Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkey / Denizli 

 
 

 

Çetin BAL der ki...

Temelde aydınlanmak Osho'nunda dediği gibi dünyadan evrenden ve varoluşun kendisinden çok yükseklere bir yerlere insanlardan uzak diyarlara bir bilinmezlik boyutuna yükselip çıkmak, uzaklara gitmek demek değildir. Ama bir açıdanda öyledir! Bu varlığa ayna olan hiçlik olmak gibidir.  Burada biraz  ZEN rahipleri gibi ikilemli konuştum ama bu iş böyle! Aydınlanmak tam tamına yaşama daha derin bir düzeyden katılmak onunla bütünleşmek varlıkla bütünleşmektir.Herşeyin içine dolmak ve tüm varoluşa tanıklık yapmak gibidir. Bir nevi farkındalık kazanmak zaten olduğun şeye ve yere gelmek demektir. Yada zaten orda olduğunu anlamak demektir.Farketmek, farkındalığa ulaşmak  zaten olduğumuz şeyi hatırlamak gibidir! Bir şeyi anlamak için diğer zıt bir şeyin (ilüzyonların) içinden zihnin geçmesi gerekir! Aydınlanmak...  Gerçekten uyanmaktır. Gerçekten dünyayı varlığı ve kendini hiç daha önceden görmediğin bir uyanıklık ve farkındalık boyutu içinden görmektir. Daha önce hiç duyumsamadığın bir şefkat, sevgi ve aşkla dolmak demektir.Zaten olduğun şeyi anlamak demektir.  Aydınlanmak gül ile gül olmak bülbül ile bülbül olmak gibidir. Dost gönülde sevgi olmak gibidir. Yani birliğe ermektir. Bir ve bütün oluşun farkındalığına varmaktır. Gülümseten bir ifade ile bu biraz hap almış gibi bir duygu olsada öyle değildir tabi! Tümüyle kendinizi akıp giden yaşam nehrine bırakırsınız. Herşey olması gerektiği gibidir. Herşey mükemmeldir.Tüm yaşanmış olanlar ve yaşanacak olan sonsuz zamanlar tüm mekanlar sadece şu anda ve burada anın içinde seninle birliktedirler.

Çetin BAL : Tarafsız bir bakış açısında OSHO nun sayfalar dolusu  fikirlerinin ve yazılarının yanında sayfa sonunda görülebilecek küçük bir  karşı eleştiriyide  ilginize sunarım! Ben OSHO nun psikolojik durumunu ve vardığı noktayı Mevlana'nın Şems Tebrizi ile karşılaşmadan önceki durumuna benzetiyorum.Evet osho'nun samimiyetinden ve arayışından ve aydınlanma denen kavrama dair tüm söylediklerinden şüphe etmek pek mümkün değildir. Osho şurda yanlış demiştir demek mümkün değildir. Osho kendi bakış açısından tamamen doğrudur.Eğer osho'nun içine girip onun gözlerinden dünyaya ve varlığa bakabilseydik bu doğru bakış açısını teyit edebilirdik.Yinede eleştirilecek yanlar vardır osho da! Osho herşeyi silmekten ve tüm öğretilere karşı gelmekten bahseder oysaki iyi bir gözlemle Osho'nun aslında yeni şeyler bulmadığını ancak daha önce bilinen şeylere açıklık ve netlik kazandırdığı gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Temelde osho genel halk kitlelerinin kutsal kitaplarda ve mistik öğretilerde gözden kaçırdığı kelime aralarında kayıtlı olan şeklin ötesindeki o hakikatin saf deneyimine dair olanı  ve gerçek anlaşılması gerekeni görebilen bir zihin ve görüş gücüne ulaşmış bir düşünürdür.. Osho kelimelerin kullanıldıkları şekli ile olmadıklarını daha içrek bir anlama sahip olduklarını sezinlemiş ve bu ÖZ'e doğru yaklaşan ''farklı ifade derinliklerini sezgilerini'' ortaya koyan bir tür mistik, bilge yada üstad olarak kabül edilebilir.

Osho kullanılan kültür ve dil yapısı içinde varlığı varoluşu ve insanın bunun içindeki yerini tüm kavramları tüm kelimeleri zorlayarak kullanılan dilin ötesine geçerek sessizliğin dili ile ifade edilebilecek bir düzeye kadar  insan bilincini yükseltmeye çalışır.Ve bunda da başarılı olmuştur.Ama hayatın anlamına dair aydınlanmaya dair doğru kelimeleri ve buna eşlik eden gerçeğe en yakın  duygu tonlamalarını bulmak demek aydınlanmak mı demektir? Osho kelimelerin ötesine kadar ulaşabilmiş aşabilmiş ve  sessizliğe kadar gelebilmiş ve orda ne yapacağını bilmez bir şekilde asılı kalmış ve aydınlanmayı zamansızlıktaki ve mekansızlıktaki bu zihin boşluğu içinde asılı kalmak gibi düşünmüştür.Ama nirvana bumudur. Buda nın aydınlanması bumudur, hakikate varmak kendi gerçeğini keşfetmek gerçekten bumudur? Evet osho ''tüm sırları çözmüş olanların'' geldiği yere kadar gelmiştir.Gerçekten de OSHOnun kitaplarını okuduğunuzda hayatınızda bir şeyleri çözmüş olacaksınız. Bir şeyler değişecektir! Ama bir yere kadar! Osho kelimelerle ifade edilen hakikat denizinin dibine kadar gelmiş ve ayaklarını bu denizin dalgalanan köpükleri içinde yıkayabilecek kadar aşkınlık içine girmiştir.Ama denizin kenarına gelebilmek başka şey denizin  içine atlamak deniz olmak başka şeydir.Tasavvuf dili ile Kalden hale geçmek denen şey vardır. Osho herşeyin bir nokta olduğunu noktanın tüm sonsuzluğu içine aldığını ve bu noktanın ise hiç bir şeyin içinde yer almadığını bir şekilde sezebilmiş bir zekadır. O duyguyu yakalamak o düşünceyi yakalamak o algılama düzlemine zihnin yükselmesi demek o duygu kalıplarının auratik titreşim fanusu içinde herşeyle bir olmak tüm evreni(varlığı)  kendi içinde görmek  ve kendini evrenin( varlığın)  içinde görmek ve ne noktanın içinde olmak nede dışından olmak sadece NOKTA olmak! Gülümseten bir ifade ile Osho kendi duygu kalıpları içinde o nokta olmanın ancak hayaline ulaşabilmiştir. Bu hayal ona huzur ve rahatlık ve mutluluk vermiştir.Osho Gerçeği Biliş' in duygu kalıplarını kendi bakış açısı içinde yakalayabilmiştir! Sınırlı zihnini içine alan içinde koşturan sınırlı zaman ve uzay kalıplarının dışına taşarak sınırsız bir  zaman ve uzay alanına ulaşmıştır.Tüm  zaman ve uzay sonsuz ŞİMDİyi ifadeleyen bir kürede bir noktada bir ANda birleşerek oshonun zihnini zamansızlık ve mekansızlık boyutuna taşımıştır.

Ama  Çetin BAL der ki Osho Gerçeği Biliş' in duygu kalıplarını kendi bakış açısı içinde yakalayabilmiştir. Ama bilmenin duygu kalıpları içinde olmakla o bilginin içinde o bilgi OLMAK başka bir şeydir! Bilgi olmak, enerji olmak başka bir şeydir. Duyumsamak başka birşeydir o duygunun kendisi olmak başka bir şeydir. Bu hal düşündüğünün içinde olmak denen haldir. Bu halde beden ortadan kalkar artık salt düşünce ve zihin olunmuştur. Bedensel görüntü mecazidir.Beden kütlesi telapatik  bir düşünce dalgası halini almıştır. Uzay ve zamanın bağlayıcı sınırlamaları artık onun için söz konusu değildir.Artık fizik beden  zihnin bir gölgesi haline gelmiştir. Zihin nereyi düşünürse bedeninde oraya teleporte edilmesi mümkündür. Beden artık zihin kadar süptil ve akışkandır!  Beden yoktur artık zihin vardır. Tüm evren o zihnin içindedir. O tüm evrene tanıklık eden onu gözleyen dinleyen sonsuzluktur artık. Ötelerdekini görmek için duymak için fizik gözlere yada iki çift kulağa ihtiyaç yoktur artık. İki nokta arasında yürümek içinde iki ayağa gerek yoktur. Çevremizdeki eşyaları ellerimizle tutmak ve ellerimizle dış dünyaya uzanmak ve maddi dünyayı  etkilemekten çok artık  ellere gerek kalmadan doğrudan zihnin kendisi ile dış dünyaya ( belkide iç dünyaya demek daha doğru olacaktır) uzanmak ve tesirde bulunmak mümkün hale gelir bu tesirde mesafelerin ve aradaki boyutların hiç bir önemi yoktur. Zihnin bir şeyi tutması için fiziksel elleri araya koyması şart değildir.Zihnin varolması için bedensel bir uzvada gereksinimi yoktur. Beden zaten zihnin yoğunlaşmış bir görüntüsüdür. Bu nedenlede bedene dair tüm hastalıkların kaynağında zihin vardır.Zihindeki negatif bir tortu eğilim  önce aurada (ışık bedende) sonrada fizik bedende titreşimsel hücresel bir sapmaya neden olur. Bu noktada beden kavramı tamamen ortadan kalkar beden artık simgesel bir eğilime dönüşmüştür. Olan sadece bu beden görüntüsü altında kendini yaşayan sonsuzluktur. İşte AYDINLANMAK denen nihai son budur!

Şimdi şu anda dünya üstünde güzel bir bahçede durup sirius yıldız sisteminde bir gezegende olmayı ''düşlemekle'' ve ''bu duygu içinde devaran etmekle'' bu düşüncenin içinden akıp geçerek  kendini sirius ta bulmak ve orda olmak daha başka bir şeydir. Harekete geçmiş bir farkındalık BİLMEK ve OLMAK arasındaki ince sınırı koyan durumu ifadeler. Dünya üstündeki uygarlıklar  tarihi boyunca bu kavramı belkide ilk kullanan ve bu kavramı yeryüzüne getiren daha doğrusu olan bu şeyi tanımlayan  bir şuur olarak bunu iyi anlamanızı istiyorum. Harekete geçmiş bir farkındalık alanı yaratmak tam anlamıyla merkezimizde aydınlanmış bir hale ulaşma denen bir tanıklık bir olmaklık halidir.İşte noktanın içindeki sonsuzluk olmak böyle birşeydir.O olmak böyle bir şeydir. Noktanın kendi içinde hareket etmesi böyle bir şeydir.Vahdetten kesrete ve kesretten vahdete geçmek böyle bir şeydir.Düşündüğünün içinde olmak böyle bir şeydir.

Evreni ve onun sonsuzluğunu düşündüğümüzde bizim o gerçek hakkındaki tüm ifadelerimiz yanlıştır.Herkesin kendisine yakın gelen bir doğrusu vardır. Devasa uzay boşluğunda kendi üç boyutlu sınırlı aklımız ve düşüncelerimizle o sonsuz gerçek hakkında ancak varsayımlarda bulunabiliriz. Sınırlı boyutlar içinde sınırlı düşünceler içinde sınırsız bir düşünceyi nasıl anlayabiliriz? Hiç bir zaman için işte o şudur diyemeyiz. Evrenin içinde  toz kadarlık olmayan dünya gezegenine nazaran gelişmiş bir o kadarda uygarlık bu evrensel gerçek  hakkında bir o kadarda birbiri ile temelde kesişen çok farklı yorumlara sahiptirler. Yani doğru diye bir şey yok! Benimki en doğru diye bir şey yok. Zihin ancak varoluşsal  gerçeğe dair kendince felsefik ve güzel denebilecek bir anlamsal zenginliğe sahip bir düşünsel  kilim dokuyabilir! Her bireyin her gelişmiş uzay uygarlığının  her arayıcının kendi aklıyla dokuduğu bir düşüncesel felsefik kilim yani bir tanımlama vardır. En güzel dokunmuş kilime hayranlıkla bakabiliriz ancak ama yinede hiç bir şey onu tarif edemez. O hiçbir tarife sığmaz. Bir  açıdan ''işte bu daha doğru'' dersekte aslında tüm bu tanımlamaların hepsi yanlıştır.Gerçek olan sadece bu espirinin karşısında anlayan ve gülümseyen sizsinizdir! O yüzden kimse benim dediğim doğrudur demesin! Herkes kendi bakış açısı içinde doğrudur.

Aslında osho'da bazı noktalarda yanlış vurgulamalar yapmaktadır.Tanrı kavramına var yada yok demek diye bir şey olmaz!  Mesele OLANI anlamaya çalışmak olduğun şey olmaktır. Oshoda bu noktaya gelmeye çalışsada bu noktaya varma biçimi kabul edilen algılama biçimlerini yoksaymak üzerine kuruludur. Böyle dışlayıcı bir tutumdan ziyade kapsayıcı kabül edici ve şöyle yada böyle  ''olan algılamayı''  genişletici tamamlayıcı bir noktada durmak lazım. Oshoyu okurken sözlerini dinlerken doğrudan Osho nun sözlerine odaklanmak yerine o anda  sözlerinin sahip olduğu kelime aralarındaki anlamı görmeye çalışmak daha doğrudur. Bir bilmeklik olarakda dahi olsa hakikat içinde olduğunuzda kullandığınız hiç bir söz aslında her zaman herkesin kullandığı anlamda bir anlama sahip olmayabilir.Hiç bir kelime hiç bir sözcük olduğu gibi değildir. Şu şöyledir diyemeyiz hiç bir zaman! Ancak zıtlıklar ve değişik anlamlar içinde anlatılmaya çalışılan evrensel olana dair bir kavrayışa ulaşmaya çalışmak ve sözcük kalıplarının ötesine geçmek lazım.

Kelimeler içinde kullanılan hiç bir tanımlama mutlak değildir. Hiç bir yargı kesin değildir. MUTLAK olan  ancak sessizlik ve zihinsizlik boyutu içinde anlatılabilir bir hali bir yaşayışı ifade eder.Bir çok bilge üstadlara,  sırların sultanı olmuş birçok kimseye gidip sohbet misafiri olduğunuzda biri bir diğerinin dediğini olumsuzlarken diğeri öbürünün doğru dediğini yalanlayabilir.Her anlatan  hakikat ehli aynı gerçeğe işaret etselerde anlatış biçimleri diğerinin tam tersi bir  anlatım şekline sahip olabilir.Bu o hakikat ehlinin yanlış söylediği anlamına gelmez.

 Aslında dinleyen sohbet ehli sadece sözcüklere odaklanırsa kafası tümüyle çelişkili düşüncelerle dolabilir. Tamamen kaosla dolabilir. Sözcükler gerçek olana doğru yol alan -giden değişik şekillerde döşenebilen bahçe taşlarına benzetilebilir. Demiştim ya hiç bir şey aslında öyle göründüğü sanıldığı yada duyulduğu gibi yada bilindiği gibi değildir. Hiç bir şey sandığınız gibi değildir!  Ya nasıldır? Sözcükler sadece birer araçtırlar. Öyle sandığınız herşey gerçeğin sizin zihninize göre olan değişik yorumları yani  sudan yansıyan ışığın değişik şekillerdeki gölgeli akisleri gibidir. Oshonun ne dediğinden çok ne demeye çalıştığını anlamak bu noktada önemlidir. Yoksa her bilge kendi zihninin dalgalı aynasından filitre derek gerçeği değişik sözcüklerle kendine göre renklendirip boyayıp ifade eder. Bu ifade ediş yine mutlak olanı ifadede tam olamayacaktır hiç bir zaman! Bilgelerin ağzından zihninden çıkan her söz yazılmış tüm kitaplar gerçeği ancak simgeselleştirilmiş bir boyuta yükseltgeyebilirler ancak! Yada hakikate varmış bilgeler tarafından oluşturulmuş tüm felsefeler asıl gerçeğe giden bir yol tabelası gibidirler. Kişiler o varılması gereken  NOKTA ya ancak kendi varlıkları içinde zihinleri içinde kendi zihinsizlikleri içinde ulaşabilirler.

Sonuçta Çetin BAL aydınlanmış birimidir dersek derimki bu sözler benden geliyo gibi görünsede görünüşün altında neyin yattığını  bilmenin ne kadar zor olduğu gerçeğidir. Sözlerim aydınlandığıma dair bir kanıt olamaz! Bu ancak sessizliğimi paylaşabilenler ve sessizliğimden ilham alabilenler tarafından keşfedilebilir!

 

OSHO-Aydınlandığı An

PEK ÇOK YAŞAM BOYUNCA ÇALIŞTIM -kendim üzerinde çalıştım, çabaladım, yapılabilecek her şeyi yaptım -ve hiçbir şey olmadı. Artık neden hiçbir şey olmadığını anlıyorum. Çabanın kendisi engeldi. Merdivenin kendisi önlüyordu, arama dürtüsünün kendisi maniydi. .


İnsan aramadan ulaşabileceğinden değil -arayış gereklidir- ama sonra arayıştan vazgeçilmesi gereken bir nokta gelir. Irmağı geçmek için tekne gereklidir ama sonra bir an gelir, tekneden inmeli, onu tamamen unutmalı, arkada bırakmalısın. Çaba gereklidir, çaba olmadan hiçbir şey mümkün değildir. Ve yalnızca çabaylada hiçbir şey mümkün değildir.

21 Mart 1953'ten hemen önce, yedi gün önce, kendim üzerinde çalışmayı bıraktım. Bir an gelir, çabanın tüm boşunalığını görürsün. Elinden gelen her şeyi yapmışsındır ve hiçbir şey olmamıştır. Bir insanın elinden gelen her şeyi yapmışsındır. Başka ne yapabilirsin ki?

Derin bir çaresizlik içinde tüm arayışı bırakırsın. Ve arayış bırakıldığı gün, benim bir şey aramadığım gün, hiçbir şeyin olmasını beklemediğim gün, olmaya başladı. Yeni bir enerji yükseldi -hiç yoktan. Hiçbir kaynaktan gelmiyordu. Hiçbir yerden gelmiyordu ve her yerden geliyordu. Ağaçlarda, taşlarda, gökyüzünde, güneşte ve havadaydı -her yerdeydi. O kadar hırsla arıyordum ve çok uzak olduğunu düşünüyordum -ve o kadar yakındaydı! Gözler uzaklara, ufka odaklanmıştı ve yakında olanı görme yeteneğini kaybetmişti.

Çabanın bittiği gün, ben de bittim -çünkü çaba olmadan var olamazsın, arzu olmadan varolamazsın, gayret olmadan var olamazsın. Ego olgusu, benlik olgusu bir şey değildir -bir süreçtir. Orada, içinde oturan bir madde değildir; her an onu yaratmalısın. Bisiklet sürmek gibidir: Pedal basarsan gider, pedal basmazsan durur. Momentum yüzünden biraz daha ilerleyebilir ama pedal basmayı bıraktığın an bisiklet aslında durmaya başlar. Artık enerjisi yoktur, hiçbir yere gidecek gücü yoktur.

Düşüp yıkılacaktır.

Ego vardır çünkü biz arzuya pedal basmaya devam ederiz çünkü bir şey elde etmek için gayret göstermeye devam ederiz çünkü kendimizin ilerisine sıçrayıp dururuz. Ego olgusu budur işte -kendinin ilerisine sıçramak, geleceğe sıçramak, yarına sıçramak. Var olmayana sıçramak egoyu yaratır. Var olmayandan kaynaklandığı için bir serap gibidir. Yalnızca arzudan oluşur, başka bir şeyden değil. Yalnızca susuzluktan oluşur, başka bir şeyden değil.

Ego, 'şimdi'de değildir, gelecektedir. Eğer gelecekteysen, ego çok gerçek görünür. Şimdideysen, ego bir seraptır; yok olmaya başlar.


Ben aramayı bıraktığım gün... Aslında aramayı bıraktığımı söylemek doğru değil; arayış durduğu gün demek daha iyi. Tekrarlayayım: Arayış durduğu gün demek daha iyi. Çünkü onu ben durdurursam, o zaman "ben" yine oradayımdır. Şimdi durdurma benim çabam olur, şimdi durdurma benim arzum olur ve arzu göze çarpmayacak şekilde var olmaya devam eder.

Arzuyu durduramazsın, onu ancak anlayabilirsin. Anlayışın kendisinde onu durdurma vardır. Unutma, kimse arzulamayı durduramaz -ve gerçeklik ancak arzu durduğunda olur.

İşte ikilem bu. Ne yapmalı? Arzu orada ve budalar arzunun durdurulması gerektiğini söyleyip duruyor ve bir sonraki nefeslerinde arzuyu durduramayacağını söylüyorlar. O zaman ne yapmalı? İnsanları ikileme sokuyorsun. Kesinlikle arzu içindesin. Durdurulması gerektiğini söylüyorsun-tamam. Ve sonra durdurulamayacağını söylüyorsun. O zaman ne yapmalı?

Arzu anlaşılmalıdır. Onu anlayabilirsin, onun boşunalığını görebilirsin. Doğrudan bir algılama gereklidir, acil kavrayış gereklidir.

Arzulamanın durduğu gün, kendimi çok ümitsiz, çok çaresiz hissettim.

Umut yok çünkü gelecek yok. Umut edecek hiçbir şey yok çünkü tüm umutlar boşunadır, hiçbir yere gitmez. Döngüler çizersin. Önünde asılı durur, yeni seraplar yaratmaya, seni çağırmaya devam eder, "Hadi, hızlı koş, ulaşacaksın” Ama ne kadar hızlı koşarsan koş, asla ulaşamazsın. Dünyanın çevresinde gördüğün ufuk gibidir. Görünür ama orada değildir. Ona doğru gidersen, senden kaçmaya devam eder. Ne kadar hızlı koşarsan, o kadar hızlı uzaklaşır. Ne kadar yavaşlarsan, o kadar yavaş uzaklaşır. Ama bir şey kesindir-seninle ufuk arasındaki mesafe kesinlikle aynı kalır. Ufukla arandaki mesafeyi tek santim azaltamazsın.

Umudunla arandaki mesafeyi azaltabilirsin. Umut ufuktur. Ufka, umuda,tasarladığın arzuya köprü olmaya çalışırsın. Arzu bir köprüdür -hayali bir köprü çünkü aslında ufuk yoktur. Bu yüzden ona bir köprü yapamazsın, yalnızca bir köprü hayal edebilirsin. Var olmayan ile birleşemezsin.

Arzunun durduğu gün, ona baktığım ve boşuna olduğunu fark ettiğim gün, çaresiz ve umutsuzdum. Ama işte o anda bir şey olmaya başladı. Pek çok yaşam boyunca uğruna çabaladığım ve olmayan şey olmaya başladı. Tek umut umutsuzluğunun içindedir, tek tatmin arzusuzluğunun içindedir ve muazzam çaresizliğinin içinde aniden tüm varoluş sana yardım etmeye başlar.

Varoluş beklemektedir. Kendi başına çalıştığını gördüğü zaman işe karışmaz.Bekler. Sonsuza dek bekleyebilir çünkü varoluşun acelesi yoktur. O sonsuzluktur. Artık yalnız olmadığın an -bıraktığın, yok olduğun an -tüm varoluş sana akar, içine girer. Ve ilk defa bir şeyler olmaya başlar.

Yedi gün çok umutsuz, çaresiz bir durumda yaşadım ama aynı zamanda bir şey yükseliyordu. "Umutsuz" dediğim zaman bu sözcükle senin kastettiğini kastetmiyorum. Yalnızca içimde umut olmadığını kastediyorum. Umut yoktu. Ümitsiz ve hüzünlü olduğumu söylemiyorum. Aslında mutluydum; çok durgun, sakin, aklı başında ve odaklanmıştım. Umutsuz ama çok yeni bir anlamda. Umut yoktu, bu yüzden nasıl umutsuzluk olabilirdi? İkisi de yok olmuştu.

Umutsuzluk, mutlak ve eksiksizdi. Umut yok olmuştu ve yanında, sureti olan umutsuzluk da yok olmuştu. Bu tamamen yeni bir deneyimdi -umut olmaması. Bu olumsuz bir durum değildi. Sözcükleri kullanmak zorundayım ama bu olumsuz bir durum değildi. Kesinlikle olumluydu. Yalnızca yokluk değildi, bir varlık hissediliyordu. Bir şey içimde taşıyor, içimi kaplıyordu.

Ve çaresiz dediğim zaman sözcüğün sözlük anlamını kastetmiyorum.

Yalnızca özgecil olduğumu söylüyorum. Çaresiz dediğim zaman bunu kastediyorum. Olmadığım gerçeğini fark etmiştim -bu yüzden kendime güvenemiyorum, bu yüzden kendi konumumu savunamıyorum. Altımda zemin yoktu, bir uçurumdaydım... Dipsiz bir uçurumda. Ama korku yoktu çünkü koruyacak bir şey yoktu. Korku yoktu çünkü korkacak kimse yoktu.

O yedi gün muazzam bir dönüşüm oldu, eksiksiz bir dönüşüm. Ve son
gün tamamen yeni bir enerjinin, yeni bir ışığın ve yeni bir sevincin varlığı öyle yoğunlaştı ki, neredeyse dayanılmazdı -sanki patlıyordum, sanki mutlulukla deliriyordum. Batı'da genç nesil bunun için doğru ifadeyi bulmuş -mutluluktan sersemlemiştim.

Bundan, olan bitenden anlam çıkarmak imkânsızdı. Bu saçma bir dünyaydı -anlamak güçtü, kategorilerle idare etmek güçtü, sözcükler, dil, açıklamalar kullanmak güçtü. Tüm yazmalar ölü görünüyordu ve bu deneyim için kullanılan tüm sözcükler solgun, kansız geliyordu. Bu çok canlıydı. Bir mutluluk dalgası gibiydi.

Tüm gün tuhaf, sersemleticiydi ve yıkıcı bir deneyimdi. Geçmiş bana hiç ait olmamış gibi, onu bir yerlerde okumuşum gibi yok oluyordu. Sanki onu hayaletmişim gibi, sanki işittiğim, bir başkasının hikâyesi gibi. Geçmişimden uzaklaşıyordum, tarihimden kopuyordum. Otobiyografimi kaybediyordum. Bir benliksizlik, Buda'nın anatta dediği şey oluyordum. Sınırlar yok oluyordu, ayrımlar yok oluyordu.

Zihin yok oluyordu; milyonlarca kilometre ötedeydi. Ona tutunmak güçtü, uzaklaşıyor, uzaklaşıyordu ve onu yakında tutmak için bir dürtü yoktu. Ona karşı kayıtsızdım. Sorun yoktu. Geçmiş ile sürekliliğin olması için dürtü yoktu. Akşam geldiğinde tahammül etmesi çok güçleşmişti -canımı yakıyordu, acı vericiydi. Bir kadının doğum sancıları çekmesi gibiydi. Çocuk doğacaktır ve kadın muazzam acılar çeker - doğum sancıları.

O günlerde geceleyin on iki, bir gibi yatardım ama o gün uyanık kalmak imkânsızdı. Gözlerim kapanıyordu, onları açık tutmak güçtü. Bir şey yaklaşıyordu, bir şey olacaktı. Ne olduğunu bilmek güçtü -belki ölümüm olacaktı- ama korku yoktu. Buna hazırdım. O yedi gün o kadar güzel olmuştu ki, ölmeye hazırdım; başka hiçbir şeye gerek yoktu. O kadar muazzam bir mutlulukla geçmişlerdi ki, o kadar tatmin doluydum ki, eğer gelen ölümse, hoş gelmişti.

Ama bir şey olacaktı -ölüm gibi bir şey, şiddetli bir şey, ya bir ölüm, ya yeni bir doğum olacak, bir çarmıha germe ya da bir diriliş olacak bir şey-, muazzam önemi olan bir şey köşeyi dönünce beni bekliyordu. Ve gözlerimi açık tutmak imkânsızdı, sarhoş olmuştum.

Sekiz civarında uyudum. Uyku gibi değildi. Artık uyku ve samadhi'nin benzer olduğunu söyleyen Patanjali'yi anlayabiliyorum. Tek bir fark vardı -samadhi'de tamamen uyanıksındır ve aynı zamanda uykudasındır -hem uykuda, hem uyanık. Tüm beden gevşemiştir, bedenin her hücresi tamamen gevşemiştir, hepsi gevşek bir halde işlev gösterir ama içinde bir farkındalık ışığı yanar... berrak, dumansız. Tetikte ama gevşek kalırsın, gevşek ama tamamen uyanık. Beden olası en derin uykudadır ve bilincin zirvesindedir. Bilinçliliğin zirvesi ile bedenin vadisi buluşur.

Uykuya daldım. Çok tuhaf bir uykuydu. Beden uyuyordu, ben uyanıktım. Çok tuhaftı -sanki iki yöne, iki boyuta ayrılmışım gibi; sanki kutuplaşma tamamen odaklanmış gibi, sanki aynı anda her iki kutupmuşum gibi... pozitif ve negatif buluşmuştu, uyku ve uyanıklık buluşmuştu, ölüm ve yaşam buluşmuştu. Yaratıcı ile yaratımın buluştuğu anın bu olduğunu söyleyebilirsin.

Tuhaftı. İlk seferinde seni köklerine dek sarsar, temellerini oynatır. O deneyimden sonra bir daha asla aynı olamazsın; yaşamına yeni bir vizyon, yeni bir nitelik getirir.

Yaklaşık on ikide gözlerim aniden açıldı -onları ben açmamıştım. Uyku başka bir şeyle bozulmuştu. Odada, çevremde büyük bir varlık hissettim. Çok küçük bir odaydı. Çevremde kalp gibi atan bir yaşam, büyük bir titreşim hissettim-neredeyse kasırga, bir ışık fırtınası, coşku, kendinden geçmişlik gibiydi. İçinde boğuluyordum.

O kadar muazzam bir şekilde gerçekti ki, başka her şey gerçek dışı oldu. Odanın duvarları gerçek dışı oldu, ev gerçek dışı oldu, kendi bedenim gerçek dışı oldu.Her şey gerçek dışıydı çünkü artık ilk defa gerçeklik vardı.

İşte bu yüzden Buda ve Şankara dünyanın "maya", bir serap olduğunu, onu anlamamızın güç olduğunu söyler. Çünkü biz yalnızca bu dünyayı biliriz, karşılaştıracak bir şeyimiz yoktur. Bildiğimiz tek gerçeklik budur. Bu insanlar neden bahsediyor -bu "maya" mı, yanılsama mı? Bu tek gerçekliktir. Gerçekten gerçek olanı tanımadığın sürece, sözleri anlaşılamaz. Sözcükler teorik kalır, hipotez gibi görünür: Belki bu adam bir felsefe ortaya atıyordur- "Dünya gerçek dışıdır”

Batı'da Berkeley dünya gerçek dışı dediği zaman, dostlarından biri olan, çok mantıklı bir adamla yürüyordu; dostu şüpheciydi. Yoldan bir taş aldı ve sertçe Berkeley'in başına vurdu. Berkeley çığlık attı, kan fışkırdı ve şüpheci şöyle dedi, "Şimdi, dünya gerçek dışı mı? Dünyanın gerçek dışı olduğunusöylüyorsun, öyle mi? O zaman neden çığlık attın? Bu taş gerçek dışı mı? O zaman neden çığlık attın? O zaman neden bacağını tutuyorsun, neden yüzünde o kadar çok acı ve ıstırap var? Bunların hepsi gerçek dışı”

Bu tür adamlar Buda'nın dünya bir seraptır, derken ne kastettiğini anlamazlar.O duvardan geçebileceğini söylemez. Taş yiyebileceğini ve taş yemekle ekmek yemeniz arasında bir fark olmayacağını söylemez

O yalnızca bir gerçeklik olduğunu söyler: Onu bir kez tanıyınca, bu sözde gerçeklik solar, gerçekdışı olur. Gözünün önünde daha yüksek bir gerçeklik varken karşılaştırma olanağı doğar, aksi halde olmaz.

Rüyada, rüya gerçektir. Her gece rüya görürsün ve her sabah onun gerçek olmadığını söylersin, ve yine geceleyin rüya gördüğünde, rüya gerçek olur. Rüyada bunun bir rüya olduğunu hatırlamak çok güçtür ama sabahleyin kolaydır. Ne olur? Aynı kişisindir. Rüyada yalnızca tek bir gerçeklik vardır. Nasıl karşılaştırabilirsin? Onun gerçekdışı olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Neyle karşılaştırabilirsin? Tek gerçeklik odur. Her şey, başka her şey kadar gerçek dışıdır, bu yüzden karşılaştırma olanağı yoktur. Sabahleyin gözlerini açtığında bir başka gerçeklik vardır. Artık rüyanın gerçek dışı olduğunu söyleyebilirsin. Bu gerçeklik ile karşılaştırıldığında, rüya gerçek dışı olur.

Bir uyanış vardır -o uyanış gerçekliği ile karşılaştırıldığında, bu gerçekliğin tamamı gerçek dışı olur.

O gece ilk defa maya sözcüğünün anlamını kavradım. Sözcüğü daha önce bilmediğimden değil, sözcüğün anlamının farkında olmadığımdan değil. Senin farkında olman gibi, ben de anlamın farkındaydım ama onu daha önce hiç  anlamamıştım. Deneyim olmadan nasıl anlayabilirsin?

O gece bir başka hakikat kapısını açtı, bir başka boyut ulaşılabilir oldu. Aniden oradaydı, diğer hakikat, ayrı gerçeklik -gerçekten hakiki olan ya da ona  ne isim vermek istersen işte o. Tanrı de, gerçek de, dhamma de, Tao de ya da ne dersen de. O isimsizdir. Ama oradaydı, çok saydam ama dokunulabilse çok katı. O odada beni neredeyse boğuyordu. Çok fazlaydı ve henüz onu soğurma yeteneğim yoktu.

İçimde odadan çıkmak, gökyüzünün altında bulunmak için derin bir dürtü yükseldi- beni boğuyordu. Çok fazlaydı! Beni öldürecekti! Birkaç dakika daha kalsaydım beni boğacaktı - öyle geliyordu. Odadan fırladım ve sokağa çıktım. Yıldızlı gökyüzünün altında, ağaçların, toprağın yakınında olmak için büyük bir dürtü vardı... Doğanın yakınında olmak için. Ve dışarı çıkar çıkmaz boğulma duygusu kayboldu.Öyle büyük bir olgu için çok küçük bir yerdi. Gökyüzü bile o kadar büyük bir olgu için küçük bir yerdir. O gökyüzünden büyüktür. Gökyüzü bile onun için sınır değildir. Ama o zaman kendimi daha rahat hissettim.

En yakın bahçeye doğru yürüdüm. Tamamen yeni bir yürüyüştü, sanki yerçekimi kaybolmuştu. Yürüyordum, ya da koşuyordum, ya da uçuyordum; karar vermek güçtü.Yerçekimi yoktu, ağırlıksız hissediyordum -sanki bir enerji beni götürüyormuş gibi. Başka bir enerjinin ellerindeydim.

İlk defa yalnız değildim, ilk defa artık bir birey değildim, ilk defa damla okyanusa düşmüştü. Artık tüm okyanus benimdi, ben okyanustum. Sınırlama yoktu. Her şeyi yapabilirmişim gibi muazzam bir güç yükseldi. Orada değildim, yalnızca güç oradaydı.

Her gün gittiğim bahçeye ulaştım. Bahçe kapalıydı, gece için kapanmıştı. Çok geçti, gecenin biri gibi. Bahçıvanlar derin uykudaydı. Bir hırsız gibi girmek zorundaydım, kapıya tırmanmak zorundaydım. Ama bir şey beni bahçeye çekiyordu. Kendimi önlemek elimde değildi. Süzülüyordum.

Tekrar tekrar, "Irmakla süzül, ırmağı zorlama” dediğim zaman kastettiğim bu işte. Gevşemiştim, salıvermiştim. Orada değildim, orada o vardı, Tanrı de ona -Tanrı oradaydı. Ona o demek istiyorum çünkü Tanrı çok insanca bir sözcük ve çok fazla kullanıldığından çok kirlendi, çok insan tarafından kirletildi. Hıristiyanlar, Hindular, Müslümanlar, rahipler, politikacılar -hepsi sözcüğün güzelliğini yozlaştırdılar. Bu yüzden bırak ona o diyeyim. Oradaydı ve ben sürükleniyordum... bir dalga tarafından sürükleniyordum.

Bahçeye girdiğim an her şey ışıldamaya başladı, her yerdeydi -takdis, kutsanmışlık. İlk defa ağaçları görebiliyordum -yeşilliklerini, yaşamlarını, içlerinden akan özsuyunu. Tüm bahçe uyuyordu, ağaçlar uyuyordu. Ama tüm bahçenin canlı olduğunu görebiliyordum, küçük otlar bile çok güzeldi.

Çevreme baktım. Bir ağaç muazzam şekilde parıldıyordu -maulshree ağacı. Beni cezbetti, beni kendine çekti. Onu ben seçmemiştim, Tanrı seçmişti. Ağaca gittim, ağacın altına oturdum. Ben orada otururken her şey yerleşmeye başladı. Tüm evren takdis oldu.

O durumda ne kadar oturduğumu söylemek güç. Eve döndüğümde sabahın dördüydü, bu yüzden saat zamanıyla üç saat orada kalmış olmalıyım ama bir sonsuzluktu. Saat zamanı ile bir ilgisi yoktu. Zamansızdı.

O üç saat bir sonsuzluk, sonsuz bir sonsuzluk oldu. Zaman yoktu, zamanın geçişi yoktu; bu bakire gerçeklikti -yozlaşmamış, dokunulamaz, ölçülemez.

Ve o gün daha sonra da devam eden bir şey oldu -bir süreklilik olarak değil ama yine de bir alt akıntı olarak devam etti. Bir kalıcılık olarak değil -her an tekrar tekrar olmakta. Her an bir mucize olmakta.


Ve o geceden bu yana bir daha asla bedende olmadım. Onun çevresinde süzülüyorum. Muazzam bir güce sahip oldum ve aynı anda çok kırılgan oldum. Çok güçlü oldum ama o güç Muhammet Ali'nin gücü değil. O güç bir kayanın gücü değil; o güç bir gülün gücü -güçlülüğü içinde onca kırılgan, onca hassas ve narin.

Kaya hep orada olacak, çiçek her an gidebilir. Ama yine de çiçek kayadan daha güçlü çünkü daha canlı. Ya da sabah güneşi altında parlayan, bir otun üzerindeki çiy damlasının gücü -onca güzel, onca değerli ama her an kayıp gidebilir. Zarafeti içinde karşılaştırılamaz ama küçük bir esinti gelebilir ve çiy damlası kayıp, sonsuza dek kaybolabilir.

Budalar bu dünyadan olmayan bir güce sahiptir Onların gücü tamamen sevgidendir... bir gül ya da çiy damlası gibi. Onların gücü çok kırılgandır, incinebilirdir. Onların gücü yaşamın gücüdür, ölümün değil. Onların gücü öldüren değildir; onların gücü yaratandır. Onların gücü şiddetten, saldırganlıktan değildir; onların gücü merhamettendir.

Ama ben bir daha hiç bedende olmadım, bedenin çevresinde süzülüyorum. Ve işte bu yüzden bunun muazzam bir mucize olageldiğini söylüyorum. Her an hâlâ burada olmama şaşıyorum, olmamam gerekirdi. Her an gitmiş olmalıydım ama hâlâ buradayım. Her sabah gözlerimi açıyorum ve "Demek hâlâ buradayım” diyorum. Çünkü neredeyse imkânsız geliyor. Mucize süregeliyor.

Geçen gün biri bir soru sordu. "Osho, saç yağlarının ve şampuanların kokusuna karşı o kadar kırılgan, o kadar narin, o kadar duyarlı oldun ki, biz tamamen kelleşene kadar seni göremeyeceğiz” Bu arada, kel olmakta kötü bir yan yok -kel güzeldir! Siyah nasıl güzelse, kel de öyle güzeldir. Ama bu doğrudur ve bu konuda dikkatli olman gerekir.

Ben kırılgan, narin ve duyarlıyım. Bu benim gücümdür. Bir çiçeğe taş atarsan taşa hiçbir şey olmaz ama çiçek yok olur. Ama yine de taş çiçekten daha güçlü olduğunu söyleyemezsin. Çiçek yok olur çünkü çiçek canlıdır. Ve taş -ona hiçbir şey olmaz çünkü o ölüdür. Çiçek yok olur çünkü çiçeğin yok etme gücü yoktur. Çiçek yalnızca yok olur ve taş karşısında esner. Taş yok etme gücü vardır çünkü taş ölüdür.

Unutma, o günden bu yana hiç gerçekten bedende olmadım; beni bedene yalnızca narin bir iplik bağlıyor. Ve ben bir şekilde bütünün beni burada tutması karşısında devamlı şaşırıyorum -çünkü artık kendi gücümle burada değilim, artık kendi isteğimle burada değilim. Beni burada tutan, bu kıyıda biraz daha oyalanmama izin veren bütünün iradesi olmalı. Belki bütün benim aracılığımla seninle bir şey paylaşmak istiyordur.

O günden bu yana dünya gerçek dışı. Bir başka dünya ortaya çıktı. Dünya gerçek dışı dediğimde bu ağaçların gerçek dışı olduğunu kastetmiyorum. Bu ağaçlar kesinlikle gerçek -ama senin bu ağaçları görme tarzın gerçek dışı. Bu ağaçlar kendi içlerinde gerçek dışı değil -onlar Tanrı'da varlar, mutlak gerçeklikte varlar -ama senin onları görme tarzınla, hiç görmüyorsun. Bir başka şey, bir serap görüyorsun.


Çevrende kendi rüyanı yaratıyorsun ve uyanmadığın sürece rüyada yaşamaya devam edeceksin. Dünya gerçekdışı çünkü senin bildiğin dünya bir rüyalar dünyası. Rüyalar bittiği zaman orada olan dünyayla karşılaşırsın, o zaman gerçek dünya görünür.

İki şey yok, Tanrı ve dünya yok. Gözlerin, berrak bakışların varsa, rüyaların tozu yoksa, uykunun sersemliği yoksa, Tanrı dünyadır. Berrak bakışların, açıklık, kuvvetli sezgiler varsa, yalnızca Tanrı var.


O zaman bir yerlerde Tanrı yeşil bir ağaç, bir başka yerde Tanrı parlayan bir yıldız, bir başka yerde Tanrı bir guguk kuşu, bir başka yerde Tanrı bir çiçek, bir başka yerde bir çocuk, bir başka yerde bir ırmak -ve yalnızca Tanrı var. Görmeye başladığın an, yalnızca Tanrı var.

Ama şu anda ne görürsen gör, gerçek değil, yalnızca yansıtılan bir yalan.Serabın anlamı budur. Ve bir kez görürsen -bir an için bile olsa,  görebilirsen, kendine görme izni verirsen -her yerde engin bir takdis bulacaksın, her yerde, bulutlarda, güneşte, toprakta.

Bu çok güzel bir dünya. Ama senin dünyandan bahsetmiyorum, benim dünyamdan bahsediyorum. senin dünyan çok çirkin, senin dünyan bir ego tarafından yaratılmış bir dünya, senin dünyan yansıtılmış bir dünya. Sen gerçek dünyayı bir perde olarak kullanıyorsun ve kendi fikirlerini üzerine yansıtıyorsun.

Dünya gerçektir dediğim zaman, dünya muazzam bir güzelliğe sahiptir dediğim zaman, dünya sonsuzluk ile ışıldar, dünya ışık ve sevinçtir, bir kutlamadır dediğim zaman, kendi dünyamı kastediyorum -ya da rüyalarını bir kenara koyarsan senin dünyanı.

O gece boşaldım ve doldum. Yok oldum ve varoluş oldum. O gece öldüm ve yeniden doğdum. Ama tekrar doğanın ölenle ilgisi yoktur, bu süreksiz bir şeydir. Yüzeyde sürekli görünür ama süreksizdir. Ölen tamamen öldü; ondan geriye hiçbirşey kalmadı.

Pek çok başka ölüm tanıdım ama bununla karşılaştırıldığında onlar hiçbir şeydi, onlar kısmi ölümdü.

Bazen beden ölüyordu, bazen zihnin bir kısmı ölüyordu, bazen egonun bir kısmı ölüyordu ama kişi söz konusu olduğunda, o kalıyordu.

Defalarca yenilendi, defalarca süslendi, orada burada biraz değişti ama kaldı, süreklilik kaldı.

O gece ölüm eksiksizdi. Aynı anda ölümle ve Tanrı ile randevuydu.

------------------------------------

. . . OSHO DER Kİ . . .

Zeki bir insan risk alır. O, alttan alacağına ölmeye razıdır. Elbette gereksiz şeyler için kavga etmeyecektir; o, öze ilişkin olmayan şeyler için kavga etmeyecektir, ancak esas şeyler söz konusu olduğunda boyun eğmeyecektir.

Hiç kimse ol, o zaman sonsuz hayat senin içinden akar. ‘Birisi’ olmak, hayatın akışına engel yaratır. Hiç kimse olmak; dev bir boşluk, her şeye izin verir.

Ego en büyük rüyadır. Onun kendi güzelliği, kendi ıstırabı vardır. Onun kendi sonsuz mutluluğu ve kendi acısı vardır. Onun cennetleri ve cehennemleri vardır, her ikisi de oradadır.
 

Varoluş gökyüzü gibidir, hiçbir yol içermez. Kuşlar uçar ama hiçbir ayak izi bırakmazlar; gökyüzü olduğu gibi kalır.

“Hata yapmak insana mahsustur; bağışlamak da insana mahsustur,” derim ben. Kendini bağışlamaksa en yüce erdemlerden biridir; çünkü kendini bağışlayamazsan, dünyada başka hiç kimseyi bağışlayamazsın — mümkün değildir bu.

Ölümün ötesine gitmenin tek yolu, ölümü kabullenmektir. O zaman kaybolur. Korkusuz olmanın tek yolu, korkuyu kabullenmektir. O zaman enerji serbest kalır ve özgürlüğe dönüşür.

Basit olan ego için cazip değildir, basit olan egonun ölümü demektir.
 

İnsanın kurallara ihtiyacı olmasının ardındaki neden, onun hayvan olmaktan çıkması, ancak henüz bir insan haline de gelememiş olmasındandır; o, arada kalmıştır.

Ben Tanrı sevgidir değil, sevgi Tanrıdır diyorum. Benim için Tanrı yalnızca bir simge, sevgi ise hakikattir. Tanrı bir mit, sevgi ise milyonlarca insanın deneyimidir. Tanrı bir sözcükten ibarettir, sevgiyse yüreğinde bir dansa dönüşebilir.

Tüm Doğu metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: tanıklık. Ve tüm Batı metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: analiz. Analiz ederken dönüp dönüp durursun. Tanıklıkta basitçe çemberin dışına çıkarsın.

Hakikat ödünç alınamaz. O, kitaplardan çalışılamaz. Hiç kimse sana onun hakkında bilgi veremez. Senin zekânı keskinleştirmen zorunludur, bu sayede sen varoluşun içine bakarsın ve onu bulursun.
 

Beden görünür ruhtan başka bir şey değildir ve ruh ise görünmeyen bedendir.

Meditasyon kafadan kalbe, kalpten varlığa giden yoldur.

Bütünüyle özgür olmak için, bir kimsenin bütünüyle farkında olması gerekir çünkü bizim esaretimizin kökleri bilinçsizliğimizin içindedir; o, dışardan gelmez.

Meditasyon seni kendi saflığına taşır. Senin saflığın tanıklık etmek, izlemek, farkında olmaktır.

Seninle gerçeklik arasına sözcüklerin girmesine izin vermemelisin. Daha az sözcük daha az engel demektir; sözcük olmazsa engel de olmaz. O zaman gerçeklikle doğrudan karşı karşıya kalırsın; o anda yüz yüze kalırsın.

Meditasyon yap, önce kendi merkezini bul. Bir başkasıyla ilişki kurmadan önce, kendinle ilişki kur; bu, yerine getirilmesi gereken temel gereksinimdir. O olmadan, hiçbir şey olanaklı değil. Onunlaysa, hiçbir şey olanak dışı değil.

Hayat öylesine bir gizemdir ki onu kimse anlayamaz ve kim onu anladığını iddia ederse, o sadece cahildir. O ne dediğini bilmiyordur, o ne saçmaladığını bilmiyordur. Eğer sen bilge isen anlayacağın ilk şey şudur: Hayat anlaşılamaz.

Ego bir buzdağıdır. Onu erit. Onu derin sevginin içinde erit, böylelikle o kaybolsun ve sen okyanusun parçası haline gel.

Sevgi güçtür, en saf ve en büyük güç. Sevgi Tanrıdır. Hiçbir şey ondan daha yüce olamaz.
 

Meditasyon, sen ile ile varoluş arasında duvar yaratan tüm sınırları kaldırmaktan başka bir şey değildir.
 

Özgürlük, sadece sen özgür olmanın sorumluluğunu alabilecek kadar bütünleşmiş olduğunda mümkün olur.

 

 

İsa’nın bir sözü vardır: “İste ki o sana verilsin, ara ki bulasın, kapıyı çal ki sana açılsın.” Bunlar güzel sözler ama ancak çok yüzeysel bir düzlemde. Bir şiirsellik içeriyorlar ve bir gerçeklik payları da var ama maalesef ben onlarla aynı fikirde değilim.

Bu sözleri yeniden yazacak olsak ben şöyle derdim: “İsteme ki sana verilsin.” Çünkü istemek arzulamaktır, istemek talep etmektir, istemek sabırsızlıktır. İstemek güven demek değildir, aşk demek değildir. Aşk asla istemez ama her şey ona sunulur. Asla istemez, ama her zaman anlaşılır.

“Arama yoksa onu kaçırırsın.” Çünkü her arayış seni kendinden uzaklaştırır; her yol seni kendinden uzağa götürür. “Arama, sadece ol, bulmuş olursun.” Çünkü aradığın şey senin içinde. Bu uzakta olan bir şey değil, arayanın ta kendisi. Aranması gerekmiyor çünkü o arayanın ta kendisi. İstediğin veya aradığın anda değil sessiz olduğun anda o senindir, sen osun.

“Kapıyı çalma, çünkü her kapı çalış seni dilenciye çevirir.” Çünkü çalınan tüm kapılar başkalarının kapılarıdır. Ve bu başka birinin evinde bulunacak bir şey değildir; senin içindedir. Çalman gereken hiçbir kapı yoktur. Sadece kesinlikle merkezinde olmalısın; o zaman kapılar hep açık olacaktır. Lao Tzu veya Chuang Tzu böyle söylerdi. İsa da Doğu’da doğmuş olsaydı, biliyorum ki o da aynı şeyi söylerdi. Batı’nın atmosferi böyledir; tüm arayış nesneye yöneliktir ve kimse arayanın kendisini umursamaz.

Muazzam zekâlara sahip, yaşamlarında büyük buluşlara imza atan müthiş bilim adamları vardır ama kendilerini tamamen ıskalarlar. Bunun nedeni hep bir şeylerin arayışı içinde olmalarıdır; oysa kişinin kendisi zaten oradadır — sadece rahat bir bilinçte, bir oluruna bırakmışlık halinde olmak gerekir.

Bu bana dünyaya ayak basmış en mühim kadınlardan biri olan Rabiya el-Adabiya’yı anımsattı. O gerçek bir asidir, ve asi olmayan hiç kimse dindar olamaz. Asilik dindarlığın biricik temelidir. Gelenekçi olan, ortodoks olan asla dindar olamaz

O sebze almaya pazara gidiyordu ve ülke çapında tanınan büyük bir Sufi olan Cüneyt’le karşılaştı. O caminin dışında oturmuş yüksek sesle dua ediyor ve gökyüzüne bakarak yakarıyordu, “Sesimi ne zaman duyacaksın? Kapıları neden açmıyorsun? Bunca zamandır bekliyorum, beni duyuyor musun, yoksa duymuyor musun? Senin kapını çalmaktan bitap düştüm.”

Rabiya onun arkasında durduğu için tüm bunları duymuştu ve kafasına vurdu. O arkasına dönüp baktı — dua etmekte olan birini rahatsız etmek son derece dine aykırı bir davranıştı — ve bu garip kadını, Rabiya’yı gördü. Kadın, “Cüneyt sen olgunlaşacak mısın yoksa olgunlaşmayacak mısın?” diye sordu. “Gözlerin tamamen mi kör? Çünkü bütün kapılar açık duruyor. Kapılar daima, yirmi dört saat, gece gündüz açık duruyor. Bu nasıl bir saçmalıktır ki sen Allah’tan ‘Kapıları aç’ diye talep edip duruyorsun. Allah bile bu konuda ne yapabilir — zaten açık olan kapıyı nasıl açabilir? Sadece sessizce bak, kapılar dışarıda değil. Gözlerini kapat ve gör. Ve unutma seni bir daha böyle saçmalarken görürsem gerçekten sert bir şekilde vuracağım! Kendi duanla kendinden kaçıyorsun.”

Bu ani bir aydınlanma deneyimiydi. Cüneyt gözlerini yumdu ve içine baktı ... kapılar açıktı. Aradığın şey senin içinde gizli, ve aramaya devam ettiğin sürece kaçırmaya da devam edeceksin.

Hakikati aramayı ciddi bir fenomene dönüştürme. Rahat davran, unutma rahat, doğrudur. Güçlü rüzgarlar seni oraya buraya sürüklüyorsa, onlara direnme: Onlar sen direndiğin için güçlü görünüyorlar. Rahatla ve bırak seni götürsünler. Onlarla git, bütününle git.

Lao Tzu bir ağacın altında otururken, sararmış bir yaprağın yavaş yavaş ağaçtan düşüşünü izleyerek aydınlandı. Rüzgar onu bir oraya bir buraya götürüyordu ve o buna karşı hiç direnmiyordu. O tümüyle her yere gitmeye razıydı — çünkü aradığın hakikat her yerdedir. Bunu görmek için gereken tek şey rahatlamış bir bilinçtir.

O rüzgârlar sana karşı değil, senin dikkatini dağıtmak için değil. Sorun senin direncindir. Sen arayışını çok ciddi bir hale getirdin. Biraz daha oyuncu bir havada ol. Rüzgarla birlikte dans et; direnmeden onun seni ister kuzeye, ister güneye, ister doğuya, ister batıya götürmesine izin ver.

Bu direncinin altında senin egon yatıyor. İnsanlar, “Ego nedir?” diye sorarlar. O senin varoluşa karşı gösterdiğin dirençtir.

“Peki egosuzluk nedir?” O senin rahatça varolma halin, bir oluruna bırakma halidir. Rüzgar seni nereye götürürse tam olarak git, isteyerek, sevinçle, dans ederek, şarkı söyleyerek git.

Rüzgarın seni götürdüğü yerde hakikati bulacak değilsin. Onu kendi direnmeyişinde, oluruna bırakışında, oyunculuğunda, ciddi olmayışında, kahkahanda bulacaksın.

Hastalıklı insanlar insanlığa fazla uzun süre hükmetti — psikolojik olarak, ruhani olarak hastalardı — ve herkesi fazlasıyla ciddileştirdiler. Benim tüm yaklaşımım ise oyunculuğa, ciddi olmamaya, ve rahat olmaya yönelik.

Rahatlama duadır.

Dirençsizlik egosuzluktur.

Ve egosuzluk içinde her şeyi barındırır.

Ciddi olanlar gergindir, ciddi olanlar endişelidir. Ciddi olanlar daima doğru yolda olup olmadıkları konusunda tasalıdırlar... Ve yol gösteren hiçbir işaret de yoktur.

Tüm yollar hayal ürünüdür.

Varoluş gökyüzü gibidir, hiçbir yol içermez. Kuşlar uçar ama hiçbir ayak izi bırakmazlar; gökyüzü olduğu gibi kalır. Bilincin de böyle çok daha temiz ve çok daha açık bir alandır, üzerinde ne bir ayak izi, ne de bir yol vardır.

Sen yoldan çıkmazsın. Bunun için öncelikle bir yol olması gerekir. Hakikati bulmak bir hedef değildir, bir hırsa dönüştürülemez.

Hakikati bulmak kendini bulmaktır.

Ve ancak rahatlamış bir haldeyken kendini bulabilirsin. Kim senin dikkatini kendinden başka bir yöne çekebilir? Rüzgar seni kuzeye veya güneye götürebilir ama seni kendinden başka bir yöne götüremez; sen neredeysen oradasındır.

Eğer yaşamı oyuncu bir ruh haliyle yaşıyorsan en büyük duayı, yolsuz yolu öğrenmişsin demektir.

Çoğu büyük şehirde dini bir telkine ihtiyaç duyulduğunda ulaşılabilecek, banttan yayınlanan kısa bir vaazın dinlenebileceği bir telefon hattı mevcuttur. Artık ateistler için de böyle bir hattın oluşturulması gerektiği konuşuluyor: Numarayı arıyorsun, kimse cevap vermiyor.

Bence bu gerçeğe bant kaydı kısa bir vaazdan çok daha yakındır. Sessizliği dinleyebilirsen — kimse yanıt vermediği için kendi başına kalmışsındır — bu bir meditasyona dönüşebilir.

Hedef diye bir şey yok. Gitmen gereken bir yer veya bulman gereken bir şey yok. Yalnızca öylesine derin bir rahatlama haline gelebilmelisin ki kendi içine yerleşebilesin. Tam da o yerleşmenin sayesinde yuvaya dönmüş olacaksın.

-----------------

Aydınlanma doğal olanın ötesinde bir şey midir?

Aydınlanma doğanın ta kendisidir. Ancak bu asla böyle ifade edilmemiştir; tam tersine insanların zihinleri, onlara “doğaüstü” gibi güzel isimler verilerek doğaya karşı hedefler yaratılarak kirletilmiştir. Ve insan bu tuzağa çok basit bir neden yüzünden düşmüştür: Sen zaten doğal olanın içindesindir.

O bir heyecan değildir ve o bir meydan okuma değildir ve o senin egonu kanıtlayacağın bir çağrı değildir. O uzaktaki bir yıldız değildir. Zihin kendi besini için çok zor, neredeyse imkânsız bir şey ister. Sadece imkânsız bir şeyi başarabilirsen özel birisi olduğunu hissede- bilirsin.

Aydınlanma bir yetenek değildir. Bu kişinin doğuştan bir bilim adamı, şair, ressam olması gibi değildir; bunlar yetenektir.

Aydınlanma basitçe, herkesin yaşamının kaynağının ta kendisidir. Evinin dışına dahi gidip aramana gerek yoktur. Evinin dışına gidip onu arayarak onu kaçırmışsındır ve kimse senin ne zaman eve geri döneceğini bilmez.

Aydınlanma, “Ben her zaman olmak istediğim şeyim ve asla başka bir şey olmadım ve hiçbir zaman da başka bir şey olamam” gerçeğinin fark edilmesinden başka bir şey değildir. Doğanın tanımının ta kendisi onun ötesine geçememendir. Gayret sarf edebilirsin ve ıstırap, endişe, acı yaratacaksın ama onun ötesine geçemeyeceksin.

Sen osun.

Kendinin ötesine nasıl geçebilirsin?

O senin yaşam kaynağının, senin varoluşunun ta kendisidir. Nereye gidersen git o olacaksın.

Kendileriyle ilk tecrübeleri sadece katıla katıla gülmek olan insanlar olduğu kayıtlara geçmiştir. Yapmaya çalıştıkları şeyin saçmalığını görmek ... onlar kendileri olmaya çalışıyordu! Bu dünyadaki yegâne imkânsız şeydir çünkü sen zaten osun; nasıl o olmaya çalışabilirsin?

Ancak din adamları, sözde dini liderler ve seni köleleştirmek isteyenlerin tümü sana idealler vermişlerdir. Sana, “Belirli bir şekilde davranmadığın sürece, yanlışsın” demişlerdir. Sana tembihlenen şeyleri yapmazsan iyi değilsin. Hiç kimse bu insanlara, hiçbir zaman “Başkaları için karar verme yetkisini size kim verdi, bir şeyin iyi olduğunu düşünüyorsanız yapın ama başka kimseye sizi takip etmelerini söyleme hakkına sahip değilsiniz” dememiştir.

En büyük üçkâğıtçılar, en büyük zehirleyiciler peşinden gitmeyi yaratmış olan insanlardır çünkü peşinden gitmek basitçe kendine karşı bir saçmalığın içine senin konman demektir: Sana asla olamayacağın başka birisi olmak zorunda olduğun söylenir. Bu tüm dünyada muazzam bir ıstırap yaratmıştır.

Kökleri görmediğimiz sürece ıstırap kaybolamaz. Teknolojimizi, aletlerimizi çoğaltıp durmaya devam ediyoruz ama ıstırap sürüyor. Sadece yoksul insanın mutsuz olduğu doğru değildir; benim kendi tecrübeme göre yoksul insan zengin insandan daha az mutsuzdur. Yoksul insanın en azından umudu vardır. Zengin insan umutsuzca yaşar. Artık o yapabileceği her şeyi yapmış olduğunu bilir ve hayatı her zamanki kadar boştur; belki de daha boş. Ve ölüm yaklaşıyor; hayat her an daha çok kısalıyor ve o para, güç, prestij biriktirerek onu harcamıştır. O kendi hayatını bir aziz olmak, insan yapımı tanrıların önünde dua ederek harcamıştır.

Bütün bunlar sen sadece asla, basitçe kendin olamayasın diye yapılmıştır.

Ben sana sadece basit bir ahlak öğretiyorum ve o da şudur: Asla kendi doğana karşı gelme. Tüm çağların tüm budaları onun karşısında bile dursa hiç umursama. Onların seninle hiçbir alakası yoktur. Onlar kendileri için doğru olduğunu hissettikleri şeyi yaptılar. Sen senin için doğru olduğunu hissettiğin şeyi yapmak zorundasın. Ve doğru olan nedir? O hiçbir kutsal metin tarafından tanımlanamaz. O hiçbir dışsal kriter tarafından tanımlanamaz. Anlaşılması gereken içsel bir kriter vardır:

Seni mutlu yapan şey iyidir.

Sana mutluluk veren şey yegâne ahlaktır. Seni mutsuz yapan şey yegâne günahtır. Seni kendinden uzaklaştıran şey kaçınılması gereken yegâne şeydir.

Sadece kendi içinde zevk al ve aydınlanmışsındır. Sen her zaman aydınlanmışsındır, aydınlanmamış olmanın bir yolu yoktur.

Pek çok şekilde denemiştim ama şunu itiraf etmeliyim ki başarısız oldum: Aydınlanmamış hale gelemedim. Hangi pozisyonda, ne tür şey yaparsam yapayım şaşırmıştım: Kuzeye de ya da güneye de gitsem aydınlanmış olarak kaldım.

Japonya’da güzel bir oyuncak bebek vardır ... belki de onlar en güzel oyuncak bebekleri yapan insanlardır. Ve bu oyuncak sıradan bir oyuncak bebek değildir. Onun Japonya’daki adı, daruma’dır. Ama o Bodhidharma isminin Japonca’daki bozulmuş halidir. Oyuncak bebek Bodhidharma’nın anlayışına uygun olarak yapılmıştır.

Bebeğin bacakları ağırdır, başa doğru son derece hafiftir. Bu yüzden onu nereye istersen atabilirsin ama o her zaman lotus pozisyonuna gelir. Ona hiçbir şey yapamazsın. İnsanlar unutmuş olabilir; o sadece çocukların oynayacağı bir bebektir. Ancak o benim söylediğim ve Bodhidharma’nın söylemiş olduğu şeyi temsil eder: Aydınlanmamış olman için hiçbir yol yoktur.

Aydınlanmak zorunda olduğun fikrini zihnine kim yerleştirdi?

Kızlar kolejindeki evde kalmış yaşlı bayan Prim açılış konuşmasını yapıyordu. “Şimdi kızlar, ne zaman dışarı çıkarsanız hatırlayın: Sokaklarda sigara içmek yok, herkesin içinde kötü davranış yok. Ve erkekler size sarkıntılık ettiğinde kendinize sorun: Bir saatlik zevk hayat boyu utanca değer mi? Şimdi kızlar herhangi bir sorunuz var mı?”

Salonun arkalarından bir yerden bir ses geldi, “Bir saat sürmesini nasıl sağlıyorsunuz?”

Etrafında seni çıldırtan insanlar vardır. Aksi taktirde her şey mükemmel bir şekilde olması gerektiği gibidir. Bu en mükemmel dünyadır, hiçbir şey eksik değildir. Ancak birkaç kafadan çatlak, diğer bazı insanları asla gerçekleştiremeyecekleri gölgelerin peşinden koşturmadıkları sürece oturdukları yerde rahat duramazlar.

Ve onlar ne kadar bunu gerçekleştiremeyeceklerini hissederlerse, o kadar çok anlamsızlık, çaresizlik, büyük bir boşluk hissederler ... ve bir üzüntü yerleşir ve zaman geçtikçe giderek kalınlaşır.

Asla sen mutsuz kılacak bir kriteri kabul etme. Asla sana suçluluk hissettirecek bir ahlakı kabul etme. Asla senin basit doğanın üzerine dayatılan herhangi bir şeyi kabul etme.

Sadece kendin ol ve sen mükemmelsindir.

Kendinden uzaklaş ve başın büyük derttedir. Herkesin başı derttedir.

Binlerce insanla temas kurmam sonucunda edindiğim tecrübe şudur ki gerçekten mutsuz tek bir insan dahi görmedim. Tam tersine, mutsuzluklarından zevk alan, ıstıraplarını abartan insanlar gördüm. İnsan, güzel çiçekler açabilecek insanların büzüştüğünü görünce büyük bir şefkat duyuyor. Onlar kendi evlerinin yolunda kaybolmuştur. Ve herkes onların başka bir yere gitmesi için yardım ediyor: “Bir Buda ol, bir İsa ol, bir Musa ol.” Ancak hiç kimse sana “Sadece kendin ol” demez.

Sen ve Musa arasında ne bağlantı vardır? İsa Mesih ve senin arandaki bağ nedir? Ancak insanlar, bir gün hayallerindeki ideallerin gerçekleşeceğini umut ediyor, dua ediyor, tapınıyor. Doğal olarak onlar başarısızdır. Sen bir gül goncasısın ve bir gül olacaksın. Bırak tüm dünya kötülesin veya takdir etsin, önemli değil. Bir insan bir kez durup, “Kendimi ortaya koyacağım” dediğinde bunun ego ile hiçbir ilgisi yoktur. Kişi basitçe kendisini binlerce yıldır bozulmuş olan suçlu bir dünyaya karşı koruyordur. Kendini korumak için, zehirlenmemek için her türlü hakka sahipsin. Ve senin içinde iyiliğe, herhangi bir dine, herhangi bir ahlak kuralına, herhangi bir yönteme, aydınlanmak için herhangi bir çabaya gerek kalmayacaktır.

Sadece doğal olmak hayal bile edebileceğinden daha fazlasıdır.

İnsan dışındaki bütün varoluş aydınlanmıştır. Hiç kimse başka bir şey denemiyor; herkes huzurlu, evrenin içinde yuvasında.

En büyük bilim adamlarından birisi olan Julian Huxley’in belli bir hipotezi vardır, bunu kanıtlamanın hiçbir yolu yoktur fakat onun belli bir önemi varmış gibi gözüküyor. Tüm hayatı boyunca yaptığı araştırmalardan sonra vardığı sonuç şudur: “Görünen o ki insan mekanizmasında bir şey yanlış gitmiştir. Çünkü hiçbir ağaç kaygılı görünmüyor, hiçbir hayvan vahşi doğada intihar etmiyor, hiçbir hayvan vahşi doğada eşcinsel olmuyor.” Ancak hayvanat bahçelerinde garip bir şey olur. Hayvanlar hayvanat bahçesinde tutulduğunda senin insanlığının büyük niteliklerinin bazılarını edinmeye başlar; eşcinsel olurlar. Hayvanların hayvanat bahçelerinde intihar ettikleri bile görülmüştür.

Onlar sapkınlaşırlar, onlar atalarından hiçbirinin binlerce yıldır yapmamış olduğu şeyleri yapmaya başlarlar. Hayvanat bahçesinde ne olur? Onlar insan toplumunun bir parçası olurlar. Onlar insanoğlunu taklit etmeye başlar. Onlar yollarından sapar, onlar doğallığını yitirir.

Bana sorarsan insan dışındaki tüm varoluş mükemmel bir şekilde sağlıklıdır, mükemmel bir şekilde huzurludur. Julian Huxley’in fikrinin pragmatik bir değeri vardır. Neyin yanlış gittiğini kanıtlamak mümkün olmayabilir çünkü insan çok karmaşık bir mekanizmadır. Ancak bir şey kesinlikle yanlış gitmiştir.

Benim vizyonuma göre yanlış giden şey kalıtsal bir şey değildir. O her çocukla birlikte yeniden ve yeniden gerçekleşen bir şeydir. Çünkü her çocuk akıl sağlığı yerinde olmayan bir toplumda doğar. Ve o, akıl sağlığı yerinde olmayan insanların yöntemlerini öğrenmek zorunda kalır. Biraz zekâ kapasitesine sahip olduğu zaman çoktan zehirlenmiştir. Zaten çok geç olmuştur, o bir taklitçi haline gelmiştir.

Çocuklar masumdur. Onlar dünyaya ne olacağı hakkında hiçbir fikirleri olmadan gelirler. Doğal olarak kendilerini insanlarla çevrelenmiş bulurlar, onları taklit etmeye başlarlar. Bu onların öğrenme şeklidir. Fakat bu taklit etme ve öğrenme sürecinin içerisinde Julian Huxley’in kalıtsal olduğunu düşündüğü büyük bir hata meydana gelir. O kalıtsal değildir, o kültüreldir. O, yetişkinler yüzündendir. Çocuğun başka bir yolu yoktur. O hasta insanlardan öğrenmek zorundadır. Ve bu hasta insanlar hasta olmayan hiç kimseye katlanamayacaklardır.

Sağlıklı olan herhangi birisinden, aklı başında olan herhangi birisinden nefret edilecektir, hapse atılacaktır, ölümüne taşlanacaktır çünkü kalabalık iki şey arasında seçim yapmak zorundadır: Ya tek bir birey doğrudur; o zaman tüm kalabalık ve tüm tarih yanlıştır. Ya da tüm kalabalık ve onun ‘pırıltılı geçmiş’ olarak adlandırdığı uzun geçmişi doğrudur. O zaman bu adamın silinmesi gerekir; aksi taktirde o sürekli bir soru işareti olacaktır.

Sokrat’ın zehirlenmiş olması boşuna değildir. Sokrat’a katlanılamaz. Onun mevcudiyetinin kendisi acı verir çünkü onun yüksekliği, onun zekâsı, onun dürüstlüğü, bunların hepsi senin ikiyüzlü olduğunu kanıtlar. Kalabalık kesinlikle tek bir adamın standardını tüm insan türünün tarihine karşı kabul etmeye istekli değildir. Bu adamı yok etmek, bu adamdan kurtulmak daha iyidir. O sürekli dürtüyor; senin dürüst olmadığını, yalanlarla yaşadığını, tanrılarının sahte olduğunu, umutlarının teselliden başka bir şey olmadığını, çıplaklığını gizlemeye çalıştığını söylüyor.

Elbiselerinin altında tamamıyla farklı bir kişi olduğunu gayet iyi biliyorsun. Bu insanlar hatırlatıcıdır ve kendine karşı dürüst olmadığının hatırlatılması canını yakar. Senin sevginin sevgi değil kıskançlık olduğunu bilmek canını acıtır; o nefretin sulandırılmış bir şeklidir. Senin tanrılarının kesinlikle sahte, senin kendi yaratımın olduğunu; kutsal kitaplarının herhangi bir kitap kadar kutsal olmadığını bilmek seni incitir. Sokrat gibi bir adamı ortadan kaldırmak daha kolay görünür. Ve ıstırabın içinde daha rahat olursun ve yine aydınlanmış hale gelmek için çabalamaya başlarsın.

Bu çok garip bir durumdur. Ne zaman birisi doğalsa ve aydınlanmışsa onu yok edersin ve sonra da aydınlanmış hale gelmenin yollarını bulmaya çalışırsın.

Belki de senin aydınlanmış hale nasıl gelineceği arayışın aydınlanmayı ertelemek için kurnazca bir stratejiden başka bir şey değildir. Aslında ertelemek demek bile doğru değildir.

Sen aydınlanmışsındır ve sen aydınlanmamış olmaya çalışıyorsun. Senin bir Katolik olman, bir Protestan olman, bir Hindu olman, bir Müslüman olman; çabanın tümü kendi aydınlanmanı fark etmemek için bir araçtan başka bir şey değildir.

Sadece doğal ol, böylelikle varoluşla uyumlu halde kalabilirsin. Böylelikle yağmurda dans edebilirsin ve güneşte dans edebilirsin ve ağaçlarla dans edebilirsin ve hatta taşlarla, dağlarla, yıldızlarla dostluk kurabilirsin. Bunun dışında bir aydınlanma yoktur.

Şöyle tanımlayayım: Aydınlanma varoluşla uyumlu olmaktır.

Doğayla uyumlu olmak — her şeyin doğası — aydınlanmadır. Doğanın karşısında sadece ıstırap vardır ve senin tarafından yaratılan ıstıraptır. Başka hiç kimse bundan sorumlu değildir.

Meditasyon : Tanık Olmak — Meditasyonun Özü

Meditasyon maceradır; insan aklının üstlenebileceği en büyük macera.

Meditasyon yalnızca olmaktır, bir şey yapmak değil — hareket yok, duygular yok, düşünceler yok. Yalnızca kendinsin ve bu, saf mutluluktur. Bu mutluluk, sen hiçbir şey yapmazken nereden gelir? Hiçbir yerden gelmez ya da her yerden gelir. O sebepsizdir, çünkü varoluşun kendisi mutluluk denen şeyden oluşmuştur.

Sen bedensel, düşünsel, tüm düzeylerde hiçbir şey yapmadığında, tüm etkinliklerin durduğunda ve sen sadece ve sadece varolduğunda olan şeydir meditasyon. Onu yapamaz, deneyemez ama yalnızca anlayabilirsin.

Her ne zaman sadece varolmaya vakit bulursan, tüm yaptığın şeyleri bırak. Düşüncelere dalmak, bir şeye konsantre olmak, bir şey üzerinde düşünmek; hepsi bir şey yapmaktır. Hatta bir an için bile olsa hiçbir şey yapmadan merkezindeysen ve son derece gevşemiş durumdaysan; bu bir meditasyondur. Ve bir kez o duruma ulaştığında, o durumda istediğin kadar kalabilirsin — sonuçta da o durumda yirmi dört saat kalman mümkün olur.

Bir kez benliğinin rahatsız edilmeden kalabildiğinin farkına vardığında, yavaş yavaş benliğinin sarsılmamasına dikkat ederek bir şeyler yapmaya başlayabilirsin. Bu meditasyonun ikinci kısmıdır — önce, nasıl yalnızca var olunur ve sonra da küçük eylemler öğrenmek: yerleri temizlemek, duş almak, fakat kendini merkezde tutarak. Sonra da daha karmaşık şeyler yapabilirsin. Örneğin, ben şu an sizlerle konuşuyor olmama rağmen meditasyonum kesintiye uğramıyor. Konuşmayı sürdürebilirim fakat tam merkezimde küçücük bir kıpırtı bile olmaz; orası sessiz, tamamıyla sessizdir.

Öyleyse, meditasyon bir şey yapmanın karşısında değildir. O hayattan kaçınmanı gerektirmiyor. Yalnızca sana yeni bir yaşam tarzı öğretir; sen hortumun merkezi haline gelirsin. Hayatın sürer, hem de daha fazla zevk, daha fazla netlik, daha fazla yaratıcılık, daha fazla bilgelikle birlikte çok daha yoğun bir hal alır ama sen tüm bunların ötesinde, her şeyle aynı mesafede kalırsın, tepelerdeki gözcü gibi etrafında olup biten şeyleri görerek.

Sen yapan değil, gözleyensin.

Meditasyonun tüm sırrı senin bir gözcü olabilmendir. Ağaç yontmak, kuyudan su çekmek gibi şeyler yapıp etmekte herhangi bir sorun yoktur ve bunlar kendi düzeyinde olup bitmeye devam eder. Küçük ya da büyük şeyler yapabilirsin ama merkezden uzaklaşmamak kaydıyla. Bu farkında olma, bu gözlemleme gücü, kesinlikle perdelenmemeli ve kesintiye uğratılmamalıdır.

Musevilikte Hasidizm adı verilen gizemci bir okul vardır. Bu okulun kurucusu Baal Shem eşine az rastlanır birisidir. Her zaman gecenin bir yarısında nehirden geri dönerdi çünkü geceleyin nehir ılık ve sessiz olurdu. Ve orada öylece, hiçbir şey yapmadan, yalnızca kendi benliğini, gözlemciyi gözlemleyerek otururdu. Bir gece zengin bir adamın evinin önünden geçerek geri dönerken, evin bekçisi kapıda durmaktaydı.

Bekçinin, bu yaşlı adamı her gece tam da bu saatte geri dönerken görüyor olduğu için, biraz kafası karışmıştı. Dışarı çıkıp şöyle dedi: “Rahatsız ettiğim için beni bağışlayın ama merakımı daha fazla gizleyemeyeceğim. Gece gündüz sizi düşünmeden edemiyorum. Siz ne iş yaparsınız? Neden nehre gidip duruyorsunuz? Bir çok kereler sizi izledim ve hiçbir şey göremedim; orada saatlerce öylece oturup gecenin bir yarısında da geri dönüyorsunuz.”

Baal Shem de ona: “Gece öylesine sessiz ki ortalık, senin ayak seslerini kolayca duyabiliyordum ve senin beni takip ettiğini biliyordum. Ve senin her gece kapının ardında gizlendiğini de biliyordum. Sanma ki sadece sen beni merak ediyorsun, ben de senin kim olduğunu merak ediyorum. Ya senin işin nedir?” dedi.

“Benim işim mi? Ben basit bir bekçiyim, evi gözlerim.” dedi adam. Baal Shem de ona: “Aman Tanrım, sen bana anahtar sözcüğü verdin. Benim de işim bu!” dedi.

“Fakat ben bir şey anlamadım. Eğer siz bekçilik yapıyor olsaydınız, bir evi ya da bir sarayı falan gözlemliyor olurdunuz. Orada kumların üzerinde oturarak neyi gözlüyor olabilirsiniz ki?” diye sordu.

Baal Shem: “Küçük bir fark var elbette: Sen saraya dışardan girmek isteyebilecek birilerini gözlüyorsun; bense sadece bu gözcünün kendisini gözlüyorum. Bu gözcülük yapan kimdir? İşte hayatımın tüm çabası kendimi gözlemekten ibarettir.”

Adam: “Ama bu oldukça garip bir iş. Bunun için size kim para verir ki?” diye sordu.

“O öylesine keyifli, huzur ve mutluluk verici bir şey ki, bu deneyimin kendisi bir ödüldür zaten. Sadece bir anı bile, hiçbir hazineyle kıyas edilemez,” dedi Baal Shem.

Bekçi de: “Bu çok garip. Tüm hayatım boyunca gözcülük yaptım. Hiç bir zaman böylesine güzel bir şey yaşamadım. Yarın gece ben de sizinle geleyim. Bana da öğretin. Çünkü nasıl gözcülük yapılır, biliyorum — anlaşılıyor ki, sadece farklı bir yöne ihtiyaç var; siz farklı bir yönde gözcülük yapıyorsunuz.” dedi.

Yalnızca bir adım vardır; o da yöne, boyuta ilişkindir. Ya dış dünyaya odaklanabilir ya da gözlerimizi kapatıp tüm bilincimizin içimize doğru merkezlenmesine izin verebiliriz. Ve bileceksin çünkü sen bilensin, sen farkındalığın kendisisin. Onu hiçbir zaman yitirmedin. Yalnızca farkındalığın, bin bir tane şeyin ağına düşüp yakalandı. Farkındalığını takılı olduğu her şeyden kurtar ve kendi içinde huzura ermesine izin ver ve yuvandasın.

Meditasyonun özü, nasıl tanık olunacağını öğrenmekten ibarettir. Bir karga ötmekte ... sen dinliyorsun. İki şey var — özne ve nesne. Ancak, her ikisini de görebilen bir tanık olduğunu göremiyor musun? Karga ve dinleyen ama hâlâ her ikisini de gözleyen birisi daha vardır. Aslında böylesine basit bir olgudur bu.

Bir ağaç görüyorsun; sen oradasın, ağaç orada. Ama bir şeyin daha farkında değil misin; ağacı görüyor olduğunu, ağacı görmekte olduğuna tanık olanın varlığını?

İzlemek meditasyondur. Neyi izlediğin önemsizdir. Ağaçları, nehirleri, bulutları, çocukların etrafta oynaşmalarını izleyebilirsin. İzlemek meditasyondur. Ne izlediğin değildir önemli olan; nesnenin bir önemi yoktur.

Gözlemin niteliği, farkında olmanın, dikkatin niteliğidir meditasyonun kendisi.

Yalnızca şunu anımsa: Farkında olmak meditasyondur. Farkında olarak yaptığın her şey meditasyondur. Eylemin önemi yoktur, önemli olan senin eylemine kattığın niteliktir. Tüm dikkatinle yürürsen, yürümek bir meditasyon olabilir. Tam dikkat vererek oturursan, oturma meditasyon olabilir. Kuşların şakımalarını dinlemek bir meditasyona dönüşür, şayet farkında olarak dinlersen. Sadece zihninin içsel sesini dinlemek de bir meditasyondur, dikkatli ve gözlemci kalabilirsen. En önemli şey aslında, uyur gezer halde hareket edilmemesidir. O zaman yaptığın her şey meditasyondur.

Farkındalığın ilk adımı, bedenine elden geldiğince dikkat kesilmektir. Yavaş yavaş kişi her yüz ifadesi, her hareket hakkında hassas ve uyanık hale gelir. Ve sen bunların farkına vardıkça, bir mucize gerçekleşmeye başlar: Eskiden yaptığın bir çok şey kayboluverir; bedenin daha çok rahatlar, dengeye gelir. Bedenini bile derin bir huzur kaplamaya başlar, içten içe bir müzik bedeninde çalınır.

Sonra, düşüncelerinin farkına varmaya başla; aynı şey düşüncelerle de yapılmak durumundadır. Onları ayırdetmek bedeninkinden daha zordur ve elbette ki daha tehlikelidir. Ve düşüncelerinin farkına varabildiğinde, içinde neler olmakta olduğuna şaşıracaksın. Herhangi bir anda aklından geçmekte olan şeyleri kağıda dökecek olursan büyük bir sürprizle karşılaşırsın. İçinden geçmekte olan şeylerin bunlar olduğuna inanamayacaksın.

Ve on dakika sonra yazdıklarını oku — göreceğin şey içinde çılgın bir zihne sahip olduğundur! Çünkü biz, bir yeraltı nehri gibi akmakta olan bu koskoca çılgınlığın farkında değilizdir. O, her ne yapıyor ya da yapmıyor olursan ol; tüm şeyleri, her şeyini etkiler. Ve tüm bunların toplamı senin hayatın olacaktır! Öyleyse artık bu çıldırmış adam değişmelidir. Ve farkındalığın mucizevi tarafı şudur ki, farkına varmak dışında hiçbirşey yapman gerekmiyor.

Onları izliyor olmak demek, onları değiştirmektir. Yavaş yavaş şu çıldırmış adam kaybolur ve düşünceler belli bir örüntü içine girer; onların kaosu kaybolur ve bir kozmosa dönüşür. Ve yeniden derin bir huzur kaplar içini. Bedenin ve zihnin huzura kavuştuğunda göreceksin ki, onlar birbirleriyle uyum içersindeler, aralarında bir köprü var. Artık farklı yönlerde çalışmıyorlar, farklı atlara binmiyorlar. İlk olarak aralarında gerçek bir uyum var ve bu durum üçüncü adıma büyük katkı sağlıyor — bu, duyguların, ruh hallerinin ve hissiyatın farkına varmak demektir.

Bu, ayırt edilmesi en zor olan katmandır ama şayet düşüncelerinin farkında olabiliyorsan, onun sadece bir adım ötesidir. Biraz daha yoğun farkındalığa ihtiyaç vardır ve duyguların, ruh hallerin, hissiyatın üzerinde meditasyona başlarsın. Bir kez, bu üçünün de farkına vardığında, hepsi tek bir olguda birleşir. Ve üçü de artık tek bir şeydir — mükemmel bir biçimde, birlikte işlevlerini yerine getirirler, beraberce mırıldanırlar; sen üçünün melodisini duyumsayabilirsin, onlar bir orkestra haline geldiler artık. Sonra da senin hiçbir şey yapamayacağın dördüncü durum gerçekleşir. O kendiliğinden olur. O, bütünün bir armağanıdır. O, bu üçünü yapmış olanlar için bir ödüldür.

Ve dördüncüsü, kişiyi uyandıran nihai farkındalıktır. Kişi kendi farkındalığının farkına varır — bu dördüncüdür. Bu, kişiyi bir Buda, aydınlanmış kişi yapar. Ancak ve ancak bu uyanış sayesinde bir kimse saadetin ne olduğu bilgisine erişir.

Beden zevki, zihin mutluluğu, kalp coşkuyu tanır, dördüncü ise saadeti. Saadete ermek asıl hedeftir ve farkındalık da ona ulaşan yoldur. Önemli olan şey gözlemci olabilmen, yani gözlüyor olduğunu gözlemeyi unutmaman. Gözlüyorsun ... gözlüyorsun ... gözlüyorsun. Yavaş yavaş, gözlemci gitgide daha da fazla dayanıklı, dengeli oldukça, sabitleştikçe, hareketsizleştikçe bir dönüşüm başlar. Gözlediğin şeyler kaybolur.

İlk kez olarak, gözlemcinin kendisi gözlemlenen, bakan kişi bakılan olur. Evine vardın.

Kendini Gerçekleştirmenin Anlamı

İnsan muhteşem bir potansiyelin tohumu; insan Budalığın tohumudur. Her insan bir Buda olmak üzere doğar. İnsan bir köle değil, bir efendi olmak için doğar.

Ancak, potansiyelini gerçekleştiren çok az insan vardır. Milyonlarca insanın potansiyelini fark edememelerinin nedeni, ona zaten sahip oldukları için onu doğal karşılamalarıdır.

Yaşam sadece gelişmek, olmak, çiçek açmak için bir fırsattır. Kendi içinde yaşam boştur; sen yaratıcı olmadığın sürece onun içini mutlulukla dolduramayacaksın. Sen kalbinde söylenecek bir şarkıya sahipsin ve edilecek bir dansa sahipsin fakat bu dans ve bu şarkı görünmezdir: Onu henüz duymadın bile. O varlığının en derinindeki özünde derinlerde gizlenmiştir; o su yüzüne çıkarılmalıdır.

‘Kendini gerçekleştirme’nin anlamı budur. Hayatını bir gelişmeye dönüştürebilmiş, hayatını uzun bir kendini gerçekleştirme yolculuğuna dönüştürmüş, olması gereken kişi haline gelmiş insan çok enderdir. Doğu’da biz bu adama Buda dedik, Batı’da biz bu adama Mesih dedik. Mesih sözcüğü, Buda sözcüğü ile tam olarak aynı anlama gelir: Yuvaya varmış olan kimse. Hepimiz evini arayan gezginleriz ancak arayış son derece bilinçsizdir: Ne aradığımızı, kim olduğumuzu, nereye gittiğimizi tam olarak fark etmeden karanlıkta el yordamıyla arıyoruz.

Biz akıntıdaki bir kibrit çöpü gibiyiz, biz rastlantısal olarak kalmaya devam ediyoruz. Bu mümkün olur çünkü etrafındaki milyonlarca insan aynı teknededir ve sen yaptığın şeylerin aynısını milyonlarca insanın yaptığını gördüğünde o zaman, haklı olmalısın çünkü milyonlarca insan yanlış olamaz. Senin mantığın budur. Ve bu mantık temelinden yanlıştır: Milyonlarca insan doğru olamaz. Bir kişinin doğru olması çok enderdir; bir kişinin hakikati görmesi çok enderdir. Milyonlarca insan yalan bir hayat, şaşaalı bir hayat sürer. Onların varoluşu sadece yüzeyseldir; onlar, merkezin hiç farkında olmadan çeperde yaşarlar. Ve merkez her şeyi içerir: Merkez Tanrı’nın krallığıdır.

Budalığa doğru, sınırsız potansiyelinin farkına varmaya doğru ilk adım, bugüne kadar hayatını boşa harcamış olduğunu, bu ana kadar tamamıyla bilinçsiz bir şekilde kaldığını fark etmektir.

Bilinçli olmaya başla; varabilmek için yegâne yol budur. Bu çetindir, bu zordur. Rastlantısal kalmak kolaydır; o zekâ gerektirmez, bu yüzden o kolaydır. Herhangi bir aptal bunu yapabilir: Tüm aptallar bunu zaten yapıyor. Rastlantısal olmak çok kolaydır çünkü asla olan hiçbir şey için sorumlu hissetmezsin. Her zaman için sorumluluğu başka bir şeyin üzerine atabilirsin: Tanrı, kader, toplum, ekonomik yapı, devlet, kilise, anne, baba, ebeveynler... Sorumluluğu başka birisinin üzerine atmaya devam edebilirsin bu yüzden o kolaydır. Bilinçli olmak demek tüm sorumluluğu kendi omuzlarının üzerine almak demektir. Sorumlu olmak Budalığın başlangıcıdır.

Sorumlu sözcüğünü kullanırken onu sıradan bir şekilde, ima ettiği görev bilinci anlamında kullanmıyorum. Onu gerçek, özündeki anlamıyla kullanıyorum: Karşılık verme kapasitesi. Benim verdiğim anlam budur. Ve karşılık verme kapasitesi sadece sen bilinçli isen mümkündür. Şayet derin uykudaysan nasıl karşılık verebilirsin. Eğer uykudaysan kuşlar şarkı söylemeye devam edecektir ama sen duymayacaksın. Ve çiçekler açmaya devam edecektir ve sen asla güzelliği, hoş kokuları, onların varoluşa yağmasının coşkusunu asla algılayamayacaksın.

Sorumlu olmak demek tetikte, bilinçli olmak demektir. Sorumlu olmak demek, dikkatli olmak demektir. Mümkün olduğunca çok farkındalıkla eylemde bulun. Küçük şeyler bile ― sokakta yürümek, yiyeceğini yemek, banyonu yapmak ― mekanik olarak yapılmamalıdır. Onları tam farkındalıkla yap.

Yavaş yavaş küçük eylemler parıldamaya başlar ve zamanla bu eylemler berraklaşacaktır. Bu berraklaşmış eylemler senin içinde birikmeye devam edecek ve en sonunda ... patlama. Tohum patlamıştır, potansiyel gerçek olmuştur. Artık sen bir tohum değil, bir lotus çiçeğisin, altın bir lotus çiçeği, bin yapraklı bir lotus çiçeğisin.

Ve bu muhteşem bir rahmet anıdır; Buda onu nirvana olarak adlandırır. Kişi ermiştir. Artık daha fazla elde edilebilecek bir şey, gidilebilecek başka bir yer yoktur. Dinlenebilirsin, rahatlayabilirsin: Yolculuk bitmiştir. Muazzam bir mutluluk o an, ortaya çıkar, muhteşem bir kendinden geçiş doğar.

Ancak kişi en başından başlamak zorundadır.
 

Olgunluk : Hayatın Ritmi

Anımsanması gereken en temel şey, hayatın diyalektik olduğudur. O, ikilikler aracılığıyla var olur; o, zıtlar arasındaki bir ritimdir. Sonsuza kadar mutlu olamazsın, aksi takdirde mutluluk tüm anlamını yitirecektir.

Sonsuza kadar ahenk içerisinde kalamazsın, aksi takdirde ahengin farkında olamayacaksın. Ahengi tekrar tekrar uyumsuzluk takip etmek zorundadır ve mutluluğu tekrar tekrar mutsuzluk takip etmek zorundadır. Her zevkin kendi acısı vardır ve her acının kendi zevki vardır.

Kişi bu ikiliği anlamadığı sürece gereksiz bir ıstırabın içerisinde kalır.

Tüm ıstırabı ve tüm kendinden geçiren zevkleriyle bütünü kabul et. İmkânsız olanı isteme; sadece kendinden geçirecek zevklerin olmasını ve hiç ıstırap olmamasını arzulama. Kendinden geçirici zevkler tek başına var olmaz, onların kontrasta ihtiyacı vardır. Istırap karatahta haline gelir, o zaman zevk çok netleşir ve parlar. Tıpkı gecenin karanlığında yıldızların çok parlak olması gibi. Gece ne kadar karanlıksa yıldızlar da o kadar parlaktır. Gündüz vakti onlar ortadan kalkmaz, sadece görünmez olurlar; onları hiç kontrast olmadığı için göremezsin.

Ölümün olmadığı bir hayatı düşün; dayanılmaz bir acı olurdu, dayanılmaz bir varoluş olurdu. Ölüm olmadan yaşamak mümkün olmazdı: Yaşamı ölüm tanımlar, ona bir çeşit yoğunluk verir. Yaşam azalmaya devam ettiği için her an değerli hale gelir. Hayat sonsuz olsa kim umursardı? Kişi yarını sonsuza dek bekleyebilirdi; o zaman kim şimdi ve burada yaşardı? Yarın ölüm orada olduğundan, seni şimdi burada yaşamaya zorluyor. Şimdiki anın içine dalmak zorundasın, onun en derinine gitmek zorundasın çünkü kim bilir? Gelecek an gelebilir de gelmeyebilir de.

Bu ritmi gören birisi rahatlar, her ikisiyle de rahattır. Mutsuzluk geldiğinde kişi onu aynı oyundaki ortaklardan birisi olduğunu bilerek buyur eder. Bu devamlı olarak hatırlanması gerekli olan bir şeydir. Şayet bu sende temel bir anımsama olarak yer ederse, hayatın tamamıyla yepyeni bir lezzet kazanacak; özgürlüğün lezzeti, takılıp kalmamanın lezzeti, bağlı olmamanın lezzeti. Her ne gelirse gelsin sen hareketsiz, sessiz, kabul eder halde kalırsın.

Ve, acıyı, hüsranı ve ıstırabı sessiz ve kıpırdamadan kabul etmeye muktedir olan kişi, ıstırabın bizzat kendisinin tüm niteliğini dönüştürür. Onun için ıstırap da bir hazine haline gelir; onun için acı bile netlik sağlar. Onun için karanlığın bile kendi güzelliği, derinliği, sonsuzluğu vardır. Onun için ölüm bile son değil, sadece bilinmeyen bir şeyin başlangıcıdır.
 

Sevgi : Aşkın En Yüksek Hali

Sevgi sadece anlayış ve farkındalıkla mümkündür.

Sadece diğer kişiyi anlayıp ona saygı duymakla kalmayıp,
varlığının ta en derindeki özüne varmışsındır.

Kendi en derin özünü görerek,
diğerindeki en derin özü de görmeye muktedir hale gelmişsindir.

Artık diğeri bir beden yahut bir zihin olarak var olmaz;
diğeri bir ruh olarak da var olur.

Ve ruhlar ayrı değildir;
iki ruh buluştuğunda bir olurlar.

Sevgi aşkın en yüksek halidir.

Ego : Egonun Yolu

İnsanın egosu için basit olan bir meydan okuma değildir; zor olandır meydan okuma; imkânsız olan, gerçekten büyük bir meydan okumadır.

Ne kadar büyük bir ego istediğin, kabul ettiğin meydan okuma ve hırsın aracılığıyla bilinebilir; o ölçülemez. Ancak, basit olan ego için cazip değildir, basit olan egonun ölümü demektir.

Ve insan hiç karmaşıklığa ihtiyaç dahi olmayan yerlerde, onun sayesinde egosunu büyütmeye ve güçlendirmeye devam edebileceği gibi basit bir neden yüzünden karmaşıklığı seçmiştir. O politikada, dinde, toplumda — her yerde — giderek daha çok ve daha çok önemli hale gelmeye devam eder.

Psikolojinin tümü egonun nasıl daha güçlendirileceği üzerine kurulmuştur. Şu aptallar, psikologlar bile insanın güçlü bir egoya sahip olması gerektiğini vurgularlar. Bu yüzden eğitim sana ceza ve ödül aracılığıyla hırs vermek, seni belli bir doğrultuya sürüklemek için bir programdır. Ebeveynlerin en başından itibaren senin için çok fazla şey umut ediyor. Belki de onlar kendilerine Büyük İskender’in geldiğini ya da kızlarının Kleopatra’nın reenkarnasyonu olduğunu düşünüyorlar. Anne babalar en başından itibaren kendini kanıtlamadığın sürece hiçbir işe yaramayacağın konusunda seni şartlandırır. Basit bir insanın ahmak olduğu düşünülür.

Basit insan şu ana kadar insan toplumunun hedefi olmamıştır. Ve basit insan hedef olamaz çünkü sen basit doğdun! Her çocuk basittir, sadece temiz beyaz bir sayfadır. Sonradan anne babalar onun üzerine — onun ne olması gerektiğini — yazmaya başlarlar. Ondan sonra öğretmenler, din adamları, liderler; onların tümü senin bir şey olman gerektiğini sürekli hatırlatırlar. Aksi takdirde hayatını boşa harcamışsındır.

Gerçek olan bunun tam tersidir.

Sen bir varlıksın. Senin başka bir kimse olmana ihtiyaç yoktur. Basitlikten kastedilen şey budur: Kişinin varlığı ile huzur içinde kalması ve hiç bitmeyen bir şey olma yoluna girmemesi.

“Artık yolculuğum tamamlandı. Arzu ettiğim en yüksek noktaya ulaştım,” diye hissedeceğin bir yer yoktur. Tüm insanlık tarihinde hiç kimse bunu yapamamıştır. Bunun basit nedeni insanın bir çember içinde hareket etmesidir. Bu yüzden birisi her zaman için şu ya da bu şeyde senin önünden gider.

Sen Amerikan Başkanı olabilirsin fakat Muhammed Ali’nin önünde aşağılık kompleksine kapılacaksın. Sende bu hayvansı kuvvet yoktur. Muhammed Ali Ronald Reagan’ın burnuna okkalı bir yumruk atabilir ve Ronald Reagan yere sırt üstü yapışır. Sen bir ülkenin başbakanı olabilirsin ama Albert Einstein ile karşılaştırıldığında sen bir pigme gibi görüneceksin; bir başbakan değil, bir pigme.

Hayat çok boyutludur. Tüm yönlere ulaşmak ve tüm yönlerde en önde olmak imkânsızdır. Bu sadece imkânsızdır; varoluş bu şekilde işlemez.

Ego insanın hastalığıdır.

Menfaat grupları senin hasta olarak kalmanı ister. Onlar senin sağlıklı ve sağlam olmanı istemez. Çünkü senin sağlıklı ve sağlam olman menfaat grupları için bir tehlikedir. Bu yüzden hiç kimse basit olmak istemez, hiç kimse bir şey olmamak istemez. Ve benim tüm yaklaşımım senin kendinle barışık olman, varlığını kabul etmendir.

Bir şey haline gelmek hastalıktır, olmak sağlıktır. Ancak sen basitliği, bütünlüğü, sağlıklı olmayı, mutluluğu tatmadın. Senin toplumun sana tek bir an dahi izin vermedi. Bu yüzden sen sadece tek bir yol biliyorsun: Egonun yolu.

Sana İsa Mesih olman söylendi. Herkesin bir Tanrı olmasını amaçlayan toplumlar vardır. Şu çılgın dünya! Tüm bu programlamaların dışına çıkmalısın. Şayet varoluşun güzelliğini ve huzuru hissetmek, rahatlamak, keyif almak istiyorsan bu sahte egodan vazgeçmek gerekiyor.

Senden, başka hiçbir şey almak istemiyorum. Senden yalnızca zaten bir hayal ürünü olan egoyu almak istiyorum. O bir gerçeklik değil bu yüzden senden gerçekte hiçbir şey almıyorum. Ve sana kendi varlığını vermek istiyorum. Elbette onu sana vermeme gerek yok: Ona zaten sahipsin! Senin sadece masumiyetin muazzam güzelliği için sarsılman ve uyandırılman gerekiyor.

Riske edilen hiçbir şey yok. Ve sen dünyaya beraberinde getirmiş olduğun tüm hazineleri unutarak asla yakalayamayacağın gölgelerin peşinden koşup duruyorsun. Egon tatmin edilmeden önce ölüm seni yok edecek. Hayat çok kısa, o ego gibi aptalca oyunlarla mahvedilmemelidir.

Ve bu sadece bir anlayış meselesidir.

Aydınlanma : “Aydınlandığım Gün”

Bana soruyorsun: Aydınlandığın zaman ne oldu?

Kahkaha attım, hakiki, gürültülü bir kahkaha; aydınlanmaya çalışmanın bütün saçmalığını görmüştüm. Bütün bunlar aptalcaydı çünkü biz aydınlanmış doğarız ve zaten var olan bir şey için uğraşmak en saçma şeydir. Zaten sende varsa, onu elde edemezsin; yalnızca sahip olmadığın, benliğinin esas parçası olmayan şeyleri elde edebilirsin. Ama aydınlanma senin doğanın kendisidir.

Ben pek çok yaşam boyunca bunun için çabalamıştım — çok, pek çok yaşam boyunca tek hedefim olmuştu. Ve ona erişmek için olası her şeyi yapmıştım ama hep başarısız olmuştum. Öyle olmak zorundaydı çünkü bu bir erişme olamaz. Bu senin doğandır, bu yüzden nasıl erişme olur? Bu bir hırs olamaz.

Zihin hırslıdır — para için, güç için, prestij için hırslanır. Ve sonra bir gün, bunca dışadönük eylemden bıktığı zaman, aydınlanma, özgürleşme, nirvana, Tanrı hırsına kapılır. Ama aynı hırs geri dönmüştür; yalnızca hedefi değişmiştir. İlk önce hedef dışarıdadır, şimdi hedef içeridedir. Ama tavrın, yaklaşımın değişmemiştir; aynı çukurda, aynı tekdüzelikte aynı kişisindir.

“Aydınlandığım gün” yalnızca başarılacak hiçbir şey olmadığını, gidilecek hiçbir yer olmadığını, yapılacak hiçbir şey olmadığını fark ettiğim gün anlamına gelir. Biz zaten ilahîyiz, biz zaten mükemmeliz — olduğumuz gibi. Hiçbir gelişmeye ihtiyaç yoktur, hem de hiç. Tanrı asla kimseyi kusurlu yapmaz. Kusurlu birine rastlasan bile, kusurluluğunun kusursuz olduğunu göreceksin. Tanrı asla kusurlu bir şey yaratmaz.

Bokuju isminde bir Zen ustası duydum, bu gerçeği, her şeyin mükemmel olduğunu müritlerine anlatıyormuş. Bir adam ayağa kalkmış — çok yaşlı ve kambur bir adammış — ve şöyle demiş, “Ya ben? Ben bir kamburum. Bana ne diyorsun?” Bokuju şöyle demiş: “Hayatım boyunca böyle mükemmel bir kambur görmedim.”

“Aydınlanmaya ulaştığım gün” dediğim zaman yanlış dil kullanıyorum — çünkü başka dil yok, çünkü dilimizi biz yarattık. Başarı, ulaşma, hedef, gelişme, ilerleme, evrim gibi sözcüklerden oluşuyor. Dillerimiz aydınlanmış insanlar tarafından yaratılmadı ve aslında onlar isteseler de dil yaratamazlar çünkü aydınlanma sessizlik içinde olur. O sessizliği nasıl sözcüklere dökersin? Ve ne yaparsan yap, sözcükler o sessizliğin bir kısmını yok eder.

Lao Tzu şöyle der: “Gerçek ileri sürüldüğü anda yanlış olur.” Gerçeği aktarmanın yolu yoktur. Ama dil kullanılmalıdır; başka yol yoktur. Bu yüzden her zaman dili, deneyim için yeterli olamayacağı koşulu ile kullanırız. Dolayısıyla şöyle diyorum, “Aydınlanmaya ulaştığım gün.” Bu, ne bir ulaşma ne de bana ait.

O gün, onca aptallığım, ona ulaşmak için gösterdiğim aptalca çabalar yüzünden güldüm. O gün kendime güldüm ve o gün bütün insanlığa güldüm çünkü herkes başarmaya çalışıyordu, herkes ulaşmaya çalışıyordu, herkes gelişmeye çalışıyordu.

Bana eksiksiz bir gevşeme durumunda oldu — hep o durumda olur. Her şeyi denemiştim. Ve sonra, tüm çabaların boşunalığını görmüş, projeyi tamamen bırakmıştım. Onu unutmuştum. Yedi gün boyunca olabildiğince sıradan bir şekilde yaşamıştım.

Birlikte yaşadığım insanlar çok şaşırmıştı çünkü ilk defa beni sıradan bir hayat yaşarken görmüşlerdi. Bunun dışında tüm yaşamım mükemmel bir disiplindi.

İki sene boyunca o aile ile yaşadım ve sabahın üçünde kalktığımı, sonra yedi sekiz kilometrelik bir yürüyüşe ya da koşuya çıktığımı, sonra ırmakta yıkandığımı biliyorlardı. Her şey mutlak bir tekdüzelik içinde geçiyordu. Ateşim olsa, hastalansam bile bir fark olmuyordu: Aynı şekilde devam ediyordum.

Benim saatlerce meditasyon yaparak oturduğumu biliyorlardı. O güne kadar pek çok şey yememiştim. Çay, kahve içmezdim; ne yiyeceğim, ne yemeyeceğim konusunda katı bir disiplinim vardı. Yedi gün boyunca gevşeyince, her şeyi bırakıp, ilk gün dokuzda uyandığım, çay içtiğim zaman aile şaşırdı. “Ne oldu?” dediler. “Düştün mü?” Beni büyük bir yogi olarak görüyorlardı.

O günlerden bir resim hâlâ duruyor. Tek bir parça kumaşım vardı, o kadar. Gündüz bedenimi onunla örterdim, geceleyin battaniye gibi kullanırdım. Bambudan bir hasırın üzerinde uyurdum. Tek konforum buydu — o battaniye, o bambu hasır. Hiçbir şeyim yoktu — başka hiçbir malım yoktu. Dokuzda uyandığımda şaşırdılar. “Yolunda olmayan bir şey var. Çok mu hastasın, ciddi şekilde hasta mısın?” dediler.

Dedim ki, “Hayır, ciddi bir hastalığım yok. Yıllardır hastaydım; artık mükemmel bir sağlığım var. Artık yalnızca uyku beni terk ettiği zaman uyanacağım ve ancak uyku bana geldiğinde uyuyacağım. Artık saatin kölesi olmayacağım. Bedenim ne yemek isterse onu yiyeceğim, canım ne isterse onu içeceğim.” Dedim ki, “Bu kadar yeter.” Ve yedi günde tüm projeyi tamamen unuttum, onu bir daha hatırlamamak üzere unuttum.

