğin hiç bal
yememiş bir insana balı anlatmaya çalışabilirsin. Fakat balı yemiş olan bir
insandaki doygun bir bilirlik halini sağlayamazsın. Nasıl anlatacaksın?
Örneğin diyeceksin ki, pekmez gibi tatlıdır ama pekmez değildir; özü
çiçekten alınır ama çiçek değildir gibi... Hal ehli olmak, bir pişme
sürecini ue izlenecek çetin bir yolun yolcusu olmayı gerektirir. (Salik)
Tasavvuf üzre olan birçok tarikat, yüzyıllardır saliklerine nefs
mertebelerini ve bunları tezkiye (temizleme, tasfiye) yöntemlerini öğretme
ve uygulatma çabası içindedirler. Mürşid ehil ve kamil bir zat olur, salik
de imanlı, kararlı olup takva ve teslimiyette samimi ve kusursuz olursa, yol
yürünür ve hedefe ulaşılır. Salikin hedef, Kamil İnsan olmaktır. Nefs
mertebeleri geçildikçe, salik kendisini ve eşyayı aşar. O zaman içindekl
"ben" e, içindeki Sultan' a ulaşır. İçindeki Sultan' la bir olup
özdeşleştiği zaman ise, o insan tüm mevcudiyeti doldurur. Baktığı her şeyde
ve zerrede kendisini görür, heryerde kendisini bulur. Bu iş kademe kademe
oluşur. Önce çevresini ue dünyayı kuşatır, sonra da alabildiğine genişler.
Bu genişleme içine giren tüm alanı ve eşyayı doldurur. Bunun nasıl olduğunu,
nasıl yaptığını da bilemez. Hani Yunus'un Bakar ki herkes kendisi, herşey kendisi.. Ama nasıl olur? Bunu anlamak, anlatmak çok zor. Hem evveli, hem ahiri yani zamanı ue mekanı aşarak hem geçmişi hem de geleceği görür. Hem dünyayı bir kum tanesi gibi görür; ama gerekirse kendisini onun içinde görür. Gerekirse de kendisini atomun içinde görür. yani nasıl düşünüyorsa, nasıl murad ediyorsa kendisini alemde o şekilde görür. Kendisini Sultan' la bir görür. Sultan' la bir olur. Alemi kuşattıktan sonra Seyr-u Süluk' a deuam eder. Her bir alemi izlemeye başlar. Gittiği alemleri de doldurduğu, kuşattığı zaman sonsuzluğa doğru yönelir. işte o zaman, içindeki Sultan ile bütünleşen salik, bu neden ve yolla, sonsuzluğu kuşatmış olan Allah-ü Azimüşşan'a kavuşur. Onunla birleşir bir olur. Kendine ait görünür, bilinir bir varlık ortada kalmaz. Allah' ın Zatında fena bulur, yok olur. Fenafillah budur. Seyr-u süluk, salik için bir eğitim süreci olduğu kadar bir yükselme ve bir tekamül sürecidir. Bu süreç, aşamalı olarak nefs kademelerini topyekün olarak tezkiye (temizleme-tasfiye) uygulamalarını ve astral seyahat gibi çalışmaları da içerir. Bu yolda tüm kademeleri layıkıyla geçerek vahdete ulaşan, Hakk' ına kavuşan; Allah' ın Zatında ve sıfatlarında yok olan (fenafillah) ve Allah' ın Zatında ve sıfatlarında var olan (bekabillah) salik, velilik mertebesine erişir. Bu noktadan sonrasına da bir sınır konamaz. Allah' ın Zatının sonsuzluğunda yol almanın bir sonu bulunmaz. Bu husus, tekamülün sonsuzluğu anlamına gelir. Velilik mertebesinde ifadesini bulan alametler ise, sonsuz sevgi, sonsuz hoşgörü ve sonsuz sabırdır. Veli zatın aklı da tekamül ederek, cüzi akıldan külli akıla varmıştır. Aklı, üç boyutun neden-sonuç ilişkilerinden yükselerek, ilahi kanunları ve onların alemlerdeki tezahürlerini kavrayan külli akla terfi etmiştir. Bu hal ruhun, ilahi cezbeye kapılarak tekamülde yükselirken, dünyevi aklı bırakarak ruhi akla ulaşabilmesi ile mümkün olmaktadır. Bu hale erişen veli zat, yüksek boyutlardaki alemleri ve bunların varlıklarının bilinçlerini, kanunlarını ve hayatlarını kavrayabilir fakat, 3. boyut dünyasına bunları anlatamaz. çünkü bunlar, dünyanın fizik boyutunun deyimleriyle anlaşılamazlar. Ancak hal ehli, kendi aralarında süküt-u muhabbet dediğimiz sessiz bir rabıta ile gönülden gönüle anlatırlar, aktarırlar, muhabbet ederler. Bu tarz iletişimde aradaki fizik mesafenin bir hükmü yoktur. 1Bir gün, bir de baktım ki, bir acayip mekandayım. Ne yer var, ne de gök! Sanki bir kubbedeyim. Karşımda bir taht ve tahtta bir Sultan. Sultanın tabası, göz dahi kırpmadan Sultan' a bakıyor. Baktım ki beni kimse görmüyor, varlığımdan kimsenin haberi yok; ben de Sultan' ın yanına tahta varıp oturdum. Bilmiyorum kaç gün, kaç ay, kaç yıl öylece durdum. Ne bir hareket, ne de bir ses vardı. Sultan nihayet tabasından iki kişi çağırdı. Birinin adı Mikail, diğerinin İsrafil. Onlar huzura geldiğinde, Sultan "kün" diye bir nida etti. Bu kelime ne idi? Bunu kimse bilmiyordu. Mikail' den toprak, İsrafil' den de su getirmesini istedi. Gelen iki anasırı birbiriyle hallettiler. Sanki, sakız gibi bir mahlül meydana geldi. Ona bir şekil verdiler. Sultan tahtından kalkıp, ellerini balçığa daldırıp; Kendi kendine konuşarak, "Bakalım eski ustalık duruyor mu?" deyip, küçük bir parçayı yuvarlak hale getirdi. En mahir usta edası ile ona şekil verip, ortada duran cismin ucuna yerleştirdi. Birkaç yerinden delikler yaptı. Karşısına geçip eserini belki günlerce, belki yıllarca seyr-i temaşa eyledi. "Hala eski hünerimiz duruyor" dedi. Sultanın tâbâsı da onu seyrediyordu. Sultan' a sadık en yakın görevli, tâbânın akıl hocası Melek-i Taus da bu muhteşem, eşi ve emsali olmayan eseri seyrediyordu. İçini merak edip, içine girdi çıktı. Baktı ki bomboş bir nesne,kenara çekildi durdu. Sultan, aynı cisimden bir tane daha öncekinin yanına eş yaptı. Yalnız bu cisimde birkaç değişiklik vardı. Sultan, ikinci yaptığı kalıba, ilk deneye kıyasla daha fazla özen gösterip, daha lâtif bir eser meydana getirdi. Sultan buyurdu ki; "Secde ediniz!". Melek-i Taus hariç bütün tâbâ itaat edip secde etti. Sultan, ona da uymasını söyledi. O itaat etmedi. Halbuki Sultan'ın o an gerçekleşecek gizli sırrını kimsenin görmemesi gerekiyordu. Sultan celânenip gazaba geldi. Melek-i Taus 'u huzurundan ebedi olarak kovdu, uzaklaştırdı. O an Melek-i Taus dedi ki, "Ey alemlerin sahibi ve gerçek Sultanı.. Ben seni bilir, yalnız sana biat eder, sana secde ederim. İki anâsırdan meydana getirdiğin çamura, ad verip Adem dediğin cansız nesneye ben nasıl biat edip, secde ederim? Sana and olsun ki senden başkasına secde etmem" dedi. O yüce Sultan, Sahib-ül âlem; Melek-i Taus'u huzurdan uzaklaştırdı. O an baktım ki; Bütün tâbâ yerlere kapanmış, secde halinde.. Sultan yavaş ve sessizce ayağa kalktı. Adem' in yanına gitmeye başladı. Ben de onu takip ettim. Adem' in içne girdik. içerisi biraz serindi. Sultan, herhal biraz üşütmüş olacak ki; hafifçe hapşırdı. Secde halinde