Ve yedinci günde oldu — hiç yoktan oldu. Ve ben kahkaha atınca, bahçıvan kahkahayı duydu. Benim biraz deli olduğumu düşünegelmişti ama beni o şekilde gülerken hiç görmemişti. Koşarak geldi. “Sorun ne?” dedi.

“Endişelenme” dedim. “Deliydim, biliyorsun — şimdi zırdeli oldum! Kendime gülüyorum. Sen alınma. Git uyu.”
 

Sevgi : Sevgi / Enerji / Arzu

Buda aydınlandıktan sonra kırk yıl yaşadı. Tüm arzuları bittikten sonra ego kayboldu; kırk yıl daha yaşadı. Pek çok kez sorulmuştu, “Niçin hâlâ bedenin içindesiniz?” İş bittiğinde kaybolmalısın. Mantıksız geliyor: Niçin Buda tek bir an dahi bedenin içinde var oldu? Hiç arzu olmadığında beden nasıl devam edebilir?

Anlaşılması gereken çok derin bir şey vardır. Arzu kaybolduğunda, arzunun içinde hareket eden enerji kalır, o kaybolamaz. Arzu yalnızca bir enerji biçimdir; bu nedenle bir arzuyu diğerine dönüştürebilirsin. Öfke sekse dönüşebilir, seks öfkeye dönüşebilir. Seks hırsa dönüşebilir; bu yüzden nerede açgözlü birisini görürsen, onun cinselliği daha az olacaktır. Şayet o gerçekten, en üst düzeyde açgözlü ise, onun cinselliği bile olmayacaktır; o, cinselliği olmayan birisi olacaktır çünkü enerjinin tümü açgözlülüğün içine doğru akar. Ve şayet cinselliği çok olan birisini bulursan, onun açgözlü olmadığını fark edeceksin çünkü açgözlülük için geriye hiçbir şey kalmamıştır. Cinselliğini bastırmış birisini gözlersen, o öfkeli olacaktır; öfke her an su yüzüne çıkmaya hazırdır. Gözlerinde, suratında onun sırf öfke dolu olduğunu görebilirsin; seks enerjisi öfkeye dönüşmüştür.

Bu yüzden senin sözde rahiplerin ve sadhuların son derece öfkelidir. Yürüyüş tarzlarında öfkelerini gösterirler, bakışlarında öfkelerini sana gösterirler. Onların sessizliği sadece yüzeydedir; onlara bir dokun ve sana öfkelerini kusarlar. Seks öfkeye dönüşür. Bunlar biçimlerdir; hayat enerjidir.

Tüm arzular yok olduğunda ne olur? Enerji yok olamaz, enerji yok edilemez olandır. Fizikçilere sor; onlar bile enerji yok edilemez derler. Aydınlandığında Buda’nın içinde belirli bir enerji vardı. Bu enerji seksin, hırsın içine milyonlarca şekilde akıyordu ve sonra tüm bu biçimler yok oldu. O halde bu enerjiye ne oldu? Enerji, varoluşu dışına çıkamaz ve arzular olmadığında biçimsizleşir ama yine de var olur. Şimdi onun işlevi nedir? Bu enerji sevgiye dönüşür.

Enerjin olmadığı için sevginin içerisinde olamazsın. Senin tüm enerjin bölünmüştür ve farklı biçimlerde dağılmıştır; bazen seks, bazen öfke, bazen de açgözlülük olarak. Sevgi bir biçim değildir. Ne zaman ki tüm arzuların ortadan kalkar, o zaman senin enerjin sevgiye dönüşür.

Sevgiyi geliştiremezsin. Sen arzusuz olduğunda sevgi gerçekleşir; senin tüm enerjin sevginin içine akar. Ve bu akış çok değişiktir. Arzunun içinde bir motivasyon, bir hedef vardır; sevgi ise motivasyonsuzdur, onun bir hedefi yoktur. O basitçe taşmakta olan enerjidir.

Senin için güzel bir hikâye:

Paddy normalden bir saat önce eve döndü ve karısını yatakta çırılçıplak buldu. Nedenini sorduğunda, “Giyecek güzel kıyafetlerim olmadığı için protesto ediyorum,” diye açıklama yaptı.

Paddy gardırobun kapağını çekip açtı. “Bu çok saçma, şuraya bak.” dedi. “Bir sarı elbise var, bir kırmızı elbise var, desenli elbise, pantolon takım ... selam Bill!” Ve devam eder, “Yeşil bir elbise...”

Sevgi budur! Bu karısına karşı sevgidir, bu Bill’e karşı sevgidir. Kıskançlık yok, kavga yok; sadece basitçe, “Selam Bill! Nasılsın?” Ve devam eder. Asla, “Gardırobumda ne yapıyorsun?” diye sorgulamaz.

Sevgi çok anlayışlıdır. O insan için mümkün olan en ince anlayıştır.

Bir sevgi insanı, her an gerçekleşmekte olan hayattaki küçük şeyler tarafından rahatsız olmamalıdır. Sadece o zaman dolaylı bir şekilde sen, sevgi enerjilerinin birikmesine, kristalleşmesine, güçlenmesine ve meditasyonunun yükselmeye devam etmesine yardımcı olursun. Bu nedenle o mutlu an geldiğinde, ışıkla dolu olduğunda en azından bir dostun olacak: Sevgi. Ve ansızın yeni bir yaşam biçimi ... çünkü artık sen o kadar çok şeye sahipsin ki tüm dünyayı kutsayabilirsin.

Her ne kadar Gautam Buda sürekli olarak ısrar etmiş olsa da sonunda o müritleri arasında bir bölünme, bir kategorizasyon yapmak zorunda kaldı. Bir kategoriye arhatas demiştir; onlar aydınlanmış insanlardır fakat sevgisizdirler. Onlar tüm enerjilerini meditasyona koymuşlardır ancak, onlar Buda’nın sevgi hakkında söylediklerini dinlememişlerdir. Ve diğerini ise bodhisattvalar olarak adlandırır; onlar, onun sevgi hakkındaki mesajını dinlemişlerdir. Onlar sevgi ile aydınlanmıştır, bu nedenle onlar diğer kıyıya gitmek için acele etmezler; tüm zorluklarına rağmen insanlara yardımcı olmak için bu kıyıda takılmak isterler. Onların teknesi varmıştır ve belki de kaptan, “Vakit kaybetme, tüm hayatın boyunca aramış olduğun çağrı diğer kıyıdan ulaştı,” diyor. Ama onlar kaptanı biraz daha beklemesi için ikna ederler. Böylelikle sevinçlerini, bilgeliklerini, ışıklarını, sevgilerini aynı şeyi aramakta olan insanlarla paylaşabilirler. Bu onlarda bir güven duygusu haline gelecektir: “Evet, başka bir kıyı var ve kişi olgunlaştığında, seni diğer kıyıya götürecek bir tekne gelir. Ölümsüzlerin bir kıyısı vardır; hayatın basitçe anbean yaşandığı, bir dans ve bir şarkı olduğu, mutsuzluğun olmadığı bir kıyı mevcuttur. Ama bırak, en azından dünyayı terk etmeden önce bu insanların birazcık onun tadına bakmalarına yardım edeyim.”

Ve ustalar her şekilde diğer kıyıya sürüklenmemek için tutunacak bir yol bulmayı denemişlerdir. Buda’ya göre sevgi en iyisidir çünkü sevgi de eninde sonunda bir arzudur. Birisine yardım etme fikri de bir arzudur. Ve arzuyu tuttuğun sürece diğer kıyıya götürülemezsin. Seni dünyaya bir pamuk ipliği bağlı tutar. İnce bir sevgi ipliği dışında her şey kopmuştur, tüm zincirler kopmuştur. Ancak Buda’nın üzerinde durduğu şey, bu ince ipliği mümkün olduğunca uzun tutmaya devam etmektir; ne kadar çok insana yardım edilebilirse etmelisin.

Senin aydınlanman bencilce bir dürtüye sahip olmamalıdır, o sana ait olmamalıdır; onu en geniş biçimde, mümkün olduğunca çok sayıda insanla paylaşmalısın. Sana yaşam veren, sana aydınlanmış hale gelmek için bu şansı tanıyan yeryüzünde, bilinçliliği artırmanın yegâne yolu budur.

Hayatın sana vermiş olduğu her şeyi geri ödemek mümkün olmasa da, bir şeyleri ... bir şeyi — sadece iki çiçek — şükranla ödemek için doğru an budur.
 

Yakınlık : Görünür Olmak

Hayat bir yolculuktur ve sevgiye ulaşılmadığı sürece, hiçbir yere ulaşmayan bir yolculuk olarak kalır. Sürekli daireler çizilir ve insanın “Ben ulaştım. Olmak için geldiğim şey oldum. Tohum çiçeklerini verdi,” dediği mutluluk anı hiç gelmez.

Sevgi hedeftir, hayat da yolculuk. Ve hedefsiz yolculuk, nevrotik ve gelişigüzeldir; yönü yoktur. Bir gün kuzeye gidersin, öbür gün güneye; her şey rastlantısaldır, herhangi bir şey seni herhangi bir yere götürebilir. Hedef belirli değilse, sürüklenen bir tahta parçası olarak kalırsın. Çok uzak bir yıldız da olabilir; önemli değil; ama belirli olmalı. Uzaksa sorun değil, ama orada olmalı.

Gözlerin ona odaklanmışsa, o zaman on bin kilometrelik bir yolculuk uzun gelmez. Eğer doğru yönde gidiyorsan, en uzun yolculuk bile sorun olmaz. Ama yanlış yönde gidiyorsan, ya da hiç yönün yoksa, ya da her yöne birden gidiyorsan, o zaman hayat dağılmaya başlar. Nevroz denilen şey budur; enerjinin dağılması, nereye gideceğini, ne yapacağını, ne olacağını bilmemek. Nereye gideceğini, neler olduğunu bilmemek içerde bir boşluk yaratır; bir yara, bir kara delik kalır ve oradan sürekli bir korku yükselir. İşte bu yüzden insanlar titreyerek yaşıyor. Bunu gizleyebilir, örtebilir, kimseye göstermeyebilirler ama korku içinde yaşıyorlar. Bu yüzden insanlar biriyle yakınlaşmaktan bu kadar korkuyor; eğer çok yakınlaşmasına izin verirsen diğeri senin içindeki kara deliği görebilir.

Yakınlık kelimesi, İngilizcedeki intimacy, Latincedeki intimum’dan geliyor. Anlamı içsellik, en içerideki öz. Eğer orada hiçbir şeyin yoksa, kimseyle yakın olamazsın. Yakınlığa izin veremezsin, çünkü oradaki deliği, yarayı, dışarı sızan cerahati görürler. Senin kim olduğunu bilmediğini görürler, çılgın olduğunu görürler, nereye gittiğini bilmediğini görürler. Kendi şarkını bile duymadığını görürler; hayatının bir kaos olduğunu, bir kozmos olmadığını görürler. Yakınlık korkusunun nedeni budur.

Sevgililerin arasında yakınlık olması bile, az rastlanan bir durumdur. Sadece biriyle cinsel ilişkide olmak, yakınlık değildir. Genital orgazm yakınlığın tümü değildir, sadece yüzeyidir. Yakınlıkta bu olabilir de, olmayabilir de. Yakınlık tamamen başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek; diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmek. Modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık, giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde: “Ben varlıklıyım, ben oraya ulaştım, ne yaptığımı biliyorum, nereye gittiğimi biliyorum.”

Kimse kendini açmaya hazır değil, içindeki karmaşayı gösterip kırılgan görünecek kadar cesur değil. Diğeri bunu kötüye kullanabilir; korku burada. Senin karmaşanı gören diğeri, seni hükmü altına alabilir. Senin bir sahip aradığını, kendi varlığının kendi sahibi olmadığını gören diğeri, senin sahibin haline gelebilir. Bu yüzden de, içerideki çaresizliği kimse görmesin diye herkes kendini korumaya çalışıyor; aksi halde sömürülebilirler. Bu dünyada çok fazla sömürü var.

Hedef, sevgidir. Ve hedefin bu şekilde belli olduğunda, içinde bir zenginlik büyümeye başlar. İçindeki yara kaybolur ve bir lotus çiçeğine dönüşür. Sevginin mucizesi, büyüsü budur. Dünyanın en büyük simyasal gücü sevgidir. Onu nasıl kullanacağını bilen, adına Tanrı denen en yüksek zirveye ulaşabilir. Onu kullanmasını bilmeyen, varoluşun karanlık çukurlarında sürünmeye devam eder, hayatın güneşle aydınlanan zirvelerine asla ulaşamaz.
 

Meditasyon : Dinamik Meditasyon

Meditasyon bir enerji olgusudur. Tüm enerji türlerine ilişkin anlaşılması gerekli olan temel şey — ve bu anlaşılması gereken en temel yasadır: Enerji çift kutupta hareket eder. Bu onun tek hareket etme şeklidir; onun hareketi için başka yol yoktur. O çift kutupta hareket eder.

Bir enerjinin aktif hale gelebilmesi için zıt kutba ihtiyaç vardır. Aynen elektriğin negatif ve pozitif kutuplar arasında hareket etmesi gibi. Eğer yalnızca negatif kutup varsa elektrik oluşmayacaktır; ya da sadece pozitif kutup varsa elektrik oluşmayacaktır. Her iki kutup da gereklidir. Her iki kutup buluştuğunda, elektriği yaratırlar ve sonrasında da kıvılcım ortaya çıkar.

Ve bu tüm olgular için böyledir. Hayat devam eder: kadın ve erkek arasında kutuplaşmayla. Kadın negatif hayat enerjisidir; erkek pozitif kutuptur. Onlar elektrikseldir — bu nedenle çok fazla çekim oluşur. Tek başına erkek ile hayat kaybolur giderdi, tek başına kadın ile hiç yaşam olmazdı; sadece ölüm olurdu. Erkek ve kadın arasında denge vardır. Yaşam nehri, erkek ve kadın — bu iki kutup, bu iki kıyı — arasında akar.

Nereye bakarsan bak, aynı enerjinin kutuplar arasında hareket ettiğini, kendini dengelediğini bulacaksın.

Bu kutuplaşma meditasyon için çok anlamlıdır çünkü zihin mantıklıdır ve hayat diyalektiktir. Ben zihin mantıklıdır dediğimde, bu zihnin bir çizgi halinde hareket ettiği anlamına gelir. Hayatın diyalektik olduğunu söylediğimde, hayat çizgi halinde değil, zıddı ile birlikte hareket eder, demek istiyorum. O negatiften pozitife zig ziglar yapar — pozitiften negatife, negatiften pozitife. O zig zag yapar; o zıtlıkları kullanır.

Zihin çizgi üzerinde hareket eder, basit düz bir çizgi. O hiç zıddına gitmez — o zıddı reddeder. Zihin bire inanır ve hayat ise ikiye inanır.

Bu durumda zihin her ne yaratırsa yaratsın tek olanı seçer. Eğer zihin sessizliği seçerse — hayatta yaratılan gürültüden bıkarsa ve sessiz olmaya karar verirse — zihin Himalayalar'a gider. O sessiz olmak ister, ne türden olursa olsun gürültü çıkaran hiç bir şey yapmak istemez. Hatta kuşların şarkıları bile onu rahatsız edecektir; ağaçların arasındaki esinti bile rahatsız edici olacaktır. Zihin sessizlik ister; o tek yön seçmiştir. Artık karşıt olan tamamıyla reddedilmelidir.

Ancak Himalayalar'da yaşayan — sessizlik arayan, diğerini, karşıtını görmezden gelen — bu adam ölüye dönüşecek; kesinlikle yavanlaşacaktır. Ve sessiz olmayı tercih ettikçe, daha da yavanlaşacaktır — çünkü hayat karşıtına, karşıtlığın meydan okumasına ihtiyaç duyar.

İki karşıtlık arasında değişik türden bir sessizlik vardır. İlki ölü bir sessizliktir; mezarlığın sessizliği. Ölü bir adam sessizdir ama sen ölü bir adam olmak istemezsin. Ölü bir adam kesinlikle sessizdir. Onu hiç kimse rahatsız edemez, onun konsantrasyonu mükemmeldir. Onun zihnini çelmek için hiçbir şey yapamazsın; onun zihni kesinlikle sabitlenmiştir. Hatta çevresinde tüm dünya çılgına dönse bile, konsantrasyonu bozulmaz. Fakat yine de sen ölü bir adam olmak istemezsin. Sessizlik, konsantrasyon ya da her ne dersen de ... ölü olmak istemezsin — çünkü sen sessiz ve ölüysen, sessizlik anlamsızdır.

Sessizlik sen tamamıyla canlı, diri, yaşam enerjisi ile kaynarken gerçekleşmek zorundadır. O zaman sessizlik anlamlıdır. Fakat o zaman sessizlik farklı, tümden farklı bir niteliğe sahip olacaktır. Donuk olmayacaktır. Canlı olacaktır. O iki karşıtlık arasındaki ince bir denge olacaktır.

Canlı bir denge, canlı bir sessizlik arayan bir kimse, pazaryerine de Himalayalar'a da gitmekten hoşlanacaktır. Pazaryerine gidip gürültüden zevk alacaktır ve Himalayalar'a gidip sessizliğin tadına varmaktan da hoşlanacaktır. Ve bu iki zıt kutup arasında bir denge yaratacaktır ve bu dengede kalacaktır. Ve bu denge doğrusal çabalarla elde edilemez.

Zen tekniğinde "çabasız çaba" yönteminden kastedilen de budur. Bu teknik, çelişkili terimler — çabasız çaba, kapısız kapı ya da yolsuz yol — kullanır.

Zen her zaman sürecin doğrusal değil, diyalektik olacağının ipucunu vermek için çelişkili terimler kullanıverir. Karşıt reddedilmektense, emilmeli, içeri alınmalıdır. Karşıt bir tarafa atılmamalı — kullanılmalıdır. Bir tarafa atıldığında, her zaman senin için bir yük olacaktır. Bir tarafa atıldığında, seninle birlikte asılı kalacaktır. Kullanılmasza, çok şey kaçıracaksın.

Enerji dönüştürülebilir ve kullanılabilir. Ve o zaman sen, onu kullanarak daha canlı, daha yaşam dolu olacaksın. Karşıt emilmeli, içeri alınmalıdır, o zaman süreç diyalektik hale gelecektir.

Çabasızlık, hiç bir şey yapmamak, hareketsizlik — akarma — demektir. Çaba, çok yapmak, etkinlik — karma — demektir. Her ikisi de mevcut olmalıdır. Çok yap, ancak bir yapan olma — o zaman her ikisini de elde edersin. Dünyada devin, ancak onun bir parçası olma. Dünyada yaşa, ancak dünyanın içinde yaşamasına izin verme.

O zaman çelişkiler emilmiş, içine alınmış olur...

Ve benim yaptığım şey budur. Dinamik meditasyon bir çelişkidir. Dinamik çaba demektir, tam çaba. Ve meditasyon sessizlik, çaba yokluğu, etkinliğin olmaması anlamına gelir. Sen ona diyalektik meditasyon diyebilirsin.



DİNAMİK MEDİTASYON YÖNERGELERİ


İlk Aşama: 10 dakika

Hızla burnundan nefes alıp verirken, bırak nefesin yoğun ve kaotik olsun. Nefes ciğerlere derinlemesine ulaşmalıdır. Derin nefes aldığından emin olarak, mümkün olduğunca hızlı nefes alıp ver. Bunu bütünüyle yapabildiğin sürece yap; bedenini kasmadan, omuzların ve boynun gevşek olduğundan emin ol. Kelimenin tam anlamı ile nefes alıp verme haline gelene kadar (tahmin edilebilir, düzenli olmayan demek istiyorum) devam et. Bir kez enerjin harekete geçtiğinde, bedenini de harekete geçirmeye başlayacaktır. Bu bedensel devinimlerin oluşmasına izin ver, onları daha fazla enerji açığa çıkarmak için kullan. Kollarını ve bedenini doğal bir şekilde hareket ettirmek, enerjinin yükselmesine yardım edecektir.

Enerjinin yükseldiğini hisset; ilk aşamada kendini salıverme ve hiç yavaşlama.

İkinci Aşama: 10 dakika

Bedenini takip et. Bedenine orada ne varsa dışa vurması için özgürlük tanı... PATLA!.. Bedeninin kontrolü ele geçirmesine izin ver. Dışarı atılmasına gerek olan her şeyi serbest bırak. Bütünüyle çıldır... Şarkı söyle, çığlık at, kahkaha at, bağır, ağla, zıpla, sallan, dans et, tekmele ve kendini oraya buraya at. Geride bir şey kalmasın, tüm bedenini hareket halinde tut. Biraz rol yapmak çoğunlukla seni harekete geçirmeye yardımcı olur. Zihninin olmakta olan şeye karışmasına hiç bir şekilde izin verme. Bedeninle bütün olmayı hatırla.

Üçüncü Aşama: 10 dakika

Omuzlarını ve boynunu gevşek bırakarak, ellerini yumruk yapmadan her iki kolunu da mümkün olduğunca yükseğe kaldır. Kaldırılmış kollarla, mümkün olduğunca derinden, karnının altından gelen HU!.. HU!.. HU!.. mantrasını bağırıp zıpla. Ayak tabanınla yere her basışında (topuklarının yere değdiğinden emin olarak), sesin seks merkezine vurmasına olanak tanı. Sende olanın hepsini ver, kendini tümüyle tüket.

Dördüncü Aşama: 15 dakika

DUR! Kendini hangi pozisyonda bulursan bul, orada öylece donup kal. Bedenini hiçbir şekilde düzeltme. Bir öksürük, bir hareket, herhangi bir şey enerji akışını dağıtacak ve çaba boşa gidecektir. Sana olmakta olan her şeye tanıklık et.

Beşinci Aşama: 15 dakika

Kutla!... Orada olan ne varsa müzik ve dans ile ifade et. Canlılığını tüm gün boyunca taşı.


KENDİNİ DOĞURMA

Yardımcı Olacak İpuçları


Benim dinamik meditasyon yöntemim, nefes alıp vermekle başlar çünkü nefes alıp vermek varlık içinde çok derin köklere sahiptir. Belki onu gözlemlememişsindir, fakat nefes alıp verişini değiştirebilirsen, pek çok şeyi de değiştirebilirsin. Eğer nefes alış verişini dikkatlice gözlemlersen, kızgınken belli bir nefes alış veriş ritmine sahip olduğunu göreceksin. Âşık iken tümden değişik bir ritim gelir sana. Gevşediğinde farklı nefes alıp verirsin; gerginken başka türlü nefes alıp verirsin. Kızgınken ve gevşemişken aynı şekilde nefes alıp veremezsin. Bu mümkün değildir.

Cinsel olarak uyarıldığında nefes alıp verişin değişir. Nefesinin değişmesine izin vermezsen, cinsel uyarımın kendiliğinden kaybolur. Bu, şu anlama gelir; nefes alış verişin zihinsel durumunla derinden ilişkilidir. Nefesini değiştirirsen, zihinsel durumunu da değiştirirsin. Yahut zihinsel durumunu değiştirirsen, nefes alış verişin değişir.

Bu nedenle ben nefes alıp verme ile başlıyorum ve yöntemin ilk aşamasında on dakikalık kaotik nefes alıp vermeyi tavsiye ediyorum. Kaotik nefes alıp verme ile hiçbir ritmi olmayan derin, hızlı ve güçlü nefes alıp vermeyi — sadece nefesi mümkün olduğunca kuvvetle ve derinden içeri çekip dışarı atmayı, içeri çekip dışarı atmayı — kastediyorum. İçeri çek; sonra da dışarı fırlat.

Bu kaotik nefes alıp verme, senin baskılanmış sisteminde kaos yaratmak içindir. Ne olursan ol, belli bir türden nefes alıp verme ile birliktesin. Bir çocuk belli bir biçimde nefes alıp verir. Eğer cinsel olarak korkuların varsa; belli bir tarzda nefes alıp verirsin. Derinden nefes alıp veremezsin çünkü her derin nefes cinsellik merkezine çarpar. Korkuyorsan derin nefes alamazsın. Korku sığ nefes oluşturur.

Bu kaotik nefes alıp verme, senin tüm geçmiş kalıplarını yok etmek içindir. Kendinden üretmiş olduğun her şeyi bu kaotik nefes alıp verme yok eder. Kaotik nefes alıp verme içinde bir kaos yaratır çünkü bir kaos yaratılmadığı sürece bastırılmış duygularını açığa çıkartamazsın. Ve şimdi bu duygular, çoktan bedenin içine hareket etmiş durumdalar.

Sen beden ve zihin değilsin; sen beden-zihinsin, psikosomatiksin. O halde bedeninle yapılan her şey zihnine ve zihninle yapılan her şey de bedenine ulaşır. Beden ve zihin aynı bütünlüğün iki ucudur.

On dakikalık kaotik nefes alıp verme harikadır! Ancak kaotik olmak zorundadır. O, bir tür pranayama, Yogaya özgü nefes alıp verme çeşidinden bir şey değildir. O basitçe nefes aracılığıyla kaos yaratmaktır. Ve o bir çok sebepten kaos yaratır.

Derin, hızlı nefes alıp vermek sana daha çok oksijen verir. Bedeninde daha çok oksijen olduğunda daha canlı hale gelirsin; daha fazla hayvansı. Hayvanlar daha canlıdır ve insan yarı ölü, yarı canlıdır. Seni tekrardan bir hayvana dönüştürmek gerekiyor. Ancak o zaman içinde daha yüksek bir şey gelişebilir.

Eğer sen sadece yarı canlı isen, seninle hiçbir şey yapılamaz. Bu nedenle bu kaotik nefes alıp verme seni bir hayvan yapacak; canlı, titreşen, diri — kanında daha fazla oksijen, hücrelerinde daha fazla enerji ile dolu. Bedenindeki hücreler daha fazla canlanacak. Bu oksijenlenme bedensel elektriğin yaratılmasına yardım eder — ya da sen ona biyoenerji diyebilirsin. Bedende elektrik olduğunda, içinde derinlere, kendinin ötesine doğru hareket edebilirsin. Elektrik içinde çalışacaktır.

Bedenin kendisine ait elektrik kaynakları vardır. Şayet sen onlara daha çok nefes alıp vererek ve daha fazla oksijen ile darbe vurursan akmaya başlarlar. Ve eğer sen gerçekten canlı hale gelirsen artık bir beden olmaktan çıkarsın. Sen daha çok canlandığında sistemine daha fazla enerji akar ve kendini fiziksel olarak daha az hissedersin. Kendini daha çok enerji gibi hissedip daha az madde gibi hissedersin.

Ve daha canlı olduğun her durumda, bu anlarda beden-merkezli değilsindir. Seksin bu kadar cazip olmasının nedenlerinden birisi; eğer eylemin geçekten içindeysen, tamamen hareket halindeysen, bütünü ile canlıysan sen beden olmaktan çıkarsın — sadece enerji olursun. Bu enerjiyi duyumsamak, bu enerji ile canlanmak, eğer ötesine geçmek istiyorsan çok gereklidir.

Dinamik meditasyon yöntemindeki ikinci adım duygusal boşalım, katarsistir. Ben sana bilinçli olarak çıldırmanı söylüyorum. Zihnine her ne geliyorsa — her ne ise — kendini ifade etmesine izin ver; onunla işbirliği yap. Hiç direnç yok; sadece bir duygu akışı.

Çığlık atmak istersen, o zaman at. İşbirliği yap onunla. Tüm varlığının dahil olduğu bütün, içten bir çığlık son derece iyileştirici, derinden iyileştiricidir. Pek çok şeyden, pek çok hastalıktan sadece çığlık atarak kurtulunur. Çığlığın tam olursa, tüm varlığın onun içinde olacaktır.

O halde sonraki on dakikada (bu ikinci aşama da on dakikadır) ağlayarak, dans ederek, haykırarak, zıplayarak, kahkaha atarak — "fıttır" dedikleri türden — kendini dışa vur. Birkaç gün içerisinde onun ne olduğunu hisseder hale geleceksin.

Başlangıçta bir çaba ile zorlanabilir, hatta sadece bu bir rol yapma bile olabilir. Bizler o kadar sahteleştik ki bizim tarafımızdan gerçek ya da özgün hiçbir şey yapılamaz hale geldi. Özgünce kahkaha atmamışız, ağlamamışız, haykırmamışız. Her şey sahte — bir maske. Yani bu yönteme başladığında — başlangıçta — zorlama yapılabilir. Biraz çabaya ihtiyaç olabilir; biraz rol yapma olabilir. Ama bu seni rahatsız etmesin. Devam et. Kısa süre sonra pek çok şeyi baskıladığın kaynaklara dokunacaksın ve onlar bir kez açığa çıktığında yükünden kurtulmuş hissedeceksin. Sana yeni bir hayat ulaşacak; yeni bir doğum gerçekleşecek.

Bu yüklerden kurtulma temel olandır ve o gerçekleşmeden, insanoğlu için meditasyon olmaz. Bir kez daha, istisnalardan söz etmiyorum. Onlar konumuzun dışındadır.
 

Coşku : Saadet

Saadet senin en derindeki özündür. Zevki başkalarından dilenmek zorundasın; doğal olarak da bağımlı olursun. Saadet seni bir efendi yapar. Saadet başına gelen bir şey değildir; o zaten olandır.

Buda der ki: Zevk vardır ve saadet vardır. İkincisine sahip olmak için ilkinden vazgeç. Dışarı bakmayı kes. İçeri bak, içeri dön. Kendi içselliğini, kendi öznelliğini aramaya ve araştırmaya başla. Saadet başka bir yerde bulacağın bir nesne değildir; o senin bilincindir.

Doğu’da biz her zaman değişmez hakikati Sat-Chit-Anand olarak tanımladık. Sat hakikat demektir, chit bilinç demektir, anand saadet demektir. Onlar aynı gerçekliğin üç yüzüdür. Gerçek üçleme budur; Baba Tanrı, Oğul İsa ve Kutsal Ruh değil: bu hakiki üçleme değildir. Hakiki üçleme; hakikat, bilinç, saadettir. Ve bunlar ayrı olgu değildir, üç şekilde ifade edilmiş tek enerjidir, üç yüzlü tek enerjidir. Bu yüzden Doğu’da biz Tanrı trimurti’dir; Tanrı’nın üç yüzü vardır deriz. Bunlar gerçek yüzlerdir; Brahma, Vishnu ve Mahesh değil: Bunlar çocuklar içindir, manevi olarak, metafiziksel olarak olgunlaşmamış kişiler içindir. Brahma, Vishnu ve Mahesh; Baba Tanrı, Oğul İsa ve Kutsal Ruh: Bu isimler başlangıç seviyesin- dekiler içindir.

Hakikat, bilinç, saadet; bunlar değişmez hakikatlerdir. Önce hakikat gelir. Girerken ebedi gerçekliğinin farkına varırsın; sat, hakikat. Gerçekliğinin, hakikatinin daha derinine indikçe, bilincin, muazzam bir bilinçliliğin farkına varırsın. Her şey ışıktır, karanlık hiçbir şey yoktur. Her şey farkındalıktır, farkındalık olmayan hiçbir şey yoktur. Sen sadece bir farkındalık alevisin, farkındalık olmayanın gölgesi dahi hiçbir yerde yoktur. Ve daha da derine girdiğinde, o zaman en derindeki özün saadettir; anand.

Buda der ki: Şu ana kadar anlamlı, önemli olduğunu düşündüğün her şeyden vazgeç. Bu nihai olan için her şeyi feda et çünkü seni tatmin edecek, seni doyuracak, varlığına bahar getirecek yegâne şey budur ... ve bin bir tane çiçek olarak açacaksın.

Zevk seni sürüklenip duran bir odun parçası olarak tutacak. Zevk seni daha çok ve daha çok sahtekâr yapacak; sana bilgelik vermeyecek. O seni giderek daha çok ve daha çok bir köle yapacak; o sana kendi varlığının krallığını vermeyecek. O seni daha çok ve daha çok hesapçı yapacak, o seni giderek daha çok ve daha çok sömürgen yapacak. O seni giderek daha çok ve daha çok politik, diplomatik yapacak. İnsanları araç olarak kullanmaya başlayacaksın; insanların yaptığı şey budur.

Koca, karısına “seni seviyorum” der ama gerçekte o, basitçe onu kullanır. Karısı, kocasını sevdiğini söyler ama basitçe onu kullanır. Belki koca onu bir seks objesi olarak kullanıyordur ve karısı da adamı parasal güvenlik olarak kullanıyordur. Zevk herkesi hilekâr, aldatıcı yapar. Ve hile yapmak masum olma saadetini ıskalamaktır, bir çocuk olma saadetini ıskalamaktır.

Lockheed’de yeni bir uçak için bir parçaya ihtiyaç vardı ve en düşük teklifi edinebilmek için tüm dünyaya bir duyuru yapıldı. Polonya’dan üç bin dolarlık bir teklif geldi. İngiltere parça için altı bin dolar önerdi. İsrail’in sorulan teklife verdiği fiyat ise dokuz bin dolardı. Yeni uçağı inşa etmekten sorumlu mühendis Richardson bu ülkeleri ziyaret ederek teklifler arasındaki dengesizliğin ardında yatan nedeni bulmaya karar verdi.

Polonya’daki üretici açıkladı: “Bin dolar ihtiyaç duyulan materyal için, bin dolar işçilik için ve bin dolar da genel giderler ve çok az kâr için.”

Richardson İngiltere’de parçayı inceledi ve aşağı-yukarı Polonya malı olan kadar iyi olduğunu bulguladı. “Niçin altı bin istiyorsunuz?” diye sorguladı mühendis. “İki bin materyal için,” diye açıkladı İngiliz, “iki bin işçilik için ve iki bin de masraflar ve küçük bir kâr için.”

Lockeed temsilcisi İsrail’de ara sokaklarda dolandıktan sonra küçük bir dükkâna girdi ve dokuz bin dolarlık teklifi veren yaşlıca adamla karşılaştı. “Niçin bu kadar çok istiyorsun?” diye sordu.

“Hımm” dedi yaşlı Musevi, “üç bin senin için, üç bin benim için ve üç bin de Polonya’daki şu ahmak için!”

Para, güç, prestij; bunlar hep seni hilekâr yapar. Zevk peşine düş ve masumiyetini kaybedeceksin, masumiyetini kaybetmek her şeyi kaybetmektir. İsa der ki: “Küçük bir çocuk gibi olun, ancak o zaman Tanrı’nın Krallığına girebilirsiniz.” Ve o haklıdır. Fakat, zevk peşinde olan bir çocuk kadar masum olamaz. O çok kurnaz, çok hilekâr, çok politik olmak zorundadır; ancak o zaman bu her yerde var olan gaddar rekabetin içinde başarılı olabilir. Herkes herkesin boğazında, dostlar arasında yaşamıyorsun. Dünya biz bu rekabetçilikten vazgeçmedikçe dostane bir yer olamaz.

Fakat daha en başından tüm çocukları rekabetçilik zehriyle yozlaştırmaya başlarız. Üniversiteden çıktığı zaman tamamıyla zehirlenmiş olacaktır. Onu başkalarıyla savaşması gerektiği, en güçlü olanın hayatta kalacağı fikriyle hipnotize ettik. O zaman hayat hiçbir zaman bir kutlama olamaz.

Şayet bir insanın mutluluğu pahasına mutlu olabiliyorsan ... ve bu şekilde mutlu olabilirsin, başka bir yolu yoktur. Bir kadın bulursan ve bir şekilde ona sahip olmayı başarabilirsen, onu başkalarının elinden kapmışsındır. Biz şeyleri mümkün olduğunca güzelleştirmeye çalışırız ama bu sadece yüzeydir. Şimdi oyunda kaybedenler kızacaklar, köpürecekler. Onlar intikam almak için fırsatını kollayacaklar ve eninde sonunda o an gelecek.

Bu dünyada sahip olduğun her şey, başka birisinin ödediği bedeldir, başka birisinin zevkine mal olur. Başka bir yolu yoktur. Şayet gerçekten dünyada kimseyle hasım olmak istemiyorsan, sahip olma fikrinden tümden vazgeçmelisin. Anın içinde seninle olmakta olan her şeyi kullan ama sahiplenme. Onun sana ait olduğunu iddia etme. Hiçbir şey senin değil, her şey varoluşa aittir.
 

Yoga : Yoga Yoluna Giriş

Derin bir illüzyonda yaşıyoruz — umudun, geleceğin ve yarının illüzyonunda. İnsan, şu andaki haliyle kendini aldatmadan var olamaz. İnsan, şu andaki haliyle gerçekle var olamaz. Bunun iyice anlaşılması gerekir, çünkü anlaşılmadığı takdirde, Yoga denilen araştırmaya giriş yapılması mümkün değildir.

Yalanlara ihtiyacı olan, illüzyonlara ihtiyacı olan, gerçekle var olamayan ve hayallere ihtiyaç duyan zihin, iyice anlaşılmalıdır. Sadece geceleri değil, uyanıkken bile sürekli hayallere dalarız.

Gün, gece ve zihin, sürekli hayalsizlikle hayal arasında gidip gelir. Bu içsel bir ritimdir. Ayrıca sadece hayale dalmakla kalmayıp, yaşamda umutlarımızı da geleceğe yönlendiririz.

Yaşadığımız an, daima bir cehennemdir. Bunu sadece geleceğe yönlendirdiğin umutların sayesinde sürdürebiliyorsun. Bugün, bir yarın olduğu için yaşayabiliyorsun. Yarın bir şeylerin olacağını umut ediyorsun — yarın cennetin bazı kapıları açılacak diye. Bugün hiçbir zaman açılmayacaklar ve yarın geldiğinde yarın olarak değil, bugün olarak gelecektir, ama zihnin bu arada tekrar ilerlemiş olacaktır. İleriye doğru gitmeye devam ediyorsun; işte hayale dalmanın anlamı budur. Şu anda yanında bulunan, burada ve şimdi olan gerçekle bir değilsin, başka bir yerdesin — ileri doğru hareket ediyor, ileri doğru zıplıyorsun.

Ve bu yarına, bu geleceğe birçok isim verdin. Kimisi ona cennet derken, kimisi moksha der, ama o daima gelecektedir. Bazıları buna zenginlik açısından yaklaşırlar, ama bu zenginlik de gelecekte gerçekleşecektir. Kimisi ise bunu cennet olarak ve cennetin ancak öldükten sonra var olacağını düşünür — uzaktaki gelecekte. Şimdiki anını olmayan bir şey için harcıyorsun; hayale dalmanın anlamıdır bu. Burada ve şimdi olamıyorsun. Sadece şimdiki anda olmak, zor görünüyor.

Hayale dalmanın bir biçimi olduğu için, geçmişte yaşayabilirsin — anılarını, artık var olmayan olayları hatırlayabilir ya da yine geçmişe dayanarak yaratılan ve bunun bir izdüşümü olan gelecekte yaşabilirsin. Gelecek, tekrar tasarlanan bir geçmişten başka bir şey değildir — daha renkli, daha güzel, daha zevklidir, ama ikisi de yoktur. Şimdiki zaman ise vardır, ama onda sen hiçbir zaman yoksun. İşte hayale dalmanın anlamı budur.

Yoga, hayale dalmayan bir zihne sahip olma yöntemidir. Yoga, burada ve şimdide olma bilimidir. Yoga, artık geleceğe yönelmemeye hazırsın anlamına gelir. Yoga, artık umut etmemeye ve varoluşunun bir adım önüne zıplamamaya hazırsın demektir. Yoga, gerçekle olduğu gibi yüzleşmek demektir.

Bu nedenle Yoga’ya veya Yoga yoluna ancak zihninin şu andaki durumu konusunda tamamen hüsrana uğradığın zaman giriş yapabilirsin. Zihnin aracılığıyla halen bir şeyler elde edebileceğini umut ediyorsan, Yoga sana göre değildir. Tamamen hüsrana uğramış olman gerekir — düşünen bu zihnin boş olduğunu, umut eden zihnin anlamsız olduğunu ve seni hiçbir yere götürmeyeceğini keşfetmen gerekir. Sadece gözlerini kör eder; seni zehirler ve gerçeği öğrenmene hiçbir zaman izin vermez. Seni gerçeğe karşı korur.

Zihnin uyuşturucu bir maddedir. Gerçekte var olanlara karşıdır. Bu nedenle zihnine, var olma şekline, bugüne kadar var olduğun biçime karşı tamamen hüsrana uğradığın, onu kayıtsız şartsız terk edebildiğin takdirde bu yola girebilirsin.

Birçoğu ilgi gösterir, ama çok azı bu yola girer, çünkü ilgin sadece zihninden dolayı olabilir. Şimdi Yoga aracılığıyla bir şeyler elde edebileceğini umut edebilirsin, ama başarı güdüsü de oradadır — Yoga aracılığıyla mükemmel olabilirsin, mükemmel varoluşun eksiksiz mutluluk dolu haline erişebilirsin, Brahman ile bir olabilir, satchidananda’ya ulaşabilirsin. Yoga’ya ilgi göstermenin nedeni bu olabilir. Neden buysa, Yoga’nın temsil ettiği yolla buluşamazsın. O zaman Yoga’ya tamamen karşısın, tamamen zıt bir boyuta doğru hareket ediyorsun.

Yoga’nın anlamı, artık umut olmadığı, artık gelecek olmadığı için artık arzularının olmamasıdır. Gerçeği bilmeye hazırsın. İnsan ne olabileceğini, ne olacağını değil, ne olması gerektiğini bilmek ister. İnsan başka bir şeyle ilgilenmez! İnsan sadece olanla ilgilenir, çünkü sadece gerçek seni özgür kılabilir, sadece gerçek kurtuluş olabilir.

Bunun için tamamen ümitsiz olman gerekir. Ve gerçekten de perişan haldeysen, umut etme çünkü umudun sefaletini sadece uzatacaktır. Umudun uyuşturucu bir maddedir. Sadece ölüme ulaşmanı sağlayabilir, hepsi bu. Bütün umutların seni sadece ölüme götürebilir. Seni oraya götürüyorlar.

Tamamen umutsuz bir hale gel — gelecek yok, umut yok. Zor. Gerçekle yüz yüze gelmek cesaret gerektirir. Yine de herkes günün birinde böyle bir anı yaşar. Tamamen umutsuz hale geldiğinde her insan böyle bir anla karşı karşıya kalır. Üzerine mutlak bir anlamsızlık çöker. Ne yaparsa yapsın, anlamsız olduğunu; nereye giderse gitsin, hiçbir yere varamadığını fark ettiği anda yaşamın tamamı anlamsız hale gelir — birdenbire umutlar suya düşer, gelecek düşer ve ilk kez şimdiki zamanla uyum içinde olursun, ilk kez gerçekle yüz yüze gelirsin.

Yoga bir içe dönüştür. Tamamen dönüş hakkındadır. Geleceğe doğru ilerlemediğin ve geçmişe doğru hareket etmediğin takdirde, kendi içinde hareket etmeye başlarsın — çünkü varlığın burada ve şimdidedir, gelecekte değildir. Şu anda burada ve şimdidesin ve bu gerçekliğe girebilirsin. Ama bu durumda zihninin de burada olması gerekir. Bu an Patanjali’nin birinci sutrasında gösterilmiştir.

Birinci sutra hakkında konuşmaya başlamadan önce bir kaç şey daha anlamak zorundasın. Öncelikle Yoga bir din değildir — bunu unutma. Yoga Hindu değildir, Müslüman değildir. Yoga sadece matematik, fizik veya kimya gibi salt bilimdir. Yoga bir bilimdir, içsel varlığın salt matematiğidir.

Yoga salt bilimdir ve Patanjali de Yoga dünyası söz konusu olduğunda en büyük isimdir. Böyle bir adam nadir bulunur. Patanjali ile kıyaslanabilecek başka hiçbir isim yoktur. İnsanlık tarihinde ilk defa bu adam dini, bilim derecesine yükseltmiştir: Dini, sadece çıplak kanunlardan oluşan bir bilim haline getirmiştir. İnanç gerekmemektedir.

Sözde dinler inancı gerektirir. Bir dinle diğeri arasında hiçbir farklılık yoktur; tek farklılıkları inanç tarzlarıdır. Farklılık sadece inançlardadır. Yoga, inanç ile ilgili hiçbir şey içermez. Yoga sana bir şeye inanman gerektiğini söylemez. Yoga, dene der. Nasıl ki bilim, dene diyorsa, Yoga da dene der. Deney ve deneyim aynı şeylerdir, sadece yönleri farklıdır. Deney, dışarıda yapabileceğin bir şey anlamına gelirken, deneyim de içte yapabileceğin bir şeydir. Deneyim içsel bir deneydir.

İşte hatırlanması gereken ikinci kural: Yoga varoluşsaldır, deneyimseldir, deneyseldir. İnanç gerektirmez, sadece denemeye cesaret gerekir. İşte eksik olan budur. Kolayca inanabilirsin, çünkü inançta dönüşüm geçirmezsin. İnanç, sana eklenen bir şey; yüzeysel bir şeydir. Varlığın değişmez, belirli bir mutasyondan geçmezsin. Bugün bir Hinduyken yarın Hıristiyan olabilirsin. Kısacası, değişiyorsun: Gita’yı İncil’le değiştiriyorsun. Ya da bir Kuran’la değiştirebilirsin, ama Gita’yı elinde tutan ve şimdi de İncil’i tutan insan yine aynı insandır. Sadece inançlarını değiştirmiştir.

İnançlar giysiler gibidir. Hayati önem taşıyan hiçbir şey biçim değiştirmez; sen yine aynı kalırsın.

İnanç kolaydır, çünkü gerçek anlamda bir şey yapman istenmez. Yoga inanç değildir. Bu yüzden zordur, çetindir, kimi zaman imkânsız görünür. Varoluşsal bir yaklaşımdır. Gerçeğe ulaşırsın, ama inanç aracılığıyla değil; kendi deneyimlerin, kendi farkındalıkların aracılığıyla. Bu, tamamen değişmek zorunda olduğun anlamına gelir. Görüşlerin, yaşam tarzın, zihnin, ruhun tamamen paramparça olacaktır. Yeni bir şey yaratılacaktır. Sadece yeni yaratılanla gerçekle temas edebilirsin.

Dolayısıyla Yoga hem bir ölüm, hem de yeni bir yaşamdır. Şimdiki halinle ölmek zorunda kalırsın ve ölmediğin sürece yenisi doğamaz. Yenisi içinde gizlidir. Sen sadece onun tohumusun ve bu tohumun düşmesi ve toprak tarafından emilmesi gerekir. Tohum ölmeli; ancak o zaman yeni senden doğacaktır. Ölümün yeni hayatın olacaktır. Yoga hem bir ölüm, hem de yeni bir yaşamdır. Ölmeye hazır oluncaya değin, tekrar doğamazsın. Dolayısıyla Yoga inançları değiştirme meselesi değildir.

Yoga bir felsefe de değildir. Bir din olmadığını, bir felsefe olmadığını söylüyorum. Hakkında düşünebileceğin bir şey değildir. Sadece olman gereken bir şeydir; hakkında düşünmek bir işe yaramaz. Düşünmek, kafanda devam eder. Gerçekten varoluşunun köklerine kadar inmez; bütünün değildir. Sadece bir bölümü, fonksiyonel bir bölümdür ve eğitilebilir. Mantıklı bir şekilde tartışabilir, rasyonel düşünebilirsin, ama kalbin yine aynı kalacaktır. Kalbin en derin merkezin, kafan da onun sadece bir dalıdır. Kafan olmadan olabilirsin, ama kalbin olmadan asla. Kafan esas değildir.

Yoga, tüm varoluşla, köklerinle ilgilenir. Felsefi değildir. Dolayısıyla Patanjali ile düşünmeyecek, spekülasyonlarda bulunmayacağız. Patanjali ile varoluşun nihai kanunlarını öğrenmeye çalışacağız: Dönüşümünün kanunlarını, nasıl ölüneceğine ve nasıl tekrar yeniden doğacağımıza dair kanunları ve yeni bir varoluş düzeninin kanunlarını. Bu nedenle ben buna bir bilim diyorum.

Yoga’nın disiplin zamanı şimdi’dir.

Patanjali tek bir gereksiz sözcük kullanmayacağından, her bir sözcüğün anlaşılması gerekmektedir. Şimdi önce sözcüğü anlamaya çalış. Buradaki “şimdi” sözcüğü, az önce bahsettiğim zihin durumunu işaret eder.

Patanjali der ki: Hüsrana uğradıysan, ümitsizsen, tüm arzuların ne kadar boş olduğunun farkına vardıysan ve hayatını anlamsız görüyorsan ki Kierkegaard bunu keder diye adlandırır; kederliysen, acı çekiyorsan, ne yapacağını bilmiyorsan, nereye gideceğini bilmiyorsan, deliliğin veya intiharın eşiğindeysen, yaşamın tüm düzeni birden boş bir hale gelmiştir. Bu an gelmişse, Yoga disiplininin zamanıdır. Sadece şimdi Yoga’nın bilimini, Yoga’nın disiplinini anlayabilirsin.

O an gelmemişse, Yoga’yı incelemeye devam edebilir, büyük bir bilgin haline gelebilirsin, ama bir Yogi olamazsın. Hakkında tezler yazabilir, hakkında kurslar verebilirsin, ama bir Yogi olamazsın. Senin için henüz o an gelmemiştir. Zihinsel açıdan ilgini çekebilir, zihnin aracılığıyla Yoga ile ilişki içinde olabilirsin belki, ama Yoga, eğer bir disiplin olarak algılanılıyorsa, hiçbir şey değildir. Yoga bir shasta değildir; bir kutsal kitap değildir. O bir disiplindir. Yapman gereken bir şeydir. Tuhaf bir şey değildir; felsefi spekülasyon değildir. Bundan çok daha derindir. Yaşam ve ölüm meselesidir.

Bütün yönlerin karmakarışık olduğunu, bütün yolların gözden kaybolduğunu hissettiğin an geldiğinde; gelecek karanlıksa ve her arzu keskin hale geldiğinde ve her arzu sadece bir hayal kırıklığı olduysa; umutlara ve hayallere doğru atılan her adım durduysa, işte şimdi Yoga disiplininin zamanıdır.

Disiplin nedir? Disiplin, içinde bir düzen yaratmak demektir. Şu andaki halinle bir kaossun. Şu andaki halinle tam bir düzensizliksin.

Disiplin var olma kabiliyeti, bilme kabiliyeti, öğrenme kabiliyeti anlamına gelir. Bu üç maddeyi anlamak zorundayız.

Var olma kabiliyeti. Bütün yoga duruşları gerçekte bedenle ilgili değil, var olma kabiliyetiyle ilgilidir. Patanjali der ki: Bedenini birkaç saat boyunca hareket ettirmeden sessizce oturabilirsen, var olma kabiliyetin artar. İyi ama neden hareket ediyorsun? Birkaç saniye bile hareket etmeden oturamıyorsun. Bedenin hareket etmeye başlar. Bir yerlerinde kaşıntı hissedersin; bacakların uyuşur; birçok şey olmaya başlar. Bunlar sadece hareket etmek için birer bahanedir.

Sen bir usta değilsin. Bedenine, şimdi bir saatliğine hareket etmeyeceğim, diyemezsin. Bedenin derhal buna isyan edecektir. Seni hemen hareket etmeye, bir şey yapmaya zorlayacak ve bunun için gerekçeler gösterecektir. Hareket etmek zorundasın çünkü seni bir böcek ısırdı. Baktığında o böceği bulamazsın. Sen bir varlık değil bir ürpertisin — sürekli telaşlı bir faaliyet. Patanjali’nin duruşları, asanas, gerçekte herhangi bir fizyolojik eğitim türüyle ilgili olmayıp, varoluşun — hiçbir şey yapmadan, hiçbir hareket göstermeden, herhangi bir faaliyette bulunmadan, sadece olduğun gibi kalarak — var olmanın içsel eğitimiyle ilgilidir. Olduğun gibi kalmak, bir merkeze yoğunlaşmana yardımcı olacaktır.

Bedenin seni ne kadar çok takip ediyorsa, içinde o denli büyük bir varlık, daha güçlü bir varlık olacaktır. Ve unutma, beden hareket etmiyorsa, zihin de hareket edemez çünkü beden ve zihin iki ayrı şey değildir. Onlar tek bir fenomenin iki kutuplarıdır. Beden ve zihin değilsin, beden-zihinsin. Kişiliğin psikosomatiktir — her ikisi beden-zihindir. Zihin bedenin en göze çarpmayan bölümüdür. Ya da tam tersini, bedenin zihnin en göze batan parçası olduğunu söyleyebilirsin.

Nefes alış verişin yaşamını oluşturduğundan, Patanjali önce nefes alış verişlerinle başlar ve çalışır. Önce beden üzerinde, daha sonra da varoluşunun ikinci tabakası olan prana yani nefes alış verişin üzerinde çalışır. Daha sonra da düşünceler üzerinde çalışmaya devam eder.

Doğrudan düşüncelerle başlayan birçok yöntem vardır. Bu yöntemler çok da mantıklı ve bilimsel değildir, çünkü üzerinde çalıştığın insanın kökleri bedenindedir. O bir soma, bir bedendir. Bilimsel bir yaklaşımın bedenle başlaması gerekmektedir. Önce bedenin değişmelidir. Bedenin değişirse, nefes alış verişin de değiştirilebilir. Nefes alış verişin değiştiğinde, düşüncelerin değiştirilebilir. Ve düşüncelerin değiştiğinde, sen de değiştirilebilirsin.

En göze çarpan bedendir ve en göze çarpmayan zihindir. Göze batmayandan başlama, çünkü bu daha zor olacaktır. Belirsizdir, yakalayamazsın. Bedenle başla. Patanjali bu yüzden beden duruşlarıyla başlar. Günlük yaşamda tetikte olmadığımız için, zihinde belirli bir huzursuzluk hissettiğinde, bununla bağlantılı belirli bir beden duruşuna sahip olduğunu fark etmemiş olabilirsin. Öfkeliysen rahat oturabiliyor musun? — İmkânsız. Öfkeliysen, beden duruşun değişir, dikkatli olduğunda beden duruşun değişir, uykulu olduğunda beden duruşun yine değişir.

Tamamen sessiz olduğunda Buda gibi oturur, Buda gibi yürürsün. Buda gibi yürüdüğünde, kalbinin içine karışan belirli bir sessizlik hissedeceksin. Buda gibi yürüyüşünle sessiz bir köprü yaratılır. Bir Buda gibi bir ağacın altına otur. Sadece otur, sadece bedeninle: Aniden nefes alış verişinin değişeceğini göreceksin — daha rahat, daha uyumlu olacaktır. Nefes alış verişin uyumlu ve rahatsa, zihninin de daha az gergin olduğunu hissedeceksin. Daha az düşünce, daha az bulut, daha fazla yer ve daha fazla gökyüzü olacaktır. İçeride ve dışarıda bir sessizlik hissedeceksin, akıp giden.

İşte bu yüzden Patanjali’nin bilimsel olduğunu söylüyorum. Beden duruşunu değiştirmek istiyorsan, Patanjali sana yeme alışkanlıklarını değiştirmeni söyleyecek, çünkü her yeme alışkanlığı göze çarpmayan beden duruşları yaratır. Et yiyen biriysen, Buda gibi oturamazsın. Vejetaryen değilsin duruşun farklı, vejetaryensen duruşun farklı olacaktır, çünkü bedenin yediklerinle oluşur. Bu bir rastlantı değildir. Bedenine ne doldurursan, bedenin onu yansıtacaktır.

Böylece vejetaryenlik Patanjali için ahlakçı bir kült değil, bilimsel bir yöntemdir. Et yediğinde sadece gıda almakla kalmayıp, etin alındığı hayvanın da içine girmesine izin veriyorsun. Et belirli bir bedenin, belirli bir içgüdü kalıbının parçasıdır. Et, sadece birkaç saat önce bir hayvandı ve bu et, hayvanın bütün izlenimlerini, hayvanın bütün alışkanlıklarını taşır. Et yediğinde, birçok davranışın bundan etkilenecektir.

Hassas bir bünyeye sahipsen, bazı şeyleri ne zaman yesen, hemen bazı değişikliklerin meydana geldiğini fark edebilirsin. Alkol alırsın ve aynı kişi olmaktan çıkarsın, hemen yeni bir kişilik yerleşiverir içine. Alkol kişilik yaratmaz, ama vücut seyrini değiştirir; vücut kimyan değişir. Vücut kimyasının değişmesiyle birlikte zihin de seyrini değiştirmek zorundadır ve zihin seyrini değiştirdiğinde, yeni bir kişilik gelip yerleşir.

Patanjali her şey hakkında not tuttuğu için bilimseldir — gıda, duruş, uyuma tarzı, sabah kalkma tarzı, sabah ne zaman kalktığın, ne zaman yattığın. Her şey hakkında not tutar; böylece bedenin daha yüce bir şey için uygun hale gelir. Daha sonra nefes alış verişin hakkında not tutar.

Üzgün olduğunda farklı bir nefes ritmin olur. Bunu bir yere not et. Dene; çok güzel bir deney yaşayabilirsin. Ne zaman üzülürsen, nefesine dikkat et — ne zaman nefes alıyorsun ve ne zaman nefes veriyorsun. Sadece bir yere not et. İçinden say: bir, iki, üç, dört, beş … beşe kadar sayarsın ve nefes alışın biter. Daha sonra saymaya devam edersin — ona kadar gelirsin ve nefes verişin biter. Çok titiz bir şekilde gözlemle ki, oranını öğren. Sonra ne zaman kendini mutlu hissedersen, hemen üzgünlük şablonunu uygula, mutluluk anında yok olur gider.

Tam tersi de doğrudur. Ne zaman kendini mutlu hissedersen, nasıl nefes alıp verdiğini bir kenara not et ve kendini ne zaman üzgün hissedersen, bu şablonu dene. Üzgünlüğün hemen yok olup gidecektir, çünkü zihin bir vakum içinde var olamaz. O bir sistemin içinde var olur ve nefes alıp vermek zihin için en derin sistemdir. Nefes alıp vermek düşünmektir. Nefes alıp vermeyi durdurduğun anda düşünceler hemen durur. Bunu bir saniyeliğine dene. Nefes alıp vermeyi kes; düşünme sürecinde anında bir duraksama olacaktır. Süreç kesilir. Düşünmek, görünen nefes alış verişin görünmeyen bir parçasıdır.

Patanjali bilimseldir dediğimde kastettiğim buydu. O bir şair değildir. “Et yeme” diyorsa, et yemek şiddet olduğu için söylemez. Hayır. Bunu söyler, çünkü et yemek kendi kendini yok etmektir. Şiddetli olmamak güzeldir, diyen şairler vardır. Patanjali, şiddetli olmamak sağlıklı olmak, şiddetli olmamak bencil olmaktır, der. Başkasına karşı şefkat duymuyor, kendine karşı şefkat duyuyorsun.

Patanjali, seninle — ve dönüşümle ilgilenir. Ve olayları sadece değişimi düşünerek değiştiremezsin, durumu sen yaratmak zorundasın. Sevgi dünyanın her yerinde öğretildi, oysa hiçbir yerde sevgi yoktur, çünkü ona uygun bir durum yoktur. Et yiyorsan nasıl sevebilirsin ki? Et yiyorsan, şiddet de yanı başındadır. Ve böylesine derin bir şiddetle nasıl sevebilirsin? Sevgin sahte olacaktır. Ya da belki de nefret etmenin bir biçimidir.

Patanjali sana sevmenin iyi olduğunu anlatmaya çalışmıyor, sadece sevginin yeşerebileceği durumu yaratmana yardımcı olmaya çalışıyor. Bu nedenle bilimsel olduğunu söylüyorum. Onu adım adım takip edersen, kendi içinde daha önce tasavvur edemediğin, hayal edemediğin birçok çiçeğin açtığını göreceksin. Onları hayal bile edememişsindir. Yiyeceklerini değiştirirsen, beden duruşunu değiştirirsen, uyku düzenini değiştirirsen, olağan alışkanlıklarını değiştirirsen, içinde yeni bir kişinin meydana geldiğini göreceksin. Bundan sonra farklı değişimler mümkün olacaktır. Bir değişiklikten sonra başka bir değişiklik olası hale gelir. Adım adım daha fazla olanaklar açılır. Bu nedenle Patanjali’nin mantıklı olduğunu söylüyorum. O mantıklı bir felsefeci değil, o sadece mantıklı ve pratik bir adamdır.

Böylece bedende ne oluyorsa, zihinde de aynısı oluyor ve tersine; zihinde ne oluyorsa, bedende de aynısı oluyor. Beden hareket etmiyor ve bir duruşa varabiliyorsan; bedenine “Sus!” diyebiliyorsan, zihin de sessiz kalacaktır. Gerçekte zihin hareket etmeye başlar ve bedeni hareket ettirmeye çalışır, çünkü beden hareket ediyorsa, zihin de hareket edebilir. Hareket etmeyen bir bedende zihin de hareket edemez; hareket eden bir bedene ihtiyaç duyar.

Beden hareket etmiyorsa, zihin de hareket etmiyordur; bir merkeze yoğunlaşmışsındır. Bu hareketsiz duruş sadece fizyolojik bir eğitim değil, bir merkeze yoğunlaşma durumunun meydana gelebileceği ve içinde disipline edildiğin bir durumu yaratmak için kullanılır. Bir merkeze yoğunlaştığında, var olmanın ne anlama geldiğini bildiğinde, artık öğrenebilirsin, çünkü alçakgönüllü olacaksındır. Artık teslim olabilirsin. Artık hiçbir sahte ego yakana yapışmayacak, çünkü merkeze yoğunlaştığında bütün egoların sahte olduğunu bileceksin. O zaman başını eğebilirsin. İşte o zaman yeni bir disiplin doğmuş olur.

Bir mürit, güruha dahil olmayan, merkeze yoğunlaşmaya ve kristalize olmaya çalışan, en azından bunu deneyen; birey olmak, varlığını hissetmek ve kendi efendisi olmak için çaba gösteren, samimi bir çaba gösteren araştırmacıdır. Yoga’nın disiplini seni kendi kendinin efendisi yapma çabasından oluşur. Şu andaki halinle sadece birçok arzunun kölesisin. Birçok efendin var ve sen de sadece bir kölesin — ve birçok yöne çekiliyorsun.

Yoga, zihinsizlik halidir. Zihin sözcüğü burada her şeyi kapsar — egolarını, arzularını, umutlarını, felsefelerini, dinlerini, kutsal kitaplarını. Zihin bunların hepsini kapsar. Düşünebileceğin her şey zihindir. Bilinen her şey, bilinebilecek her şey, bilinecek her şey zihin dâhilindedir. Zihnin durması, bilinenin durması, bilineceklerin durması anlamına gelir. Bilinmeze bir atlayıştır. Zihin yoksa bilinmeyenin içindesin. Yoga, bilinmeyene bir atlayıştır. Aslında bilinmeyen demek doğru olmaz, daha çok bilinemeyen.

Zihin nedir? Zihin orada ne yapar? Nedir? Genelde, zihnin kafamızın içinde maddesel bir şey olduğunu düşünürüz. Patanjali buna katılmıyor, zihnin içini öğrenen hiç kimse de buna katılmayacaktır. Modern bilim de buna katılmıyor. Zihin, kafamızın içinde maddesel bir şey değildir. Zihin sadece bir fonksiyon, sadece bir faaliyettir.

Sen yürüyorsun ve ben yürüdüğünü söylüyorum. Yürüyen nedir? Sen durduğunda, yürüyüş nerde kalır? Sen oturduğunda, yürüyüş nereye gitmiş olur? Yürümek, maddesel bir şey değildir; bir faaliyettir. Bu nedenle sen otururken, hiç kimse “Yürüyüşünü nereye bıraktın? Daha şimdi yürüyordun; öyleyse yürüyüşün nereye gitti?” diye sormayacaktır. Gülersin. Sonra da, “Yürüyüş maddesel bir şey değildir, sadece bir faaliyettir. Ben yürüyebiliyorum. Yine yürüyebilirim ve durabilirim de. Bu bir faaliyettir.” diyeceksin.

Zihin de faaliyettir, ama zihin sözcüğü nedeniyle sanki maddesel bir şey varmış gibi görünür. Buna “zihinlemek” demek daha doğru olur — tıpkı yürümek gibi. Zihin, zihinlemek demek, zihin düşünmek demek. Zihin bir faaliyettir.

Patanjali’nin tanımı şöyledir.

Yoga, zihnin durmasıdır.

Zihin yoksa, Yoga’nın içindesin demektir. Zihin varsa, Yoga’nın içinde değilsin demektir. Böylece tüm o duruşları yapabilirsin, ama zihnin çalışmaya devam ederse, düşünmeye devam edersen, Yoga’nın içinde değilsin. Yoga, “zihinsizlik” durumudur. Herhangi bir duruşa gerek kalmadan, zihinsiz olabiliyorsan, mükemmel bir Yogi olmuşsundur. Birçok kişi, bunu herhangi bir duruş yapmadan başarmıştır ve birçoğu birçok kez duruşları yaptıkları halde, bunu başaramamışlardır.

Anlaşılması gereken temel nokta şudur: düşünme faaliyeti yoksa, oradasın. Zihin faaliyeti yoksa, düşüncelerin yok olup gitmişse, ki yok olup gittiklerinde sadece birer bulut gibidirler, varlığın, tıpkı gökyüzü gibi, ortaya çıkar. Aslında daima oradadır — sadece bulutlarla, düşüncelerle kaplanmıştır.

Patanjali der ki: Sadece bak!

Zihnini bırak gitsin, bırak zihnin ne yaparsa yapsın. Sadece bak. Müdahale etme. Sen sadece bir şahit ol, ilgisi olmayan bir seyirci, sanki zihin sana ait değilmiş gibi, sanki seni ilgilendirmiyormuş, sanki senin işin değilmiş gibi. Hiç üzerine alınma! Sadece bak ve bırak zihnin uçsun gitsin. Zihnin, geçmişin devinirliği yüzünden, daima akıp gitmesine yardımcı olduğun için akıp gider. Faaliyetin kendi momenti vardır, o yüzden akar. Sen işbirliği yapma. Sadece seyret ve bırak zihnin akıp gitsin.

Birçok kez, belki milyonlarca kez işbirliği yapmışsındır, ona yardımcı olmuşsundur, ona kendi enerjini vermişsindir. Nehir kısa bir süre için akacaktır. İşbirliği yapmadığın, sadece ilgisizce seyrettiğin takdirde — Buda’nın buna taktığı isim “kayıtsız”dır, upeksha: Hiç ilgi göstermeden bakmak, sadece bakmak, hiçbir şekilde hiçbir şey yapmamak — zihnin bir süreliğine akacak ve kendiliğinden duracaktır. Devinirliği kaybolduğunda, enerji akıp gittiğinde, zihin duracaktır. Zihin durduğunda, Yoga’nın içindesin. O disipline erişmişsin.

Zihninle kendini özdeşleştirmeden, yargılamadan, takdir etmeden, ayıplamadan, seçim yapmadan, sadece bakabiliyorsan — sadece bakarsın ve zihin akıp gider ve zihnin kendi kendine durduğu bir zaman gelir.

Zihin yoksa, tanıklığınla baş başa kalırsın. O zaman bir tanık olursun.

O zaman bir yapıcı değilsin, bir düşünür değilsin. Sadece ve sadece bir varlıksın, saf varlık, varlığın en safı. O zaman tanıklık kendi içinde kurulur.
 

Olgunluk : Sevgi Artı Farkındalık Eşittir Varlık

Sevgi manevi gelişim için bir zorunluluktur. Ve buna ilaveten sevgi bir ayna gibi işlev görür.  Seni seven bir insanın gözlerinde kendi yüzüne bakmadığın sürece kim olduğunu bilmen çok zordur. Tıpkı fiziksel yüzünü görmek için aynaya bakmak zorunda olduğun gibi, manevi yüzünü görmek için de sevgi aynasına bakmak zorundasın. Sevgi manevi bir aynadır. O seni besler, seni bütünler, seni içsel yolculuğa hazır hale sokar, sana hakiki yüzünü hatırlatır.

Derin sevgi anlarında yansımalar halinde geliyor bile olsa hakiki yüzün anlık görüntüleri vardır. Tıpkı bir dolunay gecesi Ayın gölde, dingin bir gölde yansımasını görmen gibi, aynı şekilde sevgi de bir göl gibi işlev görür. Gölde yansıyan Ay gerçek Ayı arayışın başlangıcıdır. Gölde yansıyan Ayı hiç görmemiş olsaydın hakiki Ayı hiç aramayabilirdin. Tekrar tekrar Ayı aramaya göle gideceksin çünkü başlangıçta gerçek Ayın orada olduğunu; gölün dibinde, aşağılarda bir yerlerde olduğunu düşüneceksin. Defalarca dalacaksın ve yukarı boş ellerle çıkacaksın; Ayı orada bulamayacaksın.

Sonra bir gün belki de bu Ayın sadece bir yansıma olduğu aklına gelecek. Bu muhteşem bir kavrayıştır; ancak o zaman yukarı doğru bakabilirsin. Şayet bu bir yansımaysa o zaman Ay nerede? O tam zıt yönüne bakman gereken bir yansımadır. Yansıma gölün derinlerindeydi; gerçeğiyse gölün üzerinde bir yerde olmak zorunda. İlk kez yukarı doğru bakarsın ve yolculuk başlamıştır.

Sevgi sana meditasyonun anlık görüntülerini, Ayın göldeki yansımalarını sunar; onlar yansımalar olduğundan Ayın kendisi değildir. O nedenle sevgi hiçbir zaman seni tatmin etmez. Aslında, sevgi seni giderek daha çok tatminsiz, hoşnutsuz yapacaktır. Sevgi giderek daha da çok sana neyin mümkün olduğunu fark ettirir ama malın kendisini sana teslim etmez. O seni hayal kırıklığına uğratır ve yalnızca derin hayal kırıklığı halinde kendi varlığına dönmen mümkündür. Yalnızca sevgililer meditasyonun keyfini bilirler. Hiç sevmemiş olanlar ve sevgide hiç hayal kırıklığı yaşamamış olanlar, Ayı ararken sevgi gölüne hiç dalmamış ve hiç hayal kırıklığına uğramamış olanlar gökteki gerçek Aya hiç bakmayacaklar. Onun farkına hiç varmayacaklar.

Seven kişinin eninde sonunda dindar olması kaçınılmazdır. Ancak sevmeyen kişi — örneğin, kimseyi sevemeyen, sadece gücü seven politikacı — hiçbir zaman dindar olmayacaktır. Yahut paraya takıntısı olan kişi — sadece parayı seven kişi, yalnızca bir tek sevgi, para sevgisini bilen kişi — hiçbir zaman dindar olmayacaktır. Pek çok nedenden onun için bu çok zor olacaktır. Paraya sahip olunabilir; parayı eline alıp ona sahip olabilirsin. Paraya sahip olmak kolaydır, bir sevgiliye sahip olmaksa zordur; hatta imkânsızdır. Sahip olmaya çalışacaksın ama yaşayan bir kişiye nasıl sahip olabilirsin? Yaşayan kişi her fırsatta direnecektir, en azından mücadele edecektir. Hiç kimse özgürlüğünü yitirmek istemez.

Sevgi özgürlük kadar değerli değildir. Sevgi muhteşem bir değerdir ama özgürlükten yüksekte değildir. O yüzden kişi seviyor olmayı ister ama sevgi tarafından hapsedilmek istemez. Bu nedenle er ya da geç hayallerinin yıkılmış olduğunu hissedersin. Sahip olmaya çalışırsın ve ne kadar sahip olmaya çalışırsan sevgi de o kadar imkânsızlaşır ve diğeri senden giderek daha çok uzaklaşmaya başlar. Ne kadar az sahip olursan, diğerine o kadar yakın hissedersin. Eğer hiç sahip olmazsan, eğer âşıklar arasında akmakta olan bir özgürlük varsa muhteşem bir aşk vardır.

Her şeyden önce, bir insana sahip olma çabası başarısız olmaya mahkûmdur. Bu başarısızlığın içerisinde kendine doğru savrulacaksın. İkincisi, bir kimseye sahip olmamayı öğrenmişsen, özgürlüğün sevgiden daha yüksek bir değer, sevgiden çok çok daha üstün bir değer olduğunu öğrenmişsen, er ya da geç özgürlüğün seni kendine getirdiğini göreceksin, özgürlük senin farkındalığın, meditasyonun haline gelecek.

Özgürlük meditasyonun diğer yüzüdür. Ya özgürlükle başla ve farkında olacaksın ya da farkındalıkla başla ve özgürleşeceksin. Birlikte hareket ederler. Sevgi alttan alta bir çeşit köleliktir ama gerekli bir deneyimdir, olgunluk için çok gereklidir.

Margery Williams’ın güzel kitabı The Velveteen Rabbit’te (Pelüş Tavşan) sevgi yoluyla gerçek olmanın çok güzel bir tanımlaması vardır.

Tavşan bir gün “Gerçek nedir?” diye sordu. “İçinde vızıldayan bir şeylerin ve bir tutamacının olması anlamına mı gelir?”

“Gerçek senin neyden yapıldığın değildir.” dedi Zayıf At. “O senin başına gelen bir şeydir. Bir çocuk seni çok, çok uzun zamandır sevdiğinde, yalnızca oynamak değil ama gerçekten sevdiğinde, o zaman Gerçek olursun.”

“Canım yanar mı?” diye sordu Tavşan.

“Bazen.” dedi Zayıf At, her zaman dürüst olduğu için. “Gerçek olduğunda canının yanmasını umursamazsın.”

“Hepsi bir anda olup dayanılmaz bir hal mi alır, yoksa azar azar mı olur?” diye sordu.

“Hepsi bir anda olmaz.” dedi Zayıf At. “O hale gelirsin. Uzun zaman alır. Bu yüzden kolayca kırılan ya da keskin kenarları olan veya dikkatlice korunması gereken insanların başına sıklıkla gelmez. Genellikle Gerçek olana kadar tüylerinin çoğu sevilirken yolunmuş ve gözlerin düşmüş ve bağlantı yerlerin gevşemiş olur, çok pejmürde bir hal almış olursun. Ancak bunların hiçbir önemi yoktur çünkü bir kez Gerçek olduğunda — sadece anlayamayan insanların haricinde — çirkin olamazsın. Bir kez Gerçek oldun mu bir daha sahte olamazsın. O sonsuza dek sürer.”

Sevgi seni gerçek yapar; aksi takdirde sadece bir fantezi, içinde madde olmayan bir hayal olarak kalırsın. Sevgi sana maddeyi verir, sevgi sana bütünlük verir, sevgi seni özünle bir yapar. Ancak bu, yolun sadece yarısıdır; diğer yarısı meditasyonda, farkındalıkta tamamlanmalıdır. Fakat sevgi seni diğer yarıya hazırlar. Sevgi başlangıçtaki yarıdır ve farkındalık ise sondaki yarıdır. Bu ikisinin arasında Tanrıya erişirsin. Sevgi ve farkındalık arasında, bu iki yaka arasında varlığın ırmağı akar.

Sevgiden kaçma. Tüm acılarıyla onun içinden geç. Evet, acıtır ama âşıksan umursamazsın. Aslında tüm bu acılar seni güçlendirir. Bazen gerçekten çok kötü, berbat bir şekilde canın yanar ama tüm bu yaralar seni kışkırtmak için, sana meydan okumak için, seni daha az uyur halde tutmak için gereklidir. Tüm bu tehlikeli durumlar seni tetikte tutmak için gereklidir. Sevgi zemini hazırlar ve meditasyon tohumu ise sevgi toprağında ve sadece sevgi toprağında büyüyebilir.

O yüzdendir ki, korku yüzünden dünyadan kaçan kişiler hiçbir zaman meditasyonu bulamazlar. Himalaya mağaralarında hayatlar boyunca birlikte oturabilirler; meditasyonu bulamayacaklar. Bu imkânsızdır; onu kazanamadılar. İlk olarak dünyada onu kazanmalısın; önce zemini hazırlamalısın. Ve zemini hazırlayan ise sadece sevgidir.

O nedenle ben dünyadan vazgeçmende ısrarcı değilim. Onun içinde ol, onun meydan okumalarını kabul et, onun tehlikelerini, acılarını, yaralarını kabullen. İçinden geç. Ondan kaçma, kestirme bir yol aramaya çalışma çünkü öyle bir şey yok. Bu bir mücadele, çetin bir şey, yokuş yukarı doğru bir görev ama kişi böyle böyle zirveye ulaşır.

Ve bu, zirveye bir helikopterle bırakılmış olmaktan çok daha fazla, çok çok daha fazla zevk verir çünkü o zaman oraya gelişmemiş olarak ulaşmışsındır; ondan zevk almayacaksın. Aradaki farkı bir düşün. Everest’e ulaşmak için çok sıkı çalışırsın. O çok tehlikelidir; yolda ölmek için her türlü olasılık vardır, zirveye hiçbir zaman ulaşamamanın bin bir türlü olasılığı, tehlikeleri, rizikoları vardır. Her adımda ölüm seni bekliyor, başarılı olmaktan çok yenilgiye uğramanın pek çok olasılığı ve bir sürü tuzak. Yüz olasılığın içinde varabilme olasılığı sadece bir tane. Fakat zirveye yaklaştıkça içinde yükselen zevk çoğalıyor. Ruhun yükseklerde uçuyor. Onu sen kazandın, o bedava değil. Ve ona daha çok ödedikçe, ondan daha çok zevk alacaksın. O zaman hayal et; bir helikopterden zirveye bırakılabilirdin. Zirvede duracaktın ve çok aptal, salak görünecektin; orada ne yapıyorsun öyle? Beş dakika içinde işin bitecekti, “Tamamdır, onu gördüm! Pek bir şey yok burada!” diyecektin.

Yolculuk hedefi yaratır. Hedef yolculuğun sonunda bir yerde oturmuyor, yolculuk her adımında onu yaratıyor. Yolculuğun kendisi hedeftir. Yolculuk ve hedef birbirinden ayrı değil, onlar iki ayrı şey değil. Son tüm yola yayılmış durumda; tüm araçlar sonu içinde barındırıyor.

O nedenle hiçbir zaman yaşama, canlı olma, sorumlu olma, kendini adama, ilgili olma fırsatlarının hiçbirini kaçırma. Bir korkak olma. Yaşamla yüzleş, onunla karşılaş. Ve yavaş yavaş içinde bir şeyler kristalize olacak.

Evet bu zaman alır. Zayıf At haklı: “Genellikle Gerçek olana kadar tüylerinin çoğu sevilirken yolunmuş ve gözlerin düşmüş ve bağlantı yerlerin gevşemiş olur, çok pejmürde bir hal almış olursun. Ancak bunların hiçbir önemi yoktur çünkü bir kez Gerçek olduğunda çirkin olamazsın. Sadece anlayamayan insanlar haricinde... Bir kez Gerçek oldun mu bir daha sahte olamazsın. O sonsuza dek sürer.” O sonsuzdur.

Ancak, kişi onu kazanmalıdır. Tekrarlayayım: Hayatta hiçbir şeyi bedava elde edemezsin. Ve şayet elde edersen de işe yaramaz. Ödemelisin ve ne kadar çok ödersen ondan o kadar çok yararlanırsın. Eğer tüm yaşamını sevgi için riske edersen, elde ettiğin şey muhteşem olacaktır. Sevgi seni kendine döndürür; sana biraz meditasyon yansıması verecektir. İlk meditasyon anları sevgide gerçekleşir. Ve o zaman bu enstantanelere, sadece enstantanelere de değil, o deneyimlere ulaşmak için içinde muhteşem bir arzu yükselir, böylece o hallerde sonsuza ve sonsuza dek yaşayabilirsin. Sevgi sana meditasyonu tattırır.

Sevgi dolu, orgazmik bir deneyim samadhi’nin, sonsuz mutluluğun ilk deneyimidir. O seni daha çok susatır. Artık neyin mümkün olduğunu biliyorsun ve artık sıradan olanla tatmin olamazsın. Kutsal olan içine nüfuz etti, kutsal olan kalbine ulaştı. Tanrı kalbine dokundu, sen de bu dokunuşu hissettin. Artık sonsuza dek bu anın içinde yaşamak istersin, bu anın senin tüm yaşamın olmasını istersin. Öyle de olur ve öyle olmadığı sürece insan doyuma ulaşmadan kalır.

Bir taraftan sevgi sana muhteşem keyifler sunacak ve diğer taraftan da sana hiç bitmeyen mutluluk için bir susamışlık bahşedecek.
 

Altın Gelecek : Öteki Dünyaya Açılan Kapı — Usta

Bir keresinde Katmandu’da size müridin ustaya duyduğu ihtiyacı sor- muştum. Sonra da ustanın da müride ihtiyacı olup olmadığını sormuştum ve siz üzerime, gözyaşlarıyla karşıladığım, bilinmez bir çiçeğin yaprak- ları gibi sözcükler yağdırmıştınız.

Lütfen bize ustanın müride duyduğu ihtiyaçtan söz edebilir misiniz? Siz varoluşun bizim özlemimizi giderdiği cisimsiz cisim değil misiniz? Biz de bir şekilde sizin gıdanız, besininiz değil miyiz?

Katmandu’da soruna yanıt olarak neler söylediğimi hatırlamıyorum. Ben hiçbir zaman söylediğim hiçbir şeyi hatırlamam. Bunun sayesinde sorumluluğum sürüyor. Bir şeyi tekrar edemem çünkü hatırlamıyorumdur. Ben yalnızca şu anda sorulmuş olan soruya ve onu sorana yanıt verebilirim.

Katmandu’yla şu an arasında ne sen aynı sen, ne de ben aynı ben olarak kaldık. Ve Ganj nehrinden ne sular akıp geçti, demek ki her türlü tekrar daima zamanın gerisinde kalır. Her türlü tekrar ölüdür, canlı değil.

Tüm insanlığın yalnızca yaşıyormuş rolü yapıp aslında derinlerde ölü olmasının nedeni de budur; yanıt vermenin dilini unutmuştur. Yalnızca tepki vermenin dilini bilir. Hafızaya göre davranır. Anın farkındalığına, şu an ve buraya göre davranmaz. Geçmişle doludur.

Dünyadaki milyonlarca insan için şimdiki zaman yoktur. Milyonlarca insan şimdinin tadını bilmeden yaşarlar. Ve geçmişle dolu olduğunda bir mezarlığa dönüşürsün. Geçmiş ne kadar güzel olursa olsun yine de ölüdür. Ve dans edemediği, şarkı söyleyemediği, soluk alamadığı sürece güzelliğin bir anlamı yoktur.

Ben buradayım, sen buradasın öyleyse Katmandu’yu buraya taşımak niye? Sen aslında aynı yanıtı yeniden duymak istiyorsun ama bu imkânsız Sarjano. Beni bağışlaman lazım çünkü söylediklerimin tek bir kelimesini bile hatırlamıyorum. Katmandu benim için en uzaktaki yıldızlar kadar uzakta, sanki başka bir hayatta yaşanmış gibi.

Biz hala hayattayken zamanını boşa harcamak niye? Yeni bir soru sorabilir ve yeni bir yanıt alabilirsin. Yenisi daha taze, daha iyi olacaktır. Yenisi daha olgun olacaktır.

Ama insanlar geçmişte yaşamak üzere yaşamaya alışıktır. Bu neredeyse onların doğası haline gelmiştir. Onları mezarlarından dışarıya sürükleyip, “Henüz ölmedin. Soluk al, hâlâ yaşıyorsun!” demek çok güçtür.

Yaşlı, Musevi bir adam karısına bir hediye almak üzere bir kuyumcuya girdi. “Bu ne kadar?” diye sordu satıcıya, gümüş bir haçı işaret ederek.

“Altı yüz dolar efendim.” diye yanıt verdi satıcı.

“Güzel.” dedi adam. “Peki üzerindeki akrobat olmadan ne kadara olur?”

İnsanlar geçmişi ne unutabilir ne de bağışlayabilir. İki bin yıl geçmiş olsa da İsa hâlâ Musevi zihniyetince kabul edilebilir değildir. İki bin yıl boyunca tek bir Musevi bile İsa’nın çarmıha gerilmesinden pişmanlık duyup, onu kendisinin de bir parçası olduğu bir suç eylemi olarak kabul etmemiştir. Museviler’in kitabında İsa’yla ilgili tek bir satır bile olmayışı şaşırtıcıdır. Bu öylesine değersiz bir mevzudur. Bizim yaşama karşı yaklaşımımız da işte böyledir.

Ustanın müride duyduğu ihtiyaç ve bunun tam tersi nedir, diye soruyorsun. Bu sorunun sıkıştırılmış hali şöyledir: “Aşk âşık olanda mı yoksa âşık olunanda mı varolur? Yoksa aşk ikisinin uyumunda mıdır?”

Yalnızca “ben” veya “sen”in olmadığı o ender anlarda aşk çiçek açar. O ne âşıkta ne de âşık olunanda değil, ikisinin arasındaki ayrımın kayboluşunda varolur. Tüm âşıkların hayal kırıklığına uğramaları da bundandır çünkü organik olarak bir saniyeden uzun bir süre bir olarak kalamazlar. Küçük bir şey olur ve ayrım geri döner; orada beklemektedir. Eğer yirmi dört saat içinde yirmi dört saniyeliğine organik bir birlik ve uyum yakalayabiliyorsanız, kendinizi son derece kutsanmış ve müthiş derecede zengin hissetmeniz gerekir.

Usta ve müridi arasındaki durum da aynıdır. Müridin ustadan ayrı olduğunu unuttuğu, ustanın içinde eridiği ve onunla birleştiği o sessizlik ve birlik anlarında aşktan daha yüce, aşktan ve birliktelikten daha derin bir şey varolur.

Usta zaten varoluşla birleşmiştir. Ustayla birleştiğinde aslında varoluşun kendisiyle birleşmiş olursun. Usta yalnızca bir kapı görevi görür, kapı yalnızca bir boşluktur ve onun içinden geçersin.

Usta öteki dünyaya açılan bir kapıdır.

Ve bu öteki dünya organik bir birlik içinde, birleşme, usta ve müridin birbirinin içinde erimesi içinde varolur. Bu aşkın en yüce biçimidir. Bu en büyük dua, en derin şükran, ve insan bilincinin yaşayabileceği en esrik deneyimdir.

Usta tek başınayken bir şeyi eksiktir; hiçbir nehrin içine akmadığı bir okyanus gibidir. Mürit ise usta olmaksızın hiç kimse değildir. Ustayla ise tüm varoluşa dönüşür. İkisi de birliktelikleri sayesinde tamamlanırlar. Ve bu birliktelik bedene veya zihne değil de içinde zihinden öte olana özgü olduğu için ona erişip asla kaybetmemek mümkündür.

Aşk her zaman inişli çıkışlı, bir an neşeliyken, bir sonraki anda hüzünlüdür. Oysa bizim söz ettiğimiz aşk — iki ruhun, iki varlığın arasındaki aşk — yalnızca başlar, asla sona ermez.

Ustalar genelde bu söylediğimi kabul etmezler ama bunu kabul etmemeleri, dürüst olmadıkları anlamına gelir. Ve dürüst değillerse, nasıl usta olabilirler?

Ustalar hiçbir şeye ihtiyaçları yokmuş, size, sizin gözlerinize, kalp atışınıza, aşkınıza, sizin birleşmenize ve buluşmanıza ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlar. Bu bencilce bir tavır. Ve her kim hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi davranırsa o bir usta değil, yalnızca öğretmendir. Onun kendisinin de mürit olmaya ihtiyacı vardır. Bir çok güzel hakikati işitmiş ama kendi adına hiçbir şey yaşamamıştır.

Gerçek bir usta, kendi dürüstlüğünden, tevazusundan ötürü, her türlü ihtiyacın ötesinde olmadığını kabul eder. Elbette onun ihtiyaçları son derece manevi ihtiyaçlardır.

O paylaşamazsa yaşayamaz. O şekilde varolması bile imkânsızdır çünkü uykuda olan insanları uyandırmadığı, sefalet içinde olan insanları danseden güllere çevirmediği takdirde varlığı tüm anlamını yitirir. Onların doyuma ulaşması sayesinde o tekrar tekrar aydınlanacaktır. Onun aydınlanması kazara olmamıştır: Gerçek usta her an sürekli olarak aydınlanmaktadır. Onun aydınlanması bir gelişme, ebedi bir gelişim sürecidir; yoksa dünya çok daha yoksul olurdu ... ki zaten yoksuldur.

Eğer Gautam Buda’nın hiçbirşeye ihtiyacı olmasaydı 42 yıl boyunca her yeri dolaşmak, anlayamayacaklarını çok iyi bildiği halde insanlarla konuşmak, çok zorlu bir görev olurdu. Bunu neden yapmıştır? Çünkü çaresizdir, yapmak zorundadır. Bu kendi aydınlanmasının özünden gelen bir davranıştı.

Önceden, özlemini duyduğu şey aydınlanmakken, artık tüm dünyayı aydınlatmanın özlemini duyuyordu.
 

Sezgi : Yokluktan Varlığa Çıkan Bir Sıçrama — Sezgi

Sezgi herhangi bir araca ihtiyaç duymadan dolaşır. O yüzden bir sıçramadır; o yüzden bir zıplamadır. Bir noktadan bir başka noktaya arada herhangi bir bağlantı olmaksızın sıçrar.

Eğer ben sana adım adım gelirsem bu bir sıçrama değildir. Ancak eğer sana herhangi bir adım atmadan gelirsem sıçramış olurum. Gerçek bir sıçrama ise daha derindir. Bu A noktasında varolan bir şeyin, sonra B noktasında varolması ve ikisinin arasında varlığının bulunmaması demektir. Gerçek sıçrayış budur.

Sezgi bir sıçramadır. Sana adım adım gelen bir şey değildir. Sana gelen değil, sana olan bir şeydir. Herhangi bir kaynağı olmayan ve etrafında herhangi bir delil yaratmayan bir oluş. Bu ani oluş sezgidir.

Eğer ani olmasa, daha önce yaşananlarla bağlantılı olsa, o zaman muhakemenle bir yol keşfedebilirsin. Bu zaman alır ancak yapılabilir.

Muhakemen, onu idrak etme, anlama ve kontrol etme kapasitesine sahiptir. O zaman bir gün, tıpkı radyo ya da televizyon gibi sezgi alıcısı bir cihaz geliştirilebilir.

Eğer sezgi ışın ya da dalgalarla gelseydi onları tespit edecek bir cihaz yapabilirdik. Ancak hiçbir cihaz sezgiyi algılayamaz, çünkü bir dalga olgusuna sahip değildir. Zaten bir olgu da değildir. Sadece yokluktan varlığa çıkan bir sıçramadır.

Sezgi tamamen budur. O yüzden de muhakeme onu inkâr eder. Muhakeme onunla karşılaşma kapasitesine sahip olmadığı için onu yok sayar. Muhakeme sadece nedensellik ve etkinliğe bölünebilen olgularla karşılaşabilir.

Muhakemeye göre sadece iki varlık boyutu bulunur, bilinen ve bilinmeyen. Bilinmeyen, şu anda bilinmemesine rağmen bir gün bilinecek şeyleri kapsar. Ancak mistisizm üç boyut olduğunu söyler: Bilinen, bilinmeyen ve bilinemeyecek olan. Bilinemeyecek olanla mistik, bilinmesi mümkün olmayan şeyleri ifade eder.

Aklımız bilinen ve bilinmeyenle ilgilidir, bilinemeyenle değil. Sezgi ise bilinemeyenle, yani bilinmesi mümkün olmayanla çalışır. Belli bir zamandan sonra bilinecek bir şey değildir. Bilinemezlik onun temel niteliğidir. Burada söz konusu olan cihazlarının yeterince hassas olmaması, mantığının yetmemesi ya da matematiğinin yeterince gelişmemiş olmaması değildir. Bilinemeyenin temel niteliği, bilinemezliktir. Her zaman bilinmeyen olarak varolacaktır.

Sezginin boyutu işte budur.

Bilinemeyenden bir şeyi hissettiğin zaman bu bir sıçramadır, herhangi bir bağ ya da yol yoktur. Bir noktadan diğerine geçiş yoktur. Bunu kavramak imkansız görünür. O yüzden sana, bunu hissedebilir ama anlayamazsın dediğim zaman, bu tip şeyler söylediğim zaman, aslında saçmaladığımı çok iyi biliyorum. “Saçmalık” duyularımız tarafından anlayamadığımız şeylerdir ve zihnimiz de bir duyudur. En arka planda kalan duyumuz.

Sezgi mümkündür çünkü bilinemeyen vardır. Bilim bunun varlığını reddeder çünkü onun için “sadece tek bir ayrım vardır, bilinen ve bilinmeyen. Eğer bir Tanrı varsa, onu laboratuvar çalışmalarıyla keşfederiz. Eğer varsa, bilim onu keşfeder” der.

Diğer taraftan bir mistik ise “ne yaparsanız yapın, varlığın temelinde bulunan bir şey bilinemeyen, bir gizem olarak kalacaktır” der. Eğer mistikler haklı değilse, bilim hayatın tüm anlamını yok edecektir. Eğer bir gizem yoksa, hayatın bütün anlamı ve bütün güzelliği yok olur.

Bilinemeyen bir güzelliktir; bir anlam, bir ilham, bir amaç. Bilinemeyen sayesinde hayatın bir anlamı vardır. Her şey bilindiği zaman hiçbir heyecan kalmaz, bıkar ve sıkılırsın.

Bunun sırrı bilinemeyendir; hayatın kendisidir.

Şunu söyleyeceğim:

Muhakeme yürütme olgusu, bilinmeyeni öğrenme çabasıdır. Sezgi ise bilinemeyenin bir olgusudur. Bilinemeyene ulaşmak mümkün, ancak açıklamak mümkün değildir.

Hissetmek mümkündür, açıklamak değildir. Sen açıklamaya çalıştıkça muhakeme duvarı daha da yükselir, o yüzden çalışma. Bırak muhakeme kendi sahasında çalışsın. Bu arada daha derin boyutlar olduğunu sakın unutma. Muhakemenin anlayamayacağı daha derin nedenler var. Muhakemenin kavrayamayacağı daha yüksek nedenler.
 

Farkındalık : Tek Günah — Farkında Olmamak

Heraklit insanın en derin sorununa parmak basar; bu da, uyanıkken bile derin uykuda olduğudur.

Uyurken uyursun ama uyanıkken de uyursun. Bunun anlamı nedir? Çünkü Buda bunu söyler, İsa bunu söyler, Heraklit bunu söyler. Uyanık gibi görünüyorsun ama bu sadece görüntüdür; içinin derinliklerinde uyku devam etmekte.

Şu an dahi içinde rüya görmektesin. Bin bir tane düşünce akıp gitmekte ve sen ne olduğunun bilincinde bile değilsin, ne yaptığının farkında değilsin, kim olduğunun farkında değilsin. İnsanların uykusunda yaptığı şekilde davranıyorsun. Uykusunda dolanıp, şunu-bunu yapıp tekrar uykusuna dönen birilerini duymuş olmalısın. Uyurgezerlik denilen hastalık vardır. Bazı insanlar gece yataklarından kalkarlar; gözleri açıktır, hareket edebilirler. Dolaşabilirler, kapıyı bulabilirler. Mutfağa gidip bir şey yiyecekler; geri dönüp yatağa girecekler. Ve sabah onlara sorarsan gece hakkında hiçbir şey bilmezler. En fazla hatırlamaya çalıştıklarında, o gece uyanıp mutfağa gittiklerini rüyada gördüklerini söyleyeceklerdir. Ama her şeyden önce o bir rüyaydı; onu bile hatırlamak çok zordur.

Pek çok suç işlemiş insan; pek çok katil mahkeme esnasında böyle bir şeyi yaptıklarını hatırlamadıklarını ve hatta neden bahsedildiğini dahi bilmediklerini söyler. Mahkemeyi kandırmaya çalışmamaktalar, hayır. Artık psikanalistler onların kandırmaya çalışmadıklarını bulguladılar, onlar yalan söylemiyor, tamamen doğru söylüyorlar. Cinayeti işlediler — çok derin uykudayken işlediler — rüyadaymış gibi. Bu uyku normal olandan daha derindir. Bu uyku sarhoşluk gibidir: Biraz hareket edebilirsin, biraz bir şeyler yapabilirsin, birazcık farkında da olabilirsin ama körkütük sarhoşsun. Gerçekten ne olduğunu bilmiyorsun.

Geçmişinde neler yaptın? Aynı şekilde yeniden anımsayabilir misin onu, neden yaptığını, ne yaptığını? Sana ne oldu? O olurken uyanık mıydın? Neden olduğunu bilmeden âşık oluyorsun; neden olduğunu bilmeden kızıyorsun. Bahaneler buluyorsun elbette; yaptığın her şeyi mantıklı hale sokuyorsun ama mantıklı olmak farkındalık değildir.

Farkındalık, anda olan her şeyin tam bir bilinçlilikle gerçekleşiyor olması anlamına gelir; sen orada mevcutsun. Kızgınlık gerçekleşirken sen orada mevcut olursan kızgınlık oluşamaz. O sadece sen derin uykudayken gerçekleşebilir. Sen orada olursan varlığında hemen bir dönüşüm olmaya başlar çünkü sen oradaysan, farkındaysan pek çok şey mümkün değildir. Günah denilen tüm şeyler sen farkındaysan mümkün değildir. Dolayısıyla gerçekte sadece tek bir günah vardır o da farkında olmamaktır.

İngilizce’si “sin” olan günah sözcüğünün orijinali kaçırmak anlamına gelir. Yanlış bir şey yapmak anlamına gelmez; kaçırmak, orada olmamak anlamına gelir. “Sin” sözcüğünün İbranice’deki kökü “miss” (kaçırmak) anlamına gelir. Bu bazı İngilizce sözcüklerde geçer: “misconduct, (zina, ahlaksızlık, görevi kötüye kullanmak) misbehavior (terbiyesizlik, kötü davranış)” Kaçırmak, orada olmamak demektir, bir şeyi kendini tam vermeden yapmaktır; tek günah budur. Ya tek erdem? Bir şey yaparken tamamıyla dikkatlisin; Gurdjieff’in kendini-anımsamak dediği şey, Buda’nın doğru şekilde dikkatli dediği şey, Krishnamurti’nin farkındalık dediği şey, Kabir’in surati dediği şey budur.

Hiçbir şeyi değiştirmeye ihtiyacın yok ve değiştirmeye çalışsan da zaten yapamazsın. Kendinde pek çok şeyi değiştirmeye çalışıp duruyorsun. Başarılı oldun mu? Kaç sefer tekrar kızgın olmamaya karar verdin? Kararına ne oldu? Zamanı geldiğinde tekrar aynı tuzaktasın: Kızarsın ve kızgınlık gittiğinde tekrar pişmanlık duyarsın. Bu bir kısırdöngüye dönüştü: Kızıyorsun ve sonra pişman oluyorsun ve sonra da tekrar aynı şeyi yapmaya hazırsın.

Unutma, pişmanlık duyarken dahi orada değilsin, pişmanlık da günahın parçası. Bu nedenle hiçbir şey olmaz. Denemeye ve denemeye devam eder durursun, pek çok kararlar alırsın ve yeminler edersin ama hiçbir şey olmaz; sen aynı kalırsın. Doğduğun zamankiyle tamamen aynısın, küçücük bir değişiklik dahi gerçekleşmedi sende. Denemedin değil, yeterince denemedin değil; denedin ve denedin ve denedin. Başaramazsın çünkü bunun gayret etmekle bir alakası yok. Daha çok çaba yardımcı olmaz. Çabayla değil, dikkatli olmakla ilgisi var.

Dikkatli olursan pek çok şey senin onları bırakmana gerek kalmadan gider. Farkındalıkta belli şeyler mümkün olmaz. Ve bu benim tanımlamamdır, başka bir kriter de yoktur. Eğer farkındaysan aşka düşemezsin; bu durumda aşka düşmek bir günahtır. Aşık olursun ama bu düşüş gibi olmaz, yükselmek gibi olur. Neden aşka düşmek terimini kullanırız? O düşmektir; yükselmezsin, düşersin. Farkında olursan düşmek mümkün olmaz, âşıkken bile. İmkânsızdır; yalnızca imkânsız. Ve aşkta yükselmek aşka düşmekten tamamıyla farklı bir olgudur. Aşka düşmek bir rüya halidir. Bu nedenle âşık insanlar diğerlerine nazaran daha fazla uykudadır, sarhoştur, rüya alemindedir; bunu gözlerinden anlayabilirsin. Bunu gözlerinden anlayabilirsin çünkü gözleri uykuludur.

Aşkta yükselen insanlar tamamen farklıdır. Onların artık rüyada olmadıklarını görebilirsin, onlar hakikatle yüzleşirler ve onun aracılığıyla gelişirler.

Aşka düşerek bir çocuk olarak kalırsın; aşkta yükselerek olgunlaşırsın. Ve yavaş yavaş aşk bir ilişki olmaktansa varlığının bir parçası haline gelir. O zaman onu sevmek ve bunu sevmemek yoktur, hayır; sevgisin sadece. Yakınına gelenler kim olursa olsun onlarla paylaşırsın. Ne olursa olsun sevgini verirsin ona. Bir taşa dokunursun ve ona sanki sevdiğinin bedenini okşar gibi dokunursun. Ağaca bakarsın ve sanki sevgilinin yüzüne bakıyormuşsun gibi bakarsın. Bu bir varoluş şekli haline gelir. Sevmiyorsun; artık sen sevgisin. Bu yükselmektir, düşmek değil.

Onun aracılığıyla yükselirsen aşk güzeldir ve aşk onun aracılığıyla düşersen kirli ve çirkin hale gelir. Ve er ya da geç onun zehirli olduğunun kanıtlarını göreceksin. Kölelik haline gelir. Ona yakalanmış durumdasın, özgürlüğün ezilmiş durumda. Kanatların kesilmiştir; artık özgür değilsindir. Aşka düşerek bir mülkiyete dönüşürüsün; sahip olursun ve birisinin de sana sahip olmasına izin verirsin. Bir nesneye dönüşürsün ve aşka düştüğün diğer kişiyi de bir nesneye dönüştürmeye çalışırsın. Bir karı-kocaya bak: Her ikisi de birer nesneye benzemişlerdir, artık birer kişi değillerdir. Her ikisi de birbirine sahip olmaya çalışıyorlar. Sadece nesnelere sahip olunabilir, kişilere asla! Bir kimseye nasıl sahip olabilirsin? Nasıl bir insanı baskılarsın? Nasıl bir kimseyi bir mülkiyete dönüştürebilirsin? İmkânsız! Ama koca karısına sahip olmaya çalışıyor; karısı da aynı şey için uğraşıyor. O zaman çarpışma vardır, birbirlerine düşman oluverirler. O zaman birbirleri için ölümcül hale gelirler.

Nasreddin Hoca mezarlığın müdürlüğüne gitti ve müdüre şikâyette bulundu: “Çok iyi biliyorum ki eşimin mezarı bu mezarlıkta ama bir türlü bulamıyorum.”

Müdür kayıtları açtı ve, “Eşinizin ismi neydi?” diye sordu.

Nasreddin Hoca da: “Bayan Nasreddin Hoca,” dedi.

Müdür kayıtlarına baktı ve, “Bayan Nasreddin Hoca yok ama bir Nasreddin Hoca var. Özür dileriz galiba kayıtlarda bir karışıklık olmuş.” dedi.

Nasreddin Hoca: “Yanlışlık falan yok. Nasreddin Hoca’nın mezarı nerede? Çünkü her şey benim adıma yapılmıştır.”

Karısının mezarı bile!

Sahiplenmek... Herkes sevdiğine, sevgilisine sahip olmaya çalışıyor. Artık bu aşk değildir. Aslında birisine sahip olduğunda ondan nefret edersin, onu yok edersin, onu öldürürsün: Aşk özgürlük vermelidir; aşk özgürlüktür. Aşk sevileni çok, daha çok özgürleştirecektir, aşk kanatlar takacaktır ve aşk sonsuz gökyüzünü açacaktır. O bir hapishane, hücre haline gelemez. Ama bu aşkı sen bilmiyorsun çünkü sadece sen farkındaysan gerçekleşir; aşkın bu niteliği sadece sen farkında olduğunda gelir. Sen günah olan bir aşkı biliyorsun çünkü uykudan çıkmadır o.

Ve bu yaptığın her şey için böyledir. İyi bir şey yapmaya çalışsan bile zarar verirsin. İyilikseverlere bak: Onlar her zaman zarar verirler, onlar dünyadaki en zararlı insanlardır. Sosyal reformcular, sözde devrimciler; bunlar en zararlı insanlardır. Fakat onların zararlarının nerede yattığını görmek zordur çünkü onlar iyi insanlardır, onlar her zaman insanlara iyilik yaparlar; onların başkaları için hapishane yaratma yöntemi de budur. Eğer onların sana bir iyilik yapmasına izin verirsen, sahip olunacaksın. Ayağına masaj yaparak başlayacaklar ve er ya da geç ellerinin boynuna uzandığını fark edeceksin. Ayaktan başlarlar ve boyunda bitirirler çünkü farkında değiller; ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bir üçkâğıt öğrenmişler: Birini eline geçirmek istersen ona iyilik yap. Bu numarayı öğrendiklerinin dahi bilincinde değiller. Ama zarar vereceklerdir çünkü ne olursa olsun — ne olursa olsun — birisine sahip olmaya çalışmak, adı ya da şeklinin ne olduğu önemli değil, dindışıdır, günahtır.

Kiliselerin, tapınakların, camilerin, hepsi sana karşı günaha girdiler çünkü hepsi sahip oldular, baskıcı hale geldiler. Tüm kiliseler dine karşıdır çünkü din özgürlüktür! Peki bu neden olur? İsa sana özgürlük vermeye, kanatlar takmaya çalışır. Öyleyse ne olur, bu kilise nasıl araya girer? Bu olur çünkü İsa tamamıyla farklı bir varoluş düzleminde yaşar, farkındalık düzleminde ve onu dinleyenler, onu izleyenlerse uyku düzleminde yaşar. Duydukları, anladıkları her ne ise, kendi rüyaları aracılığıyla yorumlarlar. Ve onlar ne yaratırlarsa yaratsınlar bir günah olacaktır. İsa sana bir din verir ve derin uykuda olan insanlar da onu bir kiliseye çevirir.

Söylendiğine göre şeytan bir gün çok üzgün bir şekilde bir ağacın altında oturuyordu. Bir aziz geçiyordu ve şeytana bakıp dedi ki: “Duyduğumuza göre sen hiç dinlenmezmişsin, sürekli birtakım kötülükler yaparmışsın. Burada ağacın altında oturmuş ne yapıyorsun?”