olan bütün tâbâ, hep bir ağızdan; "Rabbimiz, sana hamd-ü senâ' lar olsun." dediler. Ve o balçık çamurundan olan kalıp (beden), hareket edip oturdu. Tâbâ o an baktı ki; Sultan ortada yok, sır olmuş. O andan sonra da elinde asam, başında Sultan' lık tâcı; Hükm-ü cihan, Malik-ül mülk'ü kimse aşikâr ve zâhiren görmedi. Nasıl sır olduğunu kimse bilmedi. Bu gizli, esrarlı işlerden yalnız benim haberim vardı. Bir zaman Sultan benle, ben Sultan' la bir arada kaldık. Sultan da beni görmüyor sanırdım. Meğer onun herşeyden haberi varmış. Oradan ayrılmak istedim, ama ne mümkün. Sultan, sırrımı açar diye beni salmadı. "Sen bundan sonra benden ayrılamazsın. Artık bende Mihman-ı daim' sin" dedi. Her ne kadar bu sırrı açmam diye yalvardım ise de beni dinlemedi bile. O, her zaman itaat edilmeye alıştığından, yalvarıp yakarmalarımı takmadı bile... O an anladım ki ben bundan sonra mahkûm-u mukaddes olmuştum. Sultan, zülfünden bir tel koparıp taa.. içerlerden bir yerden zülfünün teliyle sıkıca bir bağ attı. Keşke atmaz olaydı... Ondan sonra içimde bir sevda belâsı tezâhür etti. Daha sonra da, haydi artık serbestsin dedi. Lâkin gidemedim. Bu sevda belâsı beni bir acayip hale soktu. İt gibi Sultan' ın ayaklarına kapanıp yalamaya başladım. Üstelik ben böyle yaptıkça, sevdam daha da fazlalaştı. Ağlamaya başladım. Göz yaşlarım âlem' e taştı. Bilmiyorum bu kaç bin yıl devam etti. Meğer maksadı, "kün" dediğinde kurup halkettiği âlemi derya haline getirmekmiş. Gözyaşlarımdan âlem suya gark oldu. Herhal istediği tam oldu ki, bana bakıp hafifçe tebessüm etti. Aman Allah! O ne güzellik, o ne rahmet, o ne merhamet.. Hepsi de bu tebessümün içinde idi. Ne oldu ise o an oldu. Bir de baktım ki bizim yanımızda Hava canlanıp, vücut buldu. Çevresine bakındı. Adem' i gördü ama tanımadı, kim olduğunu bilemedi. Baktı ki, Adem de kendisine benzer şekle sahip bir varlık. Kimsin, nesin diye sordu. Adem'in içinden bir ses, "Ben Adem' im sen Havva' sın. Ben sana, sen bana eşsin" buyurdu. Bir zaman burada kalıp eğlendik ve bir gün Sultan bulunduğumuz makamdan yâni; Mekân-ı Alî' den ayrılacağız dedi. Havva' yı da yanımıza alıp, Mekân-ı Firdevs' e gittik. Öyle bir mekân ki, burada akla gelen-gelmeyen her şey vardı. İhtiyaç duyulan herşey, anında tecellî ediyordu. Burada sefadan, güzellikten başka birşey yoktu. Çeşitli ırmaklar, kimisinden sular, kimisinden ballar, kimisinden sütler akıyordu. Tam oniki kapısı vardı. Bunların bazılarından hem girilip, hem çıkılıyordu. Bazısından girilip çıkılmıyor; bazısından da çıkılıp girilmiyordu. Bir kapısı vardı ki nedense kapatılmış; bir diğeri aşıklara men edilmiş. İşte burası bir acayip mekândı. Önünde kökü yukarda, dalları aşağıda bir ağaç vardı. Tuğba denilen bu ağacın gölgesi, Mekân-ı Firdevs' in üzerine düşüyordu. Biz de onun gölgesinde yatıp, günü gün ediyorduk. Adem, Havva' ya Tuğba ağacının meyvasını men etmişti. İşte yasak olan şeylere ilgi o zaman başladı.Havva da o meyvadan yemek istedi. Birgün fırsat bulup, yasak meyvadan yedi. Ne olduysa, o zaman oldu. Havva meyvayı yerken, o an bir de baktım ki; Tuğba ağacı