Şeytan gerçekten depresyondaydı. Dedi ki: “Görünen o ki benim işimi papazlar ele geçirmiş ve ben hiçbir şey yapamıyorum; ben tamamen işsiz kaldım. Bazen intihar etmeyi bile düşünüyorum çünkü bu papazlar işimi o kadar iyi yapıyorlar ki!”

Rahipler çok başarılı çünkü özgürlüğü hapishaneye çevirdiler, hakikati dogmaya çevirdiler; farkındalığın düzlemindeki her şeyi uykunun düzlemine dönüştürdüler.
 

Erkek : Aydınlanmış Varlık

Aydınlanmış bir varlığın karakteristiği nedir?

Aydınlanmış bir varlık basitçe, hayatında artık herhangi bir soru olmayan bir adam demektir. Her şey çözümlenmiştir. Aydınlanmış bir adam demek ― dışarıda ne olursa olsun: Başarı ya da başarısızlık, acı ya da zevk, yaşam ya da ölüm ― sürekli olarak aynı sessizlik, huzur ve mutluluk halindeki bir adam demektir.

Aydınlanmış bir adam demek, senin de muktedir olduğun fakat hiç denememiş olduğun bir şeyi deneyimlemiş adam demektir. O günün yirmi dört saati ışıkla doludur, neşeyle doludur, mutlulukla doludur. O neredeyse bir sarhoştur, ilahi olanla sarhoştur. Onun yaşamı bir şarkıdır, onun yaşamı bir danstır, onun yaşamı bir neşedir. Onun mevcudiyeti bir rahmettir.

Ve şayet onu tanımak istersen, onunla birlikte olmak zorundasın. Onu dışardan izleyemezsin, ona yakınlaşmak zorundasın. Onunla yakın bir ilişki haline gelmek zorundasın. Onun kervanına katılmalısın, onun ellerinden tutmalısın. Ondan beslenmelisin ve ona izin vermelisin ve senin kalbine girmesine izin vermelisin. Ancak dışardan lütfen herhangi bir karakteristik bulmaya çalışma; bunların hepsi içsel deneyimlerdir...

Ancak bazı işaretler her zaman için verilebilir. Aydınlanmış varlığa yaklaştıkça belli bir çekim gücü, muazzam bir çekim, karizması olan bir merkez hissedeceksin. Korkundan yaklaşamayabilirsin. Aydınlanmış bir adama yaklaşmak tehlikelidir çünkü yaklaşabilirsin ama uzaklaşamazsın. Yaklaşmak risklidir, o sadece kumarbazlar içindir, iş adamları için değil.
 

Cesaret : Gizemli Olanın Peşinden Gitmek

Hakikat, bir deneyimdir, inanç değil. Hakikat, üzerinde araştırma yapılıp bulunacak bir şey değildir; hakikatle karşılaşmak, hakikatle yüzleşmek gerekir.

Sevgiyi ders gibi çalışıp öğrenmeye çalışan bir kişi, tıpkı Himalayaları haritadan bakarak öğrenmeye çalışan biri gibidir. Harita dağ değildir! Eğer haritaya inanmaya başlarsan, dağı ıskalamaya devam edeceksin. Eğer harita senin için bir saplantıya dönüşürse, dağ gözünün önünde duruyor bile olsa onu göremeyeceksin.

Bu böyledir. Dağ senin karşında, ama gözlerin haritalarla dolu; dağın haritaları, aynı dağın, farklı kaşifler tarafından çizilmiş haritaları. Biri dağa kuzeyden tırmanmıştır, biri doğudan. Hepsi farklı haritalar yapmıştır: Kuran, İncil, Gita; aynı gerçeğin farklı haritaları. Ama sen haritalarla o kadar dolusun ki, onların ağırlığı sırtında o kadar ağır bir yük oluşturuyor ki, bir santim bile kımıldayamıyorsun. Tam önünde duran dağı bile göremiyorsun: Sabah güneşinde, el değmemiş karlı zirvesi altın gibi parlıyor. Sende onu görecek gözler yok.

Önyargılı göz, kördür; varılmış sonuçlarla dolu kalp ölüdür. Çok fazla gerçekliği sorgulanamaz varsayımı doğru kabul ettiğin zaman zekân keskinliğini, güzelliğini, yoğunluğunu kaybetmeye başlar; donuklaşır.

Donuk zekâya akıl denir. Senin o sözde entelektüellerin aslında gerçekten zeki değil, sadece akıllı. Akıl bir cesettir. Onu süsleyebilirsin, harika inciler, elmaslar, zümrütlerle süsleyebilirsin; ama ceset hâlâ bir cesettir.

Canlı olmak ise tamamen farklı bir şeydir.

Bilim kesin olmak demektir, olgular konusunda kesinkes emin olmak anlamına gelir. Olgular hakkında çok kesin olursan, o zaman gizemi hissedemezsin: Ne kadar kesin olursan, gizem o kadar buharlaşıp yok olur. Gizemin bir miktar belirsizliğe ihtiyacı vardır; gizemin tanımlanmamış, sınırları çizilmemiş bir şeye ihtiyacı var. Bilim olgusaldır. Gizem olgusal değil, varoluşsaldır.

Bir olgu, varoluşun sadece bir kısmı, çok küçük bir parçasıdır. Ve bilim parçalarla uğraşır, çünkü parçalarla uğraşmak daha kolaydır. Daha küçük olduğu için analiz edebilirsin; onlar tarafından ele geçirilmezsin; onları eline geçirebilirsin. Onları küçük parçalara ayırabilirsin, onları etiketleyebilir, nitelikleri, nicelikleri ve olanakları konusunda kesinkes emin olabilirsin. Ancak bu süreç içinde gizem katledilir. Bilim, gizemin öldürülmesidir.

Eğer gizemi yaşamak istiyorsan başka bir kapıdan girmen gerekir, tamamen farklı bir boyuttan. Zihnin boyutu, bilimin boyutudur. Meditasyonun boyutu ise mucizevi olanın, gizemli olanın boyutudur.

Meditasyon her şeyi tanımsız kılar. Meditasyon seni bilinmeyenin içine, haritası çıkartılmamış yerlere götürür. Meditasyon seni yavaş yavaş gözlemci ile gözlenenin eriyip tek olduğu noktaya götürür. Şimdi, bilimde bu mümkün değildir. Gözlemci gözlemci olmak zorundadır ve gözlenen, gözlenen olmalıdır; ve arada kesin tanımlanmış bir çizgi sürekli korunmalıdır. Tek bir an bile kendini unutmamalısın; tek bir an bile araştırmakta olduğun nesneye ilgi duymamalı; tutkuyla, eriyerek, teslim olarak ve sevgiyle ona yaklaşmamalısın. Ondan ayrı olmak zorundasın, çok soğuk olmak zorundasın; soğuk ve tamamen kayıtsız kalmak zorundasın. Bu umursamazlık gizemi öldürüyor.

Eğer sahiden gizemli olanı deneyimlemek istiyorsan, o zaman varlığında yeni bir kapı açmak zorunda kalacaksın. Sana bilim adamlığını bırak demiyorum, sadece, bilim senin için çevresel bir etkinlik olarak kalsın. Laboratuvarda bilim adamı ol, ama labarotuvardan çıkınca bilimle ilgili herşeyi unut. O zaman kuşları dinle, ama bilimsel bir yöntemle değil! Çiçeklere bak; bilimsel anlamda değil. Çünkü bir güle bilimsel anlamda bakarsan, aslında bambaşka bir şeye bakıyor olursun. O, şairin gördüğü gül ile aynı değildir.

Deneyim nesneye bağlı değildir. Deneyim, onu yaşayana bağlıdır. Yaşananların niteliğine bağlıdır.

Bir çiçeğe bakarken, çiçek ol; çiçeğin etrafında dans et, şarkı söyle. Rüzgar serin ve taze esiyor, güneş ısıtıyor ve çiçek olgunluğunun doruklarına ulaşmış. Çiçek rüzgarda dans ediyor, kutluyor, şarkı söylüyor, ilahiler okuyor. Ona katıl. Kayıtsızlığı, nesnelliği, ayrı durmayı bırak. Bütün bilimsel yaklaşımlarını bırak. Biraz daha akışkan, biraz daha erir hale gel, sınırlarını ortadan kaldır. Bırak çiçek kalbinle konuşsun; bırak çiçek varlığına girsin. Onu davet et; o bir konuk. Ancak o zaman gizemin tadına bakmış olursun.

Gizeme giden ilk adım budur, ve nihai adımsa: Eğer bir an için katılımcı olursan, anahtarın ne olduğunu öğrenmiş olur, sırrına erersin... Ondan sonra yaptığın her şeyi katılımcı olarak yap. Yürümek, bunu mekanik olarak yapma, kendini gözlemleyerek yürüme; yürümek ol. Dans etmek; teknikle dans etme, teknik konu dışıdır. Teknik olarak doğru olsan bile, bütün keyfini kaçırırsın. Kendini dansın içinde erit, dansın kendisi ol, dansçıyı tamamen unut.

Hayatının pek çok alanında bu tip derin bütünleşmeler başına gelmeye başlayınca, çevrendeki her şeyin yok olmaya başlaması gibi muhteşem deneyimlere sahip olmaya başladığında, egosuz, bir hiç olarak... Çiçek orada ve sen yoksun, gökkuşağı orada ve sen yoksun... İçindeki ve dışındaki gökyüzünde bulutlar dolaşıyor ve sen yoksun... Senin yerine mutlak bir sessizlik olduğunda — içinde kimse yokken, mantık, düşünce, duygu ve his tarafından bozulmamış, sadece saf bir sessizlik, bakir bir sükûnet varken — meditasyon anına ulaşırsın. Zihin gitmiştir ve zihin gittiği zaman, gizem içeri girer.
 

Altın Gelecek : Kendi Doğan

Kişi asla kendi doğasına karşı gelmemelidir. Bana göre tek günah budur; kendi doğana karşı gelmek. Kendi doğanla büsbütün bir uyum içinde olmak ise tek erdemdir.

Ve kendini asla kimseyle kıyaslama, herkes farklıdır, herkes farklı şeylerden hoşlanır. Bir kez kıyaslamaya, “Biri benden daha yavaş ve derinden ilerliyor, ben fazla hızlı gidiyorum,” diye düşünmeye başladığın anda içinde bir gerilim oluşacaktır: “Belki de fazla aceleci davranıyorum.” Tüm bu gerginliklerin nedeni kıyaslamadır.

Bir şeyi hatırla: Kendi doğanla uyumlu olmalısın, başkasınınkiyle değil. O yüzden hep kendi içini hisset. Öyle hoşuna gidiyorsa, öyle yap. Eğer gerginlik veriyor, zorlama geliyorsa bu sana göre değil demektir. Öyle yapma.

Her zaman yaşam nehriyle birlikte git. Asla akıntıya karşı gitmeye, nehirden hızlı akmaya çalışma. Sadece mutlak bir rahatlık içinde, her an kendini yuvada, rahat, varoluşun içinde huzurlu hissederek git.

Unutmaman gereken ikinci şey de yaşamın kısa değil sonsuz olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir şeyleri kaçırmana neden olur.

Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür.

Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız — tabi ki aynı biçimlerde, aynı bedenlerde değil. Yaşam evrilmeye, daha yüce evrelere erişmeye devam ediyor. Ama bunun bir sonu olmadığı gibi, bir başlangıcı da yok. Başlangıçsız bir yaşamla, sonsuz bir yaşamın ortasında varoluyorsun. Daima bu iki taraflı sonsuzluğun ortasında yer alıyorsun.

Koşullandırılmaların sana yaşamın tek olduğu fikrini veriyor. Hıristiyan inanışı, Musevi inanışı, Müslüman inanışı — ki hepsinin temelinde bir tek yaşama sahip olduğumuzu savunan Musevi inancı yatıyor — Batı’ya korkunç bir hız deliliği aşılamıştır. Her şey o kadar hızlı yapılmak zorunda ki bundan keyif almak veya kusursuzca tamamlayabilmek imkânsız. Bir şekilde bitirmeyi başarıp aceleyle bir sonraki şeye geçiyorsun.

Batı’lı insan çok yanlış bir görüşe göre yaşıyor: Bu kişinin zihninde öyle büyük bir gerilime yol açmıştır ki asla hiç bir yerde rahat hissedemez, hep bir yerlere yetişmeye çalışır ve sonun ne zaman geleceğini bilmediğinden de hep endişelidir. Sondan önce her şeyi yapmak ister. Oysa sonuç bunun tam tersi olur: Bir kaç tane şeyi bile zarafet içinde, güzelce ve kusursuzca yapamaz.

Onun yaşamı öylesine ölümle gölgelenmiştir ki neşe içinde yaşayamaz. Neşe verici herşey ona zaman kaybı gibi görünür. Bir saatliğine de olsa sessizce oturamaz çünkü zihni ona, “Bu bir saati neden boşa harcıyorsun? Şunu, bunu yapıyor olabilirdin.” demektedir.

Tek yaşam kavramı nedeniyle Batı’da meditasyon fikri asla ortaya çıkmamıştır. Meditasyon son derece rahatlamış, acelesi, endişesi, yetişmesi gereken bir yeri olmayan ... sadece an be an, ne gelirse onun tadını çıkaran bir zihne ihtiyaç duyar.

Doğu’da meditasyonun ortaya çıkması kaçınılmazdı çünkü yaşamın sonsuz olduğu fikri bile rahatlamanı sağlar. Korkusuzca rahatlayabilir, keyifle flütünü çalabilir, dans edip şarkı söyleyebilir, gün doğumuyla gün batımının tadını çıkarabilirsin. Tüm yaşamından keyif alabilirsin. Yalnızca onunla da kalmayıp ölmenin keyfini de çıkarabilirsin çünkü ölüm de müthiş bir deneyimdir, bir doruk noktasıdır.

Batı’da ölüm yaşamın sonu olarak görülür. Doğu ise ölümü upuzun bir yaşam sürecinin güzel bir hadisesi olarak algılar; pek çok ölüm yaşanacaktır. Her ölüm bir sonraki yaşam, bir sonraki biçim, tanımlama ve bilinç başlamadan önce yaşamının vardığı sonuç noktasıdır. Sen sona ermiyor yalnızca başka eve taşınıyorsun.

Bu bana Nasrettin Hoca’yı hatırlattı. Hoca uyurken evine hırsız girmiş. Aslında gerçekten uyumuyor da, gözlerini kapalı tutuyor, arada bir de açıp hırsızın neler yaptığına bakıyormuş. Ama kimsenin işine karışmak da ona göre değilmiş. Hem hırsız onun uykusuna karışmadığına göre o adamın mesleğine niye burnunu sokacakmış ki? Bırak ne yapacaksa yapsın.

Hırsız bu adamda bir gariplik olduğunu sezip biraz endişelenmeye başlamış. Evde ne var ne yoksa dışarı taşırken arada elinden bir şey kayıp düşse, gürültü çıksa bile adam bir türlü uyanmıyormuş. Hırsız böyle bir uyku halinin insan ancak uyanıkken olabileceğinden işkillenip, “Bu ne acayip bir adam ki evini olduğu gibi boşaltmama rağmen gıkını bile çıkartmıyor,” diye düşünmüş. Bütün eşyaları, yastıkları, ne var ne yoksa hepsini olduğu gibi dışarı çıkarmış.

Tam her şeyi kendi evine taşımak üzere bir araya getirip, bağlamaya başladığında birinin onu takip etmekte olduğu hissine kapılmış. Bir de dönüp bakmış ki peşindeki adamla evde uyuyan adam aynı kişi. “Neden peşimden geliyorsun?” diye sormuş.

“Peşinden filan gelmiyorum, beraberce taşınıyoruz işte. Her şeyi aldığına göre ben evde bir başıma ne yapayım? Ben de mecburen seninle geliyorum.”

Bu rahatlık Doğu’ya mahsustur, ölüm konusunda bile Doğu bu hissini sürdürür — sadece evi değiştiriyor olmak...

Hırsız paniğe kapılmış “Affet beni, eşyalarını geri al.”

Hoca şöyle yanıt vermiş, “Buna hiç gerek yok. Ben zaten taşınmayı düşünüyordum — baksana ev harabeden beter durumda. Bundan beter bir ev olmaz. Hem ben de çok tembel bir adamım. Birinin bana bakması gerek. Her şeyi götürüp de beni burada tek başıma bırakmanın alemi var mı?”

Hırsız hayatı boyunca bu işi yaptığı halde hiç böyle birine denk gelmediği için korkuya kapılmış. Bir kez daha, “Her şeyi geri al.” Demiş.

Hoca bu kez, “Yoo!” demiş. “Planda hiçbir değişiklik yapmayacağız. Sen bu eşyaları olduğu gibi taşıyacaksın. Yoksa doğru karakola giderim. Sana efendi gibi davranıp hırsız demiyorum, bana göre sadece taşınmama yardımcı olan bir adamsın.”

Aslında aceleye hiç gerek olmadığı için bu kısa ömür fikri tehlikeli bir fikirdir. Doğu’nun bunca fakirliğe karşı, kederli ve umutsuz olmamasının nedeni budur. Batı zengindir ama bu zenginlik ne maneviyatına ne de gelişimine hiçbir katkıda bulunmamıştır. Aksine Batı fazla gergindir. Oysa yaşamın sunabileceği tüm konfora sahip olabildiğine göre daha rahat olması gerekir.

Aslında temel sorun Batı’nın içten içe yaşamın kısacık olduğunu, hepimizin sırada beklediğini ve her anın bizi ölüme daha çok yaklaştırdığını bilmesidir. Doğduğumuz anda, mezara doğru giden yolculuğumuz da başlamış demektir. Her an yaşam kesintiye uğramakta, git gide daha da kısalmaktadır. Bu durum gerginlik, keder ve endişeye yol açar. Hiçbirini yanımızda götüremeyeceğimizin farkına varınca, tüm konfor ve lüksler, tüm zenginlikler anlamsızlaşmaya başlar. Ölüme tek başına gideceksin.

Doğu rahattır. Birincisi ölümü önemsemez, onu yalnızca bir şekil değiştirme olarak kabul eder. İkinci olarak da öylesine rahat olabildiğinden, ölümden sonra da kendisiyle gelecek olan içsel zenginliklerin farkına varır. Ölüm bu zenginliği senden alamaz.

Ölüm dıştaki her şeyini alır ve içsel olarak kendini geliştiremediğin takdirde doğal olarak hiçbir şeyi ölümden koruyamayacağın ve sahip olduğun her şeyi yitireceğine dair korku duyarsın. Ancak içsel benliğini geliştirip, dış etkenlerden bağımsız olarak huzur, mutluluk, sükûnet ve neşeye kavuşabilmişsen, benliğinin ait olduğu bahçeye varıp, saf bilincinin çiçeklendiğini görebilmişsen, ortada ölüm korkusu diye bir mesele kalmaz.

Bir kez daha tekrar ediyorum, bir şeyi unutma; sen ölümsüz bir varlıksın. Şu anda bu bilgiyi deneyimlemediğin için, bunu bir inanç olarak değil de sınanacak bir tez olarak kabul edebilirsin.

Benim söylediklerimi hiçbir zaman bir inanç oarak benimsemeni değil, yalnızca bir tez olarak kabul etmeni istiyorum. Ben doğrusunu biliyorum diye sana birtakım inançlar dayatmam doğru olmaz. Gerçeği bildiğim için sana, “Bu yalnızca sınayacağın geçici bir tezdir,” diyebilirim çünkü sınadığın takdirde bu tezin, bir inanç değil de kesinlik kazanmış bir bilgi olarak senin kendi gerçeğine dönüşeceğinden adım gibi eminim.

Yalnızca kesinlik kazanmış gerçekler seni kurtarabilir. İnançlarsa kağıttan gemiler gibidir. İnsan varoluş okyanusunu kağıttan bir gemiyle geçebileceği yanılgısına kapılmamalıdır. Bunun için inanç değil, kesinlik gerekir. Kendi adına deneyimlemiş olduğun doğrulara ihtiyaç vardır. Başka birinin doğrusuna değil, kendi doğruna... O zaman bu bilinmeyen, yabancı okyanusa açılmak bir sevince, müthiş bir heyecan ve coşkuya dönüşecektir.

Ama daima kendi doğanla uyum içinde ol.

Bazı ağaçlar yavaş, bazıları hızlı büyür; yavaş veya hızlı büyümenin özel bir tarafı yoktur. Bu iki ağacın ortak noktası ise kendi doğalarını takip ediyor oluşlarıdır. Etrafına bakıp kıyaslamaya başlamak ve fuzuli endişelere kapılmak yalnızca insana mahsustur.

Ortada bir sorun olduğunu hissetiğinde yüreğinin içine bak. Rahat hissediyorsan doğru yoldasın. Yüreğin senin kıstasındır. O rahatsız olmuşsa demek ki yolunu değiştirmen gerekiyor; bir şeyler doğru gitmemiş, bir şeyler yoldan sapmış.

Yüreğin senin kılavuzundur. O doğayla tam bir uyum içinde olduğunda, yüreğinin içinde güzel bir dans ve müzik vardır. Doğadan uzaklaştığında ise müzik gürültüye dönüşür, dans aksar. Bunlar yüreğinin, doğru yolda olup olmadığının farkına varman için sana gönderdiği işaretler, konuştuğu dildir.

Başka birinin kılavuzluğuna ihtiyacın yok. Senin kılavuzun kendi içindedir.


Erkek : Buda Bilinci

Batı Aristo’yu, Nietzsche’yi Heidegger’i, Camus’u, Berdyaev’i, Marcel ve Sartre’yi doğurmuştur. O kendi başına Buda’ları doğuracak mıdır? Yoksa Doğu bilinci ile buluşmasına ihtiyaç var mıdır?

Buda bilinci ne Doğulu’dur ne de Batılı’dır. Onun coğrafya ile ya da tarih ile hiçbir alakası yoktur, onun zihinle hiçbir alakası yoktur. Zihin Doğulu’dur, Batılı’dır, Hintli’dir, Çinli’dir, Japon’dur, Alman’dır fakat en derindeki saf bilinç basitçe saf gökyüzüdür: Onu hiçbir şeyle tanımlayamazsın çünkü o koşullandırılmamıştır.

Doğu nedir ve Batı nedir? Koşullandırma tarzları farklı türden koşullanmalar. Bir Hindu nedir ve bir Yahudi nedir? Farklı türden koşullanmalar. Bunlar hastalık adlarıdır. Sağlık ne Doğulu’dur ne de Batılı’dır.

Bir çocuk doğar ve hemen koşullandırma başlar: Koşullandırma yolları çok incedir. Doğrudan, dolaylı olarak çocuğu belirli bir kalıbın içine sıkıştırmaya başlarız. O belirli bir dil konuşacaktır ve her dilin kendine özgü düşünme yolları vardır, her dilin kendi vurguları vardır, kendine özgü yönelimleri vardır. Bu yüzden bazen bir dilden diğerine tercüme yapmak imkânsız hale gelir; diğer dil hatta onu karşılayacak sözcüklere bile sahip olmayabilir, diğer dil hayata ve gerçekliğe bu şekilde bakmamış olabilir. Hayat sınırsızdır; senin ona bakma şeklin sınırlıdır; ona bakmanın sonsuz yolu olabilir.

Ve o zaman çocuk aile tarafından, okul tarafından, kilise tarafından, din adamı tarafından, anne babalar tarafından boyanmaya başlar. Ve bu sessizce sürer. Yavaş yavaş tüm bilincin gökyüzü kapanır; yalnızca küçük bir pencere, bir açıklık açık bırakılmıştır. Bu açıklık Hintli’dir, İngiliz’dir, Amerikalı’dır. Bu açıklık Hindu’dur, Jaina’dır, Budist’tir. Bu açıklık Doğu’ludur, Batı’lıdır. Budalığı fark etmek doğumunla birlikte getirdiğin bilince yeniden sahip olmaktır. Bu kirletilmemiş saflık, bu hiçbir maskeye sahip olmayan yüz, bu masumiyet Budalıktır. Bu nedenle Budalık Doğulu ya da Batılı olamaz, o aşkındır.

Bir çocuk bir ailede yetiştiği zaman ... ve her çocuk bir ailede yetişmek zorundadır, şaşırabilirsin. Bu neredeyse bir zorunluluktur, başka bir yolu yoktur; bir şekilde bir aileye ihtiyaç duyulur. Bir komün bile olsa onun kendine özgü sınırlamaları olacaktır, o bir kibutz olabilir fakat onun kendi sınırlamaları olacaktır. Ve bir çocuğu yetiştirmek için belli bir besleyici çevre dışında yol yoktur. Besleyeci bir ortam bir zorunluluktur, onsuz çocuk hayatta kalamaz; çocuğa bakılması gerekir ancak çocuk bunun için bedel ödemek zorundadır. Bu basit değildir, bu çok karmaşıktır. Çocuk sürekli olarak kendisini aileye uydurmak zorundadır çünkü aile “haklıdır,” baba, “haklıdır,” anne “haklıdır.” Onlar güçlü insanlardır, çocuk çaresizdir. O, onlara yaslanmak zorundadır, onlara muhtaçtır, onları takip etmek zorundadır. Doğru ya da yanlış önemli değildir; çocuk bir gölge, bir taklitçi olmak zorundadır.

Hinduizm budur, Hıristiyanlık budur, Doğu ve Batı zihni budur. Ve bu çok incedir; çocuk asla onun farkına varamayabilir çünkü o tek bir günde yapılmaz, o çok yavaşça işler: Tıpkı suyun dağdan aşağıya doğru akması ve akması gibidir ve o, kayaları yok eder ve taşları yok eder.

Çocuk pek çok şekillerde uyum sağlamak zorundadır. Bu uyum onu sahte, sıradan, sahtekâr yapar. Kendi varlığına karşı yalancı yapar. Artık psikologlar şunu keşfetmiştir: Eğer bir çocuğun aptal olduğu kanıtlanırsa bu böyle olmayabilir çünkü hiçbir çocuk aptal doğmaz. Muhtemelen onun uyum sağlamak zorunda olduğu tüm aile, çevredir sorunlu. Şayet baba aşırı derecede entelektüelse çocuk dengeyi sağlamak için aptal bir şekilde davranmak zorunda kalacaktır. Şayet çocuk bir şekilde zekice davranırsa inceden inceye baba kızacaktır. O zeki bir çocuğa katlanamaz, o asla ondan daha zeki olmaya çalışan birisine katlanamaz. O ne söylerse söylesin çocuğu daha alt düzeyde kalmaya zorlayacaktır. Ve çocuk bir aptal gibi davranmanın hilelerini öğrenecektir çünkü o, ne zaman bir aptal gibi davranırsa her şey yolunda gider. Her şey son derece iyi olur. Baba dışardan bakılınca mutsuzluğunu gösterebilir ama içten içe tatmin olur. O her zaman çevresinde aptallar olmasını ister. Aptallarla çevrelendiğinde o en zeki kimsedir.

Bu yüzden asırlar boyunca kadınlar bir hile öğrenmişlerdir: Onlar asla bir entelektüel olmaya çalışmazlar; koca bundan hoşlanmayacaktır. Zeki olmadıklarından değil, onlar erkekler kadar zekidir fakat onlar öğrenmek zorundadır. Hiç bunu gözlemlemedin mi? Şayet karısı daha eğitimliyse koca bu konuda biraz kötü hisseder. Hiçbir erkek kendisinden daha eğitimli, kendisinden daha meşhur bir kadınla evlenmek istemez. Sadece bu değil, küçük şeylerde de böyledir: Eğer bir kadın daha uzun boyluysa hiçbir erkek onunla evlenmek istemez. Belki sırf bu yüzden kadınlar biyolojik düzeyde de çok uzun boylu olmamaya karar vermişlerdir ― bunun psikolojik nedenleri de olabilir ― aksi takdirde bir kocan olamayacaktı. Şayet çok zekiysen bir kocan olamayacak. Kadın her zaman bir çocukmuş, bir bebekmiş gibi kalır. Böylelikle koca iyi hisseder ve kadın ona yaslanabilir.

Bir ailede çocuk önceden hazırlanmış bir durumun içine gelir. Her şey zaten vardır; o kendisini buna uydurmak zorundadır, o buna uyum sağlamak zorundadır. O kendisi olamaz; şayet kendisi olmaya çalışırsa her zaman başı belaya girer ve o suçlu hissetmeye başlar. Bedeli ne olursa olsun uyum sağlamak zorundadır. Hayatta kalmak en önemli şeydir, öncelikli şeydir, diğer şeyler ikincildir. Bu yüzden her çocuk aileye, anne babaya, coğrafyaya, tarihe, çevresindeki insanların niteliklerine, her çeşidinden ön yargıya, aptalca inanca, hurafelere uyum sağlamak zorundadır. Birazcık farkında hale geldiğin ya da birazcık bağımsız hale geldiğinde o kadar çok koşullanmışsındır, koşullanma kanının, kemiklerinin ve iliklerinin içine o kadar işlemiştir ki onun dışına çıkamazsın.

Budalık nedir? Budalık tüm bu koşullanmanın dışına çıkmaktır... Bir Buda bir bütün olarak, organik bir bütün olarak yaşayan kimse demektir. Buda bilinci aşkın bir bilinçtir. Onun Doğu ile ya da Batı ile hiçbir alakası yoktur.

 

Ego : Sıradanlık

Aydınlanmak, bir Buda olmak en sıradan olgudur. ‘Sıradan’ derken bu böyle olmak zorundadır demek istiyorum. Şayet o son derece sıradışı görünüyorsa bu senin yüzündendir çünkü sen çok sayıda engel yaratırsın ve onları seversin.

Önce engeli yaratırsın ve sonra da onu aşmaya çalışırsın. Ve sonra da çok sevinirsin. En başta bir engel yoktu. Ancak senin egon iyi hissedecektir; en yakındaki noktaya, en yakın olana ulaşmak için uzun bir rota yaratabilirsin. Ve onu asla kaybetmemiştin.

O nedenle gizemli bir şeyler arama. Sadece basit ve masum ol. Ve o zaman tüm varoluş sana açılır. Delirmeyeceksin, bu kadar yakında olan ama erişemediğin gibi bir saçmalığın tamamına basitçe gülebilirsin. Ve bir engel yoktu. Bir anlamda o hep senin içindeydi. Sürekli olarak onu ıskalamış olman bir mucizeydi.

Şayet boşluk gerçekse, her şey oradaysa, bütünüyle gerçeklik sana açılacaktır. Tam şimdi kapalı olduğundan değil o açıktır, sensin kapalı olan. Senin zihnin meşguldür. Zihnin boş olduğunda, meşgul olmadığında ona açılacaksın ve bir buluşma olacak. Ve o zaman her şey bütün sıradanlığıyla güzeldir.

Bu yüzden bilen bir kişinin kesinlikle sıradan hale geldiği söylenir. O gerçeklikle birdir. Özel olmak için yanıp tutuşmak egonun yoludur. Ve egonun tüm yöntemleri sen ve gerçek arasında boşluk ve mesafe yaratır.

Boş ol ve her şey senin başına gelmiştir.

Ancak özel hiçbir şey bekleme. Nirvana özel bir şey değildir. Bunu söylediğimde senin zihnine ne oluyor. “Nirvana özel bir şey değildir” dediğimde, ne hissediyorsun? Nasıl hissediyorsun? Biraz hayal kırıklığına uğramış hissediyorsun. Zihinde şu soru ortaya çıkıyor olmalı; o zaman mücadele niye? O zaman niçin herhangi bir çaba sarf etmeli? O zaman niçin meditasyon yapmalı? O zaman neden bu teknikler var?

Bu zihne bak, problem bu zihindir. Zihin özel bir şey ister. Ve bu arzu yüzünden zihin sürekli özel şeyler yaratmaya devam eder. Gerçekte özel olan hiçbir şey yoktur. Ya gerçekliğin tümü özeldir ya da hiçbir şey özel değildir.

Bu arzu yüzünden zihin cennetler yaratmıştır. Ve o bir tanesiyle tatmin olmaz, pek çoğunu yaratmaya devam eder. Hıristiyanların bir tane cenneti vardır, Hinduların yedi tane. Pek çok iyi insan olduğu için bir hiyerarşi olmalı. Üstün iyiler nereye gitmeliler? Bunun bir sonu yoktur. Ve Buda’nın zamanında yedi yüz tane cennet olduğuna inanan bir mezhep vardı. Egoyu yerleştirmek zorundasın: En yüksek ego en yüksek cennete gitmek zorundadır.

Hepimizin yaptığı şey budur. Bizim sonunda sahip olduğumuz özel bir kavram vardır ve bu özel için ilerlemeye devam ederiz. Fakat hatırla. Bu özel yüzünden hiçbir yere ilerlemiyorsun, arzular içinde ilerliyorsun. Ve arzu içinde hareket etmek bir gelişme değildir, o döngüseldir.

Eğer hâlâ meditasyon yapabilirsen — özel hiçbir şeyin olmayacağını, sadece sıradan gerçeklikle bir uzlaşmaya varacağını, sıradan gerçeklikle uyumlu olacağını bilerek — şayet bu zihinle meditasyon yapabilirsen o zaman aydınlanma tam şu an mümkündür.

Ancak bu zihinle meditasyon yapmayı canın istemeyecektir. “Şayet özel hiçbir şey olmayacaksa her şeyi bırak,” diyeceksin. İnsanlar bana gelir şöyle der, “Üç aydır meditasyon yapıyorum ve henüz hiçbir şey olmadı.” Bir arzu ... ve bu arzu engeldir. Eğer arzu olmasa tek bir anda gerçekleşebilir.

Bu yüzden gizemli olanı arzulama. Gerçekten hiçbir şey arzulama. Olduğu haliyle gerçeklik ile sadece rahatla, yuvada hisset.

Sıradan ol; sıradan olmak harikadır. Çünkü o zaman bir gerginlik, bir korku yoktur. Sıradan olmak çok gizemlidir. Çünkü o çok basittir.

Bana göre meditasyon bir oyundur, bir oyun oynamaktır; O bir iş değildir. Ancak senin için o iş olmaya devam eder; sen iş terimleriyle düşünürsün. İş ve oyun arasındaki farkı anlamak iyi olacaktır.

İş sonuç odaklıdır, kendi içinde yeterli değildir. O bir yere, bir mutluluğa, bir hedefe, bir sona götürmek zorundadır. O bir köprüdür, bir araçtır. Kendi içinde o anlamsızdır. Anlam hedefin içinde gizlidir.

Oyun bütünüyle farklıdır. Onun bir hedefi yoktur. Ya da onun kendisi bir hedeftir. Mutluluk onun ötesinde, onun dışında değildir; onun içinde olmak mutluluktur. Onun dışında olmak sana hiçbir mutluluk vermeyecektir. Onun ötesinde bir anlam yoktur; olan tüm şey içseldir, içkindir. Sen herhangi bir sebep yüzünden değil tam şu an ondan keyif aldığın için oynarsın. Bu amaçsızdır.

Bu yüzden sadece çocuklar gerçekten oynayabilir. Büyüdükçe daha az oyun oynayabilir hale gelirsin. Daha çok ve daha çok amaç yüzünden, daha çok ve daha çok niye oynamalıyım diye sorarsın. Daha çok ve daha çok sonuç odaklı hale gelirsin: Onun aracılığıyla bir şey elde edilmelidir, kendi içinde onun bir anlamı yoktur. İçinde var olan değer senin için anlamını yitirir. Sadece çocuklar oynayabilir çünkü onlar geleceği düşünmez. Onlar zamansız bir şekilde buradadır.

İş zamandır; oyun zamansızlıktır.

Meditasyon sonuç odaklı değil oyun gibi olmalıdır. Bir şey elde etmek için meditasyon yapmamalısın çünkü o zaman olayın özü kaybolur. Şayet bir şey için meditasyon yapıyorsan meditasyon bile yapamazsın. Sadece onunla oynarsan, ondan keyif alırsan, ondan hiçbir şey elde edilmezse, şayet kendi içinde o güzelse meditasyon yapabilirsin. Meditasyon uğruna meditasyon ... o zaman o zamansız hale gelir ve o zaman ego ortaya çıkamaz.

Arzu olmadan kendini geleceğe yansıtamazsın, arzu olmadan beklentileri başlatamazsın. Ve arzu olmadan asla hayal kırıklığı yaşayamazsın. Arzu olmadığında zaman gerçekten kaybolur: Sen bir anlık sonsuzluktan diğer anlık sonsuzluğa hareket edersin. Sıra yoktur…ve o zaman asla niçin özel bir şey olmuyor diye sormayacaksın.

Benim için, henüz ben gizemin ne olduğunu bilmiyorum. Oyunun kendisi gizemdir; zamansız olmak, zamansız, arzusuz olmak gizemdir. Ve sıradan olmak, eğer kullanmamın bir mahsuru yoksa ‘hedeftir’. Sıradan olmak hedeftir.

Eğer sıradan olabilirsen özgürleşirsin, o zaman senin için hiçbir sansara yoktur, senin için dünya yoktur.

Bu dünyanın tümü sıra dışı olmak için bir mücadeledir. Bazıları onu politikada dener, bazıları ekonomide dener, bazıları dinde dener. Ancak tutku aynı kalır.
 

Altın Gelecek : Kutsal Olan Seni Dilsiz Bırakır

Yaşam senden ve benden fazlasıdır. O öylesine çok boyutlu, öylesine engindir ki...

Yalnızca bunun farkında olmadığın zaman hislerini ifade edebilirsin. Oysa farkındalık hayatına girdiği anda, açıklamalar kaybolmaya başlar, kendini ifade etmek imkânsızlaşır çünkü söyleyebildiklerin hep yetersiz kalacaktır.

Dünyadan, nihai olana erişebilmiş birçok insan geçmiştir ama onların isimlerini bile bilmeyiz çünkü ona eriştikleri anda dilleri tutulmuştu — sessizlik öylesine derindi ki başlarına geleni aktarabilecek bir yol bulamıyorlardı.

Dünyada birçok mistik olmasına karşın yalnızca birkaç tane usta vardır.

Her mistik bir usta değildir. Bu nadir olarak gelen bir açık ifade edebilme, sözcükleri, sözcüksüzlüğü içinde taşıyabilecek şekilde kullanabilme, bir şeyleri sanki hiçbir şey söylenmemişçesine, söyleyen kişi yokmuşçasına söyleyebilme yetisidir. Ve sen ne kadar yok olursan, varlığın da o derece saf bir mevcudiyete dönüşecektir.

Bana diyorsun ki, “Batı’ya geri dönmeden önce Size söylemek istediklerimi ne zaman yazmaya kalksam kendimi Lancelot kadar dili tutulmuş olarak buluyorum.”

Şanslısın. Böylesine sessiz kalmak mutluluğun bir parçasıdır; söylenmesi gereken bir şey olduğunu bilir ama bunun bir yolunu bulamazsın. Senden taşan büyük bir mutluluk, yüreğinde bir minnet olduğunu bilirsin ve bunları ifade etmiyor olmak doğru görünmez. Oysa tüm sözcükler son derece dünyeviyken bu deneyimlerse dünyevi olmaktan öylesine uzaktırlar ki onları tercüme etmenin hiçbir yolu yoktur. İfade edilemez olanı aktarmaya çalışan büyük ustalar bile bunun için tuhaf yollar bulmak zorunda kalmıştır.

Geçen gün, Keşmir’in Pakistan istilası altındaki bölgesinde yaşayan bir adamın haberi geldi. Bu adam yüz yirmi beş yaşındaydı ve ölümle üç kez dalga geçmişti. Bu onun üçüncü seferiydi.

Ölüyordu, doktorlar öldüğünü açıklıyor, dostları akrabaları yas tutmaya, cenaze için hazırlıklar yapmaya başlıyorlar ve tam onu mezarlığa götürmekte oldukları o final anında adam gözlerini açıp gülmeye başlıyordu. İlk seferinde insanlar, “Herhalde yalnızca komadaydı da biz yanıldık” diye düşündüler. İkinci seferinde daha uyanık davranıp her şekilde ölmüş olduğunu tespit ettiler. Ama yine de aynı şey tekrarlandı. Onu tam gömmeye başlayacakları o son anda, “Bekleyin!” dedi. “Şaka yaptığımı görmüyor musunuz?”

Ve bunu şimdi, yüz yirmi beş yaşında bir kere daha tekrarladı. Bu onun yaşamın ebedi, ölümünse yalnızca bir şaka olduğunu göstermek için seçtiği tuhaf bir yol. Ve bunu kendi yaşamı aracılığıyla söylüyor. Ve bu kez dedi ki, “Artık çok yaşlandım, bu taktiği daha fazla sürdüremem. Herhalde bu seferki son olacak. Unutmayın, dördüncüsünde gerçekten ölmüş olacağım.”

Ama yakınları, “Sana inanamayız. Her seferinde, ‘Bir dahaki sefere gerçekten ölebilirim’ diyorsun.”

O yaşamın ve bilincin ebedi olduğunu gösteriyor. O bir ustadır. Upanishadlar’ın söylediğini sözcükleri kullanmadan söylüyor: Amritasya Putra — “Siz ebediyetin oğulları ve kızlarısınız.” Ama bu söyleme tarzı çok daha sağlamdır çünkü sözcükler çok şiirsel bir şekilde kullanılıp da doğru olmayabilir, şairin gerçek deneyimi olmayabilirler. Ama bu adam nasıl derine inileceğini biliyor, hem de öylesine derine iniyor ki tıbbi olarak hala hayatta olduğunu kanıtlayacak bir yöntem kalmıyor.

Yaşamış olabileceğin ama sözcüklere dökemeyeceğin her deneyim karşısında dilsiz kalman kaçınılmazdır. Güzel bir gün batımı görürsün — ne söyleyebilirsin ki? Gökyüzünde kanat açmış bir kuş görürsün — öylesine güzeldir, sanki özgürlüğün ta kendisidir — ama ne diyebilirsin? Ve ne dersen de, hep hedeften yakına düşecektir.

Yalnızca sıradan şeyler ifade edilebilir.

Kutsal olan seni dilsiz bırakır.

Çünkü o “minnetten daha fazlasıdır...” Sen “minnet” diyor ve kesinlikle bunu söylememiş gibi hissediyorsun; sözcük öylesine küçük, deneyimin kendisi ise öylesine büyük ki — ama yine de bu hissi aktarmaya yönelik büyük bir özlem söz konusu.

Bunlar hayatın gizemleridir: Bir şeyi ifade edemediğin zaman, ifade etme dürtün de git gide çoğalır. Müzisyen kendi yoluyla ifade eder, şair kendi yoluyla ifade eder, ressam kendi yoluyla ifade eder ama kimse başarılı olamaz çünkü bazı şeyler tüm ifade biçimlerinin ötesinde kalır.

İfadenin ötesinde kalan şey Tanrıdır, hakikattir, aydınlanmadır, bağımsızlaşmadır. Ama bu sözcükler de onu tanımlamıyor yalnızca bir şeyi gösteriyorlar, tıpkı ayı gösteren parmaklar gibi.

Haklısın, “Sessiz bir hüzün ve yanmakta olan bir ateş söz konusu. Sevgili Ustam, Sizin mevcudiyetinizde, Sizin buda-alanınızda otururken sayısız kez içimi kaplamış olan uçsuz bucaksızlık hissini nasıl ifade edebilirim?”

Simyasal bir değişimden geçmen gerekecek. Bu hüzün çok güzel, acı verici değil; bu sadece ötelerdekini deneyimlemiş olup da onu ifade edememenin hüznü. Ve onu ifade etmek için yanıp tutuşan arzu yaratıcılığa dönüşecek — resim yapabilir, dans edip, şarkı söyleyebilirsin, ötedekini işaret etmek için kendi yöntemini bulabilirsin ve o zaman bu ateş senin için işkence olmaktan çıkar ve yaratıcılığın sevincine dönüşür.

Yani bunu bir hüzne, bir acıya dönüştürme. Kendini kutsanmış hisset! Bunu büyük bir kahkahaya dönüştür. Bu yalnızca yatağın doğru tarafından kalkma meselesi.

Manastırın baş rahibesi mutlu bir ruh halinde uyandı, giyindi ve manastırda gezinmeye başladı.

“Günaydın Rahibe Augusta. Tanrı seni korusun. Halinden memnun musun?”

“Evet, efendim, ama ne üzücü ki siz bu sabah yatağın ters tarafından kalkmışsınız.”

Baş Rahibe bu yorumu görmezlikten gelip yoluna devam etti ve başka bir rahibeyle karşılaştı. “Günaydın rahibe Georgina, iyi görünüyorsun.”

“Evet efendim. Ama maalesef siz yatağın ters tarafından kalkmışsınız.”

Baş Rahibe, kafası iyice karışmış bir halde bu kez toy bir rahibeyle karşılaştı, “Söyle bana yavrum, sence de mi yatağın ters tarafından kalkmış gibi görünüyorum?”

“Korkarım öyle efendim.”

“Ama, neden? Size de kuşlar kadar mutlu ve keyifli görünmüyor muyum?”

“Evet efendim ama Peder Vincenzo’nun terliklerini giymişsiniz.”
 

Ego : Meditasyon

Düşüncelerin olmaması meditasyondur. Düşünme olmadığında, o zaman düşünce- lerimiz tarafından gizlenen şeyi tanımaya başlarız.

Bulutlar olmadığında mavi gökyüzü görünmeye başlar ve senin de içinde bir gökyüzü vardır. Düşünce bulutlarını kaldır; böylelikle o görünebilir, böylelikle o bilinebilir. Bu mümkündür. Zihin dinlendiğinde ve onun içinde düşünceler olmadığında, o zaman sessizlikte, derin düşüncesizlikte, düşüncenin bütünüyle olmadığı halde hakikat görünür.

Bunu elde etmek için ne yapmalıyız? Çok basit bir şey yapmak zorundayız ama sen bunun çok zor olduğunu göreceksin. Çünkü sen çok kompleks hale gelmişsindir. Yeni doğmuş bir bebek için mümkün olan şey senin için imkânsızdır. Çocuk sadece bakar ve düşünmez. O sadece görür. Ve sadece görmek mükemmeldir. Sır budur, hakikat kapısını açabilen anahtar budur.

Seni görüyorum. Seni sadece görüyorum. Beni takip edebiliyor musun? Seni sadece görüyorum; düşünmüyorum. Ve sonra eşi görülmemiş bir sakinlik, yaşayan bir sessizlik üzerime çöker ve o zaman her şey görünür ve her şey duyulur ama içerde hiçbir şey rahatsız olmaz. İçerde bir tepki yoktur; düşünceler yoktur. Orada sadece darshan, görmek vardır.

Meditasyonun yöntemi doğru farkındalıktır.

Sadece gören gerekir, sadece içerde ne olduğunu ve dışarıda ne olduğunu görmek. Dışarıda nesneler, içerde düşünceler vardır. Onlara hiçbir amaç ya da benzeri bir şey olmadan bakman gerekir. Amaç yoktur, sadece bakmak. Sen bir tanıksın, ayrı bir tanık ve basitçe görüyorsun.

Bu gözlem, bu izleyici olma hali seni düzenli olarak huzura, boşluğun içine, vakumun içine, düşüncesizliğin içine götürür.

Bunu dene ve bileceksin.

Düşünceler kayboldukça bilinç uyanır ve hayat bulur. Sadece rastlantısal olarak bir süre dur. Herhangi bir yerde, herhangi bir zaman. Sadece bak, dinle ve dünyaya ve kendine tanık ol. Düşünme. Sadece tanık ol ve ne olduğunu gör. Sonra bu tanıklığı genişlet. Bırak o tüm senin fiziksel ve zihinsel etkinliklerini kaplasın. Onun sürekli olarak seninle olmasına izin ver.

Şayet tanıklık varsa egon silinecektir ve sen gerçekten kim olduğunu göreceksin, fark edeceksin. ‘Ben’ ölecektir ve öze erişilecektir. Bu tanıklık sadhana’sında (disiplin) kişinin zihinsel halinin bu gözlenmesinde kolay bir dönüşüm, kolay bir yer değiştirme tanık olunan ve tanık olan arasında gerçekleşir.

Düşüncelerini gözlemledikçe gözlem yapanla ilgili küçük ipuçları edinirsin. Ve o zaman bir gün gören tüm görkemi ve haşmetiyle ortaya çıkar ve senin tüm yoksullukların ve sefaletin bir nihayete erer.

Bu sadhana sadece arada bir uygulanan ve yine de özgürlüğü kazandırabilen bir yöntem değildir. Bunun sürekli olarak gece gündüz uygulanması gerekir. Kişi tanıklığı uyguladıkça, kişi tanıklık halinin içine daha çok girdikçe bu hal daha sabit hale gelir ve her zaman mevcut olmaya başlar.

Giderek o, her zaman seninle birlikte olmaya başlar; uyanıkken de uyurken de. O hatta uykudayken de mevcut olmaya başlar. Ve bu olduğunda o, uykuda bile mevcut olmaya başladığında onun içerde derinlere indiğinden, köklerini en derin ve uzak noktalara yaydığından emin olabilirsin. Bugün sen uyanıkken bile uykudasın. Yarın sen uykudayken bile uyanık olacaksın. Bu tanıklık bizi rüyalarımızdan ve uykumuzdan uyandırarak düşüncelerimizi yok eder. Zihin sakinleşir: Dalgasız, titreşimsiz. Tıpkı dalgalar olmadığında denizin sakin olması, evde esen rüzgâr olmadığında lambadaki alevin titreşmemesi gibidir. Bu öyle bir durumdur ki özde olan, ben olan, hakikat olan Tanrı bilinir. Ve o zaman Tanrı’nın sarayının kapıları açılır.

Bu kapı, bu giriş sözcüklerin içinde durmaz; o özün içindedir. Bu yüzden başka bir yerde kuyu kazma, kendi içinde kaz diyorum. Başka bir yere gitme. İçine gir.

Bir şeye odaklanmak, konsantre olmak ve meditasyonun birbiri ile ilişkisi nedir?

Bir şey üzerine odaklanmak, konsantre olmak ve meditasyonun birbirleri ile pek bir ilişkisi yoktur. Bu dünyanın her yanında yaygın olarak karıştırılan bir şeydir. Bir şeye odaklanmak, konsantre olmanın başka bir adıdır ama meditasyon konsantrasyonun tam zıddıdır. Ancak çoğu kitapta, çoğu sözlükte ve sözde öğretmenler tarafından eş anlamlıymış gibi kullanılırlar.

Konsantrasyon basitçe bir şey üzerine odaklanmak demektir. Bu zihne ait bir şeydir. Zihin bir kaos, bir kalabalık olabilir. Zihin pek çok ses, pek çok yön olabilir. Zihin bir kesişim noktası olabilir. Normalde zihnin olduğu şey budur, bir kalabalık.

Fakat eğer zihin bir kaos ise rasyonel bir şekilde düşünemezsin, bilimsel bir şekilde düşünemezsin. Rasyonel olarak ve bilimsel olarak düşünmek için üzerinde çalıştığın nesneye konsantre olmak zorundasındır. Nesne ne olursa olsun gerekli olan tek şey senin tüm zihinsel enerjisini bu nesnenin üzerine akıtıyor olmandır. Sadece bu kadarlık kuvvetle nesnel hakikati bulma olasılığın vardır; bu yüzden konsantrasyon tüm bilimlerin metodudur.

Ancak meditasyon bütünüyle farklıdır. İlk olarak meditasyon zihne ait değildir. O ne bir şey üzerine odaklanan zihindir ne de çok şey üzerine odaklanan zihindir. O basitçe zihin değildir. Meditasyon, öteye geçmek, zihnin ve onun sınırlarının ötesine geçmektir. Onlar ilişkilendirilemez; onlar birbirinin zıddıdır. Konsantrasyon zihindir ve meditasyon zihinsizliktir.

Özellikle Batı meditasyonu tanımamıştır.

O konsantrasyonla sınırlı kalmıştır — bu sayede de bilimsel gelişme, teknoloji — ancak o, manevi bilimin sessizliğini, huzurunu; kendi kendine ışık olmayı tanımamıştır.

Tek bir şeye odaklanmak dış dünyanın sırlarını açığa çıkarabilir. Meditasyon senin kendi öznelliğinin sırlarını açığa çıkarır. Konsantrasyonun nesnel ve meditasyonun öznel olduğu söylenebilir. Konsantrasyon dışarı doğru yönelir; meditasyon içeri doğru yönelir. Konsantrasyon kendinden çok uzağa gitmektir. Meditasyon en özündeki merkezine, yuvaya dönmektir. Zihin, mantık, muhakeme bunların hepsi dışarıyı gösterir; onlara göre içsel olan var olmaz.

Ancak manevi gerçekliğin temel bir kanunu, mantıklı bir insan tarafından manevi dünyada hiçbir şeyin asla elde edilemeyeceğidir. Bu bir irrasyonel ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse süperrasyonel bir yaklaşımdır: Kendini bilmek için zihnine ihtiyacın yok, saf sessizliğe ihtiyacın var. Zihin her zaman bir şeyler yahut pek çok şeyle ilgilidir. Düşünceler ve düşünceler, halkalar ve halkalar vardır; zihin gölü asla dalgasız değildir.

Senin manevi varlığın sadece hiçbir dalganın olmadığı bir aynada yansıyabilir. Zihinsizlik — tüm düşüncelerin mutlak sessizliği, zihnin bütünüyle olmaması — hiçbir dalganın olmadığı, tek bir düşünce titreşiminin dahi olmadığı bir ayna haline gelir. Ve ansızın patlama: Sen ilk defa kendi varlığının farkına varmışsındır.

Şu ana kadar dünyaya ait şeyleri tanımıştın; şimdi tanıyanı tanıyorsun. Sokrat, “Kendini tanı” derken söylemek istediği tamamen budur. Çünkü kendini tanımadan — Sokrat’ın öğüdüne eklemek istiyorum — kendin olamazsın. Kendini bilmek kendin olmak için bir adımdır. Ve kendini kendin olmadığın sürece asla rahatlamış hissedemezsin. Asla tatmin olmuş hissedemezsin, asla doyuma ulaşmış hissedemezsin, asla varoluşun içinde yuvanda hissedemezsin.

Kimi rahatsızlık kimi mutsuzluk ... tam olarak ne olduğunun farkında değilsin ama sürekli olarak öze ait bir şeyin eksik olduğunu hissediyorsun. Her şeye sahipsin ama yine de her şeyi anlamlı kılabilecek bir şey yok. Senin sarayın dünyanın tüm hazineleri ile dolu ama sen boşsun. Senin krallığın büyük fakat sen yoksun. Modern insanın durumu budur. Bu nedenle de sürekli anlamsızlık, sıkıntı, keder, acı.

Modern zihin bugüne kadar var olmuş en sorunlu zihindir. Bunun basit nedeni, insanın kemale ermiş olmasıdır. Bir bufalo, hayatın anlamı hakkında rahatsızlık duymaz; onun hayatının anlamı ottur, ondan daha fazlası anlamsızdır. Ağaçlar hayatın anlamı ile ilgilenmez; iyi bir yağmur ve zengin bir toprak ve güzel bir güneş ve hayat muazzam bir keyiftir. Hiçbir ağaç bir ateist değildir, hiçbir ağaç asla şüphe duymaz. İnsan dışında varoluşta şüphe yoktur. İnsan dışında hiç kimse endişeli görünmez. Eşekler bile endişeli değildir. Onlar son derece rahat görünürler, felsefi olarak huzurludurlar. Onların ölüm korkusu yoktur, bilinmeyen korkusu yoktur, yarın için endişeleri yoktur.

Sadece insan ve onun zekâsı ona çok zor bir hayat, sürekli bir eziyet sunmuştur. Onu bin bir şekilde unutmaya çalışırsın ama o yeniden ve yeniden geri gelmeye devam eder. Ve bu sen meditasyona ilişkin bir şey bilmediğin, içe doğru nasıl yöneleceğini bilmediğin, kendi içselliğine nasıl bakacağını bilmediğin sürece son nefesine kadar devam edecektir. Ve ansızın tüm anlamsızlık kaybolur.

Çok yüksek bir düzeyde sen yine ağaçlar kadar huzurlusun. Çok yüksek bir bilinçte sen varoluşun tümü kadar rahatlamış durumdasın. Ancak senin rahatlığının bir güzelliği vardır; o bilinçlidir, o uyanıktır. O bunun olduğunu bilir. O tüm varoluş uykudayken kendisinin uyanık olduğunu bilir.

Eğer sen uykudaysan güzel bir gündoğumunun ne önemi vardır? Eğer sen uykudaysan gülün güzelliği nedir? Konsantre olmuş olsun ya da olmasın zihin senin uykundur. Meditasyon senin uyanışındır. Uyandığın an, uyku kaybolur ve onunla birlikte tüm rüyalar, tüm yansımalar, tüm beklentiler, tüm arzular da. Birden sen arzusuzluk, hırssızlık, dipsiz bir sessizlik halindesindir. Sadece bu sessizliğin içinde varlığındaki çiçek açar. Sadece bu sessizliğin içinde nilüferler yapraklarını açar.

Sana konsantrasyonun meditasyon olduğunu söyleyen hangi öğretmen olursa olsun onun büyük bir suç işlediğini aklından çıkarma. Seni yanlış yönlendirdiğini ve bu kadar temel bir konuda yanlış yönlendirdiğini bilmeden o seni öldürebilecek birisinden çok daha tehlikeli olur. O seni çok daha derinden ve önemli bir şekilde öldürüyor. O senin bilincini tahrip ediyor; o senin olduğun gizemlerin tüm kapılarını açma olasılığını yok ediyor.

Konsantrasyonun meditasyonla hiçbir alakası yoktur. Fakat sana Hıristiyanlar tarafından, Hindular tarafından, Müslümanlar tarafından, senin tüm sözde organize dinlerin tarafından Tanrı’ya konsantre olman, belli bir mantraya konsantre olman, Buda heykeli üzerine konsantre olman ama konsantre olman söylenmiştir. Ve unutma ki sen hiç kimsenin asla görmediği, asla buluşmadığı, onunla ilgili hiçbir kanıtın, hiçbir belgenin hiçbir yerde olmadığı varsayımsal bir Tanrı üzerine konsantre olursun ... boş bir varsayım üzerine sürekli olarak konsantre olursun. Bu sana kendini açıklamayacaktır.

İnsan yapımı, senin tarafından üretilmiş bir heykele konsantre ol; konsantre olmaya devam edebilirsin ama kendi varlığını dönüştürecek hiçbir şey bulamayacaksın. Veya kutsal metinler, mantralar, ilahiler üzerine konsantre ol ama tüm bu çabalar tamamıyla boş egzersizlerdir.

Zihnin ötesine git — ve zihnin ötesine giden yol çok basittir — sadece zihnin bir izleyicisi ol çünkü izlemek seni izlediğin şeyden ayırır. Bir film izliyorsun; kesin olan bir şey var sen filmdeki aktör değilsin. Yolu ve geçip giden kalabalığı izlerken tek bir şey kesindir; sen kenarda duruyorsun, sen yoldaki kalabalığın içinde değilsin. Neyi izlersen izle o değilsin.

Zihni izlemeye başladığın an muazzam bir deneyim başlar: Zihin olmadığının fark edilmesi. Sadece bu küçük fark ediş, “ben zihin değilim” zihinsizliğin başlangıcıdır. Kalabalığı, sesleri, zihnin kaosunu aşmışsındır; kalbin sessizliğinin içine girmişsindir. Burası senin yuvandır, senin ölümsüz varlığındır. Burası senin ölümsüzlüğündür, varoluşunun özüdür.

Zihni aşmak meditasyon sanatının tümüdür ve Doğu neredeyse on bin yılını tek bir amaca, — tüm zekâsını ve dehasını — zihnin ve onun koşullanmalarının nasıl aşılacağını keşfetmeye adamıştır. Bu on bin yıllık tüm çaba meditasyon yönteminin geliştirilmesi ile nihayete ermiştir.

Meditasyonun anlamı tek bir sözcükle zihni izlemektir, zihne tanık olmaktır. Şayet zihne tanık olabilirsen, sadece sessizce ona bakabilirsen — hiç düzeltmeden, hiç onaylamadan, hiç kötülemeden, hiç olumlu ya da olumsuz yargılamadan — sanki onunla hiç alakan yokmuş gibi basitçe bakman ... o zihnin içinde akıp giden bir trafikten ibarettir. Kenarda dur ve izle. Ve meditasyonun mucizesi sadece onu izleyerek yavaş yavaş ortadan kaybolmasıdır.

Zihnin kaybolduğu an, çok kırılgan olan son kapıya — ve bu da toplum tarafından kirletilmemiştir — kalbine gelirsin. Aslında kalbin sana hemen yol verir. O hiçbir zaman seni engellemez, o neredeyse her an için senin ona gitmene hazırdır. Ve o, varlığa doğru kapıyı açacaktır. Kalp senin dostundur.

Kafa senin düşmanındır. Beden senin dostundur, kalp senin dostundur. Ama ikisinin arasında düşman bir Himalaya, dağ gibi büyük bir duvar olarak durur. Fakat o basit bir yöntemle geçilebilir. Gautama Buda yönteme vipassana demiştir; Patanjali yönteme dhyan demiştir. Ve Sanskritçe dhyan sözcüğü Çin’de ch’an halini aldı. Ve Japonya’da o zen oldu. Fakat o aynı sözcüktür. İngilizce’de tam olarak zen ya da dhyan ya da ch’an anlamına gelen bir sözcük yoktur. Biz keyfi olarak meditasyon sözcüğünü kullanırız.

Ancak hatırlamalısın: Sözlüklerinde meditasyon sözcüğüne her ne anlam verildiyse benim kullandığım anlam değildir. Tüm sözlükler meditasyonun anlamının bir şey üzerine düşünmek olduğunu söyleyecektir. Ne zaman bir Batılı zihne “Meditasyon yap” desem hemen şu soru gelir, “Ne üzerine?” Bunun nedeni Batı’da meditasyonun hiçbir zaman Doğu’da dhyan ya da ch’an ya da zen’in gelmiş olduğu noktaya kadar gelişmemiş olmasıdır.

Meditasyon basitçe farkındalık demektir; bir şeyin üzerine düşünmek ya da bir şey üzerine konsantre olmak ya da bir şey üzerinde fikir yürütmek değildir. Batılı sözcük her zaman bir şeyle ilgilidir.

Benim kullandığım şekli ile meditasyon basitçe bir farkındalık hali anlamına gelir.

Tıpkı bir ayna gibidir; bir aynanın herhangi bir şey üzerine konsantre olmaya çalıştığını düşünür müsün? Onun önüne ne gelirse yansıtır ama ayna umursamaz. İster güzel bir kadın onun önüne gelsin ya da çirkin bir kadın onun önüne gelsin veya hiç kimse gelmesin, o tamamıyla umursamazdır; basit yansıtıcı bir kaynaktır. Meditasyon sadece yansıtan bir farkındalıktır. Sen basitçe önüne ne gelirse ezersin.

Ve bu basit izlemeyle zihin ortadan kaybolur. Mucizeler duymuşsundur fakat bu varolan yegâne mucizedir. Tüm diğer mucizeler basit hikâyelerdir. İsa’nın su üzerinde yürümesi ya da suyu şaraba çevirmesi veya ölü insanları yeniden hayata döndürmesi. Bunların hepsi güzel hikâyelerdir. Şayet onlar sembolik olarak anlaşılırsa çok büyük öneme sahiptirler. Fakat sen onların tarihi gerçekler olduğunda ısrar edersen o zaman sen basitçe aptallık ediyorsundur. Sembolik olarak onlar güzeldir. Sembolik olarak dünyadaki her usta ölüleri hayata döndürür. Ben burada ne yapıyorum? İnsanları mezarlarından çekiyorum! Ve İsa Lazarus’u öldükten sadece dört gün sonra çıkarmıştır. Ben yıllardır, hayatlar boyu ölü olan insanları çıkarıyorum. Ve onlar mezarlarında çok uzun süre yaşadıkları için dışarı çıkmak için çok isteksiz davranıyorlar. Tüm dirençlerini ortaya koyuyorlar: “Ne yapıyorsun? Burası evimiz, biz burada huzurlu bir şekilde yaşadık, bizi rahatsız etme.”

Sembolik olarak doğrudur. Her usta, sana yeni bir hayat vermeye çalışıyor. Olduğun halinle sen gerçekte canlı değilsin. Sen yalnızca bitkisel hayattasın. Şayet mucizeler metaforlar olarak yorumlanırsa onların bir güzelliği vardır. Aklıma Hıristiyanların kutsal metinlerinden bütünüyle çıkarmış olduğu bir öykü geldi. Ancak, bu sufi literatüründe vardır. Sufi öyküsü İsa hakkındadır:

İsa bir kasabaya geliyordu ve kasabaya girer girmez tanıdığı bir adamı gördü; onu daha önceden tanıyordu. O kördü ve İsa onun gözlerini iyileştirmişti. Adam bir fahişenin ardından koşuyordu. İsa adamı durdurdu ve sordu, “Beni hatırlıyor musun?”

“Evet, seni hatırlıyorum ve seni asla affedemem. Ben kördüm ve gayet mutluydum çünkü hiçbir güzellik görmemiştim. Sen bana gözlerimi verdin. Şimdi söyle bana bu gözlerle ne yapabilirim? Bu gözler güzel kadınlara çekiliyor.” dedi.

İsa inanamadı ... şok olmuş, şaşırmıştı: “Ben bu adama çok büyük bir hizmette bulunduğumu düşünmüştüm, o ise öfkeli! Diyor ki, ‘Sen bana gözlerimi vermeden önce hiç kadınları düşünmemiştim. Fahişelerin olduğu hiç aklıma gelmemişti. Ama sen bana gözlerimi verdiğin için beni mahvettin’”

İsa hiçbir şey söylemeden adamın yanından ayrıldı; söyleyecek hiçbir şey yoktu. Ve ilerlerken kanalizasyonda yatıp bir sürü anlamsız şey söyleyen tamamıyla sarhoş bir adam buldu. İsa onu lağımdan çekip çıkardı ve ona bacaklarını verdiğini hatırladı. Ama şimdi kendisini biraz sarsılmış hissediyordu. Adama, “Beni tanıyor musun?” diye sordu.

Adam, “Evet seni tanıyorum, sarhoş bile olsam seni affedemem: Benim huzurlu hayatımı bozan kişi sensin. Bacaklarım olmadan hiçbir yere gidemezdim. Ben huzurlu bir insandım; kavga yok, kumar yok, arkadaş söz konusu değil. Bara gitmek diye bir dert yok. Sen bana bacaklarımı verdin ve o zamandan beri sessizce oturup huzur hissettiğim tek bir an bulamadım. Şunun peşinden, bunun peşinden koşuyorum. Ve sonunda yorulup sarhoş oluyorum. Ve bana ne olduğunu kendin görebilirsin. Benim durumumdan sen sorumlusun. En başından bana eğer bacaklarım olursa bu tür problemlerin ortaya çıkacağını söylemen gerekirdi. Beni uyarmadın. Benim iznimi bile almadan beni basitçe iyileştirdin.” dedi.

İsa çok sinirlenmişti. Şehri terk etti. Daha ileri gitmedi. “Ne çeşit insanlarla karşılaşacağımı Allah bilir.” dedi. Ama şehrin dışına çıkarken kendisini bir ağaçta asmaya çalışan bir adam gördü. “Bekle ne yapıyorsun?” dedi.

“Yine sen geldin! Ölmüştüm ve sen beni yeniden canlanmaya zorladın. Şimdi bir işim yok, karım beni terk etti çünkü ölmüş birisinin yeniden canlanacağını düşünmüyor, benim bir hayalet olduğumu düşünüyor. Kimse benimle buluşmuyor. Arkadaşlar beni basitçe tanımıyor. Şehre gidiyorum ve insanlar bana bakmıyor. Şimdi ne yapmamı istersin. Ve ben kendimi asacakken sen yine buradasın. Sen ne tür bir intikam peşindesin. Beni tek başıma bırakamaz mısın? Artık kendimi asamıyorum bile. Bir seferinde ölmüştüm ve sen beni canlandırdın; kendimi asarsam beni yine kurtaracaksın. Sen mucizeler yaratmak konusunda çok niyetlisin. Mucizelerinden kimlerin zarar gördüğünü umursamıyorsun bile.” dedi.

Bu öyküyü gördüğümde çok sevdim. Her Hıristiyan bunu bilmelidir.

Bir tanesi dışında mucize yoktur ve o da seni zihninden uzaklaştıran meditasyon mucizesidir. Ve kalp seni her zaman buyur eder. o her zaman sana yol vermeye hazırdır, varlığına doğru sana yol göstermeye hazırdır. Bu varlık senin bütünlüğündür, o senin nihai esenliğindir.

Meditasyon senin tarafından yaratılmamış olan, senin tarafından yaratılmaya ihtiyacı olmayan, zaten olduğun gerçek özünün farkına varman için bir araçtan başka bir şey değildir. Sen onunla birlikte doğarsın. Sen osun. Onun keşfedilmeye ihtiyacı vardır. Şayet bu mümkün değilse ya da şayet toplum bunun olmasına izin vermezse ki hiçbir toplum onun olmasına izin vermez çünkü gerçek öz tehlikelidir: Kurumsallaşmış kilise için tehlikelidir, devlet için tehlikelidir, kalabalık için tehlikelidir. Gelenek için tehlikelidir çünkü bir kez bir insan gerçek özünü bilirse o bir birey haline gelir. O artık kitle psikolojisine ait değildir; boş inançlara sahip olmayacaktır ve sömürülemeyecektir. Ve bir sığır gibi yönlendirilemeyecektir, ona emir verilemeyecektir.

O kendi ışığına göre yaşayacaktır; o kendi iç yönelimi ile yaşayacaktır. Onun hayatının muazzam bir güzelliği, haşmeti olacaktır.

Meditasyon senin sezgisel gücünü geliştirmene yardım eder. Seni neyin tatmin edeceği, senin çiçeklenmene neyin yardımcı olacağı son derece belirgin hale gelir. Ve o ne olursa olsun her birey için farklı olacaktır. ‘Birey’ sözcüğünün anlamı budur: Herkes eşsizdir. Ve senin eşsizliğini araman ve bulman muhteşem bir heyecan ve muhteşem bir maceradır.
 

Duygular : Kendinle Buluş

Senin düşüncelerin bir göldeki dalgalardan başka nedir? Senin duyguların, ruh hallerin, hislerin nedir?

Senin tüm zihnin nedir; sadece bir karmaşa! Ve bu karmaşa yüzünden sen kendi doğanı göremezsin. Sen sürekli kendini ıskalarsın. Dünyadaki herkesle buluşursun ve asla kendinle buluşmazsın.

SEN ÖFKELİSİN, fakat sen sonsuza dek öfkeli kalamazsın. En öfkeli insan bile arada bir güler, gülmek zorundadır. Öfkeli olmak sürekli bir hal olamaz. En üzgün insan dahi gülümser; ve sürekli gülen insan bile arada bir ağlar ve gözünden yaşlar akar. Duygular sürekli olamaz. Bu nedenle onlara duygular (emotions) denir; İngilizce’deki bu sözcük, hareket anlamına gelen motion’dan gelir. Onlar hareket eder; bu yüzden de onlar duygulardır. Birinden diğerine sen sürekli olarak değişirsin. Şu an üzgünsün, sonraki an mutlusun; şimdi öfkelisin, sonraki an çok şefkatlisin; şu an sevgi dolusun, sonraki an nefretle dolusun; sabah güzeldi, akşam çirkindir. Bu böyle sürer.

Herkes kalbin sevgi, nefret ya da öfke gibi duyguların kaynağı olduğu görüşündedir. Nasıl ki zihin kavramsal düşüncelerin kaynağı ise kalp de duygusallığın ve hassasiyetin kaynağıdır. Genel geçer bakış açısı budur.

Bu geleneksel ayrımla, bu duyguların ve hislerin ve duyarlılıkların kalbe ait olduğu yanılsaması ile büyütüldük. Ancak senin kalbin yalnızca bir pompalama mekanizmasıdır. Düşündüğün, hayalini kurduğun ya da hissettiğin her şey zihninle sınırlanmış bir şeydir. Zihninin yedi yüz tane merkezi vardır. Ve onlar her şeyi kontrol eder.

Fakat Buda “kalp” derken varlığının tam merkezi demek ister. Senin sevginin, senin nefretinin her şeyinin zihninden çıktığının o farkındadır.

Ve ben onun kesin bir şekilde bilimsel olduğunu düşünüyorum; tüm psikologlar onunla hemfikir olacaktır.

Bunu kendin deneyebilirsin. Öfkenin nereden ortaya çıktığını görebilirsin: Zihinden; duygularının nereden yükseldiğini görebilirsin: Zihinden. Zihin büyük bir olgudur; o kavramsal düşünceyi kapsar, o, senin duygusal kalıplarını, senin hislerini kapsar.

Bunu anlamak gerekir: Duygular kafandadır, ancak bilinç kafanda değildir. Aslında kafan bilincinin içindedir! BİLİNÇ ENGİNDİR, SONSUZDUR. Duygular, arzular, hırslar kafandadır; onlar kuruyup gidecektir. Fakat senin kafan tamamıyla düşüp toprağın içinde kaybolsa bile bilincin kaybolmayacaktır. Bilincini içinde taşımıyorsun: Bilincin seni taşıyor; o senden daha büyük.

Bu kesinlikle doğrudur: Duyguların, hislerin, düşüncelerin — zihne ait olan tüm alet edevat — dışardan gelir, dışarısı tarafından kontrol edilir. Bilimsel olarak bu daha belirginleşmiştir. Ancak bilimsel araştırma olmadan da, mistikler binlerce yıldır tamamıyla aynı şeyi söylemektedir: Zihnini doldurmuş olan tüm şeyler sana ait değildir, sen onların ötesindesin.

SEN ONLARLA ÖZDEŞLEŞİRSİN ve yegâne günah budur.

ZİHİN düşünen kısımdır ve kalp ise aynı zihnin hisseden diğer kısmıdır.
Hissetmek ve düşünmek, düşünceler ve duygular... Fakat TANIKLIK HER İKİSİNDEN DE AYRIDIR. Düşünüyor olsan da tanık seyreder ... bir düşünce geçip gidiyor, öfkeli olsan da tanık hâlâ seyreder. Bir duygu geçip gidiyor tıpkı bulutların geçmesi ve senin onları görmen gibi. Sen ne iyisin ne de kötüsün. Sen ne hoşsun ne de hoş değilsin. Sen ne duygusun ne de düşüncesin. Sen ne zihinsin ne de kalpsin.

SEVGİ HER ZAMAN KİŞİYİ SİNİRLENDİRİR. Onun kişiyi sinirlendirmesinin nedenleri vardır. O bilinçaltından gelir ve senin tüm yapabildiklerin bilincin içindedir; senin tüm becerilerin, senin tüm bilgin bilinçtedir. Sevgi bilinçaltından gelir ve sen onunla ne yapacağını, onunla nasıl başa çıkacağını bilmezsin ve o çok fazladır. Bilinçaltı bilinçten dokuz kat daha büyüktür, o yüzden bilinçaltından gelen her şey boğucudur. Bu yüzden insanlar duygulardan, hislerden korkarlar. Onlar insanların elini kolunu bağlar, insanlar onların kaos yaratacağından korkarlar; yaratırlar da ... fakat kaos güzeldir! Düzene ihtiyaç vardır. Ve kaosa da ihtiyaç vardır. Düzen gerektiğinde düzeni kullan, bilinçli zihni kullan; kaosa ihtiyaç olduğunda bilinçaltını kullan ve bırak kaos olsun. Tam bir insan her ikisini de kullanmaya muktedir olan, bilincin bilinçaltına ya da bilinçaltının bilince hiçbir müdahalesine izin vermeyen kimsedir.

Biz hayatın kendi bütünlüğüne, gündüzlerine, gecelerine, güneşli günlerine ve bulutlu günlerine inanıyoruz. Biz hayattaki her şeyden keyif alınacağına inanıyoruz. Sadece biraz daha farkındalığa, gerçekleşmekte olanın daha fazla bilincinde olmaya ihtiyacın var.

Sen zihnin değilsin, sen bedenin değilsin. Senin içinde bir yerlerde zihne, duygulara, fizyolojik tepkilere bakabilecek olan bir tanık var.

BU TANIK SENSİN. Ve bu tanık, bir kez orada merkezlenirsen her şeyden keyif almaya muktedirdir.

Zihnin azap çeker, acı çeker; o her türden duyguları, bağlılıkları, arzuları ve özlemleri hisseder. Ancak bunların TÜMÜ ZİHNİN YANSIMALARIDIR. Zihnin ötesinde asla herhangi bir yere gitmemiş olan senin gerçek özün vardır. O her zaman buradadır ve buradadır.

Şayet öfkeliysen, o zaman öfkeli ol ve onu iyi ya da kötü diye YARGILAMA.

Ve bu olumlu ve olumsuz duygular arasındaki farktır: Eğer belli bir duygunun farkına varabiliyorsan ve duygunun farkına vararak o kayboluyorsa olumsuzdur. Eğer belli bir duygunun farkına vararak duygunun kendisi oluyorsan, şayet duygu yayılıyor ve senin varlığın haline geliyorsa o olumludur. Farkındalık iki durumda değişik şekilde çalışır. Şayet o zehirli bir duyguysa, farkındalık aracılığıyla ondan kurtulursun. Şayet o iyiyse, mutluluk vericiyse, keyif vericiyse onunla bir olursun. Farkındalık onu derinleştirir. O halde benim için kriter şudur: Şayet bir şey senin farkındalığınla derinleşiyorsa o iyi bir şeydir. Şayet bir şey farkındalık aracılığıyla kayboluyorsa o kötü bir şeydir.


Farkındalığın içinde barınamayan şey günahtır ve farkındalığın içinde büyüyen şey sevaptır. GÜNAH VE SEVAP TOPLUMSAL KAVRAMLAR DEĞİLDİR, onlar içsel farkındalıklardır.

Sana diyorum ki şayet gerçekse OLUMSUZ DUYGULAR dahi iyidir;
ve eğer onlar gerçekse, yavaş yavaş onların gerçekliğinin ta kendisi onları dönüştürür.

Giderek onlar daha çok olumlu hale gelir ve tüm pozitif ve negatifliğin kaybolduğu bir an olur.

Sen basitçe sahici hale gelirsin: Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu bilmezsin, neyin pozitif ve neyin negatif olduğunu bilmezsin. Sen basitçe gerçeksindir. BU GERÇEKLİK sana hakiki olan hakkında bir ipucu verir.

Sadece gerçek, gerçeği bilebilir, sadece hakiki, hakikati bilebilir, sahici olan, seni saran gerçekliği bilebilir.
 

Farkındalık : Merkezlenmek

Öncelikle farkındalıkla ne anlatılmak istendiğini anlamak gerekir.

Yürüyorsun. Pek çok şeyin farkındasın; dükkânların, yanından geçen insanların, trafiğin, her şeyin. Pek çok şeyin farkındasın, yalnızca bir şeyin farkında değilsin, ve bu da kendindir. Sokakta yürüyorsun, pek çok şeyin farkındasın ama kendinin farkında değilsin! Bu öz farkındalığını George Gurdjieff öz-anımsaması olarak adlandırmıştır. Gurdjieff, “Sürekli, nerede olursan ol kendini anımsa.” der.

Her ne yapıyorsan yap, sürekli olarak bir şeyi içinde yapmaya devam et: Onları yaparken kendinin farkında ol. Yemek yiyorsun; kendinin farkında ol. Diliyorsun, konuşuyorsun; kendinin farkında ol. Kızdığında, kızgın olduğunun farkında ol. Kızgınlığın orada olduğunu fark ettiğin anda hemen kızgın olduğunun farkında ol. Sürekli olarak özü anımsamak sende ince, çok ince bir enerji yaratır. Kristalize olmuş bir varlık olmaya başlarsın.

Normalde sen gevşek bir torbasın. Kristalleşme yok, merkez yok; sadece bir sıvı, sadece, merkezi olmayan bir sürü şeyin gevşek bir karışımı. Sürekli değişen ve yer değiştiren, içinde efendisi olmayan bir kalabalık. Seni bir efendi yapan şey farkındalıktır ve efendi derken bir kontrolcü demek istemiyorum. Bir efendi ol derken demek istediğim bir mevcudiyet olman; kesintisiz bir mevcudiyet. Her ne yapıyor ya da yapmıyorsan bilincinde sürekli olarak bulunması zorunlu olan şey, var olduğundur.

Bu kendin olma duygusunun, var olma halinin kendisi bir merkez yaratır; bir dinginlik merkezi, bir sessizlik merkezi, bir içsel hakimiyet merkezi. O içsel bir güçtür. Ve “içsel bir güç” derken bunu kelimesi kelimesine aynı anlamda söylüyorum. Bu nedenle Buda “farkındalığın ateşi”nden bahseder; o bir ateştir. Farkında olmaya başladıkça, içinde yeni bir enerji hissetmeye başlarsın, yeni bir hayat. Ve bu yeni hayat, yeni güç, yeni enerji nedeniyle seni baskılayan pek çok şey çözülüp gider. Onlarla savaşmak zorunda değilsin.

Kızgınlığınla, hırsınla, cinselliğinle savaşmak zorundasın çünkü güçsüzsün. Öyleyse gerçekte sorun kızgınlık, hırs ve cinsellik değildir, sorun güçsüzlüktür. Bir kez içinde, içsel bir mevcudiyet — var olduğun — duygusuyla güçlü hissetmeye başladığında, enerjilerin tek bir noktada yoğunlaşır, kristalleşir ve bir öz doğar. Unutma ego değil bir öz doğar. Ego sahte bir öz duygusudur. Hiçbir özün olmadan bir özün olduğuna inanmaya devam ediyorsun; ego budur. Ego sahte bir öz demektir; sen bir öz değilsin, hâlâ kendinin bir öz olduğuna inanıyorsun.

Hakikati arayan birisi olan Maulungputra Buda’ya geldi. Buda ona sordu: “Ne arıyorsun?”

Maulungputra: “Kendimi arıyorum. Bana yardım et!”

Buda ondan ne yapmasını önerirse önersin yapacağına ilişkin söz vermesini istedi. Maulungputra ağlamaya başladı ve dedi ki: “Nasıl söz verebilirim? Ben olmadım; henüz olmadım, nasıl söz verebilirim? Yarın ne olacağımı bilmiyorum; söz verecek bir öze sahip değilim, o yüzden imkânsız olanı isteme. Deneyeceğim. En fazla bu kadarını söyleyebilirim; deneyeceğim. Ama her ne söylersen yapacağım diyemem çünkü kim yapacak onu? Ben söz verecek ve sözü yerine getirecek olanı arıyorum. Henüz o değilim.”

Buda: “Maulungputra bunu duyabilmek için sana bu soruyu sordum. Söz vermiş olsaydın, seni geri çevirirdim. ‘Ne dersen yapacağıma söz veriyorum’ demiş olsaydın, senin gerçek bir kendini arayan olmadığını anlamış olacaktım çünkü bir arayanın henüz olmadığını bilmesi gerekir.”

Yoksa aramanın maksadı nedir ki? Eğer zaten olduysan ihtiyaç yok. Olmadın! Ve bir kimse bunu hissedebilirse o zaman ego buharlaşır.

Ego var olmayan bir şeyin sahte fikridir. “Öz” söz verebilen bir merkez demektir. Bu merkez sürekli farkında olarak, devamlı farkında olarak yaratılır. Bir şey yaptığının farkında ol; oturuyorsun, şimdi uyuyacaksın, artık uyku sana geliyor, şimdi dalıyorsun. Her an bilinçli olmaya çalış ve sonra içinde bir merkez doğduğunu hissetmeye başlayacaksın; her şey kristalize olmaya başladı, bir merkezlenme var. Artık her şey bir merkezle ilişkili.

Bizim merkezimiz yok. Bazen merkezlenmiş gibi hissederiz ama bunlar bizi farkında yapan durumlardaki anlardır. Eğer ansızın bir durum, tehlikeli bir durum söz konusuysa, içinde bir merkez olduğunu hissetmeye başlayacaksın çünkü tehlike anında farkında olma haline geçersin. Birisi seni öldürmek üzereyken o anda düşünemezsin; o anda bilinçsiz olamazsın. Tüm enerjin merkezlenir ve o an katılaşır. Geçmişe gidemezsin, geleceğe gidemezsin; her şey tam o ana dönüşür. Ve artık sen sadece katilin farkında değil, kendinin, öldürülenin de farkına varırsın. Bu belli belirsiz anda kendinde bir merkez olduğunu hissetmeye başlarsın.

Bu nedenle tehlikeli oyunların cazibesi vardır. Groushankar’ın, yani Everest Dağı’nın zirvesine giden birine sorun. Hillary ilk kez oradayken ansızın bir merkez hissetmiş olmalı. Ve ilk kez birisi Ay’a ayak bastığında ani bir merkez hissi gelmiş olmalı. Bu yüzden tehlike caziptir.

Araba sürüyorsun ve giderek daha hızlı ve daha hızlı gidiyorsun ve sonra hız tehlikeli olmaya başlıyor. O zaman düşünemezsin; düşünceler durur. O zaman rüya göremezsin. O zaman hayal kuramazsın. O zaman şimdiki an katılaşır. Her an ölümün mümkün olduğu bu tehlike anlarında içindeki bir merkezin ansızın farkına varırsın. Tehlike sadece tehlike anında bazen merkezinde hissettiğin için caziptir. Nietzche bir yerlerde savaşlar sürmelidir çünkü yalnızca savaşta bazen bir öz — bir merkez — hissedilir diyor. Çünkü savaş tehlikedir. Ve ölüm bir gerçek halini aldı mı, yaşam yoğunlaşır. Ölüm hemen yanı başındayken, yaşam yoğunlaşır ve sen merkezlenirsin. Kendinin farkında olduğun her an merkezlenme vardır. Ancak eğer bu koşullara bağlıysa, o zaman koşullar kalktığında yok olacaktır.

Sadece koşullara bağlı olmamalıdır, içsel olmak zorundadır. Öyleyse her sıradan eylemde farkında olmaya çalış. Sandalyende otururken dene; oturanın farkında ol. Yalnızca sandalyenin değil, yalnızca odanın, çevredeki atmosferin değil, oturanın farkında ol. Gözlerini kapat ve kendini hisset; derine in ve kendini hisset.

Eugen Herrigel bir Zen ustasının yanında öğrenciydi. Üç yıldır okçuluk öğreniyordu. Usta her zaman “İyi. Ne yapıyorsan hepsi iyi ama yeterli değil” diyordu. Herrigel’in kendisi de usta bir okçu oldu. Nişan alması yüzde yüz mükemmel hale geldi ama ustası hâlâ “Çok iyi gidiyorsun ama yeterli değil.” diyordu.

“Yüzde yüz mükemmel hedefi bulmayla!” dedi Herrigel, “Artık ne bekliyorsunuz? Nasıl daha ileri gidebilirim? Yüzde yüz doğruluk varken daha fazlasını nasıl bekleyebilirsiniz?”

Zen ustasının şöyle dediği söylenir: “Ben senin nişanınla ya da okçuluğunla ilgilenmiyorum. Ben seninle ilgiliyim. Sen mükemmel bir teknisyen oldun. Ama okun yayı terk ettiğinde sen kendinin farkında değilsin, o yüzden nafile! Ben okun hedefe ulaşmasıyla ilgilenmiyorum. Ben seninle ilgileniyorum! Yaydaki ok gerildiğinde, içerde senin bilincinin de gerilmesi lazım. Hedefi kaçırsan dahi hiç fark etmez ama ruhsal hedef kaçırılmamalıdır ve sen bunu kaçırıyorsun. Mükemmel bir teknisyen oldun ama bir taklitçisin.” Batılı bir zihne ya da gerçekte modern bir zihne — ve Batılı zihin modern zihindir — bunu kavramak çok zor gelir. Saçma görünür. Okçuluk belli bir başarıyla hedefi vurmakla ilgilidir.

Yavaş yavaş Herrigel hayal kırıklığına uğramaya başladı ve bir gün dedi ki: “Ben gidiyorum. Bana imkânsız gibi geliyor! İmkânsız! Bir şeyi nişan aldığında ve eğer başarılı bir okçuysan farkındalığın hedefine, nesneye yönelir ve eğer başarılı bir okçu olacaksan kendini unutmak zorundasın; sadece nişan aldığın şeyi, hedefini hatırlayıp her şeyi unutmalısın. Sadece hedef orda olmalı.” Ancak Zen ustası sürekli Herrigel’i içerde başka bir hedef yaratması konusunda zorluyordu. Bu yayda ikili bir ok olmalı: Dışarıdaki hedefe yönelen ve sürekli içerdeki hedefe; öze yönelen.

Herrigel, “Artık ayrılacağım. İmkânsız görünüyor. Koşullarınız gerçekleştirilemez.” dedi. Ve ayrılacağı gün sadece oturuyordu. Ustayla vedalaşmak için gelmişti ve ustaysa başka bir şeye nişan alıyordu. Başka birisi öğreniyordu ve ilk kez Herrigel işin içinde değildi. Sadece vedalaşmak için gelmişti ve oturuyordu. Usta öğretmeyi bitirdiği anda vedalaşacak ve gidecekti.

Ama o zaman, ansızın ustanın ve ustanın iki oklu bilincinin farkına vardı. Usta nişan alıyordu. Üç yıl boyunca Herrigel aynı ustayla birlikteydi ama kendi çabalarıyla daha çok ilgiliydi. Bu adamı hiç görmemişti, ne yapıyordu? İlk defa gördü ve fark etti; ve aniden, kendiliğinden, çaba sarf etmeden ustanın yanına geldi, yayı eline aldı, hedefi nişanladı ve oku fırlattı. Ve usta, “Tamam! İlk kez yaptın. Mutluyum.” dedi.

Ne yapmıştı? İlk kez kendi içinde merkezlendi. Hedef oradaydı ama o da oradaydı; mevcuttu.

Öyleyse her ne yapıyorsan — her neyse; okçuluğa falan gerek yok — her ne yapıyorsan, yalnızca oturuyorsan bile, iki oklu ol. Dışarıda olup bitenleri hatırla ve içerdekinin kim olduğunu da hatırla.

Lin-chi bir sabah konuşma yapıyordu ve birisi aniden sordu: “Sadece şu soruma cevap verin: Ben kimim?” Lin-chi aşağı indi ve adama gitti. Tüm salon sessizleşti. Ne yapacaktı? Çok basit bir soruydu. Oturduğu yerden cevaplayabilirdi. Adama ulaştı. Tüm salonda çıt yoktu. Lin-chi adamın önünde durup gözlerinin içine baktı. Çok içe işleyen bir andı. Her şey durdu. Soru sahibi terlemeye başladı. Lin-chi gözlerini dikmiş onun gözlerine bakıyordu. Ve sonra Lin-chi, “Bana sorma. İçeri git ve kimin soruyu sorduğunu bul. Gözlerini kapa. ‘Ben kimim’ diye sorma. İçeri gir ve kim soruyor, soruyu soran kim, bul. Beni unut. Sorunun kaynağını bul. Derine dal!” dedi.

Ve adamın gözlerini kapadığı, sessizleştiği ve ansızın aydınlandığı söylenir. Gözlerini açtı, güldü, Lin-chi’nin ayaklarına dokundu ve dedi ki: Beni yanıtladınız. Bu soruyu herkese sorup duruyordum ve bana pek çok cevap verildi ama hiçbiri bir cevap olduğunu kanıtlayamadı. Ama siz beni yanıtladınız.”

“Ben kimim?” Kim bunu yanıtlayabilir? Ama belli bir durumda — bin kişi sessiz, çıt bile çıkmayan bir sessizlik — Lin-chi içeri nüfuz eden gözlerle aşağı geliyor ve adama gözlerini kapamasını söylüyor: “Gözlerini kapa, içeri gir ve soruyu kimin sorduğunu bul. Yanıtlamamı bekleme. Soruyu kimin sorduğunu bul.” Ve bu adam gözlerini kapadı. Bu durumda ne oldu? Merkezlendi. Aniden merkezlendi, en içerdeki özün farkına vardı.

Bu keşfedilmek zorunda ve farkındalık da bu en içerideki özün keşfedilmesi yöntemidir. Ne kadar bilinçsizsen, o kadar kendinden uzaktasındır. Ne kadar bilinçliysen, kendine o kadar çok yaklaşırsın. Bilinçlilik tamsa, merkezdesin. Bilinçlilik azsa, çepere daha yakınsın. Bilinçsizken o zaman merkezin tamamen unutulduğu çeperdesin. Bunlar iki olası hareket etme yöntemidir.

Çepere gidebilirsin; o zaman bilinçsizliğe gidersin. Bir filme oturursun, müzik dinlemek için bir yere oturursun, kendini unutabilirsin; o zaman çeperdesin. Bhagavad Gita ya da İncil ya da Kuran okurken kendini unutabilirsin; o zaman çeperdesin.

Ne yaparsan yap kendini hatırlayabilirsen merkezin yakınındasın. O zaman ansızın bir gün merkezlenirsin. O zaman enerjin var. Bu enerji ateştir. Tüm yaşam, tüm varoluş enerjidir, ateştir. Ateş eski ismidir; artık ona elektrik diyorlar. İnsanlar onu çok, pek çok şekilde etiketlediler ama ateş iyidir. Elektrik biraz ölü gibi; ateş ise daha canlı geliyor.

Eylemlerinde dikkatli ol. Bu çok uzun, zor bir yolculuk, tek bir an bile farkında olmak zordur; zihin sürekli titreşir. Ama imkânsız değildir. Çetindir, zordur ama imkânsız değildir. Mümkündür; herkes için mümkündür. Yalnızca gayret etmek gerekir ve bütün kalple gayret etmek. Dışarıda hiçbir şey, içerde hiçbir şey dokunulmadan kalmamalı. Her şey farkındalık için kurban edilmeli; ancak o zaman ruhsal ateş keşfedilir. O orada.

Şu ana kadar varolmuş veya varolacak tüm dinleri birleştiren özün ne olduğunu birisi bulmaya kalkarsa, sadece farkındalık sözcüğü bulunabilir.

İsa bir öykü anlatır... Bir evin efendisi dışarı çıkmış ve hizmetçilerine sürekli tetikte olmalarını çünkü her an geri dönebileceğini söylemiş. Bu durumda günde yirmi dört saat tetikte kalmak zorundadırlar. Herhangi bir an efendi gelebilir, her an! Belirlenmiş bir an yok, belirlenmiş gün yok, belirlenmiş tarih yok. Belirlenmiş bir tarih olsa o zaman uyuyabilirsin; o zaman canın ne isterse yapabilirsin ve sadece belli bir tarihte hazır olursun çünkü efendi geliyor. Ama efendi, “Her an gelebilirim. Gece ve gündüz beni karşılamaya hazır olmak zorundasınız.” demişti.

Bu hayatın meselidir. Erteleyemezsin; her an efendi gelebilir. Kişi sürekli tetikte olmak zorundadır. Bir tarih belirlenmemiştir; bu ani olayın ne zaman gerçekleşeceği hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Kişi sadece bir şey yapabilir: Tetikte ol ve bekle.

Farkındalık kişinin kendisini merkezlemesi, ruhsal ateşi elde etmesi için bir tekniktir. O orada gizli; keşfedilebilir. Ve o bir kez keşfedildiğinde, sadece o zaman tapınağa girmek için yetkinleşiriz; önce değil, asla değil.

Ama kendimizi sembollerle kandırabiliriz. Semboller daha derindeki gerçeklikleri göstermek için var ama biz onları kandırmacalar olarak kullanabiliriz. Tütsü yakarız, dışsal şeylere tapınırız ve bir şey yapmışız gibi huzur hissederiz. Dindar hale gelmeden kendimizi dindar hissedebiliriz. Olan şey budur; yeryüzünün geldiği nokta budur. İnsanlar ruhsal ateşleri olmadan sadece dışsal sembolleri izliyorlar diye dindar olduklarını düşünüyorlar.

Başarısızlık abidesi bile olsan çabalamaya devam et. Başlangıçta olacaksın. Tekrar tekrar başarısız olacaksın ama başarısızlığın dahi yardımcı olacak. Tek bir an dahi farkında olma konusunda başarısız olduğunda, ilk defa ne kadar bilinçsiz olduğunu hissedeceksin.

Sokakta yürü ve bilinçsizleşmeden birkaç adım dahi yürüyemezsin. Tekrar tekrar kendini unutursun. Bir tabelayı okumaya başlarsın ve o zaman kendini unutursun.

Başarısızlıkların yardımcı olacak. Onlar sana ne kadar bilinçsiz olduğunu gösterecek. Ve hatta bilinçsiz olduğunu fark edebilirsen, belli bir farkındalık elde ettin demektir. Delirmiş birisi deli olduğunun farkına varırsa, akıllı olma yoluna girmiş demektir.
 

Ego : Olduğun Halinle Mükemmelsin

Çocukluğundan itibaren sana, “İsa gibi ol” ya da “Buda gibi ol” denildi.

Fakat niçin? Niçin Buda haline gelesin? Buda hiçbir zaman sen olmadı. Buda Buda’ydı. İsa İsa’ydı. Krishna Krishna’ydı. Niçin Krishna gibi olasın? Ne yanlış yaptın? Ne günah işledin ki Krishna olasın? Tanrı asla başka bir Krishna daha yaratmadı. O asla başka bir Buda, başka bir İsa yaratmadı, asla! Çünkü o, aynı şeyleri yeniden ve yeniden yaratmayı sevmez. O bir yaratıcı, o bir üretim hattı değil — bir Ford gelir, diğer Ford, diğer Ford — Ford arabaları üretim hattından hepsi birbirinin aynı olarak iner durur.

Tanrı bir üretim hattı değildir. Orijinal bir yaratıcıdır: O asla aynı şeyi yaratmaz.

Ve aynısı değerli olmayacaktır. İsa’nın yeniden senin içine sığmaya çalıştığını bir düşün. Uymayacaktır! O modası geçmiş olacaktır, o antika olacaktır, o sadece bir müzede yararlı olacaktır, başka bir yerde değil.

Tanrı asla tekrar etmez. Fakat sana her zaman için başka birisi olman öğretildi. “Başka birisi ol; komşunun oğlu ... komşunun oğlu gibi ol. Bak ne kadar zeki. Bak ... şu kız ne kadar zarif şekilde yürüyor. Böyle ol!” Sana her zaman başka birisi gibi olman öğretilmiştir.

Hiç kimse sana kendin ol ve varlığına saygı duy; o Tanrı’nın bir armağanıdır dememiştir.

Asla taklit etme, sana söylediğim şey budur, asla taklit etme.

Kendin ol; bu kadarını Tanrı’ya borçlusun. İçten bir şekilde kendin ol ve o zaman özel olduğunu bileceksin. Tanrı seni çok sevdi, bu yüzden sen varsın. Her şeyden önce bu yüzden sen varsın, aksi takdirde olmazdın. Bu onun sana olan muazzam sevgisinin göstergesidir.

Ancak senin özel olman başka birisiyle kıyaslanamaz, bu sen komşularına, arkadaşlarına, karına, kocana kıyasla özelsin demek değildir. Sen basitçe özelsin çünkü sen teksin. Senin gibi olan tek kişi sensin. Bu saygının içinde, bu anlayışın içinde özel olmaya çalışma gayreti kaybolacaktır.

Senin tüm özel olma çaban bir yılana bacak takmak gibidir. Yılanı öldüreceksin. Sen düşünürsün ki ... yılana olan şefkatin nedeniyle bacak takıyorsun. “Zavallı yılan, bacakları olmadan nasıl yürüyecek?” Sanki yılan bir kırkayağın eline düşmüş gibi. Ve kırkayak yılana büyük bir şefkat duyarak şöyle düşünür, “Zavallı yılan, benim yüz tane bacağım var, onunsa hiç yok. Nasıl yürüyecek? En azından beş tane bacağa ihtiyacı var.” Ve şayet o, ameliyatla yılana birkaç bacak takarsa yılanı öldürecektir. Yılan olduğu haliyle mükemmeldir, onun hiç bacağa ihtiyacı yoktur.

Sen olduğun halinle mükemmelsin. Kişinin kendi varlığına saygı duyması diye buna derim.

Ve kişinin kendisine saygı duymasının ego ile hiçbir ilgisi yoktur, unutma. Birisine saygı duymak kendi kendine saygı duymak değildir. Bir kimseye saygı duymak Tanrı’ya duyulan saygıdır. O yaratıcıya saygı duymaktır çünkü sen sadece bir resimsin; onun resmi. Resme saygı duyarak sen ressama saygı duyarsın. Saygı duy, kabul et, fark et ve tüm bu aptalca özel olma gayreti kaybolacaktır.
 

Gizemli Sırlar : Hac Mekânlarının Simyası

Hac mekânları yaratmanın tek nedeni, herkesin içsel yolculuğuna kolaylıkla başlayabilmesini sağlamak için, bilinçli enerjilerle yüklü güçlü alanlar yaratma deneyleri yapmaktı.

Bir tekneyi yürütebilmenin iki yolu vardır. Bunlardan biri yelkenleri doğru zamanda, rüzgar doğrultusunda açmak ve kürekleri kullanmak; diğeri ise yelkenleri kapalı tutup küreklerden faydalanmaktır. Hac mekânları bilinç ırmaklarının kendiliğinden aktığı yerlerdir: Senin yapman gereken tek şey bilinç yelkenlerini açarak bu akımın ortasında durmak ve ileri doğru yolculuğuna başlamaktır.

Böyle yerlerde diğer yerlere ve kendi başına kat edeceğine oranla çok daha kolay ve çabuk yol alman mümkün olacaktır. Başka bir yerde fark etmeden negatif bir yere ulaşabilir ve yelkenlerini yanlış yöne doğru açarak varmak istediğin noktadan daha da uzak düşebilir ve kaybolabilirsin.

Örneğin olumsuz duygularla dolu — söz gelişi kasapların bütün gün hayvan kestiği — bir yerde oturmuş meditasyon yapıyorsan zihninde büyük bir mücadele ve çatışma oluşabilir. Meditasyon yaparken oldukça alıcı, açık ve savunmasız bir hale gelirsin; bu yüzden o sırada etrafında olup bitmekte olan ne varsa sana geçebilir. Bu nedenle meditasyon yaparken her zaman seni yanlış bir yere götürmeyecek bir yer seçmen gerekir. Meditasyon sırasında rahatsız edici duygular hissettiğinde veya sükûneti yakalamakta zorlandığında bulunduğun yeri değiştir. Kişi hapishanede bile meditasyon yapabilir ancak bunun için çok sağlam bir kişilik gerekir. Hapishanede meditasyon yapmana yardımcı olacak farklı yöntemler vardır; negatif güçlerin giremeyeceği bir sınır çizgisi yaratman gerekir.

Ama bir tirtha, yani kutsal hac mekânında, böyle bir çizgiye gerek duyulmaz. Öyle bir yerde tüm direncini bırakıp, tüm kapı ve pencerelerini tüm yönlerden açmana yardımcı olacak bir tekniğe ihtiyaç duyarsın. Orada pozitif enerji bolluk içinde akmaktadır. Yüzlerce insan bilinmeyenin içinden buralara gelmiş ve bir yol yaratmıştır. Evet, bunu bir yol olarak adlandırmak gerekir. Yaptıkları gerçekten de yolu tıkayan ağaçları kesip, çalıları temizleyerek kendi arkalarından gelenler daha kolayca ilerleyebilsin diye bir yol açmaktır. Dini yolda daha zayıf insanlara her konuda yardım etmek için gösterilen çaba daha yüksek ve daha güçlü bir bilinçten kaynaklanmaktadır. Hac mekânı da böylesine büyük bir deneydir.

Hac mekânı bedenden ruha doğru bir akışın gerçekleştiği, tüm atmosferin enerji yüklendiği, insanların samadhi’ye ulaşmış olduğu, yüzyıllar boyunca birçok kimsenin aydınlamayı yaşadığı yerdir. Böyle yerler gerçekten fazlasıyla enerji yüklüdür. Böyle bir yerde yalnızca yelkenlerini açman, yolculuğunun başlaması için yeterlidir.

Bu yüzden tüm dinler kendi hac mekânlarını oluşturmuştur. Tapınaklara karşı olan insanlar bile bunu yapmıştır. Putlara tapınmaya ve tapınaklara karşı olan dinlerin bile hac mekânları oluşturmuş olması ilgi çekicidir. Heykelsiz yapmak kolaydı ama hac mekânsız yapmak zordu çünkü hiç bir dinin karşı gelemeyeceği ya da yadsıyamıyacağı enginlikte bir değere sahiptiler.

Jainalar da, Müslümanlar da, Sihler de, hatta Budistler de — Budistler başlangıçta put kullanmıyordu — putlara tapmazlar. Ancak hepsi kendi kutsal hac mekânını oluşturmuştur. Buna mecburdular. Böyle yerler olmaksızın dinin de bir önemi yoktur. Böyle yerler olmasaydı her şey bireye düşecekti ve dini bir topluluğun ne amacı ne de anlamı kalmayacaktı.

Tirtha sözcüğü, kişinin sonsuz okyanusa atlayabileceği bir nevi tramplen anlamındadır. Jaina sözcüğü tirthankara ise böyle bir tirtha’nın; bir hac mekânın yaratıcısı anlamına gelir. Bir insanın tirthankara olarak adlandırılması için sıradan insanların girebileceği, kendini açıp içsel arayışına başlayabileceği bir enerji alanı yaratmış olması gerekir. Jainalar bu kimseleri ilahî varlıklar değil tirthankara’lar olarak adlandırır. Tirthankara ilahî varliktan daha büyük bir olgudur çünkü ilahî varlık iyi bir insan kılığına girmiştir, oysa bir insanın diğerlerinin ilahî olana ulaşabileceği bir yol açması çok daha yüce bir durumdur.

Jainizm bir Tanrı’ya değil, insanın içindeki potansiyele inanır. Jainalar’ın tirtha ve [i]tirthankaralardan diğer dinlerin mensuplarından daha derinlemesine faydalanabilmiş olması da bundandır. Jaina dininde Tanrı’nın rahmeti veya Tanrı’nın merhameti kavramları yer almaz. Jainalar Tanrı’nın yardım edebileceğine inanmazlar; arayan tek başınadır ve kendi çaba ve enerjisiyle yol almalıdır.

Ancak, bu yolculuğu sürdürebileceği iki yol vardır. İlk yolda her insan kendi teknesiyle, kendi kol kuvvetiyle, kürek çekerek yol almalıdır. Birçok insanın içinden belki bir tanesi bunu başarabilir. Oysa ikinci yolda rüzgarın yardımına başvurabilir ve yelkenlerini açarak, çok daha hızlı ve kolayca gidebilirsin.
 

Meditasyon : Düşüncelerinin Gözcüsü Ol!