sallanıyor, sanki bütün âlemde yer yerinden oynuyor. Şimşekler çakıp, fırtınalar esiyor. Aynı anda, Adem' in hedeninden ılık bir su gibi akıp, Havva' ya geçtik. Bir de baktım ki Adem karşımda, Sultan'la ben Havva'dayız. Adem Havva'ya bakıp, "Niçin yasak meyvayı yedin? Koskoca âlem sana dar mı geldi?" diye habire azarlıyordu. Ama Havva oralı bile değildi. Yediği meyva o kadar lezzetli, o kadar güzel, o kadar hoştu ki; bu lezzetten yoksun kalmaya akıl sır erdiremiyordu. Azarlanmak umurunda bile değil; o meyveden ilelebet yese, doyulacak gibi değil! Yedikçe yemek istiyordu. Bu hâl ile Sultan'la, Havva'nın bedeninde bir süre kaldık. Bir süre sonra sıkılmaya başladık. Yerimiz dar gelmeye başladı. Havva'ya bir takım hâller oluyor, karnı şişiyor, hırçınlıklar yapıyordu. Birgün gezerken gizli bir geçit gördük. Merak bu ya... Haydi merdivenlerden inip bakalım dedik. Adem önde Havva arkada, inmeye başladık. İnmez olaydık. Ayağımızın altındaki basamaklar dönerli imiş, bir düşüş ki ne düşüş... .Kendimizi başka bir mekânda hem de Gâlle kuyusunda bulduk. Ama Adem yoktu. Acaba o kuyunun hangi köşesine fırlayıp gitmişti. Bu mekânda gündüz ve gece vardı. Ortalık ağarıp çevreye bakınca; ağaçlar, ırmaklar... Acayip bir ortamdayız. Adem'i aramaya başladık. Adem de bizi... Meğer her birimiz çok uzak yerlere; birimiz Hind iline, birimiz ıssız çöllere düşmüş. Feryadımız, gözyaşımız kavuşuncaya kadar sürdü gitti. Adem, Havva'yı ararken yorgun düştü. Dikili bir taşa sırtını verip, bir müddet dinlendi ve oradan çevresini seyrediyordu. Bulunduğu yerin neresi olduğunu anlayamadı. Sıra sıra birçok taş dikilmişti. Bunların mezar taşı olduğunu nice yıllar sonra öğrendi. Mezar taşına yaslanıp dinlenirken, Havva'nın sesini duydu. Ona doğru koştu ve birbirlerine sarılıp, hayli zaman öylece kaldılar. Onların aşk feryadının sesinden, acı inlemelerinden âlem de bir hoş oldu. Ürkerek uçuşan kuşlar da dallara kondu. Bülbül denen serçegil kuşun hoş âvâzı da o zaman başladı. Bülbül'ün çıkardığı âvâz, Adem'le Havva'nın birbirlerini ararken çıkardıkları feryattı. Bülbül, nağmeleri ondan öğrendi. Bu seda yeryüzünde sürdü gitti. Nihayet o ayrılık çilesi de bitti, birbirimize kavuştuk. Sultan'la birlikte Havva'nın içinde kalma süremiz yetti. Ve Havva'yı terk ettik. Havva bize "yavrum" dedi. Adem bize baktı, biz Adem' e; anladık ki bizi tanımadı. Ne çabuk unuttu. Daha dün onda değil miydik. Bakıp bakıp bir de "oğlum" demesin mi? O'na, babası olduğumuzu söyleyemedik. Zaten söylenmezdi. Bu sır idi. Sulltan'la böyle kavl-i karar edip and içmiştik. Bir zaman bu hâı ile eğlendik kaldık. Meğer Havva, o yasak meyvanın çiçeğinden dalıyla koparıp saçına takmış.. Onu bu âleme diktiler. Tuğba ağacı bu âlemde de yetişip büyüdü. Meyva vermeye başladı. Bu meyvaya; Ammâre adını koydular. Havva bu meyvadan yedikçe çoğalmaya başladık. Artık bu âlemde bize babalık taslayan Adem de bu meyvaya alıştı. Yedikçe yediler... Fakat her nedense, Havva'nın mizacında hırçınlık vardı. Adem' e itaat etmez olup, O'na isyanda bulunmaya başladı. Bizim babalık ta her ne kadar sabretti ise