Meditasyon demek gözlemek demektir.. Kendimiz dahil herşeyi gözlemek... Tanık olmak....

Meditasyon büyük çaba gerektirir. O çetindir, o bir zirve mücadelesidir. Meditayonun dışında kalmak ise çok kolaydır diğer taraftan. Onun için herhangi bir çaba sarf etmen gerekmez, sen halihazırda meditasyonun dışındasın, zaten herkes bu şekilde doğar. Ancak meditatif olabilmek gerçekten büyük cesaret ister, büyük azim ve kararlılık gerektirir, büyük sabır gerektirir çünkü zihnin ötesine geçebilmek bilinen en karmaşık olaydır.

Bizler zihnin haricinde hiçbir şey bilmiyoruz. Hatta onun ötesine geçmeyi düşündüğümüzde dahi bunu tasarlayan yine zihnin kendisidir. Öyleyse, zihin nasıl olup da kendisinin ötesine geçebilir? - karmaşıklık işte buradadır.

Bu noktada yardımcı olan çok önemli metod ve araçlar vardır ve bunların hepsi de dolaylı yollardır. Meditasyonu zorlayamazsın. Zorlayıcı herhangi bir şey zihnin kendi ürününden başka bir şey olmayacaktır.

Zihin zorlayıcıdır. Zihin Nazidir, faşisttir, vahşidir. Bundan dolayıdır ki, meditasyon sadece zihin tamamen devreden çıktığında, herhangi bir zorlama olmaksızın, doğal olarak ve kendiliğinden gelir. Ve buradaki araç, kullanılabilecek en büyük araç gözlemektir.

Sadece düşüncelerini gözle. Zamanın olduğu her an gözlerini kapatıp, zihninin perdesinden geçen düşüncelerini, arzularını, anılarını seyret. Ve tamamen kayıtsız kal.

Bu doğru, bu yanlış diye hükümler verme. Hüküm verdiğin an olayın içine atlamışsın demektir. "Bu doğru, iyi, haklı vs." dediğinde bir şeyi seçmiş olursun ki seçim yaptığın o andan itibaren onunla özdeşleşir ve ona bağlanırsın. Onun gitmesini istemez, kendin için saklamak istersin. Ve bir şeyin kötü olduğunu düşündüğünde de, onu uzaklaştırmak, ondan kaçınmak istersin. Hatta onu zihninin perdesinde dahi görmek istemezsin ve onunla savaşmaya, mücadele etmeye başlarsın ki o andan itibaren artık gözcülüğün unutulmuş, sona ermiştir.

Sadece bir gözcü ol: birisi ırmağın kıyısına oturur ve onun akışını seyreder. Gerçekten onu seyretmek dışında yargılanacak söylenebilecek hiçbir şey yoktur. Ve kişi yeterince sabır gösterirse, trafik ağır ağır azalır, gittikçe daha az düşünce perdeye yansır ve sonunda kendisini boş bir perdeye bakarken bulur.

Bunlar hayatın en değerli anlarıdır, düşüncelerin olmadığı bu anlarda orada sadece sen varsın. İzleyen, gören; ortada görecek hiçbir şey olmadan oradadır. Bunlar saflık ve masumiyet anlarıdır, bunlar kutsal olarak adlandırılabilecek anlardır. Onlar artık insana ait değildirler. Bu anlarda insanlığı aşmışsındır.

Yavaş yavaş bu anlar artar, artar. Ve bir gün öylesine sıradan bir iş olur ki, istediğin her an düşüncenin olmadığı bu alana girebilirsin. Tamamen farkında ve düşünceler olmaksızın - işte bu meditasyondur. Ve bu seni bütün esaretlerinden kurtarabilecek yegane şeydir, o sana barışı ve mutluluğu ve Tanrıyı ve gerçeği getirir
 

Tantra : Bütün Parçaların Toplamından Büyüktür

Hiçbir şey varoluşu tanımlayamaz, çünkü her şey onun içindedir ve o her şeyden büyüktür...

Hiçbir şey varoluşu tanımlayamaz, çünkü her şey onun içindedir ve o her şeyden büyüktür. O tüm parçaların bir araya konulmasından daha fazladır. Bunun anlaşılması gerekir… bu Tantra’nın tavırlarından biridir.

Bir güle bakıyorsun. Bir kimyagere gidebilirsin; gülü analiz eder ve sana hangi öğelerden oluştuğunu söyler- hangi maddeden, hangi kimyasallardan, hangi renklerden. Onu tahlil edebilir. Fakat eğer ‘’bunun güzelliği nerede?’’ diye sorarsan omuzlarını silkecektir. Şöyle diyecektir, ‘’burada hiçbir güzellik bulamadım. Benim tüm bulabildiğim bu: bu kadar renk, bu kadar madde, bu kadar kimyasal. Hepsi bu. Ve hiçbir şeyi atlamadım, dışarıda hiçbir şey kalmadı. Tartabilirsin: bunlar gülle aynı ağırlıkta. Onun için dışarıda hiçbir şey kalmadı. O zaman aldanmış olmalısın; bu güzellik senin yansıtman olmalı.’’

Tantra der ki: güzellik vardır, fakat güzellik bir araya konulmuş tüm parçalardan daha fazlasıdır. Bütün parçaların toplamından fazladır. Bu büyük önemi olan tantra tavırlarından biridir. Güzellik onu oluşturan şeylerden daha fazlasıdır.

Ya da sevinçle kıkırdayarak ağzından kabarcıklar çıkartan küçük bir bebek- yaşam oradadır. Küçük bebeği tahlil et, bebeği cerrahın masasına koy; tahlilden sonra ne bulursun? Ne kabarcıklar çıkartan sevinç, ne kıkırdamalar, ne kahkahalar kalır. Hiçbir masumiyet bulunmaz, hiçbir yaşam bulunmaz. Bebeği kestiğin an bebek gider, yaşam gider. Fakat cerrah hiçbir şeyin kalmadığında ısrar eder. Tartabilirsin; parçalar bebeğin ağırlığındadır. Geride hiçbir şey kalmamıştır, bu aynı bebektir- fakat annesini bunun aynı bebek olduğuna ikna edebilir misin? Bunun aynı bebek olduğuna sen ikna olabilir misin? Ve eğer çocuk cerrahın olsaydı o da masada yatan ölü uzuvlarıyla bunun aynı bebek olduğuna ikna olabilir miydi?

Bir şey kayboldu. Belki bu bir şey tartılamaz, belki tartılamayan bir şeydir bu. Belki bu bir şey fiziksel değildir, maddi değildir, fakat bir şey gitmiştir. Bebek artık dans edemeyecektir, yemek yiyip uyuyamayacak, ağlayamayacak, sevip kızamayacaktır; bir şey gitmiştir.

Tantra der ki: toplam olan bütün değildir. Parçaların toplamı bütün değildir. Bütün parçaların toplamından daha fazlasıdır. Ve bu daha fazlalıkta yaşam deneyimi vardır.

SAİR KONULAR : Üç Kuantum Sıçrayışı

Her iki devrim de kaybedildi. Benim yaptığımın kaybolmamasını isterim. Bu yüzden geçmişte devrimin devam etmesine, sürmesine engel olan her şeyden kurtulunması için olası her yolu deniyorum. Ben birey ile varoluş arasında kimsenin durmasını istemiyorum. Dua yok, rahip yok; gündoğumu ile yüzleşmek için sen yetersin, gündoğumunun ne kadar güzel olduğunu senin için yorumlayacak kimseye ihtiyacın yok.


Dine kuantum sıçrayışı getirmekle ilgili itibar Gautama Buda’dan yirmi beş yüzyıl önce, ilk defa Tanrı’sız bir din vaaz eden Adinatha’ya kadar uzanır. Bu muazzam bir devrimdi, çünkü tüm dünyadaki hiçbir yerde dinin Tanrı olmadan var olabileceği düşünülememişti.


Tanrı tüm dinlerin esas kısmı —merkezi-- olmuştur: Hıristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık. Ama Tanrı’yı dinin merkezi yapmak insanı yalnızca çeper kılar. Tanrı’yı dünyanın yaratıcısı olarak düşünmek insanı yalnızca bir kukla kılar.

İşte bu yüzden İbranca’da, Yahudiliğin dilinde, insana Adem denir. Adem “çamur” demektir. Arapça’da insana admi denir; adem ile aynı köktendir ve Yine “çamur” anlamına gelir. Genel olarak Hıristiyanlığın dili haline gelen İngilizce’de human sözcüğü humus’tan gelir ve humus “çamur” demektir. Doğal olarak, eğer Tanrı yaratıcıysa, bir şey kullanarak yaratmak zorundadır. insanı bir heykel gibi yapmalıdır, böylece ilk önce insanı çamurdan yapar, sonra içine can üfler. Ama eğer böyleyse, insan tüm vakarı kaybeder.

Ve eğer Tanrı insanın ve başka her şeyin yaratıcısı ise, tüm fikir tuhaftır. Tanrı insanı ve evreni yapmadan önce, ezelden beri ne yapıyordu? Hırıstiyanlığa göre insanı İsa Mesih’ten yalnızca 4004 yıl önce yarattı. 0 zaman ezelden beri ne yapıyordu? Bu tuhaf geliyor. Bir sebep olmamalı, çünkü Tanrı’nın varoluşu yaratmak için bir sebebi olması, Tanrı’dan daha yüksek güçler olması, onu yaratmaya götüren sebepler olması demek. Ya da içinde aniden bir arzu doğmuş olması olasılığı var —bu da pek filozofça gelmiyor, çünkü ezelden beri arzusuzdu— ve arzusuz olmak mutlu olmaktır. Ezeli mutluluk deneyiminden, Tanrı’nın içinde dünyayı yaratmak için bir arzu yükseldiğini hayal etmek imkansız . Arzu arzudur , bir ev yapmak istesen de , başbakan olmak istesen de, dünyayı yaratmak istesen de, Tanrı’nın arzulara sahip olması düşünülemez bu yüzden geriye kalan tek şey kapris, egzantrikliktir .

Ama tüm bu varoluş sırf kapris yüzünden yaratıldıysa, tüm önemini kaybeder. Ve yarın Tanrı’nın içinden tüm evreni çözmek için bir başka kapris yükselebilir . Bu yüzden tüm güçlere sahip, ama aklıbaşında olmayan kaprisli , diktatör bir Tanrı’nın ellerinde basit kuklalarız .

Adinatha çok derin meditasyon yapan, derin derin düşünmeyi seven biri olmalı. Bir Tanrı varken dünyanın hiçbir anlamı olmadığı sonucuna varmış olmalı. Dünyada anlam istiyorsak , Tanrı’dan kurtulmamız gerek .Büyük cesarete sahip bir adam olmalı .İnsanlar hala kiliselerde, sinagoglarda, tapınaklarda tapınıyor; ama o adam, Adinatha, bizden beş bin yıl önce çok açık bilimsel bir sonuca vardı: İnsandan daha yüksek hiçbir şey yoktur, gerçekleşecek her evrim insanın içinde ve bilincinde olacaktır.

Adinatha, Jainizm’deki yirmi dört ustanın ilkidir ve ilk kuantum sıçrayışı budur — Tanrı’dan kurtulunmuştur. İtibar Buda’ya ait değildir, çünkü Buda Adinatha’dan yirmi beş yüzyıl sonra gelmiştir. Ama Buda’ya bir başka itibar aittir — Adinatha, Tanrı’dan kurtulmuştur, ama onun yerine meditasyon koyamamıştır. Tam tersine, çilecilik, sadelik, bedene eziyet etmeyi yaratmıştır — oruç, çıplak kalma, günde yalnızca bir kez yemek yeme, geceleyin hiçbir şey içmeme, yememe, yalnızca belli yiyecekleri yeme. Çok güzel bir felsefi sonuca varmıştır, ama anlaşılan sonuç yalnızca felsefiymiş, meditasyonla ilgisi yokmuş.

Tanrı’dan kurtulduğun zaman hiçbir ayinin olamaz, tapınamazsın, dua edemezsin; yerine bir şey konulmalıdır. 0 sadelik koymuştur, çünkü dinin merkezi insan olmuştur ve insanın kendini arındırması gerekir. Onun fikrine göre arındırmak insanın kendini dünyadan, kendi bedeninden uzaklaştırması demekti. Bu her şeyi çarpıttı. O çok önemli bir sonuca vardı, ama bu yalnızca felsefi bir kavram olarak kaldı.

Adinatha, Tanrı’dan kurtuldu, ama bir boşluk bıraktı ve Buda o boşluğu meditasyonla doldurdu. Adinatha tanrısız bir din yaptı, Buda meditasyona dayalı bir din yaptı. Buda’nın katkısı meditasyondur. Asıl nokta bedene eziyet etmek değildir; asıl nokta daha sessiz olmak, daha gevşemiş olmak, daha huzurlu olmaktır. İnsanın kendi bilincinin merkezine ulaşması içsel bir yolculuktur ve insanın kendi bilincinin merkezi tüm varoluşun merkezidir.

Yirmi beş yüzyıl daha geçti. Nasıl Adinatha’nın devrimci tanrısı din kavramı sadelikler, kendi kendine eziyet içinde kaybolduysa , Buda’nın meditasyon fikri —içsel, başka hiç kimsenin göremediği bir şey; nerede olduğunu yalnızca sen bilirsin, ilerleyip ilerlemediğini yalnızca sen bilirsin— bir başka çölde kayboldu ve o çöl organize dindir.

Din, meditasyon yapsalar da yapmasalar da, bireylere tek tek güvenilemeyeceğini söyler. Topluluklara, ustalara, birlikte yaşayabilecekleri manastırlara ihtiyaç vardır. Daha yüksek bir bilinç seviyesinde olanlar diğerlerine göz-kulak olabilir, onlara yardım edebilir. Dinlerin bireylerin ellerine bırakılmaması şarttır; organize edilmeli, daha yüksek bir meditasyon noktasına erişenlerin ellerine bırakılmalıdırlar. Başlangıçta bu iyiydi; Buda hayattayken kendi kendini fark edişe, aydınlanmaya ulaşan pek çok insan oldu Ama Buda öldükten, bu insanlar öldükten sonra insanların meditasyon yapmasına yardım etmesi için yaratılmış organizasyonlar rahipliğin eline düştü ve onlar senin meditasyon yapmana yardım etmek yerine Buda imgesi çevresinde ayinler yaratmaya başladı. Buda bir başka tanrı oldu.

Adinatha, Tanrı’dan kurtuldu, Buda Tanrı’nın var olduğunu hiç kabul etmedi — ama bu rahiplik tanrı olmadan var olamaz. Bu yüzden yaratıcı olan bir tanrı olmayabilir, ama Buda tanrılığa erişti. Başkaları için tek şey Buda’ya tapınmaktır, Buda’ya iman etmektir, Buda’nın ilkelerini takip etmek, yaşamı onun doktrinine göre yaşamaktır; Buda organizasyonun içinde, imitasyonun içinde kayboldu. Ve hepsi temel şeyi unuttu ve bu meditasyondu.

Benim tüm çabam dinsiz bir din yaratmaktır. Tanrı’yı merkez alan dinlere ne olduğunu gördük. Adinatha’nın devrimci kavramına, tanrısız dine ne olduğunu gördük. Buda’ya, Tanrısız organize dine ne olduğunu gördük.

Artık benim çabam, Tanrı’yı yok ettikleri gibi, dini de yok etmek. Geriye yalnızca meditasyonu bırak, böylece hiçbir şekilde unutulamasın. Onun yerine koyacak hiçbir şey yoktur. Tanrı yoktur, din yoktur. Din derken organize doktrini, amentüyü, ayini, rahipliği kastediyorum .

İlk defa dinin tamamen bireysel olmasını istiyorum. Çünkü Tanrılı ya da Tanrısız, tüm organize dinler insanlığı yanlış yönlendirmiştir. Ve tek amaç organizasyon olmuştur, çünkü organizasyonun kendi yöntemleri vardır ve bunlar meditasyona karşıdır. Organizasyon gerçekte politik bir olgudur, dindarca değildir. Bu bir başka güç yöntemidir, güç iradesidir. Artık her Hıristiyan rahip bir gün en azından bir piskopos, bir kardinal, bir papa olmayı ummaktadır. Yeni hiyerarşi, yeni bürokrasi budur — ve spiritüel olduğu için kimse itiraz etmez. Bir piskopos olabilirsin, bir papa olabilirsin, herhangi bir şey olabilirsin. Buna itiraz edilmez, çünkü kimsenin hayatına engel olmayacaksındır; bu yalnızca soyut bir fikirdir.

Benim çabam rahipliği tamamen yok etmektir. O Tanrı ile kaldı, tanrılı dinle kaldı; artık tek yol Tanrı’dan ve dinden aynı anda kurtulmamız, böylece rahiplik olasılığı kalmaz. 0 zaman insan tamamen Özgür, tamamen kendi büyümesinden sorumlu olur.

Ben şöyle hissediyorum: İnsan kendi büyümesinden ne kadar sorumlu olursa, onu fazla ertelemesi de o kadar güç olur. Çünkü bu, üzüntülüysen, sorumlunun sen olduğun anlamına gelir. Gerginsen, sen sorumlusun. Gevşemiş değilsen, sen sorumlusun. Acı çekiyorsan, sebebi sensin. Tanrı yok, gidip bir ayin isteyebileceğin bir rahiplik yok. Üzüntün ile başbaşasın - ve kimse üzgün olmak istemez.

Rahipler sana uyuşturucu verip durur, sana umut verirler: “ Endişelenme, bu yalnızca inancının, güveninin sınanması. Ve bu üzüntüyü yaşarsan, sessizce, sabırla acı çekersen, diğer dünyada, ölümün ötesinde muazzam ödüller alacaksın.” Rahiplik yoksa, her ne isen, ondan senin sorumlu olduğunu anlamalısın — başka kimse değil. Ve “Üzüntümden ben sorumluyum” hissi kapıyı açar. Sonra bu sefil durumdan kurtulmak için yöntemler, yollar aramaya başlarsın.

Ve meditasyon budur. Üzüntünün, acının, ıstırabın, endişenin tam zıddıdır. O bir huzur, benliğinin mutlulukla çiçeklenmesi durumudur, öyle sessiz, öyle zamansızdır ki, daha iyi herhangi bir şeyin olabileceğini düşünemezsin. Ve meditasyon halindeki bir zihinden daha iyi bir şey yoktur.

Üç kuantum sıçrayışının şunlar olduğu söylenebilir:

Adinatha, Tanrı’dan kurtuldu, çünkü Tanrı’nın insanın üzerinde büyük ağırlık oluşturduğunu, insanın büyümesine yardım etmek yerine bir yük haline geldiğini anladı. Ama onun yerine bir şey koymayı unuttu. İnsanın üzüntülü anlarında, acısının içinde bir şeye ihtiyacı var. Tanrı’ya dua ederdi —sen Tanrı’yı aldın, duasını götürdün ve şimdi üzüntülü, ne yapacak? Jainizm’de meditasyonun yeri yoktur.

Tanrı’nın bırakıldığını ve boşluğun doldurulması gerektiğini kavrayan Buda’nın algı yeteneği oldu; aksi halde boşluk insanı yok eder. Onun yerine meditasyonu koydu hakiki bir şey, tüm benliği değiştirebilecek bir şey. Ama hiçbir tür organizasyon olmaması gerektiğinin, rahiplik olmaması gerektiğinin, Tanrı gittiğine göre dinin de gitmesi gerektiğinin farkında değildi — belki farkına varamıyordu, çünkü gerçekleşmediği sürece farkına varmadığın şeyler vardır. Ama Buda affedilebilir, çünkü bu konuda düşünmemişti ve onun görmesine yardımcı olacak bir geçmiş yoktu. Bu ondan sonra geldi.

Asıl sorun rahipti ve Tanrı rahibin icadıdır. Rahipten kurtulmadığın sürece Tanrı’yı bırakabilirsin, ama rahip hep yeni ayinler bulacak, yeni tanrılar yaratacaktır.

Benim çabam seni, sen ile varoluş arasında aracı olmadan meditasyonla başbaşa bırakmak. Meditasyon içinde değilken varoluştan ayrısın ve senin acın bu. Balığı okyanustan çıkarmak ve kıyıya fırlatmakla aynı şey — yaşadığı acı, üzüntü, eziyet, okyanusa ulaşma özlemi ve çabası, çünkü ait olduğu yer orasıdır, o okyanusun parçasıdır ve ayrı kalamaz. Her acı varoluş ile bir olmadığına, balığın okyanusta olmadığına işaret eder.

Meditasyon, sen ile  varoluş arasında duvar yaratan tüm sınırları kaldırmaktan başka bir şey değildir düşünceler, duygular, duygulanımlar. Onlar yok olduğu an aniden kendini bütün ile ahenk içinde bulursun; yalnızca ahenk içinde değil, bütün olduğunu fark edersin. Bir çiy damlası lotus yaprağından okyanusa kaydığı zaman okyanusun parçası olduğunu fark etmez, okyanus olduğunu fark eder. Ve nihai amaç, nihai fark ediş bulmaktır. Ötesinde hiçbir şey yoktur.

Bu yüzden Adinatha Tanrı’dan kurtuldu, ama organizasyondan kurtulmadı ve Tanrı olmadığı için organizasyon ayinler yarattı. Jainizm’e ne olduğunu, onun ayinciliğe dönüştüğünü gören Buda Tanrı’dan kurtuldu, tüm ayinlerden kurtuldu ve sabit fikirlilikle meditasyon konusunda ısrar etti. Ama Jainizm’de ayinleri yaratan rahiplerin aynısını meditasyona da yapacağını unuttu. Ve yaptılar da,

Buda’nın kendisini Tanrı yaptılar. Meditasyondan bahsediyorlar, ama Budistler temel olarak Buda’ya tapınırlar —tapınağa giderler ve Krişna ya da İsa yerine bir Buda heykeli vardır. Tanrı orada değildi, ayin yapmak güçtü— meditasyon çevresinde ayin güçtür. Bir heykel yarattılar ve tüm dinlerin yapageldiği gibi, “Buda’ya iman edin, Buda’ya güvenin, kurtulursunuz.” demeye başladılar.

Her iki devrim de kaybedildi. Benim yaptığımın kaybolmamasını isterim. Bu yüzden geçmişte devrimin devam etmesine, sürmesine engel olan her şeyden kurtulunması için olası her yolu deniyorum. Ben birey ile varoluş arasında kimsenin durmasını istemiyorum. Dua yok, rahip yok; gündoğumu ile yüzleşmek için sen yetersin, gündoğumunun ne kadar güzel olduğunu senin için yorumlayacak kimseye ihtiyacın yok.

Sen buradasın, her birey burada, tüm varoluş mümkün. Tek ihtiyacın sessiz olmak ve varoluşu dinlemek. Hiçbir dine ihtiyaç yok, hiçbir Tanrı’ya ihtiyaç yok, hiçbir rahipliğe ihtiyaç yok, hiçbir organizasyona ihtiyaç yok.

Ben kesinlikle bireye güveniyorum. Şimdiye dek kimse bireye bu şekilde güvenmedi. Böylece her şey kalktı. Artık sana kalan tek şey bir meditasyon durumu ve bu mutlak sessizlik durumu demek. Meditasyon sözcüğü onun daha ağır görünmesine sebep oluyor. Ona basitçe, masumca sessizlik demek daha iyi ve varoluş tüm güzelliklerini sana açar.

Ve o büyümeye devam ederken sen de büyürsün ve bir an gelir , potansiyelinin zirvesine ulaşırsın. Ona budalık, aydınlanma , bhagwatta, tanrısallık, ne demek istersen diyebilirsin onun adı yoktur bu yüzden her isim olabilir.
 

Erkek : Dini Koşullanmalardan Kurtulmak?

SORU: Bir Katolik olarak o kadar çok koşullandırıldım ki kendim için hiç umut göremiyorum: Yine de bana yardım edebilir misiniz?

OSHO: Katolik ya da komünist, Müslüman ya da Maocu, Jaina ya da Yahudi hiç fark etmez, hepsi aynıdır.

Elbette Katolikler bu işi Hindulardan daha sistematik bir şekilde, daha bilimsel bir şekilde yapar. Onlar insanları koşullandırmak için büyük bir uzmanlık geliştirmişlerdir. Ancak tüm dinler az ya da çok bunu yapar, her toplum bunu kendi yöntemiyle yapıyor: Herkes koşullanır.

Doğduğun an, ilk nefesinden itibaren koşullanma başlar; bu kaçınılmazdır. Ebeveynler seni koşullandıracaktır. Oyun oynadığın çocuklar seni koşullandıracaktır. Komşular, okul, kilise, devlet seni koşullandıracaktır. Ve bilinçli olarak çok fazla koşullanma yapılmıyor ama bilinçaltı olarak çocuk sürekli bir şekilde bunu biriktirmeye devam ediyor. Çocuk taklit ederek öğrenir.

Bu yüzden endişelenme, dünyadaki normal hal budur: Herkes koşullanmıştır. Ve herkes koşullanmanın dışına çıkmak zorundadır. Bu zordur. Bu elbiselerini çıkarmak gibi değildir; bu derinin yüzülmesi gibidir. Bu zordur, bu çetindir çünkü biz koşullanmamızla özdeşleşmiş durumdayız. Biz kendimizi sadece Katolikler, komünistler, Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar olarak biliyoruz. Ve koşullanmayı bırakmakla ilgili en büyük korku, bir kimlik bunalımına düşebileceğindir.

Koşullanmayı bırakmak zordur çünkü bu senin tüm geçmişin, zihnin, egondur. Seni sen yapan her şeydir. Ancak eğer hazırsan, eğer cesursan, eğer benimle birlikte gelecek kadar yürekliysen mümkündür, o mümkündür… Bu pek çok insanın başına geldi. Bu oluşumun parçası ol, bir izleyici olma. Dansa katıl!

Benim davetim herkes içindir, benim davetim koşulsuzdur.
Hangi koşullanmaya sahip olursan ol bırakılabilir çünkü o sana dışardan dayatılmıştır ve o sana dışardan dayatılmış olduğu için yine dışarıdan, o senden alınabilir.

Sana Tanrı’yı veremem, sana hakikati veremem, manevi özünü sana veremem ama üzerine yığılmış olan çöplüğü uzaklaştırabilirim. Ve bir kez bu çöplük kaldırıldığında, Tanrı senin içinde canlı hale gelmeye başlar. Bir kez tüm bu engeller kaldırıldığında, hayatının baharı akmaya başlar, masumiyete yeniden kavuşulur.

Yeniden kavuşulan masumiyet, yeniden kavuşulan cennettir; sen yeniden cennet bahçesine girersin.


Modern insan geçmiş yüzünden acı çekiyor; modern insan, sözde dini vaizlerin söyleyip durdukları kendi günahlarından acı çekiyor. Sen asırların günahı yüzünden acı çekiyorsun…ancak artık bazı şeyler ayyuka çıktı. İnsan dağılıyor. Şimdiye kadar bir şekilde kendimizi bir arada tutmayı başardık ancak artık bazı şeyler öyle bir raddeye vardı ki ya insan bütünüyle değişecek ve hayata bakışı tamamıyla değişecek ya da insan intihar etmek zorunda kalacak.

Şayet geçmişi izlersen, o zaman küresel bir intiharın eşiğindesin. Ve senin siyasi liderlerinin yapmaya çalıştığı şey budur: Atom bombaları, hidrojen bombaları, süper hidrojen bombaları; bombalar üzerine bombalar yığıyorlar. Şimdiden gereğinden fazlasına sahipler. Aslında sadece on yıl önce her insanı yedi kez öldürmeye yetecek kadar kapasiteleri vardı. On yıl önce, bir insanın sadece bir kez ölebilmesine rağmen —onu iki kez öldürmene gerek yok, bu gereksiz olacaktır— bu dünyayı yedi kez yok etmeye hazırdılar. Fakat bazı insanların hayatta kalması durumunda politikacılar bununla ilgilenmek zorunda: Onlar mükemmel planlar yapıyor. Ama bu on yıl önceki durumdu.

Artık, şaşıracaksın, onlar bu dünyayı yedi yüz kez yok edebilirler: Her bir insan yedi yüz kez öldürülebilir. Artık bu kadarı çok fazladır ve kesinlikle gereksizdir. Yedi tamamdır; birkaç üçkâğıtçı insan ölmeyebilir. Fakat yedi yüz kez? Ve hâlâ yarış devam ediyor. Yoksul ülkeler bile yarışa katılmak için can atıyorlar; açlık çekiyorlar ama atom bombası istiyorlar. Açlıktan ölüyorlar! Ama insanları öldürmek ve yok etmek için daha çok güç istiyorlar.

Sadece kuş bakışı bir görüş ve dünyanın küresel bir intihara, bütünsel bir yok oluşa, tam bir savaşa hazırlandığını görebilirsin. Ve yeniden hatırla. Bunun modern insanla hiçbir alakası yoktur.

Modern insan sadece tüm geçmişin bir kurbanıdır. Ve din adamları modern insanda yanlış bir şey olduğunu söyleyip duruyor ve onlar geçmişi yüceltip duruyorlar.

Modern insan tüm geçmişin bir yan ürünüdür! Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Budist: Her türden kültür bu duruma katkıda bulunmuştur. Onlar sorumludur. Onların hepsi ortadan kalkmazsa, tüm bu hastalıklı geçmişi bırakıp şimdide yaşayan, mükemmellik fikrine sahip olmayan, ideali olmayan, -meli, -malı olmayan, emirler olmayan tamamıyla yeni bir tanesine başlamazsa insanın sonu gelmiş demektir.

SAİR KONULAR : Zihin, Duyular ve Hakikat

Zihin, bağımlılığın kaynağı olabileceği gibi, özgürlüğün kaynağı da olabilir. Zihin, bu dünyanın kapısı, bu dünyanın girişidir; ama çıkışı da olabilir. Zihin, seni cehenneme götürür; ama seni cennete de götürebilir. Demek ki, zihnin nasıl kullanıldığına bağlıdır. Zihnin doğru kullanımı meditasyon olur; zihnin yanlış kullanımı ise delilik.

Zihin, herkesle her yerdedir. İçinde dolaylı olarak hem karanlık, hem ışık olasılığı vardır. Zihnin kendisi ne düşmandır, ne dost. Onu bir dost da yapabilirsin, bir düşman da. Bu sana bağlıdır zihnin arkasına gizlenen sana. Zihnini aracın, kölen haline getirebilirsin, zihnin en üst noktaya ulaşmanı sağlayan geçiş olabilir. Sen zihninin kölesi olursan ve zihninin efendin olmasına izin verirsen, efendin olan bu zihin seni en üst kedere ve karanlığa götürür.

Bütün teknikler, bütün yöntemler, Yoga’nın tüm yolları derinden sadece tek bir problemle ilgilenir: Zihnin nasıl kullanılacağı. Doğru kullanıldığında, zihin sonunda “zihinsizlik” noktasına gelir. Yanlış kullanıldığında ise sadece bir kaos olduğu, birçok sesin birbirine düşman oldukları bir noktaya varır –çelişkili, karışık, deli.

Tımarhanedeki deli ve Bodhi ağacının altındaki Buda –her ikisi de zihinlerini kullanmışlardır; her ikisi de zihinden geçmişlerdir. Buda, zihnin yok olup gittiği bir noktaya gelmiştir. Doğru kullanıldığında, zihin yok olup gittiği bir noktaya gelir. Doğru kullanıldığında, yok olup gitmeye devam eder ve tamamen yok olduğu bir an gelir.

Deli de zihnini kullanmıştır. Yanlış kullanıldığında, zihin bölünür; yanlış kullanıldığında birçok zihin olur; yanlış kullanıldığında kalabalıklaşır. Sonuç olarak zihin burada olur, ama sen kesinlikle yoksundur.

Buda’nın zihni yok olup gitmiştir, ama Buda bütünlük içinde hâlâ vardır. Delinin zihni bir bütün olmuştur ve kendisi tamamen yok olup gitmiştir.


Buda da zihnini kullanır, onun zihni bacakları gibidir. İnsanlar bana gelip, “Aydınlanmış birinin zihnine ne oluyor? Sadece ortadan mı kayboluyor? Onu kullanamıyor mu?” diye soruyorlar.

Bir efendi olarak yok olup gidiyor, ama bir köle olarak kalıyor. Pasif bir araç olarak kalıyor. Bir Buda onu kullanmak istiyorsa kullanır. Buda seninle konuştuğunda, ona ihtiyaç duyacaktır, çünkü zihin olmadan konuşmak mümkün değildir. Zihnin kullanılması zorunludur. Buda’ya gittiğinde, seni fark etmesi, daha önce de olduğunu fark etmesi için zihnini kullanmak zorundadır. Zihin olmadan farkındalık olmaz; zihin olmadan anı olmaz. Ama unutma ki, o zihni kullanıyor, aradaki fark bu: Sen zihnin tarafından kullanılıyorsun. Onu ne zaman kullanmak istiyorsa, kullanıyor. Ne zaman kullanmak istemiyorsa, kullanmıyor.

Zihin, pasif bir araçtır; üzerinde hiçbir etkisi yoktur.

Böylece Buda bir ayna olarak kalır. Aynanın önüne geçtiğinde, ayna senin görüntünü yansıtır. İlerlediğinde, yansıma gider; ayna boştur. Sen bir ayna gibi değilsin. Birini görürsün, adam gider, ama düşünceler devam eder, yansıma devam eder. Onun hakkında düşünmeye devam edersin. Ve durmak istesen bile zihnin seni dinlemez.

Zihne egemen olmaktır Yoga. Ve Patanjali “zihnin durması” dediğinde, bunun anlamı, “bir efendi olarak durmak”tır. Zihin, bir efendi olarak durur. O anda aktif değildir. Pasif bir araçtır. Sen emredersin, o çalışır; sen emir vermezsin, sessiz kalır. Sadece bekler. Kendini belli edemez. Bildiri gücü gitmiştir; şiddeti gitmiştir. Seni kontrol etmeye çalışmaz.

Meditasyon, iç dengeyi bulmaktır. İç dengeyi kazandığında ve hiçbir ürperme yoksa, gövde zihninin tamamı durmuştur, doğru bilginin merkezi çalışmaya başlar. Bu merkez aracılığıyla bilinen her şey doğrudur.

Nerede misin? Merkezde değilsin. Yanlış bilgi ve doğru bilgi merkezleri arasındasın. Bu nedenle kafan karışık. Bazen bir anlık bir görüntü gözüne ilişiyor. Doğru bilgi merkezine doğru eğiliyorsun; o anda bazı anlık görüntüler alıyorsun. Sapıklık merkezine doğru eğiliyorsan, sapıklık sana ulaşıyor. Ve her şey birbirine karışıyor; kaos içindesin.


Buda’ya binlerce soru sorulmuştur. Bir gün, adamın biri, “Yeni sorularla geliyoruz. Daha soruyu sorar sormaz, cevaplamaya başlıyorsun. Asla üzerinde düşünmüyorsun. Bu nasıl oluyor?” diye sormuş.

Buda’nın cevabı şöyledir: “Düşünme meselesi değil. Sen soruyu soruyorsun ve ben de ona sadece bakıyorum. Ve gerçek olan her şey ortaya çıkıyor. Hakkında düşünme ve kafa yorma meselesi değildir. Cevap, mantıklı bir sonuç olarak gelmiyor. Mesele sadece doğru merkeze odaklanmaktadır.”

Buda bir meşale gibidir. Nereye doğru hareket ediyorsa, orayı ortaya çıkarıyor. Soru ne olursa olsun, ana nokta o değildir. Buda ışığa sahiptir ve bu ışık ne zaman bir sorunun üzerine akarsa, cevap ortaya çıkacaktır. Cevap, bu ışıktan doğacaktır. Bu basit bir fenomen, bir ifşadır.

Doğru bilginin üç kaynağı vardır: doğrudan idrak, sonuç çıkarma ve bilinçlenenlerin sözleri.

Pratyaksha, doğrudan idrak, doğru bilginin ilk kaynağıdır. Doğrudan idrak, herhangi bir arabulucu, herhangi bir medyum, herhangi bir aracı olmadan yüz yüze bir karşılaşmadır. Bir şeyi doğrudan biliyorsan, bilen bilinenle anında karşı karşıya gelir. Bağlantılı olduğun hiç kimse, arada hiçbir köprü yok. Bu doğru bilgidir. Ama birçok problemi de beraberinde getirir.

Genelde pratyaksha, doğrudan idrak, çok yanlış bir şekilde tercüme edilmiş, yorumlanmış ve hakkında yanlış yorumlar yapılmıştır. ‘Pratyaksha’ sözcüğü, “gözlerinin önünde” anlamına gelir. Ama gözlerin kendisi de bir arabulucudur; bilen onların arkasında saklıdır. Gözler aracıdır. Beni duyabiliyorsun, ama bu doğrudan değildir, bu yakın değildir. Beni duyuların, kulakların aracılığıyla duyarsın. Beni gözlerin aracılığıyla görürsün. Gözlerin sana yanlış bilgi verebilir, kulakların yanlış rapor verebilir. Hiç kimseye inanmamalısın; hiçbir arabulucuya inanmamalısın, çünkü arabulucuya güvenemezsin. Gözlerin hastaysa, sana farklı bir bilgi vereceklerdir; gözlerin ilacın etkisi altındaysa sana farklı bir bilgi vereceklerdir; gözlerin anılarla doluysa sana farklı bilgi vereceklerdir.

Âşık olduğunda, başka birini görürsün. Âşık olmadığın takdirde, bunu asla göremezsin. Normal bir kadın, âşık olduğunda dünyanın en güzel kadını haline gelebilir. Gözlerin aşkla doluysa, sana bir başkasını gösterirler. Ve aynı kişi, gözlerin nefretle doluysa, dünyanın en korkunç insanı gibi görünebilir. Gözlerin güvenilir değildir.

Kulakların aracılığıyla duyuyorsun. Kulaklar sadece birer araçtır; yanlış çalışabilirler. Söylenmemiş bir şeyi duyabilirler, söylenen bir şeyi kaçırabilirler. Duyular güvenilir değildir; sadece mekanik birer araçtırlar.

Öyleyse pratyaksha, doğrudan idrak nedir? Doğrudan idrak, sadece bir arabulucunun, hatta duyuların bile olmadığı zaman mümkün olabilir. Patanjali, bu durumda bu doğru bilgidir, der. Doğru bilginin ilk temel kaynağı budur: Bir şeyi biliyorsan ve bu bilgi için başkasına bağımlı değilsen.

Duyuları ancak derin meditasyonla aşabilirsin. O zaman doğrudan idrak mümkün olabiliyor. Buda, en derin içsel varlığını tanımaya başladığında, o en derin içsel varlık pratyaksha, doğrudan idraktir. Hiçbir duyu dahil edilmez, hiç kimse bilgi vermez, aracı gibi hiç kimse yoktur. Bilen ve bilinen karşı karşıyadır; aralarında hiç kimse yoktur.

Yakınlık budur ve sadece yakınlık doğru olabilir.

Böylece ilk doğru bilgi, sadece kendi iç varlığımızın bilgisi olabilir. Dünyanın tamamını biliyor olabilirsin, ama kendi varlığının en içteki çekirdeğini bilmiyorsan, varlığın tamamı saçmadır, gerçek bilgi değildir; ilk temel doğru bilgi sana ulaşmadığı için doğru olamaz. Yapının tamamı yanlıştır. Birçok şey bilebilirsin... Kendini tanıyamadıysan, bilginin tamamı raporlara dayanır, duyularının verdiği raporlara. Ama duyularının doğru bilgi verdiğinden nasıl emin olabilirsin? Geceleri rüya görürsün. Rüya görürken, rüyanın gerçek olduğuna inanmaya başlarsın. Duyuların rüyayı bildirir –gözlerin onu görür, kulakların onu duyar, ona dokunabilirsin. Duyuların sana bunu bildirir, bu nedenle gerçek olduğu illüzyonuna kapılırsın. Sen buradasın... O sadece bir rüya olabilir. İyi ama seninle gerçekten konuştuğumdan nasıl emin olabilirsin? Belki de sadece bir rüyadır –sen beni rüyanda görüyorsundur. Rüyayı gördüğün sırada her rüya gerçektir.

Chuang Tzu, bir gün rüyasında bir kelebeğe dönüştüğünü görmüş. Ertesi sabah çok üzgünmüş. Müritleri sormuşlar, “Neden bu kadar üzgünsün?” diye.

Chuang Tzu, “Başım belada. Hiçbir zaman bu kadar belada olmamıştı. Bu bilmece imkânsız gibi görünüyor; çözülemez. Geçen gece rüyamda bir kelebeğe dönüştüğümü gördüm.” demiş.

Müritleri gülmüşler. “Bunda ne var? Bu bir sır değil ki. Rüya sadece bir rüyadır.” demişler. Chuang Tzu şöyle demiş: “Ama bak, benim başım dertte. Chuang Tzu, rüyasında bir kelebeğe dönüştüğünü görebiliyorsa, şimdi bir kelebek de rüyasında Chuang Tzu’ya dönüştüğünü görebilir. Öyleyse şu anda gerçekle karşı karşıya mı olduğuma, yoksa yine mi rüya gördüğüme nasıl karar vereceğim? Ve Chuang Tzu bir kelebeğe dönüşebiliyorsa, bir kelebek neden rüyasında bir Chuang Tzu’ya dönüşmesin ki?”

İmkânsız diye bir şey yoktur; tersi de olabilir. Duyularına güvenemezsin. Rüyalarında seni aldatırlar. LSD ya da buna benzer bir uyuşturucu aldığında, duyuların seni aldatmaya başlar. Orada olmayan şeyler görmeye başlarsın. Seni o kadar aldatabilirler ki, bazı şeylere kendini tehlikeye atacak kadar inanabilirsin.

Duyulara güvenilmez. Öyleyse doğrudan idrak nedir? Doğrudan idrak, duyular olmadan bilinen bir şeydir. Böylece ilk doğru bilgi ancak içsel varlığımızın bilgisi olabilir, çünkü ancak orada duyulara ihtiyaç duyulmayacaktır. Diğer her yerde duyulara ihtiyaç olacaktır. Beni görmek istediğinde, gözlerin aracılığıyla görmek zorundasın; ama kendini görmek istiyorsan, gözlerine ihtiyacın yoktur. Kör bir insan bile kendini görebilir. Beni görmek istiyorsan, ışığa ihtiyacın olacaktır, ama kendini görmek istiyorsan, bunu karanlıkta da yapabilirsin, ışığa ihtiyaç duymazsın. En karanlık mağarada bile kendini görebilirsin. Hiçbir arabulucuya –ışığa, gözlere– ihtiyaç duymazsın. İçsel deneyim hemen yanındadır ve bu yakınında olan deneyim bütün doğru bilgilerin temelidir.
 

Provokatör Mistik : Kendi Kendini Atamış Bir Bhagwan

Bana karşı yazılar yazan tenkitçiler hep benim "kendi kendini atamış" bir bhagwan olduğumu belirtmişlerdir. Ve ben hep merak ettim, başka biri tarafından atanmış başka birini tanıyorlar mı - Rama, Krişna, Buda, Muhammed? Eğer Rama, bhagwan olarak bir başkası tarafından atanmışsa, o zaman kesinlikle atayan yetke daha yüksek olur - ve atanabiliyorsan, görevden alınabilirsin de!


Bu kesinlikle aptalca. Temel olarak fikri anlamamışlar: Bhagwan bir deneyim durumudur -atanmakla, seçilmekle, bir ünvanla ya da derece ile hiç ilgisi yoktur. Bu bhagwatta, tanrısallık deneyimidir, varoluşun tamamının tanrısallıkla dolu olduğu, tanrısallıktan başka bir şey olmadığı bir deneyimdir.

Tanrı yoktur ama her çiçekte, her ağaçta, her taşta ancak tanrısallık denebilecek bir şey vardır. Ama sen bunu ancak kendi içinde gördüğün zaman görebilirsin; aksi halde dili anlamazsın.

BEN BİR AÇIDAN ÇOK TUHAFIM çünkü BENİ sınıflayamazsın. Üç sınıf vardır -teist, ateist, agnostik. Dördüncü bir sınıf yoktur -ve ben dördüncü, isimsiz sınıfa aidim. Baktım, aradım. Tanrı'yı bulamadım, doğru ama çok daha önemli bir şey buldum: Tanrısallık.
Ben ateist değilim, teist değilim, agnostik değilim. Benim konumum kesinlikçe açık.

Tanrı yoksa, neden halkım bana bhagwan diyor?
Bu sorun biraz karmaşık. Bhagwan sözcüğünün kökenine inmek gerekiyor. Bu çok tuhaf bir sözcük. Hindu yazmalarında, bhagwan neredeyse Tanrı ile aynı anlamda. Neredeyse diyorum çünkü İngilizce'de yalnızca tek bir sözcük var, Tanrı. Sanskritçe'de, Hinduizm'de, üç sözcük var: Biri Bhagwan, ikincisi iswar, üçüncüsü paramatma. Hindular bu üç sözcüğü üç farklı sebepten kullanıyorlar.


Paramatma "en üstün ruh" anlamına gelir; param "en üstün", atma ise "ruh" demektir; paramatma "en üstün ruh" demektir. Yani hakikatten anlayanlar Tanrı için paramatma sözcüğünü kullanırlar.
İkinci sözcük iswar'dır. Bu güzel bir sözcüktür. Iswar "en zengin" anlamına gelir; sözcük anlamı ile, her şeye sahip olan, her şey olan. Kuşkusuz bu doğrudur. Tanrısallığı yaşadığın an her şeye, değeri olan her şeye sahipsindir. Hiçbir şeyin olmayabilir, fark etmez ama yaşamda önemli olan her şeye sahipsindir.

Ve üçüncüsü bhagwan'dır. Bgahwan sözcüğü başka bir dilde anlaşılması, açıklanması zor bir sözcüktür. Hindu yazmalarında... Şunu hatırla, çünkü bhagwan Hindistan'da iki tür topluluk tarafından kullanılır: İlki Hindular, ikincisi Jainalar ve Budistler. Jainalar ve Budistler Tanrı'ya inanmaz, yine de bhagwan sözcüğünü kullanır. Budistler Buda'ya bhagwan der -Bhagwan Gautama Buda. Ve Jainalar da Tanrı'ya inanmaz ama Mahavira'ya Bhagwan Vardhman Mahavira derler. Yani anlamları tamamen farklıdır.

Hindular'ın ayağı yere basar. Şaşıracak, hatta şok geçireceksin ama Hinduizm'de bhagwan sözcüğünün kökü bhag sözcüğüdür -bhag "vajina" anlamına gelir. Hayal bile edemezdin! Ve bhagwan, "yaratmak için evrenin vajinasını kullanan" anlamına gelir - yaratıcı. Hindular dişi vajinasına ve erkek penis simgesine, yani şivalinga'ya tapınır. Şivalinga'yı görmüşsen, çıkan mermer erkek cinsel organının simgesidir ve vajinanın içinde durmaktadır. Altında, eğer bakmışsan, mermer bir vajina vardır ve ondan çıkmaktadır. Hindular ona simgesel olarak tapınırlar ve onların düşünce sistemine göre anlamlıdır, her yaratım eril ile dişilin, yin ile yangın bir araya gelmesi ile ortaya çıkar. Böylece "yaratıcı" için bhagwan sözcüğünü kullanırlar. Ama sözcüğün kökeni çok tuhaftır.

Budistler ve Jainalar Tanrı'ya inanmaz, dünyayı herhangi birinin yarattığına inanmaz ama onlar da bhagwan sözcüğünü kullanırlar. Onların sözcük için farklı bir kökü vardır. Jaina ve Budistlere göre, bhag sözcüğü "talih" demektir ve bhagwan "talihli, kutsanmış" anlamına gelir; kaderine ulaşmış, olgunlaşmış olan.

Bu yüzden otuz dört yıl önce konuşmaya başladığım zaman insanlar bunu kullanmaya başladı... çünkü Hindistan'da, bir adama saygı duyuyorsan ismini kullanmazsın; bunun saygısızca olduğuna inanılır. Bu yüzden ben konuşmaya ve insanlar bana karşı bir şeyler hissetmeye başladığı zaman, kendiliklerinden bana "açarya" demeye başladılar. Açarya "usta" demektir ama yalnızca usta değil, daha fazlası. Aslında yalnızca yaşadığını söyleyen, eylemleri ve düşünceleri tamamen ahenk içinde olan adam demektir. Böylece yirmi yıl boyunca insanlar bana "açarya" dedi. Bu insanların kabul ayinlerini yapmaya başlamamdan önceydi.

Yıllarca insanlar bana sannyas'a benim tarafımdan kabul edilmek istediklerini söylediler ve onlara şöyle dedim, "Durun. Bırakın benim doğru hissettiğim zaman gelsin” O gün geldi. Himalayaların derinliklerinde, Kulu-Manali'de bir meditasyon kampı kurmuştum - dünyanın en güzel yerlerinden biridir. Tanrıların Vadisi denir, o kadar güzel, o kadar başka dünyalara özgüdür. Kulu-Manali'ye girer girmez bir başka dünyaya girdiğini hissetmeye başlarsın. Kampın son günü geldi, "Artık zamanı geldi” Ve bildirdim, "Kim kabul ayinine katılmak isterse, ben hazırım” Yirmi bir kişi hemen ayağa kalktı. Sannyas'a girdiler. Sonra bana nasıl hitap edecekleri onlar için sorun oldu. Başka herkes bana açarya diyordu; bu artık onlar için yeterli değildi. Onlar için çok daha önemli, çok daha dikkate değer, çok daha yakın olmuştum. Benim benliğime çok yaklaşmışlardı ve bana bhagwan demeye karar verdiler.

Bana sordular. Dedim ki, "Çok iyi çünkü bu benim için çok anlamlı bir sözcük: Kutsanmış”

Benim için Tanrı anlamına gelmiyor, yaratıcı anlamına gelmiyor, yalnızca kutsanmış anlamına geliyor - evde olan, gelmiş olan; bulmuş, kendisi ile karşı karşıya gelmiş olan. O zaman kutsamalardan başka bir şey yoktur ve kutsamalar üzerine yağar durur. Gece gündüz, kutsamalar yağar. Bu yüzden unutma, bhagwan'ın Tanrı ile ilgisi yoktur. Kesinlikle tanrısallık ile ilgisi vardır çünkü geliş budur: Eve geliş. seni kutsanmış yapan budur.


BHAGWAN KARŞILAŞTIRMA İÇİN KULLANABİLECEĞİN bir sözcük değildir. Tanrı'dan daha tanrısal olamazsın; Tanrı'dan daha tanrı olamazsın. Bu sözcük karşılaştırma için kullanılmaz. Ve herhangi bir başarmışlığa da işaret etmez; yalnızca doğanı ifade eder. Tanrı olduğun için değil; Tanrı'sındır, onu fark etmeniz yeterlidir.

Bu herhangi bir yeteneğe işaret etmez. Büyük bir şair olan biri, büyük bir görücü, büyük bir vizyoner olan bir başkası vardır -Biri büyük bir ressamdır, bir başkası büyük bir müzisyendir, bir başkası büyük bir dansçıdır -bunların hepsi yetenektir. Herkes büyük dansçı olamaz; hepiniz birden Nijinsky olamazsınız. Ve herkes büyük ressam olamaz; hepiniz birden van Gogh olamazsınız. Ve hepiniz birden büyük şairler olamazsınız; hepiniz birden Tagore, Pablo Neruda olamazsınız.
Ama hepiniz bhagwan'sınız. Bu bir başarmışlık göstermez; yalnızca senin evrenselliğini, doğanı gösterir. Sen zaten Tanrısın.

İnsanlar bana bhagwan demeyi teklif ettiklerinde, bu terime bayıldım. Dedim ki, "Bu olur. En azından birkaç sene için olur; sonra bırakabiliriz”


Bunu özel bir amaç için seçtim ve bana iyi hizmet etti çünkü bana bilgi almak için gelenler gelmeyi bıraktı. Onlar için çok fazlaydı, egoları için çok fazlaydı. Kendine bhagwan diyen biri ha? Bu egoyu incitir. Gelmeyi bıraktılar. Bana bilgi almak için geliyorlardı. Artık işlevimi tamamen değiştirdim. Farklı bir düzeyde, farklı bir boyutta çalışmaya başladım. Artık sana bilgi değil benlik veriyorum. Bir açarya idim ve onlar öğrenciydi; öğreniyorlardı. Artık öğretmen değilim ve sen öğrenci olarak burada değilsin.

Öğrenci olarak buradaysan, eninde sonunda gitmek zorunda kalacaksın çünkü yanlış yerde olduğunu anlayacaksın; buraya uyum sağlayamayacaksın. Ancak bir müritsen bana uyum sağlayabilirsin. Çünkü artık fazladan bir şey daha veriyorum. Bilgi için buradaysan, eninde sonunda göreceksin -başka bir yere gitmelisin.

Ben benlik vermek üzere buradayım. Ben seni uyanık kılmak için buradayım. Ben sana bilgi vermeyeceğim, sana biliş vereceğim -ve bu tamamen farklı bir boyuttur. Kendime bhagwan demem simgeseldir- artık çalışmalarımın farklı bir boyuta girdiğini gösterir. Ve büyük faydası olmuştur. Onca yanlış insan otomatik olarak yok oldu ve tamamen farklı nitelikte insanlar gelmeye başladı.

Çok işe yaradı, çok iyi oldu. Yalnızca bilgilerini bir kenara bırakmaya hazır olanlar kaldı, diğerleri kaçtı. Çevremde boşluk yarattılar. Aksi halde çok kalabalık ediyorlardı ve hakiki arayıcıların bana yaklaşması zor oluyordu. Kalabalıklar yok oldu. Bhagwan sözcüğü atom patlaması gibi işlev gösterdi. Onu seçtiğim için mutluyum.

Artık bana gelen insanlar tartışmaya eğilimli değil. Artık bana gelen insanlar büyük ruh maceracıları ve risk almaya hazırlar - her şeyi riske atmaya hazırlar.

Kendime bhagwan demem bir araç oldu. Eninde sonunda, büyüdüğün ve asıl konuyu anladığın zaman, buradaki varlığın farklı bir titreşim türü yarattığı zaman, kendime bhagwan demekten vazgeçeceğim. O zaman gereği kalmayacak. O zaman tüm atmosfer tanrısallık ile kalp gibi atıyor olacak. O zaman gelen insanların üzerine yağacak. Yüreklerine işleyecek. Bana hiçbir şey demeye gerek olmayacak -bileceksin. Ama başlangıçta gerekli ve bunun çok yardımı oldu.


Bu konuda son bir şey: Ben bir filozof değilim. Beni hep bir şair olarak hatırla. Benim yaşama yaklaşımım şiirselliktir, romanstır. Romantiktir, yaratıcıdır. Hepinizin tanrı ve tanrıça olmanızı istiyorum. Gerçek benliğini açığa çıkarmanı istiyorum. Kendime Tanrı demek bir meydan okumadır. İnce bir meydan okumadır. Onunla başa çıkmanın tek yolu vardır. Birinde, dersin ki, "Bu adam Tanrı değil, defolun gidin - burada ne yapıyorsun? Bu adam Tanrı değilse, o zaman neden zamanını harcıyorsun?" Gidersin ya da bu adamın Tanrı olduğunu kabul edersin ve o zaman benimle birlikte olmaya başlarsın ve kendi tanrısallığın çiçek açmaya başlar.

Bir gün sen de bir tanrı, bir tanrıça olacaksın. Beni Tanrı kabul etmek aslında, içinde, senin de tanrı olabileceğin olasılığını kabul etmektir, o kadar. Bu adamın bir tanrı olabileceğini kabullenmek içinde derin uykuda olan bir şeyi harekete geçirir. O zaman olduğunuz gibi kalamazsın; bir şey yapılmalıdır. Bir şeyin dönüştürülmesi, bir şeyin bilinmesi gereklidir...

Benimle gelmeye karar verirsen, gittikçe daha uyanık olacaksın. Ve ne kadar uyanık olursan, o kadar beni anlayacak, o kadar ne olduğunu, ruhumda ne olup bittiğini anlayacaksın. Bu oluşa, bu dansa, bu şarkıya gittikçe daha fazla katılacaksın.

Ve yavaş yavaş göreceksin - usta gelmektedir. Ve dışarıdan değil, en içteki nüveden gelmekte, derinliklerinden yükselmektedir. Ben içe baktım ve onu orada buldum. Benim mesajım basit - içimde tanrıyı buldum. Benim tüm çabam seni içine bakmaya ikna etmek içindir. Tek sorun, tepelerdeki gözlemci olmaktır. Bir tanık olmak -tetikte, dikkatli- o zaman tatmin olursun.

BU ARADA, YALNIZCA MEYDAN OKUMAK İÇİN KENDİME Bhagwan diyorum -Hıristiyanlara, Müslümanlara, Hindulara meydan okumak için. Onlar beni kınadılar ama hiçbiri kınamalarını açıklayacak kadar cesur olamadı. Uzak kaynaklardan bana makaleler, mektuplar gönderildi. "Neden kendine bhagwan diyorsun?" diye soruyorlardı. Ve ben güldüm çünkü neden Ram kendine bhagwan der? Bir kurul tarafından mı atanmıştır? Ve bir kurul tarafından atanan bhagwan pek de bhagwan olmayacaktır çünkü kurulun bhagwanlardan oluşması gerekir. Buna ne hakları var?

Krişna insanlar tarafından mı bhagwan seçilmiştir? Bu bir seçim meselesi midir? O insanları kim atamıştır? Hiçbir Hindu yanıt vermez. Krişna gibi bir adam farklı insanlardan on altı bin kadın çalmıştır -anneler, evli ve bekâr kadınlar- ama hiçbir Hindu böyle bir karaktere sahip bir adama bhagwan denilmesine itiraz etmez. Kendi tanrılarına Kalki, at, bhagwan bile diyebilirler. Tuhaf insanlar! Ve bana neden kendime bhagwan dediğimi soruyorlar. Sözcüğe hiç saygım yok. Aslında, onu kınıyorum. Hiç güzel bir sözcük değil -sözcüğü dönüştürmek için kendi yöntemimle çaba gösterdim ama aptal Hindular izin vermiyor. Ona yeni bir isim, yeni bir anlam, yeni bir önem vermeye çalıştım. Kendi icadım olduğu halde, onun kutsanmış, kutsanmış bir benliğe sahip adam demek olduğunu söyledim.

Bhagwan sözcüğü çirkin bir sözcük. Ama Hindular bunun farkında bile değil. Çok özel bir şey olduğunu sanıyorlar. Kök anlamı -bhag kadın cinsel organları anlamına gelir. Ve wan erkek cinsel organları anlamına gelir. Bhagwan sözcüğünün anlamı simgesel olarak, dişil varoluş enerjisi içinde, eril şovenistik enerjisi ile yaratımı getiren demektir.

Sözcükten nefret ediyorum! Bir Hindu salağının öne çıkmasını bekliyordum ama onun çok şerefli bir şey olduğunu, kendime bhagwan demeye hakkım olmadığını düşünüyorlar. Bugün şunu söylüyorum, "Evet ama dünyayı eleştirmek için her hakkım var” Kimse beni engelleyemez. Bir daha bhagwan diye hitap edilmek istemiyorum.

Bu kadar yeter!

Şaka bitti!
 

Provokatör Mistik : Dini Bir Lider?

Soru: Çevrenizde büyüyen şey gazeteler tarafından bir kült, bir mezhep olarak sunuldu. Gerçekten öyle mi? Değilse, ne olduğunu açıklayabilir misiniz?

OSHO: Bu yalnızca bir hareket; ne bir kült, ne bir mezhep, ne bir din; bu bir meditasyon hareketi, içsel olanın bilimini yaratmak için bir çaba. Bu bir bilinçlilik bilimi. Nasıl bilim nesnel dünya içinse, bu hareket öznel dünyanın bilimini hazırlamaktadır.

Bilim adamı her şeyi inceler, biz ise bilim adamını.

Aksi halde o hesaba katılmamış olur! Kendisi hariç her şeyi öğrenmiş olur. Ve bu, Albert Einstein'ın bütün dünyada yalnızca on iki kişinin anlayabileceği kadar fizik bilmesi ama kendisi hakkında hiçbir şey bilmemesi gerçekten ayıp olur. Bu çok çirkin bir durum.

Bu yüzden benim çalışmam bir din değil, bir dindarlık yaratma hareketidir. Ben dindarlığı bir nitelik olarak alıyorum -bir organizasyonda üyelik değil, insanın benliği hakkında içsel bir deneyim.

Bir röportajdan
Private National Network, İtalya


KESİNLİKLE BEYNİN YIKANMIŞ. Ben kuru temizleme makinesi kullanıyorum. Ben eski moda değilim. Ve doğal olarak sen bağımlısın. Kim olmaz ki? Bağımlılık her zaman kötü değildir. Güzelliğe, şiire, drama, heykele bağımlıysan, kimse sana bağımlılıktan vazgeçmenizi söylemez. Bağımlılık ancak seni bilinçsiz kılıyorsa bırakılmalıdır. Alkoliklere bağımlılıktan vazgeçmeleri söylenir ama burada benim öğretim bilinçlilik üzerinedir -ona daha, daha fazla bağımlı ol.

Ve beyninin yıkanmış olmasında yanlış olan nedir? Onu her gün yıka, temiz tut. Hamam böceklerinden hoşlanır mısın? Ben insanların beynini yıkarken hamamböcekleri bulurum. Hamam böcekleri çok özel hayvanlardır. Bilimsel olarak anlaşılmıştır ki, insanın bulunduğu her yerde hamam böcekleri bulunur ve hamam böceklerinin bulunduğu her yerde de insan bulunur. Onlar hep birliktedir, en eski yoldaşlarımız onlardır.

Beyninde ne var? Bu yüzden onu yıkamak kesinlikle doğrudur. Ama insanlar ona çok yanlış bir anlam vermiştir; onlar yanlış insanlardır.Hıristiyanlar, Hıristiyanların beynini yıkayanlardan korkarlar çünkü o zaman Hıristiyan olmayacaklardır. Hindular korkarlar çünkü o zaman o insanlar Hindu olmayacaktır. Müslümanlar korkar, komünistler korkar. Herkes beyin yıkanmasından korkar.

Ben kesinlikle ona taraftarım.

Eski bir deyiş vardı: "Temizlik Tanrı'dan gelir” Artık Tanrı yok, bu yüzden geriye yalnızca temizlik kaldı. Temizlik Tanrı'dır.

Ve ben beyin yıkamaktan da korkmuyorum çünkü ben zihnine hamam böceği yerleştirmiyorum. Ben sana temiz bir zihin deneyimi yaşama fırsatı veriyorum ve bir kez temiz zihni anlayınca, bir daha asla kimsenin beynine çöp ve pislik doldurmasına izin vermeyeceksin. Onlar suçludurlar.

Beyin yıkama suç değildir -onu kim kirletmiştir? Başka insanların zihnini kirletmek suçtur ama dünyanın her yerinde tüm dinler, tüm siyasi önderler zihnini tuvalet olarak kullanmaktadırlar. Bu çirkin adamlar beyin yıkamayı küçük düşürmüştür; aksi halde beyin yıkamak kesinlikle iyidir.

Ben bir beyin yıkayıcıyım.

Ve bana gelenler beyin yıkayan, zihinlerini her tür hamamböceğinden temizleyen bir adama geldiklerini açıkça bilmelidirler. Hindu, Müslüman, Hıristiyan; hepsi bana, onlar hamam böcekleri yerleştirip durdukları ve ben insanların zihinlerini temizlediğim için bana karşıdır.
Bu yalnızca zamanın dinsel çamaşır günüdür.

BENİM ÇABAM ZİHNİNDEKİ HER TÜR GELENEĞİ, tutuculuğu, batıl inancı uzaklaştırmaktır, ki bir zihinsizlik durumu, nihai sessizlik durumu, düşüncenin bile hareket etmediği -bilinçlilik gölünde tek bir dalganın bile olmadığı bir durum edinesin.

Ve her şeyi senin yapman gerekir. Ben, "Beni izle, ben kurtarıcıyım. seni kurtaracağım” demiyorum. Bütün bunlar saçmalık. Seni kendin dışında kimse kurtaramaz. Ve manevi bağımsızlık, bağımsızlık adı verilebilecek tek bağımsızlıktır. Tüm diğer bağımsızlıklar -politik, ekonomik -yalnızca şöyle böyledir, yüzeyseldir. Gerçek ve hakiki bağımsızlık senin içsel büyümen için kimseye bağımlı olmamandır.

Bana gelenler gittikçe daha fazla bağımsız, gittikçe daha fazla kendileri olmuştur. İşte bu yüzden beni severler. Ben onları bir kalabalık yapmıyorum, onları mutlak bireyler yapıyorum. Onlara uygulanacak ideolojiler, düzenler bile vermiyorum -ben yalnızca kendi deneyimlerimi paylaşıyorum. Onlar bu deneyimlerden kendi düzenlerini bulmak zorunda.

Bu bir usta-müritlik değil, yoldaşlık. Bu usta ile potansiyel ustaların yoldaşlığı.
 

Sevgi : İyi Niyet Taşları

Kör, köre yardımcı olamaz. Karanlıkta el yordamıyla yolunu arayanlar, başkalarını ışığa götüremezler.

Ölümsüzlüğü bilmeyenler diğerlerinin ölüm korkusunu bırakmalarına yardımcı olamazlar. Bütün ve yoğun bir şekilde yaşamayanlar, henüz kalpten şarkıları olmayanlar, dudaklarındaki gülümsemesi sahte olanlar başkalarının samimi ve hakiki olmalarına yardımcı olamazlar. İkiyüzlü, numaracı olanlar başkalarının dürüst olmasına yardımcı olamazlar.

Henüz kendisi olamamışlar, kendileri hakkında hiçbir şey bilmeyenler, kendi bireylikleri hakkında hiçbir fikre sahip olmayanlar — hâlâ sahte olan, toplumca yaratılmış olan kendi kişilikleri içerisinde kayıp olanlar — bireyselliğini kazanmaları için başkalarına yardımcı olamazlar. Tüm iyi niyetlere rağmen, bu basitçe mümkün değildir.

Şayet senin yaşam ateşin yanmıyorsa, nasıl olur da başkalarının yanmayan kandillerini yakabileceksin? Senin alevinin yanıyor olması şarttır; ancak o zaman başkalarını ateşleyebilirsin. Sen asi olmalısın ki, o zaman tüm etrafına asilik yayabilirsin. Eğer sen yanıyorsan, alevlendiysen hayal bile edemeyeceğin vahşilikte bir ateş yaratabilirsin. Ancak, öncelikle senin yanıyor olman lazım.

Kör bir adam başka bir kör adama yol gösteriyor ... mistik Kabir der ki her ikisi de kuyuya düşer. Orijinal olarak şöyle der, Andha andham thelia dono koop padant: “Kör köre yol gösterdi ve her ikisi de kuyuya düştü.”

Körü doktora götürmek için gözlere sahip olmak zorundasın; bunun başka bir yolu yoktur. Diğerleriyle sadece sahip olduğun bir şeyi paylaşabilirsin. Eğer ıstırap içerisindeysen, ıstırabını paylaşacaksın. Ve iki ıstırap dolu insan bir araya geldiğinde ıstırap iki katına çıkmakla kalmaz, katlanarak çoğalır. Aynı şey senin saadetin için de geçerlidir, aynı şey senin asiliğin için de geçerlidir, aynı şey tüm tecrübeler için geçerlidir.

Dünyanın ne olmasını istersen, önce kendin örnek olman gerekir. Felsefenin doğruluğunu ateş testinden geçerek kendi örneğin ile kanıtlamak zorundasın. Onun hakkında tartışmalar yaparak devam edemezsin. İddialarda bulunmak ve mantığın bir faydası olmayacak; sadece senin kendi tecrüben diğerlerine sevgiyi, meditasyonu, sessizliği, dindarlığı tattıracaktır.

Tecrübe etmeden evvel asla herhangi birisine yardımda bulunmaya çalışma çünkü diğer kişiyi daha fazla berbat edeceksin. Onlar zaten mahvolmuş durumdalar. Asırların mirası herkesi mahvedip durmaktadır. Buna yardımcı olmamakla çok nezaket göstermiş olacaksın çünkü o tehlikeli olacaktır; senin yardımın diğer kimse için çok riskli olacaktır.

Önce yolu kendin katet, onun nereye gittiğini mükemmel bir şekilde bil; sadece o zaman diğerlerinin ellerinden tutabilir ve onları yola götürebilirsin.

Bu dünyada iletişim kurmak çok zordur. Tecrübelerini nasıl aktaracağını öğrenmek zorundasın. Böylelikle diğerlerine ulaşan şey tam olarak senin söylemek istediğin şeydir. Aksi taktirde sen nektar paylaştığını zannedebilirsin ve o onların hayatında bir zehre dönüşür. Onlar zaten yeterince zehirlenmişlerdir.

Önce kendini temizlemen daha iyidir, gözlerini daha da şeffaflaştır böylelikle daha iyi görürsün. Belki — o zaman bile sadece belki — başkalarına yardım edebilirsin. Arzu iyidir ama iyi, sadece iyi arzudan ortaya çıkmaz.

Eskiler şöyle der: Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir. İyi niyetlerle kendi verdikleri tavsiyelere kendilerinin de uymadığı gerçeğinden rahatsız olmadan başkalarına tavsiye veren, yardımcı olan milyonlarca insan vardır. Ancak tavsiye vermenin keyfi öyle çoktur ki ... kendi tavsiyeme benim uyup uymadığım kimin umurunda?

Başkalarına tavsiye vermenin keyfi çok ince, egoist bir hazdır. Tavsiye verdiğin kişi cahil hale gelir; sen bilgili hale gelirsin. Tavsiye herkesin verdiği ama hiç kimsenin almadığı dünyadaki yegâne şeydir. Ve hiç kimsenin almaması iyidir çünkü o, her ne kadar ardında kötü niyet olmasa da hiçbir şey bilmeyen insanlar tarafından verilmiştir.

Unutma ki eşyanın tabiatı gereği eğer dünyayı değiştirmek istersen önce kendini değiştirmek zorundasın. Devrim ilk önce sana gelmelidir. Sadece ondan sonra onu başkalarının kalbine yayabilirsin. İlk önce sen dans etmelisin ve sadece o zaman bir mucize göreceksin; diğerleri de dans etmeye başlamıştır.

Dans bulaşıcıdır; sevgi de öyledir, şükran da öyledir, dindarlık da öyledir, başkaldırı da öyledir. Onların hepsi bulaşıcıdır. Ancak ilk önce başkalarının gözlerinde görmek istediğin ateşe sen sahip olmalısın.
 

Sezgi : İç Rehberini Bul

İçinde bir rehber var. Ama onu kullanmıyorsun. Onu o kadar uzun zamandır, o kadar çok hayattır kullanmıyorsun ki, içinde bir rehber olduğunun farkında bile olmayabilirsin.

Castaneda’nın bir kitabını okuyordum. Ustası Don Juan ondan çok güzel bir deney yapmasını istiyor. Bu, en eski deneylerden biridir. Karanlık bir gecede, hiçbir ışığın olmadığı engebeli ve tehlikeli bir yolda, Castaneda’nın ustası, “İçindeki rehbere inan ve koşmaya başla.” dedi. Bu tehlikeliydi. Engebeli yolu tanımıyordu. Her tarafta ağaçlar, çalılar, uçurumlar vardı. Castaneda herhangi bir yere düşebilirdi. Gündüz vakti bile orada dikkatli yürümek zorundaydı. Ve geceleyin karanlık yüzünden hiçbir şey görünmüyordu. Hiçbir şey göremiyordu ve ustası, “Yürüme, koş!” dedi.

Castaneda buna inanamadı. Bu intihar etmek gibi bir şeydi. O korktu. Ama ustası koştu. Vahşi bir hayvan gibi koştu ve sonra koşarak döndü. Castaneda bunu nasıl yaptığını anlayamamıştı. Sadece karanlıkta koşmakla kalmıyor, her defasında Castaneda’yı sanki görüyormuş gibi buluyordu. Zamanla Castaneda cesaretini topladı. Eğer bu yaşlı adam bunu yapabiliyorsa, o neden yapamasın? Denedi ve bir süre sonra bir iç ışığı hissetti. Sonra koşmaya başladı.

Sen ancak düşünmeyi bıraktığında varsın. Düşünmeyi bıraktığın an, içteki belirir. Eğer düşünmezsen her şey yolundadır. Sanki bir iç rehber devreye girer. Mantığın seni yanlış yönlendirmiştir. En büyük yanlış ise, bu. Kendi iç rehberine güvenemiyorsun.

Önce mantığını ikna etmen gerekiyor. İç rehberin, “Haydi!” dese bile, mantığını ikna etmen gerekiyor. Ve o sırada fırsatları kaçırıyorsun. Çünkü bunlar anlardır. Onları ya kullanırsın ya da kaçırırsın. Akıl zaman alır. Ve sen düşünürken, artıları eksileri hesaplarken, o anı kaçırırsın. Hayat senin için beklemez. İnsanın anlık yaşaması gerekiyor. Zen’de ifade edildiği gibi, gerçek bir savaşçı olman gerekiyor. Çünkü elinde kılıçla savaş alanında savaşırken, düşünemezsin. Düşünmeden hareket etmelisin.

Zen ustaları, kılıcı bir meditasyon tekniği olarak kullandı. Ve Japonya’da söylendiğine göre, eğer iki Zen ustası kılıçlarla karşı karşıya gelirse, bir sonuca varamazmış. Hiçbiri yenilmez ya da kazanamaz. Çünkü ikisi de düşünmüyor. Kılıçlar kendi ellerinde değil, iç rehberlerinin ellerindedir. Düşünmeyen iç rehber. Ve biri hamle yapmadan önce, rehber bilir ve savunmasını yapar. Bunu düşünemezsin, çünkü vakit yoktur. Karşındaki kalbini hedef almıştır. Bir an içinde kılıç kalbine saplanacaktır. Ne yapacağını düşünecek vakit yoktur. Onun içinde “kalbe sapla” düşüncesi oluştuğu zaman, aynı anda senin içinde savunma hamlesi düşüncesi oluşmalıdır. Aynı anda; hiçbir boşluk olmadan. Ancak o zaman savunabilirsin. Aksi halde ölürsün.

O yüzden meditasyon olarak kılıç kullanmayı öğretirler. “İç rehberini serbest bırak. Düşünme. Bırak iç varlık ne gerekiyorsa yapsın. Zihninle ona karışma.” derler. Bu çok zordur, çünkü zihnimizle eğitilmişizdir. Okullarımız, kolejlerimiz, üniversitelerimiz, bütün kültürümüz, bütün medeniyet çizgimiz, kafamızı eğitir. İç rehberimizle teması kaybetmişizdir. Herkesin doğuştan bir iç rehberi vardır. Ancak onun işlemesine izin verilmiyor. Sanki felç geçirmiş gibi. Ama o, tekrar sağlığına kavuşabilir.

Beyninle düşünme. Gerçekten. Hiç düşünme. Sadece hareket et. Bazı durumlarda dene. Zor olacaktır. Çünkü hemen düşünmeye alışmış olacaksın. Tetikte olman gerekir. Düşünceye değil, zihnine içerden gelen duygu için tetikte olmalısın. Bazen kafan karışabilir. Çünkü iç rehberinden mi, yoksa zihninin yüzeyinden mi geldiğini anlayamayacaksın. Ama bir süre sonra o duyguyu bilecek, farkı hissedeceksin.

İçten bir şey geldiği zaman, göbeğinden yukarı doğru gelir. Göbeğinden yukarı akan sıcaklığı hissedersin. Zihnin düşündüğü zaman, o sadece yüzeyde, yani kafadadır. Sonra aşağı iner. Eğer zihnin bir şeye karar verirse, onu aşağı doğru zorlaman gerekir. Eğer iç rehberin karar verirse, içinde bir şey köpürür. Varlığının derin çekirdeğinden zihne doğru yükselir. Onu zihin alır, ancak zihinden değildir. Daha öteden gelir. O yüzden zihin ondan korkar. Muhakeme için, o güvenilmezdir. Çünkü içten gelir. Hiçbir mantık ya da ispat taşımaz. Birden zihinde kabarır.

Bazı durumlarda dene. Örneğin, ormanda yolunu kaybettin. Dene. Düşünme. Gözlerini kapatıp otur. Düşüncelerden arın. Çünkü işe yaramaz. Nasıl düşüneceksin? Bilmiyorsun. Ama düşünce öyle bir alışkanlık olmuştur ki, hiçbir sonuca ulaşmasan bile düşünmeye devam edersin. Düşünce, sadece bilinen şeyleri düşünebilir. Bir ormanda kayboldun. Bir haritan yok. Yol soracak kimse yok. Ne düşünebilirsin? Ama hâlâ düşünüyorsun. O düşünce, bir düşünce değil, sadece endişe olacaktır. Ve sen ne kadar endişelenirsen, iç rehberin o kadar zorlanır.

Endişelenme. Bir ağacın altında otur ve bütün düşüncelerin dinmesine izin ver. Bekle. Düşünme. Sorunu abartma. Sadece bekle. Düşünmeme haline ulaştığını hissettiğin an, ayağa kalkıp yürü. Bedenin nereye doğru yönelirse, gitmesine izin ver. Sadece tanık ol. Karışma. Kaybolmuş yol kolayca bulunur. Ancak bunun tek şartı var. Zihninin karışmasına izin verme.

Bu, birçok kere bilmeden olmuştur. Büyük bilim adamları, ne zaman bir keşif yapılsa, bunun zihin tarafından değil, iç rehber tarafından yapıldığını söyler.

Zihnin tükendiği ve daha fazlasını yapamadığı zaman artık pes eder. O pes etme anında içindeki rehber işaretler, deliller ve anahtarlar sunar. İnsan hücresinin iç yapısını ortaya koyarak Nobel Ödülü kazanan kişi bunu rüyasında gördü. İnsan hücresinin yapısını, çekirdeğini, rüyasında gördü. Ve sonra, sabah kalkıp resmini yaptı. Kendisi bile bunun doğru olabileceğine inanmadı. O yüzden üzerinde yıllarca çalıştı. Yıllarca çalıştıktan sonra rüyasının doğru olduğuna kanaat getirdi.

Madam Curie ise bu iç rehber sürecini yaşadıktan sonra tekrar denemeye karar verdi. Çözmesi gereken bir soru olduğu zaman, “Neden çabalayıp uğraşayım, uyumam yeter,” dedi. Güzel uyudu, ama bir çözüm yoktu. O yüzden şaşırdı. Birçok kere denedi. Bir sorun olduğu zaman, anında gidip yatıyordu. Ancak hiçbir çözüm çıkmıyordu.

Önce aklın tamamen sınanması gerekir. Ancak ondan sonra çözüm kabarabilir. Başın tamamen tükenmesi gerekiyor. Aksi halde, rüya görürken bile işlemeye devam ediyor.

O yüzden bilim adamları, bütün büyük keşiflerin, akılla değil, sezgiyle yapıldığını söyler. İç rehberle bu kastedilir.

Başını kaybet ve bu iç rehberine atla. O oradadır. Eski yazıtlar, ustanın ya da gurunun, dış gurunun, sadece iç guruyu bulmada yardımcı olabileceğini yazar. Hepsi bu. Dış guru, iç gurunu bulmaya yardım ettikten sonra, artık dış gurunun bir işlevi kalmaz.

Bir usta aracılığıyla gerçeğe ulaşamazsın. Bir usta aracılığıyla ancak iç guruna ulaşabilirsin. Ancak ondan sonra bu iç guru seni gerçeğe götürebilir. Dış usta sadece bir temsilci, bir yedektir. Onun bir iç rehberi vardır ve senin iç rehberini de hissedebilir. Çünkü onlar aynı dalga boyunda varolurlar. Aynı boyutta, aynı dalga boyundadırlar. Eğer kendi iç rehberini bulursan, sana bakıp, senin iç rehberini hissedebilirim. Ve eğer ben, sana gerçekten rehberlik edeceksem, benim rehberliğim seni kendi iç rehberine götürmek olacaktır. Sen iç rehberinle temasa girdiğin zaman, artık bana ihtiyaç yoktur. Artık tek başına hareket edebilirsin. Yani bir gurunun yapabileceği tek şey, seni kafandan göbeğine, muhakemenden sezgi gücüne, tartışmacı zihninden, güvenilir rehberine itmektir. Bu sadece insanlar için geçerli değildir. Aynı şey hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, her şey için geçerlidir. Bu iç rehber vardır. Ve gizemli birçok yeni olgu daha keşfedilmiştir.

Birçok örnek vardır. Örneğin, anne balık yumurtladıktan hemen sonra ölür. Sonra baba, yumurtaları döller ve ölür. Yumurta, annesiz ve babasız kalır ve olgunlaşır. Yeni bir balık doğar. Bu balık, anne, baba ve ebeveynlik hakkında hiçbir şey bilmez. Nereden geldiğini bile bilmez. Ama bu balık, denizin belirli bir bölgesinde yaşar. Ve yavru balık, anne ve babasının yumurtlamak için yola çıktıkları bölgeye gider. Kaynağa ulaşır. Bu tekrar tekrar yaşanmaktadır. Ve o balık yumurtlama zamanı geldiğinde aynı sahile gelecek, yumurtlayıp ölecektir. Yani, ebeveynlerle yavruları arasında hiçbir iletişim yok. Ama yavrular, bir şekilde nereye gitmeleri gerektiğini, nasıl gideceklerini bir şekilde bilir. Ve asla yanılmaz. Onları yanlış yönlendiremezsin. Bu konuda deneyler yapıldı, ama başarılı olmadı. Onlar kaynağa ulaşacak. Bir iç rehber devrededir.

Sovyetler Birliğinde, kediler, fareler ve birçok küçük hayvanla çeşitli deneyler yapıldı. Bir anne kedi, yavrularından ayrıldı ve yavrular bir denizaltıyla denizin derinliklerine indirildi. Anne kedi, yavrularına ne olduğunu bilemeyecek durumdaydı. Kediye kalp ve beyin etkinliğini ölçen her türlü cihazı taktılar. Ve sonra denizaltıda yavrulardan biri öldürüldü. Anne bunu anında hissetti. Nabzı hızlandı. Endişeli ve gergin oldu. Nabzı, yavrusu öldürülür öldürülmez hızlanmıştı. Bilimsel cihazlar çok derin bir acı hissettiğini belgeledi. Bir süre sonra, her şey normale dönünce, bir yavru daha öldürüldü. Yine aynı değişiklikler görüldü. Üçüncü yavruyla da aynı şey yaşandı. Her defasında yaşandı. Hem de aynı anda. Hiçbir zaman dilimi olmadan. Ne oluyordu?

Bilim adamları, anne kedinin iç rehberi olduğunu söylüyor. Bu iç duygu merkezi, nerede olursa olsun çocuklarına bağlı. Anında telepatik ilişkiyi hissediyordu. İnsan anneler bu kadar hissetmez. Bu çok şaşırtıcı. Aslında tam aksi geçerli olmalı. İnsan anne, evrimde daha gelişkin olduğu için, daha çok şey hissetmeli ama hissetmez. Çünkü kafa her şeyi denetimine almıştır ve iç merkezler felç olmuş durumdadır.

Ne zaman bir ikileme düşsen ve bir çıkış yolu bulamazsan, düşünme. Sadece derin bir düşünmeme halinde bulun ve iç rehberinin sana yol göstermesine izin ver. En başta korkacak, güven duymayacaksın. Ama bir süre sonra, her zaman doğru sonuca ulaşınca, her zaman doğru kapıyı açınca, cesaretini toplayacak ve güvenmeye başlayacaksın.

Bilgelik kalpten gelir. Akılla ilgisi yoktur. Bilgelik, varlığının en derin noktasından çıkar. Kafaya ait değildir.

Kafanı kes. Kafasız ol ve varlığın yolundan git. Seni tehlikeye yöneltse bile, tehlikeye gir. Çünkü sen ve gelişmen için gerekli yol budur. Onu izle. Güven ve birlikte hareket et.
 

Sevgi : Çok Ender

Buda’nın başına gelmiş bir öykü, güzel bir öykü vardır. Onu dikkatlice dinle çünkü kaçırabilirsin.

Bir gün yemek vakti, Dünyayı Onurlandıran İnsan robunu giydi, tasını aldı ve yiyeceği için dilenmek üzere muhteşem Sravasti şehrine girdi. Kapı kapı dolaşıp dilendikten sonra kendi yerine döndü. Yemeğini yedikten sonra robunu ve tasını bir kenara koydu. Ayaklarını yıkadı, oturacağı yeri ayarladı ve oturdu.

Yavaşça git, sanki film yavaş çekim oynuyormuş gibi, bu bir Buda filmi, ve Buda filmleri çok yavaş hareket eder. Yeniden onu tekrar edeyim...

Bir gün yemek vakti, Dünyayı Onurlandıran Kişi robunu giydi, tasını aldı ve yiyeceği için dilenmek üzere muhteşem Sravasti şehrine girdi. Kapı kapı dolaşıp dilendikten sonra kendi yerine döndü. Yemeğini yedikten sonra robunu ve tasını bir kenara koydu. Ayaklarını yıkadı, oturacağı yeri ayarladı ve oturdu.

Buda’yı tüm bunları yaparken sonra yerinde otururken gözünün önüne getir.

Bu, Buda’nın sıradan hayatını ve diğerleri ile benzer olan eylemlerini ve bunda özel olan hiçbir şey olmadığını gösterir. Ancak yine de orada ortak olmayan ama çok az kişinin bildiği bir şey vardır.

Bu nedir? Sıradan olmayan, kendine has nitelik nedir? Çünkü Buda sıradan şeyler yapmaktadır. Ayaklarını yıkamak, oturma yerini ayarlamak, oturmak, robunu kenara koymak, tasını kenara kaldırmak, yatağa gitmek, geri gelmek. Herkesin yaptığı sıradan şeyler.

... onun huzurundaki Subhuti, yerinden kalktı, sağ omzunu açtı, sağ dizinin üzerinde eğildi, avuçlarını saygıyla birleştirdi ve Buda’ya “Bu çok nadir, Dünyayı Onurlandıran İnsan, bu çok nadir!” dedi.

Şimdi, yüzeyde ender olan hiçbir şey yok gibi gelir. Buda geliyor, robunu kenara koyuyor, tasını kenara koyuyor, oturacağı yeri ayarlıyor, ayaklarını yıkıyor, yerine oturuyor; sıra dışı olan hiçbir şey yok gibi gelir. Ve şu adam Subhuti... Subhuti Buda’nın en anlayış sahibi müritlerinden birisi idi. Buda ile ilgili pek çok sayıda öykü Subhuti ile ilgilidir. Bu da o öykülerden birisidir, son derece nadirdir.

O zamanlar yaşlı olan, onun huzurundaki Subhuti, yerinden kalktı, sağ omzunu açtı, sağ dizinin üzerinde eğildi, avuçlarını saygıyla birleştirdi ve Buda’ya “Bu çok nadir, Dünyayı Onurlandıran İnsan, bu çok nadir!” dedi.

Asla önceden görülmemiş, çok eşsiz.

Tathagata’nın günlük etkinlikleri diğer adamlarınkilerle benzerdir ama farklı olan bir şey vardı ve onunla yüz yüze oturanlar bile görmemişti.

O gün Subhuti ansızın bunu keşfetti ve “Çok ender! Çok ender!” dedi.

Heyhat! Tathagata müritleriyle otuz yıldır birlikteydi ve onlar hâlâ onun günlük hayattaki ortak eylemleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlar bilmedikleri için bu eylemlere dikkat etmeden geçmelerine izin vermişlerdi. Onlar, onun diğerleriyle aynı olduğunu zannetmişlerdi ve sonuç olarak onun hakkında şüphe duymuşlardı ve dediklerine inanmamışlardı. Subhuti net bir şekilde görmemiş olsaydı, Buda’yı hiç kimse gerçekten tanımamış olacaktı.

Aynı şeyi kutsal metinler de söyler. Bir Subhuti olmamış olsaydı, içerde ne olup bittiğini hiç kimse görmemiş olacaktı. İçerde ne oluyordu? Buda ev sahibi olarak kalır. Tek bir anlığına dahi sonsuzluğunu, zamansızlığını yitirmez. Buda meditasyon halinde kalır. Tek bir anlığına dahi hua t’ou’sunu kaybetmez. Buda kendi samadhi’sinin içinde kalır; ayaklarını yıkarken bile öylesine dikkatli, o kadar farkında, o kadar bilinçli bir şekilde yıkıyordur ki. “Bu ayaklar ben değilim” diye gayet iyi bilerek. “Bu tas ben değilim” diye gayet iyi bilerek. “Bu elbise ben değilim” diye gayet iyi bilerek. “Bu açlık ben değilim” diye gayet iyi bilerek. “Etrafımdaki hiçbir şey değilim. Ben sadece bir tanığım, her şeyin izleyicisiyim” diye gayet iyi bilerek.

Buda’nın zarafeti bu nedenledir, Buda’nın dünya dışı güzelliği bu nedenledir. O sakin kalır. Bu sakinlik meditasyondur. O ev sahibinin daha farkında olarak, misafirin daha farkında olarak, misafirle özdeşleşmeyerek, kendini misafirden ayırarak elde edilir. Düşünceler gelir ve gider, duygular gelir ve gider, hayaller gelir ve gider, ruh halleri gelir ve gider, iklimler değişir. Sen değişen hiçbir şey değilsin.

Değişmeden kalan bir şey var mıdır? O sensin. Ve o Tanrısallıktır. Ve onu bilmek ve o olmak ve onun içinde olmak samadhi’ye erişmektir. Yöntem meditasyondur. Yöntem meditasyon, dhyana misafirle olan özdeşleşmeyi yok edecek tekniktir. Ve samadhi ev sahibinin içinde eriyip gitmektir, misafirin içinde baki kalmak, orada merkezlenmektir.

Her gece kişi uyurken bir budayı kucaklar,
Her sabah kişi onunla birlikte yeniden uyanır.
Kalkıp otururken, birbirinizi izleyin ve takip edin.
Konuşurken yahut konuşmazken ikiniz de aynı yerdesiniz.
Onlar tek bir anlığına dahi ayrılmazlar,
Onlar beden ve onun gölgesi gibidirler.
Buda’nın nerede olduğunu bilmek istersen,
Senin kendi sesinin içindedir o.


“Her gece kişi uyurken bir budayı kucaklar” bir Zen deyişidir. Buda her zaman mevcuttur, Buda-olmayan da her zaman mevcuttur. Sende Nirvana ve dünya buluşur, sende madde ve madde olmayan birleşir, sende beden ve ruh birleşir. Sende varoluşun tüm gizemleri birleşir; sen bir birleşme yerisin, sen bir kavşaksın. Bir yanda tüm dünya, diğer taraftaysa manevi dünyaya ait her şey. Sen ikisi arasında bir köprüden ibaretsin. Şimdi, bu sadece neye önem verdiğinle ilgilidir. Şayet kendini dünyada yoğunlaştırırsan, dünyada kalırsın. Şayet odağını değiştirirsen, şayet odağını değiştirip, bilincine yoğunlaşırsan sen bir tanrısın. Sanki arabadaki bir vitesi değiştiriyormuşsun gibi, sadece küçük bir değişiklik; o kadar.

Her gece kişi uyurken bir budayı kucaklar, her sabah kişi onunla birlikte yeniden uyanır. O her zaman oradadır çünkü bilinç her zaman her yerdedir; o tek bir an bile kaybolmaz.

Kalkıp otururken, birbirinizi izleyin ve takip edin. Ev sahibi ve misafir, her ikisi de oradadır. Misafir değişmeye devam edip durur ama biri yahut öteki muhakkak her zaman oteldedir. Sen misafirle özdeşleşmez hale gelmediğin sürece, o asla boş değildir. O zaman bir boşluk ortaya çıkar. O zaman senin otelinin boş olduğu zamanlar olur; ev sahibi rahatça, hiçbir konuk tarafından rahatsız edilmeden oturuyor. Trafik durur, insanlar gelmez. Bu anlar mutlak saadet anlarıdır, bu anlar muhteşem kutsanma anlarıdır.

Konuşurken yahut konuşmazken ikiniz de aynı yerdesiniz. Sen konuşurken, aynı anda sende sessiz olan bir şey de vardır. İhtiras duyarken, ihtirasın ötesinde de bir şeyler vardır. Sen arzularken, hiç arzu duymayan birisi de vardır. Onu izle ve onu bulacaksın. Evet, çok yakınsın ve yine de çok farklısın. Onunla buluşursun ve yine de buluşmazsın. Yağ ve su gibi buluşursun; ayrılık yerinde durur. Ev sahibi misafire çok yakınlaşır. Bazen el ele tutuşurlar ve birbirlerine sarılırılar ama yine de ev sahibi ev sahibidir ve konuk da konuktur. Konuk gelecek ve gidecek olan kişidir; konuk değişmeye devam edecektir. Ve ev sahibi ise gitmeyen, baki kalan kişidir.

Onlar tek bir anlığına dahi ayrılmazlar, onlar beden ve onun gölgesi gibidirler. Buda’nın nerede olduğunu bilmek istersen, senin kendi sesinin içindedir o. Budayı kendi dışında bir yerde aramaktan vazgeç. O senin içinde oturuyor; o senin içinde ev sahibi olarak oturmaktadır.

Şimdi, bu ev sahibi haline nasıl gelmeli? Kadim bir teknik hakkında konuşmak isterim; bu tekniğin büyük faydası olacaktır. Bu bilinemeyen ev sahibine ulaşmak için, varlığının en yüksek gizemine erişebilmek için yöntem; Buda’nın önermiş olduğu en basit yöntemlerinden birisi şudur:

Kendini olası tüm ilişkilerden mahrum bırak ve kim olduğunu gör. Hiçbir anne babanın çocuğu olmadığını, kimseye eş olmadığını, çocuklarına anne baba olmadığını, hiçbir akrabanla kan bağın olmadığını, tanıdıklarının arkadaşı, ülkenin bir vatandaşı olmadığını vs. düşün; o zaman kendi içindeki seni yakalarsın.

Sadece bağlantıyı kopart. Günde bir kez, bir zaman için sessizce otur ve kendini tüm bağlantılardan kopart. Nasıl telefonun bağlantısını kesiyorsan kendini tüm bağlantılardan ayır. Artık oğlunun babası olduğunu düşünme; bağlantıyı kopart. Artık oğlunun babası değilsin ve babanın oğlu da değilsin. Bir karı ya da koca olduğun düşüncesini de kopart; artık birisinin karısı değilsin, birisinin kocası değilsin. Artık bir patron değilsin, artık bir hizmetçi değilsin. Sen artık siyah değilsin, artık beyaz değilsin. Sen artık Hintli, Çinli, Alman değilsin. Artık genç değilsin, yaşlı değilsin. Kopart, kopartmaya devam et.

Bin bir tane bağlantı vardır; sadece tüm bağlantıları koparmaya devam et. Tüm bağlantıları kopardığında o zaman birden kendine “Ben kimim?” diye sor. Ve hiçbir cevap gelmez. Çünkü sen senden sonra gelebilecek tüm cevaplarla olan tüm bağlantını zaten kopartmışsındır.

“Ben kimim?” ve cevap gelir. “Ben bir doktorum.” Ama sen tüm hastalarla bağlantını kopartmışsındır. Bir cevap gelir, “Ben bir profesörüm” ama sen tüm öğrencilerinle bağlantını kopartmışsındır. Yine bir cevap gelir, “Ben Çinliyim” ama sen onunla bağlantını kopartmışsındır. Ve bir cevap gelir, “Ben bir erkeğim” ya da “Ben bir kadınım” ama onunla bağını koparmışsındır. Bir cevap gelir, “Ben yaşlı bir kişiyim” ama onunla bağını kopartmışsındır.

Her şeyi kopart. O zaman sen kendinin içindesindir. O zaman ilk kez ev sahibi tek başınadır ve misafir yoktur. Bazen tek başına, misafirler olmadan kalmak çok iyidir. Çünkü o zaman sen kendi ev sahipliğine daha yakından, daha dikkatlice bakabilirsin. Konuk karmaşa yaratır, misafirler gürültü yapar ve onlar gelir ve senin ilgi göstermeni bekler.

“Şunu yap ve sıcak su gerekiyor ve kahvaltı nerede kaldı? Ve yatağım nerede? Ve yatakta böcekler var!” derler. Ve konuklar binlerce şey getirir. Ve ev sahibi misafirlerin arkasından koşturmaya başlar: “Evet, elbette bu insanlara bakmak zorundasın!”

Bütünüyle kendini ayırdığında hiç kimse seni rahatsız etmez; hiç kimse seni rahatsız edemez. Ansızın sen tüm tek başınalığınla oradasın; ve bu tek başınalığın saflığı, tek başınalığın bozulmamış saflığı. Sen bakir bir ülke gibisin, hiç kimsenin seyahat etmemiş olduğu bakir bir Himalaya zirvesi.

Bekâret budur. “Evet, İsa’nın annesi bir bakireydi” derken söylemek istediğim budur. Söylemek istediğim şey budur. Hıristiyan din bilginleri ile aynı fikirde değilim. Onların söylediği her şey saçmalıktır. Bekâret denen şey budur: İsa Meryem’in rahmine o böylesi bir bağlantısız haldeyken düşmüş olmalı. Böylesine bir bağlantısız haldeyken elbette bir çocuk girecek olursa o sadece bir Mesih olabilir, başka bir şey değil.

Eski Hindistan’da çocuğu döllemenin yöntemleri vardı. Çok derin bir meditasyon halinde değilsen sevişme. Meditasyon aşk için bir hazırlık olsun: Tantra’nın tüm anlamı budur. Meditasyon temel olsun; sadece o zaman aşk yap. O zaman çok daha büyük ruhları davet edersin. Ne kadar derindeysen o kadar büyük bir ruh davet edilir.

İsa ona nüfuz ettiğinde, Meryem o an mutlak bir bağlantısızlık halinde olmuş olmalı. O bu bekâretin içinde olmuş olmalı; o bir ev sahibi olmuş olmalı. O artık bir misafir değildi ve o artık misafirler tarafından taciz edilmiyordu ve artık misafirle özdeşleşmemişti. O beden değildi, zihin değildi, o düşünceleri değildi. O bir eş değildi, o hiç kimseydi. Bu hiç kimseliğin içinde o, oradaydı, sessizce oturuyordu: Saf bir ışık, etrafında hiç duman olmayan bir alev, dumansız bir ateş. O bakireydi.

Ve sana diyorum ki Buda döllendiğinde yahut Mahavira döllendiğinde ya da Krishna veya Nanak tam olarak aynı durumdaydı. Çünkü bu insanlar başka bir şekilde döllenemezler. Bu insanlar sadece en bakire rahme girebilirler. Ancak bu bekârete benim verdiğim bir anlamdır. Bunun etrafta dolaşan, hiçbir erkekle aşk yaşamadığı, İsa’nın bir erkekçe döllenmediği, İsa’nın Joseph’in oğlu olmadığı gibi aptalca fikirlerle bir alakası yoktur. Bu nedenle Hıristiyanlar sürekli olarak “Meryem’in oğlu İsa” derler. Onun babası ile ilgili konuşmazlar; o bir baba değildi. “Meryem’in oğlu” ve “Tanrı’nın oğlu” arada bir Joseph yoktur. İyi de zavallı Joseph’e karşı bu kadar öfke niye? Niçin Tanrı şayet Meryem’i kullanabiliyorsa Joseph’i de kullanamasın? Bunda yanlış olan ne? O Meryem’i rahim için kullanıyor ve bu hikâyeyi bozmuyor; o halde niçin Joseph’i de kullanmasın? Rahim hikâyenin yarısıdır çünkü anneden bir yumurta kullanılmıştır; o zaman niçin Joseph’in spermi de kullanılmasın? Bu zavallı marangoza bu kadar öfke niye?

Hayır, varoluş her ikisini de kullanır. Ancak bilincin hali ev sahibi ile aynı olmuş olmalı. Ve gerçekten sen ev sahibi olduğunda çok büyük bir misafir ağırlaman çok normaldir; İsa içeri gelir. Eğer tüm misafirlerle özdeşleşmekten çıkarsan, o zaman ilahi olan senin konuğun olur. Sen önce bir ev sahibi haline gel, saf bir ev sahibi. O zaman ilahi olan senin konuğun olacak.

Bağlantılarından koptuğunda sen kendi içindeki kendine gelirsin. Şimdi kendine sor: Şu “Kendi içindeki kendin” nedir? Bu soruyu asla yanıtlayamazsın; o yanıtlanamazdır. Çünkü o bilinen tüm ilişkilerden koparılmıştır. Bu şekilde kişi bilinmez olanın içine yuvarlanır; bu meditasyonun içine girmektir. Onun içine yerleştiğinde, tamamen yerleştiğinde o aydınlanma haline gelir.
 

Ego : Egosuzluk

Sürekli olarak egoyu bırakmaktan söz ediyorsunuz fakat neyin ego ve neyin benim hakiki doğam olduğunu ayırt edemezken bunu nasıl yapabilirim?

Ego bırakılamaz. O tıpkı karanlık gibidir: Karanlıktan vazgeçemezsin, sadece içeriye ışık getirebilirsin. Işık olduğu an karanlık yoktur. Karanlıktan vazgeçmenin yolunun bu olduğunu söyleyebilirsin ama onu sözcük anlamı olarak alma. Karanlık var olmaz bile; o ışığın yokluğudur. Bu yüzden ona doğrudan bir şey yapamazsın. Sadece ışığa bir şey yapabilirsin; ya ışığı içeri getirirsin ya da dışarı çıkarırsın. Karanlık istersen ışığı kapat; karanlık istemezsen ışığı aç. Ego bırakılamaz.

Meditasyon öğrenilebilir. Meditasyon bir ışık gibi iş görür, meditasyon ışıktır.

Işık ol ve hiçbir yerde egoyu bulamayacaksın.

Şayet onu bırakmak istersen başın derde girecektir çünkü onu bırakmak isteyen kişi kimdir? O egonun kendisidir: Şimdi yeni bir oyun oynuyor, maneviyat, din, kendini tanıma adı verilen oyun. Soruyu kim soruyor? O seni aptal yerine koyan egonun kendisidir. Ve egonun nasıl bırakılabileceğini sorduğunda doğal olarak sen “Bu ego olamaz, ego nasıl olur da kendi intiharını isteyebilir?” diye düşünürsün. Ego seni kandırmaya böyle devam eder.

Senin kendi doğanın soruları yoktur, onun cevaplara ihtiyacı yoktur. Senin kendi doğan mutlak ışıktır, ışıkla doludur. O karanlık nedir bilmez, o asla hiç karanlıkla buluşmamıştır.

Egoyu bırakmaya ihtiyacın yok. Sadece içeri bak, nerede olduğunu araştır; ilk önce onu bul. Kendi doğan hakkında şimdilik endişelenme. Sadece içeri gir, egoyu ara ve onu bulamayacaksın; onun yerine kendi ışıltılı, nilüfer gibi hoş kokulu doğanı bulacaksın. Kişi asla başka bir yerde böylesi bir güzellikle karşılaşamaz. O hayattaki en güzel deneyimdir. Ve bir kez sen kendi ışığının nilüferinin açtığını görürsen ego sonsuza dek bitmiştir. O zaman öyle anlamsız sorular sormayacaksın.

“Neyin ego ve neyin kendi hakiki doğam olduğunu nasıl ayırt etmeli?” diye soruyorsun.

Ya ego oradadır, o zaman hakiki doğa bilinmiyordur; ya hakiki doğa biliniyordur o zaman ego kalmamıştır. İkisine birden sahip olamazsın bu yüzden bir ayrım yapamazsın; onları ayırt edemezsin, aynı anda ikisi mevcut olamaz. Sadece bir tanesi mevcuttur.

Şu an sen ne olursan ol egodur, o yüzden ayırt etmek konusunda endişelenme. Eğer ego olmasaydı bu soru ortaya bile çıkmazdı. Kendi doğan hiçbir soru bilmez, kendi doğan saf mutluluktur, bir sorun değildir.

Zorluklara karşı geliştirdiğim dayanıklılık tavrı sayesinde hayata çok fazla kendimi bıraktım. Bu teslimiyet meditasyonda daha canlı olma gayretime karşı bastıran bir ağırlık gibi hissettiriyor. Bu, egomu bastırdığım ve onu gerçekten kaybetmeden evvel yeniden bulmam gerektiği anlamına mı geliyor?

En büyük sorunlardan birisi ... çok paradoksalmış gibi görünür ama bu doğrudur: Onu kaybetmeden önce ona sahip olman gerekir. Sadece olgun bir meyve yere düşer. Olgunluk her şeydir.

Olgunlaşmamış bir ego fırlatılıp atılamaz, yok edilemez. Ve şayet olgunlaşmamış bir egoyu yok etmek ve çözmek için mücadele edersen tüm çaba başarısızlığa uğrayacaktır. Onu yok etmektense daha zor fark edilir yollardan onun daha da güçlendiğini göreceksin.

Bu anlaşılması gereken temel şeydir: Ego bir zirveye ulaşmak zorundadır, güçlü olmak zorundadır, onun bütünlüğe erişmiş olması gerekir; o sadece o zaman çözülebilir.

Zayıf bir ego çözülemez ve bu bir sorun halini alır.

Doğu’da tüm dinler egosuzluğu öğütler. Bu yüzden Doğu’da herkes en başından beri egonun karşısındadır. Bu karşıt tavır yüzünden ego asla güçlenemez, asla fırlatılıp atılacağı bütünlük noktasına ulaşamaz. O asla olgun değildir. Bu yüzden Doğu’da egoyu çözmek çok zordur, neredeyse imkânsızdır.

Batı’da, tüm Batı din ve psikoloji geleneği insanları güçlü egolara sahip olmaları için ikna eder, öğütler, tavsiye eder. Çünkü güçlü bir egoya sahip olmadığın sürece nasıl hayatta kalabilirsin? Hayat bir mücadeledir; eğer egosuz olursan mahvolacaksın. O zaman kim direnecek? Kim kavga edecek? Kim rekabet edecek? Ve hayat ise sürekli bir yarışmadır.

Batı psikolojisi der ki: Egoya sahip ol, onda güçlü ol. Ancak Batı’da egoyu çözmek çok kolaydır. Bu nedenle ne zaman Batılı bir arayan, sorunun ego olduğu anlayışına erişirse onu kolaylıkla, Doğulu bir arayandan daha kolaylıkla çözebilir.

Paradoks budur: Batı’da ego öğretilir; Doğu’da egosuzluk öğretilir. Fakat Batı’da egoyu çözmek kolaydır; Doğu’da çok zordur.

Bu senin için zor bir görev olacak, önce elde et ve sonra kaybet. Çünkü sen sadece sahip olduğun bir şeyi kaybedebilirsin. Ona sahip değilsen nasıl kaybedeceksin? Sadece zenginsen fakir olabilirsin. Zengin değilsen, yoksulluğun İsa’nın vaaz ettiği güzelliğine — ruhta fakir ol — sahip olamazsın.