de; bir gün sabrı taştı. Kendisini meydana getirenden bir eş istedi. Ün etti. Ve bir gün gaipten Naciye isminde güzeller güzeli bir eş geldi. Gelmez olaydı. Bunu gören Havva küplere bindi. feryad, figân... İşte hasetlik, kıskançlık o an başladı. O an peydah oldu. Adem baktı ki, olası değil ve Naciye'yi geri gönderme imkânı da yok; kardeşimiz Şit'i ona eş yaptı. Bir zaman Naciye'nin bedeninde Mihmân olduk. Naciye'nin özelliği, balçıktan olmayışı idi. Mülk sahibi Sultan' ın hizmet tâbâsı idi. İşte, nesiller böyle türedi. Nesillerin türeyişinin, kardeşlerin kardeşlerle ilişkisinden olduğunu zannedenler yanılırlar! Şit'den gelme nesillerle, Havva' dan gelenlerin birleşmesiyle türemeye başladı. Ama zamanla nesillerde, bir kaygısızlık, bir sorumsuzluk, bir başıbozukluk görülmeye başlandı. Adem bazı kurallar koydu, yasalar icad etti. Bu yasalara uyanlara; itaat edip inananlar dendi. İnançla birlikte din kavramı ortaya çıktı. Kim bu yasalara uymazsa onlardan değildi. Adem'in yasası buydu. İtaat ve inkâr da o zaman başladı. Ve anladılar ki, herşey iki yönlüydü. Güzelliğin karşısmda çirkinlik; iyiliğin karşısında kötülük; varlığın karşısında yokluk; maddenin karşısında manâ vardı. Akla gelen herşey çift yönlüydü. O zaman, değişken kavramlar ve değer yargıları başladı. 2Herkesin değer yargıları değişikti. Herkes değer verdiği yönde inanıp diğerini inkâr ediyordu. Bu niye böyle olu yordu? Halbuki, bizim geldiğimiz yerde böyle şeyler yoktu. Ayrıca herbirinin de meseleyi kavrayış ve değerlendirmesi yanlıştı. Kurallara uymayanlara inkârcı ve âsi dendi. Ama herşey oluşum ve gelişim içindeydi. Âlemdeki bu hareket, birbirini inkârdan meydana gelmişti. İnkâr, bir şeyin yokluğu değil, değişime uğramasıdır. Âlemlerin Sultanı kendisini dönüştürmeseydi, Adem'in içinde sır olmazdık. Adem'i inkâr etmesek Havva'ya; içinde bulunduğumuz hâli ve mekânı inkâr etmesek, Mekân-ı Firdevs'e gelmezdik. Firdevs'in inkârı da; Dünya denilen mekâna inişimiz oldu. Ama bizim kardeşlerimiz, yani parçalarımız bunları böyle değerlendirmiyordu. Nedenin Sultan' a sordum. Buyurdu ki, "Var olan her eşyada mevcut değil miyiz? Her eşya kendi başına bir âlemdir. Her varlıkta kendi irademizden bir zerre bıraktık. Onlar buna cüzî irade dediler. Cüzî irade onların yalnız mantık ve isteklerini uyandırır. Herşeyi kendilerinin düşünüp yaptığını sanırlar. Aslında onların yaptıkları ve yapacakları; düşündükleri ve düşünecekleri, bizim irade ve isteğimiz dışında değildir. Onlar bizim yeryüzündeki zerrelerimiz ve Halîfelerimizdir. Onlar, cüzî iradeleri ve sınırlı bilinçleri ile birçok yanlışlar da yaparlar. Onlar birbirlerini yargılarlar. Böylece daha büyük hataya düşerler. Aslında bilmezler ki yargı ve hüküm bize mahsustur. Bütün âlem, var olan herşey bizim vücudumuzdur. Ama görüyorsun ki, şimdi biz de bu âlem içindeyiz. Yâni biz, bizzim içimizdeyiz. Bir şeyin bulunduğu hâl ve makamın inkârı, gelişim ve oluşum içindir. Terk ettiği yer, vardığı yer için bedeldir. Bedelsiz hiçbir şey halketmedik. Ey benim esirî bedenim, sevdiğim... Benim sırrımı bilip, paylaşan... Benimle