Senin yoksulluğun, Gautam Buda’nın bir dilenci haline geldiğinde sahip olduğu ağırlığa sahip olamaz. Sadece zengin bir insan fakir olabilir. Çünkü sadece sahip olduğun şeyi kaybedebilirsin. Hiç zengin olmadıysan nasıl fakir olacaksın? Senin yoksulluğun sadece yüzeyde kalacaktır; o asla ruhta olamaz. Yüzeyde sen fakir olacaksın ve derinde zenginliğin peşinden yanıp tutuşacaksın. Senin ruhun zenginliğe doğru çekilecek, o bir hırs olacaktır, o zenginliğe erişmek için sürekli bir arzu olacaktır. Sadece yüzeyde fakir olacaksın. Ve hatta sen yoksulluk iyidir diyerek kendini avutabilirsin. Fakat yoksul olamazsın; sadece zengin bir adam, gerçekten zengin bir adam fakir olabilir. Sadece zenginliğe sahip olmak gerçekten zengin olmak için yeterli değildir. Yine fakir olabilirsin. Şayet hırs hâlâ varsa fakirsin. Neye sahip olduğun önemli değildir. Şayet yeterince sahipsen arzu yok olur. Yeterince zenginliğe sahip olduğun zaman arzu kaybolur.

Arzunun yok olması yeterli olmanın kriteridir. O zaman sen zenginsin; onu bırakabilirsin, fakir olabilirsin. Buda gibi bir dilenci haline gelebilirsin. Ve o zaman senin yoksulluğun zengindir; o zaman senin yoksulluğunun kendine ait bir krallığı vardır.

Ve aynı şey her şeyde olur. Upanishad’lar ya da Lao Tzu ya da İsa ya da Buda; onların hepsi bilginin işe yaramadığını öğretir. Sadece daha çok ve daha çok bilgili hale gelmenin pek bir yardımı olmaz. Çok faydası olmamakla kalmaz, bir engel halini alabilir. Bilgiye ihtiyaç yoktur ama bu cahil kalmalısın demek değildir. Cehaletin gerçek olmayacaktır.

Yeterince bilgi edindiğinde ve onu attığında o zaman cehalete erişilmiştir.

O zaman sen gerçekten cahil olursun; Sokrat gibi birisinin söyleyebildiği gibi: “Sadece bir şey biliyorum bu da hiçbir şey bilmediğimdir.” Bu bilgi yahut bu cahillik — ona istediğin ismi verebilirsin — bütünüyle farklıdır, niteliği farklıdır, boyutu değişmiştir. Hiçbir zaman herhangi bir bilgiye sahip olmadıysan sadece basitçe cahilsen, cehaletin bilge olamaz. O bilgelik olamaz; o sadece bilginin yokluğudur. Ve özlem içeride olacaktır: Nasıl daha çok bilgi edinmeli? Nasıl daha çok bilgiye sahip olmalı?

Çok fazla bildiğinde — kutsal kitapları bildiğinde, geçmişi, geleneği bildiğinde, bilinebilecek her şeyi bildiğinde — o zaman birden hepsinin gereksizliğini fark edersin, ansızın bunun bilgi olmadığını fark edersin. Bu ödünç alınmıştır.

Bu senin kendi varoluşsal deneyimin değildir, bu senin bilmek için geldiğin şey değildir. Başkaları onu bilmiş olabilir, sen basitçe onu elde et. Senin elde edişin mekaniktir. O senin içinden çıkmamıştır, o bir gelişim değildir. O sadece başka kapılardan edinilmiş çöplüktür, ödünç alınmış, ölüdür.

Unutma, bilmek sadece sen bildiğinde, o senin doğrudan, dolaysız deneyimin olduğunda canlıdır. Fakat sen başkalarından bildiğinde bu sadece hafızadır, bilgi değil. Hafıza ölüdür. Çok topladığında — etrafındaki tüm kutsal kitaplar, bilgi zenginliği, kütüphaneler zihninde sıkışmıştır ve birden sen başkalarına ait bir ağırlığı taşıdığını fark edersin, hiçbir şey sana ait değildir, bilmiyorsundur — o zaman onu bırakabilirsin, tüm bu bilgiyi bırakabilirsin.

Bu bırakma ile içinde yeni türden bir cahillik ortaya çıkar. Bu cehalet cahile ait olan cehalet değildir. Bu bilge bir adam, bilgelik böyledir.

Sadece bilge bir adam, “bilmiyorum” diyebilir. Ancak “bilmiyorum” derken o, bilgi için yanıp tutuşmuyordur, o sadece bir gerçeği dile getiriyordur. Ve sen tüm kalbinle, “bilmiyorum” diyebildiğinde, tam o anda gözlerin açık hale gelir, bilmenin kapıları açılır. Bütünüyle “bilmiyorum” diyebildiğin an bilmeye muktedir hale gelmişsindir.

Bu cehalet güzeldir ama o bilgi aracılığıyla edinilir. O zenginlik aracılığıyla edinilen fakirliktir.

Ve aynı şey egoyla olur: Onu sadece ona sahipsen kaybedebilirsin.

Buda tahtından indiğinde bir dilenci olur... Buda için bu niye gerekliydi? O bir kraldı, tahttaydı, egosunun zirvesindeydi, niçin bu uca savrulsun; sarayından sokaklara inip bir dilenci olsun? Fakat Buda’nın dilenmesinde bir güzellik vardır. Dünya hiçbir zaman böylesine güzel bir dilenci, böylesine zengin bir dilenci, böylesine saltanat sahibi dilenci, böylesine bir imparator tanımamıştır. O tahtından aşağıya adım atınca ne olmuştur?

Egosundan aşağıya inmiştir. Tahtlar sembollerden, ego, iktidar, prestij, statü sembollerinden başka bir şey değildir. O aşağı inmiştir ve egosuzluk gerçekleşmiştir.

Egosuzluk alçakgönüllülük değildir. Bu egosuzluk tevazu değildir. Pek çok alçakgönüllü insan bulabilirsin fakat tevazularının altında ince bir ego işlemektedir.

Diyojen’in bir sefer Sokrat’ı ziyaret ettiği söylenir. O bir dilenci gibi yaşamıştı; o her zaman pek çok delikleri ve yamaları olan kirli elbiseler giyerdi. Ona yeni bir elbise bile sunsan kullanmazdı; önce onu kirletir, eskitir, yırtardı ve sonra kullanırdı.

O Sokrat’ı ziyaret etmeye geldi ve egosuzluk hakkında konuşmaya başladı. Ancak Sokrat’ın nüfuz eden gözleri bu adamın egosuz bir insan olmadığını fark etmiş olmalı. Onun tevazu hakkındaki konuşması son derece egoistçeydi. Sokrat’ın şöyle dediği aktarılır: “Kirli elbiselerinle, elbiselerindeki deliklerle egodan başka bir şey göremiyorum. Sen mütevazılıktan bahsediyorsun ama konuşma derindeki bir ego merkezinden geliyor.”

Bu olacaktır, ikiyüzlülük bu şekilde gerçekleşir. Egoya sahipsin, onu tam zıddı aracılığıyla gizlersin; yüzeyde alçakgönüllü olursun. Yüzeydeki bu tevazu hiç kimseyi kandıramaz. O seni kandırabilir ama başka kimseyi kandıramaz. Kirli elbisenin deliklerinin içinden egon gözetlemeye devam eder. O her zaman oradadır. Bu bir kendini kandırmadır ve daha fazla bir şey değildir. Başka kimse kanmaz.

Bu sen olgunlaşmamış egoyu atmaya başlarsan olur.

Öğrettiğim şey çelişkili gözükebilir fakat o hayat için gerçektir. Çelişki hayatın doğal bir parçasıdır. Ben sana egoist olmanı öğretiyorum böylelikle sen egosuz hale gelebilirsin.

Ben sana mükemmel bir egoist olmayı öğretiyorum. Aksi taktirde ikiyüzlülük doğacaktır. Ve olgunlaşmamış bir olayla mücadeleye girme. Bırak olgunlaşsın ve ona yardım et. Onu zirveye çıkar. Korkma; korkulacak hiçbir şey yok. Böylelikle egonun ıstırabını anlayabileceksin.

O zirveye ulaştığında, o zaman benim ya da bir Buda’nın egonun cehennem olduğunu söylemesine ihtiyaç duymazsın.

Onu bileceksin çünkü egonun zirvesi cehennemsel tecrübelerinin zirvesi olacaktır. O bir kâbus olacaktır. Ve o zaman hiç kimsenin sana onu bırak demesinin bir gereği yoktur. Onu taşımak zor olacaktır.

Kişi bilgiye sadece ıstırap aracılığıyla ulaşır.

Herhangi bir şeyi sadece mantıksal tartışmalarla atamazsın. Bir şeyi sadece artık daha fazla taşıyamayacak kadar acı verici hale geldiğinde atabilirsin.

Senin egon henüz bu kadar acı verici hale gelmemiştir; bu yüzden onu taşıyorsun. O doğaldır! Onu bırakmaya seni ikna edemem. İkna olmuş hissetsen bile onu gizleyeceksin, hepsi bu.

Olgunlaşmamış hiçbir şey atılamaz. Olgunlaşmamış meyve ağaca tutunur ve ağaç da olgunlaşmamış meyveye tutunur. Onu ayrılmaya zorlarsan geride bir yara kalır. Bu yara devam edecektir, yara her zaman yeşil kalacak ve her zaman acı hissedecektir. Her şeyin gelişmek için olgunlaşmak için toprağa düşüp kaybolmak için bir zamanı olduğunu unutma. Senin egonun da bir zamanı var. Onun olgunlaşmaya ihtiyacı vardır.

Bu nedenle egoist olmaktan korkma. Öylesin, aksi takdirde çoktan kaybolup giderdin.

Hayatın mekanizması budur: Egoist olmak zorundasın, kendi yolunda kavga etmek zorundasın, etrafındaki milyonlarca arzu için savaşmak zorundasın, mücadele etmek zorundasın, hayatta kalmak zorundasın.

Ego bir hayatta kalma aracıdır.

Şayet bir çocuk egosuz doğarsa ölecektir. O hayatta kalamaz bu mümkün değildir çünkü eğer acıkmış hissederse ben acıktım diye hissetmeyecektir. Bir açlık olduğunu hissedecektir ama kendisi ile ilişkili değildir. Açlık hissedildiği an, çocuk, “açım” diye hisseder ve ağlamaya ve doyurulmak için gayret sarf etmeye başlar. Çocuk egosunun gayretleriyle gelişir.

Bu nedenle bana göre ego, doğal gelişimin bir parçasıdır.

Ancak bu onunla sonsuza dek kalman gerektiği anlamına gelmez. O doğal bir gelişimdir ve onun bırakılması gereken ikinci bir adım vardır. Bu da doğaldır. Ancak ikinci adım sadece ilki doruğuna, zirvesine erişmiş olduğunda, en üst noktasına ulaştığında atılabilir.

O nedenle ben her ikisini de öğretiyorum: Egoluluğu ve egosuzluğu öğretiyorum.

İlk önce egoist ol, sanki tüm varoluş senin için varmış ve sen merkeziymişsin gibi mükemmel egoist, mutlak egoist ol. Tüm yıldızlar senin etrafında dönüyor ve güneş senin için doğuyor; her şey sadece sen burada olasın diye, senin için var oluyor. Merkez ol ve korkma çünkü şayet korkarsan asla olgunlaşmayacaksın.

Onu kabul et. O gelişimin bir parçasıdır. Onun tadını çıkar ve zirveye götür. O zirveye ulaştığında ansızın merkez olmadığını fark edeceksin. Bu bir yanılsamaydı, bu çocukça bir tavırdı. Fakat sen bir çocuktun, bu nedenle onda yanlış hiçbir şey yok.

Artık olgunlaştın ve şimdi merkez olmadığını görüyorsun. Gerçekten merkez olmadığını gördüğünde aynı zamanda varoluşta merkez olmadığını ya da her yerin merkez olduğunu görürsün. Ya merkez yoktur ve varoluş bir bütün olarak var olur: Bir kontrol noktası olmayan bir bütünlük ya da her atom bir merkezdir.

Jakob Boehme tüm dünyanın merkezlerle dolu, her atomun bir merkez ve çeper diye bir şeyinin olmadığını; her yerin merkez ve hiçbir yerin çeper olmadığını söylemiştir. Bunlar iki olasılıktır. Her ikisi de aynı anlama gelir; sadece sözcükler farklıdır. Ve çelişkilidir. Fakat ilk olarak bir merkez haline gel.

Bu şunun gibidir: Bir rüyadasın; şayet rüya en üst noktasına gelirse bozulacaktır. Her zaman bu olur; ne zaman bir rüya en üst noktaya gelirse bozulur. Ve bir rüyanın zirvesi nedir? Bir rüyanın zirvesi “bu gerçektir” duygusudur. Bu, rüya değil gerçek diye hissedersin. Ve sen sürekli olarak ve sürekli olarak ve sürekli olarak daha yüksek bir zirveye gidersin. Ve rüya neredeyse bir gerçek halini alır. O asla gerçek olmaz; o neredeyse gerçek olur.

O gerçekliğe o kadar yakınlaşır ki artık daha ileri gidemez çünkü bir adım daha ve rüya gerçek olacaktır. Ve o gerçek olamaz çünkü o bir rüya. O gerçeğe çok yaklaştığında uyku bozulur, rüya parçalanır. Sen tam olarak uyanırsın. Aynı şey her tür yanılsamada da olur.

Ego en büyük rüyadır. Onun kendi güzelliği, kendi ıstırabı vardır. Onun kendi sonsuz mutluluğu ve kendi acısı vardır. Onun cennetleri ve cehennemleri vardır, her ikisi de oradadır. Rüyalar bazen güzeldir ve bazen de kâbustur ama her ikisi de rüyadır.

Bu yüzden zamanı gelmeden önce rüyandan çıkmanı söylemiyorum. Hayır, asla zamanından önce bir şey yapma. Şeylerin gelişmesine izin ver, şeylerin kendi zamanlarına sahip olmasına izin ver, böylelikle her şey doğal olarak gerçekleşir.

Ego ortadan kalkar. Ve o kendiliğinden ortadan kalkar. Şayet onun gelişmesine basitçe izin verirsen ve onun gelişmesine yardım edersen ondan vazgeçmek zorunda kalmayacaksın.

Bu çok derindir. Eğer onu bırakırsan ego içeride kalmıştır. Onu kim bırakacak? Şayet onu senin bırakacağını zannediyorsan, ego sensin. Bu yüzden neyden vazgeçersen geç, gerçek şey olmayacaktır. Gerçek şey korunacak ve sen başka bir şey atmış olacaksın.

Sen kendini egosuzlaştıramazsın.

Bunu kim yapacak? O olur, o bir eylem değildir. Egonun içinde gelişirsin ve bütün her şeyin cehennem haline dönüştüğü öyle bir nokta olur ki rüya bozulur. Birden görürsün: Kaz dışarıdadır; o asla içeride olmamıştır.

Sen asla bir ego olmadın.

O sadece senin etrafındaki bir rüyaydı. Gerekli bir rüyaydı diyorum. Bu nedenle onu, gelişimin gerekli bir parçasını kötüleme.

Hayattaki her şey gereklidir. Hiçbir şey gereksiz değildir, hiçbir şey gereksiz olamaz. Olmuş olan her şeyin olması gerekiyordu. Olan her ne ise belli derin nedenler yüzünden olur. Ona ihtiyacın var, böylelikle sen yanılsamanın içinde kalabilirsin. Bu sana yardımcı olan, seni koruyan, hayatta kalmana yardım eden bir kozadan ibarettir. Kişinin sonsuza dek kozanın içinde kalmasına gerek yoktur. Hazır olduğunda kozayı kır, dışına çık.

Ego yumurtanın kabuğudur, seni korur. Fakat ne zaman hazır olursan kabuğu kır, yumurtanın dışına çık. Ego kabuktur. Ama bekle. Telaşın pek bir faydası olmayacaktır. Engel olabilir. Zaman tanı ve onu kötüleme çünkü onu kim kötüleyecek?

Sözde azizlere git — onlar alçakgönüllülükten, tevazudan bahseder — ve onların gözlerinin içine bak. Başka hiçbir yerde bu kadar sofistike egolar göremeyeceksin. Artık onların egoları din, yoga, azizlik kılığına girmiştir ama ego oradadır. Onlar zenginlik toplamıyor olabilir, onlar mürit topluyor olabilirler; paralar değişmiştir ve onlar kaç tane müritleri olduğunu sayıp dururlar.

Onlar bu dünyaya ait şeylerin peşinde olmayabilirler. Onlar şu dünyanın şeylerinin peşindedir. Ama şu ya da bu her ikisi de dünyadır. Ve onlar belki de daha çok açgözlüdür. Çünkü onlar, bunlar geçici şeyler, bu dünyanın anlık şeyleridir, anlık şeylerden oluşurlar der. Ve onlar sonsuz zevkleri isterler.

Onların açgözlülüğü üstündür. Onlar anlık zevklerle tatmin olamazlar, onlar zevk isterler. Bir şey sonsuz olmadığında, memnun olmazlar. Onların hırsı derindir, onların hırsı mutlaktır ve hırs egoya aittir.

Hırs egonun açlığıdır.

Bu nedenle bazen azizlerin günahkârlardan daha egoist olduğu görülür. O zaman onlar ilahi olandan çok uzaktadır. Ve bazen günahkârlar Tanrı’ya bu sözde azizlerden çok daha kolay erişebilirler çünkü ego engeldir. Günahkârların azizlerden daha kolay egolarını bırakabildiğini tecrübe etmişimdir çünkü günahkârlar asla egoya karşı olmamıştır. Onlar onu beslemektedir, onun tadını çıkarmaktadır, onu bütünüyle yaşamışlardır. Ve azizler her zaman için egoyla savaşmaktadır, böylece onlar asla olgunlaşmaya izin vermezler.

Bu yüzden benim tavrım şudur: Ego bırakılmak zorundadır fakat bu uzun bir bekleyiş gerektirebilir. Ve sadece onu yetiştirirsen ondan vazgeçebilirsin. Tüm bu olgunun zorluğu budur. Çünkü zihin der ki: Eğer bırakacaksak niçin yetiştiriyoruz? Zihin der ki: Onu yok etmemiz gerekiyorsa o zaman niçin yaratıyoruz.

Eğer zihni dinlersen başın derde girecektir. Zihin her zaman mantıklıdır ve hayat her zaman mantıksızdır. Bu yüzden onlar asla buluşmazlar. Bu basit mantıktır, sıradan matematiktir: Eğer bu evi yok edeceksen niçin inşa edesin? Bu zahmet niye? Bu çaba ve zaman ve enerji kaybı niye? Ev yok o halde niçin inşa edilip sonra da yok edilsin? Gerçekten önemli olan ev değil, önemli olan sensin.

Evi inşa ederken değişeceksin ve sonra evi yok ederken bütünüyle değişeceksin, aynı olmayacaksın. Çünkü evi yaratmak, onun tüm süreçleri sende bir gelişimi garanti edecektir. Sonra ev hazır olduğunda, onu yıkacaksın. Bu bir mutasyon olacak.

Zihin mantıklıdır ve hayatsa diyalektiktir. Zihin basit bir çizgide hareket eder ve hayat her zaman bir kutuptan diğerine, bir şeyden tam zıddına sıçrar.

Hayat diyalektiktir. Yarat ve sonra hayat der ki: Yok et. Dünyaya gel ve sonra hayat der ki: Öl. Elde et ve sonra hayat der ki: Kaybet. Zengin ol ve sonra hayat der ki: Fakir ol. Bir zirve ol, egonun Everest’i ol ve sonra bir egosuzluk uçurumu ol. O zaman her ikisini de bilmiş olursun; hayal ve gerçek, maya ve brahma.
 

Sezgi : Stratejiler

Bilmek demek, sessiz olmak demektir. Tamamen sessiz.
Böylece içindeki o küçük dingin sesi duyarsın.
Bilmek demek, düşünceyi bırakmak demektir.
Tamamen hareketsiz kaldığın zaman
Hiçbir şey sana ulaşmadığı zaman kapılar açılır.
Sen bu gizemli varoluşun bir parçasısın.
Onun bir parçası olarak bilirsin.
Bir katılımcı olarak bilirsin.
Bilmek, budur.


Düzyazı şeklinde düşünen zihni bırak.
Şiirle düşünen bir başka zihin türünü uyandır.
Hece uzmanlığını bir kenara koy.
Yaşam tarzın şarkılar olsun.
Zihinden sezgiye geç.
Kafadan, kalbe.
Çünkü kalp, gizemlere daha yakındır.

Altın Gelecek : İçsel Yolculuk

Sevgili Osho,

Meditasyonlarım esnasında gitgide daha çok içime bakmaya çalıştıkça,- çoğu zaman orada kimsenin olmadığını hissediyorum. Bu, sonsuz bir- kara deliğin içine düşmek gibi bir şey.


Bu yüzden çok geriliyorum ve kaçmak istiyorum. İçimde bir ben yoksa, o zaman kimi seveceğim? Lütfen kendime ve defalarca söz ettiğin o tamlığa karşı, bu sevgiyi bulabilmeme yardım et.

Shivam Anette, sorduğun soru meditasyon yapan insanları ilgilendiren en önemli sorulardan biridir. Soruna geçmeden önce, birkaç ayrımın anlaşılması gerekiyor.

Ben ‘içe dönün’ dediğimde bu, orada seni bekleyen birini bulacağın anlamına gelmiyor. Tam tersine daha çok içe döndükçe, egon git gide daha da azalır. Sen varsındır ama o ‘ben olma’ hissi git gide yok olur. İçinde bu ben yoktur ama bu olmadığın anlamına gelmez. Saf halinle orada olduğun, kimseye kıyasla değil, yalnızca kendin olarak, herhangi bir bağlamda değil, mutlak kendi başınalığınla olduğun anlamına gelir.

Hayatımız boyunca bir ego, bir ben olarak var olduğumuzdan, bu ‘ben’in yok olması doğal olarak bir korku ve kaçma hissi yaratır. Bu doğal olsa da doğru değildir. Bu korkunun, karanlığın, endişenin, gerginliğin içine girmelisin çünkü ben ölmekte. Şu ana dek hep onunla özdeşleşmiş olduğundan sen de ölüyorsun gibi gelecek. Ama tek bir noktayı göz önünde tut: Sen bu korkuyu ve ‘ben’in yok oluşunu, gerginliği, karanlığı, hiç kimse olmama durumunu izliyorsun. O izleyici sensin.

İçe dönmek, bu tanığı mutlak saflığında, hiçbir şeyle kirletilmemiş haliyle, hiçbir şeyi yansıtmamakta olan saf bir ayna gibi bulmaktır. Aynalar düşünebilseydi — iyi ki düşünemiyorlar — ve birileri sürekli onlara bakarak büyütülselerdi, kim olduklarıyla ilgili bir fikir edinirlerdi. Ve yıllarca hep birini yansıttıktan sonra kendileriyle ilgili belli bir imaj yaratmış olurlardı; yansıtıcı oldukları imajı.

Bir gün aynada hiç kimsenin yansımadığını gözünde canlandırmaya çalış. Ayna korkuya kapılacaktır. Ayna derin bir boşluğa düşüyormuş hissine kapılacaktır, karanlık, kasvetsiz, var olmanın mevcut olmadığı bir yer; o kimdir? Kimse aynaya bakmadığı için kimliği yok olmuştur. Ayna değişmemiştir, aslında ayna saftır. Ama bu saflıkla daha önce hiç karşılaşmamıştır; kimse onu bu saflıkla tanıştırmamıştır.

Meditasyon seni kendi saflığına taşır.

Senin saflığın tanıklık etmek, izlemek, farkında olmaktır. “Bu izleyici kim?” diye değil, “Orada kimseyi bulamıyorum,” diye soruyorsun.

Bulamayan kim? İşte o sensin. Hiçliği bulacaksın, içinde hiçbir şeyin yansımadığını göreceksin; boşluğu bulacaksın. Dikkatini nesneye değil, kendi öznelliğine vermen gerek. Kesin olan bir şey var: Tanık orada ve bu içsel yolculuğa bu tanığı bulmak için, varlığının saf aynasını bulmak için çıkılıyor.

“Meditasyonlarım esnasında git gide daha çok içime bakmaya çalıştıkça, çoğu zaman orada kimsenin olmadığını hissediyorum.” diyorsun. Ama orada hiç kimse olmadığını bulanın, sen olduğunun farkında değilsin. Ama sensin! Orada kendini başka biri olarak bulacağını mı sanıyorsun? Orada sana, “Merhaba Shivam Anette, nasılsın?” diyecek birini bulacağını mı sanıyorsun? Asıl, bu seni korkuturdu, “Aman Tanrım! Bir değil, iki kişiyim!”

Orada kimsenin olmadığına dair hissin tamamen doğru bir his. Doğru yoldasın. Yalnızca hâlâ orada olduğunu ve izlediğini görmeye devam et. Tüm bunlar nesnelerdir; bu hiç kimse, bu karanlık, korku, gerilim... “Bu, sonsuz bir kara deliğin içine düşmek gibi bir şey. Bu yüzden çok geriliyorum ve kaçmak istiyorum.” Tüm bunları izle. Bunlar hep senin eski alışkanlıkların. Kendi derinliklerinde hiç bulunmadın, bu yüzden tanışmadığın, bilmediğin şeylerden korkuyorsun. Hep dolanıp durdun ama bu dışarıdaydı ve içindeki evinin yolunu bile unuttun. Başlangıçta, bu sana ucu bucağı olmayan bir boşluk gibi görünecektir. Ona izin ver. Karanlığın da kendine has bir güzelliği vardır. Karanlık derin ve sessizdir; tadını çıkar! Ondan kaçmaya hiç gerek yok.

“İçimde bir ben yoksa, o zaman kimi seveceğim?” Kesinlikle kimsenin içinde bir ben yoktur. Ama bundan çok daha önemli bir şey var: Senin oluşun, varlığın, saf var oluşun.

Sen ona ben diyorsun çünkü dışarıda böyle bir referansa ihtiyacın var. Hiç küçük bebekleri izledin mi? Başlangıçta kendilerinden isimleriyle bahsederler, “Johnny acıktı” gibi. Onların yaptığı çok daha doğrudur. Ama bir toplumun içinde bu, delilik gibi görünür. “Johnny mi acıktı? Neden ben acıktım demiyorsun?” “Johnny” dendiğinde, acıkan bir başkasıymış hissi uyandırır. Johnny, senin başkaları tarafından kullanılması gereken ismindir. Bu ismi kendinden bahsederken sen kullanamazsın. Kendinden bahsederken ismini değil, “ben”i kullanman gerekir.

Bu Thomas Alva Edison’un başına gelmiştir. O en büyük mucitlerden biriydi, bin tane şey icat etmişti. Onun icat etmemiş olduğu bir şey bulmak zordur. O kadar saygı görüyordu ki kimse ona adıyla hitap etmiyordu. Meslektaşları kendisine “Profesör,” öğrencileri ise “Efendim,” diyordu ve tabi kendisi de adını kullanmıyordu.

Sonra birinci dünya savaşı başladı ve insanlar ilk yiyecek kuyruklarıyla tanıştı. Edison da kuyruğa girdi ve sıra ona gelince memur, “Thomas Alva Edison kim?” diye bağırdı. Edison da sağa sola baktı, neredeydi bu Thomas Alva Edison? Memurun aklı karışmıştı çünkü elindeki numaraya göre bu önündeki adam, o olmalıydı. Tüm kuyruğun da aklı karışmıştı. Herkes birbirine bakıyordu. Sonunda kuyruğun en sonlarından bir adam, “Bayım, hatırladığım kadarıyla sizi daha önce görmüştüm. Thomas Alva Edison sizsiniz,” dedi.

Edison yanıt verdi, “Siz öyle diyorsanız, öyledir.”

Memur, “Deli misin nesin?” diye söylendi.

O da, “Deli değilim.” diye yanıt verdi. “Ama bu ismi neredeyse otuz yıldır duymamıştım. Unutmuşum. Kimse beni böyle çağırmıyor. Babam ben küçükken ölmüştü. Annem de öldü. Bu, artık çok uzaklarda kalmış bir anı gibi. Thomas Alva Edison gibi bir ismim olduğunu hatırlıyorum ama otuz yıldır bu ismi duymadım. O adamın beni tanıması iyi oldu; yoksa tek başıma bu ismi çıkaramayacaktım.” Bu, seyrek bir vakadır ama otuz yıl, özellikle de Edison gibi yaratıcı bir adam için çok uzun bir zamandır. Onun otuz yılı bizim üç yüz yılımıza denktir. Başka kimselere ismiyle, kendine ise “ben” diye hitap etmek sadece sosyal bir buluştur. Ama içinde başka biri yoktur

Ve başka biri gittiğinde, o “ben” de gider.

Ama endişeye hiç gerek yok. ‘Ben’ini bulamayacaksın ama daha büyük bir şey bulacaksın; var oluşunu, varlığını...

Ben “kendini sev” dediğimde, bu hiç içlerine dönmemiş kişilere yöneliktir çünkü onlar yalnızca ikiliğin dilinden anlarlar. Kendini sev, kendini seven ve sevilen diye ikiye böl demektir. Bunu düşünmemiş olabilirsin ama içine döndüğünde kendini sevmezsin, sevgi sen olursun.

Sevgi denen enerji sen olursun.

Sevgiyle dolarsın, sevgi yayarsın.

Sevgi, senin yaydığın koku olur.

İçinde ismin yok, egon yok. İçinde saf bir var oluştan ibaretsin ve o saf var oluşun içinden sevginin aroması yükseliyor.
 

Coşku : Istırabın Kökleri

İnsan ıstırap içinde ve insan yüzlerce yıldır ıstırap içinde kaldı. Istırap içerisinde olmayan bir insanı nadiren bulabilirsin. O kadar enderdir ki neredeyse inanılmaz gözükür.

Bu nedenle insanlar Buda gibi insanların var olmuş olduğuna dahi inanamaz. İnsanlar buna inanamaz; onlar buna kendi ıstırapları nedeniyle inanamaz. Istırap öyle yoğundur ve onlar onunla o kadar derin biçimde iç içe geçmiştir ki, ondan bir kurtuluşun mümkün olabileceğini anlayamazlar.

İnsanlar Budaların hayal mahsulü olduğunu, Gautam Buda gibi kişilerin, insanların hayalleri olduğunu düşünür. Sigmund Freud’un dediği de budur; Buda gibi insanlar “arzularımızı simgeler.” Bu şekilde olmak isteriz, ıstırabımızın dışında olmak isteriz; o sessizliğe, o huzura, o kutsanmışlığa sahip olmak isteriz; fakat o gerçekleşmemiştir. Ve Freud hiç umut yok der; o, nesnelerin doğası gereği gerçekleşemez. İnsan mutlu olamaz.

Freud gayet büyük bir hevesle ve derinlemesine dinlenilmiş olmalı; o öyle kolaylıkla reddedilemez. Onunki gelmiş geçmiş en nüfuz edebilir zihinlerden birisidir ve o, mutluluk mümkün değildir dediğinde, mutlu olmayı ummak imkânsızı ummaktır dediğinde, onu gerçekten kasteder. Varılan bu sonuç bir felsefecinin değildir. İnsan ıstırabı hakkındaki kendi gözlemleri, onu bu sonuca sevk etmiştir. Freud bir karamsar değildir ancak, binlerce insanı gözlemledikten, onların psikolojisinin derinine indikten sonra, insanın ıstırap çekmek için içsel bir mekanizmaya sahip olacak şekilde yapılanmış olduğunu fark etti. En iyi ihtimalle rahat içinde olabilir ama asla kendinden geçecek kadar mutlu olma halinde değil. En iyi ihtimalle — bilimsel teknolojilerle, toplumsal değişikliklerle, daha iyi bir ekonomiyle ve diğer şeylerle — hayatı biraz daha elverişli hale getirebiliriz ama insan aynı şekilde ıstırap içinde kalacak. Freud nasıl Buda gibi bir insanın yaşamış olduğuna inansın? Böyle bir sükûnet tıpkı bir hayal gibi görünür; insanlık Buda hakkında hayal kurmakta.

Bu düşünce oluşur çünkü Buda o kadar nadir, o kadar istisnaidir. O kural değildir.

Niçin insanoğlu bu kadar çok ıstırap içinde kalmıştır? Ve mucizevi olan şudur ki, herkes mutlu olmayı ister. Istırap çekmek isteyen tek bir kişi bile bulamazsın ama yine de herkes ıstırap içindedir. Herkes mutlu, huzurlu, saadet içinde olmak ister. Herkes coşku içinde olmak ister, herkes kutlamak ister ama o imkânsız gözükür. Şimdi çok derin bir nedeni olmalı, o kadar derindir ki Freudcu analiz erişemez, mantık erişemez.

Çok temel bir şey anlaşılmalıdır. İnsan mutlu olmak ister, bu yüzden berbat haldedir. Ne kadar mutlu olmak istersen, o kadar perişan olacaksın. Şimdi bu çok saçma görünür ancak, temeldeki sebep budur. Ve insan zihninin nasıl çalıştığını anladığında bunu fark edebileceksin.

İnsan mutlu olmak ister; o yüzden de ıstırabı yaratır. Şayet ıstırabından kurtulmak istersen, mutlu olma arzunun dışına çıkmak zorunda kalacaksın; o zaman hiç kimse seni perişan edemez. Freud’un kaçırdığı nokta buydu. Mutlu olma arzusunun kendisinin, ıstırabın sebebi olabileceğini anlayamadı.

Bu nasıl olur? Hepsinden evvel niçin mutluluğu arzularsın? Ve mutlu olma arzusu sana ne yapar?

Mutluluğu arzuladığın anda, şimdiden uzaklaştın. Varoluşsal olandan uzaklaştın, çoktan var olmayan bir yer olan, henüz gelmemiş olan geleceğin içine hareket etmiş oldun. Bir hayalin içine girdin. Şimdi, hayaller hiçbir zaman tatminkâr olamazlar. Senin mutluluk için duyduğun arzu bir hayaldir; hayal gerçek dışıdır. Gerçek olmayanla hiç kimse gerçek olana ulaşamamıştır. Yanlış trene binmişsin.

Mutlu olma arzusu basitçe tam şu an mutlu olmadığını gösterir. Mutlu olma arzusu basitçe senin perişan bir varlık olduğunu gösterir. Ve perişan bir varlık bir gün, bir zaman, bir şekilde mutlu olacağını geleceğe yansıtır. Yansıtman ıstırabından gelir; o ıstırabın tohumlarının ta kendisini taşır. O senden çıkar; o senden farklı olamaz. O senin çocuğun, onun yüzü seninki gibi olmak zorunda, senin kanın onun damarlarında dolaşıyor olacak. O senin devamındır.

Bugün mutsuzsun. Yarının mutlu olacağını yansıtıyorsun ama yarın senin yansıtmandır; bugün her neysen, onun yansıtmasıdır. Mutsuzsun; yarın bu mutsuzluktan çıkacak ve sen daha da mutsuz olacaksın. Elbette daha çok mutsuzluk yüzünden gelecekte yine mutluluğu arzulayacaksın. O zaman bir kısırdöngüye yakalanmışsındır: Mutsuz oldukça mutluluğu daha çok arzularsın; mutluluğu arzuladıkça daha çok mutsuz olursun. Şimdi artık o, kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek gibidir.

Zen’de bunun için belli bir deyim vardır. Bu, at arabasını kamçılamak gibidir derler. Eğer atların hareket etmiyorsa ve sen at arabasını kamçılamaya devam edersen, bunun bir faydası olmaz. Sen perişan haldesin, o halde hayal edebileceğin her şey, yansıtabileceğin her şey daha çok sefalet getirecek.

O yüzden yapılacak ilk şey hayal etmemek, yansıtmamak. İlk şey şimdi ve burada olmak. Olan şey her ne ise, sadece şimdi ve burada ol ve senin için muhteşem bir hakikat seni bekliyor.

Bu hakikat şimdi ve burada hiç kimsenin mutsuz olamayacağıdır.

Hiç şimdi ve burada mutsuz oldun mu? Tam şu anda, bir mutsuz olma olasılığı tam şu an var mı? Dün hakkında düşünebilir ve mutsuz olabilirsin. Yarın hakkında düşünebilir ve mutsuz olabilirsin. Ancak, tam olarak şu anda — bu güm güm nabzı atan, gerçek anda — tam şu anda mutsuz olabilir misin? Hiçbir geçmiş, hiçbir gelecek olmadan?

Mutsuzluğu geçmişten, hafızandan getirebilirsin. Dün sana birisi hakaret etti ve sen hâlâ acısını taşıyabilirsin, yarasını hâlâ taşıyabilirsin, hâlâ onunla ilgili olarak mutsuz olabilirsin. Neden; neden senin başına geldi? Neden adam sana hakaret etti? Onun için o kadar iyi şeyler yapıyordun ve sen her zaman yardımcı, her zaman dost oldun; o ise kalktı sana hakaret etti! Artık var olmayan bir şeyle oynuyorsun. Dün geçti.

Ya da yarın için mutsuz olabilirsin. Yarın paran kalmayacak; o zaman nerede kalacaksın? Ne yiyeceksin? Yarın paran bitecek; o zaman mutsuzluk gelir. O ya dünden gelir ya da yarından ama asla şimdi ve burada değildir. Tam şu an, şimdinin içinde mutsuzluk imkânsızdır.

Bu kadarını öğrendiysen bir Buda olabilirsin. O zaman hiç kimse senin yoluna engel olmuyor. O zaman tüm Freudları unutabilirsin; o zaman mutluluk sadece mümkün değildir, o zaten gerçekleşmiştir. O tam da gözlerinin önünde ve sen onu ıskalıyorsun çünkü sürekli yan taraflara bakıyorsun.

Mutluluk senin bulunduğun yerdedir; sen neredeysen mutluluk oradadır. O seni çevreler, doğal bir olgudur. O tıpkı hava gibidir, tıpkı gökyüzü gibidir. Mutluluk aranmamalıdır; o, evrenin yapıldığı şeyin ta kendisidir. Coşku evrenin yapıldığı şeyin ta kendisidir. Fakat tam önüne bakmalısın, o an olana bakmalısın. Yanlara bakarsan kaçıracaksın.

Kendin yüzünden kaçırıyorsun. Kaçırıyorsun çünkü yanlış bir yaklaşımın var.

Fakat, geçmişe ölmeye devam et ve asla geleceği düşünme ve sonra da ıstırap çekmeye çalış; başarısız olacaksın! Mutsuz olmayacaksın; başarısızlığın mutlak surette kaçınılmazdır, öngörülebilir. Başaramazsın; ıstırap çekmede ne kadar başarılı olursan ol, ne kadar iyi eğitimli olursan ol, tam şu an mutsuzluk yaratamazsın.

Mutluluğu arzulamak, senin başka bir yere bakmana neden olur ve o zaman da kaçırır durursun. Mutluluk yaratılacak bir şey değildir; mutluluk sadece görülebilecek bir şeydir. O zaten mevcut. Tam şu anda mutlu olabilirsin, engin bir biçimde mutlu olabilirsin.

Buda’ya olan şey budur. O bir kralın oğluydu, her şeye sahipti ama mutlu değildi. Giderek daha da mutsuz oldu; ne kadar sahip olursan, o kadar çok mutsuz olursun. Zengin bir insanın ıstırabı budur. Bugün Amerika’da olan budur; ne kadar zenginleşirlerse, o kadar mutsuzlaşıyorlar; daha çok zenginleştikçe, o kadar ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

Fakir insanlar her zaman ne yapılacağı konusunda emindirler: Para kazanmak zorundalar, bir ev inşa etmek zorundalar, bir araba almak zorundalar; çocuklarını üniversiteye göndermek zorundalar. Onları bekleyen bir program vardır hep. Meşguldürler. Bir gelecekleri vardır, bir umutları vardır: “Bugün değilse yarın...” Perişan halde yaşarlar ama umutları vardır.

Zengin insan ıstırap içindedir ve ayrıca umutları da tükenmiştir. Istırap iki katıdır. Zengin bir adamdan daha fakirini bulamazsın; o iki kat daha fakirdir. O geleceğe yansıtılmış olarak kalır ve o bilir ki gelecek hiçbir şey sağlamayacak çünkü neye ihtiyaç duyacaksa zaten ona sahiptir. Başı belaya girer, zihni giderek daha çok kaygılı, vesveseli hale gelir. Acı çeker. Buda’nın başına gelen budur.

O zengindi. Mümkün olan her şeye sahipti. Çok mutsuz oldu. Bir gün sarayından kaçtı, tüm zenginlikleri terk etti, güzel karısını, yeni doğmuş çocuğunu; kaçtı. Bir dilenci oldu. Mutluluğu aramaya başladı. O guru senin bu guru benim dolaştı; herkese mutlu olmak için ne yapılması gerektiğini sordu ve elbette ona tavsiyede bulunmaya hazır bin bir tane insan vardı ve o hepsinin tavsiyesine uydu. Ve onların tavsiyelerine uydukça daha da çok aklı karıştı.

Buda ona söylenen her şeyi yaptı. Birisi “Hatha yoga yap” dedi; bir Hatha yogisi oldu. Yoga hareketleri yaptı; ve de en sonuna kadar yaptı. Hiçbir şey kalmadı. Hatha yoga ile belki daha iyi bir bedene sahip olabilirsin ama mutlu olamazsın. Sadece daha iyi bir beden, daha sağlıklı bir beden, hiçbir fark yaratmaz. Sahip olacağın daha çok enerjiyle, mutsuz olmak için tüketebileceğin daha çok enerjiye sahip olacaksın ama mutsuz olacaksın. Onunla ne yapacaksın? Daha çok paran olduğunda onunla ne yapacaksın? Yapabileceğin şeyi yapacaksın ve şayet birazcık para seni mutsuz ediyorsa, daha çok para seni daha çok mutsuz yapacak. Bu çok basit bir toplama işlemi.

Buda tüm yogayı bıraktı. Başka hocalara gitti, hiç beden hareketi öğretmeyen ama mantralar, ilahiler, meditasyonlar öğreten Raja yogilerine gitti. Bunu da yaptı ama ondan da bir şey çıkmadı. O gerçekten arayıştaydı. Gerçekten arayıştaysan hiçbir şeyin faydası olmaz, o zaman bir çıkar yol yoktur.

Vasat insanlar yolda bir yerlerde durur; onlar gerçek arayan değildir. Gerçek bir arayan, arayışın ta sonuna kadar gidendir ve tüm arayışın saçmalık olduğunu fark eder. Arayışın kendisi de bir çeşit arzudur; Buda bunu bir gün gördü. Sarayını terk etmişti, dünyevi servetini terk etmişti; altı yıllık manevi arayıştan sonra, bir gün tüm arayışı bıraktı. Maddi arayış önceden bırakılmıştı, şimdi öteki dünyayı da bırakmıştı.

O, arzudan tamamıyla kurtulmuştu ... ve tam o anda gerçekleşti. Tam o anda kutsanma vardı. Tüm arzu sona erdi, tüm umut terk edildi, ansızın Gautam Siddartha Buda oldu. O her zaman oradaydı ama o başka bir yere bakıyordu. O oradaydı; içerdedir, dışarıdadır; o, evrenin nasıl yapıldığıdır. O saadettir, o hakikattir, o ilahîdir.
 

Ego : Gerçek Özgürlük

Arzusuz olmak nedir? O, bütünüyle arzusuz olmak mıdır? Arzu sahibi olmak ya da olmamak için bütünüyle özgür olmak mıdır?

Arzudan bütünüyle özgür olmak, seni bir ölü yapacaktır. Artık canlı olmayacaksın. Öğretilmiş olan şey budur: Arzusuz ol. Ama ne yapabilirsin? Arzuları yok etmeye devam edebilirsin; ne kadar çok arzu yok edilirse, hayat o kadar yoksullaşır. Şayet tüm arzular yok edilirse, o zaman sen intihar etmişsindir — manevi intihar.

Hayır. Hayatın enerjisidir o; arzu, hayattır. O zaman ben “arzudan özgürleş” dediğimde bunun anlamı nedir?

İkincisidir söylemek istediğim: Arzu sahibi olmak ya da olmamak için özgür olmak, bütünüyle özgür olmak.

Arzu bir takıntı olmamalıdır; budur anlamı. Muktedir olmalısın ... örneğin birisinin güzel evini görürsün, yeni yapılmıştır ve öyle bir eve sahip olmak için arzu duyarsın. Şimdi bu arzuya sahip olmak ya da olmamak konusunda özgür müsün? Eğer özgürsen arzusuz olduğunu söyleyeceğim. Eğer, “Özgür değilim. Bu arzu ısrar ediyor, onu bırakmak istesem bile bırakamam. Beni ele geçiriyor. Bu evin hayallerini kuruyorum, onu düşünüyorum. O yoldan geçmekten korkuyorum çünkü o ev bende kıskançlık yaratıyor, o ev beni rahatsız ediyor,” diyorsan. Eğer, “Bu arzuya sahip olma ya da olmama konusunda gücüm yok,” diyorsan, o zaman sağlıklı bir halde değilsin; arzular senin efendindir, sen bir kurbansın. Ve sen çok acı çekeceksin çünkü etrafta olup biten milyonlarca şey vardır ve şayet pek çok sayıda arzu seni ele geçiriyorsa sen dağılacaksın.

Bu böyle olur: Birisi başbakan olur, artık sen başbakan olmak istersin; birisi zenginleşir, şimdi sen zengin olmak istersin; birisi ünlü bir yazar haline gelir, şimdi sen ünlü bir yazar olmak istersin. Ve birisi başka bir şeydir ... ve birisi ise başka bir şeydir ... ve her tarafta milyonlarca insan milyonlarca şey yapıyor. Ve her kıyıdan ve köşeden arzular yükselir ve senin üzerine atlar ve seni ele geçirir. Ve senin evet ya da hayır demeye gücün yoktur; sen delireceksin.

Tüm insanlık böyle delirir. Tüm bu arzular seni pek çok yönde çekiştirir, sen parçalanmış- sındır; çünkü pek çok arzu, senin pek çok parçana sahip olur.

Ve bu arzular çelişkilidir de. O zaman sen sadece parçalı değilsindir; sen bir çatışmaya dönüşürsün. Bir parçan çok zengin olmak ister, diğer parçan bir şair olmak ister; artık zordur. Zengin olmak ve bir şair olmak çok zordur. Bir şair bu kadar kabalaşamaz. Onun için zengin olmak çok zor olacaktır.

Para şiir değildir; para kandır, para sömürüdür. Sıfatını hak eden bir şair sömüremez. Ve ismine layık bir şairin, bir güzellik vizyonu olacaktır. Sırf kendi para biriktirme arzusu için pek çok insanı yoksun bırakacak kadar kendisini çirkinleştirmez.

Şimdi, sen bir politikacı olmak istiyorsun ve aynı zamanda meditasyon yapmak istiyorsun, bir meditasyoncu da olmak istiyorsun. Bu mümkün değildir. Politikacılar dindar olamaz. Dindarmış gibi davranabilirler ama onlar dindar olamazlar. Nasıl bir politikacı dindar olabilir? Çünkü din hırssızlık demektir ve politika ise saf hırstan başka bir şey değildir.

Dindarlığın anlamı şudur: Ben olduğum gibi mutluyum.

Politikanın anlamı şudur: Ben sadece tepeye vardığımda mutlu olacağım; olduğum halimle mutlu değilim. Koşmak ve acele etmek zorundayım ve gerekirse de yok ederim. Eğer doğru şekilde olursa ne âlâ; değilse o zaman yanlış şekilde ama zirvede olmak zorundayım. Kendime kanıtlamak zorundayım.

Bir politikacı doğal olarak aşağılık kompleksinden muzdariptir. Dindar bir insanın herhangi bir kompleksi — aşağılık ya da üstünlük — yoktur.

Politikacılar dindarmış gibi yapar çünkü bu politikada işe yarar.

Dindar olmak demek, hırssız olmak demektir; başka bir yerde olmak, başka birisi olmak hırsına sahip olmamak; şimdi burada olmaktır.

Şimdi, şayet bu iki fikre — bir politikacı olmak ve aynı zamanda bir meditasyoncu olmak — birlikte sahipsen, kendini zor duruma sokacaksın; kendini delirteceksin. Eğer dürüstsen delireceksin; şayet dürüst değilsen, o zaman delirmeyeceksin: O zaman bir ikiyüzlü haline geleceksin. Politikacılarının olduğu şey de budur.

Dindeki herkesin politikacı olmadığını söylemiyorum: Yüz tanesinden doksan dokuzu politikacıdır. Onlar orada farklı türden bir politikanın içindedir: Dinî politikanın. Onların kendi hiyerarşisi vardır ve rahip, papa olmak ister: Bu yine politikadır. Yahut günahkâr, aziz olmak ister; yine bu politikadır, yine aşağılık kompleksidir; yine, ne zaman kutsal, dinî, azizce bir şey yapmaya başlarsan, etrafında şu ‘senden daha kutsal’ egosunu taşıyacaksın. O zaman gözlerinde diğerleri için bir kötüleme olacak; o zaman herkes cehennemliktir ve sadece sen kurtulacaksındır. O zaman sen diğerlerine acıyarak bakabilirsin: Bu insanlar cehenneme gidecek. Bu da yine politikadır.

Gerçekten dindar bir insan ego nedir bilmez. O, alçakgönüllü bile değildir — hatırla — o, o kadar egosuzdur ki alçakgönüllü dahi değildir. Alçakgönüllü olmak bile egonun bir gösterisidir; alçakgönüllü kimse de ayrıca alçakgönüllü olmaya çalışıyordur ve şunu kanıtlamaya çalışıyordur: “Ben alçakgönüllüyüm.” Yahut kalbinin derinliklerinde “ben dünyanın en alçak- gönüllü insanıyım” gibi fikirlere sahip olabilir. Yine bu egodur!

Pek çok arzu sana sahip olacaktır ve çoğu çelişkili olacaktır. Ve seni farklı yönlere çekecek- tir ve sen parçalara ayrılacaksın, bütünlüğünü yitireceksin, artık bir birey olmayacaksın.

“Arzusuz olmak nedir?” diye soruyorsun.

Şimdi bunlar iki şeydir: Sen arzusuzluğu bilirsin, o zaman hayatını bütünüyle kesintiye uğratırsın, o zaman her şeyi kesmek zorundasın. O zaman sen bir Jaina rahibine dönersin: Tamamıyla her şeyden, kendinden tatmin olmamış, sadece boş bir kabuk; yaratıcı değil, hiç kutlama yok, hiçbir çiçek asla açmaz. Yahut arzu dolu olmayı bilirsin: O zaman parçalara ayrılırsın. Her ikisi de çirkin hallerdir.

Yapılması gereken doğru şey, arzudan öylesine tamamen özgür olursun ki seçebilirsin, her zaman seçebilirsin: sahip olmayı ya da sahip olmamayı. O zaman gerçekten özgürsündür.

Ve sen o zaman hem yaratıcılığa, kutlamaya, arzuların coşkusuna ve hem sessizliğe ve huzura ve arzusuzluğun sükûnetine sahip olacaksın.
 

Sessizliği Dinlemek : İçsel Devrim

İnsanın evrim yolunda, gelecekte bir zamanda, tam aydınlanmaya ulaşması mümkün mü? İnsan bugün hangi noktada?

Doğal, otomatik evrim insanla sona erer. İnsan bilinçsiz evrimin son ürünüdür. İnsanla bilinçli evrim başlar.

Göz önüne alınması gereken pek çok nokta var. Bir kere, bilinçsiz evrim mekanik ve doğaldır, kendi kendine oluşur. Bu evrim sonucu, bilinç oluşur. Ama bilinç oluştuğu anda bilinçsiz evrim sona erer, çünkü amacına ulaşmıştır. Bilinçsiz evrime bilinç ortaya çıkıncaya kadar gereksinim vardır.

İnsan bilinçli hale geldi. Bir anlamda doğayı aştı. Artık doğa hiçbir şey yapamaz, doğal evrimle ulaşılması mümkün olan son ürün oluşmuştur. Şimdi insan gelişmeye ya da gelişmemeye karar vermekte özgür.

İkinci nokta ise, bilinçsiz evrimin toptan olmasıdır. Ama evrim bilinçli hale gelir gelmez bireyselleşir. Hiçbir toptan, otomatik evrim insandan daha ileri gidemez. Bilinç bireyselliği yaratır. Bilinç evriminden önce bireysellik yoktu, yalnızca türler vardı.

Evrim henüz bilinçsizken, otomatiktir. Hiçbir belirsizlik içermez. Her şey sebep sonuç ilişkisine göre olur; varoluş mekanik ve kesindir. Ama insan bilinçlendiğinde ortaya belirsizlik çıktı. Artık hiçbir şeyde kesinlik yok. Evrim olabilir de olmayabilir de. Potansiyel var ama seçim tümüyle her bireyin kendi elinde.

İşte bu yüzden anksiyete (endişe) insana has bir fenomendir. Bilinçli insandan önce anksiyete yoktur, çünkü seçim yoktur. Her şey olması gerektiği gibi olur. Seçim olmadığından seçen de yoktur, seçen olmadığı için de anksiyete yoktur. Ortada anksiyete duyacak kim var ki? Kim gerginlik hissedecek?

Seçim olanakları ortaya çıktığında, anksiyete bir gölge gibi takip eder. Artık her şeyin seçilmesi gerekir, her şey bilinçli bir çaba gerektirir. Sorumlu tek başına sizsiniz. Başaramazsanız, başaramazsınız. Başarırsanız, başarırsınız. Her şey sizin sorumluluğunuzdadır.

Ve her seçim bir anlamda nihaidir. Geri dönüşü yoktur, onu unutamazsınız; seçileni seçilmemiş hale getiremezsiniz. Seçiminiz kaderiniz olur. Sizinle kalır, bir parçanız olur; inkâr edemezsiniz. Ama seçmek her zaman bir kumardır. Her seçim karanlıkta yapılır, çünkü hiçbir şey kesin değildir. İnsan bu yüzden anksiyete çeker. İliklerine kadar anksiyete içindedir. Acıları “Olmak mı, olmamak mı?” ile başlar. Yapmak mı yapmamak mı? Bunu mu yapmalı, yoksa şunu mu?

“Seçmemek” mümkün değildir. Seçmediğinizde seçmemeyi seçiyorsunuz demektir ki, bu da bir seçimdir. Onun için seçmeye zorunlusunuz, seçmeme özgürlüğünüz yok. Seçmemek de herhangi başka bir seçim kadar etkilidir.

İnsandaki onur, vakar, güzellik ve görkem, bilinçli olmasından kaynaklanır. Ne var ki, bu bilinç aynı zamanda ağır bir yüktür. Bilinçle birlikte, insanın görkemi de yükü de ortaya çıkar. Attığı her adım bu ikisi arasındadır. İnsanla birlikte seçim ve bilinçli birey ortaya çıkar. Evrimi yaşayabilirsiniz ama evriminiz bireysel bir eylem olacaktır. Evrim geçirerek bir Buda olabilirsiniz ya da olamazsınız. Seçim sizindir.

Evrimin iki türü vardır: Toplu evrim ve bireysel, bilinçli evrim. “Evrim” denince akla önce toplu, bilinçsiz bir gelişim geliyor. Bu nedenle, bence insandan söz ederken “devrim” sözcüğünü kullanmak daha doğru. Devrim insanla mümkündür. Devrim sözcüğü, benim burada kullandığım anlamı ile, evrim yolunda bilinçli, bireysel bir çabayı tanımlar. Bireye, zirveye çıkma yükümlülüğü getirir. Kendi evriminizden yalnızca siz sorumlusunuz.

Normalde insan kendi evriminin sorumluluğundan ve seçim özgürlüğünden kaçmak ister. Özgürlükten çok korkar. Esir olduğunuzda yaşamınızın sorumluluğu asla sizin değildir; sorumlu bir başkasıdır. Yani bir anlamda esaret rahat bir durumdur; yükü yoktur. Bu bağlamda esaret özgürlüktür; bilinçli seçim yapmaktan özgür olmaktır.

Tamamen özgürleştiğiniz an kendi seçimlerinizi kendiniz yapmak zorundasınız. Kimse sizi bir şey yapmaya zorlamıyor. Tüm seçenekler size açık. İşte o zaman zihinsel çatışma başlar. Böylece özgürlükten korkmaya başlarsınız.

Faşizm gibi ideolojilerin çekiciliğinin bir nedeni de bireysel özgürlükten ve bireysel sorumlu- luktan bir kaçış yolu sağlamalarıdır. Sorumluluğun yükü bireyden alınmıştır; sorumlu, toplum olmuştur. Bir şey yolunda gitmediğinde her zaman devleti, düzeni suçlayabilirsiniz. İnsan toplumsal yapının bir parçası haline gelir. Ama faşizm, bireysel özgürlüğü reddetmekle insan evrimini de reddetmiş olur. Bu, evrimin sunduğu en büyük olasılığın, insanın tam değişimi fırsatının kaçırılmasıdır. Böyle olduğunda en yükseği başarma olasılığı yok edilir. Gerilersiniz, yeniden hayvanlar gibi olursunuz.

Bana göre daha fazla evrim ancak kişisel sorumluluk ile mümkündür. Yalnız siz sorumlu- sunuz! Bu sorumluluk aslında müthiş bir lütuftur. Bu bireysel sorumluluğun getirdiği çaba, sonunda insanı farkındalığa götürür.

Bilinçsiz evrimin eski kalıpları bizim açımızdan artık sona erdi. Ona geri dönebilirsiniz ama onun içinde kalamazsınız. İnsan bilinçlendi, bilinçli kalmak zorunda. Başka çaresi yok.

Aurobindo gibi filozoflar insanlara harika kaçış yolları sunuyor. Toplu evrimin hala mümkün olduğunu söylüyorlar. İlahî olan gelecek ve herkes aydınlanacak. Ama bana göre bu mümkün değil. Mümkün gibi görünse bile, değmez. Bireysel çabanız olmadan aydınlandığınızda, o aydınlanmanın değeri yoktur. Çabalarınızı taçlandıran vecdi size veremez. Olağan görünecektir, tıpkı gözleriniz, elleriniz ve solunum sisteminiz gibi. Bunlar da büyük lütuflardır ama kimse onların değerini takdir etmez.

Günün birinde siz de böyle bir aydınlanma ile yeniden doğabilirsiniz, tıpkı Aurobindo’nun vaat ettiği gibi, ne var ki, bu hiçbir değer taşımayacaktır. Pek çok şey kazanmış olacaksınız ama onları çabasız elde etmiş olacağınızdan, sizin için bir anlam ifade etmeyecekler. Önemini göremeyeceksiniz. Bilinçli çaba şarttır. Başarı, yolunda gösterilen çaba kadar önemli değildir. Onu anlamlı ve önemli kılan o çabalardır.

Benim görüşüme göre ilahî bir lütuf olarak toplu ve bilinçsiz aydınlanma, yalnızca imkânsız değil, aynı zamanda anlamsızdır da. Aydınlanma için uğraş vermelisiniz. Elde edeceğiniz mutluluğu görme, hissetme ve elinizde tutma kapasitesini harcadığınız çabalarla yaratırsınız.

Bilinçsiz evrim insanla noktalanır ve bilinçli evrim (devrim) başlar. Bilinçli evrim belirli bir insanla başlamaz. Yalnızca onu başlatmayı seçtiğinizde başlar. Ama çoğu insan gibi başlatmayı seçmezseniz çok gergin bir durumda kalırsınız. Günümüzde insanlığın durumu şöyle: Gidilecek hiçbir yer yok, başarılacak hiçbir şey yok. Artık bilinçli bir çaba olmadan hiçbir şey başarılamaz. Bilinçsizlik düzeyine geri dönemezsiniz. O kapı kapandı. O köprü yıkıldı.

Evrimi bilinçli bir biçimde seçmek büyük bir maceradır. İnsanın yaşayabileceği yegâne maceradır. Ona giden yol tehlikelerle doludur; öyle de olması gerekir. Hatalar yapılacaktır, başarısızlıklar olacaktır çünkü kesin olan hiçbir şey yoktur. Bu durum zihinde gerginlik yaratır. Nerede olduğunuzu, nereye doğru gitmekte olduğunuzu bilemezsiniz. Kimliğiniz kaybolmuştur.

Bu durum öyle bir noktaya gelebilir ki, intihar eğilimi duyarsınız. İntihar insana has bir fenomendir; insanın seçim sahibi olması ile ortaya çıkmıştır. Hayvanlar intihar etmezler çünkü ölümü bilinçli olarak seçmek onlar için imkânsızdır. Doğum bilinçsizdir, ölüm de bilinçsizdir. Ama insana gelince ― cahil insana, evrim sürecinin içinde olmayan insana ― bir şey mümkün hale gelir; ölümü seçebilme yetisi.

Doğumunuz sizin seçiminiz değildir. Doğumunuz bilinçsiz evrimin elindedir. Aslında doğumunuz bir insan eylemi bile değildir. Doğasında hayvansaldır çünkü sizin seçiminiz değildir. İnsanlık ancak seçebilmekle başlar. Ama ölümünüzü seçebilirsiniz. Bu, karar verilebilir bir eylemdir. Bu yüzden intihar kesinlikle insana has bir özelliktir.

Ve bilinçli evrimi seçmezseniz intiharı seçmeniz için her türlü olasılık mevcut olur. Doğrudan intihar etmeye cesaret edemeyebilirsiniz ama yavaş, uzatılmış bir intihar sürecinden geçersiniz; ölümü beklerken oyalandığınız bir süreç.

Kendi evriminizden hiç kimseyi sorumlu tutamazsınız. Bunu kabullenmek sizi güçlendirir. Büyüme ve evrim yoluna girersiniz.

Yaşamımızın, kendi evrimimizin sorumluluğundan kaçmak için tanrılar yaratırız, gurulara sığınırız. Sorumluluğu üstümüzden atmak isteriz. Bir tanrı ya da bir guruyu kabul edemiyorsak, o zaman alkol ya da uyuşturucularla, bizi bilinçsiz yapacak herhangi bir şeyle sorumluluktan kaçmaya çalışırız. Ama bu kaçış çabaları gülünç ve çocukçadır. Sorunu yalnızca erteler, çözüm getirmez. Ölene dek erteleyebilirsiniz ama sorun yine olduğu yerde durur. Yeni doğumunu da aynı yoldan devam eder.

Yalnız kendinizin sorumlu olduğunuzun bir kez farkına vardıktan sonra artık hiçbir bilinçsizlik aracılığıyla kaçış yoktur. Kaçmaya çalışırsanız aptallık edersiniz, çünkü sorumluluk evrim için büyük bir fırsattır. Bu çabalarla bir şey yaratılabilir, yeni bir şey oluşabilir.

Farkında olmak, her şeyin size bağlı olduğunu bilmektir. Tanrınız bile size bağlıdır çünkü o sizin hayalinizde yaratılmıştır. Her şey sonuçta size bağlıdır ve tek sorumlu sizsiniz. Bahane- lerinizi duyacak kimse de yoktur, başvurabileceğiniz bir mahkeme de. Bütün sorumluluk sizin omuzlarınızdadır.

Ve yalnızsınız, son derece kesin bir biçimde yalnızsınız. Bunu çok iyi kavramalısınız. Bir kişi bilinçlendiği anda yalnız olur. Bilinciniz ve farkındalığınız ne kadar artarsa o kadar yalnız- sınız. Bu gerçekten, toplum, eş, dost, tanıdıklar, ilişkiler ve kalabalıklar yoluyla kaçamaz- sınız. Ondan kaçmayın! O müthiş bir fenomendir; tüm bilinçli evrimin amacı buydu. Bilinç artık öyle bir noktaya geldi ki, artık siz yalnız olduğunuzu biliyorsunuz. Ve aydınlanmaya ancak yalnızlık içinde ulaşabilirsiniz.

Yalnızlık duygusunu kastetmiyorum. Yalnızlık duygusu yalnızlıktan kaçarken duyduğumuz, yalnız olmayı kabullenmeye hazır olmadığımız zaman hissettiğimiz bir duygudur. Yalnızlığı kabullenemezseniz kendinizi yalnız hissedersiniz. O zaman kalabalığın içine girersiniz ya da kendinizi unutmak için bir yolla kendinizi uyuşturursunuz. Yalnızlık kendi unutma sihrini yaratır.

Eğer tümüyle yalnız olabilirseniz, sadece bir an bile yalnız olabilirseniz, ego ölür, “ben” ölür. Patlarsınız ve yok olursunuz. Ego yalnız kalamaz, yalnızca başkaları ile ilişkisi aracılığıyla var olabilir. Yalnız olduğunuzda ise bir mucize gerçekleşir. Ego zayıflar. Artık varlığını daha fazla sürdüremez. Yani yalnız olabilme yürekliliğini gösterdiğinizde, yavaş yavaş egosuz hale gelirsiniz.

Yalnız olmak çok bilinçli ve bilerek yapılan bir harekettir. İntihardan bile daha bilerek yapılır; çünkü ego yalnızlıkta var olamaz ama intiharda olabilir. Bencil insanlarda intihar eğilimi daha fazladır. İntihar daima başka insanlarla ilintilidir. Asla bir yalnızlık hareketi değildir. İntihar, egoya zarar vermez. Aksine ego daha da vurgulanır. Daha güçlü olarak yeniden doğacaktır.

Yalnızlıkta ise ego parçalanır. İlişki kuracağı hiçbir şey bulamaz, bu yüzden yaşayamaz. Dolayısıyla yalnız olmaya, mutlak yalnızlığa hazırsanız ― kaçmadan ve gerilemeden, sadece yalnızlığı olduğu gibi kabul ederek ― bu sizin için büyük bir fırsat olur. O zaman içinde büyük bir potansiyel taşıyan bir tohum olursunuz. Ama tohumun büyüyüp bir bitki olmak için kendini yok etmesi gerektiğini unutmayın. Ego bir tohumdur, bir potansiyeldir. O parçalandığında ilahî olan doğar. İlahî olan “ben” değildir, “Tanrı” da değildir; tekliktir, olandır. Yalnız olmakla o tekliğe ulaşırsınız.

Bu tekliğin, “bir oluş”un yerine sahtelerini koyabilirsiniz. Hindular ‘bir’ olur, Hıristiyanlar ‘bir’ olur, Müslümanlar ‘bir’ olur; Hindistan birdir, Çin birdir. Bunlar yalnızca tekliğin, gerçek “bir oluş”un yerine geçen şeylerdir. Teklik ancak yalnız olmakla olur.

Bir kalabalık kendine tek diyebilir ama teklik daima bir şeyin zıddı olmalıdır. Kalabalık sizinle birlikte olduğu için kendinizi rahat hissedersiniz. Artık sorumluluk sizde değildir. Tek başınıza camiyi yakmazsınız, tapınağı yıkmazsınız ama kalabalığın bir parçası olarak bunu yapabilir- siniz çünkü bundan bireysel olarak siz sorumlu olmayacaksınız. Sorumlu herkestir, bu yüzden kimse sorumlu değildir. Burada bireysel bilinç mevcut değildir, yalnız grup bilinci vardır. Kalabalığın içinde geriler ve hayvanlaşırsınız.

Kalabalık teklik duygusunun sahtesidir. Tek olan, durumunun, bir insan olarak sorumlulu- ğunun, insan olmanın getirdiği zor görevlerin farkındadır ve bunların yerine sahtelerini seçmez. Gerçeklerle oldukları gibi yaşar, hayaller yaratmaz. Dininiz ve politik ideolojileriniz yalnızca hayallerden ibarettir ve yarattıkları tek olma duygusu hayalîdir.

Teklik ancak egosuzlukla gerçekleşir. Ego ise yalnızca, siz tamamen yalnız olduğunuzda ölür. Tümüyle yalnız olduğunuzda aslında yalnız değilsinizdir. O an patlama anıdır. Sonsuz- luğa doğru patlarsınız. İşte bu, yalnızca bu evrimdir. Ben buna devrim diyorum çünkü bilinçsiz değildir. Egolu ya da egosuz olabilirsiniz; seçim sizindir.

Yalnız olmak yegâne gerçek devrimdir. Çok büyük cesaret gerektirir. Bir Buda yalnızdır, bir İsa ya da Mahavir de yalnızdır. Bu, ailelerini, dünyayı terk ettikleri anlamına gelmez. Öyle görünür ama öyle değildir. Bir şeyleri olumsuz anlamda terk etmediler. Yaptıkları eylem çok olumluydu; yalnızlığa yönelmekti. Terk etmiyorlardı. Mutlak yalnızlığı arıyorlardı.

Bütün arayışlar insanın yalnız olduğu, o patlama anı içindir. Yalnızlıkta mutlak mutluluk vardır. Ancak o zaman aydınlanma başarılabilir.

Yalnız olamıyoruz, başkaları da yalnız olamıyor. Bu yüzden grupları, aileleri, toplumları ve ulusları yaratırız. Bütün uluslar, bütün aileler ve bütün gruplar kalabalıklardan, yalnız olacak kadar cesaret sahibi olamayanlardan oluşur. Gerçek cesaret, yalnız olma cesaretidir. Yalnız olduğunuzun ve başka türlü olamayacağınızın bilinçli olarak farkında olmaktır. İster kendinizi aldatırsınız, ister bu gerçekle yaşarsınız. Kendinizi aldatmayı yaşamlar boyu sürdürebilirsiniz ama yalnızca kısır bir döngünün içinde yolculuk etmiş olursunuz. Ancak yalnız olduğunuz gerçeğini kabul ettiğinizde bu döngü kırılır ve siz merkeze yerleşirsiniz. Bu ilahî olanın, bütünlüğün, kutsal olanın merkezidir.

Her insanın bu durumu hak etmiş olarak doğacağı bir çağı düşünemiyorum. Bu mümkün değil. Bilinçlilik bireyseldir. Yalnız bilinçsizlik toptandır. İnsanlar birey olduklarında bilinçli duruma geldiler. Bu anlamda insanlık yoktur, yalnız bireyler halinde insanlar vardır. Her insan kendi bireyselliğini anlamalı ve bunun sorumluluğunu üstlenmelidir.

Yalnızlığı kabul etmek için ilk yapmamız gereken şey, onunla yaşamayı öğrenmektir. Hayaller yaratmamalıyız, yoksa gerçeği asla bilemeyiz. Hayaller, yaratılmış, yansıtılmış, geliştirilmiş gerçeklerdir ve asıl gerçeği görmenizi engeller. Yalnız olduğunuz gerçeği (bilgisi) ile yaşayın. O zaman bu bilgi ile aranızda hiçbir hayal olmaz ve gerçek size açıklanır. Bilinen her şeyin derinliklerine baktığınızda gerçeği bulursunuz.

Bu nedenle sorumluluğunuzu, yalnız olduğunuzu bilerek yaşayın. Bu gerçekle yaşayabilir- seniz patlama gerçekleşir. Zor bir yoldur ama yegâne yol odur. Zorlukları aşarak, bu gerçeği kabul ederek patlama noktasına ulaşırsınız. Mutlak mutluluk ancak o zaman gelir. Hazır biçimde elinize verilirse, onu siz kazanmadığınız için değerini yitirir. Mutlak mutluluğu hissetme kapasiteniz olmaz. Bu kapasite ise disiplinle oluşur.

Kendi sorumluluğunuzu tümüyle üstlendiğinizde disiplinli olmaktan başka seçeneğiniz yoktur. Bu disiplin sizin dışınızdan gelen zorlayıcı bir şey değildir. İçeriden gelir. Taşıdığınız tüm sorumluluk nedeni ile her adımınızı disiplin içinde atarsınız. Artık sorumsuzca tek bir sözcük bile edemezsiniz.

Yalnız olduğunuzun farkındaysanız, başkalarının acısını da fark edersiniz. O zaman tek bir sorumsuz eylem yapamazsınız çünkü sadece kendi adınıza değil, başkaları adına da sorumluluk duyarsanız. Yalnız olduğunuz gerçeği ile yaşayabiliyorsanız, herkesin yalnız olduğunu da bilirsiniz. Bu durumda oğul babasının yalnız olduğunu bilir, kadın kocasının yalnız olduğunu, koca da karısının yalnız olduğunu. Bunu bir kere kavradıktan sonra şefkatli, sevecen olmamak mümkün değildir.

Gerçeklerle yaşamak yegâne yogadır, yegâne öğretidir. İnsanın durumunu tamamen kavradığınızda kendinizin efendisi olursunuz. Bu, dünya nimetlerinden, zevklerinden elini eteğini çekmek anlamında nefsinize hâkim olmak değildir. Zorlama yoktur, çirkin değildir. Olması gerekenin yalnız bu olduğunu hissedersiniz, başka türlü davranmanız mümkün değildir. O zaman nesneleri reddedersiniz, sahiplenmez olursunuz.

Sahip olma dürtüsü yalnız olamama dürtüsüdür. Yalnız olamayan, yanında bir şeyler ister. Ama başka insanların eşliğine güvenilmez. O zaman eşyanın eşliği istenir. Bir eşle yaşamak zordur; bir araba ile yaşamak o kadar zor değildir. Böylece sahiplenme duygusu nesnelere yönelir.

İnsanları objelere dönüştürmeye bile çalışabilirsiniz. Onları, kişiliklerini, bireyselliklerini kaybedecekleri kalıplara sokmaya uğraşırsınız. Bir eş bir objedir, bir kişi değil.

Kendi yalnızlığınızın farkına vardığınızda başkalarının da yalnızlığını fark edersiniz. O zaman başka bir insana sahip olmaya çalışmanın, onun varlığına tecavüz demek olduğunu kavrarsınız. Ama sahiplenmeyi asla somut biçimde reddetmezsiniz, bunu her şeyi terk ederek yapamazsınız çünkü reddetmek yalnızlığınızın olumsuz gölgesidir. Yalnızlık size sahiplenmeyi öğretir. İşte o zaman bir karı ya da koca değil, bir sevgili olursunuz.

Sahiplenmeme, şefkati ve kendine hâkimiyeti getirir; masumlaşırsınız. Hayatın gerçeklerini inkâr ettiğinizde masum olamazsınız; yalnızca kurnazlaşırsınız. Hem kendinizi hem de başkalarını aldatırsınız. Masumiyet geliştirilmiş bir şey değildir. Siz masumiyetin kendisisiniz.

Bence, tüm başarılması gereken masum olmaktır. Masum olun, o zaman ilahî olan size daima mutlulukla akacaktır. Masumiyet, alabilme kapasitesidir, ilahî olanın bir parçası olmaktır. Masum olun, misafiriniz gelecektir. Ev sahibi olun!

Masumiyet oluşturulamaz çünkü bir şeyi oluşturma, gereksinimden doğar; hesaplıdır. Ama masumiyet asla hesaplanamaz, bu imkânsızdır.

Masum olmak gerçek farkındalığın zirvesine ulaşmaktır. Ama gerçek masumiyetin yolu bilinçli devrimden geçer; asla toplu bilinçsiz evrimle başarılamaz. İnsan yalnızdır; hayat adını verdiğimiz süreçte cenneti ya da cehennemi, yaşamı ya da ölümü, coşkuyu ya da eziyeti seçmekte özgürdür.

Sartre bir yerde şöyle yazmış: “İnsan özgür olmaya mahkûmdur.” İster cehennemi seçersiniz, ister cenneti. Özgürlük iki şeyden birini seçebilmek demektir. Yalnız cenneti seçebilme olanağınız varsa bu bir seçim olmaz. Cehennem seçeneği olmadan cenneti seçmek cehennemin ta kendisidir. Seçim ya o ya bu demektir. Yalnızca iyi olanı seçmekte özgür olduğunuz anlamına gelmez. Öyle olduğunda özgürlük yok demektir.

Yanlış bir seçim yaptığınızda özgürlük lanete dönüşür; doğru seçim yaptığınızda mutluluk olur. Özgürlüğünüzü lanete ya da mutluluğa dönüştürmek ise sizin elinizdedir. Seçim sorum- luluğu tümüyle sizindir.

Eğer hazırsanız, içinizin derinliklerinde yeni bir boyut açılabilir: Devrim boyutu. Evrim sona erdi. Şimdi onun ötesindekine sizi açmak için bir devrime gereksinim var. Bu, bireysel bir devrimdir. İçsel bir devrimdir.
 

Zekâ : Kendi Varlığına Güvenmek — Zekânın Işıltısı

Zeki bir insan bedeli ne olursa olsun sadece kendisi olmaya çalışacaktır. Zeki bir insan asla kopyalamayacaktır, asla taklit etmeyecektir. Asla tekrar etmeyecektir.

Zeki bir kişi sırf kendi içsel çağrısını dinleyecektir. Risk ne olursa olsun kendi varlığını dinleyecek ve onun gerektirdiği gibi hareket edecektir.

Risk vardır! Başkalarını taklit ettiğinde daha az risk vardır. Kimseyi kopyalamadığında yalnız kalırsın; risk vardır! Ancak, hayat sadece tehlike ile yaşayanların başına gelir. Hayat yalnızca maceracı, cesur, neredeyse çılgın olanların başına gelir; hayat sadece onların başına gelir. Hayat kayıtsız insanların başına gelmez.

Zekâ kendi varlığına güvenmek demektir. Zekâ maceradır, heyecandır, coşkudur. Zekâ şu anı yaşamaktır, geleceğin peşinden koşmak değildir. Zekâ geçmişi düşünmek değildir, geleceği umursamak değildir; artık geçmiş yoktur, gelecekse henüz gelmemiştir. Zekâ mevcut olan şimdiki anı en üst seviyede kullanmaktır. Gelecek onun içinden çıkacaktır. Şayet şu an zevkle ve coşku ile yaşanmışsa, gelecek olan an da onun içerisinden çıkacaktır. Doğal olarak daha fazla coşku getirecek ama onun için endişelenmeye hiç gerek yok. Şayet benim bu günüm altından ise yarınım daha da altın olacak. O nereden gelecektir? O bugünden yeşerecektir.

Şayet bu hayat bir kutsama olmuşsa, gelecek hayatım daha da yüksek bir kutsama olacaktır. O nereden gelecektir? O benim içimden, benim yaşanmış deneyimlerimden yeşerecektir. O halde zeki bir insan cehennem ve geçmişle ilgilenmez, ölümden sonraki yaşamla ilgilenmez, hatta Tanrı ile de ilgilenmez, ruh ile ilgilenmez. Zeki bir insan basitçe zeki bir şekilde yaşar ve Tanrı ve ruh ve cennet ve Nirvana, hepsi doğal olarak meydana gelir.

Sen inançlarınla yaşıyorsun; inanç aptallıktır. Bilerek yaşa; bilmek zekâdır. Ve zekâ ise meditasyondur.

Aptal insanlar da meditasyon yapar ancak, onlar kesinlikle aptalca bir şekilde meditasyon yapar. Onlar her Pazar bir saatliğine kiliseye gitmeleri gerektiğini düşünürler; bu bir saatin dine adanması gerekir. Bu, din ile akıllıca olmayan bir şekilde ilişki kurmaktır. Kilisenin bununla ne alakası var? Senin gerçek hayatın bu altı günün içerisinde. Pazar günü senin gerçek günün değil. Altı gün boyunca dindar olmayan bir şekilde yaşayacaksın ve sonra da kiliseye sadece bir iki saatliğine mi gideceksin? Sen kimi kandırmaya çalışıyorsun? Tanrı’yı senin inançlı biri olduğuna inandırmaya çalışmak...

Yahut biraz daha çok çalışkansan, o zaman her gün sabahları yirmi dakika, akşamları yirmi dakika transandantal meditasyon yaparsın. Gözler kapalı oturur ve bir mantrayı aptal bir şekilde — Om, Om, Om diye — tekrar edersin. Hatta bu, zihni daha çok donuklaştırır. Bir mantrayı mekanik bir şekilde tekrar etmek senin zekânı azaltacaktır. O sana zekâ vermez, o ninni gibidir.

Yüzlerce asırdır anneler bunu bilir. Ne zaman bir çocuk huzursuzsa ve uyumak istemezse anne gelir ve bir ninni söyler. Çocuk sıkılır ve çocuk kaçamaz. Nereye gidebilir ki? Anne onu yatakta tutuyor. Tek kaçış uykudadır. O nedenle uykuya dalar; basitçe teslim olur. Der ki, “Şimdi uyanık olmak çok aptalca çünkü annem çok sıkıcı bir şey yapıyor, tek bir satırı tekrar edip duruyor.”

Çocuklar uykuya dalmadığında annelerin ve büyükannelerin çocuklara anlattığı öyküler vardır. Bu öykülere bakacak olursan sürekli tekrar eden belirli bir kalıp olduğunu göreceksin. Daha geçen gün, tam o an canı uyumak istemediği için uyumayan küçük bir çocuğa büyükannesi tarafından anlatılmış bir öyküyü okuyordum. Onun zekâsı mükemmelen uyanık olduğunu söylüyor ama büyükanne onu zorluyor. Kadının yapacak işleri var; çocuk önemli değil.

Çocukların kafası çok karışıktır, her şey çok saçma görünür. Onlar sabah uyumak istediklerinde herkes onları uyandırmaya çalışır. Onlar uyumak istemediğinde ise herkes onları uyumaya zorlar. Kafaları çok karışır. Bu insanların nesi var? Uyku geldiğinde iyidir; zekâ budur. Gelmiyorsa uyanık kalmak son derece iyidir.

Şimdi bu büyükanne bir hikâye anlatıyor. Başlangıçta çocuk ilgili halde kalır ama yavaş yavaş... Hangi zeki çocuk olursa olsun sıkılacaktır, yalnızca aptal çocuk sıkılmayacaktır.

Öykü şudur:

Bir adam uyuyakalır ve rüyasında çok büyük bir sarayın önünde durduğunu görür. Ve bu sarayda bin bir tane oda vardır. O bir odadan diğerine gider — bin tane oda — sonra en son odaya ulaşır. Ve orada güzel bir yatak vardır, yatağın üzerine düşüverir, uykuya dalar ve rüyasında ... bin bir tane odası olan büyük bir sarayın kapısında durduğunu görür. O zaman adam bin tane odanın içine girer, en sonunda bin birinci odaya ulaşır. Yine orada güzel bir yatak vardır ve adam uykuya dalar ... ve bir sarayın önünde durduğunu, rüyasında görür... Bu böyle sürer gider!

Şimdi bir çocuk ne kadar süre uyanık kalabilir? Sırf sıkıntıdan, çocuk uykuya dalar. O der ki, “Artık bitsin!”

Bir mantra da aynı şeyi yapar. “Ram, Ram... Om, Om... Allah, Allah...” Ya da herhangi başka bir şeyi tekrarlarsın. Tekrar eder durursun, tekrar eder durursun. Artık iki iş yapıyorsun, hem büyükannenin hem de çocuğun işini. Senin zekân çocuğunki gibi ve senin mantrayı öğrenmen ise büyükanneninki gibi. Çocuk seni durdurmaya çalışır, başka şeylerle ilgilenmeye başlar; güzel şeyleri, güzel kadınları, güzel manzaraları düşünür. Ama sen onu suçüstü yakalarsın ve tekrar “Om, Om, Om”a geri getirirsin. Yavaşça ve yavaşça içindeki çocuk mücadele etmenin anlamsız olduğunu hissetmeye başlar; içindeki çocuk uykuya dalar.

Evet, mantra sana belirli bir uyku verir; o, kendi kendine hipnoz yaptığın bir uykudur. Şayet uyku senin için zor ise bunda yanlış bir şey yoktur. Şayet uykusuzluk çekiyorsan bu iyidir. Ancak, bunun maneviyatla hiçbir alakası yoktur; bu, son derece zeki olmayan bir meditasyon yöntemidir.

O halde zekice meditasyon yapma yöntemi nedir? Zekice olan yöntem, yaptığın her şeye zekâ katmaktır. Yürüyorsun, zekice, farkındalıkla yürü. Bir şey yiyorsun, zekice, farkındalıkla ye. Hiç zeki bir şekilde yediğini hatırlıyor musun? Hiç yediğin şey hakkında düşündün mü? Besleyici mi? Onun besin değeri var mı, yoksa kendini hiç beslemeden dolduruyor musun?

Hiç yaptığın şeyleri izledin mi? Sürekli sigara içiyorsun. O zaman zekâya ihtiyaç vardır; ne yapıyorsun? Sadece dumanı içine çekiyor ve dışarı atıyorsun ve aynı zamanda ciğerlerini mahvediyorsun. Ve gerçekten ne yapıyorsun? Paranı boşa harcıyorsun, sağlığını boşa harcıyorsun. Sigara içerken, yemek yerken zekâ kat. Erkeğinle ya da kadınınla sevişmeye gittiğinde zekâ götür. Ne yapıyorsun? Gerçekten hiç sevgin var mı? Bazen sadece alışkanlıktan sevişirsin. O zaman o çirkindir, ahlaksızcadır. Sevgi son derece bilinçli olmak zorundadır, ancak o zaman o bir duaya dönüşür.

Kadınınla sevişiyorken tam olarak ne yapıyorsun? Kadının bedenini, senin için çok fazla hale gelen enerjiyi dışarı atmak için mi kullanıyorsun? Yoksa kadına saygı gösteriyor, seviyor musun, bu kadına hürmet ediyor musun?

Ben bunu görmüyorum. Kocalar karılarına saygı duymuyor, onları kullanıyorlar. Kadınlar kocalarını kullanıyor, onlara saygı duymuyorlar. Eğer hürmet sevginin içinden yeşermiyorsa, o zaman bir yerlerde zekâ eksik demektir. Böyle olmadığında diğerine çok derinden şükran duyacaksın ve sevişmen çok muhteşem bir meditasyona dönüşecek.

Her ne yapıyorsan onun içine zekânın niteliklerini kat. Zeki bir şekilde yap; meditasyon budur. Zekâ hayatının her yerine yayılmak zorunda. Bu, Pazar gününe ait bir şey değil ve onu yirmi dakikalığına yapıp sonra da unutamazsın. Zekâ tıpkı nefes alıp vermek gibi olmalı. Her ne yapıyorsan — küçük, büyük, yerleri temizlemek, her ne ise — zeki bir şekilde ya da aptalca yapılabilir. Ve biliyorsun ki onu zeki bir şekilde yapmadığında hiç keyif yoktur; bir görev yerine getiriyorsun, bir şekilde onun ağırlığını taşıyorsun.

Bir gün bir kilise okulunun dokuzuncu sınıfı, kızlar sınıfında tüm sınıf Hıristiyan sevgisini ve bunun, onlar için hayatlarında ne anlama geldiğini işliyorlardı. En sonunda Hıristiyan sevgisinin, “hoşlanmadığın birisi için sevilecek şeyler yapmak” anlamına geldiğinde karar kıldılar. Çocuklar son derece zekidir. Onların vardığı sonuç mükemmel bir şekilde doğrudur. Sonuçta Hıristiyan sevgisinin, “hoşlanmadığın birisi için sevilecek şeyler yapmak” anlamına geldiğine karar verdiler.

Öğretmen hafta boyunca bu kavramı test etmelerinin iyi olabileceğini öğütledi. Sonraki hafta geri döndüklerinde öğretmen neler olduğunu anlatmalarını istedi. Bir kız elini kaldırıp “Ben bir şey yaptım,” dedi.

Öğretmen, “Harika! Ne yaptın?” diye sordu.

“Hımm,” dedi kız, “matematik dersimde şu iğrenç kız var ...”

“İğrenç...?”

“Evet biliyorsunuz ... iğrenç. Onun üç tane başı var ve onun tüm parmakları başparmak ve onun üç tane sol ayağı var ve ne zaman okulun koridorlarına inse herkes, ‘yine şu iğrenç kız geldi’ der. Onun hiç arkadaşı yok ve kimse onu partiye davet etmiyor ve biliyorsunuz işte, o iğrenç.”

Öğretmen, “Galiba ne demek istediğini biliyorum. Peki, sen ne yaptın?”

“Hmm, bu iğrenç kız benim matematik dersimdeydi ve çok zorda kalmış gibiydi. Ben matematikte oldukça iyiyim, o yüzden de ona ödevinde yardım etmeyi önerdim.”

“Harika,” dedi öğretmen, “e, sonra ne oldu?”

“Şey, ona yardım ettim ve çok eğlenceli idi ve o bana nasıl teşekkür edeceğini bilemedi ama şimdi de ondan kurtulamıyorum!”

Eğer bir şeyi sırf görev için yapıyorsan — sevmiyorsan ve sadece görev olarak yapıyorsan — er ya da geç yakalanacaksın ve ondan kurtulmakta zorluk çekeceksin. Sadece yirmi dört saat boyunca bir gününü izle, sana zevk vermeyen, seni geliştirmeyen kaç tane şey yapıyorsun, aslında onlardan kurtulmak istiyorsun. Eğer hayatında gerçekten kurtulmak istediğin çok fazla şey yapıyorsan aptalca yaşıyorsun demektir.

Zeki bir insan hayatını doğallığın, sevginin, coşkunun şiirselliğine sahip olacak şekilde düzenler. Bu senin hayatın ve eğer kendine karşı yeterince nazik değilsen sana kim nazik davranacak? Şayet hayatını mahvediyorsan bundan kimse sorumlu değildir.

Ben sana kendine karşı sorumlu olmayı öğretiyorum; bu senin en öncelikli sorumluluğundur. Her şey ondan sonra gelir. Sen kendi dünyanın, kendi varoluşunun tam merkezisin. O yüzden zeki ol. Zekânın niteliklerini taşı. Ve sen zeki hale geldikçe hayatına daha çok zekâ taşıma kapasiten de yükselecek. Her bir an zekâ ile o kadar ışık saçabilir ki... Hiçbir dine ihtiyaç yok, meditasyona ihtiyaç yok, kiliseye gitmeye ihtiyaç yok, tapınağa gitmeye ihtiyaç yok, fazladan hiçbir şeye ihtiyaç yok. Hayat doğası gereği zekidir. Sadece bütün olarak, uyum içerisinde, farkındalıkla yaşa ve diğer her şey güzel bir şekilde onu takip eder. Kutlama halindeki bir hayat zekânın ışıltısının peşinden gider.
 

Mini Kitaplar : Başkaldırmak — Yaşamsal Bir Nitelik

Başkaldıran bir insan, geçmiş tarafından koşullandırılmış bir robot gibi yaşamaz.

Din, toplum, kültür ... düne ait olan hiçbir şey onun yaşam tarzına, onun yaşam biçimine herhangi bir şekilde karışmaz.

Bireysel olarak yaşar; bir çarkın dişlisi olarak değil, organik bir bütünlük olarak. Yaşamı bir başkası tarafından değil, kendi aklı tarafından yönlendirilir. Yaşamının özündeki güzel koku, özgürlüğün kokusudur; sadece özgürlük içinde yaşamakla kalmaz, geri kalan herkesin de özgürlük içinde yaşamasına izin verir. Kimseye, onun hayatına karışmasına izin vermez; o da kimsenin hayatına karışmaz. Onun için özgürlük nihai değerdir ve yaşam o kadar kutsaldır ki onun için her şeyi, sorumluluğu, statüyü, hatta yaşamın kendisini bile kurban edebilir.

Tanrı, geçmişteki sözde inançlı insanlar için neyse, özgürlük de onun için öyledir. Özgürlük onun tanrısıdır.

İnsanoğlu asırlarca koyun gibi, bir kalabalığın parçası olarak, onun geleneklerine, kurallarına uyarak, eski kutsal yazıları ve eski disiplinleri takip ederek yaşadı. Ama bu şekilde bir yaşam tarzı bireylik karşıtı idi; eğer sen bir Hıristiyan isen birey olamazsın, eğer sen bir Hindu isen birey olamazsın.

Başkaldıran insan, tamamen kendi ışığına göre yaşayan ve özgürlüğe verdiği esas değer için gerideki her şeyi riske eden kişidir.

Başkaldıran insan, çağdaş insandır. Kalabalıklar çağdaş değildir.

Hindular beş ya da on bin yıllık kutsal yazıtlara inanırlar. Bu, diğer dinlerde de böyle; ölüler yaşayanlara hükmediyor.

Başkaldıran, ölülere isyan eder, yaşamını kendi ellerine alır. Yalnız olmaktan korkmaz; tam tersine, yalnızlığını en kıymetli hazinelerden biri olarak düşünür ve ondan zevk alır. Kalabalık sana, ruhun pahasına güvence ve güvenlik duygusu verir. O seni esir eder. Sana, nasıl yaşayacağına, ne yapacağına, ne yapmayacağına dair kurallar koyar.

Dünyanın her yerinde, her dinde on emir benzeri bir şey vardır ve bunlar geleceğin nasıl olacağını, gelecekte insan bilincinin nasıl olacağını bilmeyen kişiler tarafından verilmiştir. Bu tıpkı küçük bir çocuğun, gençliğin ne demek olduğunu, yaşlılığın ne demek olduğunu, ölümün ne demek olduğunu bilmeden, senin tüm yaşam öykünü yazmasına benzer.

Tüm dinler ilkeldir, hamdır ve onlar yaşamını şekillendirir. Doğal olarak tüm dünya sefaletle doludur. Senin kendin olmana izin verilmez.

Her kültür senin sadece bir karbon kopya olmanı ister, asla hakiki yüzün olmanı istemez.

Başkaldıran kişi, hayatı kendi ışığına göre yaşayan, kendi aklı ile hareket eden kişidir. Yürüyerek kendi yolunu yaratır, otoyolda giden kalabalığı takip etmez.

Onun yaşamı tehlikelidir; fakat tehlikeli olmayan bir yaşam da yaşam sayılmaz. Bilinmeyenin meydan okumasını kabul eder. Geçmiş tarafından hazırlanmış, gelecekte meydana gelecek olan bilinmezlere kafa yormaz. Bu, insanlığın tüm ıstırabını yaratan şeydir; geçmiş seni hazırlar ve gelecek de asla geçmiş gibi olmayacaktır. Senin dünün asla senin yarının olmayacak.

Ama şimdiye kadar bu, insanoğlunun yaşama şekliydi: Dünlerin, seni yarınların için hazırlıyordu. Bu hazırlığın kendisi bile bir engele dönüşüyor. Özgürce nefes alamıyorsun, özgürce sevemiyorsun, özgürce dans edemiyorsun; geçmiş, seni mümkün olabilecek her şekilde sakat bıraktı. Geçmişin yükü o kadar ağırdır ki herkes onun altında ezilir.

Başkaldıran, basitçe geçmişe veda eder.

Bu, hiç bitmeyen bir süreçtir; bu yüzden de başkaldıran insan olmak, sürekli başkaldırı içinde olmak demektir; çünkü her dakika geçmişe dönüşecek, her gün geçmişe dönüşecektir. Geçmiş çoktan mezarlığa gömülmüş bir şey değildir; sen her dakika onun içinde ilerliyorsun. Bu yüzden başkaldıran, yeni bir sanatı; bir sonraki anda özgürce yaşayabilmek için, geçen her dakikada ölmek sanatını öğrenmek zorundadır.

Başkaldıran insan, sürekli bir başkaldırı süreci içindedir; durağan değildir. Ve bu da benim, bir devrimci ile bir başkaldıran arasındaki farkı ortaya koyduğum noktadır.

Devrimci de geçmiş tarafından koşullandırılan kişidir. İsa ya da Gautam Buda tarafından koşullandırılmış olmayabilir ama Karl Marx ya da Mao ya da Joseph Stalin veya Adolf Hitler ya da Benito Mussolini tarafından koşullandırılmıştır, onu kimin koşullandırdığının bir önemi yoktur. Devrimcinin kendi kutsal kitabı vardır; Das Kapital onun kutsal kitabıdır; Sovyetler Birliği onun kutsal topraklarıdır; onun Mekke’si Kremlin’dir. Ve dindar her insan gibi, o da kendi bilincine göre yaşamamaktadır. O, başkalarının yarattığı bir bilince göre yaşamaktadır. Bu yüzden devrimci, tepkisel birisinden başka bir şey değildir. Belli bir topluma karşı olabilir ama her zaman bir başka toplum için vardır. Belli bir kültüre karşı olabilir fakat her zaman bir başka kültür için vardır. Sadece bir hapishaneden diğerine, Hıristiyanlıktan komünizme, bir dinden öbürüne, Hinduizm’den Hıristiyanlığa geçerek yaşar. Hapishanelerini değiştirir.

Başkaldıran, sadece geçmişin dışına çıkar ve geçmişin, onun üzerinde baskı yaratmasına asla izin vermez. Bu sürekli, kesintisiz bir süreçtir. Başkaldıranın tüm hayatı yanan bir ateştir. Son nefesine kadar taze ve gençtir. Hiçbir duruma, geçmişine göre yanıt vermez; her duruma o andaki bilincine uygun olarak yanıt verir.

Bana göre bir başkaldıran olmak, inançlı olmanın tek yoludur ve sözde dinler aslında din değildirler. Onlar insanlığı tamamen ortadan kaldırdılar, insanları köleleştirdiler, ruhlarını zincirlediler; böylece yüzeyde sen özgür gözüküyorsun ama dinler, içinin derinliklerinde sana hükmeden belli bir bilinç yarattılar.

Bu, neredeyse büyük bir bilim adamı olan Delgado ile aynıdır... Delgado insan beyninde yedi yüz merkez olduğunu keşfetti. Bu merkezler, bedeninin tamamı ve hayatındaki her şeyle bağlantı halindedir. Cinsiyetinle ilgili bir merkez vardır, aklınla ve hayatındaki her şeyle ilgili bir merkez vardır. Eğer beynindeki belli bir merkeze bir elektrot yerleştirilecek olursa, çok garip bir olay gerçekleşir. Delgado bunu ilk defa İspanya’da gerçekleştirmiştir.

Çok güçlü bir boğanın beynine bir elektrot yerleştirmiş, cebine de bir uzaktan kumanda cihazı koymuş, sonrasında bir alanda durarak boğaya doğru bir kırmızı bayrak sallamış, boğa da delice onun üzerine saldırmıştı. Bu boğa, İspanya’daki en tehlikeli boğaydı ve binlerce insan olayı görmek için toplanmıştı. Herkes bu olayı seyrediyordu ... nefesler tutulmuştu; gözlerini bile kırpmıyorlardı. Boğa giderek yaklaşıyordu ve izleyenler Delgado’nun bir saniye sonra öleceğinden korkuyordu. Fakat onun cebinde küçük bir uzaktan kumanda cihazı vardı... Boğa yarım metre mesafedeyken cebindeki cihazın düğmesine bastı — kimse onu görmemişti — ve boğa aniden, sanki donmuşçasına, bir heykel gibi olduğu yerde kaldı. O zamandan beri Delgado birçok hayvan ve bir insan üzerinde denemelerini sürdürdü; bu çalışmalardan çıkardığı sonuç, onun elektrotlar ile yaptığı şeyin dinler tarafından koşullandırma yoluyla yapıldığıdır. En erken çocukluk çağlarından itibaren bir çocuğu koşullandırırsın; belli bir fikri, onun akılla ilgili merkezinin yakınında bir yere yerleşene kadar tekrarlamayı sürdürürsün ve o da bu merkezi, bir şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda yönlendirir.

Delgado’nun yaptığı denemeler insanlık için tehlikeli olabilir. Politikacılar tarafından kullanılabilir. Bunun için sadece, bir çocuk hastanede doğduğunda kafatasından içeri, akıl merkezinin yakınlarına küçük bir elektrot yerleştirilmesi yeterlidir ve merkezî bir kontrol sistemi, o kişinin bir devrimci, bir başkaldıran olmamasını sağlayacaktır.

Kafatasından içeride herhangi bir hissiyat olmadığını bilmek seni şaşırtacaktır, o yüzden kafana bir şey yerleştirilmiş olup olmadığını asla fark etmeyeceksin. Ve bir uzaktan kumanda cihazı her şeyi yönetebilir. Moskova’dan Sovyetler Birliği’nin tamamı idare edilebilir. Dinler aynı işi daha kaba bir yöntemle yapıyorlar.

Başkaldıran insan, tüm geçmişini fırlatıp atan kişidir çünkü kendi hayatını kendi isteklerine, kendi doğasına göre yaşamak istiyordur; bir Gautam Buda’ya, bir İsa’ya ya da bir Musa’ya göre değil.

Başkaldıran, insanlığın geleceği için tek umuttur.

Başkaldıran tüm dinleri, tüm ulusları, tüm ırkları ortadan kaldıracaktır; çünkü onların hepsi çürümüş, geçmiş, insanlığın evriminin ilerleyişini durduran şeylerdir. Onlar hiç kimsenin tamamen çiçek açmasına izin vermiyorlar. Onlar dünyada insanların değil, koyunların olmasını istiyorlar. İsa sürekli, “Ben sizin çobanınızım ve sizler de benim koyunlarımsınız,” demektedir. Ve ben her zaman, neden bir kişinin bile ayağa kalkıp, “Sen neler saçmalıyorsun? Biz koyun olsak bile, o zaman sen de bir koyunsun; eğer sen bir çobansan, o zaman bizler de çobanız,” demediğini merak ediyorum.

Sadece onunla aynı çağda yaşayanlar da değil ... iki bin yıldır hiçbir Hıristiyan, bunun insanlığa karşı bir hakaret olduğunu; insanları koyun, kendisini çoban, kurtarıcı olarak adlandırmasının ne kadar büyük bir aşağılama olduğunu sorgulamamıştır.

“Ben sizi kurtarmaya geldim...” Ama kendisini kurtaramamıştır. Ve hâlen de insanlığın yarısı, onun kendilerini kurtarmak için geri geleceğine inanıyor. Sen kendini kurtaramıyorsun; bunun için sadece Tanrı’nın çocuğuna, İsa’ya ihtiyaç var. Ve kendi insanlarına söz verdi, “Yakında, sizin hayatınız için de geri döneceğim...” Ve iki bin yıl geçti — çok sayıda hayat geçti — hâlen bir işaret, bir gösterge yok...

Ama tüm dinler aynı şeyi farklı şekillerde yaptı. Krishna Gita’da, ne zaman sefillik olursa, ne zaman ıstırap olursa, ne zaman ihtiyaç olursa, “Tekrar ve tekrar geleceğim,” demektedir. Beş bin yıl geçti ve o zamandan beri “tekrar ve tekrar” gelmek şöyle dursun, bir kere bile ortalıkta görülmedi.

Söylemleri ne kadar güzel olursa olsun, bu kişiler insanlığa karşı pek saygılı değillerdi. Başkaldıran, sana saygı duyar; o, büyüyen, gelişen ve nefes alan her şeye karşı derin bir saygıya sahiptir. O kendisini senin üzerinde, senden daha kutsal, senden daha yukarıda olarak görmez; o sadece senin gibi biridir. Tek bir şeyi iddia edebilir: O senin olduğundan daha cesurdur. Seni kurtaramaz; seni sadece kendi cesaretin kurtarabilir. O sana önderlik edemez; seni sadece kendi cesaretin hayatındaki tatmine doğru yönlendirebilir.

Başkaldırmak bir yaşam tarzıdır. Bana göre özgün olan tek din budur. Çünkü, eğer kendi ışığına göre yaşayacak olursan pek çok kez yanlış yola sapabilirsin ve çok defa düşebilirsin ama her düşüş, her yoldan çıkış seni daha bilge, daha akıllı, daha anlayışlı, daha insan yapacaktır. Öğrenmenin hata yapma dışında bir yolu yoktur. Sadece aynı hataları tekrar yapma.

Kendi bilincin dışında bir Tanrı yok.

Tanrı ile senin aranda aracılık etmesi için Papa’ya ya da Ayetullah Humeyni’ye ya da herhangi bir Shankaracharya’ya ihtiyaç yok. Bunlar dünyadaki en büyük suçlulardır çünkü senin çaresizliğini kötüye kullanıyorlar.

Bundan sadece birkaç gün önce, Papa yeni bir günah daha ilan etti: Kişinin Tanrı’ya doğrudan günah çıkarmaması gerekiyor; bir rahip aracılığıyla günah çıkarman gerekiyor. Tanrı’ya doğrudan günah çıkarmak, Tanrı ile doğrudan iletişim kurmak yeni bir günah. İlginç ... bunun bir din değil, bir iş olduğunu açıkça görebilirsin çünkü insanlar doğrudan Tanrı’ya günah çıkarmaya başlarlarsa, kim rahiplere günah çıkararak bunun bedelini ödeyecek? Rahipler işe yaramaz bir hâle gelecek, Papa işe yaramaz bir hâle gelecek.

Tüm rahipler, seninle hayatın esas kaynağı arasında aracılık ediyormuş gibi yapıyorlar. Onlar hayatın esas kaynağı ile ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Sadece sen, kendi hayatının kaynağını bilebilirsin. Ama senin hayatının kaynağı, aynı zamanda hayatın temel kaynağıdır çünkü biz birbirimizden ayrı değiliz. Hiç kimse bir ada değildir, biz derinlerdeki uçsuz bucaksız kıtayız. Belki yüzeyde bir ada gibi gözüküyorsun — ve çok sayıda ada var — ama okyanusun derinliklerinde buluşuyorsun. Sen tek dünyanın, tek kıtanın parçasısın. Bu, bilinç için de böyledir.

Ama kişinin, kiliselerden, tapınaklardan, camilerden, sinagoglardan kendisini kurtarması gerekiyor. İnsanın sadece kendisi olması ve hayatın meydan okuması onu nereye yöneltiyorsa kabul etmesi gerekir. Tek kılavuz sensin.

Sen kendinin efendisisin.
 

Erkek : Aydınlanma — Bir Adım Ötede

Siz bizimle konuştuğunuzda aydınlanma ve saadet çok yakın gibi gözü- küyor, Buda olmak bir adım ötede gibi. Öyleyse niçin kız arkadaşımla birlikteyken hırçın bir goril gibi davranıyorum?

Bir kız arkadaşla birlikteyken herkes bir goril gibi davranır. Aksi takdirde kız arkadaşlar çok kötü hisseder. Sen ne kadar goril gibi davranırsan, onlar o kadar tatmin olur. Sadece bak: Senin bir goril gibi davranman çok büyük bir keyiftir. Hiçbir kız arkadaş bunu kaçırmayacaktır. Şayet son derece beyefendi gibi davranırsan, kız arkadaş çok mutsuz olacaktır.

Fakat aydınlanma yine de gorilden bir adım ötededir. Nerede olduğunun bir önemi yoktur. Aydınlanma her zaman sabit bir uzaklık olan bir adım ötededir. Sadece gorilden çık ve aydınlanmışsındır. Bazen goril olmaktan çıkmak daha kolaydır çünkü kim bir goril olmak ister? Şayet sen Başkan Ronald Reagan’san ya da bir ülkenin başbakanıysan ya da dünyadaki en zengin adamsan daha zordur. Senin bu rolden çıkman daha zordur; bu roller hayatın dramatik sahnesinde oynanan oyunun rolleridir.

Aydınlanma, sen hoşlanmadığın bir rol oynuyorsan daha kolay hale gelir. İliklerine kadar ondan nefret ediyorsun ama kız arkadaş yüzünden rolü oynamak zorundasın. Kız arkadaş da kendi rolünü oynamaya çalışıyor ama bir yatağa iki gorili sığdırmak çok zor olacaktır; bu yüzden erkek, kızın bir hanımefendi gibi kapalı gözlerle, neredeyse ölü gibi yatmasını sağlamıştır, bu sayede o, yatağın her tarafında bir goril gibi zıplayabilir.

Fakat sen rolden hoşlanmıyorsun. Sen bir goril gibi davranırken, seni filme alacak bir kamerayı sabitlemiş olsan iyi olur. Ve sonrasında onu gördüğünde çok utanacaksın: Sen ne yapıyorsun? Sen ne türden bir aptalsın? İnsanların ışıkları söndürmesi iyidir. Ve geçmişteki her toplum, insanların açıkta, sahilde ya da parkta sevişmesine karşı olmuştur. Geçmişteki her toplum buna son derece karşı çıkmıştır. Bunun basit nedeni şudur: Kumsalda bir goril gibi davranan herhangi birisi, sahildeki her insana, benim yaptığım şey de bu, bu benim gecenin karanlığında yaptığım şeyin aynısı diye hatırlatır.

Fakat bir goril olmaktan aydınlanmaya geçen adım, sadece ne yaptığının farkında olma haline geçmek için gereken tek bir adımdır ve bu, eyleminin dışına tıpkı bir yılanın eski derisinin dışına sıyrılıp çıkması gibidir. Yatağın dışına sıçra ve bir Buda ol. Bu gece dene! Tam bir goril olma halinin ortasındayken ansızın yatağın dışına atla, lotus pozisyonunda otur ve bir Buda haline gel. Ve sana söz veriyorum, kız arkadaşın daha da mutlu ve coşkulu olacaktır: “Sonunda biraz aklın başına geldi.”

Ve onun çok yakın bir mesafede olduğu gerçeği seni şaşırtacaktır. Uykunda bir goril haline gelebilirsin, uykunda bir başkan olabilirsin, uykunda en zengin adam olabilirsin fakat bunların hepsi rüyadır; aslında uykunda goril olduğun zaman, o bir karabasana dönüşür. Tüm aşk ilişkileri karabasanlara dönüşür. Ve karabasandan çıkmak çok zormuş gibi görünür, ama insanlar sadece rüyaları bir kâbusa dönmeye başlarken uyanmaya çalışır. Eğer rüya tatlı, güzel bir şekilde sürüyorsa kim uyanmak ister?

Bir şeyin farkına varmış olman iyidir: Bir goril gibi davranıyorsun. Bu çok büyük bir kavrayış. Şimdi, bu gece aydınlanmış hale geçmek için ilk adımı at ve yarın sabah herkes — bir zamanlar goril olan — bu adamın aydınlanmış olduğunu görecektir. Mucizeler hâlâ gerçekleşiyor.
 

Duygular : Ebediyete Açılan Kapı

BOŞ KALP

İnsanlar her zaman için zihnin söz, konuşma, düşünceler
olduğunu düşünmüştür; fakat bu doğru değildir.
Onlar çok yakındır, uyumludur, öylesine yakındır ki
onların tek olduğu düşüncesine kapılabilirsin.
Ancak, meditasyonun derinine indiğinde
ve sözlerin ve konuşmanın dünyasını terk ettiğinde,
birden onların ötesindeki gerçek zihnin olan boş zihni bulacaksın.
Onu ayırt etmek için biz ona BOŞ KALP diyoruz.

Ona zihinsizlik, gerçek-zihin, boş kalp da denilebilir
... hepsi eşanlamlıdır.
Ancak, normalde sen düşünceye, duygulara, sözlere o kadar yakınsındır ki,
bulutların ardında bir gökyüzü olduğunu,
bulutların ötesinde bir dolunay olduğunu hayal edemezsin.
Ay’ı görmek için bulutların ötesine geçmek zorunda kalacaksın.

Boş kalp ebediyete açılan kapıdır.
O seninle varoluş
arasındaki bağlantıdır.
O fiziksel yahut
maddi bir şey değildir.
O zihinsel yahut
psikolojik bir şey değildir.
O her ikisinin de ötesindedir,
her ikisinden de aşkındır.
O senin maneviyatındır.

Boş kalbin, seni
bir BUDA yapacağını anımsa.
 

Sırlar Kitabı : Gerçekle Kalmak

Hui-neng birine sormuş: “Sorun ne? İnsanın çözebilmesini, insanın kim olduğunu- bilebilmek için çaba harcamasını sağlayacak kökler neler?”

Neden çabasızca bilemeyesin? Neden herhangi bir sorun olsun? Sen varsın, var olduğunu biliyorsun... O zaman neden kim olduğunu bilemiyorsun? Nereyi ıskalıyorsun? Bilinçlisin. Bilinçli olduğunun bilincindesin. Orada bir yaşam var; canlısın. Neden kim olduğunun farkında değilsin? Engel olan ne? Seni bu temel kendini bilişten alıkoyan ne? Engeli anlayabilirsen, engel büyük bir kolaylıkla çözülebilir.

Demek ki asıl sorun insanın kendini nasıl bileceği değil. Asıl sorun nasıl olup da kendini bilemediğin; böylesine açık bir gerçekliği, sana bunca yakın böylesine temel bir gerçeği nasıl ıskaladığın, nasıl görmemeye devam ettiğin. Bir araç yaratmış olmalısın; aksi halde insanın kendinden kaçması güçtür. Duvarlar yaratmış olmalısın; bir anlamda kendini kandırıyorsun.

O zaman insanın kendinden kaçmak, kendini bilememek için kullandığı hile nedir? O hileyi anlamıyorsan, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz... Çünkü hile kalır ve sen insanın kendini nasıl bileceğini, gerçeği nasıl bileceğini, gerçekliği nasıl bileceğini sormaya devam edersin ve sonuç olarak engellerin kalmasına yardım etmiş olursun. Engel yaratmaya devam edersin; bu yüzden, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz.

Aslında, insanın kendini bilmesi için olumlu hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Yalnızca olumsuz bir şeye ihtiyaç vardır. Bir açıdan, kendi inşa ettiğin engeli yıkman yeterlidir. O engel orada olmadığı an bileceksin. Biliş, ortada engel olmadığı zaman gerçekleşir; bunun için olumlu bir çabada bulunamazsın. Onu nasıl ıskaladığının farkına varman yeterlidir.

Bu yüzden, onu nasıl ıskaladığın konusunda birkaç şeyin anlaşılması gerekmektedir. Bir: Sen düşlerinde yaşıyorsun ve sonra düşler engel haline geliyor. Gerçeklik bir düş değildir. Oradadır, her yerde seni çevrelemektedir. İçeride ve dışarıda vardır, onu ıskalayamazsın; ama sen düş görüyorsun. O zaman gerçeklik olmayan farklı bir boyutta hareket ediyorsun. O zaman bir düş dünyasında yaşayıp duruyorsun. O zaman düşler çevrendeki bulutlar gibi olur. Sen engel yaratırsın. Zihin düş kurmayı bırakmazsa, gerçek bilinemez. Düşlerin içinden gördüğün gerçeklik çarpıtılmıştır. Gözlerin, kulakların, ellerin düşlerle doludur.

Bu yüzden, neye dokunursan dokun düşler aracılığı ile dokunursun. Ne görürsen gör düşler aracılığı ile görürsün. Ne işitirsen işit düşler aracılığı ile işitirsin. Sen her şeyi çarpıtırsın. Sana her ne ulaşıyorsa, düşler aracılığı ile ulaşıyor. Onlar her şeyi değiştiriyor, her şeyi renklendiriyor. Düşleyen zihin yüzünden sen dışarıdaki gerçekliği ve içerideki gerçekliği ıskalıyorsun. Nasıl gerçekliğe çıkılacağı konusunda yollar ve yöntemler bulabilirsin, ama sen bunu da düşleyen zihin aracılığı ile yaparsın. Bu yüzden dindar düşler görebilirsin... Gerçeklik hakkında, gerçek hakkında, Tanrı hakkında, İsa ve Buda hakkında düşler görebilirsin, ama bu da düş olur. Düş kurmaya bir son verilmelidir ve gerçekliği bilmek için düşler kullanılamaz.

‘Düş kurmak’ derken neyi kastediyorum? Şu anda istiyorsun ama orada bir düş var ve o düş söylenenleri sürekli yorumluyor. Sen beni işitmiyorsun, sen kendini işitiyorsun; çünkü işitirken bir yandan yorumluyorsun... Öyle değil mi? Söylenenler hakkında düşünüyorsun. Düşünmeye ne gerek var? Yalnızca dinle, düşünme; çünkü düşünürsen işitemezsin ve düşünmeyi ve işitmeyi sürdürürsen, o zaman her ne işitiyorsan kendi gürültün olur. O zaman işittiğin, söylenenler olmaz. Düşünmeyi bırak; bırak işitilenler düşüncelerden kurtulsun. O zaman söylenenler işitilebilir.

Bir çiçeğe bakarken düş kurmayı bırak. Gözlerin geçmiş ve gelecek hakkında, çiçekler hakkında bildiğin düşüncelerle dolmasın. “Bu çiçek güzel.” bile deme; çünkü o zaman gerçekliği ıskalıyor olursun. Bu sözcükler bir engel oluşturur. “Bu çiçek güzel.” dersin ve sözcükler işe karışır; gerçeklik sözcükler aracılığıyla yorumlanmış olur. Sözcüklerin çevreni almasına izin verme. Doğrudan bak, doğrudan işit, doğrudan dokun.

Birine dokunduğun zaman, yalnızca dokun; teninin güzel, pürüzsüz olduğunu söyleme. O zaman ıskalarsın, düşe dalmış olursun. Teni her nasılsa, o anda, orada, ona dokun ve bırak ten sana görünsün. Güzel bir yüze bakıyorsun. Ona bak ve bırak yüzün kendisi olarak kalsın. Onu yorumlama, hiçbir şey söyleme. Geçmiş zihnini işe karıştırma.

İlk şey: Düşleri, senin geçmiş zihnin yaratır. Çevrende sürekli hareket eden, senin geçmiş zihnindir. Geçmişin işe karışmasına izin verme, geleceğin işe karışmasına izin verme. Güzel bir yüz, güzel bir beden gördüğün an, hemen arzu yükselir. Sahip olmak istersin. Güzel bir çiçek görürsün ve onu koparmak istersin. O zaman hareket etmişsindir. Çiçek oradadır, ama sen arzuya, geleceğe dalmışsındır. Artık sen orada değilsin. Ya artık olmayan geçmiştesin ya da henüz gelmemiş gelecektesin ve şu anda orada olanı ıskalıyorsun.

Bu yüzden, hatırlanacak ilk şey: Seninle gerçeklik arasına sözcüklerin girmesine izin vermemelisin. Daha az sözcük, daha az engel demektir; sözcük olmazsa engel de olmaz. O zaman gerçeklikle doğrudan karşı karşıya kalırsın; o anda yüz yüze kalırsın. Sözcükler her şeyi yok eder; çünkü anlamı değiştirirler.

Birinin biyografisini okuyordum. Kadın, yatağından çıktığından sonraki bir günü anlatıyordu. Şöyle yazmış: “Bir gün, sabah, gözlerimi açtım.” Hemen sonra şöyle diyor. “Ama gözlerimi açtığımı söylemem iyi değil. Ben hiçbir şey yapmadım. Ben hiç çaba göstermedim; aslında bir eylem değildi.” Sonra şöyle yazıyor: “Gözler kendilerini açtılar.” Ama sonra bunun da saçma olduğunu hissediyor, çünkü gözler ona ait, bu yüzden nasıl kendi kendilerini açabilirler? O zaman ne yapmalı?

Dil asla ne olduğunu söylemez. “Gözlerimi açtım.” dersen, bu bir yalandır. “Gözler kendilerini açtılar.” dersen, bu da bir yalandır; çünkü gözler yalnızca birer parçadır. Kendi kendilerini açamazlar. Tüm organizma işin içindedir. Ve ne dersek diyelim hep böyledir. Hindistan’daki yerli toplumlara gidersen (orada pek çok yerli kabile vardır) onların farklı dil yapıları vardır. Dil yapıları daha temel, daha gerçektir; ama fazla şiir yaratamazlar. Dil yapıları düş görmeye yardımcı olmaz. Yağmur yağıyorsa biz, “Yağmur yağıyor.” deriz. Onlar sorarlar: “Yağmur yağıyor demekle neyi kastediyorsun?” Onların yağmur için tek bir sözcüğü vardır. “Yağmur yağıyor.” demekle neyi kastediyorsun? Kim yağıyor? Onlar yalnızca “Yağmur” derler. Yağmur gerçekliktir; ama biz bir şeyler ekler dururuz... Ve ne kadar sözcük eklenirse, biz o kadar kayboluruz, uzaklaşırız, gerçeklikten uzağa fırlatılırız.

Buda şöyle derdi: “Bir adam yürüyor, dediğin zaman ne kastediyorsun? Adam nerede? Yalnızca yürümek var. ‘Adam’ derken neyi kastediyorsun?” Biz, “Bir adam yürüyor.” dediğimiz zaman, bir adam ve yürüyen bir şey varmış gibi görünür... Birbirine eklenen iki şey. Buda, “Yürümek var.” der.

“Irmak akıyor.” dediğin zaman neyi kastediyorsun? Yalnızca akış var ve o akış ırmak. Yürüyen adam, gören adam, ayakta duran, oturan adam. Bütün bunları elersen... Yürümek, oturmak, ayakta durmak, düşünmek, düş görmek... Geriye bir adam kalacak mı? Geriye adam kalmayacak. Ama dil farklı bir dünya yaratıyor ve durmaksızın sözcüklerin içinde hareket ederken uzaklaşıp duruyoruz.

Bu yüzden hatırlanacak ilk şey, nasıl boşuna sözcüklere izin verilmeyeceği. Gerek olduğunda onları kullanabilirsin, ama gerek olmadığında boş kal, sözsüz kal, mouna, sessiz kal. Durmaksızın bir şeyleri söze dökmenin gereği yoktur.

İkinci olarak: Yansıtma! Söze dökme, yansıtma. Orada olana bak. Bir şeyler ekleyip öyle bakma. Bir yüz görüyorsun. “Güzel” dediğin zaman ona bir şey eklemiş olursun ya da “Çirkin” dediğin zaman yine ona bir şey eklemiş olursun. Yüz yüzdür. Güzellik ve çirkinlik senin yorumlarındır. Onlar aslında yoktur; çünkü aynı yüz birine güzel, diğerine çirkin gelebilir ve bir başkası için ikisi de olmayabilir. O kayıtsız kalabilir; ona bakmayabilir bile... Aynı yüze. Yüz yalnızca yüzdür. Ona bir şeyler ekleme; yansıtma. Senin yansıttıkların kendi düşlerindir ve yansıtırsan ıskalarsın. Bu her gün olmaktadır.

Bir yüzün güzel olduğunu görürsün ve bir arzu yaratırsın. Arzu o yüz ya da o beden için değildir; senin kendi yorumun, kendi yansıttığın içindir. Oradaki kişi, gerçek kişi bir ekran olarak kullanılır ve sen kendini yansıtmış olursun. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır; çünkü gerçek yüz senin yansıtmanın gerçek dışılığını takınmaya zorlanamaz. Eninde sonunda yansıtılan düşecek, gerçek yüz ortaya çıkacaktır. İşte o zaman sen kendini aldatılmış hissedeceksin. “Bu yüze ne oldu? Bu yüz çok güzeldi. Şimdiyse her şey çirkinleşti.” diyeceksin. Yine yorumluyorsun. Kişi neyse o olarak kalır; ama senin yorumların ve yansıttıkların sürer ve sen asla enerjinin kendini ortaya koymasına izin vermezsin. Onu baskılar durursun. Onu hem içten, hem dıştan baskılıyorsun. Asla gerçekliğin kendini göstermesine izin vermi- yorsun.

Aklıma bir hikâye geldi. Bir gün bir komşusu Nasrettin Hoca’ya, atını birkaç saatliğine alıp alamayacağını sormuş. Hoca demiş ki: “Atımı memnuniyetle sana verirdim; ama karım atı alıp gitti ve bütün gün gelmeyecek.” Tam o anda ahırda atın kişnediği duyulmuş ve adam Nasrettin Hoca’ya bakmış. Nasrettin şöyle demiş: “Tamam, kime inanıyorsun ... bana mı, ata mı? Atın yalancılığı meşhurdur. Sen kime inanıyorsun?”

Yansıttıklarımız yüzünden çevremizde gerçek olmayan bir dünya yaratıyoruz. Gerçeklik kendini gösterse ve at ahırdan kişnese de, soruyoruz “Kime inanıyorsun?” Biz hep kendimize inanıyoruz, kendini gösterip duran gerçekliğe değil. O her an kendini gösteriyor; ama biz yanılsamalarımızı dayatıp duruyoruz. İşte bu yüzden her insan sonunda hayal kırıklığına uğruyor. Bunun sebebi gerçeklik değil. Her erkek ve kadın sonunda hayal kırıklığına uğruyor, sanki yaşam tamamen boşa harcanmış gibi hissediyor. Ama şu anda hiçbir şey yapamazsın, geriye dönemezsin. Zaman artık senin değil. Zaman uçup gitti, ölüm yaklaştı, sen hayal kırıklığı içindesin ve artık fırsat kaybedildi.

Neden herkes hayal kırıklığı hissediyor? Yalnızca hayatta başarısız olanlar değil, başarılı olanlar da bunu hissediyor. Başarısızlar hayal kırıklığı hissetse tamam; ama başarılı olanlar bile bu şekilde hissediyor. Napolyon’lar, Hitler’ler, İskender’ler... Onlar da hayal kırıklığına uğruyor. Tüm yaşam boşa harcandı. Neden? Sebep gerçekten gerçeklik mi, yoksa sebep senin yansıttığın düşler mi? Sonra onları yansıtamaz oldun ve gerçeklik kendini gösterdi. Sonunda gerçeklik kazandı ve sen kaybettin. Ancak yansıtmadığın zaman kazanabilirsin.

Bu yüzden ikinci şeyi hatırla; her şeye doğrudan, oldukları gibi bak. Yansıtma, yorumlama, zihnini şeylere dayatma. Ne olursa olsun, gerçekliğin kendini göstermesine izin ver. Bu her zaman iyidir. Ne kadar güzel olurlarsa olsunlar düşlerin kötüdür, çünkü sen sonu hayal kırıklığı olacak bir yolculuğa çıkmışsın. Ne kadar erken hayal kırıklığı yaşarsan o kadar iyidir; ama bir kez bir yanılsama yok olduğunda, onun yerine hemen yeni bir tane yaratmaya başlıyorsun.

Bir boşluk olmasına izin ver. İki yanılsama arasında bir boşluk bırak. Bir aralık bırak ki gerçeklik görülebilsin. Bu çok zahmetlidir... Gerçekliğe olduğu haliyle bakmak zahmetlidir. Senin arzularına uymayabilir. Arzularına uyması gerekmez. Ama o zaman gerçeklikle, gerçekliğin içinde yaşaman gerekir... Sen onun zaten içindesin! Kendini aldatmaya devam etmektense gerçekliği kabullenmek daha iyidir. Sense nasıl yansıtıp durduğunun farkında değilsin. Biri bir şey söylüyor ve sen başka bir şey anlıyorsun. Her şeyi kendi anlayışına dayandırıyorsun. İskambil kâğıtlarından bir ev yapıyorsun, bir saray yapıyorsun. Bu asla söylenmemişti! Başka bir şey kastedilmişti!

Her zaman ne varsa onu gör. Acele etme. Bir şeyi yanlış anlamaktansa anlamamak daha iyidir. Bildiğini sanmaktansa bilinçli olarak cahil kalmak daha iyidir. İlişkilerine bak... Eşe, dosta, öğretmene, efendiye, hizmetkâra... Bak! Herkes kendi açısından düşünüyor, diğerini yorumluyor ve bir buluşma, bir iletişim yok. Sonra savaşıyorlar, daimi çatışma içinde oluyorlar. Çatışma iki insan arasında değil, çatışma sahte imgeler arasında. Uyanık ol ki sende de başkalarına dair sahte imgeler olmasın. Ne kadar zor olursa olsun, ne kadar zahmetli olursa olsun, bazen imkânsız görünse bile gerçekle kal. Ama bir kez gerçekle kalmanın güzelliğini görünce, bir daha asla düşlerin kurbanı olmayacaksın.

Ve üçüncü olarak, neden görüyorsun? Düş başka bir şeyin yerine konan şeydir. Gerçeklikte arzuladığın şeyi elde edemiyorsan, o zaman düşlemeye başlarsın. Örneğin, bütün gün oruç tutmuşsun; gece düş kurarsın. Düşünde yer, yer, yersin. Bütün gün oruç tuttun ve şimdi, gece yiyorsun. Cinselliğini baskılamışsan, o zaman düşlerin cinsel içerikli olur. Gün boyunca neyi baskıladığın düşlerinden anlaşılabilir. Gündüz tuttuğun orucun, düşünde görülür. Düşler başka şeylerin yerini alır. Psikologlar insanın bu haliyle düşler olmadan yaşamasının zor olacağını söylemektedir. Bir açıdan haklıdırlar. İnsanın olduğu haliyle düşler olmadan yaşaması zordur. Ama dönüşüm istiyorsan, o zaman düşsüz yaşamak zorundasın. Düşler neden yaratılıyor? Arzular yüzünden. Tatmin olmamış arzular düşe dönüşüyor.

Arzularını incele; farkında ol ve incele. Sen gözlemledikçe yok olurlar. Zamanla zihninde ağlar yaratamaz olacaksın. Kendine has özel bir dünyada hareket etmeyeceksin. Düşler paylaşılamaz; iki yakın dost bile düşlerini paylaşamaz. Kimseyi düşlerine davet edemezsin. Neden? Sen ve âşığın aynı düşte olamazsınız. Düşün sana aittir; bir başkasının düşü ise o başkasına. Onlar özeldir. Gerçeklik o kadar özel değildir, yalnızca delilik özeldir. Gerçeklik evrenseldir, onu paylaşabilirsin; düşleri paylaşamazsın. Onlar senin özel deliliğindir... Kurgudurlar. O zaman ne yapmalı?

İnsan gündüz öylesine eksiksiz bir biçimde yaşayabilir ki hiçbir şey askıda kalmaz. Yemek yiyorsan, eksiksiz bir biçimde ye. Ondan öylesine eksiksiz bir keyif al ki, gece düş görmeye ihtiyacın kalmasın. Birini seviyorsan, öylesine eksiksiz bir biçimde sev ki, düşlerine hiç aşk girmesin. Gündüz her ne yapıyorsan, öylesine eksiksiz bir biçimde yap ki, zihninde hiçbir şey askıda kalmasın, düşlerinde tamamlanması gereken bir eksiklik kalmasın. Bunu dene, birkaç ay içinde farklı nitelikte bir uykun olacak. Düşler gittikçe azalacak ve derin uyku daha da derinleşecek. Gece düşlerin azaldığında, gündüz bunları yansıtmalar da azalacak; çünkü aslında gündüz de uykun devam ediyor, düşlerin devam ediyor. Gece kapalı gözlerle, gündüz açık gözlerle devam ediyorlar. İçeride akıntı sürüyor.

Herhangi bir an, gözlerini kapat ve bekle; filmin döndüğünü göreceksin, düşün akıyor. O hep orada, seni bekliyor. Tıpkı gündüz de yıldızların olması gibi. Onlar kaybolmadı, ama güneş ışığı yüzünden onları göremiyorsun. Onlar orada, bekliyorlar ve güneş battığında belirmeye başlayacaklar.

Düşlerin de tıpkı böyle... Sen uyanıkken bile içinde hareket ediyorlar. Bekliyorlar. Gözlerini kapattığın an işlemeye başlıyorlar. Düşler gece daha azken, gündüz farklı nitelikte bir uyanıklığın olacak. Gecen değişirse, gündüzün de değişir; uykun değişirse, uyanıklığın da değişir. Daha uyanık olursun. İçeride daha az düş akarken, sen daha az uykulu olursun. Daha doğrudan bakarsın.

Bu yüzden hiçbir şeyi askıda bırakma, bu bir şeydir. Her ne yapıyorsan, eylemle kal. Başka bir yere gitme. Duş alıyorsan orada ol. Tüm dünyayı unut. Şimdi bu duş tüm evren. Her şey yok oldu; dünya kayboldu. Yalnızca sen varsın ve duş var. Orada kal. Her eylemle öylesine eksiksiz bir biçimde hareket et ki ne arkada kal, ne ileri sıçra; eylemle ol. O zaman düşler kaybolur ve daha az düş varken gerçekliğe daha fazla girebilirsin.
 

Yakınlık : Kendini Kabul Etmek

Kendini kabul ettiğin anda açılırsın, incinebilir olursun, alabilir duruma gelirsin. Kendini kabul ettiğin anda, geleceğe ihtiyacın kalmaz; çünkü herhangi bir şeyi geliştirmeye ihtiyaç yoktur. O zaman her şey iyidir, her şey olduğu gibi iyidir. İşte o deneyimin içinde, hayat yeni bir renk alır; yeni bir müzik yükselir.

Eğer kendini kabul edersen, bu her şeyi kabul etmenin başlangıcı olur. Kendini reddedi- yorsan, aslında evreni reddediyorsun demektir; kendini reddediyorsan, varoluşu reddedi- yorsun demektir. Kendini kabul ediyorsan, o zaman varoluşu da kabul ettin; o zaman tadını çıkarmaktan, kutlamaktan başka yapacak bir şey yok. Şikâyet yok artık, içerleme yok; şükran duyuyorsun. O zaman yaşam iyi, ölüm de iyi; neşe iyi, keder de iyi; sevgilinle olmak iyi, yalnız olmak da iyi. O zaman ne olursa olsun, iyi, çünkü hepsi bütünün içinden çıkıyor.

Ama yüzyıllardır kendini kabul etmemeye koşullandın. Dünyanın bütün kültürleri insan zihnini zehirledi, çünkü hepsi tek bir şeye dayanıyordu: Kendini geliştir. Hepsi senin içinde bir endişe yaratır; endişe, olduğun şeyle olman gereken şey arasındaki gergin durumdur. Hayatta bir gereklilik olduğu sürece, insan endişeli kalmaya mahkûm. Gerçekleştirilmesi gereken bir ideal varsa, nasıl rahat olabilirsin? Nasıl evinde hissedebilirsin kendini? Bir şeyi tam olarak yaşamak mümkün değil; çünkü zihin sürekli geleceğin peşinde. Ve o gelecek hiç gelmiyor; gelemez. Arzunun doğası gereği, bu mümkün değil. Geldiği zaman, yeni şeyler hayal etmeye başlayacaksın, başka şeyler arzulamaya başlayacaksın. Her zaman daha iyi bir durum hayal edebilirsin. Her zaman endişeli, gergin kalabilirsin; insanlar yüzyıllardır böyle yaşadı.

Sadece çok ender olarak, çok nadiren, bir insan bu tuzaktan kurtulur. O insana bir Buddha, bir İsa denir. Uyanmış insan, toplumun tuzağından kayıp çıkabilmiş, bunun bir saçmalık olduğunu görebilmiş olan insandır. Kendini geliştiremezsin. Ve gelişmenin olmadığını söylüyor değilim, unutma; ama sen kendini geliştiremezsin. Kendini geliştirmeyi bıraktığın zaman, hayat seni geliştirir. O rahatlıkta, o kabullenmede, hayat seni okşamaya başlar, hayat senin içinden akmaya başlar. Ve içerlemediğin, şikâyet etmediğin zaman, büyürsün, çiçeklenirsin.

O yüzden, şunu söylemek istiyorum: Kendini olduğun gibi kabul et. Ve bu dünyadaki en zor şeydir, çünkü eğitimine, kültürüne ters düşüyor. En başından beri nasıl olman gerektiği söylendi sana. Kimse sana olduğun gibi iyi olduğunu söylemedi; hepsi zihnine programlar yerleştirdi. Ailen, din adamları, politikacılar, öğretmenler tarafından programlandın; tek şey için programlandın: Kendini geliştirmeye devam et. Nerede olursan ol, başka bir şey için koş. Hiç dinlenme. Ölene kadar çalış.

Benim öğrettiğim şey basit: Hayatı erteleme. Yarını bekleme, asla gelmez. Bugün yaşa!
 

Özgürlük : Hakiki Sevgi

İnsanın en büyük ihtiyaçlarından bir tanesi ihtiyaç duyulmaktır. O nedenle, sevginin varoluşta yer etmeyeceği herhangi bir zaman dilimini düşünemiyorum.

İnsanoğlu var olduğu sürece, sevgi onların en mutluluk verici deneyimi olarak kalacaktır. O, yeryüzünde mevcut olan fakat yeryüzüne ait olmayan bir şeydir. O sana, bir kartal gibi güneşe doğru uçabileceğin kanatlar verir.

Sevgi olmadan kanatların yoktur. Ancak, o böylesine önemli bir besin ve böylesine bir ihtiyaç olduğu için bütün sorunlar onun çevresinde yükselir. Sevgilinin ya da sevdiğin kimsenin yarın da senin için mevcut olmasını istersin. Bugün çok güzeldi ve sen yarın hakkında endişelisin. Bu yüzden evlilik ortaya çıkmıştır. O sadece belki yarın sevgilinin ya da sevdiğin kimsenin seni terk edeceği korkusudur; o nedenle toplumun önünde ve kanunların önünde onu bir sözleşme haline getirirsin. Ancak, bu çirkindir; bu kesinlikle çirkin, iğrençtir. Sevgiyi bir sözleşme haline getirerek sen kanunu sevginin üzerine yerleştiriyorsun ve mahkemeler, ordular, polisler, yargıçlar ... bu, esaretinin kesinleşmesini ve güvenceye alınmasını desteklemek için senin bireyliğinin üzerine kolektif kütleyi koyduğun anlamına gelir. Yarın sabah ... kimse bilemez. Sevgi bir esinti gibi gelir; belki gelebilir, belki de gelmez. Ve o gelmediğinde ... o zaman sadece kanun yüzünden, evlilik yüzünden, toplumsal saygınlık kaygıları yüzünden neredeyse dünyadaki tüm çiftler orospuluğa indirgenmiştir.

Sevmediğin bir kadınla, sevmediğin bir erkekle yaşamak; güvenlik için yaşamak, garanti için yaşamak, ekonomik destek için yaşamak; sevgi dışındaki herhangi bir neden için birlikte yaşamak onu orospuluktan başka bir şey yapmaz. Orospuluğun dünyadan tamamen kalkmasını isterdim. Bütün dinler orospuluğun olmaması gerektiğini söylemektedir. Ancak insan aptallığı böyle işler. Orospuluğun olmaması gerektiğini söyleyen bu aynı dinler, orospuluğun nedenidirler çünkü bir taraftan evliliği desteklerler ve diğer taraftan da orospuluğa karşı çıkarlar.

Evliliğin kendisi bir orospuluktur. Sevgime güveniyorsam niye evleneyim? Evlilik düşünce- sinin kendisi bir güvensizlik işaretidir. Ve güvensizlik içerisinden ortaya çıkan bir şey sevginin derinleşmesine ve yükselmesine yardımcı olmayacak. Onu yok edecek. Sev, ama evlilik ya da herhangi türden bir ilişki gibi sahte bir şeyle sevgiyi mahvetme. Sevgi sadece özgürlük verdiğinde hakikidir. Kriter bu olsun. Sevgi sadece diğer kişinin mahremiyetine müdahale etmediğinde hakikidir. Onun bireyselliğine, mahremiyetine saygı duyar. Ancak, dünyanın her yerinde göreceğin sevgililerin tüm çabası hiçbir şeyin mahrem kalmaması üzerinedir; tüm sırlar onlara söylenmelidir. Onlar bireysellikten korkarlar; onlar birbirlerinin bireyselliklerini yok ederler ve birbirlerini yok ederek hayatlarının bir doyum, bir tatmin haline dönüşmesini umut ederler. Onlar basitçe giderek daha çok mutsuz hale gelirler.

Sevgi dolu ol ve unutma ki gerçek olan her şey sürekli değişir. Sana söylenen gerçek aşkın sonsuza dek süreceği fikri yanlıştır. Gerçek bir gül sonsuza dek kalmaz. Yaşayan bir varlığın kendisi bir gün ölmek zorundadır. Varoluş sürekli bir değişimdir fakat gerçek sevginin sürekli olması gerektiği fikri ... ve eğer sevgi bir gün kaybolursa, o zaman doğal olarak sonuç; bunun gerçek sevgi olmadığıdır.

Hakikat şudur ki sevgi ansızın gelir; o senin tarafından yaratılan herhangi bir çabanın sonucu değildir. O, doğanın bir armağanı olarak geldi. Onun bir gün ansızın gideceği hakkında endişelenmiş olsaydın, o geldiğinde onu kabul etmezdin. Geldiği gibi gider de. Ancak, bunun için endişelenmene gerek yoktur çünkü bir çiçek solduğunda başka bir çiçek geliyordur. Çiçekler sonsuza dek gelecekler fakat sen bir tane çiçeğe yapışma. Aksi takdirde kısa süre sonra sen ölü bir çiçeğe yapışmış olacaksın. Ve gerçek de budur; insanlar bir zamanlar canlı olan ölmüş bir aşka tutunuyorlar. Artık o sadece bir anı ve acıdır ve sen ona takıldın çünkü sen saygınlık nedeniyle, kanun nedeniyle kaygılanıyorsun.

Ailelerin var olmasını istemiyorum, devletlerin var olmasını istemiyorum; dünyanın parçalara bölünmesini istemiyorum. Spontane sevgi içinde yaşayan, sessizlik içinde yaşayan, neşe dolu, zevki lanetlemeyen, hiç cehennem korkusu olmayan ve cennetteki ödülleri hiç arzulamayan özgür bireylerden oluşan tek bir dünya istiyorum çünkü cenneti burada yaratabiliriz; onu yaratmak için tüm potansiyele sahibiz fakat onu kullanmıyoruz. Tam tersine her türlü engeli yaratıyoruz.

Ben sevgiye karşı değilim. Ben o kadar yanındayım ki; bu yüzden ilişkilere karşıyım, evliliklere karşıyım. İki kişinin tüm hayatı boyunca birlikte yaşaması mümkündür. Kimse size ayrılmanızı söylemiyor; ancak, bu birlikte yaşama, birbirinin bireyselliğinin sınırlarını ihlal etmeden, birbirinin ruhunun içine girmeden, sadece sevgiden kaynaklanmalı. Bu diğer kişinin haysiyetidir.

Sevgi dolu olabilirsin, sevgi olabilirsin. Ve şayet sen sadece sevgi dolu olabilirsen, sadece sevgi olabilirsen, o zaman bu sevginin nefrete dönüşme olasılığı yoktur. Beklenti olmadığı için hayal kırıklığı yoktur. Fakat ben sevgiden ruhsal bir olgu olarak bahsediyorum, biyolojik değil. Biyoloji sevgi değildir, şehvettir. Biyoloji, türü sürdürmekle ilgilenir; sevgi fikri sadece biyolojik bir rüşvettir. Bir kadınla ya da erkekle seviştikten sonra, ansızın ona olan ilgin artık kaybolur; en azından yirmi dört saatliğine. Ve bu senin yaşına bağlıdır; yaşlandıkça kırk sekiz saat, yetmiş iki saat...
 

Ego : İçine Bak — Çiçek Zaten Açıyor

Aydınlanmanın gerçekleşmesi için özel bir yere, özel bir zamana ihtiyacı var mıdır?

Her yer özeldir çünkü her yer Tanrı ile dolup taşmaktadır. Hiçbir yer sıradan değildir. Aydınlanma, senin tuvaletinde bile gerçekleşebilir. Aydınlanma senin tuvaletinden korkmaz! O herhangi bir yerde olabilir. Kutsal yerlere gitmene gerek yoktur. Öyle bir yer yoktur. Tüm varoluş kutsaldır! Varanasi’ye ya da Kudüs’e ya da Kâbe’ye gitmene gerek yoktur; hepsi saçmalıktır. Her yer Tanrı ile doludur. Her nokta özeldir.

Ve hangi özel zamanı soruyorsun? Aydınlanma için belli bir iklim, belli bir mevsim var mıdır?

Aydınlanma aslında gerçekleşen bir şey değildir. Şayet gerçekleşen bir şey olsaydı, o zaman belki belirli bir toprakta, belirli bir iklimde, belirli bir yerde, belirli zamanlarda daha olası olabilirdi. Ancak aydınlanma gerçekleşen bir şey değildir.

Aydınlanma basitçe bir farkındalıktır; her zaman aydınlanmış olduğunun, tek bir anlığına bile onu kaybetmemiş olduğunun, sadece uykuya dalmış olduğunun farkında olmaktır. Bu yüzden Zen ustalarının garip satori tecrübeleriyle karşılaşırsın.

Birisi pazardan geçmektedir ve birisinin Diamond Sutra’yı ezberinden okuduğunu duyar. Sadece tek bir satırı duyarak aydınlanır. Sadece Diamond Sutra’dan tek bir satır duyarak, en başından beridir aydınlanmış olduğunu duyarak bu nasıl mümkün olur?

Evet, bu olabilir çünkü aydınlanma senin doğandır, senin doğanın ta kendisidir. O dışarıdaki bir şey değildir. Çiçek zaten açıyor, sadece sen ona bakmıyorsun. Sen başka yerlere bakmayı sürdürüyorsun, içine bakmıyorsun.

Bu gerçekleşebilir... Bazen usta müride vurur — ustanın elindeki kafasına gelir ve bir şey onda tetiklenir — ve ansızın düşünme durur. Birden o fark eder, farkındalığa ulaşır.

Herhangi bir şey... Bir müridin sessizce oturup meditasyon yaptığı, aylarca, yıllarca meditasyon yaptığı söylenir. Usta gelir, elinde bir tuğlayla gelmiştir ve bir Buda gibi oturmakta olan müridin önünde onu ovuşturmaya başlar. Ve mürit hareketsizce, bir heykel gibi saatlerce oturma konusunda son derece becerikli hale gelmişti. Şimdi ise bu usta, taşın üstünde tuğlayı ovuşturuyordu; mürit muazzam bir rahatsızlık hissetmiş olmalı. Sinirleri tepesine çıkmış olmalı: Birisi onun tam önünde bir tuğlayı ovalıyor ve bu kendi ustasından başkası da değil! Kontrol etmeye ve kontrol etmeye çalıştı ve sonra çok fazla geldi ve “Durdurun şunu! Ne yapıyorsunuz?” dedi.

Ve usta, “Bu tuğladan bir ayna yapmaya çalışıyorum — ovuşturuyorum, ovuşturuyorum, ovuşturuyorum — bir gün o bir ayna olacak.” dedi.

Ve mürit kahkaha attı, “Çıldırmış olmalısınız.” Ve usta dedi ki “Peki ya sen? Sen zihninin tuğlasını yıllardır ve yıllardır ovuşturuyor ve ovuşturuyorsun ve herhangi bir şey olacağını mı zannediyorsun?”

Birden bulutlar dağıldı: “Evet!”

Mürit fark etti, ustanın ayaklarına kadar eğildi.

Ancak usta farkında olmama katmanının çok kalın olduğu anlara dikkat etmek durumun- dadır.

Aydınlanma herhangi bir yerde gerçekleşebilir, herhangi bir an gerçekleşebilir. Sen sadece ona izin vermelisin. Bu yer ve zaman meselesi değildir, bu senin ona izin vermenle ilgilidir.

Bir hikâye, modern bir Zen hikâyesi; onu Zen kitaplarında bulamazsın.

Bir Arayanın Aydınlanması:

Ciddi bir genç adam yirminci yüzyılın ortalarındaki Amerika’nın çatışmalarını kafa karıştırıcı bulmuştu. Pek çok insana başını derde sokan anlaşmazlıkları çözmek için bir yol arayışı ile gitti. Ama dertleri bitmedi.

Bir gece bir kahvede kendinden menkul bir Zen rahibi ona şöyle dedi: “Senin için yazdığım şu adresteki yıkık konağa git. Orada yaşayanlarla konuşma: Yarın akşam ay doğana kadar sessiz kalmak zorundasın. Ana holün sağındaki büyük, geniş odaya git, kuzeydoğu köşesindeki taş dolgunun üzerine lotus pozisyonunda otur; köşeye otur ve meditasyon yap.”

Zen rahibinin tarif ettiği gibi yaptı. Meditasyonu sıklıkla endişeler tarafından kesintiye uğratıldı. O ikinci kattaki boru bağlantılarının ve üzerinde oturduğu diğer edevatın kopup düşeceğinden endişeleniyordu. Ayın bir sonraki gece ne zaman doğduğunu nereden bileceği hakkında endişelendi. Odadan, aralarından geçtiği insanların kendisi hakkında söyledikle- rinden endişelendi.

Endişesi sanki onun inancını test edermiş gibiydi ve meditasyonu, ikinci kattan üstüne pis sular dökülünce rahatsız edildi. Aynı anda iki kişi odaya girdi. Birinci adam ikincisine orada oturan adamın kim olduğunu sordu. İkincisi cevapladı, “Bazıları kutsal bir adam olduğunu söylüyor, diğerleri ise bok kafalının teki.”

Bunu duyunca adam aydınlanmıştı.

Bu sadece herhangi bir durumda hazır olmakla ilgili bir şeydir. Şimdi bunu duymak — bir Diamond Sutra değil — ancak o, bunu duymuş olmalı, o anda bütünüyle dikkat kesilmiş olmalı. Doğal olarak birisi senin hakkında, “Bazıları kutsal bir adam olduğunu söylüyor, diğerleri ise bok kafalının teki,” dediğinde tüm düşünme durmuş olmalı: Bunu duyunca adam aydınlanmış. Herhangi bir zaman, herhangi bir yerde başına gelebilir. Aydınlanma mevcuttur. O dışardan gelmez. Düşünceler kaybolduğunda, o senin içinden gelir. Düşünceler senin dikkatini dağıtmadığında ve ansızın sen sessizsindir. Basitçe uyanık, basitçe dikkat kesilmişsindir. O senin varlığının en derindeki özünden gelir. Ve o hoş bir koku gibidir. Ve bir kez onun gerçekleştiğini görürsen o sonsuza dek senindir.
 

Mini Kitaplar : Kutupsallığın Ötesi

Bazı günler kendimi bir erkek gibi, bazı günlerdeyse bir kadın gibi hissediyorum. Her ikisi de olabilir miyim, yahut şizofren mi oluyorum?

Herkes her ikisidir ve sen farkına varmışsın; bu çok iyidir. Bu, varlığındaki muhteşem bir anlayıştır. Herkes her ikisidir. Bir kadınla bir erkek arasındaki fark çok fazla değildir; fark sadece nicelikseldir, niteliksel değil. Bir kadın belki yüzde altmış kadındır ve yüzde kırk erkektir ya da yüzde elli bir kadındır ve yüzde kırk dokuz da erkektir. Ve aynı şey erkek için de geçerlidir. Bu yalnızca bir yüzde meselesidir ama her ikisi de sende mevcuttur.

Sen her ikisinden de geliyorsun; annenden ve babandan, her ikisi de sana katkıda bulundu. Erkeler ve kadınlar sadece erkekler ve kadınlar değillerdir; onlar biseksüeldirler, onlar her iki cinsiyetin de buluşma noktasıdırlar. Kutuplar mevcuttur. Bu nedenle hiçbir kadın saf, basit bir kadın değildir. Şayet bunu anlayabilirsen yaşamın sana daha net gözükecektir.

Bazı anlarda bir kadın, bir kadından daha fazla erkeksidir ve bu erkekler için de böyledir. Bazı anlarda erkek son derece kadınsıdır; bazı anlarda erildir, bazı anlarda ise dişildir. Yumuşak anlar vardır ve sert anlar vardır, saldırgan anlar vardır ve kabullenici anlar vardır.

Ancak bugüne kadar toplum bizi erkeğin erkek ve kadınınsa kadın olduğu şeklinde şartlandırmış ve bize bunu böyle öğretmiştir. Bu, son derece yanlış bir uygulamadır, doğaya terstir. Şayet erkek ağlamaya ve gözyaşı dökmeye başlarsa insanlar ona, “Bir kadın gibi ağlama, bir kadın gibi zırlama; hanım evladı olma,” der. Bu saçmalıktır çünkü erkeğin de kadın gibi gözyaşı bezleri vardır. Doğa onun ağlamasını ve gözyaşı dökmesini istememiş olsaydı, o zaman hiç gözyaşı bezleri olmazdı.

Şimdi, bu son derece baskılayıcıdır. Eğer bir kız, bir erkek gibi hırslı, saldırgan davranmaya başlarsa insanlar bir şeylerin yanlış olduğunu düşünmeye başlarlar; hormonlarda bir bozukluk vardır. Onu ‘erkek fatma’ olarak adlandırırlar, o bir kız değildir. Bu saçmalıktır! Bu ayrım doğal değildir; bu ayrım politiktir, toplumsaldır. Kadınlar yirmi dört saat boyunca kadın rolü oynamaya mecbur bırakılmıştır ve erkekler yirmi dört saat boyunca erkek rolü oynamaya mecbur bırakılmıştır. Bu hiç doğal olmayan ve dünyada kesinlikle çok fazla mutsuzluk yaratan bir şeydir.

Erkeğin yumuşak olduğu ve kadınsı olması gereken anlar vardır. Kocanın kadın ve kadının koca olması gereken anlar vardır ve bu, son derece doğal olmalıdır. O zaman daha çok ritim ve daha çok ahenk olacaktır. Şayet bir erkek yirmi dört saat boyunca erkek olmaya zorlanmazsa daha çok rahatlayacaktır. Ve şayet bir kadın yirmi dört saat boyunca kadın olmaya zorlanmazsa daha çok doğal olacak ve içinden geldiği gibi davranacaktır.

Evet, bazen büyük öfke anlarında bir kadın bir erkekten daha tehlikeli hale gelir ve bazı yumuşak anlarda bir erkek bir kadından daha sevgi dolu hale gelebilir. Ve bu anlar değişip durmaya devam ederler. Bu her iki ruhsal iklim de senindir; bu nedenle şizofren falan olduğunu aklına getirme. Bu ikilik doğanın bir parçasıdır. Bu ikilik bir noktaya kadar var olur, ancak, ikilik o şekilde ortadan kaybolur ki, artık o son derece ahenkli olur, son derece tek hale gelir; “erkek” ve “kadın”ın bir anlamı kalmaz.

Hindistan’da biz Tanrı’yı ardhanarishwar — yarı erkek, yarı kadın — olarak tasvir etmişizdir. Bu, muazzam düzeyde güzeldir. Bu, Tanrı’nın bulunmuş olan gelmiş geçmiş en iyi resmidir: yarı erkek, yarı kadın. Bu olması gereken şeydir. Varlığındaki nihai gelişime eriştiğinde ne bir erkek olacaksın ne de kadın; yahut, öylesine ahenkli bir biçimde her ikisi de olacaksın ki teklik mevcut hale gelecek. Ancak, bu olmadan evvel ikilik sürer. Bunda yanlış bir şey yoktur. Bundan korkma çünkü eğer korkmaya başlarsan onu bastırmaya başlayacaksın ve bastırılmış olan herhangi bir kısım, nihai gelişimin önündeki bir engeldir. Hiçbir kısım bastırılmamalıdır, hiçbir kısım asla reddedilmemeli ve dışlanmamalıdır; her şey organik bütünlüğün bir parçası yapılmalıdır. Senin her parçan diğeriyle buluşmalı ve birbirine karışmalıdır ki, bu sayede çatışma kaybolsun ve sen bir orkestra halini al.

Bizim bütün ayrımlarımız sahte ayrımlardır. Ağacın üzerinde, elma ağacının üzerinde sadece tek bir elma vardır. Sen, onun senin dışında olduğunu söylersin, dışsal olduğunu söylersin; o içsel değildir, kesinlikle değildir, o ağacın üzerinde asılıdır. Sen onu yersin; sen dışsal olanı yemişsindir. Onu hazmedersin; o senin kanın, kemiğin, iliğin haline gelir ... o senin rüyalarına dönüşecektir, senin şiirine, senin resmine. Artık o dışsal değildir, o içsel olanın bir parçası haline gelmiştir. Dışsal olan içselin içinde erimiştir. Sonra bir gün sen ölürsün ve toprak senin bedenini bir gübre olarak kullanır ve yine elma ağacında bir elma doğacaktır. Şimdi içsel olan dışsal halini almıştır.

İçsel ve dışsal olan sürekli olarak birbirleri ile buluşuyor ve kaynaşıyorlar. Sınır çizmek sadece pratik bir şeydir; o, gerçek değildir. İçsel olan nerede biter ve dışsal olan nerede başlar, bana söyleyebilir misin? Tamamıyla net bir çizgi çizebilir misin? Nereye? Dışsal olan sürekli olarak içsel olana doğru yöneliyor; sen onu soluyorsun. Ve içsel olan sürekli dışsal olana doğru yöneliyor; soluğunu veriyorsun. İçsel ve dışsal olan arasında bir ayrım çizgisi yoktur. Onlar tektir.

Aynı şekilde alçak ve yüksek olan arasında da bir ayrım yoktur. Ancak, insanlar ayrımlar, kategorilerle ilgili çılgın fikirlere sahiptir. Hatta insanlar bedenin alt kısmının daha düşük ve bedenin üst kısmının daha yüksek olduğunu bile düşünür. Sırf bedenin alt kısmı daha aşağıda diye onun değerinin daha düşük olduğunu zannederler. Saçmalık; çünkü kanın, bedeninin her yanında akmaya devam eder. Aynı kan ayağa gider, aynısı başa gider. Sahip olduğun oksijen sürekli olarak bedenin her yanına dağılır. Yersin ve yiyecek, bedenin alt tarafı üst tarafı olarak değil, tüm beden tarafından hazmedilir. Alt taraf ve üst taraf aynı gerçekliğin iki yüzüdür ve bu, erkek ve kadın için de böyledir. Ve eğer derinlemesine bakarsan, o zaman tüm ikilik sadece insanların bir şeyleri anlamak için yaptığı bir sınıflamadır. Sınıflama rastlantısaldır. Yoksa her şey başka bir şeyin parçasıdır. Tüm bu varoluş tektir.

Tekil olana yaklaştığında gerçekliğe yaklaşırsın. Bu yüzden ben hakiki bilgenin bir korkak olmayacağını söylüyorum. Çünkü onun için “bu dünya ve diğer dünya” olamaz. Onun için bu kıyı diğer kıyıdır. O bu dünyada olacaktır ama bu dünyaya ait olmayacaktır. O bir nilüfer olacaktır; suda olacaktır ve yine de ona değmeyecektir. Onun için bir bölünme yoktur. Aslında onun için iyi ve kötü, ahlaklı ve ahlaksız, Tanrı ve Şeytan ayrımı yoktur. Tüm ayrımlar tek bir organik varoluşun parçalarıdır.

Bu nedenle soruyu sorana iyi bir kavrayış gelmiştir. Onu kaybetme. Ve şizofren olacağını düşünüp endişelenme. Bir noktaya kadar erkek ve kadın arasındaki bölünme kalır ve giderek daha da keskinleşir. Ve kişi tekrardan ve tekrardan değişikliği, yer değiştirmeyi hissedecektir. Bu bir yer değiştirmedir; birkaç saat sen bir erkeksin, birkaç saat sen bir kadınsın. Eğer onu tam olarak izlersen kaç dakika bir erkek ve kaç dakika bir kadın olduğunu kesin bir şekilde bilebilirsin. Bu, periyodik bir değişimdir. Yogada bu içsel sırların üzerinde çok sıkı çalışmışlardır. Şayet nefesini izlersen bu sana zamanı kesin olarak verecektir. Bir burun deliği, sol burun deliği nefes alırken sen kadınsı olursun. Sağ burun deliği solurken erkeksindir. Ve yaklaşık kırk sekiz dakika sonra onlar değişir.

Sürekli olarak — gece, gündüz — bu değişiklik olur. Sol burnundan nefes alırken beyninin sağ tarafı çalışır; sağ taraf kadınsı kısımdır. Sağ burundan nefes alırken beyninin sol tarafı çalışır; bu, erkeksi kısımdır. Ve bazen sen bununla oynayabilirsin. Son derece kızgın olduğunda bir şey yap; sağ burnunu kapat ve soldan nefes almaya başla. Ve birkaç saniye içinde öfkenin kaybolduğunu göreceksin. Çünkü öfkeli olmak için varlığının erkeksi tarafında olman gerekir. Bunu dene ve şaşıracaksın. Sadece nefesi bir burun deliğinden diğerine değiştirerek son derece önemli bir şey değişir. Eğer dünyaya karşı çok soğuk hissediyorsan sol burundan nefes al ve fantezilerin, hayallerin içeri akmasına izin ver. Ve ansızın sıcaklık dolduğunu hissedeceksin.

Tantra’da asla burun deliklerini kontrol etmeden sevişmemen gerektiğini söylerler, asla. Eğer erkek kadınsı burun deliğinden nefes alıyorsa o zaman kadın erkeksi burun deliğinden nefes almalıdır. O zaman gerçek orgazm olacaktır. Aksi takdirde sevişme sadece bir enerji kaybı olacaktır; bir hapşırmadan daha fazla bir şey olmayacaktır. Bir hapşırıktan sonra rahatlamış hissedeceksin — iyi bir hapşırık; kişi rahatlar — ancak bundan, fazla bir şey çıkmayacaktır.

Şayet kadın kadınsı burun deliğindeyse, o zaman erkek erkeksi burun deliğinde olmalıdır. Ve buna göre Vatsayana — ilk gerçek seksolog — daha da derin gizemleri açığa çıkarmıştır. O der ki: Kadın erkeksi havada olduğunda erkeğin üstünde olmalıdır, o erkeğin rolünü oynamalıdır. Erkek her zaman misyoner pozisyonunda olmamalıdır... Buna Doğu’da “misyoner pozisyonu” denmiştir. Çünkü Doğu’da hiçbir zaman erkeğin hep üstte olması gerektiği diye bir şey bilinmemiştir. Sadece Hıristiyan misyonerler Doğu’ya geldiğinde insanlar bu aptallığın Batı’da var olduğunu fark etmişlerdir. Bu nedenle bu, misyoner pozisyonu olarak bilinir... Bazen kadın bir erkek havasındadır; o üstte olmalıdır ve o aktif olmalıdır. Ve erkek eğer kadınsı havadaysa pasif olmalıdır. Erkek karıyı oynamalıdır ve kadın da kocayı oynamalıdır. Ve o zaman muazzam bir buluşma olacaktır.

Ve bu her zaman akılda tutulmalıdır çünkü erkeksi havada olunduğunda daha kolaylıkla yapılabilecek eylemler vardır. Zor bir şey yapıyorsan — bir kayayı taşımak, bir kayayı itmek — burun deliklerini kontrol et. Eğer o erkeksi havada değilse iyi değildir. Bu, beden için tehlikeli olabilir; son derece yumuşak olacaksın. Bir çocukla oynarken ya da öylece köpeğinle oturuyorken kadınsı tarafta ol; daha çok birliktelik gerçekleşecektir. Bir şiir yazarken yahut resim yaparken ya da müzik bestelerken kadınsı olmalısın ... şayet savaş müziği yaratmaya çalışmıyorsan. O zaman o iyidir. Erkeksi havada, saldırgan olabilirsin.

Bunu izle ve bu iki kutbun giderek daha çok farkında olacaksın. Ve bu iki kutbun olması iyidir; doğa bu şekilde rahatlamayı düzenler. Erkeksi taraf yorulur. Sen kadınsı kısma yönelirsin; erkeksi taraf dinlenir. Kadınsı kısım yorulduğunda dinlenirsin; erkek haline gelirsin. Ve bu ruhsal ekonomikliktir. Kişi sürekli olarak değişir. Ancak, senin toplumun sana yanlış şeyler öğretmiştir: Erkek bir erkektir ve yirmi dört saat boyunca bir erkek olmalıdır. Bu çok ağır bir görevdir. Ve bir kadın yirmi dört saat bir kadın olmak zorundadır; yumuşak, sevecen, şefkatli. Bu çok ağır bir görevdir. Bazen o da kavga etmek, öfkeli olmak, bir şeyleri kırıp dökmek ister ve bu, şayet içsel oyunu anlayabilirsen iyidir.

Bir gün küçük bir çocuğa annesi kulak misafiri olmuştu. Odasında tek başına oturuyordu, sıkılmıştı ve mırıldanıyordu: “Keşke iki tane köpek olsaydım, o zaman birlikte oynayabi- lirdim.”

Bu iki kutup iyi bir içsel oyundur; bilincin oyunudur. Tanrı bu şekilde, kendisiyle saklambaç oyunu oynamak için senin içinde bölünmüştür. Oyun bittiğinde, oyundan öğrenilmesi gereken şey öğrenildiğinde, ders alındığında, o zaman sen kutupsallığın ötesine geçersin.

Mutlak olan ne erkektir ne de kadındır; mutlak olan nötrdür. Bu yüzden Hint dillerinde Brahma, ‘Tanrı’ nötr bir sözcüktür, ne erkeksidir ne de kadınsıdır. Onun bir cinsiyeti yoktur; o her ikisinin kaynaşmış halidir, mutlak kaynaşmış hali. Ve bu kaynaşma aşkın olmaktır.
 

Ego : Zihin

İngilizce’de düşünme işlemi için sadece tek bir sözcük vardır: zihin (mind). Ve İngilizce dilinde düşünme işleminin ötesini tanımlayabilen bir sözcük yoktur.

Gautama Buda’nın ve Bodhidharma’nın tüm felsefesi düşünme işleminin ötesine nasıl geçileceği üzerinedir. Sanskritçe’de ve Pali dilinde farklı sözcükler vardır: İngilizce’deki zihin (mind) sözcüğünün kökeni olan, tam anlamıyla düşünme işlemi demek olan manus; sonra düşünme işleminin ötesi anlamına gelen bilinç, chitta.

Şu benim geveze zihnimin doğası nedir? Kendimi bildim bileli o sürekli olarak devam ediyor, devam ediyor. Onun kökenleri nedir? Onun kaynağı sizin huzurunuzdayken içinde eriyip gittiği engin sessizliğin içinde bir yerde mi?

Zihin basitçe bir biyolojik bilgisayardır. Çocuk doğduğunda zihni yoktur; onda sürüp giden bir gevezelik yoktur. Onun mekanizmasının işlemeye başlaması için neredeyse üç ila dört yıl gerekir. Ve göreceksin ki kızlar erkeklerden daha erken konuşmaya başlar. Onlar daha büyük geveze kutusudur. Onların daha kaliteli bir biyolojik bilgisayarı vardır.

Onun içine bilgi konulmasına ihtiyaç vardır; bu yüzden şayet hayatını geriye doğru hatırlamaya çalışırsan, eğer bir erkeksen dört yaş civarında bir yerde ya da eğer bir kadınsan üç yaşında takılacaksın. Bunun ötesi bir boşluktur. Sen oradaydın; pek çok olay olmuş olmalı. Pek çok şey gerçekleşmiş olmalıdır fakat kaydedilmiş bir anı yok gibidir, bu yüzden hatırlayamazsın. Ancak sen dört ila üç yaşına kadar son derece net bir şekilde hatırlayabilirsin.

Zihin verilerini anne babadan, okuldan, diğer çocuklardan, akrabalardan, toplumdan, kiliselerden ... toplar... Her tarafta kaynaklar vardır. Ve küçük çocukları ilk kez konuşmaya başladıklarında aynı sözcüğü pek çok kez tekrar ederken görmüş olmalısın. Coşku! Onlarda yeni bir mekanizma işlemeye başlamıştır.

Cümle kurabildiklerinde tekrar tekrar cümleleri öylesine coşkuyla yaparlar ki. Soru sormaya başlayabildiklerinde her şey hakkında soracaklardır. Onlar senin cevaplarınla ilgilenmiyorlar, unutma! Bir çocuğu bir soru sorarken izle; o senin yanıtınla ilgilenmiyor. O yüzden ona Britannica ansiklopedisinden uzun cevaplar verme. Çocuk senin yanıtınla ilgilenmiyor; çocuk basitçe soru sorabilmekten zevk alıyor. Onda yeni bir beceri oluştu.

Ve o bu şekilde toplamaya devam eder; sonra okumaya başlayacak ... ve daha çok sözcükler. Ve bu toplumda sessizliğin bir değeri yoktur ve ağzın ne kadar laf yapıyorsa sen de o kadar değerli olursun.

Senin liderlerin nedir? Politikacıların nedir? Profesörlerin nedir? Din adamların, din bilginlerin, felsefecilerin neyin üzerinde yoğunlaşmıştır? Onların ağzı son derece iyi laf yapar. Onlar sözcükleri nasıl anlamlı, etkili, tutarlı bir şekilde kullanacağını bilir, böylelikle insanları etkileyebilirler.

Toplumumuza sözel olarak kendini çok iyi ifade edebilen insanlar tarafından hükmedildiği çok ender olarak fark edilir. Hiçbir şey bilmiyor olabilirler, bilge olmayabilirler, zeki bile olmayabilirler. Ancak tek bir şey kesindir: Onlar sözcüklerle nasıl oynanacağını bilirler. Bu bir oyundur ve onlar bunu öğrenmiştir. Ve bu onlara saygınlık, para, güç olarak; her şekilde döner. O yüzden herkes buna çabalar ve zihin pek çok sözcükle, pek çok düşünceyle dolu hale gelir.

Ve sen herhangi bir bilgisayarı açıp kapayabilirsin. Fakat zihni kapatamazsın. Kapatma düğmesi yoktur.

Tanrı dünyayı yarattığında, insanı yarattığında, zihin için açıp kapatabileceğin bir düğme yaptığına ilişkin hiçbir referans yoktur. Açma kapama düğmesi yoktur, o nedenle doğumdan ölüme kadar devam eder.

Bilgisayarlardan ve insan beyninden anlayan insanların çok garip bir fikrinin olduğunu bilmek seni şaşırtacaktır. Şayet beyni bir insanın kafatasından çıkartıp mekanik bir şekilde canlı tutarsak, aynı şekilde gevezelik yapmaya devam eder. Onun için kendisinden azap çekmekte olan zavallı kişiye bağlı olup olmamasının bir önemi yoktur; o hâlâ hayal kurar. Artık o makinelere bağlıdır: O hâlâ rüya görür, o hâlâ hayal kurar, o hâlâ korkar, o hâlâ yansıtır, umut eder, şu ya da bu olmaya çalışır. Ve o bütünüyle artık hiçbir şey yapamayacağının; bağlı olduğu kişinin artık orada olmadığının farkında değildir.

Bu beyni mekanik aletlere bağlı olarak binlerce yıl canlı tutabilirsin ve o tekrar ve tekrar aynı şeyler hakkında gevezelik etmeye devam eder çünkü biz ona henüz yeni şeyler öğretmeyi başaramamışızdır. Bir kez yeni şeyler öğretebildiğimizde, o yeni şeyleri tekrar edecektir.

Bilimsel çevrelerde hâkim olan bir fikir vardır: Albert Einstein gibi bir adamın öldüğünde beyninin de ölmesi büyük bir israftır. Beyni kurtarabilseydik ve başka birisine yerleştirebilseydik, o zaman işlemeye devam ederdi. Albert Einstein’ın canlı olup olmamasının bir önemi yoktur; beyin görecelilik kuramı hakkında, yıldızlar hakkında, teoriler hakkında düşünmeye devam eder. Nasıl ki insanlar kan bağışlıyorsa, ölmeden önce gözlerini bağışlıyorsa, beyinlerini de korunmaları için bağışlamaya başlamalarıdır bunun ardındaki fikir. Şayet bizler onların özel beyinler olduğunu hissediyorsak — ve onların ölmesine izin vermek tam bir israftır — o zaman onları nakledebiliriz.

Bir ahmak bir Albert Einstein yapılabilir ve ahmak asla bilemeyecektir. Çünkü adamın kafatasının içinde hiç duyarlılık yok; herhangi bir şeyi değiştirebilirsin ve kişi asla bilmeyecektir. Sadece kişiyi bilinçsiz hale sok ve beyninde neyi istiyorsan değiştir — tüm beyni değiştirebilirsin — ve o yeni bir beyinle, yeni gevezeliklerle uyanacaktır. Ve o hiçbir zaman ne olduğu hakkında şüphe duymayacaktır.

Bu gevezelik bizim eğitimimizdir ve o temelde yanlıştır. Çünkü o sadece işlemin yarısını öğretir: Zihnin nasıl kullanılacağını. O sana onu nasıl durduracağını ve böylelikle nasıl rahatlayacağını öğretmez. Çünkü sen uyurken bile o devam eder. O uyku nedir bilmez. Yetmiş yıl, seksen yıl o sürekli çalışmıştır.

Şayet biz eğitebilirsek ... ve benim sende yaratmaya çalıştığım etki bunun mümkün olduğudur. Biz ona meditasyon diyoruz.

Zihne bir düğme koymak ve ona ihtiyaç olmadığında onu kapatmak mümkündür. Bu iki şekilde faydalı olur: Bu sana daha önceden hiç bilmediğin bir huzur, bir sessizlik verecektir ve bu sana gevezelik yapan zihnin yüzünden mümkün olmayan bir kendini tanıma sağlayacaktır. O sürekli seni meşgul etmiştir.

İkinci olarak o zihne dinlenme sağlayacaktır. Ve şayet biz zihne dinlenme fırsatı verebilirsek o birtakım şeyleri daha verimli, daha zekice yapabilir hale gelecektir.

Dolayısıyla her iki tarafta da — bir yandan zihinde ve diğer yandan varlıkta — fayda göreceksin; sadece zihnin çalışmasını nasıl durduracağını öğrenmen, ona “Bu kadarı yeterli; şimdi uyu. Ben uyanığım, sen endişelenme.” demeyi öğrenmen gerekiyor.

Zihni gerekli olduğunda kullan ve o zaman o taze, genç, enerjiyle ve öz suyla doludur. O zaman ne söylersen söyle o sadece kurumuş kemiklerden ibaret değildir; o yaşamla doludur, otoriteyle doludur, hakikatle, samimiyetle doludur ve muazzam bir anlamı vardır. Aynı sözcükleri kullanıyor olabilirsin fakat şimdi zihin dinlenerek o kadar büyük bir güç toplamıştır ki kullandığı her sözcük yanan bir ateş haline, güç haline bürünür.

Dünyada karizma olarak bilinen şey hiçbir şeydir ... o basitçe nasıl gevşeyeceğini ve enerjinin toplanmasına izin vereceğini bilen bir zihindir. Böylelikle o kendi şiirini okuduğunda, kendi ilahisini söylediğinde, konuştuğunda hiçbir kanıt ya da hiçbir mantık sunmaya ihtiyacı yoktur: İnsanları etkilemek için sadece kendi enerjisi yeterlidir. Ve insanlar her zaman için bir şey olduğunu bilmişlerdir. Her ne kadar tam olarak onun ne olduğunu tanımlayamasalar da ona karizma demişlerdir.

Belki de ilk kez ben sana karizmanın ne olduğunu söylüyorum çünkü ben onu kendi tecrübelerime dayanarak biliyorum. Gece gündüz çalışan bir zihnin zayıf düşmesi, donuklaşması, etkisizleşmesi, bir şekilde sürünmesi kaçınılmazdır. En iyi ihtimalle o işe yarar; sebze satın almaya devam eder durursun; o faydalıdır. Ancak bundan daha fazlası için bir gücü yoktur. Bu yüzden karizma sahibi olabilecek milyonlarca insan yoksul, etkisiz, hiçbir otoritesi olmadan, hiçbir gücü olmadan kalır.

Ve şayet bu, yani zihni sessizliğin içine koymak ve onu sadece ihtiyaç olduğunda kullanmak mümkünse — ki bu mümkündür — o zaman o çok büyük bir güçle gelir. O, o kadar çok enerji toplamıştır ki sarf edilen her sözcük doğrudan kalbine gider. İnsanlar bu karizmatik kişilerin zihinlerinin hipnotik olduğunu düşünür; onlar hipnotik değildir. Onlar gerçekten çok güçlüdür, çok tazedir ... o her zaman bahardır. Bu zihin için böyledir.

Varlık için sessizlik, ebediyet için, ölümsüzlük için, kutsama olarak, rahmet olarak düşünebildiğin her şey için yeni bir evrenin kapılarını açar.

Bu yüzendir ki ben meditasyon elzem olan dindir, yegâne dindir diye ısrar ediyorum. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Diğer her şey gerekli olmayan bir ayindir.

Meditasyon sadece özdür, özün kendisidir. Ondan hiçbir şeyi koparıp alamazsın.

Ve o sana her iki dünyayı da verir. O sana ahreti — ilahi olan, Tanrısal dünyayı — verir ve o sana bu dünyayı da verir. O zaman sen yoksul olmazsın. O zaman senin bir zenginliğin vardır ama parasal değil.

Pek çok çeşit zenginlik vardır ve zenginliğin kategorileri göz önünde tutulduğunda parası nedeniyle zengin olan bir insan en düşük seviyeli olandır. Bunu şu şekilde söyleyeyim: Maddi olarak zengin adam en yoksul zengin adamdır. Yoksulun tarafından bakıldığında o en zengin yoksul adamdır. Yaratıcı bir sanatçı, bir dansçı, bir müzisyen, bir bilim adamının tarafından bakıldığında, o en yoksul “zengin” adamdır. Ve nihai aydınlanmanın dünyası söz konusu olduğunda ona zengin bile denilemez.

Meditasyon sana kendi özündeki varlığı vererek seni mutlak olarak zenginleştirir ve ayrıca seni göreceli olarak da zenginleştirir çünkü o sahip olduğun belirli yeteneklerin zihinsel gücünü de açığa çıkaracaktır. Benim tecrübem odur ki herkes belirli bir yetenekle doğar ve o yeteneği en üst seviyede yaşamadığı sürece ondaki bazı şeyler eksik kalacaktır. O sürekli olarak orada mevcut olmayan bir şeyin olması gerektiğini hissedecektir.

Zihne biraz dinlenme fırsatı tanı; onun buna ihtiyacı var. Ve bu çok basittir: Sadece ona tanık ol. Ve o sana her ikisini de verecektir.

Yavaş yavaş zihin sessiz olmayı öğrenmeye başlar. Ve bir kez o sessiz olarak güçlendiğini bilirse, o zaman onun sözcükleri sadece sözler değildir; onların daha önce asla sahip olmadıkları bir değeri ve bir zenginliği ve bir kalitesi vardır. Öyle ki onlar doğrudan ok gibi giderler. Onlar mantıksal engelleri devre dışı bırakıp tam kalbe ulaşırlar.

Zihin sessizliğin ellerinde muazzam güce sahip çok iyi bir hizmetkârdır. O zaman varlık efendidir. Ve efendi zihni ne zaman isterse kullanabilir ve ne zaman gerekirse onu kapatabilir.

Zihin her zaman daha fazlasını ister, o bir dilencidir. Çok eski bir hikâye anlatacağım...

Bir dilenci sarayın kapısını çaldı. Şans eseri tam da kral bahçedeki sabah yürüyüşünden geliyordu. Bu yüzden kapıyı kendisi açtı. Dilenci, “Görünen o ki bu senin için şanslı bir gün.” dedi.

Kral da “Benim için mi, senin için mi?” dedi. Dilenci, “Bugünün sonunda bu anlaşılacak. Ben bir dilenciyim ve senden sadece tek bir şey istiyorum. Şu dilenci tasına sahibim; istediğin herhangi bir şeyle onu doldurabilir misin?” dedi.

Dilenci biraz garip görünüyordu, gözleri mistiklerinki gibiydi; onun konuşması dilencininki gibi değil, bir imparator gibiydi. Onun tüm aurası muazzam bir otoriteden oluşuyordu. Kral vezirine dilencinin tasını altın paralarla doldurmasını emretti. Böylelikle o bir kralın kapısını çaldığını hatırlayacaktı ve bunun için şanslıydı. Dilenci kahkaha attı.

Kral, “Sorun nedir?” diye sordu.

“Akşama doğru her şey anlaşılacak.” dedi. Onun davranışı çok garipti ve çok çekiciydi de. O güzel bir adamdı.

Ve sonra bela geldi. Vezir tası doldurmak üzere bir torba altını getirdi, hepsi kayboldu ve tas boş kaldı. Daha çok para, daha çok para ... hazinedeki tüm paralar getirildi ve hepsi kayboldu. Tüm şehir orada toplandı ve haber hemen yayıldı.

Kral “Ne olursa olsun, tüm elmasları, yakutları, zümrütleri getirin. Ama bu dilencinin tasını doldurun.” dedi. Fakat her şey onun içinde kayboldu ve tas her zamanki kadar boş kaldı.

En sonunda kral her şeyi yitirdi. Akşam olmuştu. Başkentin her tarafında bütün gün boyunca çok büyük bir heyecan vardı. Kral inatçıydı fakat artık bir anlamı kalmamıştı, verebilecek başka hiçbir şeyi yoktu. Dilencinin ayaklarına kapandı ve ona o tasın sırrını sordu. “Bu sihirli bir tas mı? Akşam oldu ve sen bana tekrar tekrar ‘Akşama doğru, gün batımında her şey anlaşılacak’ demiştin, artık zamanı. Ve bir şekilde her şey belli oldu, ben bir dilenci tarafından yenilgiye uğratıldım. Ancak sen sıradan bir dilenci değilsin. Öğrenmek istediğim tek şey bu dilenci tasının sırrının ne olduğu.”

Dilenci, “Bu bir sır değil, bu herkesin bildiği bir şey. Dilenci tasına sadece yakından bir bak. O bir adamın kafatasından yapılmıştır.” dedi.

Kral “Anlamıyorum.” dedi.

“Hiç kimse anlamıyor. Adamın kafatasının içinde onun zihni var. Sen onun içine her şeyi dökmeye devam edersin ve her şey kaybolur. O her zaman daha fazlasını ister. O her zaman boştur. O her zaman bir dilencidir, onu değiştiremezsin. Onu sadece anlayabilirsin ve ondan kurtulabilirsin.” dedi.

Senin de durumun bu. Eğer zihni dinlersen kendini tatmin edemezsin; eğer zihni dinlemezsen tam şu an tatmin senindir. Zihnin ıstırabı arasında seçim yapabilirsin ... çünkü zihin her zaman mutsuzdur, daha fazlasını ve daha fazlasını ister; bu arzu bitmek bilmez.

Çok zengin olan bir arkadaşım vardı. Zengin doğmamıştı; o yoksul bir adamın oğluydu. Ve biz arkadaşken o yoksul adamın oğlu idi. Hindistan’ın en zengin ailelerinin birisi tarafından evlat edinildi çünkü onların bir oğlu yoktu. Ansızın o, Hindistan’ın en zengin adamı oldu. Bunun tadını çıkarmış olmalıydı. Yüzlerce hayat bile çalışmış olsaydı böylesi büyük bir zenginliğe erişemezdi. Birden ona hiçbir çaba sarf etmeden sahip oldu ama o mutlu değildi. Daha çoğunu istedi.

Sadece para yeterli değildi, o büyük bir lider de olmak istedi. Ve onun parası vardı, böylelikle o seçime girdi ve parlamentonun bir üyesi oldu. Ancak bu yeterli değildi. Yine daha fazlası: O bakan olmak istedi. Parası nedeniyle bakan yardımcısı olmayı başardı fakat bu yeterli değildi.

Bana “Ben bir bakan olmak istiyorum.” dedi.

“Bunun yeterli olacağını düşünüyor musun?” diye sordum.

“Öyle sanıyorum.” dedi.

“Şimdi öyle olduğunu düşünüyorsun, bir kez bakan olduğunda aynı şekilde düşünmeye- ceksin.” dedim.

O bir bakan oldu ve hemen beni görmeye geldiğinde bana, “Haklıydın. Bakan olduğum gün zihnim bana, ‘Çok uzun bir yol kat ettin. Artık ülkenin başbakanı olmak çok uzakta değil. Sadece birkaç adım daha ve başbakan olabilirsin.’ dedi. Ancak şimdi o kadar gerginim ve endişeliyim ki uyuyamıyorum, hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Yemek yerken politika düşünüyorum. Karımla sevişirken başbakanlığı düşünüyorum. Her şey birbirine karıştı. Biraz zihinsel huzur bulmak için bana yardım et.” dedi.

“İlk önce başbakan ol. Zihnin sana, ‘Şimdi ülkenin başkanı ol’ diyecek. Eğer zihnini dinlemeye devam edersen hiç huzurun olamayacak; şayet huzur istiyorsan zihnini dinlemeyi bırak. Ve zihnini dinleyerek elde ettiğin tüm bu şeyleri bir kenara at. Yoksul bir adam olarak sen çok mutluydun, çok neşeliydin. Hiçbir şeyin yoktu fakat sen çok güzel bir varlıktın. Sana paranı çöpe at demiyorum. Sadece zihninin sana hükmetmesine izin verme. O zaman sen nerede olursan ol huzurlu olacaksın.” dedim.

Şayet zihnin sana hükmederse cennette bile o, “Cennet bu mu? Daha fazlası olmalı.” diyecektir. Tüm evler çok eski ve çürümüş ve kullanılmış görünüyor çünkü onlar ezelden beri buradaydı. Tüm insanlar son derece üzgün ve ciddi görünüyor; onlar da ezelden beri buradaydı. Onların üzerinde çok fazla toz birikmiş ve burada yapacak hiçbir şeyleri yok, onlar haysiyetini yitirmiştir. Onlar cennete ulaşmıştır fakat insanlıklarını kaybetmişlerdir, onlar gülemez.

Kahkaha cennette yasaklanmıştır, biliyor muydun? Dünyadaki hiçbir dindeki, hiçbir kutsal kitap mizahın dinsel bir nitelik olduğunu söylememiştir: Benim dışımda. Hiç kimse mizahın dindarlığın içinde olmasına izin vermeye istekli değil. Şu ölü, kemik kadar kurumuş azizlerin cennette ne yapıyor olacağını hayal edebiliyor musun? Âşık olamazlar, iskambil oynayamazlar, futbol maçı bile yapamazlar. Televizyon bile seyredemezler; bu hiç de azizce bir davranış değildir. Onlar bir fincan çay bile içemezler, kahve molası yok ve hatta hiç iş de yok... Onların günleri boştur, onların geceleri boştur; yeryüzüne geri dönmek için yanıp tutuşuyor olmalılar. En azından burada aziz olarak tapınılıyorlardı. Orada hiç kimse onlara tapınmıyor çünkü herkes bir aziz.

Ancak hiç kimse cennetten geri dönemez. Onun girişi vardır ama bir çıkışı yoktur. Bu yüzden cennete girmeden önce bir kez daha düşün: Bu son eylem olacak, sonrasında işin bitmiş demektir. Bu neredeyse kendi mezarına girmek gibidir. Ancak zihin kesinlikle, “Bu cennet değil. Ara! Cenneti bulmaya çalış. Bu bir maskaralık gibi görünüyor, bunun ardında şeytan olmalı. Buna cennet demek sanki çok büyük bir şaka gibi geliyor.” diyecektir. Cennette bile zihnin huzura kavuşmana izin vermeyecektir: Huzur ve zihin bir araya gelmezler.

Amerika’daki en meşhur hahamlardan biri olan Joshua Liebman Zihin Huzuru isimli bir kitap — en çok satanlardan birisidir — yazmıştır. Ona bir mektup yazıp “Zihin hakkında bildiğiniz şeyler çöplükten ibaretmiş gibi görünüyor. Zihin huzurunun çelişkili kavramlar olduğunu dahi bilmiyorsunuz ve bu sizin kitabınızın adı. Kitabın adı, Zihin ya da Huzur olmalıydı.” dedim.

Mektup onu şoka sokmuş olmalı; asla yanıt göndermedi. Ona yeniden yazdım. “Bu korkaklık bir hahama yakışmıyor. Ya kitabın adını değiştirin ya da bana bir açıklama yapın.” Ne kitabın adını değiştirdi ne de bana bir açıklama gönderdi ve ben ise ona çok basit bir soru sormuştum. Zihin huzuru ... böyle bir şey yoktur.

Ya huzur vardır, o zaman zihin yoktur ya da zihin vardır ve huzur yoktur. Doğru başlık Zihin ya da Huzur olmalıydı. Fakat o bunu değiştiremez çünkü bu kitaptaki başlıca konudur: Zihin huzuru ve onu elde etmenin yolları. Zihin huzuruna ermenin yolları için yöntemler gösteriyor. Kitabın adını değiştirmek kitaba uymayacaktır.

Onu zor bir duruma soktuğumu anlayabilir; şayet başlığı değiştirirse o zaman kitap başlığa uymayacak. Kitabı baştan aşağı yeniden yazmak zorunda kalacak ve o kitabı tamamen yeniden yazamaz çünkü zihnin tüm gerginliklerinin, kaygılarının, endişelerinin kaynağı olduğunu anlayamaz. O huzurlu olamaz, bu imkânsızdır.

Doğu’nun binlerce yıllık maneviyat denemelerinin tüm özü budur: Zihin ya da huzur. Seçim senindir. Huzur son derece normal, son derece sıradan, son derece basit bir olgudur. Ve sen onu tecrübe ediyorsun fakat bir yandan zihin sürekli olarak yorumda bulunuyor, “Daha fazlası olmalı. Durma. Aramaya devam et.”

Zihne “Kes sesini!” demek zorundasın. O senin zihnin ve ona sesini kesmesini, artık daha fazla onun saçmalıklarına kulak asmayacağını söylemeye hakkın var...

Sahip olduğun her ne ise onun tadını çıkart ve ondan ne kadar keyif alırsan o kadar büyüyecektir. Paradoks budur: Zihin daha fazlasını ve daha fazlasını ister ve daha fazla ve daha fazla endişelenir.

Zihinsizlikte huzuru, sevgiyi, sessizliği yaşarsın. Ve onu yaşayarak o daha çok ve daha çok olur; daha derin ve daha derin. Yavaş yavaş mutluluğunun kanatları olmaya başlar, o bir kutsamaya, ebedi mutluluğa, rahmete dönüşür.
 

Cesaret : Zekânın Yolu

Zekâ canlılıktır. Anlık bir olaydır. Açıklıktır. Savunmasızlıktır. Taraf tutmamaktır.. Herhangi bir yargıya varmadan yaşama cesaretidir.

Neden cesaret diyorum? Cesaret; çünkü bir yargıya göre hareket ettiğin zaman, o yargı seni korur. Sonuçlar sana güven duygusu verir. Onu biliyorsun. Nasıl ulaşacağını biliyorsun. O konuda verimlisin. Yargısız hareket etmek ise, masumiyet içinde hareket etmektir. Hiçbir güvence yoktur; yanlış noktaya ulaşabilir, hata yapabilirsin.

Adına gerçek denen şeyi keşfe çıkmaya hazır olan kişi, birçok hata yapmaya, bu riski almaya hazır olmalıdır. Yanlış yola sapabilir, ama insan böyle doğruya ulaşır. Birçok kere yanlış yola sapınca, insan yanlış yola sapmamayı öğrenir. İnsan çok hata yapınca hatanın ne olduğunu öğreniyor ve nasıl yapmayacağını görüyor. Hatanın ne olduğunu bilince, insan gerçeğe daha fazla yaklaşır. Bu bireysel bir keşiftir; başkalarının yargısına güvenemezsin.

Sen zihinsiz olarak doğdun. Bunun kalbinin en derin noktasına kadar inmesine izin ver. Çünkü bu sayede bir kapı açılır. Eğer zihinsiz doğduysan, o zaman zihin sadece toplumsal bir üründür. Doğal bir şey değil; türetilmiştir. O senin üstüne monte edilmiştir. Kalbinin derinliklerinde hâlâ özgürsün; bundan kurtulabilirsin. İnsan doğanın dışına çıkamaz. Ama bunu yapmaya karar verdiğin an, suni olanı geride bırakabilirsin.

Varoluş düşünceden önce gelir. O yüzden varoluş bir zihinsel durum değil, onun ötesinde bir şeydir. Olmak, düşünmemek, temeli kavramanın yoludur. Bilim düşünmek demektir. Felsefe düşünmek demektir. Teoloji düşünmek demektir. Dinsellik düşünmek demek değildir. Dinsel yaklaşım, düşünmeme yaklaşımıdır. O daha samimidir. Seni gerçekliğe daha yakın kılar. Bütün engelleri düşürür. Zincirleri kırar. Hayatın içinde akmaya başlarsın. Kendini dışardan izleyen bir gözlemci gibi görmezsin. Mesafeli bir izleyici olduğunu düşünmezsin. Gerçekle tanışır, kaynaşır ve bütünleşirsin.

Ve bilmenin farklı bir türü daha var. Buna bilmek denilemez. O daha çok bir sevgi, daha az bilgi gibidir. O kadar içtendir ki, bilgi sözcüğü onu anlatmaya yetmez. Sevgi sözcüğü, daha iyi ifade eder.

İnsan bilinci tarihinde ortaya çıkan ilk şey, büyüydü. Büyü, bilim ile dinin bir karışımıydı. Büyü hem zihinden, hem de zihinsizlikten birer parça barındırıyordu. Sonra büyüden felsefe çıktı. Felsefenin içinden ise bilim türedi. Büyü hem zihinsizlik, hem zihindi. Felsefe sadece zihindi. Sonra zihin artı deneycilik bilim oldu. Dinsellik ise zihinsizlik durumudur.

Dinsellik ve bilim, gerçeği bulma yolunda iki yaklaşımdır. Bilim ikincil yollar üzerinden ulaşmaya çalışır. Dinsellik ise doğrudandır. Bilim, doğrusal olmayan bir yaklaşım, dinsellik ise en düz yoldan yaklaşmaya çalışmaktır. Bilim, etrafında dönüp dururken, dinsellik, gerçeğin kalbine ok gibi saplanmaya çalışır.

Birkaç şey daha var. Düşünce, ancak bilinen şeyleri düşünebilir. Çiğnenmiş olanı çiğner. Düşünce asla özgün olamaz. Bilinmeyeni nasıl düşünebilirsin? Düşünmeyi başardığın her şey bilinene ait olacaktır. Ancak bildiğin şeyi düşünebilirsin. Düşünce en fazla yeni kombinasyonlar yaratabilir. Gökyüzünde uçan, altından yapılmış bir at düşünebilirsin. Ama bu yeni bir şey değil. Gökyüzünde uçan kuşları biliyorsun, altını biliyorsun, atı biliyorsun; üçünü bir araya getiriyorsun. Düşünce en fazla yeni kombinasyonlar hayal edebilir. Ama bilinmeyeni bilemez. Bilinmeyen onun ötesindedir. O yüzden düşünce döngü içindedir. Bilineni tekrar tekrar bilmeye çalışır. Çiğnenmiş olanı tekrar tekrar çiğner. Düşünce asla özgün olamaz.

Gerçekle yüz yüze gelmek, onunla karşılaşmak, herhangi bir aracı olmadan gerçeğe ulaşmak, sanki varolan ilk insan gibi gerçeğe ulaşmak, insanı özgür kılar. Bu tazelik onu özgürleştirir.

Gerçek, bir deneyimdir, inanç değil. Gerçek, üzerinde araştırma yapılıp bulunacak bir şey değildir. Gerçekle karşılaşmak gerekir. Gerçekle yüz yüze gelmek gerekir. Sevgiyi çalışan bir kişi, tıpkı Himalayaları haritadan bakarak öğrenmeye çalışan biri gibidir. Harita dağ değildir. Eğer haritaya inanmaya başlarsan, dağı ıskalarsın. Eğer harita senin için bir saplantıya dönüşürse, dağ karşında olsa bile onu görmeyi başaramazsın.

Olay bundan ibaret. Dağ senin karşında. Ama gözlerin haritalarla dolu. Dağın haritaları. Farklı kaşifler tarafından çizilmiş aynı dağın haritaları. Biri dağa kuzeyden tırmanmıştır, biri doğudan. Hepsi farklı haritalar yapmıştır. Kuran, İncil, Gita. Aynı gerçeğin farklı haritaları. Ama sen haritalarla o kadar dolusun ki, o kadar ağır bir yük oluşturuyorlar ki, bir santim bile kımıldayamıyorsun. Karşında duran dağı bile göremiyorsun. Sabah güneşinde, bakir karlı zirvesi, altın gibi ışıldıyor. Ama sende onu görecek göz yok.

Önyargılı göz, kördür. Sonuçlarla dolu bir kalp ölüdür. Çok fazla varsayımı doğru kabul ettiğin zaman zekân keskinliğini, güzelliğini, yoğunluğunu kaybetmeye başlar; donuklaşır.

Donuk zekâya akıl denir. Senin o entelektüellerin aslında gerçekten zeki değil, sadece akıllı. Akıl bir cesettir. Onu süsleyebilirsin. Harika inciler, elmaslar, yakutlarla süsleyebilirsin; ama ceset hâlâ bir cesettir.

Canlı olmak ise tamamen farklı bir şeydir.

Bilim kesin olmak demektir. Bulgular konusunda kesin sonuç anlamına gelir. Bulgular hakkında çok kesin olursan, o zaman gizemi hissedemezsin. Ne kadar kesin olursan, gizem o kadar buharlaşıp yok olur. Gizemin bir ölçü belirsizliğe ihtiyacı vardır. Gizemin tanımlanmamış, araştırılmamış bir şeye ihtiyacı var. Bilim olgusaldır. Gizem olgusal değil, varoluşçudur. Bir olgu, sadece varoluşun çok küçük bir parçasıdır. Ve bilim parçalarla uğraşır, çünkü parçalarla uğraşmak daha kolaydır. Daha küçük olduğu için analiz edebilirsin. Kapasiteni aşmaz. Onları elinde tutabilirsin. Kesebilir, etiketleyebilir, nitelikleri, nicelikleri ve olanakları konusunda tamamen emin olabilirsin. Ancak bu süreç içinde gizem öldürülüyor. Bilim, gizemin öldürülmesidir.

Eğer gizemi yaşamak istiyorsan başka bir kapıdan girmen gerekir, tamamen farklı bir boyuttan. Zihin boyutu, bilim boyutudur. Meditasyon boyutu ise mucizevi olanın, gizemli olanın boyutudur.

Meditasyon her şeyi tanımsız kılar. Meditasyon seni bilinmeyen, haritası çıkartılmamış noktalara götürür. Meditasyon seni yavaş yavaş gözlemci ile gözlenenin bir bütün olarak kaynaşmasına götürür. Şimdi bu bilimde mümkün değildir. Gözlemci, gözlemci olmak zorundadır ve gözlenen, gözlenen olacaktır. Aradaki bu kesin tanımlanmış çizgi, her zaman bulunacaktır. Tek bir an bile kendini unutmamalısın. Tek bir an bile izlemekte olduğun nesneye ilgi duyup, ona tutkuyla, aşkla bağlanamıyorsun. Ondan ayrı olman gerekir. Mesafeli durman gerekir. Soğuk olmalısın, varlığıyla yokluğu seni ilgilendirmemeli. Bu fark etmezlik duygusu da gizemi öldürüyor.

Eğer gizemli olanı yaşamak istiyorsan, o zaman varlığında yeni bir kapı açmak zorundasın. Sana bilim adamlığını bırak demiyorum. Sadece, bilim senin için bir etkinlik olarak kalsın. Laboratuvarda bilim adamı ol. Ve labarotuvardan çıkınca bilimi tamamen unut. O zaman kuşları dinle. Bilimsel anlamda değil. Çiçeklere bak; bilimsel anlamda değil. Çünkü bir güle bilimsel anlamda bakarsan, aslında bambaşka bir şeye bakıyor olursun. O, şairin gördüğü gül ile aynı değildir.

Deneyim nesneye bağlı değildir. Deneyim, onu yaşayana bağlıdır. Yaşananların niteliğine bağlıdır.

Bir çiçeğe bakarken, çiçek ol. Çiçeğin etrafında dans et, şarkı söyle. Rüzgâr serin ve taze esiyor. Güneş ısıtıyor. Çiçek olgunluğunun doruklarına ulaşmış. Çiçek rüzgârda dans ediyor. Kutluyor, şarkı söylüyor. Ona katıl. Fark etmezliği, nesnelliği, ayrı durmayı bırak. Bütün bilimsel yaklaşımlarını bırak. Biraz daha akışkan, biraz daha bütünleşici ol. Bırak çiçek kalbinle konuşsun. Bırak çiçek varlığına girsin. Onu davet et. O bir konuk. Bu sayede gizemin tadına bakmış olursun.

Gizeme giden ilk yol budur. Eğer bir an için katılımcı olursan, anahtarı eline almış olursun. En yüce adımın sırrını öğrenmiş olursun. Sonra yaptığın her şeyi katılımcı olarak yap. Yürümek, bunu mekanik olarak yapma. Kendini gözlemleyerek yürüme. Onu yaşa. Dans etmek, teknikle dans etme. Teknik önemsizdir. Teknik olarak doğru olsan bile, bütün keyfini kaçırırsın. Kendini dansın içinde erit. Dansın kendisi ol. Dansçıyı unut.

Hayatının birçok aşamasında bu tip derin bütünleşmeler yaşanmaya başlayınca; çevrenin içinde, egosuz, bir hiç olarak, yok olma gibi muhteşem deneyimleri yaşamaya başladığında; çiçek oradayken sen yoksun, gökkuşağı oradayken sen yoksun, içinde ve dışında bulutlar gökyüzünü arşınlarken sen yoksun. Senin yerine tam bir sessizlik olduğunda, senin varlığında kimse yokken; sadece saf, bakir bir dinginlik, mantık, düşünce, duygu ve his tarafından bozulmamış bir sessizlik olunca, meditasyon anına ulaşırsın. Zihin gitmiştir. Zihin gittiği zaman, gizem girer.
 

Zekâ : Koşullanmaların Zincirini Kırmak

Her türden koşullanma zehirdir. Bir kimsenin kendisini Hindu olarak düşünmesi, kendisini tüm insanlığın karşısında düşünmesi demektir. Birisinin Alman, Çinli olduğunu düşünmesi, insanlığa karşı olduğunu düşünmesidir; dostluk değil düşmanlık terimleri ile düşünmesidir.

Kendini bir insan olarak düşün. Şayet birazcık zekân varsa kendini basit bir insanoğlu olarak düşün. Ve zekân birazcık daha geliştiğinde insan sıfatını dahi bırakacaksın; kendini bir varlık olarak, sadece bir varlık olarak düşüneceksin. Ve varlık her şeyi içerir; ağaçlar ve dağlar ve nehirler ve yıldızlar ve kuşlar ve hayvanlar.

Büyü, kocaman ol. Niye tünellerin içinde yaşıyorsun? Niçin küçücük karanlık kara deliklerin içinde sürükleniyorsun? Ama sen büyük ideolojik sistemlerin içinde yaşadığını düşünüyorsun. Sen büyük ideolojik sistemler içinde yaşamıyorsun çünkü büyük ideolojik sistemler diye bir şey yok. Bir insanoğlunu içine alabilecek kadar büyük bir fikir yoktur; var olmak hiçbir kavramın içine sığmaz. Tüm kavramlar sakatlar ve kafa karıştırır.

Bir Katolik olma ve bir komünist olma; sadece bir insanoğlu ol. Tüm bunlar zehirdir, tüm bunlar önyargıdır. Ve çağlar boyunca bu önyargıların içinde hipnotize edildin. Onlar, senin kanının, senin kemiğinin, senin iliğinin parçası oldular. Bu zehirlenmeden kurtulmak için çok uyanık olmak zorunda kalacaksın.

Bedenin zihnin kadar zehirlenmemiştir. Beden basit bir olgudur, kolaylıkla temizlenebilir. Eğer vejetaryen yiyecekler yemiyorsan bundan vazgeçebilirsin; bu, çok büyük bir şey değildir. Ve eğer et yemeyi bırakırsan, üç ay içinde vücudun vejetaryen olmayan yiyecekler tarafından yaratılmış olan tüm zehirden tamamıyla özgürleşecektir. Bu basit bir şeydir. Fizyoloji karmaşık değildir.

Ancak, psikoloji ile birlikte problem ortaya çıkar. Bir Jaina rahibi asla zehirlenmiş, vejetaryen olmayan herhangi bir yiyecek yemez. Fakat onun zihni hiç kimsenin olmadığı kadar Jainizm tarafından kirletilip zehirlenmiştir.

Gerçek özgürlük tüm ideolojilerden özgür olmaktır. Hiçbir ideoloji olmadan basitçe yaşayamaz mısın? Bir ideolojiye ihtiyaç var mı? Niçin bir ideolojiye bu kadar ihtiyaç var? Ona ihtiyaç vardır çünkü o senin aptal kalmana yardım eder, ona ihtiyaç vardır çünkü o senin zeki olmadan kalmana yardım eder. Ona ihtiyaç vardır çünkü o sana kullanıma hazır cevaplar sağlar ve sen onları kendi başına bulmak zorunda kalmazsın.

Gerçekten zeki bir insan hiçbir ideolojiye tutunmayacaktır; niçin yapsın ki? O kullanıma hazır cevapların yükünü taşımayacaktır. O yeterince zekâya sahip olduğunu bilir, bu sayede hangi durum ortaya çıkarsa çıksın ona yanıt verebilecektir. Niçin geçmişten gereksiz yükler taşınsın? Onu taşımanın ne anlamı var?

Ve aslında geçmişten ne kadar çok şey taşırsan, şimdiki ana o kadar az yanıt verebileceksin çünkü şimdiki an geçmişin tekrarı değildir, o her zaman yenidir; her zaman, her zaman yenidir. O asla eski değildir; bazen eskimiş gibi gözükür ama eski değildir, bazı temel farklar vardır.

Hayat asla kendini tekrar etmez. O her zaman tazedir, her zaman yenidir, her zaman gelişir, her zaman keşfeder, her zaman yeni maceralara doğru yol alır. Senin kullanıma hazır eski cevapların yardımcı olmayacak. Aslında onlar seni engelleyecek; senin yeni durumu görmene izin vermeyecek. Durum yeni olacak ve cevapsa eski olacak.

Bu yüzden sen hayatın içinde bu kadar aptal gözüküyorsun. Fakat aptal kalmak ucuz gibi gelir. Zeki olmak çaba ister, zeki olmak gelişmek zorundasın demektir ve gelişmek acı vericidir. Zeki olmak devamlı olarak uyanık ve farkında olmak zorundasın demektir; uykuya dalamazsın, bir uyurgezer olarak yaşayamazsın.

Ve zeki olmanın birkaç tehlikesi daha vardır. Zeki olmak çok zordur çünkü aptal kalabalıklarla birlikte yaşamak zorundasın. Kör insanlarla yaşayıp gözlere sahip olmak tehlikeli bir durumdur; onların senin gözlerini yok etmesi kaçınılmazdır. Onlar sana tolerans gösteremez, sen onlar için bir tehditsin.

Bu yüzden İsa çarmıha gerilir, Sokrates zehirlenir, Hallac-ı Mansur öldürülür, Sarmad’ın kafası koparılır. Bunlar yeryüzünde yaşamış olan en zeki insanlardı ve biz onlara karşı nazik olduk mu? Sokrat’ın zekâsındaki bir adam niçin öldürülmek zorundadır? O, dayanılmaz hale geldi. Onun varlığı o kadar tehdit edici hale geldi. Onun gözlerinin içine bakmak, aynaya bakmak demekti. Ve biz o kadar çirkiniz ki çirkin olduğumuzu kabul etmektense, çirkinliğini unutup aynayı yok etmek ve dünyadaki en güzel insan olduğu rüyasını tekrar yaşamaya başlamak daha kolaydır.

Sokrates’i yok ettik çünkü o bir aynaydı. Dolayısıyla insanlar sıradan kalmanın, aptal kalmanın daha iyi olacağına karar verdi.

Daha bir gün önce bir haber okuyordum. İngiltere’deki bazı psikologlar büyük politikacıların, yüksek pozisyonlara gelene kadar zekâlarını çoktan kaybetmeye başlamış olduklarını keşfetmişler. Seksen dört yaşında bir adamın başbakan olduğunu bir düşün! Bu psikologlar tüm dünyayı, bunun tehlikeli olduğu konusunda uyarmıştır. Altmış, yetmiş, seksen yaşını geçmiş insanlar başbakan ve başkan oluyor. Bu dünya için tehlikeli çünkü onların çok fazla güçleri vardır ve çok az zekâları kalmıştır.

Fakat bu psikologlar benim sana söylemek istediğim başka bir şeyin farkında değiller. Aslında bu insanlar artık zeki olmadıkları için başbakan ve başkan olmayı seçerler. İnsanlar zeki kişileri sevmez. İnsanlar kendi gibi gözüken, onlar gibi olan insanlardan hoşlanır; onların yabancı olmadıklarını hissederler. Zeki insanlar garip olacaktır.

Sokrat’ı başbakan olarak seçecek herhangi bir ülke düşünemiyorum; imkânsızdır. O çok farklıdır, onun hayata yaklaşımı çok farklıdır, onun olayları kavrayışı çok derindir. Hiçbir ülke bunun bedelini ödeyemez ya da hiçbir ülke onu başbakan yapacak kadar cesur olamaz çünkü o kaos yaratır. O her şeyi baştan değiştirir çünkü her şeyin en baştan değişmesi gerekir.

Bu çürümüş toplum toptan yok edilmelidir; ancak o zaman yeni bir toplum yaratılabilir. Restore etmenin yararı yoktur. Aynı eskimiş yıkıntıları yüzyıllardır restore edip duruyoruz. Artık destek yok, artık restorasyon yok, artık boya-badana yok! Gereken tek şey onu yerle bir etmek ve yeni bir toplum yaratmaya başlamak. Yeni bir insanlık meydana getirelim; Homo Novus. Yeni bir şey, yeni bir zihin, yeni bir bilinç doğuralım.

İnsanlar donuk, ölü kimseleri iktidara getirir çünkü onlarla kendini güvende hissedersin. Ülkeler ortalama zekâda insanları iktidara seçer çünkü onlar, onların geleneklerini, göreneklerini, önyargılarını kurtaracaktır. Onların durumlarını koruyacaktır. Onları yok etmektense onları zenginleştirecek ve güçlendirecektir.

Zeki olmayan insanları güçlü konumlara getirmek kesinlikle tehlikelidir. Ve o giderek daha tehlikeli hale geliyor çünkü onların daha çok ve daha çok gücü ve çok daha az zekâsı vardır. Fakat bu, neden böyle olur? Bunun ardında ince bir mantık var. İnsanlar değişmek istemez. Değişim zordur, değişim güç bir şeydir.
 

Erkek : Bekâret

Tüm dinler sana eşini bırakmanı, çocuklarını bırakmanı, dünyayı bırakmanı,- konforunu bırakmanı ya da rahatını bırakmanı, yaşamını keyifli hale getiren her- şeyi bırakmanı öğretmiştir.

Sadece o zaman sen kurtarılabilirsin. Onlar sana intiharı öğretiyor; din bu değildir. Fakat onlar milyonlarca insanın intihar eylemini bir çeteye dönüştürmüştür.

Senin sevginin öldüğü an sende pek çok başka şey de ölür. Sevgisi ölmüş olan bir adam bir resimdeki güzelliği görmeye muktedir değildir. Şayet o bir insanın yüzündeki güzelliği göremezse; şayet o, varoluşun nihai ifadesindeki güzelliği göremezse nasıl bir tuvaldeki güzelliği görebilsin. Sadece birkaç tane renk, o ondaki güzelliği göremez.

Sevgisi ölmüş olan birisi şiir yazamaz çünkü sevgi olmadan onun şiiri basitçe tatsız olacaktır. İçinde yaşam olmayacaktır. Ardında hiçbir ruh olmayan basit bir kelime oyunu olacaktır. O bir şiir değil bir şiir cesedi olacaktır. Sevemeyen bir adam sözcüğün her anlamıyla yaratıcı olamaz.

Sözde cinsellikten vazgeçmiş olan azizler ve rahipler insan bilgeliğine, insan zekâsına, güzelliğine, zenginliğine, müziğine, dansına hiçbir katkıda bulunmamıştır. Hayır, hayattan vazgeçmiş rahipler ve rahibelerin hiçbir boyutta katkıda bulunmamıştır. Onlar yeryüzünde bir yük olmuştur.

Onların yapmış olduğu tek katkı AIDS’tir. Ve bu çok doğal bir sonuçtur.

Yaşam seksten çıkar, yaşam seksten oluşur. Cinselliğini öylesine mükemmelleşecek şekilde geliştirebilirsin ki o sevgi olabilir, o merhamet olabilir. Fakat sen seks enerjisinin kendisini bekâretle bloke edersen gelişiminin tüm olanaklarını mahvetmiş olursun. Artık sen ölüme doğru yol alıyorsun. Şayet seks hayatsa o zaman bekâret ölümdür. Bu, basit bir mantıktır... Bu bakirler sana AIDS’i vermiştir çünkü bekâret doğal değildir, fizyolojiye karşıdır, biyolojiye karşıdır, hormonlarına karşıdır. Ve şunu çok iyi hatırla; bedenin senden bağımsızdır. O senin emirlerine göre çalışmaz; onun kendi programı vardır ve o, ona göre çalışır. Bir şey yersin. Ne yiyeceğin sana bağlıdır ama bir kez o senin boğazından aşağı indiğinde bu konuda bir şey yapmak seni aşar. Artık onu hazmetmek, farklı elementlere ayırmak, bu farklı elementleri bedenin farklı bölgelerine göndermek bedeninin gücüne kalmıştır: Beyin için ihtiyaç duyulan şey beyne taşınacaktır. Üreme organları tarafından neye ihtiyaç duyulursa üreme organlarına taşınacaktır.

Ve bedenin senin Hristiyan bir rahip mi, senin bir bakir mi olduğunu bilmez: O sende sperm yaratmaya devam eder. Bu spermlerle ne yapacaksın? Onları içinde tutamazsın çünkü orada sadece küçük bir alan vardır; bir kez dolduğunda onlar bırakılmalıdır. Ve onlar bırakılmak için acele ederler çünkü onlar da dünyaya gelip dışarıda neler olduğunu görmek isterler. Sen dünyaya bu şekilde gelmişsindir, herkes dünyaya bu şekilde gelmiştir.

Gautama Buda’nın babasının bir rahip olmaması iyi bir şeydir. Sadece birkaç kişi: Gautama Buda’nın babası, Lao Tzu’nun babası, Chuang Tzu’nun babası, Musa’nın babası; şayet bu insanlar rahip olsalardı Hıristiyanlık dışında başka dinler olmayacaktı ... çünkü İsa’nın zavallı babasının İsa’nın doğumu ile hiçbir alakası yoktur: O bir rahiptir.