düşünüp, benimle gören.. Her ameli benimle işleyen, habîbim... Görünen her zerre, âhirinde bulunduğu yeri idrak edecektir. Her eşya, bizden gayrı olmadığına şahadet edecektir" dedi. O zaman anladım ki, Adem'den gelen nesilde Sultan'ın bıraktığı cüzî irade onların başına çok iş açacaktı. Nitekim öyle de oldu. Hepsi birbirinden ayrıldı. Farklı gruplar ortaya çıkmaya başladı. Her grup kendi liderini seçti. Zamanla inanç ortaklığına dayalı örgütler ortaya çıkmaya başladı. Bunların yayılıp güçlenmesiyle de dinler oluştu ve sayıları çoğalmaya başladı. Zaman zaman birbirlerine kin güdüp; düşman oldular. Kimi zaman birbirlerini sevdiler. Türlü türlü hal işlediler. Bazen birbirlerini katledip kan akıttılar, bazen barış içinde yaşadılar. Kendi düşünce ve menfaatlerini koruyup, muhafaza etmek için; Adem'in koyduğu kuralları uygulamaya çalıştılar. Kurallara uymamak, fırkaları oluşturdu. Her fırkanın bilginleri, menfaat ve düzeni sağlamak için yeni fikirler üretti. Bu fikirlere mezhep dediler. Bir de karşı tarafın düşmanlığını kazanmamak için "Bütün mezhepler haktır" yant doğrudur dediler. Doğru birdir, birkaç değil..! Madem ki doğru idi, biri yeterdi. Birkaçına ne gerek vardı? Demek ki bunda bir iş vardı. Ama aklı güdükler ya bunu anlamıyorlar, ya da işlerine öyle geliyordu. Bu olup bitenleri Sultan'la seyrediyorduk. Bu fırkaların herbiri kendisinin doğru, kendisinin âdil olduğunu savunuyordu. Onların bu halleri hırs ve tamâhı doğurdu. Herşeye sahip olma tutkuları başladı. İşte o zaman esas belâya düştüler. Nefislerinin düşük istekleri büyüdükçe büyüdü. Herbirinde anlamsız bir telâş ve uğraşılar başladı. Bunları seyredip, hayrette kalıyorduk. Halbuki biz, geldiğimiz yerden böyle şeyler getirmedik. Bizim geldiğimiz yerde din yoktu. Mezhep ve ayrılık yoktu. Niçin bu insanlar üzerlerine vazife olmayan şeylerle uğraşıp, kendi kendilerine din, mezhep ve inanç kalıpları yaratıyordu. Bunu Sultan da, ben de anlayamadık. Bu âlemde tezahür eden olumsuz şeyler, Havva'nın yediği meyvanın özünde vardı herhalde... Demek ki bu hengâmeler o yasak meyvenin başaltından çıkıyordu. Nice bin yıllar bunları seyredip, durduk. Onlarla birlikte kimi güldük, kimi ağladık; kimi öldük dirildik; kimi öldürüp dirilttik. Âlemdeki her mekâna yüzbinlerce kez geldik gittik. Kimi onlara tâbâ olduk itaat ettik; kimi Sultan olduk, onlar itaat etti. İşte o zaman Adem nesline bazı sırlar beyan ettik. İşledikleri amellerin yanlış olduğunu, bunlar yüzünden âzap içinde olacaklarını beyan ettik. Kimi dinledi, kimisi 'olumsuz inkâr' eyledi. İnanmayan âzap çukurunda inledi. İnanan, hak yolunda yürüdü sefa buldu... Peki bu iş böylece bitti mi? Yook ne gezer, bu defa inanmayanlar inananlara hücum etti, saldırdı. Kimisini kuyuya attılar, kimisini ateşe; birisini kestiler, diğerini astılar; gün oldu derisini yüzdüler, gün oldu ayaklar altında ezdiler. Bunlar olurken biz de onların içinde idik. Bunları hep gördük, yaşadık. Başımıza gelmedik kalmadı. Hattâ bir gün Sultan'la ikimizi çarmıha gerip, ağaç çivileriyle mıhladılar. O an bulunduğumuz fizik bedenden ayrılmamız