Ancak hiç bu konuda düşündün mü? Hristiyan Tanrı’sı bir üçlemedir. Ve Hristiyan üçlemesinin bir kısmı da Kutsal Ruh’tur. O bir bakir değildir, o bir tecavüzcüdür. Muazzam bir ilahi eylem! O zavallı bir marangozun bakire karısına tecavüz eder. Ve sen hâlâ bu canavara Kutsal Ruh demeye devam ediyorsun. O zaman kutsal olmayan bir ruh hakkında ne düşünüyorsun? Ve o Tanrı’nın vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu Tanrı’yı da bakir olmayan haline sokar.

Ancak senin rahiplerin, rahibelerin, tüm dinlerin insanların üzerine ölümü, insanların üzerine yok ediciliği dayatmışlardır ve ortaya çıkan nihai sonuç AIDS’tir... Ve AIDS çok hızlı, kontrolsüz bir alev gibi yayılıyor. O insanlığı yok edebilir.

Ego : Aydınlanma Korkusu

Herkesin bu kadar çok aydınlanmayı istediğini görüyorum. Bunun yanı sıra korktuğumuz da bir gerçek değil mi? Kendi varlığımızın içinde rahatlamaktan bizi alıkoyan korku nedir?

Pek çok korku vardır, bir tane değil. İlki, eğer aydınlanmak istersen psikolojik olarak ölmek zorundasındır. Yeni bir ruhsal varlık olarak yeniden doğmak zorundasın. Ve sen ruhsallık hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Kendin hakkında bildiğin her şey egonun etrafında merkezlenmiş olan zihnindir.

Senin olmadığın bir şey ile özdeşleşmiş olman ve her zaman olduğun, her zaman olacağın şeyi unutmuş olman çok garip bir olgudur. Başka herhangi bir şey olmanın hiçbir yolu yoktur. Senin varlığın varoluşsal olana aittir. Ancak katman katman koşullanmışlık vardır: ailen, öğretmenlerin, din adamların, politikacıların. Seninle, gerçek senle ve seninle, gerçek olmayan sen arasında upuzun sıralanmış insanlar vardır.

Ve doğal olarak sen anne babanı sevdin, onlar seni sevdi. Sana yapmış oldukları her şey bütünüyle bilinçsizceydi, amaçsızdı. Onlar hiçbir zaman senin bir ikiyüzlü olmanı istemedi ama seni bir ikiyüzlü yaptılar. Onların niyetlerinden hiç şüphem yok. Onların niyeti seni çok büyük bir şey yapmaktı ama onlar senin kadar bilinçsizlerdir. Onların anne babası onlara miras olarak kendi bilinçaltlarını vermiştir. Ve bu Âdem ve Havva’dan beri sürmektedir. Her kuşak gelecek olan kuşağı her türden pislikle, hurafelerle, aptallıkla doldurmaya devam eder.

Ancak onlara kızma. ‘Kızgın genç adam’ hakkında bir şeyler duymuşsundur. Kızgın genç adam bir aptaldır. Öfke hiçbir şeyi çözmeyecektir; o her şeyi daha zor ve daha karmaşık hale getirecektir. Senin anne baban, senin öğretmenlerin, senin komşuların öfkeyi hak etmiyor; onlar şefkati hak ediyor. Onlar başka bir şey yapamazlardı. Tüm iyi dilekleriyle seni mahvetmişlerdir, tıpkı onların anne babalarının onları mahvettiği gibi.

Ve şayet sen aydınlanmazsan kendi çocuklarını mahvedeceksin. Onların iyiliği için onlara her türden saçmalığı vereceksin.

Sana, sen bir Hıristiyansın, sen bir Hindusun, sen bir Müslümansın denmiştir. Sen bu dünyaya bir tabula rasa olarak geldin; üzerine hiçbir şey yazılı değildi. Anne baban üzerine saldırdı ve seni bir Hıristiyan yaptı ve Hıristiyanlık fikrini sana zorla dayattı ve senin korkularını, senin hırsını, onu sende yerleştirmek için kullandı. Sen cehennemden korkutuldun, sen cennet için hırslandırıldın. Elbette onlar senin günah yoluna sapmamanı ama sevabın saltanat yolunu izlemeni istediler.

Onların niyetlerinde yanlış hiçbir şey yoktu; sorun olan onların niyetleri değildir. Sorun olan şey onların bilinçli olmamaları, sana ektikleri tohumların zehir tohumu olmasıdır. Hiçbir iyi dilek, hiçbir iyi niyet bu tohumları değiştirmeyecektir. Ve bir kez onlar sende kök saldıktan sonra onlardan kurulmak giderek daha da zorlaşır. Çünkü sen zehir ağacı ile özdeşleş- mişsindir.

Bir Hıristiyan’ın Hıristiyanlığı bir kenara bırakması çok zordur. O ihanete benzer bir şey yaptığını hissedecektir. Hıristiyanlığı bir kenara koyarak o, İsa Mesih’e ihanet etmiş gibi hissedecektir. O kimseye ihanet etmiyor. O basitçe her türden insanın onun üzerine koymuş olduğu koşullanma pisliğinden kurtulmaya çalışıyor.

Korku budur. Herhangi bir koşullanmayı bırakmaktan korkarsın çünkü bu koşullanma sana belli bir kişilik verir. Fakat sen bunun farkında değilsindir, bu yüzden bu konuda endişelenmezsin. Kişiliğin senin bireyliğinin yerini almıştır. Ve kişiliğini fırlatıp atmak demek tüm geçmişin, onun hepsi demektir. Seçme şansı yoktur... Onda kötü taraflar vardır, onları at ve onda iyi taraflar vardır, onları koru diye bir şey söz konusu değildir.

Senin tüm geçmişin sana başkaları tarafından dayatılmıştır, bu yüzden onun iyi ya da kötü olmasının bir önemi yoktur. Hatırlanması gereken önemli şey onun senin bir keşfin olmadığıdır. Onun hepsi ödünç alınmıştır. O ikinci eldir, üçüncü eldir. Belki de milyonlarca elden geçmiştir. O gerçekten kirlidir.

Ondan bütünüyle kurtulmak zorundasın.

Bütünüyle kendini kaybetmiş hissedeceğin bir boşluk olacak. Kim olduğunu, kendini tanıyordun. Kim olduğunu bilmediğin bir boşluk gelecek. Ancak bu güzel bir deneyimdir. Çünkü masumiyetin geri gelmiştir. Yeniden doğarsın; o yeni bir doğumdur. Artık keşfetmeye başlayabilirsin.

Tüm arazi yenidir, asla daha önce burada olmamıştın. Varoluşunun çeperinde dolanıp dolanıp duruyordun. Bu maceralıdır, çok büyük bir meydan okumadır. Korku ortaya çıkar. Korku ortaya çıkar çünkü olduğunu zannettiğin şey ellerindedir. Ve benim bahsettiğim bireysellik senin ellerinde değildir. Ne keşfedeceğini ya da keşfedilecek bir şey olup olmadığını bilmiyorsun.

Pek çok dilde bir deyim vardır ... benzer deyimler: “Elinde olan yarım ekmek uzakta olan bütün ekmekten daha iyidir.” Ve ben senden bu yarım ekmeği şu an senden çok uzakta olan bir şey için bırakmanı istiyorum. Korku doğaldır. O endişelenecek bir şey değildir, sadece anlaşılması gerekir.

Sadece senin için korkulacak hiçbir şey olmadığını net bir şekilde söyleyebilirim. Doğumdan sonra sana eklenmiş olan her şeyi bırakabilirsin; yine de yaşıyor olacaksın, sadece yaşamak değil, bolluk içinde yaşamak. Ölümü beklemene gerek yok. Kişiliğine şimdi ölümü ve yeniden doğumu verebilirsin.

Aydınlanma tam olarak budur: Kişilik ölür ve kişilik tarafından bastırılmış olan bireysellik gelişmeye, çiçek açmaya başlar.

Ancak senin sorun başka bir soru daha ortaya çıkarır. Beni dinleyerek ya da aydınlanma fikri üzerine okuyarak onun için hırslanmaya başlarsın. En başından beri ıskaladığın nokta budur. “Aydınlanmak istiyorum” dersin. İstemek engeldir. Aydınlanmak isteyen bu ‘ben’ kimdir?

Bu ‘ben’ aydınlanmış olmaktan seni alıkoyan, senin egonun kendisidir. Şimdi insanların büyük bir lideri olmaya, dünyadaki en zengin insan olmaya, Amerika’nın ya da Rusya’nın en güçlü başkanı olmaya çalışan ‘ben’ tüm bu başkanlardan ve tüm bu zengin insanlardan daha büyük hale gelmek için yeni bir fikre; aydınlanmaya sahip olan ‘ben’ ile aynıdır. Ego, “Çok iyi! Aydınlanmak istiyorum.” der.

Ego aydınlanamaz, sadece karanlık aydınlık olabilir.

Beni dinlerken ya da bu fikri başka bir yerden edinirken hatırla: Aydınlanmayı isteyemezsin. Aydınlanabilirsin ama onu isteyemezsin, onu arzulayamazsın. O satın alabileceğin bir mal değildir. O işgal edebileceğin bir ülke değildir. O yaklaşıp bulabileceğin bir yerde — dışarıda — değildir.

Aydınlanma, her ikisinin de — kişiliğin ölümü ve bireyselliğin yeniden doğumu — dahil olduğu içsel deneyimin adıdır.

Dünyanın her tarafındaki manastırlarda bulunan insanlar aydınlanmayı, uyanmayı, özgürleşmeyi — aynı deneyim için pek çok sözcük — arzuluyorlar. Ancak onlar sadece aptaldırlar. Aslında onlar aydınlanmayı arzulayarak aydınlanmayı pazardaki bir mal haline getiriyorlar.

Aydınlanma arzulanacak bir şey değildir. O zaman kişi ne yapmalıdır? Kişi kendi kişiliğini katman katman anlamak zorundadır. Aydınlanmayı bütünüyle unut, onun seninle hiçbir alakası yoktur. Kesin olan bir şey vardır: Sen aydınlanamazsın. Kim olduğunla başla. Tıpkı soğanın soyulduğu gibi kişiliğini katman katman soy. Bu katmanları atmaya devam et. Yeni katmanlar olacaktır. Ve en sonunda soğanın kaybolduğu ve ellerinde sadece boşluğun olduğu bir an gelir. Bu an aydınlanma anıdır. Onu arzulayamazsın çünkü arzu soğanına bir katman daha ekler. Ve diğer tüm katmanlardan daha tehlikelidir.

Bir cumhurbaşkanı olmak çok büyük bir şey değildir, herhangi bir ahmak onu becerebilir. Aslında dünyanın her tarafında ahmaklar bunu yapıyor. Başka kim bir cumhurbaşkanı ya da bir başbakan olmakla ilgilenir. Hiçbir zaman bilge bir adamın cumhurbaşkanı ya da başbakan olmaya çalıştığını görmedim.

Garip bir gerçeğin farkında mısın, geçmişte bazı krallar aydınlanmıştır. Hindistan’daki Ashoka aydınlanmıştır. O dünyadaki en büyük imparatorlardan biriydi. Aslında Hindistan ondan sonra asla o kadar büyük olmamıştı. Hindistan’ın parçaları işgal edilmeye, yeni ülkeler olmaya devam edip durmuştur. Bugünkü Hindistan Ashoka’nın imparatorluğunun sadece üçte biridir. Çin’de, Japonya’da, Yunanistan’da aydınlanmış olan imparatorlar vardı. Bir imparator, imparator olmayı arzulamış kimse değildir. Nasıl ki birisi bir dilenci olarak doğarsa, o da bir imparator olarak doğar. O bunu normal karşılar; kendi soğanı etrafındaki bir hırs katmanı haline gelmez.

Ancak biz herhangi bir cumhurbaşkanının, herhangi bir başbakanın aydınlandığını asla duymamışızdır. Bu garip gelir ama nedeni çok açıktır. Cumhurbaşkanları doğmaz, onun için mücadele etmek zorundadırlar, yalan söylemek ve — bu vaatlerin yerine getirilemeyeceğini gayet iyi bilerek — vaat etmek zorundadırlar. Onlar diplomatik olmak zorundadır, onlar ne istediklerini söyleyemezler. Onlar bir şeyler söylemeye devam edip dururlar ve onlar asla onları yapmayacaktır. Politikacı son derece kurnaz olmak zorundadır.

Hiçbir politikacının aydınlandığı duyulmamıştır. Bunun basit nedeni, monarşinin kaybolduğu demokratik dünyada ülkenin başı olmanın egonun en büyük arzusu olmasıdır. Ancak aydınlanma arzusu nihai arzudur; ondan daha büyük bir şey arzulayamazsın. Mutlak saadeti istemişsindir, mutlak varoluşsal bilgeliği istemişsindir.

Aydınlanmayı bir arzu haline sokma; aksi takdirde ıskalamaya devam edersin.


Sana önereceğim şey aydınlanmayı unutmandır.

Onun seninle bir alakası yoktur, onu asla göremeyeceksin; o sen yokken gerçekleşir. Soğanını tamamıyla soyduğunda, egon buharlaştığında, o oradadır. Ancak sen, “ben aydınlandım” diyemezsin. “Ben” artık orada değildir; aydınlanma oradadır.

Korku normaldir çünkü tüm kişiliğini bütünüyle bırakmak zorundasın ve bu ise şu an sahip olduğun her şeydir. Onun ötesinde bir şey olduğunu bilmiyorsun. Daha fazlasını elde etmek istiyorsun ve ben ise sana, seni sen yapan her şeyi ver diyorum. Korku budur. Eğer korkuyu dinlersen, hiç umut yoktur.

Fakat aslında senin neyin var? Kaygı, ıstırap, sıkıntı, çaresizlik, başarısızlık; binlerce kompleks. Senin tüm hazinen budur. Sadece ona bir bak! Bu hazineyi bırakma, kaygılarından kurtulma, sıkıntıyı fırlatıp atma korkusu nedir?

Ancak her şey gerçekten karmaşıktır. Niçin sıkılıyorsun? Ve niçin ondan kurtulamıyorsun? Onun içinde bazı çıkarlar olmalıdır. Karından yahut kocandan sıkılmış olmalısın. Her karı ve her kocanın birbirinden bıktığı, sıkıldığı bir noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Ancak bir zorluk vardır. Karına sadece hoşçakal diyemezsin. Çocukların vardır, ikiniz de onları seversiniz, bu çocukları kaybetmek istemezsiniz. Çocukları kimin alacağı üzerine mahkemede bir kavga olacaktır; her ikisi de onlara sahip olamaz.

Toplumda belli bir prestijin vardır. İnsanlar sizin model olan çiftlerden biri olduğunuzu düşünür. Çünkü onlar sizi her zaman birbirinize sevgi gösterirken görür. Bir ayin gibi işe giderken karını öpersin, işten döndüğünde karını öpersin. Ne senin için bir anlamı vardır ne de onun için anlamı vardır ve her ikiniz de bunu bilirsiniz. Ve karını öperken içinden kendine “tüm bu şeylerin canı cehenneme” diyorsun.

Ancak insanlar içinden kendine söylediğin şeyi duymuyorlar, onlar sadece görür. “Otuz yıllık evlilik ve sanki arabalarının arkasında yeni evli yazısı yazıyormuş gibi hâlâ çok sevgi dolular. Görünen o ki onların balayı uzadıkça uzuyor: Otuz yıllık balayı!”

Bunun sonu yoktur. Topluma girdiğinde rol yaparsın; insanların sahip olduğu, sizin en iyi çift olduğunuz fikrini korumak zorundasın. Bunlar senin yatırımlarındır.

Belki de sen zengin bir kadınla evlendiğin için zenginsindir. Eğer onu bırakırsan yeniden dilenci olacaksın; bunu yapmak istemezsin. Belki de eşinin iyi görünümü — bu çok garip bir dünyadır — ya da eşinin ilişkileri sayesinde iyi bir işe sahipsin. Eğer karından ayrılırsan işini kaybedebilirsin. O halde, sıkıntıdan nasıl kurtulmalı? Can sıkıntısı pek çok yatırımla ilişkilidir.

Onun cesarete, büyük cesarete ihtiyacı vardır. Ve sana söylemek isterim ki dilenci olman ama canının sıkılmaması, imparator olup canının sıkılmasından çok daha iyidir. Çünkü sıkıntı ruhsal dilenciliktir. Ve o asla tek başına gelmez. Eğer sıkılıyorsan çaresizlik olacaktır, kaygı olacaktır, ne yapmalı diye zihinde sürekli bir gerginlik. Öldürmek isteyebileceğin bir adam ya da kadınla yaşamaya devam etmek zorundasındır ve onu öpmek zorundasındır.

Sıkıntıyı bırakmak her ne pahasına olursa olsun devrimci bir adım demektir; sıkılmış bir insan olarak hayatın ile sürtüşmeyeceksindir. Çünkü yaşamının anlamı nedir? Ve dünyanın her tarafında herkesin sıkılmış olduğunu göreceksin. Birisi işinden, mesleğinden sıkılmıştır. O hiçbir zaman bir doktor olmak istemedi ama anne babası onu daha saygıdeğer, daha kârlı bir iş olduğu için doktor olmaya zorladı. Kâr edersin, saygınlık elde edersin ve hâlâ sana halkın hizmetindeki büyük birisi derler. Çünkü sen insanlığa hizmet ediyorsun. Bu gerçekten muhteşem!

Anne baban seni bir doktor olmaya zorladı. Ondan nefret ediyorsun, onu hiç istememiştin; sen bir ressam olmak istedin. Ancak, hiç kimse seni dinlemedi; sana, “Sen delirmişsin, eğer bir ressam olmak istersen sokakta bir dilenci olarak öleceksin. Tüm bu saçmalıkları unut. Kişi gençken zihnine her türlü romantik fikir gelir. Sakin ol evlat. Biz de genç olduk ve biz de muazzam şeyler hayal ettik. Ama şimdi biliyoruz ki tüm bu romantik fikirler sadece geçici bir hevestir. Eğer senin bir ressam olmana izin verirsek bizi asla affetmeyeceksin. Senin bir ressam olmana izin veremeyiz!” dediler.

Sen bir müzisyen, bir dansçı, bir heykeltıraş olmak istedin. Ama hiç kimse seni desteklemeyecektir. Sen bir dansçı olmak istedin ve bir iş adamı haline geldin; bundan sıkılırsın. Bir gün kendini, gerçekten bir ağaca asıp her şeyi bitirmek istersin. Ancak, bunu da yapamazsın çünkü yapılacak çok şey vardır: Vergi iadesi formlarını doldurmak zorundasındır ve vergi dairesi senin peşindedir... Kendini asacak vaktin yoktur.

Etrafında bitmemiş çok fazla şey var. Önce her şeyi bitirmen gerekir. Ondan sonra kendini gidip asarsın. Ancak, her şey her zaman bitmemiş kalır. Ve kendini asma fikri sana birazcık rahatlama sağlar, durum ne olursa olsun her zaman bir çıkış olması sana belli bir zevk verir: Her zaman kendini asabilirsin. O yüzden ne acelesi var. Ve kim bilir? Yarın bir şeyler değişebilir. Doğru kadını bulabilirsin.

Doğru kadın yoktur, doğru erkek yoktur. Hiç kimse öyle birini bulamamıştır. Ancak, doğru erkeği, doğru kadını bulma fantezisi...

Her çift ilk kez âşık olduklarında birbirleri için yaratılmış olduklarını zanneder; her zaman için hayalini kurduğu kadın budur. Hep düşündüğü, arzuladığı kadın, erkek budur. Ancak, balayı bittiğinde yanlış kişiye yakalandığını bilirsin; birbiriniz için yaratılmadınız.

Ama fanteziler kurmaya devam edersin: “Belki başka bir kadın?” Çünkü dünya kadınlarla doludur, erkeklerle doludur. Bu kez kaçırdın. Bir daha ki sefer...

Arkadaşlarımdan birisi üç kez evlendi. Hindistan’da boşanmak zordur. Neredeyse tüm hayatı boşa gitti; kadınlar baş belasıydı. Kanun kolay değildir ama o bir şekilde başardı çünkü Hindistan’da bir şekilde her şeyi başarabilirsin. İhtiyaç duyulan tek şey paraydı ve onun parası vardı. Herkese rüşvet verebilirsin. Bu ulusal bir gelenekti ve yeni değildir, çok eskidir.

Hintliler Tanrı’ya rüşvet vermektedir, o halde bir memura ya da hâkime rüşvet vermekten niye çekinsin? Hintli tapınağa gittiğinde tanrısına, “Eğer bu piyangoyu kazanırsam sana beş rupi değerinde tatlı sunacağım,” ya da “On bir tane brahmin’e ziyafet çekeceğim der.” Bu nedir? Ve piyango bir milyon rupidir; beş rupiye bir milyon rupi kazanmaya çalışıyor. Ve asırlardır Hintliler Tanrı’ya rüşvet vermektedirler, bu onların geleneğidir. Kimse bundan gocunmaz.

Herhangi birisine rüşvet verebilirsin; ne o bundan gocunur ne de sen kötü hissedersin çünkü o senin işini yapıyor. Bu neredeyse iş için ödeme yapmaktır. Ve o, senin ona verdiğin rüşvetten çok daha pahalı bir iş yapıyor. Her şeyi başarabilirsin. Cinayet işleyebilirsin ve mahkeme tarafından saygıyla serbest bırakılacaksın; ihtiyaç duyulan tek şey paradır.

Bu yüzden kişi yarın her şey farklı olacak zannetmeye devam eder. Arkadaşım üç kez eş değiştirdi. Ve her zaman bana, “Gelecek sefere, şimdi kurtulmaya çalıştığım gibi bir kadına âşık olmayacağım. O gerçek bir kaltak!” derdi.

Ve ona, “Sen her zaman gerçek bir kaltağa âşık olacaksın!” dedim.

“Bu garip. Sen hep ısrar edersin ve hayret verici olan şu ki her zaman haklısın! İkinci kadın ilki kadar kaltak olduğunu gösterdi, üçüncü kadın da diğerleri kadar kaltak olduğunu kanıtladı. Nasıl bunu tahmin ediyorsun?” dedi.

“Tahmin etmiyorum, ben bir astrolog değilim. Sadece seni tanıyorum; ne tür bir kadının seni çekeceğini biliyorum. Niçin ilk kadına âşık oldun? Kadının hangi niteliklerinin seni cezp ettiğini düşündün, analiz ettin mi? Ve ikinci kadını senin için kim bulacaktı? Yine sen. Ve sen yine aynı şeylere çekilecektin.”

“Sen değişmedin, cazip buldukların değişmedi. Sen asla bu kadını seçme konusunda sorumlu hissetmedin. Bu nedenle üç seferdir aynı tür eşyaya sahip oldun ... yeniden ve yeniden ve yeniden. Bunun boşanmayla alakası yok, bunun kadınları değiştirmekle alakası yok; senin zihnini değiştirmenle alakası var.” dedim.

Ancak, insanlar her zaman bir şeyleri başkasına atmayı severler. Çocukların hippi olmaya başladığı için endişeleniyorsun. Kızın uyuşturucu alıyor, oğlun yanlış olan her şeyi yapıyor: uzun saç, sakal, uyuşturucular ve üniversiteden atılmış. Kaygılısın: Ne olacak? Kendi kaygını kızın üzerine, oğlanın, karının üzerine atıyorsun; herkes bu işi görecektir.

Zannediyor musun ki, oğlun mükemmel bir şekilde doğru yoldan gitseydi, kızın evlilik öncesinde hamile kalmayacak olsaydı, onlar uyuşturucu almasalardı kaygısız olabileceğini mi sanıyordun? Kızları ne derlerse yapan, oğulları anne babasının istediği şekilde eğitim gören pek çok insan tanıyorum; yine de onların başka bir şey için endişeleri var. Onlar endişelenecekleri başka bir nesne bulacaklardır.

Çocukların varsa çocukların hakkında endişelenirsin. Çocukların yoksa niçin Tanrı’nın sana çocuk vermediğinden endişelenirsin. Bizim bu dünyamız, görünen o ki her türlü hayvanın olduğu bir hayvanat bahçesi gibidir.

Egonun katmanlarını bırakmak demek psikolojik bir intihar etmeye hazırsın demektir. Ben ona sırf iyi bir isim vermiş olmak için sannyas diyorum çünkü şayet ona ‘intihar’ dersem daha da çok korkacaksın.

Buraya aydınlanmaya geldin, intihar etmeye değil. Ancak gerçek şudur ki intihar etmediğin sürece aydınlanma yoktur. İnsanlar aydınlanma istiyor ve hiçbir şeyi bırakmak, hiçbir şeyi kaybetmek istemiyorlar.

Sen aydınlanmayı olduğun halinle istiyorsun. Şimdi, bu mümkün değildir. Seninle özdeşleşmiş olan pek çok şeyi kesip atmak zorunda kalacaksın. Ve benim sürekli olarak yaptığım şey budur: sana darbe indirmek, sana vurmak, seni şok etmek. Ve sürekli olarak seni şok etmek, canını yakmak, yaralamak için mümkün olan her şeyi yapmaya devam edeceğim çünkü yaralananın senin egon olduğunu, incinenin egon olduğunu fark etmeni istiyorum.

İçindeki korku içgüdünün peşine düşme çünkü bu seni bir korkak yapacak; o, senin insanlığını aşağılar. O, kendin tarafından yapılan bir aşağılamadır. Ne zaman bir korku görürsen, onun üzerine git! Basit bir kriter: Ne zaman bir korku görürsen, onun üzerine git ve her zaman egonun basitçe kaybolacağı ana doğru gelişiyor, genişliyor, yöneliyorsundur çünkü onun tüm işlevi korku vasıtasıyladır. Ve egonun yokluğu aydınlanmadır; o artı bir şey değildir.

Aydınlanma sana eklenen pozitif bir şey değildir. Aydınlanma bütünüyle bir olan sensindir.

O, negatif bir olgudur; sen artık yoksun. O, senin başına gelmez; o, sen onu artık engellemediğinde, yok olduğunda gerçekleşir. Bu nedenle aydınlanmayı psikolojik bir intihar olarak isimlendiriyorum.
 

Farkındalık : Zihinsizlik

“Zihni kontrol etmeye” çalışma. Lisan seni yanlış yerlere götürebilir...

Meditasyon zihne karşı bir çaba sarf etmek değildir, o zihni anlamanın bir yoludur. Zihne sevecenlikle tanıklık etmektir ama kişi elbette sabırlı olmak zorundadır. Kafanda taşımakta olduğun bu zihnin ortaya çıkması yüzyıllar, bin yıllar sürdü. Küçücük zihnin tüm insanlığın deneyimini taşıyor. Ve sadece insanlığın da değil — hayvanların, kuşların, bitkilerin, taşların — tüm bu deneyimlerden geçtin. Bu ana kadar olan her şey sende de oldu.

Küçücük bir fındık kabuğunda tüm varoluşun deneyimini taşıyorsun. Senin zihnin budur. Aslında ona senin demek doğru değil. O kolektiftir; o hepimize aittir. Modern psikoloji buna yaklaşmaktadır, bilhassa Jungcu psikoloji ona yaklaşmaktadır ve kolektif bilinçaltı gibi bir şeyi hissetmeye başlamışlardır. Zihnin sana ait değil; o hepimize ait. Bedenlerimiz çok ayrı; zihinlerimiz ayrı değil. Bedenlerimiz net bir biçimde ayrı, zihinlerimiz örtüşür ve ruhlarımızsa tektir.

Bedenler ayrıdır, zihinler örtüşür ve ruhlarsa tektir. Benim farklı bir ruhum yok ve senin farklı bir ruhun yok. Varoluşun tam merkezinde buluşuruz ve tekiz. Tanrı budur: Her şeyin buluşma noktası. Tanrı ve dünya — “dünya” beden demektir — arasında zihin vardır.

Zihin bir köprüdür, bedenle ruh arasında, dünyayla Tanrı arasında bir köprü. Onu yok etmeye çalışma!

Pek çokları onu Yoga ile yok etmeye çalıştı. Bu Yoganın yanlış kullanılmasıdır. Pek çokları onu beden hareketleriyle, nefesle yok etmeye çalıştı; bu da bedende zor fark edilen kimyasal değişiklikler yapar. Mesela, eğer kafa üstü, shirhasan’da durursan zihni kolayca yok edersin: Çünkü kan kafanın içine hücum eder, sel gibi kafanın içine akar ... kafanın üzerinde durduğunda yaptığın şey budur. Beyin mekanizması naziktir. Sen onu sel gibi kanla dolduruyorsun, nazik dokular ölecektir. Bu nedenle hiçbir zeki yogiye rastlayamazsın. Hayır; yogiler az ya da çok aptaldır. Bedenleri sağlıklıdır, güçlüdür, bu doğru ama zihinleri ölmüştür. Zekâ parıltıları göremeyeceksin. Çok gürbüz, hayvansı bir beden göreceksin ama bir şekilde insan kaybolmuştur.

Kafanın üzerinde durarak kanını yerçekimiyle kafanın içine doğru zorluyorsun. Kafanın kana ihtiyacı var ama az miktarda ve yavaşça, sel gibi değil. Yerçekimine karşı azıcık kan kafaya ulaşır ve bu da dingin bir şekilde olur. Çok fazla kan kafaya giderse tahrip edicidir.

Yoga zihni öldürmek için kullanılmıştır. Zihni öldürmek için nefes kullanılabilir; hassas zihin için sert olabilecek nefes ritimleri vardır, ince nefes titreşimleri vardır. Zihin onlarla tahrip edilebilir. Bunlar eski numaralar. Artık yeni numaralar bilim tarafından sağlanıyor: LSD, esrar ve diğerleri; giderek çok daha karmaşık uyuşturucular er ya da geç sunulacak.

Ben zihnin durdurulması taraftarı değilim. Ben onun izlenmesi taraftarıyım. O kendiliğinden durur ve o zaman güzeldir. Bir şey hiç şiddet olmadan gerçekleşirse kendine has bir güzelliği vardır; doğal bir gelişimi vardır. Bir çiçeği güç kullanıp açabilirsin; bir goncanın taç yapraklarını çekip zorla açabilirsin ama çiçeğin güzelliğini yok etmiş oldun. Artık neredeyse ölüdür. Senin vahşetine dayanamaz. Taç yaprakları gevşemiş, güçsüzleşmiş, ölüyor. Gonca kendi enerjisiyle açtığında, kendiliğinden açtığındaysa bu taç yapraklar canlıdır.

Zihin senin kendi çiçeklenmendir; onu hiçbir şekilde zorlama. Ben her türden zorlamaya ve şiddete karşıyım ve bilhassa da kendine yönelik olana.

Sadece izle — derin duada, sevgide, saygıda — ve ne olduğunu göreceksin. Mucizeler kendiliğinden gerçekleşecek. İtip kakmaya gerek yok.

Düşünceyi nasıl durdurmalı? Ben sadece uyanık ol ve izle diyorum. Ve bu durdurma fikrini de bir kenara at, yoksa zihnin doğal dönüşümünü durdurur. Bu durdurma fikrini bırak! Sen kim oluyorsun da durduracaksın?

En fazla keyfini çıkartabilirsin. Ve yanlış hiçbir şey yok; ahlaksız düşünceler bile, sözde ahlaksız düşünceler bile zihninden geçse, bırak geçsinler. Yanlış bir şey yok. Sen ayrı dur, bir zarar verilmiyor. O yalnızca bir kurgu, içsel bir film izliyorsun. Onu kendi halinde bırak ve o seni zihinsizliğe doğru zamanla götürecek. İzlemek nihai olarak zihinsizlikte son bulur.

Zihinsizlik zihnin karşısında değildir; zihinsizlik zihnin ötesindedir. Zihinsizlik zihni öldürerek, yok ederek gelmez; zihni bütünüyle anlayıp artık düşüncelere ihtiyaç duymadığında zihinsizlik gelir. Kavrayışın onun yerine geçmiştir.
 

Sezgi : Kendinle Uyum İçinde Olmak

İnsanın varlığı basittir. Ancak kişiliği değildir, kişilik karmaşıktır.

Kişilik, bir soğan gibidir. Birçok şartlandırma ve bozulma tabakası altında, insanın basit varlığı gizli kalmıştır. O kadar çok filtrenin altındadır ki onu göremezsin. O kadar çok filtrenin arkasında gizli kalmıştır ki, dünyayı da göremezsin. Çünkü sana ulaşan her neyse, o filtrelerden geçerken bozularak gelir.

Hiçbir şey sana olduğu gibi ulaşmaz. Sen de onu kaçırırsın. Arada birçok çevirmen vardır. Bir şey görürsün, önce gözlerin ve sonra duyuların onu yalanlar. Sonra ideolojin, dinin, toplumun, kilisen yalanlar. Ondan sonra duyguların yalanlar. Bu böyle devam eder. Sana ulaştığı zaman, neredeyse aslından hiçbir şey kalmamıştır. Aslı o kadar azalmıştır ki, hiçbir fark yaratmaz. Sen sadece filtrelerinin izin verdiği şeyleri görürsün ve o filtreler çok fazla şeyin geçmesine izin vermez.

Bilim adamları buna katılıyor. Bizim gerçeğin sadece yüzde ikisini gördüğümüzü söylüyorlar. Sadece yüzde iki! Yüzde doksan sekizi kaçırılıyor. Beni dinlerken, sadece söylenenin yüzde ikisini duyacaksın. Yüzde doksan sekizi kaybolacak. Yüzde doksan sekizi kaybolunca da, o yüzde iki hiçbir şey ifade etmeyecek. Sanki bir romanın rasgele iki sayfasını almış gibi. Bir buradan, bir oradan. Sonra bütün romanı bu iki sayfadan yola çıkarak tekrar oluşturmaya çalışacaksın. Doksan sekiz sayfası eksiktir. Ne olduklarına dair en ufak bir fikrin yok.

Varolduklarını bile bilmiyorsun. Elinde sadece iki sayfa var ve bütün romanı onlardan yola çıkarak tekrar oluşturuyorsun. Bu oluşturulan şey senin icadındır. Gerçeğin keşfi değil, senin hayal gücündür.

Ayrıca içinde, boşlukları doldurma ihtiyacı vardır. Birbiriyle ilgisiz iki şey gördüğün zaman, zihin onlar arasında bir bağ kurmaya çalışır. Aksi halde huzursuz olur. Bu yüzden bir bağ icat edersin. Bağlantısız şeyler arasında bir köprü kurarak, aslında orada olmayan bir dünya yaratırsın.

George Gurdjieff bu filtrelere, tampon derdi. Onlar seni gerçeğe karşı koruyor. Yalanlarını, hayallerini ve gelecek düşüncelerini koruyor. Senin gerçekle temas etmene izin vermiyor. Çünkü o temas seni paramparça edecektir. İnsan yalanla yaşar.

Friedrich Nietzsche’nin şöyle dediği söylenir: “Lütfen insanoğlundan yalanı almayın. Aksi halde insan yaşayamaz. İnsan yalanla yaşar. Hayalleri almayın. Efsaneleri yok etmeyin. Gerçeği söylemeyin. Çünkü insan gerçeklerle yaşayamaz.” Yüzde doksan dokuz nokta dokuz söz konusu olduğunda haklı. Ancak yalanlarla nasıl bir hayat olabilir? Hayatın kendisi büyük bir yalan olur. Yalanlarla ne tür bir mutluluk mümkün olur? Bu mümkün değildir. O yüzden insanoğlu mutsuzdur. Gerçek örtülünce, yalanlarla sadece mutsuzluk olur. Ancak biz o yalanları korumaya devam ederiz.

O yalanlar, sana rahatlık verir. Seni doğrulardan, gerçekten ve varoluştan korur.

İnsan tıpkı bir soğan gibidir. Önemli olan, bu soğanı nasıl soyup, içindeki öze nasıl ulaşacağındır.

1. FİZİKSEL DUYULAR: İlk tabaka, bozuk fiziksel duyulardan oluşur. Bir an için bile fiziksel duyularının olmaları gerektiği gibi olduğunu düşünme çünkü değiller. Onlar eğitilmiştir. Bir şeyi, eğer toplumun izin veriyorsa görürsün. Toplumun izin veriyorsa duyarsın. Toplumun izin veriyorsa dokunursun.

İnsan birçok duyusunu kaybetmiştir. Örneğin, koku alma duyusu. İnsan neredeyse koku alma duyusunun tamamını kaybetmiştir. Bir köpeğe ve koku alma kapasitesine bak. Burnu ne kadar da hassas. İnsan bu konuda çok fakir. İnsanın burnuna ne oldu? Neden bir köpek ya da at kadar derinden koku alamıyor? Atlar kilometrelerce öteden koku alabilir. Köpeğin inanılmaz bir koku hafızası vardır. İnsanın böyle bir hafızası yoktur. Bir şey burnu bloke ediyor.

Bu tabakaları derinden inceleyenler, koku duyusunun kaybolmasını seksin bastırılmasına bağlıyor. Fiziksel olarak, insan her hayvan kadar duyarlıdır. Ancak psikolojik olarak burnu bozulmuştur. Koku, bedenine açılan cinsel kapılardan biridir. Hayvanlar koku aracılığıyla bir erkeğin, bir dişiyle uyumlu olup olmadığını hisseder. Koku, ince bir işarettir. Dişi ilişkiye hazır olduğu zaman belirli bir koku salgılar. Sadece koku sayesinde, erkek kabul edildiğini anlar. Eğer koku salgılanmazsa, erkek ayrılır. Kabul edilmediğini bilir.

İnsan koku duyusunu yok etmiştir. Çünkü eğer koku duyun doğal olarak kalırsa, kültürlü denen toplumu yaratmak çok zor olur. Sen sokakta yürüyorsun ve bir kadın, koku salgılayarak sana ilişkiye hazır olduğu sinyalini veriyor. O bir başkasının eşi, kocası yanında. Sinyal seni kabul etmeye hazır olduğunu söylüyor. Ne yapacaksın? Çok zor olur. Çok utanç verici olur. Sen eşinle yolda yürüyorsun ve ondan koku gelmiyor. Birden bir adam geçince, o koku salgılanıyor. Bunlar bilinçsiz sinyallerdir. Onları bir anda kontrol edemezsin. O zaman sen, eşinin diğer adama ilgi duyduğunu anlarsın. Diğer adama çağrıda bulunuyor. Bu sorun yaratır. O yüzden insanoğlu yüzyıllar içinde koku duyusunu tamamen yok etmiştir.

Kültürlü ülkelerde beden kokularının yok edilmesi için bu kadar çok vakit harcanması bir tesadüf değildir. Vücut kokusu deodorantlar ve parfümlü sabunlarla tamamen yok edilmelidir. Parfüm tabakalarıyla, güçlü kokularla örtülmesi gerekir. Bunların hepsi bir gizleme arzusudur. Hâlâ ortada olan bir gerçekliğin üstünü kapatma yoludur. Koku cinsel bir olaydır. O yüzden burnu yok etmişizdir. Burnu tamamen yok etmişizdir.

Bu farkı her dilde görebilirsin. Görmek demek, bir şeydir. Duymak demek, bir şey. Ama kokmak, tam tersini ifade eder. Görmek, görme yeteneği demektir. Ancak kokmak, koku alma yeteneği demek değildir. Senin koktuğun anlamına gelir. O baskı, dilin içine bile nüfuz etmiştir.

Aynı şey diğer duyularının başına da gelmiştir. İnsanlarla göz göze gelmiyorsun. Ya da eğer gelsen bile bu, sadece birkaç saniye sürüyor. Sen aslında insanlara bakmıyorsun. Bakmaktan kaçınıyorsun. Eğer bakarsan, bu kabalık olarak görülüyor. Bunu bir düşün. İnsanlara gerçekten bakıyor musun, yoksa gözlerine bakmaktan kaçınıyor musun? Çünkü eğer kaçınmazsan, o zaman o kişinin göstermeyi arzu etmediği bazı şeyler görebilirsin. Onun göstermek istemediği bir şeyi görmek, görgü kurallarına aykırıdır. O yüzden kaçınmak gerekir.

Kelimeleri dinliyor, ama yüzü görmüyorsun. Çünkü çoğu zaman, sözcükler ve yüz birbirini yalanlar. Bir insan bir şeyi söylerken, başka bir şeyi gösterir. Zamanla yüzü, gözleri ve mimikleri görme yeteneğimizi tamamen kaybetmişizdir. Biz sadece kelimeleri dinliyoruz. Sadece izle. İnsanların nasıl bir şey söylerken, başka bir şey gösterdiğini görüp şaşıracaksın. Kimse bunu algılamıyor çünkü doğrudan yüze bakmamak üzere eğitilmişsindir. Ya da baksan bile o duyarlılıkla, o ilgiyle bakmazsın. Boştur. Sanki bakmıyor gibisindir.

Biz sesleri kendi seçimimiz üzerine duyarız. Bütün sesleri duymayız. Biz seçeriz. İşimize yarayan sesleri duyarız. Ve farklı toplumlarda, farklı ülkelerde, farklı şeyler değerlidir. İlkel bir dünyada, örneğin bir ormanda yaşayan insanın ses algısı farklıdır. Vahşi hayvanlar için sürekli uyanık olmak gerekir çünkü hayatın söz konusudur. Eğer vahşi hayvanların bulunmadığı, kültürlü bir dünyada yaşıyorsan, tetikte olmana gerek yoktur. Böyle bir tehdit olmadığı için de, hayatta kalma endişen yoktur. Bir ihtiyaç duymadığın için kulakların o kadar iyi işlemez.

Hiç tavşan ya da geyik gördün mü? Onlar ne kadar da dikkatlidir. Ne kadar duyarlıdır? Çok küçük bir ses bile, rüzgarda hareket eden bir yaprak bile geyiğin dikkatini çeker. Sen onu algılamazsın bile. Hayatın çevresinde bir müzik vardır. Hayatı ince bir müzik kuşatır. Ancak biz bunun farkında değiliz. Muhteşem bir ritim vardır. Ancak onu hissetmek için daha hassas kulaklara, gözlere ve temasa ihtiyacın vardır.

Yani ilk tabaka, bozulmuş fiziksel duyulardır. Bizler sadece görmek istediklerimizi görürüz. Bütün beden mekanizmamız zehirlenmiştir. Bedenimiz kasılmıştır. Bir çeşit donuk hayat yaşarız. Soğuk, kapalı ve dışlanmış. Hayattan o kadar korkuyoruz ki, hayatın bizimle temas kurabileceği her türlü ihtimali öldürüyoruz.

İnsanlar birbirine dokunmuyor. El ele tutuşmuyor. Birbirine sarılmıyor. Birinin elini tuttuğun zaman utanıyorsun. O da utanıyor. Eğer birine sarılırsan, sanki yanlış bir şey yapıyor hissine kapılır ve ondan uzaklaşmak için acele edersin. Çünkü diğer beden seni açabilir. Diğer bedenin sıcaklığı seni açabilir. Çocuklar bile anne ve babalarına sarılamaz. Ortada büyük bir korku var ve bütün korku, temelde seks korkusuna dayanmaktadır. Sekse karşı bir tabu vardır. Bir anne oğluna sarılamaz. Çünkü oğlu, cinsel heyecan duyabilir. Bu bir korkudur. Bir baba kızına sarılamaz. Cinsel heyecan duyabileceğinden korkar. Sıcaklığın kendine özgü bir işleyişi vardır. Fiziksel ya da cinsel olarak heyecanlanmanın hiçbir yanlış yönü yoktur. O sadece birinin canlı olduğunun işaretidir. O kişi yaşıyordur. Ancak korku ya da seks tabusu sana uzak dur, mesafe koy der.

Bütün duyuların bozulmuştur. Doğal olmana izin verilmemiştir. O yüzden insan, gururunu, masumiyetini, zarafetini ve nezihliğini kaybetmiştir. İlk tabaka budur.

Bütün bu baskılar yüzünden beden orgazm dışı kalmıştır. Hiçbir keyif yoktur. Bu, hem erkeğe, hem de kadına neredeyse aynı şekilde olmuştur. Ama erkek, kadından daha fazla bozulmuştur. Çünkü erkek mükemmeliyetçidir. Nörolojik olarak mükemmeliyetçidir. Aklına bir fikir geldiği zaman, onu en uç noktaya kadar götürmeye çalışır. Kadınlar daha pratiktir. Daha az mükemmeliyetçidir. Kadınlar daha az nevrotik, daha çok dünyevi, daha dengeli, daha az entelektüel ve daha sezgiseldir. Onlar sonuna kadar gitmemiştir. Kadınların erkekler kadar nevrotik olmaması çok iyidir. O yüzden onlarda hâlâ biraz gurur, biraz zarafet, biraz varlık kıvrımı, biraz şiir kalmış durumdadır. İkisi de toplum tarafından bozulmuş ve sertleşmiştir. Erkek, kadından biraz daha fazla bozulmuştur. Ancak aradaki fark, sadece birkaç derecedir.

Bu tabaka yüzünden sana ulaşan her şeyin öncelikle bu filtreden geçmesi gerekiyor. Ve bu filtre, yok eder, çarpıtır, maniple eder, yeni renkler uyarlar, icat eder ve gerçeklik iyice çarpıtılır. Bu tabaka yok olduğu zaman... Yoganın bütün amacı budur. Bedenini canlı, duyarlı ve tekrar genç yapmaktır. Duyularına en üst düzey işlevsellik kazandırmaktır. O zaman bir insan hiçbir tabu olmadan yaşayabilir. Yumuşaklık, zarafet ve güzellik akmaya başlar. İçinde bir sıcaklık ve şeffaflık yükselir ve bu giderek gelişir. İnsan sürekli yeni ve genç olur, sürekli bir macera yaşar. Beden orgazmik olur. Keyif seni kuşatır.

Keyif sayesinde önce bozukluklar yok olur. O yüzden keyifli olmanda ısrar ediyorum. Her zaman kutla ve hayatın keyfini çıkar. Bedenini kabullen; sadece kabullenmekle kalma, varoluş sana bu kadar güzel bir beden verdiği için minnet duy. Çok duyarlı bir bedenin var. Gerçeğe açılan birçok katın var. Gözlerin, kulakların, burnun ve dokunuşun. Bütün bu pencereleri aç ve bırak hayatın meltemi içeri essin. Hayatın güneşi içini doldursun. Daha duyarlı olmayı öğren. Duyarlı olmak için her fırsatı kullan. Böylece ilk filtre aradan kalksın.

Eğer çimenler üzerinde oturuyorsan, o çimleri sürekli kopartıp yok etme. Bahçede oturmayı bırakmak zorunda kaldım. Eskiden insanlarla bahçede buluşurdum. Ama insanlar sürekli çimleri yok ediyordu; sürekli onları kopartıyordu, o yüzden bıraktım. İnsanlar çok vahşi; bilinçsiz olarak vahşi. Ne yaptıklarının farkında değiller. Onları tekrar tekrar uyarmama rağmen, birkaç dakika içinde yine unutuyorlardı. O kadar huzursuzdular ki, ne yaptıklarını bile bilmiyorlardı. Bu huzursuzlukları içinde önlerinde çimen olunca, onları kopartıp yok etmeye başlıyorlardı.

Çimler üzerinde oturduğun zaman gözlerini kapat. Çimen ol. Çimen gibi hisset. Çimen olduğunu hisset. Çimlerin yeşilliğini hisset. Çimenlerin ıslaklığını hisset. Çimenlerin yaydığı o güzel kokuyu hisset. Çimler üzerindeki çiğ damlalarını hisset. Onların senin üzerinde olduğunu hisset. Güneş ışınlarının çimenlerin üzerinde nasıl oynadığını hisset. Bir an için bu duygular içinde kaybolacak ve bedenine farklı bir duyguyla bakacaksın. Bunu her türlü durumda yap. Bir nehirde, yüzme havuzunda, kumsalda uzanırken, geceleyin mehtaba bakarken; kumların üzerinde gözlerin kapalı uzanmış, kum tanelerini hissederken. Vücudunu tekrar canlı kılmak için karşında milyonlarca fırsat var. Bunu ancak sen yapabilirsin. Toplum, bozmak için elinden geleni yapmıştır. Senin bunu tersine çevirmen gerekir.

Duymaya, görmeye, dokunmaya, koklamaya başladığın zaman, o zaman gerçeğin kokusunu alabilirsin.

2. ŞARTLANDIRMA: İkinci tabaka ise şartlanmadır. Sosyal, politik, dini, ideolojik inanç sistemleri. İnanç sistemleri seni iletişimden alıkoyar. Eğer sen bir Hindu isen ve ben de bir Müslüman isem, anında bir iletişimsizlik oluşur. Eğer sen bir insansan ve ben bir insansam, bir iletişim oluşur. Ama eğer sen bir komünist ve ben de bir faşistsem, iletişim durur. Bütün inanç sistemleri iletişimi yok eder. Ve hayatın kendisi iletişimden başka bir şey değildir. Ağaçlarla iletişim kurmak, nehirlerle iletişim kurmak, güneş ve ay ile iletişim kurmak, insanlar ve hayvanlarla iletişim kurmak. Bu, iletişimdir. Hayat, iletişimdir.

İnanç sistemleri, üzerinde yük olduğu zaman diyalog ortadan kalkar. Nasıl diyaloğa girebilirsin? Sen zaten mutlak doğruluğuna inandığın fikirlerle dolusun. Diğerlerini dinlediğin zaman, sadece nezaket gösteriyorsun. Aksi halde dinlemiyorsun. Sen neyin doğru olduğunu biliyorsun ve bu kişinin sözünü bitirmesini bekliyorsun. Sonra üzerine atlıyorsun. Evet, bir tartışma olabilir ama bir diyalog olamaz. İki inanç arasında diyalog olasılığı yoktur. İnançlar dostluğu yok eder, insanlığı yok eder, iletişimi yok eder.

O yüzden eğer görmek, duymak ve dinlemek istiyorsan, o zaman bütün inanç sistemlerini bırakman gerekir. Bir Hindu olamazsın. Bir Müslüman olamazsın. Bir Hıristiyan olamazsın. Bu tip saçmalıklara yönelemezsin. İnançsız olacak kadar aklı başında olmalısın. Kendi inanç sisteminin yarattığı bir kafeste, sen başkalarına ulaşamazsın, başkaları da sana ulaşamaz.

İnsanlar penceresiz evler gibi dolaşıyor. Evet, bazen yakınlaşıyorsunuz. Bazen birbirinizle çarpışıyorsunuz. Ama asla buluşmuyorsunuz. Evet, bazen dokunuyorsun, ama buluşmuyorsun. Konuşuyor ama iletişim kurmuyorsun. Herkes kendi şartlandırmaları içinde hapis kalmıştır. Herkes kendi hapsini kendi etrafında taşıyor. Bunu bırakmak gerekir.

İnançlar kibirlilik yaratır ve insan korktuğu için arayışa son verir. Belki inancına karşı olan bir şeyle karşılaşırsın. O zaman ne olacak? Bütün sistemini rahatsız edecek. O yüzden araştırmamak en iyisidir. Sıkıcı, ölü ve tanımlı bir dünyada sıkışıp kal. Asla ötesine geçme.

İnanç sana “miş gibi” türünde bilgi sunar. Biliyormuş gibi. Hiçbir şey bilmiyorsun. Tanrı hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Ama o konuda belirli bir inancın var. Gerçek hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Ama gerçek hakkında bir teorin var. Bu, “miş gibi” durumu tehlikelidir. Bu, zihnin bir çeşit hipnotize olmuş halidir.

Erkekler ve kadınlar farklı şekillerde olsa da, şartlandırılmışlardır. Erkekler agresif, rekabetçi, egoist ve maniple edici olmaya şartlandırılıyor. Erkek, farklı bir iş için hazırlanmıştır. Sömüren kişi, baskıcı kişi, hükümdar kişi olmaya. Kadınlara köle olma inanç sistemi verilmiştir. Onlara nasıl boyun eğecekleri öğretilmiştir. Onlara çok çok küçük bir dünya verilmiştir. Evin içi. Bütün hayatları ellerinden alınmıştır. Ancak inanç sistemi oturduktan sonra, kadınlar kabullenip ona bağlı kalıyor ve erkekler de kendi inanç sistemlerini kabullenip, ona bağlı kalıyor.

Erkeklere ağlamamaları öğretilmiştir. Göz yaşları erkeksi değildir. O yüzden erkekler ağlamaz. Bu ne biçim bir aptallıktır? Ağlamak ve göz yaşı dökmek, bazen çok büyük bir terapidir. Buna ihtiyaç vardır, bir gereksinimdir, insanı hafifletir. Erkek üzerinde bir ağırlıkla yaşar çünkü ağlayamaz. Ağlamak erkeklere göre değildir. Kadınlara ise ağlamak ve göz yaşı dökmek öğretilmiştir. Tamamen kadınsı bir şeydir. O yüzden onlar hiç gerek olmadığı zamanlarda bile ağlar, göz yaşı döker. Bu sadece bir inanç sistemi. Bunu bir manipülasyon stratejisi olarak kullanıyorlar. Kadın, tartışarak kocasından üstün duruma geçemeyeceğini biliyor. Ama ağlayabiliyor. Bu işe yarıyor ve argümanını öyle sunuyor. Erkekler, bir şekilde bozulmuştur ve ağlayamaz. Kadınlar, başka şekilde bozulmuştur ve ağlamayı bir hakim olma stratejisi olarak kullanır. Ağlamak, politize edilmiştir. Ve göz yaşları politik olduğu zaman bütün güzelliğini kaybeder, çirkinleşir.

İkinci şartlandırma, kurtulması en zor olan şeylerden biridir. Bu da komplekstir. Senin belirli bir siyasi ideolojin, belirli bir dini ideolojin ve binlerce başka şeyin bir araya geldiği bir zihnin var. Onlar senin o kadar yakın bir parçan olmuştur ki, kendini ayrı göremezsin. “Ben Hindu’yum” dediğin zaman, “Hinduizm adında bir inancım var” demiyorsun. Hayır, “ben Hindu’yum” diyorsun. Hinduizm ile özdeşleşmişsin. Eğer Hinduizm tehlikedeyse, kendini tehdit altında görürsün. Eğer biri bir tapınak yakarsa, tehlikede olduğunu düşünürsün. Ya da eğer, sen bir Müslüman isen, biri Kuran’ı yaktığı zaman kendinin tehlikede olduğunu düşünürsün.

Bu inanç sistemlerinin bırakılması gerekir. O zaman anlayış artar, araştırmaya hazır olma ve masumluk artar. O zaman çevrenizde bir gizem, şaşkınlık ve hayret duygusu oluşur. O zaman hayat, bilinen bir şey değil, bir macera olur. O kadar gizemlidir ki, sürekli keşfedebilirsin. Bunun sonu yoktur. Ve hiçbir inanç yaratmazsın. Sadece bilmeme durumunda kalırsın. Bu, bilmeme hali konusunda Sufi’ler ısrarcıdır. Zen ustaları da öyle.

Sürekli bilmeme durumunda kal. Eğer bir şeyi bilirsen, ondan bir inanç çıkarma. Onu bırakıp yoluna devam et. Seni kuşatmasına izin verme. Aksi halde er ya da geç üzerinde sert bir kabuk oluşturacak ve hayata ulaşamayacaksın.

Her zaman çocuksu kal. O zaman iletişim mümkün olur. Diyalog mümkün olur. Bilmeme durumunda olan iki insan konuşursa bir buluşma olur. İletişim kurarlar. Gizleyecek hiçbir şey yoktur. Beni ancak bilmeme durumunda olursan anlayabilirsin. Çünkü ben sürekli bu haldeyim. Benimle iletişim kurmak, ancak inanç sistemlerini bırakırsan mümkün olur. Aksi halde yolunuzda engel oluştururlar.

3. RASYONELLİK: Üçüncü filtre, üçüncü tabaka ise sahte mantık, rasyonellik, açıklama çabası ve bahane üretmektir. Bunların hepsi ödünçtür. Bir tanesi bile senin özgün deneyimin değildir. Ancak, bir çeşit tatmin verirler. Kendini çok mantıklı bir kişi gibi görürsün.

Ödünç argümanlar ve ispatlar biriktirerek rasyonel olamazsın. Gerçek mantık, sadece sen zekiyken ortaya çıkar. Ve unutma, bir entelektüel ile benim zeki dediğim insan arasında fark vardır. Entelektüel, sahte mantık arkasına gizlenir. Muhakemeleri rasyonel olabilir ancak hiçbir zaman mantıklı olamaz. Muhakemesi sahtedir. Mantıklı gibi görünür.

Şu duyduğum fıkrayı dinle:

Bir adam boğuluyordu. “İmdat! Yüzme bilmiyorum. Yüzme bilmiyorum!” diye bağırdı.

Nehrin kıyısında oturmuş, tütün çiğneyen yaşlı adam, “Ben de bilmiyorum, ama bu konuda yaygara koparmıyorum” dedi.

Şimdi bu, tamamen rasyoneldir. “Neden yaygara koparıyorsun? Sen yüzme bilmiyorsan, ben de bilmiyorum. O yüzden çeneni kapat.” Ama sen kıyıda oturuyorsun, o ise suyun içinde. Durum tamamen farklı. Şartlar tamamen farklı.

Buddha bir şey dediği zaman, sen aynı şeyi tekrar edebilirsin ama şartlar farklı olur. Muhammet bir şey dediği zaman, aynı şeyi tekrar edebilirsin. Ama bu aynı anlama gelmez. Çünkü şartları farklıdır. Ve önemli olan şey şartlardır, senin ne söylediğin değil. Ne söylediğin değil, senin kim olduğun önemlidir.

Şöyle bir hikâye duydum:

Donnegan günah çıkarma bölmesine girer ve konuşur. “Peder, o kadar kötü bir şey yaptım ki, beni kiliseden kovacaksınız.”

Rahip “Ne yaptın oğlum” diye sorar.

Donnegan yanıtlar: “Dün eşim önümde kıvırtarak yürüyordu. Ve ben de o kadar heyecanlandım ki, onu kucakladım, kıyafetlerini yırttım, onu yere attım ve hemen oracıkta seviştim.”

Rahip cevap verir: “Bu biraz olağandışı, ama seni aforoz etmek için geçerli bir şey değil.”

“Yani beni kiliseden kovmayacak mısınız?”

“Tabii ki hayır.”

“Ama bizi süper marketten kovdular!”

Her şey şartlara dayanır. Kim olduğuna, nerede olduğuna. Senin bakış açına, hangi deneyimlerden konuştuğuna bağlıdır. Ben seninle aynı kelimeleri kullanıyorum ama aynı şeyleri kastetmiyorum. Aynı anlamlara gelemezler. Ben söylediğim zaman, ben söylüyorum; sen söylediğin zaman, sen söylüyorsun. Kelimeler aynı olabilir ancak farklı noktalardan geldikleri için farklı anlamlar, farklı imalar, farklı tatlar ve farklı melodiler barındırır.

Sahte mantık sadece ortada görülen mantıktır, bu bilmek değildir. O daha çok bahane bulmak için kullanılır; ya da tartışmadan galip çıkmak için. Bu tip aldatmacalarda erkek zihni uzmandır. Erkek zihninin uzmanlığı budur. Erkekler bu sanatı çok derinden öğrenmiştir. Bu filtre onlarda çok ama çok derindir.

Gerçek muhakeme ancak sahte mantık yürütme bırakıldığı zaman ortaya çıkabilir.

Gerçek muhakeme nedir? Karl Jaspers onu çok iyi tanımlamıştır. Şöyle açıklıyor: Muhakeme açıklıktır, muhakeme netliktir, muhakeme bütünleştirme arzusudur. Muhakeme, mantığı, mantık yöntemlerini ve kavrayış kategorilerini kullanarak bunları aşmaya çalışır. Muhakeme, bilgeliğin ulaşabileceği en uç noktadır.

Ancak sahte mantık öyle değildir. Sahte olanlara dikkat et. Sahteler her zaman bir filtre yaratır, gerçek olanlar ise bir kapıya dönüşür. Muhakeme her zaman bir köprüdür, sahte mantık ise bir barikat.

Bu üçüncü katman olan sahte mantık filtresi varlığını en çok rahatsız eden tabakadır.

4. HASSASİYET: Dördüncü katman ise duygusallık, hassasiyettir. Bu da sahte bir duygudur, ortada hiçbir şey yokken tantana koparmak, kapris yapmaktır. Kadın zihni bu konuda uzmandır. Biraz boş sayılır; sadece yüzeysel olarak bulunur. Sempatisi yetersizdir; hiçbir şey yapmaz. Eğer biri hastaysa, yanına oturup ağlarsın. Ağlaman hiçbir işe yaramaz. Evin yanıyordur ve sen ağlıyorsun. Bu da hiçbir işe yaramaz. Bu sahte duyguları fark etmen gerekmektedir, aksi halde gerçek duyguların ne olduğunu bilemezsin.

Gerçek duygu katılımcılıktır, bağlılıktır. O sadece sempati değil, empatidir. Bir eylemdir. Kalbinde gerçekten bir şey hissettiğin zaman, seni hemen değiştirir ve eyleme yöneltir. Kriter budur. Duygunun eyleme dönüşmesi gerekir. Eğer içindeki duygular sadece duygu olarak kalıp eyleme dönüşmezse, o zaman onun sahte olduğunu anlarsın. O zaman sen sadece kendini ya da bir başkasını kandırıyor oluyorsun.

İnsan kendi kalbine karşı koyamaz. Eğer hâlâ kalbine karşı koyuyorsan, o zaman kalbin sahte olmalı. Rol yapıyordur. Nasıl üçüncü katman erkek zihninin uzmanlığıysa, dördüncü katman da kadınların uzmanlık alanıdır.

5. BASTIRILMIŞ DUYGULAR: Beşinci katman ise bozulmuş, zehirlenmiş içgüdüler, yani bastırılmış duygulardır.

Gurdjieff, bütün merkezlerinizin birbirine karıştığını, birbirlerinin üstüne bindiğini, ayaklarına bastığını ve o yüzden de verimli bir şekilde işlemediğini söylerdi. Her merkez kendi işleyişinde güzeldir. Ancak eğer başkasının işleyişine karışmaya başlarsa, o zaman sıkıntılar baş gösterir. Bütün sistem nevrotik olur.

Örneğin, eğer seks merkezin bir seks merkezi olarak işliyorsa, o zaman çok iyidir. Ancak insanlar bu duygularını o kadar bastırıyor ki, çoğu insanda bu seks merkezi artık üreme organlarında değil, beyindedir. İşte üst üste binmek budur. Artık beyinleri üzerinden sevişiyorlar ve o yüzden de pornografi ve hayaller önem kazanıyor. Sevgilinle sevişirken bile aslında hayalinde güzel bir aktrisi canlandırıyor olabilirsin. Ancak o zaman sevgiline karşı cinsel arzu duyuyorsun. Yani aslında o anda sevgilinin bir varlığı yok. Bu bir çeşit mastürbasyondur. Sen onunla sevişmiyorsun, aslında orada olmayan biriyle sevişiyorsun. Kafanın içindeki fantezilerle.

Din baskısı bütün merkezlerini karıştırmıştır. Merkezlerinin birbirinden ayrı olduğunu görmek bile zorlaşmıştır. Ve bu merkezler ancak kendi alanlarında işlediği zaman, her şey yerine oturmuş olur. Bir merkez, başkasının alanına girdiği zaman sorun çıkmaya başlar. O zaman bütünlüğünde karışıklık oluşmaya başlar. Neyin ne olduğunu bilemezsin.

Kendi merkezinde işleyen seks aşılabilir; ancak kafada işliyorsa aşılamaz. Beyinde kendisine sahte bir merkez yaratmıştır.

Şöyle bir hikâye duydum:

Azizlerin zaman zaman dünyayı ziyaret etmesine izin veriliyormuş. Aziz Teresa Ana uzun zamandır Hollywood’u ziyaret etmek istiyormuş ancak çizelgeyi hazırlamakta olan Cebrail, film endüstrisinin başkentini ziyaret eden kişi bir aziz bile olsa etkilenip zarar göreceğini düşünüyormuş.

Ancak zamanla Aziz Teresa, Cebrail’i kendine bir zarar gelmeyeceğine ikna etmiş ve dünyaya inen ilk bulutla aşağı inmiş.

Haftalar aylara dönüşmüş ve dünyadan bir haber çıkmamış. O yüzden artık endişelenmekte olan Cebrail, Los Angeles’i telefonla aramış. Sonunda bağlantı kurulmuş, telefon çalmış ve karşı tarafta açan kişi konuşmuş. “Ben Teroş. Kim arıyor? Cebiş, hayatım! Sesini duymak ne kadar güzel!”

Senin aziz dediğin kişiler sadece dünyadan uzak duruyor. Hepsi bastırılmış varlıklardır. Eğer karşılarına fırsat çıkarsa, senden daha alt seviyeye düşeceklerdir. Onlar bir şekilde kendilerini durduruyor çünkü cehennem korkusu ve cennete girme açgözlülüğü onları frenliyor. Ancak korku ya da açgözlülük yüzünden neyi bastırırsan, o şey orada kalır. Sadece orada kalmakla kalmaz, doğasını kaybeder, sapıklaşır ve bilinç ile bilinçaltının derinliklerine inmeye başlar. O zaman onu söküp atmak çok daha zor olur.

Gurdjieff bir Sufiydi. Bütün öğretisi Sufi ustalarından geliyordu. O, Batı dünyasına bu merkezleri birbirinden ayıracak ve her merkezin kendi alanında işlemesini sağlatacak metotları getirdi.

Kafa sadece muhakeme söz konusu olduğu zaman işlemeli, hepsi bu. Hiç izledin mi? İnsanlar bazen, “Seni sevdiğimi düşünüyorum!” diyor. Seni sevdiğimi düşünüyorum mu? Sevginin düşünceyle hiçbir ilgisi yoktur. Beni sevdiğini nasıl düşünebilirsin? Ama bu insanlar doğrudan kalple sevmeyi bilmiyor; kalbin bile akıl merkezinden geçmesi gerekiyor. Sadece “Seni seviyorum!” diyemiyorlar.

Kalpten konuştuğun zaman dile ihtiyaç yoktur. Beyninden konuştuğun zaman ise, sadece dil aracılığıyla konuşarak bir şeyler ifade edebilirsin. Beynin başka bir şekilde bir şey ifade etmesi mümkün değildir.

İzle ve gözlemle. Bırak kafan muhakeme olarak çalışsın, bırak duyguları kalp yönetsin ve bırak seks, seks merkezinde çalışsın. Bırak her şey kendi tarzıyla işlesin. Farklı mekanizmaların birbirine karışmasına izin verme. Aksi halde içgüdülerin laçkalaşmış olur.

İçgüdü doğal, tabusuz, içten ve çekingenlikten uzak olduğu zaman bedeninde bir netlik, bir uyum olur. Organizmanın melodisi ortaya çıkar.

Beşinci katman olan bastırılmış duygu, erkeklerin uzman olduğu bir alandır.

6. BOZULMUŞ SEZGİ: Altıncı katman ise, bozulmuş sezgidir. Biz bu sezgi denen olgunun farkında değiliz. Sezgi gibi bir şeyin varlığını bilmiyoruz. Çünkü sezgi altıncı katmandır. Üstündeki beş katman o kadar kalın ki, insan altıncısını hissetmiyor bile. Sezgi, mantık yürütmeden tamamen farklı türde bir olgudur. Mantık tartışır. Mantık, bir sonuca ulaşmak için muhakeme denen bir süreci yaşar. Sezgi ise sıçrar. Bu bir kuantum sıçramasıdır. Herhangi bir süreci yoktur. Hiçbir işlem yapmadan doğrudan sonuca atlar.

Birçok matematikçi, işlemin kendisini yapmadan her türlü matematik problemini çözebiliyor. Onların sezgisi çalışıyor. Sen problemi söylersen, daha tamamlamadan bile sonuç ona gelir. Hiçbir süre aralığı bulunmaz. Sen problemi söylediğin ve bitirdiğin an, ve hatta bazen bitirmeden önce sonuç gelmiştir. Matematikçiler her zaman bu olgu karşısında şaşırmıştır. O insanlar bunu nasıl yapıyor? Eğer bir matematikçi bir problemi işlemleriyle yapsaydı, üç saat, iki saat ya da bir saat sürerdi. Bir bilgisayar bile birkaç dakikada çözüyor. Ama bu insanlar bir saniyede yanıtlıyor. Sen soruyu bitirince hemen cevabı veriyor. Yani matematikte, sezgi artık kabul edilmiş bir gerçektir.

Mantık işe yaramadığı zaman sadece sezgi çalışır. Ve bütün bilim adamları, en büyük keşiflerinin mantıkla değil, sezgiyle ortaya çıkmış olduğunun farkındadır. Madam Curie, belirli bir olgu için üç yıldır çalışıyordu ve sorunu birçok yönden çözmeye çalışıyordu. İzlediği bütün yöntemler başarısız oldu. Bir gece, çok yorgun bir şekilde yatağa gitti ve bir karara vardı... Bu olay tıpkı Buddha’nın yaşadıklarına benzer... O gece karar verdi. “Artık bu kadarı yeter. Üç yılımı boşa harcadım. Bu ümitsiz bir arayışa benziyor. Artık bir son vermeliyim.” O gece arayışını bıraktı ve uyudu.

Geceleyin uykusunda ayağa kalktı, masaya gitti ve cevabı yazdı. Sonra tekrar yatağına döndü. Sabah olunca bu olayı hatırlamıyordu. Ama cevap masanın üstündeydi. Başka kimse odaya girmemişti. Hem zaten odada başkası olsa bile cevabı bilmesi mümkün olamazdı. Çağının en büyük beyinlerinden biri olan Madam Curie, tam üç yıldır bu problem üzerinde çalışıyordu. Etrafta kimse yoktu ama cevap oradaydı. Sonra daha yakından baktı. Bu, kendi el yazısıydı. O anda rüyasını hatırladı. Gece rüyasında masada oturmuş bir şeyler yazdığını görmüştü. Sonra yavaş yavaş olay ortaya çıktı. Sonuca başka bir kapıdan geçerek ulaşmıştı. Bu kapı, muhakeme yürütmek değil, sezgiydi.

Buddha, altı yıl boyunca aydınlanmak için çabaladı ama yapamadı. Sonra bir gün çaba gösterme fikrini bıraktı. Bir ağacın altına uzandı ve sabah olunca aradığı şey gerçekleşmişti. Gözlerini açtığı zaman o bir Samadhi’ydi. Ancak önce mantığın tükenmesi gerekiyordu. Sezgi sadece mantık tükendikten sonra işlemeye başlar.

Sezginin bir işlemi yoktur. Sorundan çözüme anında atlar. O bir kestirmedir. Anlık bir olaydır.

Biz sezgiyi bozmuşuzdur. Erkeklerin sezgisi neredeyse tamamen yok olmuştur. Kadınların sezgisi o kadar kötü durumda değildir. O yüzden kadınların önseziye sahip olduğu söylenir. Önsezi, sezginin minik bir parçasıdır, ispat edilemez. Bir yere uçakla gideceksin. Kadın gitmeyeceğini ve senin de gitmene izin vermeyeceğini söylüyor. Bir şeyin olacağını hissediyor. Şimdi bu mantıksızlıktır. Çok işin var, her şey planlanmıştır ve gitmelisin. Ama kadın buna izin vermemektedir. Ertesi gün gazetede o uçağın kaçırıldığını ya da düştüğünü ve bütün yolcuların öldüğünü okursun. Kadın, bunu nasıl bildiğini söyleyemez. Bunun imkanı yoktur. Bu sadece bir altıncı histir. İçinde oluşan bir duygu. Ancak o da bozulmuştur. O yüzden sadece bir anlık oluşur.

Diğer beş katman kaybolduğu zaman ve sen saplantılı fikirlerini geride bıraktığın zaman... Sonuçta sana her sonucun tek kapısının mantık olduğu öğretilmiştir... Bu saplantıdan kurtulduğun zaman, bu mantık saplantısından sıyrılınca, sezgi açılmaya başlar. O zaman sadece anlık bir his değil, sürekli bir kaynağa dönüşür. Gözlerini kapatıp, kendini sezgiye bıraktığın zaman hangi yöne gideceğini bilirsin. O beş katman aşıldığı zaman içinde bir şey yükselir. Buna iç rehber diyebiliriz. Her zaman sezgi enerjine girebilirsin ve her zaman doğru nasihati alırsın. Doğuda buna iç guru adını verirler. Sezgin işlemeye başladığı zaman, gidip herhangi bir dış guruya, herhangi bir şey sorma ihtiyacı duymazsın.

Sezgi, kendinle uyum içinde olmaktır. Tam bir uyum halidir. Ve bu uyumun içinde çözümler kendiliğinden çıkar.
 

Farkındalık : Görünmez Dokunuş

Her ne yapıyorsan — yürürken, otururken, yerken ya da hiçbir şey yapmazken, sadece nefes alıp verirken, dinlenirken, çayırların üzerinde gevşerken — hiçbir zaman unutma ki sen bir izleyicisin.

Yeniden ve yeniden unutacaksın. Bazı düşüncelere, bazı hislere, bazı duygulara dalacaksın; herhangi bir şey seni izleyenden uzaklaştıracak. Hatırla ve koşup izleme merkezine geri dön.

Onu sürekli bir içsel süreç yap... Hayatın nasıl kendi niteliğini değiştirdiğini görüp şaşıracaksın. Elimi hiç dikkat etmeden hareket ettirebilirim ve ayrıca elimi tüm hareketi içerden izleyerek de hareket ettirebilirim. Hareketler tamamen farklıdır. İlk hareket mekanik, bir robot hareketidir. İkinci hareket ise bilinçli bir harekettir. Ve bilinçli olduğunda bu eli içerden hissedebilirsin; bilinçli olmadığında ise bu eli sadece dışardan bilirsin.

Yüzünü sadece aynadan biliyorsun, dışarıdan çünkü sen bir izleyici değilsin. İzlemeye başlarsan yüzünü içeriden hissetmeye başlarsın ve bu kendini içeriden izleme çok ilginç bir deneyimdir. Sonra yavaş yavaş garip şeyler olmaya başlar. Düşünceler kaybolur, duygular kaybolur, hisler kaybolur ve seni sarmalayan bir sessizlik vardır. Tıpkı sessizlik denizinin ortasındaki bir ada gibisindir ... sadece bir izleyici, sanki bir ışık, alevden bir ışık tüm varlığının merkezindeymiş, tüm varlığına ışıyormuş gibi.

Başlangıçta sadece içsel bir deneyim olacak. Zamanla bu ışımanın bedeninden yayıldığını, bu ışınların başka insanlara ulaştığını göreceksin. Eğer birazcık duyarlılarsa diğer insanların, görünmeyen bir şeyin onlara dokunduğunu hemen fark etmeleri seni şaşırtacak ve şok edecek. Mesela eğer kendini izliyorsan birisinin arkasından yürü. Kendini izliyorken hiçbir neden yokken dönüp sana bakacağı hemen hemen kesindir. Kendini izlerken, izlemen yayılmaya başlar ve onun önünde yürüyen kişiye dokunması kaçınılmazdır. Ve eğer görünmeyen bir şey tarafından dokunulursa geri dönüp bakacaktır: “Neler oluyor?” Ve sen ona elle bile dokunamayacak kadar uzaktasın.

Bir deneme yapabilirsin: Birisi uyuyorken onun yanında yalnızca kendini izleyerek oturabilirsin ve o kişi ansızın uyanıp sanki birisi ona dokunmuş gibi etrafına bakınacaktır.

Zamanla sen de ışınlar aracılığıyla dokunmayı hissedebilir olacaksın. Titreşim denilen şey budur. O var olmayan bir şey değildir. Diğer insan onu hisseder; sen de ayrıca o kişiye dokunduğunu hissedeceksin.

İngilizce’de kullanılan etkilenmek (touched — dokunulmak) terimi çok anlamlıdır. Bu kişiden çok “etkilendim” dediğinde bunun ne anlama geldiğini anlamadan onu kullanıyor olabilirsin. O sana tek bir söz bile söylememiş olabilir. Yalnızca yanından geçip gitmiş olabilir. Gözlerine sadece bir kez bakmış olabilir ve sen bu kişi tarafından “etkilendiğini” söylersin. Bu sadece bir sözcük değildir; gerçekten olur. Ve sonra bu ışınlar insanlara, hayvanlara, ağaçlara, taşlara yayılmayı sürdürür ... ve bir gün göreceksin ki içerden tüm evrene dokunuyorsun.
 

Ego : Bütünsellik

Mükemmeliyetçilik tüm nevrozların kökündeki nedendir. İnsanlık mükemmeliyet fikrinden kurtulmadığı sürece asla akıl sağlığına kavuşamayacaktır. Mükemmellik fikrinin ta kendisi tüm insanlığı çılgınca bir hale sürüklemiştir.

Mükemmellik terimleri ile düşünmek demek, senin ideolojik olman demektir; hedefler, değerler, -meli’ler, -memeli’ler terimleri ile düşünüyor olman demektir. Yerine getirilmek üzere belirli bir kalıba sahipsin ve şayet kalıptan uzaklaşırsan, muazzam bir suçluluk duyacaksın ve bir günahkâr gibi hissedeceksin. Ve bu kalıbın, senin elde edemeyeceğin bir şey olması kaçınılmazdır. Onu elde edebilirsen, o zaman onun ego için pek bir değeri olmayacaktır.

Bu yüzden mükemmeliyetçi idealin doğası gereği sahip olduğu nitelik, onun elde edilemez olması gerektiğidir. Sadece o zaman elde etmeye değer. Çatışmayı görüyor musun? Ve bu çatışma, bir şizofreni yaratır: Gayet iyi bir şekilde gerçekleşmeyecek olduğunu bildiğin imkânsız bir şeyi yapmaya çalışıyorsun. O, eşyanın tabiatı gereği gerçekleşemez. Şayet o gerçekleşebilirse, o zaman pek mükemmel olmaz; o zaman herkes onu yapabilir. O zaman onun içinde egon fazla beslenemez; senin egon onu yutamaz, onunla büyüyemez. Egonun imkânsız olana ihtiyacı vardır. Ve imkânsız olan, doğası gereği gerçekleşmeyecek.

O zaman sadece iki alternatif kalır: Kişi suçlu hissetmeye başlar. Şayet sen masumsan, basitsen, zekiysen suçluluk hissetmeye başlayacaksın. Ve suçluluk bir hastalık halidir. Ben burada, sende suçluluk yaratmak için bulunmuyorum. Benim tüm çabam senin tüm suçluluklarından kurtulmana yardım etmektir. Suçluluk duygusundan özgür olduğun an, neşe patlaması gerçekleşir. Ve suçluluk, mükemmellik fikrinin içinde köklenmiştir.

İkinci alternatif şudur: Eğer kurnazsan, o zaman bir ikiyüzlü haline geleceksin; onu elde etmiş gibi davranmaya başlayacaksın. Başkalarını kandıracaksın ve hatta kendi kendini bile kandırmaya çalışacaksın. Halüsinasyonların, yanılsamaların içinde yaşamaya başlayacaksın ve bu hiç kutsal değildir, hiç dindarca değildir, son derece sağlıksızdır; -miş gibi yapmak, yalan bir hayat yaşamak, suçluluk hisseden bir adamın hayatından çok daha kötüdür. Suçluluk hisseden insan en azından basittir, ama ikiyüzlü olan, rol yapan, aziz, sözde ermiş, mahatma bir sahtekârdır. O basitçe insanlık dışıdır. Kendisine karşı insanca değildir, çünkü o bastırıyor; -miş gibi yapmanın yegâne yolu budur.

O, mükemmel olana karşı olan, kendisinde bulduğu her şeyi bastırmak zorundadır. İçinde kaynıyor olacak; o, nefret ve öfkeyle dolu olacak. Onun öfkesi ve nefreti bin bir şekilde dışarıya çıkacaktır; zor fark edilen şekillerde, dolaylı şekillerde yüzeye çıkacaktır.

İsa gibi — hoş, iyi — insanlar bile öfkeyle, nefretle doludur. Ve onlar öylesine masum şeylere karşıdırlar ki inanamazsın. İsa, takipçileri — kendilerine havari diyen bir grup aptal — peşinde olduğu halde gelir. Karnı açtır, tüm grubun karnı açtır. Bir incir ağacına gelirler ve incir ağacı henüz mevsiminde değildir. Bu onun suçu değildir fakat İsa öylesine öfkelenir ki incir ağacını kötüler, incir ağacını lanetler. Şimdi, bu nasıl mümkün oluyor? Bir taraftan, “düşmanını kendin gibi sev” diyor. Diğer taraftan ise mevsimi olmadığı için meyvesi olmayan bir incir ağacını bile affedemiyor.

Bu bölünme, bu şizofreni binlerce yıldır insanlığa egemen olmuştur.

“Tanrı sevgidir” der ama yine de Tanrı cehennemi işletmeye devam eder. Şayet Tanrı sevgi ise yapılacak ilk iş cehennemi yok etmesidir; cehennem hemen yakılmalı, ortadan kaldırılmalıdır. Cehennem fikrinin ta kendisi çok kıskanç bir Tanrı’ya aittir. Ancak, İsa bir Yahudi olarak doğdu, bir Yahudi olarak yaşadı, bir Yahudi olarak öldü; o bir Hıristiyan değildi, o ‘Hıristiyan’ sözcüğünü hiç duymamıştı. Ve Yahudi Tanrı anlayışı çok güzel bir anlayış değildir. Tevrat der ki — bu buyruk Tanrı’nın kendi sözcükleri ile verilmiştir — “Ben kıskanç bir Tanrı’yım, çok kıskanç. Ben sevecen değilim! Ben senin amcan değilim!” Bu Tanrı’nın cehennemi yaratması kaçınılmazdır. Aslında böylesi — amcan olmayan, sevecen olmayan, kıskanç olan — bir Tanrı ile cennette yaşamak bile cehennem olacaktır. Onunla yaşayarak ne türden bir cennete erişmiş olacaksın. Despotça, diktatörce bir atmosfer olacaktır; özgürlük yok, sevgi yok. Kıskançlık ve sevgi bir arada var olamaz.

Bu nedenle sözde iyi insanlar bile, insan mutsuzluğunun sebepleri olmuştur.

Bu incitir çünkü bu şeyler üzerine hiç kafa yormamıştık. Biz hiçbir zaman geçmişimizi ortaya çıkarmaya çalışmadık ve mutsuzluğumuzun tüm kökleri geçmişimizdedir. Ve şunu aklında iyice tut, senin geçmişine İsa, Mahavira, Konfüçyüs, Krishna, Rama, Buda tarafından, Büyük İskender, Julius Sezar, Timurlenk, Cengiz Han, Nadir Şah tarafından olduğundan daha çok hükmedilir. Tarih kitapları bu insanlardan bahseder fakat onlar senin bilinçaltının parçası değildir. Onlar tarihin parçası olabilirler fakat onlar senin kişiliğini oluşturmazlar; senin kişiliğin sözde iyi insanlar tarafından şekillendirilir. Kesinlikle onlar bazı iyi niteliklere sahipti fakat yan yana duran bir ikilik vardı. Ve ikilik mükemmellik fikrinden ortaya çıkar.

Jainalar, Mahavira’nın hiçbir zaman terlemediğini söyler. Mükemmel bir adam nasıl terle- yebilir? Ben terleyebilirim, ben mükemmel bir adam değilim. Ve yazın terlemek o kadar güzeldir ki terlemeyi mükemmelliğe tercih ederim. Çünkü terlemeyen bir adam basitçe plastik, sentetik, nefes almayan, gözenekleri olmayan bir bedene sahiptir. Tüm beden nefes alır, bu yüzden terlersin; terlemek vücut ısını sürekli aynı şekilde tutmanın doğal bir yoludur. Şimdi, Mahavira içinde bir cehennem gibi yanıyor olmalıydı. Vücut ısısını nasıl değişmeden tutmayı başaracak? Terlemeden bu yapılamaz, bu imkânsızdır. Jainalar, Mahavira’nın ayağını bir yılan sokup yaraladığında kan değil, ayağından süt aktığını söylerler. Şimdi, süt sadece Mahavira’nın ayakları ayak değil, meme olsaydı mümkün olurdu. Ve ayaklarında memeleri olan bir adam bir sirke konulmalıdır.

Onların mükemmellik fikri budur: Mükemmel bir adam kan gibi kirli, kan gibi kanlı bir şeye sahip olamaz. O, süt ve bal ile doludur. Fakat bir düşün; süt ve balla dolu bir adam kötü kokacaktır. Süt kesilip çökelek olacaktır ve bal her çeşidinden sivrisinek ve sinekleri cezp edecektir; o tamamıyla sineklerle kaplanacaktır! Ben bu tarz bir mükemmellikten hoşlanmıyorum.

Mahavira öylesine mükemmeldir ki o işemez, o sıçmaz; böyle şeyler mükemmel olmayan insanlar içindir. Mahavira’yı bir klozetin üzerinde otururken hayal edemezsin — imkânsızdır — fakat o zaman tüm bu boklar nereye kaybolur? O zaman o, dünyadaki en boktan adam olmalı. Bir tıp dergisinde bir adamla ilgili bir şey okumuştum: En uzun süren kabızlık vakası, on sekiz ay. Fakat bu tıp insanları Mahavira’nın farkında değiller — bu hiçbir şeydir — kırk yıl. Bu, bir insanın bağırsaklarını kontrol edebildiği en uzun süredir. Bu, gerçek yogadır! Tüm insanlık tarihindeki en büyük kabızlık vakası ... ve başka kimsenin onu yenebileceğini sanmıyorum.

Bu aptalca fikirler, sadece insanlığın acı çekmesi için korunmuştur. Şayet bu fikirler zihnindeyse, o zaman sen her şey hakkında suçlu hissedeceksin.

Bu dünyayı seviyorum çünkü o mükemmel değil. O mükemmel değil ve bu yüzden o gelişiyor; mükemmel olsaydı ölmüş olurdu. Gelişim sadece mükemmel olmamak varsa mümkündür. Mükemmel demek noktayı koymaktır, mükemmellik demek nihai ölümdür; o zaman onun ötesine geçmenin hiçbir yolu yoktur. Senin tekrar ve tekrar anımsamanı isterim ki ben mükemmel değilim, tüm evren mükemmel değil ve bu mükemmel olmamayı sevmek, bu mükemmel olmamayı kutlamak benim tüm mesajımdır.

Mükemmelliği çok dert etme, ‘mükemmellik’ sözcüğünü ‘bütünsellik’ ile değiştir. Mükemmel olma terimleri ile düşünme, bütün olma terimleri ile düşün.

Bütünsellik sana farklı bir boyut katacaktır.

Benim öğretim budur: Bütün ol, mükemmel olmayı unut. Her ne yaparsan yap, tam olarak yap; mükemmel olarak değil, tam olarak. Ve fark nedir? Öfkeliyken mükemmeliyetçi der ki, “Bu iyi değil, öfkelenme; mükemmel bir adam asla öfkeli değildir.” Bu, saçmalıktan başka bir şey değildir. Çünkü biliyoruz ki İsa öfkeliydi. O, geleneksel dine, din adamlarına, rabilere karşı gerçekten öfkeliydi. Öylesine öfkeliydi ki, tek bir darbede tüm tefecileri elindeki bir kamçı ile tapınaktan dışarı sürükledi. Ve o öylesine gür bir sesle bağırıyordu ki hepsi korkmuştu; onun öfkesi böylesine yoğun ve tutkuluydu. İçinde doğduğu insanların onu öldürmek zorunda kalması sadece bir rastlantı değildi. O gerçekten öfkeliydi, o başkaldırıyordu.

Unutma, mükemmeliyetçi, “öfkelenme” diyecektir. O zaman sen ne yapacaksın? Öfkeni bastıracaksın, onu yutacaksın; o senin varlığında yavaş yavaş bir zehir haline gelecek. Onu bastırabilirsin fakat o zaman sen öfkeli bir insan olacaksın ve bu kötüdür. Öfke arada bir, kendi fonksiyonu olan, kendi güzelliği olan, kendi insaniyeti olan bir alevlenmedir. Öfkelenemeyen bir adam omurgasız olacaktır, cesaretsiz olacaktır.

Öfkelenemeyen bir insan sevemeyecektir de, çünkü her ikisinin de tutkuya ihtiyacı vardır ve o, aynı tutkudur. Nefret edemeyen bir insan sevemeyecektir; onlar birlikte el ele giderler. Onun sevgisi soğuk olacaktır. Ve aklından çıkarma ki sıcak bir nefret soğuk bir sevgiden çok daha iyidir. En azından o insancadır; onun yoğunluğu vardır, onun hayatı vardır; o, nefes alır.

Tutkusunu kaybetmiş bir insan donuk, ölü, soluk olacaktır ve onun tüm yaşamı öfke olacaktır. O, onu ifade etmeyecektir; o, onu sürekli olarak bastıracaktır. Katman katman öfke birikecektir; o, basitçe öfke olacaktır. Gidip sözde mahatmalarını ve azizlerini görebilirsin, onlar öfkeli insanlardır. Onlar öfkelerini kontrol ettiklerini zannederler. Fakat kontrol edilmiş bir öfkeyle ne yapabilirsin? Onu sadece yutabilirsin; nereye gidecek? O sana aittir, o senin bir parçandır. O, orada ifade edilmeden kalacaktır.

Ne zaman öfke ifade edilirse ondan özgürleşirsin. Ve öfkeden sonra sen yeniden şefkat hissedebilirsin; öfkeden sonra ve fırtına dindikten sonra sen yeniden sevginin sessizliğini hissedebilirsin. Nefret ve sevgi, öfke ve şefkat arasında bir ritim vardır. Şayet birini bırakırsan, diğeri kaybolacaktır. Ve ironi şudur ki neyi bırakırsan bırak, onu sadece yutmuşsundur. O, senin sisteminin bir parçası olacaktır. Hiçbir sebep yokken basitçe öfkeleneceksin; öfken irrasyonel olacak. O, senin gözlerinden, senin hüznünden, senin karanlığından, senin ciddiyetinden okunacak. Sen kutlama yapamaz hale geleceksin.

Mükemmeliyeti bütünsellikle değiştir derken demek istediğim şey, öfkeliyken bütünüyle öfkeli olmandır. O zaman sadece öfke ol, saf öfke. Ve onun güzelliği vardır. Ve biz öfkeyi insan olmanın bir parçası olarak, zıtlıklar oyununun bir parçası olarak kabul edebilirsek dünya çok daha iyi olacaktır. Doğu’ya Batı olmadan sahip olamazsın ve gündüz olmadan geceye sahip olamazsın ve kış olmadan yaza sahip olamazsın.

Hayatı kendi bütünselliği ile kabul etmek zorundayız. Belli bir ritim vardır, zıtlıklar vardır.
 

Ego : Sahte Benlik

Ego senin gerçek özünün tam tersidir. Ego sen değilsin. Ego toplumun yaratmış olduğu ve senin bu sayede oyuncakla oynamaya devam edebildiğin ve asla gerçek şeyi sormadığın bir kandırmacadır. Bu yüzden ben egonu bırakmadığın sürece asla kendini bilemeyeceğin konusunda ısrar ediyorum.

Doğduğun zaman hakiki benliğine sahiptin. Sonra sahte bir benlik yaratmaya başladılar: Sen Hıristiyansın, sen Katoliksin, sen beyazsın, sen Almansın ve sen Tanrı’nın seçilmiş ırkısın, senin dünyayı yönetmen lazım ve bunun gibi pek çok şey. Senin kim olduğunla ilgili sahte bir fikir yaratıyorlar. Sana bir isim veriyorlar ve bu ismin etrafında hırslar, şartlanmalar yaratıyorlar.

Ve yavaş yavaş — çünkü bu neredeyse hayatının üçte birini alır — onlar okul aracılığıyla, kilise, kolej, üniversite aracılığıyla egon üzerinde çalışırlar. Üniversiteden çıktığında masum varlığını tamamıyla unutmuş olursun. Artık senin altın madalyalı, birinci sınıf, üniversitenin en başarılısı olmuş çok büyük bir egon vardır. Artık sen dünyaya adım atmaya hazırsın.

Bu ego her türlü arzuya, hırsa sahiptir, her şeyin her zaman zirvesinde olmak ister. Sen bu ego tarafından kullanılıyorsun. Ve bu asla sana hakiki, gerçek benliğin hakkında en küçük bir ipucuna dahi izin vermez ve senin hayatın kendi hakikatinin içindedir. Bu yüzden bu ego sadece mutsuzluk, acı, kavga, hayal kırıklığı, delilik, intihar, cinayet; her türden suç üretir.

Hakikati arayan birisi tam bu noktadan başlamalıdır: Ne zaman toplum tarafından bir şey olduğun söylenirse ondan kurtul. Kesinlikle sen o değilsin. Çünkü senin dışında hiç kimse senin kim olduğunu bilemez: Ne anne baban, ne öğretmenlerin, ne de din adamların. Senin dışında hiç kimse kendi varlığının mahremiyeti içine giremez. Bu yüzden seni hiç kimse tanımıyor; senin hakkında ne söylerlerse söylesinler hepsi yanlış.

Onu bir kenara fırlat. Tüm egoyu paramparça et. Egoyu yok ederek, kendi özünü keşfedeceksin. Ve bu keşif mümkün olan en muhteşem keşiftir çünkü o mutlak saadete doğru, sonsuz hayata doğru bütünüyle yeni, kutsal bir yolculuktur.

Seçebilirsin: Ya hayal kırıklığı, acı, mutsuzluk; o zaman egoya tutunmaya, onu beslemeye devam et. Yahut huzur, sükûnet, saadet. Fakat o zaman masumiyetini yeniden kazanmak zorundasın.
 

Coşku : Mutluluk

Mutluluğun başarıyla hiç alakası yoktur, mutluluğun hırsla hiç alakası yoktur, mutluluğun parayla, güçle, prestijle hiç alakası yoktur.

Mutluluk nedir? O, sana; senin bilinçlilik durumuna ya da bilinçsizliğine, uykuda mı yoksa uyanık mı olduğuna bağlıdır. Murphy’nin meşhur bir özdeyişi vardır. Der ki, iki tip insan vardır: Biri sürekli insanlığı iki tipe ayırır ve diğeri de insanlığı hiç ayırmaz. Ben ilk tipe aidim: İnsanlık iki tipe ayrılabilir, uyuyanlar ve uyanmış olanlar. Ve elbette ikisinin arasındaki küçük bir grup.

Mutluluk, bilincinin neresinde olduğuna bağlıdır. Şayet uyuyorsan, o zaman zevk mutluluktur. Zevk duyu demektir, beden aracılığıyla elde edilemeyecek olanı bedenle elde etmeye çalışmaktır; bedeni onun yapamayacağı bir şeyi elde etmesi için zorlamaktır. İnsanlar her şekilde bedenleriyle mutluluğa ulaşmaya çalışıyor.

Beden sana sadece anlık zevkler verebilir ve her zevk aynı miktarda, aynı derecede acı ile dengelenir. Her zevk kendi zıddı tarafından takip edilir çünkü beden zıtlıkların dünyasında var olur. Tıpkı günün gece tarafından takip edilmesi ve hayatın ölüm tarafından takip edilmesi ve de ölümün hayat tarafından takip edilmesi gibi; bu bir kısırdöngü. Zevkin acı tarafından takip edilecek, acın zevk tarafından takip edilecek. Fakat sen asla huzur bulmayacaksın. Bir zevk hali içerisindeyken onu kaybedeceğin için korkacaksın ve bu korku seni zehirleyecek. Ve acının içinde kaybolmuşken elbette ıstırap çekiyor olacaksın ve onun dışına çıkmak için mümkün olan tüm gayretinle çabalayacaksın; sırf yeniden onun içine düşmek için.

Buda buna yaşam ve ölüm çarkı der. Bu çarkla birlikte, ona yapışarak döner dururuz ... ve tekerlek dönmeye devam eder. Bazen zevk yukarı gelir ve bazen de acı yukarı gelir ama biz bu iki kayanın arasında eziliriz.

Fakat uyuyan kişi başka bir şey bilmez. O sadece bedenin birkaç tane duyusunu bilir — yiyecek, seks — budur onun dünyası. Bu ikisi arasında gidip gelir o. Bedenindeki iki uç bunlardır; yemek ve seks. Şayet seksi bastırırsa yemeye bağımlı hale gelir; eğer yemeyi bastırırsa sekse bağımlı hale gelir. Enerji sürekli olarak bir sarkaç gibi hareket eder. Ve senin zevk olarak adlandırdığın her şey, en iyi ihtimalle gergin bir hali rahatlatmaktır.

Cinsel enerji toplanır, birikir; sen gerginleşir ve ağırlaşırsın ve bunu serbest bırakmak istersin. Uyuyan bir adam için seks, iyi bir hapşırık gibi bir rahatlamadan başka bir şey değildir. Ona belli bir rahatlamadan başka bir şey vermez; belli bir gerginlik vardı, artık yok. Fakat tekrar birikecek. Yemek sadece damağına biraz tat verir; uğruna yaşamak için pek de fazla bir şey değil. Fakat pek çok insan yalnızca yemek için yaşıyor; yaşamak için yiyen insan pek yok.

Kolomb’un hikâyesi meşhurdur. Çok uzun bir yolculuktu. Üç ay boyunca sudan başka bir şey görmediler. Derken, bir gün Kolomb ufka baktı ve ağaçları gördü. Ve şayet Kolomb’un ağaçları gördüğü için mutlu olduğunu düşünüyorsan, bir de köpeğini görmeliydin!

Zevkin dünyası budur. Köpek mazur görülebilir ama senin durumun affedilemez.

İlk kez çıktıklarında, iyi vakit geçirmenin yollarını arayan genç adam, genç bayana bowling oynamak isteyip istemediğini sordu. Kız bowlinge gitmenin hiç umurunda olmadığını söyledi. Bunun üzerine adam sinemaya gitmeyi önerdi ama kız istemediğini söyledi. Başka bir şey düşünürken, kızın reddedeceği bir sigara tuttu ona. Sonra da yeni açılan diskoya gidip dans etmek ve içmek isteyip istemediğini sordu. Bunları hiç umursamadığını söyleyerek reddetti kız tekrardan.

Umutsuzca, evine gidip gece boyunca sevişmeyi önerdi kıza. Şaşırtıcı bir biçimde, kız onunla aynı fikirde olduğunu mutlulukla söyledi adama. Tutkulu bir biçimde adamı öptü ve, “Görüyorsun ki iyi vakit geçirmek için şu diğer şeylerin hiçbirine ihtiyacın yok,” dedi.

Bizim “mutluluk” dediğimiz şey kişiye göre değişir. Uyuyan kişi için mutluluk zevk alınabilecek duyulardır. Uyuyan kişi bir zevkten diğerine yaşayıp durur. O, sadece bir duyudan diğerine koşturup duruyor. O, küçük heyecanlar için yaşıyor; onun yaşamı çok yüzeysel. Hiçbir derinliği yok, hiçbir niteliği yok. O, niceliğin dünyasında yaşıyor.

Sonra, arada olan insanlar vardır; ne uyanık, ne de uykuda olanlar; muallâkta kalmış olanlar, birazcık uykuda, birazcık uyanık olanlar. Bazen bu deneyimi sabahın erken saatlerinde yaşarsın; hâlâ uykulusun ama uyuduğun da söylenemez çünkü evdeki gürültüleri duyabiliyorsun: Eşin kahvaltı hazırlıyor, çaydanlığın sesini duyuyorsun veya çocuklar okula gitmeye hazırlanıyor. Bunları duyabiliyorsun ama hâlâ uyanık değilsin. Sanki seninle, etrafında olup biten bu şeyler arasında çok büyük bir mesafe varmışçasına, bulanık, belli belirsiz bir biçimde bu gürültüler sana ulaşıyor. O, adeta hâlâ bir rüyanın parçasıymış gibi hissedilir. O, rüyanın bir parçası değil ama sen ikisinin arasındaki bir haldesin.

Aynı şey meditasyon yapmaya başladığında da olur. Meditasyon yapmayan kişi uyur, rüya görür; meditasyon yapan ise uykudan uyanıklığa doğru hareket eder, bir dönüşüm halindedir. O zaman mutluluk tamamıyla bambaşka bir anlam taşır: O daha çok niteliğe, daha az niceliğe ilişkin bir şey olur; o daha çok psikolojik ve daha az fizyolojik bir şeydir. Meditasyon yapan müzikten daha çok keyif alır, şiirden daha çok keyif alır, bir şey yaratmaktan keyif alır. Bu insanlar doğadan, onun güzelliğinden keyif alır. Sessizliğin tadını çıkarır, daha önceden hiç zevk almamış oldukları şeyden zevk alır ve bu, çok daha fazla kalıcıdır. Müzik dursa bile içinde bir şeyler sürmeye devam eder.

Ve o, bir şeylerden kurtulmak değildir. Zevk ile mutluluğun bu niteliği arasındaki fark, onun bir kurtuluş olmamasıdır; o bir zenginleştirmedir. Daha çok dolu hale gelirsin, taşmaya başlarsın. İyi müzik dinlerken varlığında bir şeyler harekete geçer, içinden bir ahenk yükselir; müziksel hale geçersin. Ya da dans etmek; ansızın bedenini unutursun, bedenin ağırlıksız hale gelir. Yerçekiminin üzerindeki hükmü kaybolur. Ansızın bambaşka bir hale girersin: Ego katı değildir, dansçı dansın içinde erir ve ona karışır.

Bu, senin seksten ya da yiyecekten aldığın zevkten çok daha derinde, çok daha yüksektedir. Bunun bir derinliği vardır. Ancak, bu da nihai olan değildir. Nihai olan yalnızca sen tamamen uyanık olduğunda, bir Buda olduğunda, tüm uyku ve tüm rüya görmeler yitip gittiğinde; tüm varlığın ışıkla dolduğunda, içinde hiç karanlık kalmadığında gerçekleşir. Tüm karanlık ortadan kalkmış durumda ve bu karanlıkla beraber ego da gitmiş halde. Tüm gerginlikler, tüm ıstırap, tüm kaygı yok olmuş. Şimdinin içinde yaşıyorsun; artık geçmiş, gelecek yok. Tamamen şimdi, buradasın. Bu an her şeydir. Şimdi tek zamandır ve burası da tek mekândır. Ve o zaman tüm gökyüzü içine düşer. Saadet budur. Budur gerçek mutluluk.

Saadeti ara; o senin doğuştan sahip olduğun haktır. Zevklerin balta girmemiş ormanlarında kaybolma; birazcık yüksel. Mutluluğa ulaş ve sonra da saadete. Zevk hayvanidir, mutluluk insanidir, saadet ilahîdir. Zevk seni bağlar, o bir köleliktir, seni zincire vurur. Mutluluk sana biraz daha çok ip verir, birazcık daha özgürlük ama sadece birazcık. Saadet nihai özgürlüktür. Yukarı doğru hareket etmeye başlarsın; o seni kanatlandırır. Artık kaba saba yeryüzünün parçası değilsin; gökyüzünün bir parçasısın. Hafiflersin, coşku olursun.

Zevk başkalarına bağlıdır. Mutluluk o kadar başkalarına bağlı değildir ama hâlâ senden ayrıdır. Saadet bir şeye bağlı değildir; ne de ayrıdır: O senin varlığının ta kendisidir, o senin doğanın ta kendisidir.
 

Özgürlük : Tepkiden Eyleme

İlk ve anlaşılması gereken en temel şey, her ne yaparsan yap bir tepki olmaması gerektiğidir. Şayet o bir eylem ise sorun yoktur. Eylem her zaman iyidir; tepki her zaman kötüdür.

O nedenle ilk önce tepki terimini anlamaya çalış. O senin bilinçsizce eylemde bulunduğun anlamına gelir. Birisi seni maniple ediyor. Birisi bir şey söyler, bir şey yapar ve sen tepkide bulunursun. Durumun gerçek efendisi başka birisidir. Birisi gelir ve sana hakaret eder ve sen tepki gösterirsin, kızarsın. Birisi gelir ve seni över ve sen gülersin ve mutlu olursun. Her ikisi de aynıdır. Sen bir kölesin ve diğeri senin düğmelerine nasıl basılacağını biliyor. Sen bir makine gibi davranıyorsun. Sen bir robotsun, henüz bir insan değilsin.

Eylem yap, tepki verme. Başkalarının elinde bir oyuncak olma.

Ve sen zihinsizliğin içinden eylemde bulunan bir kimseyi öngöremezsin. Sadece zihin öngörülebilir. Eğer sen uyanıksan, tetikteysen, bilinçliysen hiç kimse herhangi bir durumun nasıl şekil alacağını söyleyemez. Bilinç için bin bir tane alternatif açıktır. Bilinçlilik tam özgürlüktür; spontane, bir eylem, tam olarak şimdide, kimse tarafından kontrol edilmeden, kişinin kendi varlığından gelerek...

Biz koşullanmalarımıza göre tepki veririz. Eğer vejetaryen bir ailede doğduysan ve masana etli yemekler konulursa miden bulanacak ve hasta hissedeceksin; etli yemekler yüzünden değil, koşullanmaların yüzünden. Et yemeye koşullanmış bir kimsenin ise görüntüsünden bile ağzı sulanacak, mide bulantısındansa iştahı açılacak, mutlu olacak, heyecan duyacak. Bu da koşullanmadır.

Tepki gösteririz çünkü belirli bir şekilde koşullanmışızdır. Çok nazik olmaya koşullanmış olabilirsin. Her zaman kontrollü kalmaya koşullanmış olabilirsin. Sessiz olmaya koşullanmış olabilirsin. Normalde insanların rahatsız olacağı ve karmaşa yaşayacağı durumlarda sabit kalmaya koşullanmış olabilirsin. Fakat eğer o koşullanmaysa, o zaman onun dindarlıkla hiçbir alakası yoktur. O zaman onun psikoloji ile bir ilgisi vardır. Ve Buda ya da bir İsa orada usta değildir. B. F. Skinner ve Pavlov, onlardır oradaki ustalar. O, şartlanmış bir reflekstir.

B. F. Skinner’in laboratuvarında tanıştırılan yeni bir farenin hikâyesini duymuştum.

Psikologlar farelerle çalışıp dururlar, çünkü insana bundan daha çok saygı duymazlar. Onlar eğer farenin zihnini anlayabilirlerse, insanlığı anlamış olacaklarını düşünürler.

Skinner’la çok uzun zamandır bir arada olan yaşlı fare, yenisine onu tanıştırdı ve “Bak, bu B. F. Skinner iyi bir adamdır fakat önce onu koşullandırman gerekiyor. Şu düğmeye bas ve hemen kahvaltın gelecektir. Ben onu mükemmel biçimde koşullandırdım,” dedi.