gerekti. Ellerinde bizim kanımızla bizi seyrederlerken Sultan'la oradan sır olup ayrıldık. Ama bu âlemde bir beden, bir kalıp elzemdi. Bir başka bedene girdik. Sultan'la ikimiz kendi bedenimiz olan âlem içinde kul görünüp, serseri dolaşmaya başladık... Birgün bir mekâna ulaştık. Bir de ne görelim. Herkesin ayrı bir tapındığı putu yâni sahte ilâhı ve tapınacağı binası var. Aralarında dolaşıp durduk. Hal ve hareketleri garibimize gitti. Bunların hepsi, boş ve gereksiz şeyler yapıyordu. Bunların doğru olmadığını söyleyelim dedik, vay vay... Sen misin söyleyen! bizi taşa tuttular, yapmadıkları eza-cefa kalmadı. Üstümüze hayvan bağırsakları, pislikleri attılar. Sabredip, yine onların taptıklarından onlara fayda olmayacağını söyledik. bize inanıp itaat edenler oldu. İnananlara ihtiyaç olanı vermeli idik. Onlara daha güzel bir inanç ve daha yetkin bir din sunduk. Bunları kalbinde duyan sevindi. Duymayan ve inkâr eden ise, ebedî olarak mahrum kaldı. O zamanın sahte ilâhlarmı yok ettik. Sultan beni her işinde kullanmaya başladı. Her hizmetini ben görüyordum. Söylemek istediğini ben söylüyordum. Görmek istediğini ben görüyordum. Velhasıl bütün azası bendim. Sultan'ın sözlerini kutsal bilip, sözle veya yazıyla insanlara aktardım. As1ında ne gören, ne bilen, ne de söyleyen bendim Ben O'nda; O bende, Vahdet-i Vücûd'tuk. 3Her güruhta, fikir ve görüş ayrılıkları olmuştur. Bunlar, yeni dinin mensupları içinde de başladı. Onlara beyan ettiğimiz dinî öğretiyi yanlış yorumlamaya başladılar. Kutsal sözlerimizin anlamını, kendi mantıklarına ve çaplarına göre algıladılar ve yansıttılar. Kur'an-ı Azimüşşân'ı kaynak gösterip toplumsal düzenler ve bunların yasalarını icat ettiler. Bunlara dayanarak insanları ve toplumları esarete mahkûm ettiler. Zûlmettiler. Hiç şüphe yok ki, ellerindeki kitap ilâhî bir hidayet kaynağıydı. Ama bunu hayata uygularken bilerek ve bilmeyerek saptılar. Biz o sözleri onların anladığı anlamda söylemedik. Ama onlar yorumlar yaptılar. Zanlarda bulundular. Baktık ki, bunlara doğru söz, temiz kâlb ve temiz amel uyarılarımız kâr etmiyor; rahmet ve merhamet elimizi onlardan çektik... Bizi gönülden, gerçek sevgi ve aşk'la seven ile bir olduk. Onları Defter-i Rahman' a yazdık. Diğerlerini de seyre başladık. Bizim kutsal sözlerimizden, kendilerine göre emirler ve kurallar icat ettiler. Akıllarınca bunlar, Şerîat yasaları'ydı. Güyâ kim buna uymazsa; dinden, imandan, mezhepten ayrı kabul edilip, inanmayanlardan sayılacak. Hâlbuki, bunları onlara vallâhi biz söylemedik. Onlar, kendi mantık ve yorumları ile bu türden yanlışlara yöneldiler. Sevenleri, inananları birbirinden ayırıp, ayrılanların arasını daha da açıp fesat ve kin tohumları saçtılar. Bulundukları makam ve mevkîyi, Sultan'ın makamı diye beyan ettiler. Bilmeyen inananlar ve hatta yanlışı farkedenler üzerinde, , şerîat' yasalarını zorla uygulamaya geçtiler. İddiaları o kadar abesti ki... Buna Sultan da ben de üzüldük. Sözde, "Bu kurallara uymayan cehenneme gidecektir''... Bu gibi yanlış düşüncelerin gerçekle bir bağlantısı yoktur. -- Bir önceki sayfaya geçiniz --
|