Koşullandırmak cinayettir; senin doğallığın öldürülür. Zihin belirli fikirlerden bıkmış haldedir ve senin karşılık vermene izin verilmez; senin sadece tepki vermene izin verilir. Küçük şeylerde ya da büyük şeylerde o aynıdır.

Eğer dindar bir ailede yetiştirildiysen Tanrı sözcüğü güzeldir, çok kutsaldır. Fakat şayet bir komünist ailede yetiştirildiysen, o zaman sözcüğün kendisi çok çirkin, mide bulandırıcıdır. Kişi, sözcüğü söylemenin ağızda kötü bir tat bırakacağını hisseder.

Küçük ya da büyük önemli değildir. Şayet koşullandırılmış olduğun biçimde davranmaya devam ediyorsan bir makine gibi işliyorsun demektir; insan henüz doğmamıştır.

Bir İngiliz’e bir fıkra anlatıldığında üç kez güleceği söylenir. Onu anlattığında, ilk seferinde nazik olmak için gülecektir. Onu açıkladığında yeniden kibar olmak için ikinci kez gülecektir. İngiliz’in eğitimi budur; her zaman nazik olmak. Son olarak üçüncü kez, gecenin bir yarısında uykusundan gürültü ile uyandığında ve ansızın fıkrayı anladığında gülecektir.

Aynı fıkrayı bir Almana anlattığında iki kez gülecektir. Anlattığında ilk olarak nazik olmak için gülecektir. Onu açıkladığında yeniden kibar olmak için ikinci kez gülecektir. Asla üçüncü kez gülmeyecektir, çünkü o asla onu anlamayacaktır.

Aynı fıkrayı bir Amerikalıya anlattığında bir kez gülecektir; fıkrayı anlattığında güler, çünkü onu anlar.

Ve aynı fıkrayı bir Yahudi’ye anlattığında gülmeyecektir bile. Onun yerine, “Bu eski bir fıkra ve bunun yanı sıra sen de onu tamamen yanlış anlatıyorsun,” diyecektir.

O bir fıkra olabilir ya da muhteşem bir felsefe olabilir. O ıvır zıvır bir şey ya da Tanrı’nın kendisi olabilir, hiç fark etmez. İnsanlar davranmaya koşullanmış oldukları şekilde, yetiştirildikleri şekilde, kendilerinden beklenen şekilde davranırlar. Doğanın işlemesine izin verilmez; sadece terbiyenin işlemesine izin verilir. Benim köleler dediğim insanlar bunlardır.

Özgürleştiğinde, tüm koşullanmaları bıraktığında ve hayata ilk kez taze gözlerle, arada koşullanmaların bulutları olmadan baktığında, öngörülemez hale gelirsin. O zaman kimse bilemez, o zaman ne olacağını kimse hayal edemez. Çünkü o zaman artık sen orada değilsindir; varoluş senin aracılığınla eylemde bulunur. Şu an sadece toplum senin aracılığınla eylemde bulunuyor.

Bir kez sen, basitçe, hiçbir sabit fikir olmadan, hiçbir plan olmadan, uyanık ve karşılık vermeye hazır olursan, hakiki ve kendine özgü bir hale gelirsin.

Şu iki sözcüğü hatırla: otorite ve orijinallik. Normalde sen seni koşullandıran otoriteye — din adamına, politikacıya, ebeveynlere — göre davranırsın. Otoriteye göre davranırsın. Özgür bir insan otoriteye göre davranmaz; o kendi orijinalliğine dayanarak davranır. O yanıt verir. Bir durum ortaya çıkar, bir meydan okuma vardır ve o bütün varlığıyla yanıt verir. Kendisi dahi tahmin edemez onu.

Bana bir soru sorduğunda, sana ne cevap vereceğimi ben dahi bilmiyorum. Sadece verdikten sonra biliyorum; sadece o zaman, “Demek ki cevap buymuş!” diyorum. Senin sorun orada, ben buradayım; bir yanıt olması kaçınılmaz.

Yanıt vermek sorumluluktur. Yanıt vermek orijinalliktir. Yanıt vermek anda yaşamaktır. Bilinçsiz insanların ne yapacağını her zaman tahmin edebilirsin: Onlar ya cesur olacaktır ya da korkak olacaktır, onlar ya sabırlı olacaktır ya da sabırsız olacaktır. Ancak bilinç sahibi bir birey için “ya / ya da” seçenekleri yoktur; tüm olasılıklar her zaman açıktır; hiçbir kapı kapalı değildir. Ve her an karar verir. Bilinçli bir birey, özgür birey önceden gelen bir karar taşımaz; onun kullanıma hazır kararları yoktur. O taze, bakir hareket eder. O geçmiş tarafından bozulmamıştır.

Anahtar farkındalıktır. Farkında olursan her şey onu takip eder.

Hiçbir şey olmaya çalışma; sabırlı, sevecen, barışçıl, huzurlu. Çabalama. Eğer çabalarsan kendini zorlayacaksın ve bir ikiyüzlü olacaksın. Dinin tamamen ikiyüzlü hale dönüşmesi bu şekilde olur. İçerde daha farklısın; dışarıda boyanmışsın. Gülümsersin ve içerideyse öldürmek isterdin. İçerde tüm pisliği taşıyorsun ve dışarıdaysa parfüm sıkıp durursun. İçerde kokuşmuş durumdasın; dışarıda bir gül yanılsaması yaratırsın.

Asla hiçbir şeyi bastırma.

Bastırma, insanın başına gelmiş olan en büyük beladır. Ve o çok güzel nedenlerle olmuştur. Bir Buda’ya bakarsın; o kadar dingin, huzurlu. Hırs ortaya çıkar; sen de böyle olmak istersin. Ne yapmalı? Taş bir heykel olmaya çalışırsın. Ne zaman bir durum ortaya çıksa ve sen rahatsız olsan kendini geri çekersin, kendini kontrol edersin.

Kontrol pis bir sözcüktür. Onda dört taneden fazla harf vardır ama o dört harfli bir sözcüktür.

Özgürlük... Ve ben özgürlük dediğimde ahlaksızlık demek istemiyorum. Yanlış anlayabilirsin. Ben özgürlük dediğimde sen onu ahlaksızlık olarak anlayabilirsin çünkü işler böyle yürür. Kontrol altındaki bir zihin ne zaman özgürlüğü duysa hemen onu ahlaksızlık olarak anlar. Ahlaksızlık kontrolün zıt kutbudur. Özgürlük sadece aradadır, tam ortadadır; hiçbir kontrolün ve hiçbir ahlaksızlığın olmadığı yerdedir.

Özgürlüğün kendi disiplini vardır ama bu hiçbir otorite tarafından dayatılmamıştır. O senin farkındalığından, orijinalliğinden gelir. Özgürlük asla ahlaksızlık olarak anlaşılmamalıdır, yoksa esas noktayı kaçırırsın.

Farkındalık özgürlük getirir. Özgürlükte kontrole ihtiyaç yoktur çünkü ahlaksızlık için bir olasılık yoktur. Ahlaksızlık yüzünden sana kontrol dayatılmıştır ve eğer ahlaksız olarak kalırsan toplum seni kontrol etmeye devam edecektir.

Polisler ve yargıçlar ve politikacılar ve mahkemeler var olmuştur ve onlar sana kendini kontrol etmeni dayatıp dururlar. Ve sen kendini kontrol ederken canlı olmanın özünü kaçırırsın çünkü kutlamayı kaçırırsın. Şayet aşırı kontrollü isen nasıl kutlayacaksın?

Bu, neredeyse her gün gerçekleşir. Çok kontrollü ve disiplinli insanlar beni görmeye geldiklerinde, onların kafataslarının içine sızmak nerede ise imkânsızdır; o kadar kalındırlar ... etraflarında taştan duvarlar. Onlar taşlaşmıştır, onlar buz kesilmişlerdir; onların sıcaklıkları kaybolmuştur. Çünkü eğer sıcak olursan korku vardır; bir şey yapabilirsin. Onlar bu yüzden kendilerini öldürmüş, kendilerini tamamen zehirlemiştir. Kontrol altında kalmak için tek bir çözüm bulmuşlardır ve bu da yaşamamaktır. Öyleyse taştan bir Buda ol; o zaman sabırlıymış, dinginmiş, disiplinliymiş gibi rol yapabilirsin.

Ancak, burada benim öğrettiğim şey bu değildir. Ahlaksızlık kadar kontrol de bırakılmalıdır. Şimdi kafan karışacak. Sen ya kontrolü ya da ahlaksızlığı seçebilirsin; “Eğer kontrolü bırakırsam, ahlaksız olacağım. Eğer ahlaksızlığı bırakırsam, o zaman kontrollü olmak zorundayım,” diyebilirsin. Ancak ben sana diyorum ki eğer farkında olursan kontrol ve ahlaksızlığın her ikisi de aynı çöplüğe gider. Onlar aynı madalyonun iki yüzüdür. Ve farkındalıkta onlara ihtiyaç yoktur.

Bir akşam her zaman bir şekilde utangaç ve çekingen olan on sekiz yaşındaki bir genç kendisini değiştirmeye karar verdi. En iyi elbiselerini giyip, yatak odasından aşağıya indi ve babasını çekiştirip “Bak, kasabaya gidiyorum; güzel kızlar bulmaya gidiyorum. Körkütük sarhoş olacağım ve çok iyi vakit geçireceğim. Benim yaşımda, hayatının en güzel çağında olan bir genç ne yapıyorsa hepsini yapacağım ve biraz macera ve biraz heyecan yaşayacağım, o nedenle beni durdurmaya çalışma!” dedi.

Yaşlı adam, “Seni durdurmaya çalışmak mı? Dur bakalım evlat, seninle birlikte geliyorum!” dedi.

Tüm kontrollü insanlar bu haldedir, içerde fokurduyordur; ahlaksızlığın, içinde patlamak için bekliyordur.

Manastırlardaki rahiplere git ve gör. Hindistan’da bu türden nevroz her yerdedir. Bütün rahipler nevrozludur. Şu anlaşılması gereken bir şeydir: Ya erotik olursun ya da nevrotik. Eğer cinsel enerjini, erotizmini bastırırsan nevrotik olursun. Eğer nevrozunu bırakırsan erotik olursun. Ve her ikisi de bir çeşit deliliktir. Kişi basitçe kendisi olmalıdır; ne nevrotik ne erotik, tüm durumlara karşı açık, hayat ne getirirse yüzleşmeye hazır, kabul etmeye ve yaşamaya hazır fakat her zaman tetikte, bilinçli, farkında, dikkatli.

O nedenle devamlı olarak hatırlanılması gereken tek şey, öz farkındalığındır. Kendini unutmamalısın. Ve her zaman varlığının en derinindeki özünden hareket etmelisin. Bırak eylemler oradan aksın, varlığının tam merkezinden ve her ne yaparsan yap erdemli olacaktır.

Erdem farkındalığın bir işlevidir.

Şayet çeperden bir şey yaparsan günah gibi görünmeyebilir ama o günahtır. Toplum senden memnun olabilir ama sen kendinden memnun olamazsın. Toplum seni onurlandırabilir ama derinlerde sen kendini suçlamaya devam edeceksin çünkü hayatını boşa harcadığını ve onu bir hiç uğruna kaçırdığını bileceksin.

Toplumun verdiği onurun değeri nedir ki? İnsanlar sana bir aziz derse, bu ne anlama gelir? O, dedikodudan başka bir şey değildir. Bu nasıl önemli olsun? Tanrısallığı dedikodu için kaçırdın! Hayatını her taraftaki ahmak insanlar için, onların iyi fikirleri uğruna kaçırdın.

Hayatı tam merkezinden yaşa. Meditasyon tamamıyla buna ilişkin bir şeydir. Ve yavaş yavaş dayatılmamış, oluşturulmamış, kendiliğinden ortaya çıkan, bir çiçeğin açması gibi doğal bir şekilde ortaya çıkan bir disiplinin geldiğini hissedeceksin. O zaman mevcut olan hayatın tümüne ve mevcut olan varlığının tümüne sahip olacaksın.

Ve senin tüm varlığın ile tüm yaşam buluştuğunda, ikisinin arasında yükselen şey özgürlüktür. İkisinin arasında yükselen şey nirvanadır.
 

Yakınlık : Sessizliğin Dili

Rastgele ilişki kurdun bugüne kadar, ve biriyle şekil olarak ilişki kurduğun zaman, binbir türlü saçma şey söyleyebilirsin çünkü hiçbir şeyin önemi yoktur, sadece vakit geçirmektesindir.

Ama birini kendine yakın hissettiğinde, yakınlık doğduğunda, söylediğin her kelime önem kazanır. O zaman kelimelerle kolayca oynayamazsın çünkü her şeyin bir önemi vardır. O yüzden, sessizlik boşlukları olur. İnsan başlangıçta kendini garip hisseder çünkü sessizliğe alışık değildir. Bir şeyler söylenmesi gerektiğini düşünürsün, diğeri ne düşünür yoksa?

Birine yakınlaştığında, sevginin herhangi bir türü doğduğunda, sessizlik gelir, ve söylenecek bir şey kalmaz. Aslında gerçekte de söylenecek bir şey yoktur. Hiçbir şey yoktur. Bir yabancıyla, söylenecek çok şey vardır; dostlarınla, söylenecek hiçbir şey yoktur. Ve sessizlik ağır gelir, çünkü buna alışık değilsindir.

Sessizliğin müziğini tanımıyorsun. Sadece tek bir iletişim yolu biliyorsun, o da sözel, zihin kanalıyla. Kalple iletişim kurmak, sessizlikte, kalpten kalbe iletişim kurmak nedir, bilmiyorsun. Sadece orada bulunarak, varlığın kanalıyla iletişim kurmayı bilmiyorsun. Büyüyorsun, ve eski iletişim yöntemlerin yetmiyor. Sözel olmayan, yeni iletişim yöntemleri geliştirmen gerekiyor. İnsan olgunlaştıkça, sözel olmayan iletişime daha çok ihtiyaç duyar.

Dile ihtiyaç duyuyoruz, çünkü iletişim kurmayı bilmiyoruz. Bunu bildiğimiz zaman, yavaş yavaş, dile ihtiyacımız kalmaz. Dil, son derece ilkel bir ortam. Gerçek iletişim ortamı, sessizliktir. O yüzden, yanlış bir fikre kapılma, yoksa büyümeni durdurursun. Dilin kaybolmaya başlaması bir eksiklik değildir; bu yanlış bir fikirdir. Yeni bir şey var olmaya başladı ve eski kalıp bunu içine almaya yetmiyor. Sen büyüyorsun, elbiselerin kısa gelmeye başlıyor. Bir şey eksilmiyor; sana her gün yeni bir şey ekleniyor.

Daha çok meditasyon yaptıkça, daha çok seversin, ve daha çok ilişki kurarsın. Ve sonunda bir an gelir ki, o an sadece sessizlik işe yarar. O yüzden, bundan sonra biriyle birlikteyken ve sözcüklerle iletişim kurmadığınızda, ve sen de kendini garip hissettiğinde, mutlu ol. Sessiz kal ve o sessizliğin iletişim kurmasına izin ver.

Sevgi ilişkisinde olmadığın insanlarla ilişki kurmak için, dil gereklidir. Sevgi ilişkisinde olduğun insanlarla birlikteyken, dilsizlik gereklidir. İnsan yeniden bir çocuk gibi masumlaşmalı, sessizleşmelidir. Hareketler olur yine; bazen gülümser, el ele tutuşursun, bazen sessizce göz göze kalırsın; hiçbir şey yapmadan, sadece var olarak. Varlıklar buluşur, birleşir, ve sadece ikinizin bildiği bir şey gerçekleşir. Sadece bunu yaşayan ikiniz bilirsiniz; başka kimse farkına varmaz, öyle bir derinlikte olur her şey.

Bu sessizliğin tadına var; hisset ve tadını çıkar. Kısa zamanda anlayacaksın ki, onun kendi iletişimi var; daha büyük, daha yüksek, daha derin ve daha içten. Ve bu iletişim kutsaldır, saftır.
 

Hikâyeler : Son Mesaj

Lin Chi adındaki bir Zen Ustası ölüyordu.

Binlerce müridi son vaazını dinlemek için toplanmıştı, ancak Lin Chi sadece keyifli bir şekilde, gülerek ama tek bir söz bile etmeden öylece yatıyordu.

Onun öleceğini ve tek bir söz bile söylemediğini gören birisi — kendisi de bir Usta olan eski bir dostu; o Lin Chi’nin müridi değildi, bu yüzden ona bunu söyleyebiliyordu — Lin Chi’ye hatırlattı: “Lin Chi, son sözlerini söylemeyi unuttun mu? Senin hafızanda bir sorun olduğunu hep söylemişimdir. Ölüyorsun ... unuttun mu?”

Lin Chi dedi ki, “Yalnızca dinle.” Çatıda iki sincap koşuyordu, bağrışıyordu. Ve, “Ne kadar güzel.” dedi ve öldü.

“Yalnızca dinle.” dediğinde bir anlığına tam bir sessizlik vardı. Herkes onun muhteşem bir şey söyleyeceğini zannetti ama sadece iki sincap çatıda kavga ediyordu, bağrışıyordu, koşuşuyordu... Ve o gülümsedi ve öldü. Ama son mesajını vermişti: Şeyleri büyük ve küçük, önemli ve önemsiz hale getirme. Her şey önemlidir. Şu an Lin Chi’nin ölümü çatıda koşuşan sincaplar kadar önemli, bir fark yok. Varoluşta hepsi aynıdır. Onun tüm felsefesi, bütün hayatının öğretisi, büyük ve küçük olan diye bir şey olmadığı; ondan ne meydana getirdiğinin sana bağlı olduğu idi.
 

Sevgi : Olgunlaşmış Aşk

Gautam Buda’nın sevgiye yaptığı vurgu, eski mistikler düşünüldüğünde yeni bir olgudur. Gautam Buda geçmişi ayıran tarihi bir çizgi çekmiştir. Ondan önce meditasyon yeterliydi; hiç kimse meditasyonla birlikte sevgiyi de vurgulamamıştı.

Ve bunun nedeni de meditasyonun aydınlanmayı, senin çiçeklenmeni, varlığının nihai ifadesini getirmesidir; daha fazla neye ihtiyaç duyarsın? Birey söz konusu olduğunda meditasyon yeterlidir. Buda’nın büyüklüğü ise meditasyona başlamadan önce dahi sevgiyi sana tanıştırmış olmasındadır. Daha sevecen, daha nazik, daha şefkatli olmalısın.

Bunun ardında gizli bir bilim yatıyor. Şayet aydınlanmadan önce sevgi ile dolu bir kalbin olursa, meditasyondan sonra senin eriştiğin aynı güzelliğe, aynı yüksek duygulara, aynı kutlamaya başkalarının da erişebilmesi için yardım etmen mümkün olacaktır. Gautam Buda aydınlanmanın bulaşıcı bir hale gelmesini mümkün kılar.

Ancak kişi eve varmış olduğunu hissederse niçin başka birisini umursasın? Buda ilk kez aydınlanmayı bencilce bir şey olmaktan çıkartmıştır; o bunu bir sosyal sorumluluğa dönüştürmüştür. Bu, perspektifteki çok büyük bir değişikliktir. Ancak, sevgi aydınlanmadan önce öğrenilmelidir. O önceden öğrenilmezse, o zaman aydınlanmadan sonra öğrenilecek bir şey yoktur. Kişi bir kez kendisinin içinde sonsuz mutlu olduğunda, o zaman sevgi bile kişinin keyfini engelliyormuş, kişinin sonsuz mutluluğu için bir tür engelmiş gibi görünür. Bu nedenle yüzlerce aydınlanmış insan olmasına rağmen çok az usta vardır. Bir usta olmak demek muazzam düzeyde sevgiye sahipsin demektir ve sen aydınlanmanın mümkün kıldığı bu güzel hallerin içerisinde tek başına yol almaktan utanırsın. Kör olan, karanlıkta yolunu bulmaya çalışan insanlara yardım etmek istersin. Onlara yardım etmek rahatsızlık değil, bir keyif halini alır. Aslında etrafında pek çok insanın çiçekler açması sonsuz mutluluğu daha da zenginleştirir. Sen başka hiçbir ağacın çiçeklenmediği bir ormanda tek açan, yalnız bir ağaç değilsindir. Tüm orman da seninle birlikte çiçek açtığında keyif binlerce kez daha çoğalır: Aydınlanmanı dünyaya bir devrim getirmek için kullanmışsındır.

Gautam Buda sadece aydınlanmamıştır, o bir devrimcidir de. Onun dünyaya, insanlara olan ilgisi muazzamdır. O müritlerine, meditasyon yaptığınızda ve dinginlik, sessizlik hissettiği- nizde; varlığınızın içinde derin bir sevinç kıpırdanmaya başladığında buna tutunmayın, onu tüm dünyaya verin, diye öğretirdi. Ve endişelenme çünkü onu ne kadar çok verirsen, onu elde etme yeteneğin de o kadar artacaktır. Verme davranışının, vermenin senden herhangi bir şey götürmediğini; tam tersine, bunun senin tecrübelerini çoğalttığını bir kez anladığında, muazzam bir öneme sahip olur. Ancak hiçbir zaman sevgiyle dolu olmamış bir kişi vermenin sırrını bilmez, paylaşmanın sırrını bilmez.

Bir gün Buda’nın müritlerinden birisi olan sıradan bir adam — o bir sannyasin değildi ama Gautam Buda’ya kendisini son derece adamıştı — şöyle dedi: “Bunu yapacağım ... ama sadece tek bir istisna yapmak istiyorum. Tüm neşemi ve tüm meditasyonumu ve tüm manevi hazinelerimi bütün dünyaya vereceğim; komşum dışında. Çünkü bu adam gerçekten iğrenç.”

Komşular her zaman düşmandır. Gautam Buda, ona şöyle demiştir: “O halde tüm dünyayı unut, sen sadece komşuna ver.”

Adamın aklı karışmıştı: “Ne diyorsunuz?”

Buda, “Şayet komşuna verebiliyorsan, sadece o zaman insanlara karşı sahip olduğun bu çözümsüz davranıştan özgürleşebileceksin,” dedi.

Sevgi temelde insanların zaaflarını, onların zayıf yönlerini kabul etmektir, onların tanrılar gibi davranmalarını beklememektir. Bu beklenti merhametsizliktir çünkü onlar tanrılar gibi davranamayacaktır ve o zaman sen önyargılarının içine düşeceksin. Ve onlar da kendi özsaygılarını yitirecekler. Tehlikeli bir şekilde onları sakatlamışsındır, onurlarını zedelemiş- sindir.

Sevginin temellerinden birisi herkese değer vermektir, senin başına gelen şeyin onların da başına gelebileceğini herkesin fark etmesini sağlamaktır. Hiç kimse umutsuz bir vaka değildir, hiç kimse değersiz değildir; aydınlanma hak edilmesi gereken bir şey değildir, o senin kendi doğanın ta kendisidir.

Ancak bu sözler aydınlanmış kişiden gelmelidir. Sadece o zaman onlar güven yaratır. Eğer onlar aydınlanmamış din bilginlerinden gelirse güven yaratamaz. Aydınlanmış insan tarafından söylenen sözcük nefes almaya başlar, kendine ait kalp atışları oluşur. O canlanır, o doğrudan senin kalbine girer; o entelektüel bir jimnastik değildir. Ancak, din bilgini ile bu farklı bir şeydir. Onun kendisi dahi neden bahsettiği, ne yazmakta olduğu konusunda emin değildir. O da seninle aynı emin olmama halinin içindedir.

Gautam Buda, bilincin evrimindeki mihenk taşlarından birisidir. Onun katkısı çok büyüktür, ölçülemez. Ve onun katkısı içerisinde sevgi düşüncesi en yaşamsal olanlarından birisidir. Fakat hatırlaman gerekir ki sevecen olarak daha yükseğe çıkamazsın; aksi takdirde her şeyi mahvedersin. Bu bir ego oyununa dönüşür. Şefkatli olurken diğer kişiyi aşağılamaman gerektiğini hatırla; aksi takdirde sen şefkatli olmazsın. Sözcüklerin ardında onların aşağılanmasından zevk duyuyorsundur.

Sevginin anlaşılması gerekir. Çünkü o olgunlaşmış aşktır. Sıradan aşk çok çocukçadır, o yeni yetmeler için iyi bir oyundur. Ne kadar hızla onun dışına çıkabilirsen o kadar iyidir çünkü senin aşkın kör bir biyolojik güçtür. Onun, senin manevi gelişiminle hiçbir alakası yoktur. Bu yüzden tüm aşk ilişkileri garip bir şeye dönüşür, çok acı bir hal alır. Son derece cazip, son derece heyecan verici, son derece meydan okuyucu olan, uğrunda ölebileceğin şey... Şimdi, yine ölebilirsin fakat onun için değil, ondan kurtulmak için!

Aşk kör bir güçtür. Başarılı olan âşıklar asla sevgililerini elde edememiş olanlardır. Tüm büyük aşk hikâyeleri; Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Soni ve Mahival; bunlar, Romeo ve Juliet ile kıyaslanabilecek olan Doğu’nun üç büyük aşk hikâyesidir. Ancak tüm bu büyük âşıklar kavuşamazlar. Toplum, anne babalar, her şey bir engele dönüşür. Ve kanımca bu iyi de olmuştur. Âşıklar bir kez evlendiğinde, o zaman geriye bir aşk hikâyesi kalmaz.

Mecnun asla Leyla’yı kollarına alamadığı için şanslıydı. İki kör kuvvet bir araya geldiğinde ne olur? Her ikisi de kör ve bilinçsiz olduğu için sonuç büyük bir ahenk olamaz. Sonuç sadece hükmetme, aşağılama; her türden çatışma için bir savaş hali olabilir.

Ancak, tutku tetikte ve uyanık hale geldiğinde aşkın tüm enerjisi arınır; o sevgiye dönüşür. Aşk her zaman için bir kişiye yönelir ve onun en derindeki arzusu kişiye sahip olmaktır. Aynı şey diğer taraf için de geçerlidir. Ve bu her iki insan için de cehennem yaratır.

Sevgi hiç kimseye yönelmez. O bir ilişki değildir, o basitçe senin varlığının kendisidir. Sen ağaçlara, kuşlara, hayvanlara, insanlara; herkese koşulsuzca, karşılığında bir şey istemeden sevgi dolu olmaktan keyif alırsın. Sevgi kör biyolojiden özgürleşmektir.

Aydınlanmadan önce aşk enerjinin bastırılmadığı hususunda uyanık kalman gereklidir. Eski dinlerin yapmakta oldukları şey budur: Onlar aşkın biyolojik olarak ifade edilmesini kötülemeyi sana öğretirler. Böylelikle sen aşk enerjini bastırırsın ... ve bu enerji sevgiye dönüşecek olan enerjidir.

Kötüleyerek dönüşüm olasılığı kalmaz. Bu yüzden senin azizlerin kesinlikle hiç sevgiye sahip değiller; onların gözlerinde hiçbir sevgi göremeyeceksin. Onlar içlerinde hiç öz sıvısı olmayan iskeletlerdir. Bir azizle yirmi dört saat yaşamak cehennemin nasıl bir şey olduğunu tecrübe etmek için yeterlidir. Belki de insanlar bu gerçeğin farkındadır, bu yüzden onlar azizlerin ayaklarına dokunurlar ve hemen uzaklaşıp giderler.

Çağımızın büyük filozoflarından birisi olan Bertrand Russell anlayışlı bir şekilde şöyle ifade etmişti: “Eğer bir cehennem ve cennet varsa ben cehenneme gitmek istiyorum.” Niçin? Sırf azizlerden uzak durmak için çünkü cennet tüm bu ölü, donuk, tozlanmış azizlerle dolu olacaktır. Ve Bertrand Russell, “Bu arkadaşlığa bir dakika bile dayanamazdım. Ve ebediyeti geçirmek, sonsuza kadar aşkın ne olduğunu bilmeyen, arkadaşlığın ne olduğunu bilmeyen, hiç tatile çıkmayan bu cesetlerle çevrelenmek...!?” diye düşünür.

Bir aziz haftanın yedi günü aziz kalır. Onun hiç olmazsa bir günlüğüne, Pazar günü, insan olmanın tadını çıkarmasına izin yoktur. Hayır, o kasılmış olarak kalır ve katılık zamanla büyümeye devam eder.

Bertand Russell’ın cehennemde kalma kararını çok takdir ediyorum çünkü onun, bununla ne demek istediğini anlıyorum. Onun dediği şey, dünyadaki tüm renkli insanları — şairleri, ressamları, asi ruhları, bilim adamlarını, yaratıcı insanları, dansçıları, aktörleri, şarkıcıları, müzisyenleri — cehennemde bulacağındır. Cehennem gerçekten de cennet olmalı çünkü cennet cehennemden başka bir şey değil.

Her şey son derece tersine gitmiştir ve yanlış gitmesinin temel nedeni aşk enerjisinin bastırılmış olmasıdır. Gautam Buda’nın katkısı şudur: “Aşk enerjini bastırma. Onu zarifleştir ve bunu yapabilmek için de meditasyonu kullan.”

Bu yüzden, yavaş yavaş meditasyon geliştikçe aşk enerjini zarif hale sokar ve onu sevgiye dönüştürür. O zaman, meditasyonun en yüksek zirvesine erişmeden ve aydınlanmanın güzel deneyimi halinde infilak etmeden önce sevgi çok yakında olacaktır.

Aydınlanmış kişi için sevginin kökleri aracılığıyla enerjilerinin, onları almaya hazır olan herhangi birisine akmasına izin vermek — ki artık o dünyanın tüm enerjisine sahiptir — mümkün hale gelecektir. Sadece bu türden bir kimse bir ustadır.

Aydınlanmak basittir ama bir usta haline gelmek çok karmaşık bir olgudur çünkü o meditasyon artı sevgiye ihtiyaç duyar. Sadece meditasyon kolaydır, sadece sevgi kolaydır ama ikisinin beraber, aynı anda gelişmesi karmaşık bir iştir.

Ancak, sevgi hissetmediği için tecrübelerini paylaşmayan ama aydınlanmış insanların, yeryüzündeki bilinçliliğin gelişimine bir yardımı olmaz. Onlar insanlığın seviyesini yükseltmezler. Sadece ustalar bilinci yükseltmeye muktedirdirler. Sahip olduğun küçücük bilinçliliğin bile tüm kredisi, aydınlanmalarından sonra dahi sevgi dolu kalmayı başarmış olan birkaç ustaya aittir.

Anlaman zor olacak ... ancak aydınlanma öylesine seni içine çeker ki tüm dünyayı unutmaya meyledersin. Kişi o kadar çok tatmin içerisindedir ki, bilerek ya da bilmeyerek, doğru bir şekilde yahut yanlış bir biçimde, aynı tecrübe için can atan milyonları düşünmeye hiç hali yoktur. Sevgi mevcut olarak kaldığında, o zaman bu insanları unutmak olanaksızdır. Aslında, vermek için, paylaşmak için bir şeye sahip olduğun an budur. Ve paylaşmak öylesine büyük bir keyiftir ki. Sevgi sayesinde, zamanla ne kadar çok paylaşırsan o kadar çoğuna sahip olduğunu öğrenmiştin. Aydınlanmanı da paylaşırsan daha da çok zenginliğe sahip olacaksın, aydınlanman çok daha fazla canlı, çok daha fazla kutlu, çok daha fazla boyuta sahip olacak.

Aydınlanma tek boyutlu olabilir; bu pek çok insanın başına gelmiştir. O, onları tatmin eder ve onlar evrensel kaynağın içinde kaybolurlar. Ancak aydınlanma çok boyutlu olabilir, o dünyaya pek çok sayıda çiçek getirebilir. Ve sen dünyaya bir şeyler borçlusun çünkü bu dünyanın kızı yahut oğlusun.

Zerdüşt’ün bir sözünü anımsadım: “Asla yeryüzüne ihanet etme. En ihtişamlı anında bile yeryüzünü unutma; o senin annendir. Ve insanları unutma. Onların engelleri olabilir, onlar senin düşmanların olabilir. Onlar seni pek çok şekilde mahvetmeye çalışmış olabilir; onlar seni çoktan çarmıha germiş olabilir; seni ölümüne taşa tutmuş, yahut seni hapsetmiş olabilirler fakat sen onları unutma. Her ne yaptılarsa bilinçsiz bir halde yaptılar. Onları affedemezsen, kim onları affedecek? Ve senin onları affetmen, seni kıyaslanamaz bir şekilde zenginleştirecektir.”

Sevginin karşısında olan hiçbir şeye destek vermemek için dikkatli ol. Kıskançlık, rekabet, tahakküm etme çabası; bunların tümü sevginin karşısındadır. Ve hemen bileceksin çünkü sevgin sarsıntı geçirecek. Sevginin sarsıldığını hissettiğin an, onun karşısında olan bir şey yaptığını bileceksin. Sevgini, sana kaygı, keder, çatışma dışında bir şey vaat etmeyen ve muazzam derecede değerli bir hayatı çarçur edecek aptalca şeylerle zehirlemeyeceksin.
 

Yakınlık : Kendini Dinle

Her zaman kendi duygularını dinle, etrafa bakmana gerek yok. Zaten insanlara bakarken, onların tam olarak ne olduğunu da göremezsin çünkü yüzleri onların gerçeği değildir, senin yüzünün senin gerçeğin olmadığı gibi. Dış görüntüleri içlerini yansıtmaz, senin dış görüntünün senin içini yansıtmadığı gibi.

Bu, toplumun ikiyüzlülüğüdür; içi, özü, gerçek yüzü göstermemek. Gizlemek. Sadece çok yakın ve anlayabilecek birine göstermek. Ama yakın olan kim? Sevgililer bile gerçek yüzlerini birbirlerine göstermez. Çünkü bilemezler; şimdi sevgili olan, biraz sonra olmayabilir. Böylece herkes bir ada olur, kapanır.

Başkalarına bakma, kendine bak. Ve içindekinin dışarı çıkmasına izin ver, ne pahasına olursa olsun. Bastırmaktan daha büyük risk olamaz. Bastırırsan, bütün yaşama sevincini kaybedersin. Bastırmaya devam edersen bütün hayatını kaybedersin. Zehirdir bu, varlığını zehirler.

Kalbini dinle ve oradaki ne olursa olsun, dışarı çıkar. Kısa zamanda dışarı çıkarmakta ustalaşacaksın, ve bundan mutluluk duyacaksın. Gerçek olmayı bir kere tanıyınca, bu öyle güzel bir şeydir ki, sahte olmakla yetinemez olursun. Sahte olmaya devam etmenin sebebi, gerçeğin tadını bilmemendir. Çocukluğun en başından itibaren, gerçek bastırılır. Çocuk daha gerçeğin ne olduğunu tanımadan, ona bastırmak öğretilir. Bilinçaltı yöntemlerle, mekanik yöntemlerle, ne yaptığını bilmeden bastırmaya devam eder.

Kendine karşı gerçek ol, başka bir sorumluluğun yok. İnsan kendi varlığına karşı sorumludur. Sadece kendi varlığına cevap verebilirsin ve Tanrı sana niye başkası olmadığını sormaz.

Musevi mistik Josiah hakkında bir hikâye anlatılır. Ölürken ona niye Tanrı’ya dua etmediğini sormuşlar, “Musa acaba sana şahitlik yapacak mı?” demişler. “Tanrı bana neden Musa olmadığımı sormayacak,” diye cevap vermiş, “neden Josiah olmadığımı soracak.”

Bütün mesele bu, kendin olmak. Bunu çözebilirsen, öbür meselelerin hepsi de mesele olmaktan çıkar. O zaman hayat, yaşanacak güzel bir gizem haline gelir. Çözülecek değil, yaşanacak ve keyfine varılacak.
 

Kadın : Evlilik / Sevgi / Sonsuz Dans

Ben hiçbir zaman evliliğin sevgiyi öldürdüğünü söylemedim. Evlilik sevgiyi nasıl öldürsün ki? Evet, sevgi evlilik içinde tahrip edilir ancak evlilik tarafından değil; senin tarafından.

Sevgi, çiftler tarafından öldürülür. Onu yok edersin çünkü sevginin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Sen sadece onu biliyormuş gibi yapıyorsun, sadece bilmiş olmayı umut ediyorsun, bildiğini hayal ediyorsun ancak sevgi nedir bilmiyorsun. Sevgi öğrenilmelidir — işte en büyük hüner buradadır.

İnsanlar dans ederlerken seni de aralarına davet ettiklerinde, "Nasıl yapılacağını bilmiyorum," dersin. Sadece sıçrayıp, hoplayarak dans etmeye başlayamazsın çünkü bu şekilde insanlara ne büyük bir dansçı olduğunu değil, sadece bir maskara olduğunu kanıtlayabilirsin. Dans etmek öğrenilmelidir — zarafeti, figürleri. Bedenini bu yolda eğitmen gerek.

Ortada sadece tuval, fırça ve boyalar var diye birden resim yapmaya başlayamazsın. "Gerekli olan her şey mevcut; o halde bir resim yapayım," diyemezsin. Tuvali boyayabilirsin ancak, bu yolla bir ressam olamazsın.

Sen bir kadın ile karşılaşırsın — ve tuval oradadır. Aniden bir sevgili olur ve onu boyamaya başlarsın. Ve o da seni boyamaya başlar. Şüphesiz, her ikiniz de sonuçta yaptığınızın saçmalık olduğunu er ya da geç anlarsınız — boyalı budalalar. Sen hiçbir zaman aşkın bir sanat olduğunu düşünmedin. Sen bu sanat ile birlikte doğmadın, onu doğumunla birlikte getirmedin. Onu öğrenmelisin. Sevgi, en fazla maharet gerektiren, en zor sanattır.

Sen sadece bir yetenek ile doğdun. Şüphesiz bir bedenin var ve bir dansçı olabilirsin. Vücudunu hareket ettirerek dansçı olabilirsin ancak önce dans etmeyi öğrenmen gerekir. Dansı öğrenmek için daha fazla çaba gereklidir. Ancak yine de onu tek başına yapabildiğinden, bu çok zor olmayacaktır.

Sevgi çok daha zor bir şeydir. O başka biriyle dans etmektir. Diğerinin de dansın ne olduğunu bilmesi gerekir. Başka birisiyle uyumlu yaşamak büyük sanattır. İki insan arasında bir armoni yaratabilmek ... iki insan demek, iki farklı dünya demektir. Ve bu iki dünya birbirlerine yaklaştıklarında aralarında bir uyum oluşmazsa büyük gürültü kopacaktır. Ve mutluluk, sağlık ve uyum hep bu sevgiden ortaya çıkar. Sevmeyi öğren. Evlenmek için acele etme, önce sevmeyi öğren. Önce büyük bir sevgili ol.

Bunun için ne yapmak lazım? İlk şart olarak, bir sevgili her zaman sevgisini vermeye hazırdır ve karşılık görüp görmemek onu hiç mi hiç ilgilendirmez. Sevgi her zaman geri dönecektir, bu onun doğasıdır. O, tıpkı senin dağlara gidip yüksek sesle şarkı söylemen ve vadilerin de sana cevap vermesi gibidir. Sen hiç dağlardaki yankılanmayı izledin mi? Sen bağırırsan, vadiler de bağırır ya da şarkı söylersen, onlar da şarkı söyler. Her yürek bir vadidir. Eğer ona sevgi dökersen, o da sana aynı şekilde cevap verir.

Sevginin ilk dersi onu talep etmemektir. Verici ol.

İnsanlar ise bunun tam aksini yaparlar. Hatta verdiklerinde bile çoğunlukla bunun arkasında, aşkın geri döneceğine, dönmesinin gerekliliğine dair bir düşünce vardır. Bu bir ticarettir. Onlar paylaşmıyorlar, onlar özgürce paylaşamıyorlar. Ancak koşullu olarak paylaşabiliyorlar. Gözlerinin bir ucuyla hep onun geri gelip gelmediğine bakıyorlar. Zavallı insanlar ... sevginin en doğal işlevini bilmiyorlar. Sen sadece akıtırsın; o geri döner.

Şayet geri dönmüyorsa, yine de sevmenin mutluluk olduğunu bilen gerçek bir sevgili için kaygılanacak hiçbir şey yoktur. Gelirse iyidir, mutluluk katlanır ancak hiç geri gelmediyse de, sevginin gerçek doğası içinde öylesine mutlu ve öylesine vecd içinde olursun ki bu seni asla rahatsız etmez.

Sevginin kendine özgü bir mutluluğu vardır. Sevdiğinde o gerçekleşir. Sonuçlar için hiç beklemen gerekmez. Sadece sevmeye başlaman yeterlidir. Zamanla çok çok daha fazla sevginin sana geldiğini göreceksin. Sevmenin ne olduğu, sadece severek öğrenilebilir. Yüzmenin yüzerek öğrenildiği gibi.

İnsanlar son derece hasisler. Sevmek için o en yüce sevgilinin gelmesini bekliyorlar. Kapalı kalıyorlar, bir kenara çekilmiş duruyorlar. Sadece bekliyorlar. Bir yerlerden bir Kleopatra çıkıp gelecek ve ancak o zaman kalplerini açacaklar ... ki o zamana kadar da onu nasıl açacaklarını zaten unutmuş olacaklar.

Hiç bir sevgi fırsatını kaçırma. Sokaklarda yürürken bile sevebilirsin. Kimseye bir şeyler vermen de gerekmez, sadece gülümse yeter. Onun bir maliyeti yoktur, içten bir gülümseme kalbini açar, kalbini daha canlı yapar. Birisinin elini tut — bir arkadaş ya da bir yabancı, fark etmez. Doğru insanla karşılaşınca seveceğim diye bekleme. O zaman, hiçbir zaman gelmeyecektir. Sevmeye devam et. Daha fazla sevdikçe doğru insanla karşılaşma için ihtimaller de artacaktır çünkü kalbin bir çiçek gibi açmaya başlayacaktır. Ve çiçekler açan bir kalp de kendisine daha fazla arı, daha fazla sevgili çekecektir.

Çok yanlış eğitildin. En önce herkesin halihazırda bir sevgili olabileceği gibi çok yanlış bir izlenimin var. Sadece doğmuş olmakla bir sevgili olabileceğini sanıyorsun. Bu kadar kolay değil. Evet, bir potansiyel var ancak bu potansiyelin disipline edilmesi, doğru yönlendirilip doğru eğitilmesi gerekir. Bir tohum vardır ancak ona çiçek açtırılmalıdır.

Sen tohumu taşımaya devam ediyorsun ancak bu halde hiçbir arı gelmeyecektir. Sen hiç tohuma gelen bir arı gördün mü? Onlar ancak tohum çiçek açtığında gelirler. Çiçeklen; bir tohum olarak kalma.

Ayrı ayrı mutsuz olan iki insan bir araya geldiklerinde çok daha fazla mutsuzluk yaratırlar. Bu matematikseldir. Sen mutsuzdun ve karın da mutsuzdu ve ikiniz de bir araya gelerek mutlu olabileceğinizi umuyordunuz. Bu, son derece sıradan bir matematik işlemidir; iki artı iki dört eder. Bu kadar basit işte. Bu, hiçbir yüksek bilgi gerektirmez; çok sıradan, çok kolay, parmaklarınla da sayabilirsin. Her ikiniz de daha mutsuz olacaksınız.

Flört etmek başka bir şeydir. Flörte güvenme. Aslında evlenmeden önce flört etmeyi bırak. Benim önerim, evliliğin balayından sonra olmasıdır, asla daha öncesinde değil. Eğer balayında her şey yolunda giderse, ancak ondan sonra evlenilmeli.

Evlilikten sonra yapılan balayı son derece tehlikelidir. Bildiğim kadarıyla evliliklerin yüzde doksan dokuzu balayının bitimiyle birlikte sona erer. Ancak artık yakalanmış olduğundan kaçacağın pek bir yer yoktur. Tüm toplum, kanunlar, yargı — her şey karını terk edersen ya da o seni terk ederse karşına çıkar. Bütün ahlak kuralları, dinsel kurallar, herkes sana karşıdır. Aslında toplumlar evliliğe giden yolda tüm engellemeleri koyup boşanmada tümünü kaldırmalı. Toplum insanların bu denli kolay evlenebilmesine izin vermemeli. Mahkemeler engellemeler koymalı — mesela evlilikten önce en az iki yıl birlikte yaşamayı şart koşmalı.

Şimdiyse olan, bunun tam tersi. Evlenmek istediğinde kimse sana hazır olup olmadığını yada bunun geçici bir heves olup olmadığını sormaz — bir kadınla sadece burnunu beğendiğin için evlensen bile. Ne büyük aptallık! Kimse sadece güzel bir burunla yaşayamaz ki! İki gün sonra burun tamamen unutulur. Kim kendi karısının burnuna bakar ki? Kadın asla güzel görünmez, koca asla güzel görünmez. Birbirinizi tanıdıkça güzellik yok olur.

İki insanın evlilik öncesinde birbirlerini yeterince tanımalarına mutlaka fırsat verilmelidir. Daha önce evlenmeleri engellenmelidir. Ancak o zaman boşanmalar dünya yüzünden tamamen silinir. Boşanmalar yanlış ve zoraki evlilikler yüzünden vardır. Evlilikler romantik bir ruh haliyle yapıldığı için vardır.

Eğer bir şairsen romantik duygular iyidir ... ve şairlerden iyi bir eş olduğu da henüz görülmemiştir. Gerçekten de şairlerin hemen tamamına yakını bekârdır. Gelişigüzel ilişkilere girerler ancak asla yakalanmazlar ve böylelikledir ki romantizmleri hep canlı kalır. Şiirler yazmaya, çok güzel şiirler yazmaya devam ederler. Şairane bir ruh hali içindeyken asla evlenilmemelidir. Düzyazı halinizin gelmesini bekleyin, durulun. Günlük hayat, şiirden çok düzyazıya benzer. Yeterince olgunlaşmalısın.

Olgunluk bir kimsenin artık romantik bir budala olmamasıdır. Hayatı anlar, hayatın sorumluluklarını anlar, başka bir insanla birlikte yaşamanın sorunlarını anlar. Tüm bu güçlükleri görür, onları kabul eder ve hâlâ o insanla birlikte yaşamak isteyip istemediğine karar verir. Her tarafı güllerle çevrili bir cenneti umut etmez. Saçmalıkları umut etmez, gerçeğin pürüzlü ve sert yollarda olduğunu bilir. Güller vardır ancak çok daha fazla da diken vardır.

Tüm bu problemlerin farkında olarak hâlâ o insanla birlikte olmanın bu risk ve zahmete değeceğini düşünüyorsan, o zaman evlen. Bu takdirde evlilik sevgiyi öldürmeyecektir çünkü bu sevgi gerçekçidir. Evlilik sadece romantik aşkı öldürebilir. Ve bu, insanların çocuksu sevgi dedikleri şeydir. Ona asla güvenme. Onu sürekli bir besin olarak düşünme. Belki dondurmaya benzetilebilir. Bazen yenilebilir ancak asla yeterli değildir. Hayat daha gerçekçi olmalıdır.

Evliliğin kendisi asla herhangi bir şeyi tahrip etmez. Evlilik sadece sende saklı olanı açığa çıkartır, dışarı çıkarır. Şayet sevgi bir gösteriş, bir yem ise, er yada geç yok olmak zorundadır. Ardından gerçekler, çirkin yüzler ortaya dökülür. Evlilik sadece bir fırsat yaratır, sahip olduğun her şeyin ortaya dökülmesi için iyi bir fırsat.

Sevgi evlilik tarafından yok edilir demiyorum. Sevgi, onun ne olduğunu bilmeyen insanlar tarafından yok edilir. Sevgi yok edilir çünkü gerçekte zaten hiç olmadı. Bir rüya görüyordun ve gerçekler bu rüyayı yok etti. Diğer yandan sevgi sonsuz, ebedi bir şeydir. Büyürsen, bu sanatı öğrenerek büyürsen, sevgi ve hayatı tüm gerçeklikleriyle kabul edebilirsen, o da her geçen gün biraz daha büyüyecektir. Ve evlilik de, sevgi içinde büyümek için muazzam bir fırsat olacaktır.

Sevgiyi yok edebilecek hiçbir şey yoktur. Eğer gerçekten orada ise ve büyümeye devam ediyorsa. Fakat öyle sanıyorum ki ilk elde o, zaten orada değildi. Sen kendini yanlış anladın, orada olan daha başka bir şeydi. Belki seks oradaydı, cinsel cazibeler oradaydı. Bir kadını ya da adamı gerçekten sevdiğinde cinsel çekim yok olur, çünkü o çekim sadece bilinmeyene karşı duyulur. Birlikte olunduğunda bir süre sonra bu çekicilik kaybolur ve sevgi denilen sadece bundan ibaretse, arada hiçbir bağ kalmaz. Sevgiyi asla başka bir şey ile karıştırma. O sevgiyse, sadece sevgidir.

Peki, gerçek sevgi derken neyi kastediyorum? Kastettiğim şey, sevdiğinin sadece orada olmasından duyulan ani mutluluktur, sadece birlikte olmanın getirdiği vecd halidir, sadece birlikte olmanın kalbinin derinliklerinde bir yerleri tatmin etmesidir ... yüreğinde bir şeyin şarkı söylemeye başlamasıdır, armoninin kollarında olmandır. Ne zaman diğerinin mevcudiyetiyle birlikte olsan, daha fazla birey olursun, daha fazla merkezinde olur ve yere daha sağlam basarsın; işte o zaman bu gerçek sevgidir.

Sevgi bir tutku değildir, sevgi bir duygu değildir. Sevgi, birisinin bir şekilde seni tamamladığının çok derinden anlaşılmasıdır. Birisinin seni tam bir daire haline getirmesi. Diğerinin varlığının senin varlığını arttırması. Sevgi, kendin olman için sana özgürlük verir; o asla sahiplenme değildir.

İzle. Asla seksi sevgi olarak düşünme, aksi takdirde fena yanılırsın. Uyanık ol ve ne zaman ki birisinin varlığı, sadece varlığı — başka hiçbir şey değil; başka hiç bir şeye ihtiyaç olmadan, hiç bir soru olmadan sadece varlığı senin mutlu olman için yeterliyse ... bir şeyler içinde çiçek açmaya başlar, bin bir tomurcuk patlar ... o zaman seviyorsundur ve ancak o zaman gerçeğin yarattığı tüm güçlükleri göğüsleyebilirsin. Birçok acı, birçok kaygı — onları geçip gidebilirsin ve sevgin hep daha fazla, daha fazla çiçek açmaya devam edecektir. Çünkü şartlar seni daha da cesur yapacaktır. Ve tüm bunların üstesinden gelirken, sevgin de çok daha güçlü olacaktır.

Sevgi sonsuzluktur. Şayet orada ise, büyümeye devam edecektir. Sevginin bir başı vardır, ancak bir sonu asla yoktur.
 

Sezgi : Meditasyonun Sırrı

Bilgi ile bilmek arasında ne fark vardır?

Sözlüğe baktığın zaman bir fark yoktur. Ancak gerçek hayatta inanılmaz bir fark bulunur. Bilgi bir teoridir. Bilmek ise bir deneyim. Bilmek demek, gözlerini açıp, gördüğün anlamına gelir. Bilgi ise, birinin gözünü açıp, gördüğünü ve ondan söz ettiğini ortaya koyar. Sen sadece bu bilgiyi toplamaya çalışırsın. Bilgi sen körken bile mümkündür.

Bilgi mümkündür. Gözlerin olmadan ışık hakkında birçok şey öğrenebilirsin. Ama eğer körsen bilmen mümkün değildir. Bilmek, ancak gözlerin iyileşirse, eğer görebiliyorsan mümkündür. Bilmek, temelde senin deneyimindir. Bilgi bir toplamadır. Bilgi bir lanettir. Bir felakettir. Bir kanserdir.

Bilgi yüzünden insan bütünden ayrılır. Bilgi mesafe yaratır. Dağlarda yabani bir çiçekle karşılaşırsın ve ne olduğunu bilmezsin. Zihninin bu konuda söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Zihnin sessiz kalır. Çiçeğe bakarsın ve o çiçeği görürsün. Ama içinden bir bilgi yükselmez. Bir hayranlık vardır. Bir gizem. Çiçek oradadır. Sen oradasın. Bu hayranlık ile sen ayrılmaz, hatta aranda bağ kurarsın. Ancak eğer bu çiçeğin bir gül, bir papatya ya da başka bir şey olduğunu bilirsen, o bilgi aranızdaki bağı koparır. Çiçek oradadır, sen buradasındır. Arada bir köprü yoktur. Sen biliyorsun. Bilgi mesafe yaratır.

Ne kadar çok bilirsen, mesafe o kadar büyür. Ne kadar az bilirsen, mesafe o kadar kısalır. Ve eğer o bilmeme anını yaşarsan, ortada bir mesafe kalmaz. Bağ oluşturursun.

Bir kadın ya da erkeğe âşık olursun. Âşık olduğun gün arada bir mesafe yoktur. Sadece bir hayranlık, heyecan, coşku ve sevinç vardır. Ama bilgi yoktur. Bu kadının kim olduğunu bilmiyorsun. Bilgi olmayınca sizi ayıran bir şey yok. O yüzden aşkın ilk anları çok güzeldir. O kadınla yirmi dört saat yaşadıktan sonra bile bilgi oluşmaya başlar. Şimdi o kadın hakkında bazı fikirlerin var. Kim olduğunu biliyorsun. Bir imaj var. Yirmi dört saat, bir geçmiş yarattı. O yirmi dört saat, zihninde işaretler bıraktı. Aynı kadına baktığın zaman, artık aynı gizemi yaşamazsın. Tepeden aşağı geliyorsun. O zirveyi kaybettin.

Bunu anlamak çok şeyi anlamaktır. Bilginin böldüğünü, mesafe yarattığını anlamak, meditasyonun sırrını anlamaktır.

Meditasyon bir bilmeme durumudur. Meditasyon bilgi tarafından bozulmamış saf alandır. Evet, İncil’deki hikâye doğrudur. İnsanoğlu bilgi ağacının meyvesini yiyerek, bilgiden aşağı düşmüştür. Dünyada bunu aşan bir yazıt yoktur. Buradaki cümle her şeyi özetliyor. Başka hiçbir cümle bu yüksekliğe ve bu kavrayışa ulaşmamıştır.

İnsanoğlunun bilgiden aşağı düşmesi çok mantıksız görünüyor. Mantıksız görünüyor çünkü mantık bilginin bir parçasıdır. Mantık her zaman bilgiyi destekler. Mantıksız görünüyor çünkü insanoğlunun düşüşünün temelindeki asıl neden mantıktır.

Tamamen mantıklı bir insan, aklı her zaman başında olan, hayatında hiçbir mantıksızlığa izin vermeyen bir insan, delinin tekidir. Akıl sağlığının delilikle dengelenmesi gerekir. Mantığın, mantıksızlıkla dengelenmesi gerekir. Karşıtlar buluşup denge kurar. Sadece rasyonel olan bir insan mantıksızdır. Çok şey kaçırır. Hatta bütün o güzellikleri ve gerçek duyguları kaçıracaktır. Lüzumsuz bilgiler toplayacak. Hayatı tekdüze olacak. O, bir dünya insanı olacak.

İncil’den o cümlenin inanılmaz bir derinliği vardır. İnsanoğlu neden bilgiden aşağı düştü? Çünkü bilgi, mesafe yaratır. Çünkü bilgi, ben ve seni yaratır. Çünkü bilgi, nesne ve obje yaratır. Bilen ve bilinen. Gözlemci ve gözleneni yaratır. Bilgi, kısacası şizofreniktir. Bir ayrılık yaratır ve sonra bunun üzerinden köprü kurmak imkânsız olur.

O yüzden insan daha fazla bilgili oldukça, daha az dindar oluyor. İnsan daha fazla eğitimli oldukça, bütüne yaklaşma ihtimali o kadar azalıyor. İsa, benim krallığıma sadece çocuklar girmeyi başaracak derken haklıdır. Sadece çocuklar. Senin kaybettiğin ve çocuklarda bulunan nitelik nedir? Çocukların bilmeme niteliği vardır. Masumiyet! Merakla bakar. Gözleri tamamen şeffaftır. Derinden bakar, ama hiçbir önyargısı, hükmü ya da geçmiş fikri yoktur. Bir projeksiyon yapmaz. O yüzden, ne neyse onu öğrenir. Çocuk gerçeği bilir. Sen sadece tekdüze gerçekliği bilirsin. Projeksiyon yaparak, arzulayarak, düşünerek, kendi etrafında yarattığın gerçekliği. Gerçeklik, gerçeğin sana ait yorumudur.

Gerçek, neyse odur. Gerçeklik ise, sizin ondan ne anladığınızdır. Size göre gerçektir. Gerçeklik, şeylerden oluşur. Hepsi ayrıdır. Gerçek ise, tek bir kozmik enerjidir. Gerçek, bir tekliktir. Gerçeklik ise, birçok şeyin bir araya gelmesi. Gerçeklik kalabalıktır. Gerçek ise, entegrasyon.

J. Krişnamurti şöyle demişti: “Reddetmek sessizliktir.” Neyi reddetmek? Bilgiyi reddetmek, zihni reddetmek; içindeki bu sürekli işgali reddederek, içinde bir boşluk yaratıyorsun. İçinde bir meşguliyet yoksa, bütünle uyum içinde olursun. Eğer bir meşguliyet varsa, bu uyum bozulur. O yüzden ne zaman içinde bir sessizlik anına ulaşırsan, inanılmaz bir keyif alırsın. O anda hayatın bir anlamı olur, kelimeler ötesinde bir görkem oluşur. O anda hayat bir danstır. Eğer o anda ölüm bile gelse, bir dans ve kutlama olacaktır çünkü o an, keyiften başka bir şey bilmez. O an saf zevktir, büyük bir mutluluktur.

Bilginin reddedilmesi gerekiyor. Ama ben öyle dediğim için değil. Krişnamurti öyle söylediği için değil. Ya da Guatama Buddha öyle dediği için değil. Eğer ben söylediğim için reddedersen, o zaman kendi bilgilerini reddetmiş olursun ve benim söylediklerim o bilgilerin yerine geçmiş olur; sadece yerine başka bir şey geçmiş olur. Ondan sonra söylediğim her şey senin bilgin olur ve onlara yapışmaya başlarsın. Eski putlarını attıktan sonra yerine yenilerini koymuş olursun ve aynı oyun farklı kelimeler, fikirler ve düşüncelerle bir daha oynanır.

Peki o zaman bilgiyi nasıl reddedeceğiz? Başka bilgilerle değil. Sadece bilginin mesafe yarattığını görmek yeterlidir. Bu gerçeği yoğun olarak görmek, tam olarak görmek yeterli. Onun yerine başka bir şey koymak zorunda değilsin.

O yoğunluk bir ateştir, o yoğunluk bilgini küle çevirecektir. O yoğunluk yeterli olur. O yoğunluk, kavrayış olarak bilinen şeydir. Kavrayış senin o bilgini yakacak ve yerine de başka bir bilgi geçmeyecektir. Ondan sonra boşluk vardır, şunyata. Ondan sonra ise hiçbir şey yok çünkü orada tatmin yok; sadece huzurlu ve çarpıtılmamış gerçek var.

Benim ne söylediğimi anlamalısın. Burada benim söylediklerimi öğrenmek için bulunmuyorsun. Burada beni dinlerken bilgi toplamaya başlama. Burada, not almaya başlama. Beni dinlemek bir kavrayış deneyimi olmalı. Beni yoğunlukla dinlemelisin, her şeyinle, senin için mümkün olan en yoğun bir farkındalıkla. O farkındalık içinde bir nokta göreceksin ve bunu görmek bile değişimin kendisidir. Ondan sonra bir şey yapmana gerek yok; görmek tek başına dönüşümü getiriyor.

Eğer bir çaba gerekirse, bu senin o noktayı kaçırdığını gösterir. Eğer yarın gelip bana, “Bilginin lanetli bir şey olduğunu anladım, bilginin mesafe yarattığını anladım. Şimdi onu nasıl atacağım?” diye sorarsan, o zaman ıskalamışsın demektir. Eğer kafanda nasıl diye bir soru varsa, o zaman kaçırmışsın demektir. Nasıl ile başlayan bir şey soramazsın, çünkü bu daha fazla bilgi talep etmek olur. Nasıl ile ne yapılacağına dair metot ya da teknik istemek oluyor bu.

Kavrayış yeterlidir; herhangi bir çabanın buna yardım etmesi gerekmiyor. Onun ateşi içindeki bütün bilgileri yakıp yok etmeye yeter de artar bile. Görün yeter.

Beni dinlerken, benimle gel. Beni dinlerken elimi tut, seni götürmeye çalıştığım yerlere doğru adım atmaya çalış ve söylediklerimi gör. Tartışma. Evet ya da hayır deme, hak verme, haksız deme. Bu anı benimle birlikte yaşa. Ve o kavrayış birden ortaya çıkar. Eğer dikkatle dinliyorsan, burada dikkat kelimesiyle konsantrasyondan söz etmiyorum; dikkat kelimesiyle, donuk bir zihinle dinlemek yerine farkında olarak dinliyorsan, zekânla, canlılığınla ve her şeye açık olarak dinliyorsan, burada şu anda benimle birlikteysen ve aklın başka bir yerde değilse, dikkatten ne kastettiğimi anlamış olursun. Başka bir yerde değilsin. Zihninde benim söylediklerimle eski düşüncelerini kıyaslama. Hiçbir şeyi kıyaslama ve yargılama. Söylediklerimin doğru olup olmadığını ya da ne kadarının doğru olduğunu içinde yargılamak için burada değilsin.

Daha geçen gün arayış içindeki biriyle konuştum. Bulmayı başaracak niteliklere sahip biriydi ancak sırtında bilgi yükü vardı. Ben onunla konuşurken gözleri dolmaya başladı. Kalbi tam açılmak üzereydi ve o anda zihin devreye girip bütün bu güzelliği bozdu. Kalbine ve aydınlanmaya doğru yönelirken zihni hemen müdahale ediyordu. Gözlerinden dökülmek üzere olan gözyaşları birden durdu. Gözleri kurudu. Ne olmuştu? Benim söylediğim bir şeyi kabul etmesi mümkün değildi.

Belirli bir noktaya kadar bana katılıyordu. Sonra onun Musevi geçmişine, Kabalaya ters düşen bir şey söyledim ve birden bütün enerjisi değişti. “Her şey doğru,” dedi, “söylediğin her şey doğru ama bunu kabul edemem. Tanrı’nın amacı olmadığını ve varoluşun bilinçli olarak varolmadığını kabul edemem. Buna asla katılamam. Çünkü Kabala bunun tam tersini söyler.” dedi. Hayatın bir amacının olduğunu, Tanrı’nın bir amacı olduğunu ve bizi belirli bir kadere doğru yönlendirdiğini, bir hedef olduğunu söyledi.

O noktada kıyaslama işin içine girdiği için o güzel anı yaşayamadığını hiç dikkate bile almamıştı. Kabala’nın benimle ne ilgisi var? Benimle birlikteyken bütün Kabala, Yoga, Tantra, şu, bu; bilgilerini bir kenara koy. Benimle birlikteyken, benimle ol. Bana hak vermen gerektiğini söylemiyorum. Burada bir hemfikir olma ya da olmama durumu yok.

Bir gül gördüğün zaman ona katılıyor ya da karşı çıkıyor musun? Gün doğumunu gördüğün zaman ona katılıyor ya da karşı çıkıyor musun? Geceleyin gökyüzünde ayı gördüğün zaman onu sadece görürsün. Ya görürsün, ya görmezsin ama ortada bir fikir ayrılığı bulunmaz.

Ben seni herhangi bir konuda ikna etmeye çalışmıyorum. Ben senin belirli bir teoriye, felsefeye, dogmaya ya da kiliseye geçmeni sağlamaya çalışmıyorum. Hayır. Ben sadece yaşadıklarımı paylaşmaya çalışıyorum. Bu paylaşma sırasında eğer sen de katılımcı olursan aynı şey sana da olabilir. Bu bulaşıcı bir şey.

Kavrayış dönüştürür.

Ben bilgi lanetlenecek bir şeydir dediğimde benimle hemfikir olduğun ya da olmadığın zaman, ıskalamışsın demektir. Sen sadece dinliyor, sadece bakıyor ve bilgi sürecini devreye sokuyorsun. Bilginin nasıl mesafe yarattığını, bilginin nasıl bir engel oluşturduğunu görüyorsun. Bilginin nasıl araya girdiğini ve aradaki mesafeyi nasıl arttırdığını görüyorsun. Bilgi yüzünden masumiyetin nasıl kaybolduğunu, hayretin nasıl yok edilip katledildiğini görüyorsun. Bilgi yüzünden hayat donuk ve sıkıcı bir hale dönüşüyor. Bildiğin zaman nasıl gizem olabilir ki?

Gizem ancak bilmediğin zaman mümkün olabilir.

Ve unutma: İnsanoğlu hiçbir şey bilmemektedir. Bütün topladığın şeyler birer çöpten ibaret. En uçtaki olgular, kavrayışının çok ötesinde. Biz sadece olguları topladık, ancak gerçeğe dokunmayı başarabilmiş değiliz. Bu sadece Buddha’nın, Krişna’nın, Krişnamurti’nin ve Ramana’nın yaşadığı bir deneyim değil; Edison, Newton, Albert Einstein da aynı deneyimi yaşadı. Şairlerin, ressamların, dansçıların deneyimi de budur. Dünyadaki bütün büyük zekâlar, ister bir mistik, bir şair ya da bir bilim adamı olsun, tek bir konuda tamamen hemfikirlerdir: Ne kadar çok şey bilirsek, hayatın tam bir muamma olduğunu o kadar iyi anlarız.

Bilgimiz onun gizemini yok etmez.

Sadece aptal insanlar biraz bilgi sahibi oldukları için hayatın bir gizeminin kalmadığını düşünebilir. Sadece vasat zihinler bilgiye çok bağlanır; zeki zihinler bilginin üstünde kalır ve onu kullanır. Tabii ki kullanacak çünkü çok kullanışlı bir şeydir. Ancak bütün gerçeğin gizli olduğunu ve gizli kalacağını bilir. Biz bilmeye devam edebiliriz ancak gizem asla tükenmez.

Kavrayışla, dikkatle ve kendini tam vererek dinle. O zaman artık bir şey görmeye başlayacaksın. Ve o görüş seni değiştirecek, nasıl diye sormana gerek kalmayacak. Krişnamurti, “reddetmek sessizliktir” derken bunu söylemek istiyor. Kavrayış reddeder. Ve bir şey reddedilip yerine başka bir şey kabul edilmediği zaman, bir şey yok edilmiş ve yerine bir şey konmamış olur. Şimdi o noktada sessizlik vardır çünkü artık orada bir boşluk bulunmaktadır. Orada sessizlik vardır çünkü eski olan atılmış ve yerine yeni bir şey getirilmemiştir. Bu sessizliğe Buddha, şunyata der. O sessizlik bir boşluktur, bir hiçliktir.

Ve gerçekler dünyasında ancak o hiçlik bulunabilir.

Düşünce orada bulunamaz. Düşünce ancak maddesel dünyada yer alabilir, çünkü düşünce de bir şeydir. Zor algılanır ama o da bir maddedir. O yüzden düşünce kaydedilebilir, aktarılabilir ve yeniden ifade edilebilir. Sana bir düşünce atabilirim. Onu tutabilir ve ona sahip olabilirsin. Alınıp verilebilir, transfer edilebilir bir şey çünkü o bir nesne.

O bir maddesel olgudur.

Boşluk ise verilemez, boşluk sana atılamaz. Ona katılabilirsin, içine girebilirsin, ama onu kimse sana veremez. Transfer edilebilir bir şey değildir. Ve gerçekler dünyasında sadece boşluk bulunabilir.

Gerçek ancak zihin devrede değilken bilinebilir. Gerçeği bilmek için zihnin durması gerekmektedir. Sessiz, hareketsiz ve işlevsiz olması gerekmektedir.

Düşünce, gerçek içinde yol alamaz. Ancak gerçek, düşünce içinde yer alabilir. Düşünerek gerçeğe ulaşamazsın, ancak gerçeğe ulaştığın zaman düşünce ona hizmet edebilir. Benim yaptığım budur, Buddha’nın yaptığı budur, bütün ermişlerin yaptığı budur. Benim söylediklerim birer düşüncedir. Ancak bu düşüncenin arkasında bir boşluk bulunur. O boşluk bir düşünce tarafından üretilmemiştir, o boşluk düşüncenin ötesinde bir şeydir. Düşünce ona dokunamaz, düşünce ona bakamaz bile.

Bir olguyu gözlemledin mi? Boşluğu düşünemezsin, bir boşluğu düşünceye çeviremezsin. Onu düşünemezsin, boşluk düşünülemez. Eğer düşünürsen, o zaman tam bir boşluk olmaz. Düşüncenin o boşluğa ulaşıp geri dönmesi gerekir ama onlar asla buluşamaz. Boşluk geldiği zaman ise kendini ifade etmek için her türlü aracı kullanabilir.

Kavrayış bir sıfır düşünce halidir. Bir şeyi tam anladığın, tam kavradığın, tam gördüğün zaman ortada bir düşünce olmaz. Burada da beni dinlerken, benimle birlikteyken, bazen görüyorsun. Ama o anlar birer boşluktur, aradır. Bir düşünce gitmiştir ve yerine yenisi gelmemiştir. Arada bir boşluk oluşur; o boşlukta bir şey sana çarpar, bir şey titreşim yaratmaya başlar. Sanki biri davul çalıyor gibidir.

Davulun içi boştur, o yüzden çalınabilir. O boşluk titreşir. Duyduğun o güzel ses bir boşluktan üretilmektedir. Sen hiçbir şey düşünmediğin anda, bir şeyler mümkün olur. Anında mümkün olur. O zaman benim ne dediğimi görürsün. O zaman duyduğun sadece kelimeler olmaz; bir sezgi, bir kavrayış, bir vizyon olur. Ona bakmış olursun. Onu benimle paylaşmış olursun.

Kavrayış bir düşünmeme halidir. Hiç düşünce yoktur. O bir boşluktur. Düşünce sürecine verilmiş bir aradır. O boşluk içinde gerçek, bir an için gözüne ilişir.

İngilizce’de boşluk kelimesinin kökü “dinlence” sözcüğünden gelir. Eğer kökenine bakarsan çok güzel bir sözcüktür. Çok verimli bir kök sözcüktür. Ara vermek, meşgul olmamak anlamına gelir. Ara verdiğin zaman, meşgul olmadığın zaman bir boşluğa ulaşırsın. Boş bir zihin şeytanın atölyesidir atasözü ise saçmalıktan başka bir şey değildir. Asıl tam tersi geçerlidir: Meşgul beyin şeytanın atölyesidir. Boş zihin Tanrı’nın atölyesidir, şeytanın değil. Ancak benim boşluk sözcüğüyle ne demek istediğimi anlamalısın. Dinlence, sükûnet, gerginsizlik, hareketsiz olmak, bir şey arzulamamak, bir yere gitmemek, sadece burada olmak, her şeyiyle burada olmak. Boş bir zihin, saf bir bulunma durumudur. Ve o saflık anında her şey mümkündür çünkü bütün varoluş durumu, bu saf bulunma durumundan ortaya çıkar.

Bu ağaçlar o saf bulunma durumundan doğar, bu yıldızlar o saf bulunma durumundan doğar; hepimiz buradayız. Bütün Buddhalar bu saf bulunma durumundan ortaya çıkar. O saf bulunma durumunda sen Tanrı’nın içindesin; sen Tanrısın. Zihnin meşgul olduğu an düşersin; meşgul olduğun zaman, cennet bahçesinden kovulman gerekir. Meşgul olmadığın zaman tekrar bu bahçeye dönersin. Meşgul olduğun zaman ise evine dönersin.

Zihin gerçekle meşgul olmadığı zaman, yani içinde nesneler ve düşünceler varken, o şeyler senin gerçeğin olur. Sadece boşlukta gerçekle buluşabilir ve bütünleşebilirsin. Sadece boşlukta gerçeğe açılırsın ve gerçek senin içine girer. Sadece boşlukta gerçeğe hamile kalabilirsin.

Zihnin üç farklı durumu vardır. Bunların ilki içerik ve bilinçtir. Zihninde her zaman bir içerik bulunur. Hareket eden bir düşünce, yükselen bir arzu, öfke, açgözlülük, hırs. Zihninde her zaman içerikler bulunur; zihin asla dinlencede değildir. Bu yoğunluk gece gündüz devam eder. Sen uyanıkken oradadır, uyuduğun zaman oradadır. Uyanıkken bu içeriğe düşünce dersin, uyurken varolan içerik ise rüyadır. Aslında aynı şeylerdir. Sadece rüya biraz daha ilkeldir, hepsi bu. Çünkü görüntüyle düşünür. Kavramlar yerine görüntüler kullanır. Biraz daha ilkeldir. Tıpkı küçük çocukların resimlerle düşünmesi gibi. O yüzden çocuk kitaplarında büyük ve renkli resimlerin olması gerekir; çünkü resim üzerinden düşünürler. Resimler üzerinden kelimeleri öğrenirler.

Zamanla o resimler giderek küçülecek ve sonra yok olacaktır.

İlkel insan da resimlerle düşünürdü. En eski diller resimsel dillerdir. Çince resimsel bir dildir; alfabesi yoktur. En eski dil odur. Geceleri tekrar ilkel haline dönüyorsun, gündüzün sofistike ortamını unutup tekrar resimlerle düşünmeye başlıyorsun. Sonuçta ikisi aynıdır.

Burada psikanaliz görüş değerlidir. Onlar senin rüyalarına bakar. Çünkü orada daha fazla doğru vardır. O noktada daha ilkel olduğun için hiç kimseyi kandırmaya çalışmıyorsun; daha özgünsün. Gündüzleri etrafında oluşmuş olan bir kişilik seni saklar, tabaka tabaka oluşmuş bu kişilik yüzünden gerçek insanı bulmak kolay değildir. Derine girmen gerekir ve bu acı verir; o kişi direnir. Ancak geceleri üzerindeki kıyafetleri çıkardığın gibi, kişiliğini de çıkartırsın. Artık ona ihtiyaç yoktur çünkü kimseyle iletişim kurmayacaksın; yatağında yalnız olacaksındır. O sırada dünyada olmayacaksın, tamamen kendi özel çevrende olacaksın. Saklanmaya ya da rol yapmaya gerek duymazsın.

Psikanalistler de o yüzden rüyalarına girmeye çalışır, çünkü asıl kimliğini daha net bir şekilde ifade ederler. Ancak, aslında aynı oyun farklı bir dilde oynanır; oyun farklı değildir. Bu zihnin normal durumudur: Zihin ve içerik, bilinç artı içerik.

İkinci zihin durumu ise içeriksiz bilinçtir; meditasyon işte budur. Bilincin tamamen yerindedir ve bir boşluk vardır; bir aralık. Karşında düşünce olmayan bir ortam vardır. Uyumuyorsun, uyanıksın ama bir düşünce yok. Bu meditasyondur. İlk durum zihindir, ikinci durum ise meditasyon.

Sonra bir de üçüncü durum vardır. İçerik kaybolduğu zaman, nesne kaybolur ve konu uzun süre varolamaz; çünkü onlar birlikte varolurlar. Birbirlerini var ederler. Konu, yalnız kaldığı zaman, ancak geçici bir süre varolabilir; sadece geçmişin getirdiği bir ivme sayesinde. İçerik olmayınca bilinç uzun süre orada kalamaz; çünkü artık ona ihtiyaç yoktur. Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir. Bilinç dediğin zaman “neyin bilinci” diye sorabilirsin. Cevap ise “bir şeyin bilincindeyim” olur. O nesneye ihtiyaç vardır, konunun var olabilmesi için bir nesne mutlaka bulunmalıdır. Nesne ortadan kaybolduktan sonra konu da kaybolmaya başlar. Önce içerik gider ve sonra bilinç kaybolur.

Üçüncü durumun adı samadhi’dir. İçerik yok, bilinç yok. Ancak unutma, bu içerik ve bilinç olmayan durum bir bilinçsizlik durumu değildir. O bir bilinç üstü durumudur, transandantal bilinç. Bilinç artık sadece kendisinin bilincindedir. Bilinç kendisine dönmüş durumdadır; halka tamamlanmıştır. Yuvana ulaşmışsındır. Bu üçüncü durumdur, samadhi’dir. Bu üçüncü durum Buddha’nın, şunyata ile kastettiği şeydir.

Önce içeriği bırak; o zaman yarı boş olursun. Sonra bilinci bırak, tamamen boşalmış olursun. Bu tam boşluk, olabilecek en güzel şeydir; en büyük kutsamadır.
 

Provokatör Mistik : Ölümsüzü Ararken

Osho'nun John McCall'a verdiği röportajdan
Seattle Post-Intelligencer

Bu yaşamın ötesinde herhangi bir biçimde yaşayacağınızı biliyor musunuz?

Herhangi bir biçimde değil. Biçim dışında yaşayacağım.

Sonsuza dek mi?

Sonsuza dek. Ezelden beri buradayım ve ebediyete kadar burada olacağım.

Ölümün ötesinde bilinciniz olacak mı?

Evet, çünkü ölümün bilinçle ilgisi yoktur.

Ölümün ötesinde kimliğiniz olacak mı?

Kimlik olmayacak.
 

Farkındalık : Dengeli Yaşamak

Hindistan’da çok eski bir öykü vardır:

Büyük bir bilge en yakın müridini Kral Janak’ın sarayına genç adamda eksik olan bir şeyi öğrenmesi için gönderdi. Genç adam dedi ki, “Eğer bana sen öğretemediysen Janak denilen bu adam bana nasıl öğretecek? Sen büyük bir bilgesin, o ise sadece bir kral. Meditasyon ve farkındalık hakkında ne biliyor ki?”

Büyük bilge de, “Sen sadece benim dediğimi yap. Ona git ve önünde eğil; kendinin bir sannyasin olduğunu ve onunsa sıradan bir ev sahibi olduğunu düşünüp egoist olma. O dünyada yaşıyor, o dünyevi; sen ise ruhanisin diye düşünme. Tüm bunları unut. Seni ona bir şey öğrenmen için gönderiyorum. O halde şu an için senin ustan o. Ve biliyorum, burada denedim ama sen anlayamıyorsun çünkü onu anlamak için değişik bir bağlama ihtiyacın var. Janak’ın huzuruna çıkmak ve saray sana doğru bağlamı verecektir. Sen sadece git, onun önünde eğil. Bu birkaç gün için o beni temsil edecek.” dedi.

Genç adam istemeye istemeye gitti. O bir Brahmandı, en yüksek kasta aitti! Ve bu Janak da neydi? Zengindi, büyük bir krallığı vardı ama bir Brahmana ne öğretebilirdi ki? Brahmanlar her zaman insanlara öğretebileceklerini düşünürler. Ve Janak bir Brahman değildi, o bir Kshatriyaydı, Hindistan’daki savaşçı bir kasttan. Onlar Brahmanlardan sonra gelirlerdi. Brahmanlar birinci, en öndeki, en yüksek kasttı. Bu adamın önünde eğilmek mi? Bu hiç yapılmamış bir şeydi! Bir Brahman’ın bir Kshatriyaya eğilmesi Hintli zihnine uygun değildi.

Ama usta öyle demişti, o yüzden yapılmak zorundaydı. İstemeden genç adam gitti ve istemeden önünde eğildi. Ve eğilirken gerçekten ustasına kızgınlık hissediyordu çünkü onun gözünde Janak’ın önünde eğilmek çok çirkindi. Güzel bir kadın Kralın huzurunda dans ediyordu ve insanlar şarap içiyordu ve Janak bu grubun içinde oturuyordu. Genç adam öylesine lanetliyordu ki ama yine de eğildi.

Janak güldü ve dedi ki, “İçinde bu kadar lanetleme taşırken önümde eğilmene gerek yok. Ve beni deneyimlemeden önce bu kadar önyargılı olma. Ustan beni çok iyi tanır, o nedenle seni buraya gönderdi. O seni buraya bir şey öğrenmen için gönderdi ama öğrenmenin yolu bu değildir.”

Genç adam, “Umurumda bile değil. Beni gönderdi, ben de geldim ama sabaha doğru geri dönmüş olacağım çünkü burada öğrenebileceğim bir şey göremiyorum. Aslında eğer senden bir şey öğrenecek olursam hayatım boşa gitmiş olacak! Şarap içmeyi ve güzel bir kadının dansını izlemeyi ve tüm bu rezaleti öğrenmeye gelmedim.” dedi.

Janak gülümsedi ve, “Sabah gidebilirsin. Ama mademki geldin ve çok yorgunsun ... en azından gece dinlen ve sabahleyin gidebilirsin. Ve kim bilebilir; belki de gece ustanın seni bana gönderdiği öğrenme için uygun durum olabilir.” dedi.

Şimdi bu gizemliydi. Gece nasıl olur da ona bir şey öğretebilirdi? Ama tamam, geceleyin burada olabilirdi. O yüzden bu konuda fazla yaygara koparmaya gerek yoktu. Kaldı. Kral ona sarayın en güzel, en lüks odasını hazırlattı. Kral genç adamla birlikte gitti, yemeğiyle ilgili tüm özeni gösterdi ve yatağına gittiğinde Janak ayrıldı.

Ama genç adam tüm gece boyunca uyuyamadı çünkü yukarı baktığında tam başının üzerinde ince bir ipte asılı duran çıplak bir kılıç duruyordu. Şimdi her an kılıç düşüp genç adamı öldürebilirdi, çok tehlikeliydi. O nedenle tüm gece uyanık kaldı, tetikte, bu sayede eğer olursa bu felaketten kaçınabilirdi. Sabahleyin Kral sordu: “Yatak rahat mıydı, oda rahat mıydı?”

Genç adam: “Rahat! Her şey çok konforluydu ama kılıca ne demeli? Neden böyle bir numara yaptın? Çok acımasızcaydı! Yorgundum, ustamın ormandaki, çok uzaktaki aşramından yürüyerek gelmiştim ve sen bana çok insafsız bir şaka yaptın. Bu nasıl bir şey böyle? O kadar ince bir iple bağlanmış çıplak bir kılıç ki en ufak bir meltemde ölüp gideceğim diye korktum.” dedi.

“Sadece bir tek şey sormak istiyorum. Çok yorgundun, her an kolayca uykuya dalabilirdin ama uyuyamadın. Ne oldu? Tehlike çok büyüktü, ölüm kalım meselesiydi. O nedenle farkındaydın, uyanıktın. Benim öğretim de budur. Gidebilirsin. Ya da birkaç gün daha beni izlemek için kalabilirsin.

Güzel kadın dans ederken dün gece orada oturuyordum ama başımın üzerindeki çıplak kılıç yüzünden tetikte bekliyordum. O görünmezdir; onun adı ölümdür. Genç kadına bakmıyordum: Tıpkı senin lüks odanın keyfini çıkartamaman gibi, şarap içmiyordum. Sadece her an gelebilecek olan ölümün farkındaydım. Ben sürekli ölümün farkındayım; o yüzden sarayda yaşıyorum ama gene de bir inzivadayım. Ustan beni tanır ve beni anlar. Benim anlayışımı da anlar. Bu nedenle seni buraya gönderdi. Şayet burada birkaç gün yaşarsan, kendi gözlerinle görebilirsin,” dedi Kral.

Nasıl daha farkında olunur bilmek ister misin? Hayattaki tehlikelerin daha çok farkına var. Ölüm her an gerçekleşebilir; bir sonraki an kapını çalabilir. Sonsuza kadar yaşayacağını düşünürsen farkında olmadan kalabilirsin; ölüm çok yakınlarındayken nasıl farkında olmadan kalabilirsin ki? İmkânsız! Eğer hayat anlıksa, bir sabun köpüğüyse, küçük bir fiskeyle sonsuza kadar yok olacaksa ... nasıl farkında olmadan kalabilirsin?

Her eyleme farkındalık getir.

SENİN İÇİNDE İKİ DÜZEY VAR: ZİHNİN DÜZEYİ VE ZİHİNSİZLİĞİN DÜZEYİ. Yahut izin ver, şöyle söyleyeyim: Varlığının çeperinde olduğundaki düzey ve varlığının merkezinde olduğundaki düzey.

Bilsen de bilmesen de her çemberin bir merkezi vardır. Bir merkez olduğundan bile şüpheye düşebilirsin ama olmak zorundadır. Sen bir çepersin, sen bir çembersin; bir merkez var. Merkez olmadan sen olamazsın; varlığının bir çekirdeği var.

Bu merkezde sen zaten bir budasın; evine varmış kişi. Çeperdeyken dünyadasın; zihinde, rüyalarda, arzularda, endişelerde, bin bir tane oyunun içindesin. Ve sen her ikisisin.

Birkaç anlığına bir buda gibi olabildiğini görebileceğin anlar olması kaçınılmazdır; aynı zarafet, aynı farkındalık, aynı sessizlik, aynı saf mutluluk, kutsama, kutsanma... Kendi merkezinin azıcık tadına vardığın anlar olacak; bunlar kalıcı olamaz, tekrar tekrar çepere geri fırlatılacaksın. Ve kendini aptal, üzgün, beceriksiz hissedeceksin; hayatın anlamını kaçırmış. Çünkü iki düzlemde var olursun; çeperin düzleminde ve merkezin düzleminde.

Ancak yavaş yavaş yumuşak bir şekilde çeperden merkeze ve merkezden de çepere hareket etme yeteneğine sahip olacaksın; tıpkı yürüyerek evinin içine girmek ve evinin dışına çıkmak gibi. Hiçbir bölünme yaratmazsın. “Evin dışındayım, nasıl olur da evin içine girerim?” demezsin. “Evin içindeyim nasıl olur da evin dışına çıkarım?” demezsin. Dışarıda hava güneşli, ılık, hoş; dışarıda, bahçede oturursun. Sonra giderek ısınıyor hava ve terlemeye başlıyorsun. Artık çok hoş değil, rahatsız edici olmaya başladı; basitçe kalkıp evinin içine giriyorsun. Orası serin; orada rahatsızlık yok. Şimdi evin içerisi hoşuna gidiyor. Devamlı içeri ve dışarı gidip gelirsin.

Aynı şekilde anlayışı olan ve farkında bir insan çeperden merkeze, merkezden çepere hareket eder. Hiçbir yerde takılıp kalmaz. Pazaryerinden manastıra, dışadönüklükten içedönüklüğe sürekli hareket eder çünkü bu ikisi onun kanatlarıdır. Onlar birbirlerinin karşıtı değildir. Zıt yönlerde dengeleniyor olabilirler; öyle olmak zorundalar; iki kanat da aynı tarafta olursa kuş gökyüzüne doğru uçamaz. Dengeleniyor olmak zorundalar, zıt yönlerde olmak zorundalar ama yine de aynı kuşa aitler ve aynı kuşa hizmet ediyorlar. İçin ve dışın senin kanatlarındır.

Bu çok derinden hatırlanmalıdır çünkü orada bir olasılık vardır ... zihin bir şeye takılıp kalma eğilimdedir. İşlerine takılıp kalmış insanlar vardır; onlar meditasyon için vakitlerinin olmadığını söyler; vakit olsa bile nasıl meditasyon yapılacağını bilmediklerini söylerler ve meditasyon yapabileceklerine inanmazlar. Dünyevi olduklarını söylerler; nasıl meditasyon yapabilirler ki? Onlar maddecidirler; nasıl meditasyon yapabilirler ki? Derler ki, “Biz dışadönük insanlarız; nasıl meditasyon yapabiliriz ki?” Onlar yalnızca bir tek kanat seçmişlerdir. Ve elbette ki bunun sonucunda hüsrana uğramak doğaldır. Tek bir kanatla hüsranın gelmesi kaçınılmazdır.

Dünyadan bıkıp elini eteğini çekerek manastırlara ve Himalayalara giden, sannyasin olan, rahip olan, yalnız yaşamaya başlayan, içekapanık bir hayata kendini zorlayan insanlar vardır. Onlar gözlerini kapatır, onlar tüm kapılarını ve pencerelerini kapatırlar, Leibniz’in monadları gibi olurlar — penceresiz — sonra da sıkılırlar.

İşlerindeyken bıkmışlardı, yorulmuşlardı, engellenmiş hissediyorlardı. Giderek daha çok bir tımarhaneye benziyordu, huzur bulamıyorlardı. Çok fazla ilişki ve çok az tatil vardı, kendileri olmak için yeterli alan yoktu. Bir şeylerin içine düşüyorlardı, kendi varlıklarını yitiriyorlardı; giderek daha çok maddi ve daha az ruhani oluyorlar. Yönlerini kaybediyorlar. Kendileri olan bilinçliliklerini kaybediyorlar. Kaçtılar. Bıkkın, engellenmiş; kaçtılar. Şimdi yalnız yaşamaya çalışıyorlar, içekapanık birisinin hayatını; eninde sonunda sıkılacaklar. Tekrar başka bir kanadı seçtiler ama yine tek bir kanadı. Dengesiz bir hayatın yoludur bu. Aynı yanılgıya yeniden zıt kutupta düştüler. Ben ne ondan ne bundan yanayım. Ben senin o kadar muktedir olmanı isterim ki, işinin başında olmana rağmen yine de meditasyon halinde kalabilesin. İnsanlarla ilişki kurmanı, sevmeni, milyonlarca ilişkinin içine girmeni isterim çünkü onlar seni zenginleştirir; ama buna rağmen kapılarını kapamaya ve bazen tüm ilişkilerinden tatile ayrılabilmeye muktedir kalabilmeli ... böylece kendi öz varlığınla da ilişki kurabilirsin.

Başkalarıyla ilişki kur. Ama kendinle de kur. Başkalarını sev. Ama kendini de sev. Dışa açıl; dünya güzel, macera dolu; o bir meydan okuma, o zenginleştirir. Bu fırsatı kaçırma; ne zaman dünya kapını çalsa ve seni çağırsa dışarı çık. Korkusuzca git; kaybedecek hiçbir şey yok, kazanılacak ise her şey var. Ama kaybolma. Devamlı olarak ve devamlı olarak gidip de kaybolma; arada bir eve dön. Bazen dünyayı unut; bu anlar meditasyon içindir. Her gün eğer dengeye gelmek istersen, içeriyi ve dışarıyı dengelemen gerekir. Aynı ağırlığı taşımalılar, bu sayede içerde hiçbir zaman dengeyi kaybetmezsin.

Zen ustalarının, “Suda yürü ama suyun ayaklarına dokunmasına izin verme.” derken demek istedikleri budur. Dünyada ol ama dünyaya ait olma. Dünyanın içinde ol ama dünyanın senin içinde olmasına izin verme. Eve geldiğinde, eve gel; tüm dünya yok olmuşçasına.

Bir Zen ustası olan Hotei bir köyden geçiyordu. Yeryüzüne ayak basmış, gelmiş geçmiş en güzel insanlardan birisiydi. İnsanlar onu Gülen Buda olarak bilirdi; her an sürekli gülerdi. Ama bazen bir ağaç altında otururdu — bu köyde gözleri kapalı olarak bir ağacın altında oturuyordu — gülmüyor, hatta gülümsemiyordu; tamamen sakin, aklı başında. Biri sordu, “Gülmüyorsun Hotei?”

Gözlerini açtı ve, “Hazırlanıyorum.” dedi.

Soruyu soran anlayamamıştı: “‘Hazırlanıyorum’ derken neyi kastediyorsun?”

Hotei dedi ki, “Kendimi kahkaha için hazırlamalıyım. Kendime bir dinlenme fırsatı vermeliyim. İçeri girmek durumundayım. Tüm dünyayı unutmak zorundayım, böylelikle tazelenmiş olarak geri gelebilir ve tekrar gülebilirim.”

Gerçekten gülmek istersen, ağlamayı öğrenmek zorunda kalacaksın. Ağlayamazsan ve gözyaşlarına muktedir değilsen gülmek için yeterli olamayacaksın. Gülmeye ait olan bir insan aynı zamanda gözyaşlarına da aittir; o zaman bir insan dengededir. Coşkulu bir insan aynı zamanda sessizdir. Kendinden geçebilen bir insan aynı zamanda merkezindedir de. İkisi de el ele gider. Ve bu kutupların bu birlikteliğinden bir denge doğar. Ve amaç da budur.
 

Farkındalık : Zihnine Düşman Olma

Zihin yalnızca bir süreçtir.

Aslında zihin yoktur; sadece düşünceler var, düşünceler öyle hızla hareket ediyor ki sen sürekliliği olan bir şeyin var olduğunu düşünüyor ve hissediyorsun. Bir düşünce gelir ve diğeri gelir ve diğeri, ve böyle sürer gider ... boşluk o kadar küçüktür ki bir düşünceyle diğeri arasındaki aralığı göremezsin. Bu durumda iki düşünce birleşir, bir süreklilik arz eder ve bu süreklilik yüzünden bir zihin olduğunu düşünürsün.

(...)

Öyleyse “zihni kontrol etmeye” çalışma. Lisan seni yanlış yerlere götürebilir. Kimse kontrol edemez ve kontrol etmeye çalışanlar delirecektir; kolaylıkla sinir hastası olacaklardır çünkü zihni kontrol etmeye çalışmak zihnin bir kısmının başka bir kısmını kontrol etmeye çalışmasından başka bir şey değildir.

Sen kimsin, kim kontrol etmeye çalışıyor? Sen de bir dalgasın; elbette zihni kontrol etmeye çalışan dini bütün bir dalgasın. Ve dindar olmayan dalgalar var; seks var ve kızgınlık var ve kıskançlık var ve mülkiyetçilik var ve nefret var ve milyonlarca dinsiz dalgalar. Ve sonra da dindar dalgalar var; meditasyon, sevgi, şefkat. Ama bunların tümü yüzeyde, yüzeye ait ve yüzeyin üzerinde. Dini bütün ya da dinsiz fark etmez.

(...)

O güzeldir! Zihin en güzel mekanizmalardan birisidir. Bilim henüz zihin paralelinde herhangi bir şey yaratamamıştır. Zihin hâlâ bir başyapıt olarak duruyor; o kadar karmaşık, korkunç derecede güçlü, pek çok potansiyele sahip. İzle onu! Tadını çıkart!

Ve bir düşman gibi izleme çünkü zihne bir düşman gibi yaklaşacak olursan izleyemezsin. Şimdiden önyargılısın, şimdiden onun karşısındasın. Şimdiden zihinde bir şeyin yanlış olduğuna karar verdin; daha şimdiden sonuca vardın. Ve ne zaman birisine düşmanca baksan, hiçbir zaman derinlemesine bakmazsın, gözlerine asla bakmazsın; kaçınırsın.

Zihni izlemek demek ona derin bir sevgiyle, derin bir saygıyla bakmaktır; o Tanrının sana bir armağanıdır. Zihnin kendi içinde yanlış bir şey yoktur. Düşünmenin kendi içinde yanlış bir şey yoktur. Tüm diğer süreçler gibi güzel bir süreçtir. Gökyüzünde dolanan bulutlar güzeldir; neden düşünceler içsel gökyüzünde dolanmasın? Ağaçları bezeyen çiçekler güzeldir; neden varlığında düşünceler çiçek açmasın? Okyanusa dökülen ırmaklar güzeldir; neden bu düşünce akımları bilinmedik bir yere doğru gitmesin? Güzel değil mi? Derin bir saygıyla bak. Bir savaşçı değil, bir âşık ol.
 

Cesaret : Güvenin Yolu

Güven en büyük zekâdır. İnsanlar neden güvenmiyor? Çünkü kendi zekâlarına güvenmiyorlar. Korkuyorlar, aldatılmaktan korkuyorlar. Korkuyorlar, o yüzden kuşku duyuyorlar.

Kuşku korkudan kaynaklanır. Kuşku, kendi zekâna karşı duyduğun güvensizlikten kaynaklanıyor. Güvenebileceğinden emin değilsin. O yüzden güvene kucak açamıyorsun. Güvenin, zekâya, cesarete ve bütünlüğe ihtiyacı vardır. Güvenmek için büyük bir kalbe gerek var. Eğer yeterince zeki değilsen, kuşku duyarak kendini korursun.

Eğer zekân varsa, bilinmeyene adım atmaya hazırsın. Çünkü, eğer bütün bilinen dünya yok olsa ve bilinmeyenin ortasında kalsan bile, orada yaşayabileceğini biliyorsun. Bilinmeyenin içinde kendine bir yuva kurabilirsin. Zekâna güveniyorsun. Kuşku savunmadadır. Zekâ kendine her kapıyı açık tutar. Çünkü, “ne olursa olsun, o mücadeleyi kabul edip, uygun şekilde tepki verebileceğini” biliyorsun. Sıradan zihnin böyle bir güveni yoktur. Bilgi sıradandır.

Bilmeme durumunda olmak zekâdır. Farkındalıktır; ve bu biriktirilemez. Yaşanan her an kaybolur. Arkasında hiç bir iz bırakmadan, hiçbir varoluş izi bırakmadan yok olur. İnsan bir kere daha, saf, masum ve bir çocuk gibi, bir sonraki ana taşınır.

Hayatı anlamaya çalışma. Yaşa. Sevgiyi anlamaya çalışma. Sevgiye taşın. O zaman bilirsin. Ve o bilgi, senin yaşadıklarından ortaya çıkar. Bu bilgi, gizemi asla yok etmez. Ne kadar çok bilirsen, bilinecek o kadar çok daha fazla şey olduğunu bilirsin.

Hayat bir problem değildir. Onu bir problem olarak ele almak yola yanlış adımla başlamaktır. O, yaşanacak, sevilecek ve deneyim kazanılacak bir gizemdir.

Sonuçta sürekli açıklama peşindeki bir zihin, korkak bir zihindir. O büyük korku yüzünden her şeyin açıklanmasını istiyor. Kendisine açıklanmadan hiçbir şeye adım atamaz. Açıklamalar sayesinde, artık o alan tanıdık gelir. Artık coğrafyasını biliyordur. Elindeki haritaya, kılavuza ve takvime göre hareket eder. Hiçbir zaman haritasız, rehbersiz, bilinmeyen bir bölgeye adım atmaya hazır değildir. Ama hayat böyledir. Ve sürekli değiştiği için, bir haritasını çıkarmak mümkün değildir. Her an, şimdiki zamandır. Güneş altında eskiden kalma hiçbir şey yoktur. Sana söylüyorum, her şey yenidir. Sürekli hareket halinde olan inanılmaz bir dinamizmdir. Sadece değişim kalıcıdır. Sadece değişim asla değişmez.

Her şey değişmeye devam eder. O yüzden bir haritan olamaz. Harita tamamlandığı an, çoktan geçerliliğini yitirmiştir. Harita eline geçtiği zaman, artık bir işe yaramaz. Çünkü hayat yolunu değiştirmiştir. Hayat yeni bir oyuna başlamıştır. Haritalarla hayatın üstesinden gelemezsin. Çünkü hayat ölçülebilir değildir. Kılavuz kitaplarla hayatın üstesinden gelemezsin. Çünkü bu kitaplar, ancak her şey durağan olduğu zaman geçerlidir. Hayat durağan değildir. O bir dinamiktir. Bir süreçtir. Onun bir haritasına sahip olamazsın. O, ölçülemez. O ölçülemeyen bir gizemdir. Bir açıklama bekleme.

Ben buna zihnin olgunluğu diyorum: insanın hayata hiçbir soru sormadan baktığı ve cesaretle, korku duymadan içine atladığı zamandır.

Bütün dünya sahte dindarlarla doludur. Kiliseler, tapınaklar, Grudwara’lar, camiler, dindar insanlarla doludur. Peki, dünyanın tamamen dinsiz olduğunu görmüyor musun? Bu kadar çok dindar insan varken, dünya bu kadar dinsiz. Böyle bir mucize nasıl olabiliyor? Herkes dindar, ama hepsinin toplamı dinsiz. Din sahtedir. İnsanlar güven yetiştirmiştir. Güven bir deneyim değil, inanç olmuştur. Onlara inanmaları öğretilmiştir. Yaşayarak bilmek değil. İnsanlığın ıskaladığı nokta budur.

Asla inanma. Eğer güvenmiyorsan, kuşku duymak daha iyidir. Çünkü kuşku sayesinde, bir gün güven olasılığı ortaya çıkacaktır. İnsan sonsuza dek kuşkuyla yaşayamaz. Kuşku bir hastalıktır. O bir rahatsızlıktır. Kuşku yüzünden asla tatmin olamazsın. Kuşku yüzünden her zaman titrersin. Kuşku yüzünden her zaman sıkıntı içinde, bölünmüş ve kararsız kalırsın. Kuşku yüzünden sürekli bir kâbus yaşarsın. O yüzden bir gün bunu nasıl aşacağının arayışına girersin. O yüzden inançlı olmaktansa, sahte inanca sahip olmaktansa, inançsız olmak daha iyidir diyorum.

Sana inanmak öğretildi. Çocukluktan itibaren herkesin zihni inanmaya koşullandı. Tanrıya inan. Ruha inan. Şuna inan, buna inan. Artık bu inanç kemiklerine ve kanına girmiştir, ama hâlâ inanç olarak kalır. Onu bilmiyorsun. Ve bilmeden özgür kalamazsın. Bilince özgür kalırsın. Sadece bilmek özgürleştirir. Bütün inançlar ödünç alınmıştır; onlar sana başkaları tarafından verilmiştir, içinde çiçek açmış bir filiz değildir. Ödünç alınmış bir şey seni nasıl gerçeğe götürür? Diğerlerinden almış olduğun her şeyi bırak. Dilenci olmak zengin olmaktan iyidir. Kendi alın terinle kazandıklarınla değil, çalarak zengin olmaktansa dilenci olmak iyidir. Ödünç alınmış şeylerle, gelenekle, mirasla zengin olmaktansa, dilenci olmak daha iyidir. Yoksul ama kendin olmak çok daha iyidir. O yoksulluğun bir zenginliği vardır. Çünkü gerçektir. Ve senin inanç zenginliğin çok zayıf. O inançların asla derine ulaşmıyor. En fazla yüzeyde kalıyor. Biraz deşince inançsızlık ortaya çıkıyor.

Tanrıya inanıyorsun. Ama sonra işin ters gidince, birden inançsızlık ortaya çıkıyor. “İnanmıyorum. Tanrıya inanamam.” diyorsun. Tanrıya inanıyorsun ve çok sevdiğin kişi ölünce inançsızlık ortaya çıkıyor. Tanrıya inanıyorsun ve sadece sevdiğin birinin ölmesiyle bu inanç yok mu oluyor? O zaman değerli değilmiş. Güven asla yok edilemez. Orada olunca, hiçbir şey onu yok edemez. Hiçbir şey. Ama hiçbir şey onu yok edemez.

O yüzden unutma, güven ile inanç arasında çok büyük bir fark vardır. Güven kişiseldir; inanç ise toplumsal. Güvenin içinde büyürsün; inancın içinde olduğun gibi kalırsın, nasılsan öyle kalırsın. İnanç empoze edilebilir. İnançları bırak. Korkuyu yaşayacaksın, çünkü eğer inancı bırakırsan kuşku doğar. Her inanç kuşkunun bir yere saklanmasını sağlıyor; kuşkuyu bastırıyor. Bu seni endişelendirmesin. Bırak kuşku gelsin. Herkes gün ışığını görmeden önce karanlık geceyi yaşamak zorundadır. Herkesin kuşkuyu aşması gerekir. Yolculuk uzun, gece karanlıktır. Ancak uzun yol sona erdikten ve güneş doğduktan sonra, buna değdiğini göreceksin. Güven yetiştirilemez. Asla onu bir ekin gibi yetiştirmeye çalışma. İnsanoğlunun yapmaya çalıştığı şey budur. Yetiştirilmiş güven, inanca dönüşür. Güveni kendi içinde keşfet; onu yetiştirme. Varlığının derinliklerine in. Varlığının kaynağına in. Ve onu keşfet.

Bu arayışta güvene ihtiyaç duyacaksın. Çünkü bilinmeyene adım atıyorsun. İnanılmaz bir güven ve cesaret gerektirecek. Çünkü geleneksel ve alışıldık olandan uzaklaşıyor olacaksın. Kalabalıktan uzaklaşacaksın. Engin denize açılacaksın. Ve diğer kıyı var mı, yok mu bilmiyorsun.

Sizi böyle bir arayışa güven konusunda hazırlıksız gönderemem. Bu biraz çelişkili görünecek ama ne yapabilirim. Hayat böyledir. Sadece yüce bir güvene sahip olan kişi, yüce bir kuşkuya, yüce bir arayışa sahip olabilir.

Çok az güvene sahip bir insan, ancak çok az kuşku duyabilir. Hiçbir güveni olmayan insan sadece kuşku duyarmış gibi yapar. Derin arayışa giremez. Derinlik güvenden gelir ... ve bu bir risktir.

Seni bu haritasız denize göndermeden önce, yalnız çıkmak zorunda olduğun bu yolculuğa hazırlamak zorundayım. Tek yapabileceğim seni teknene götürmek. Önce güvenin güzelliğini ve kalbin yolunun heyecanını bilmelisin. O yüzden gerçeğin okyanusuna açıldığın zaman, devam edecek cesarete sahip olabilirsin. Ne olursa olsun, kendine olan güvenin tam olacaktır.

Şunu anlamalısın. Eğer kendine güvenmiyorsan, bir başkasına ya da bir şeye nasıl güvenebilirsin? Bu imkânsız. Eğer kendinden kuşku duyuyorsan nasıl güvenebilirsin? Güvenecek olan sensin ve sen kendine güvenmiyorsun. O zaman güvenine nasıl güveneceksin? Akıl zekâya dönüşmeden önce, kalbin açılmış olması şarttır. Akıl ile zekâ arasındaki fark budur.

Zekâ, aklın kalple uyum içinde olmasıdır.

Kalp nasıl güveneceğini bilir. Akıl nasıl arama yapılacağını bilir.

Eski bir Doğu hikâyesi vardır.

Bir köyün dışında iki dilenci yaşarmış. Biri körmüş, diğerinin bacakları yokmuş. Bir gün köyün dışında, dilencilerin yaşadığı bölgede orman yangını çıkmış. Tabii dilenciler aynı zamanda rakipmiş. Aynı meslekte, aynı insanlardan dileniyorlarmış. Sürekli birbirlerine kızıyorlarmış. Onlar dost değil düşmanmış.
'
Aynı meslekteki insanlar dost olamaz. Bu çok zordur; çünkü bu bir rekabet meselesidir. Bir başkasının müşterilerini alırsın. Dilenciler müşterilerini etiketler. “Unutma, bu benim adamım. Sakın onu rahatsız etme.” Hangi dilenciye ait olduğunu, hangi dilencinin seni sahiplendiğini bilmezsin; ama sokaktaki bir dilenci seni sahiplenmiştir. Mücadele edip, savaşı kazanmıştır ve artık ona aitsindir...

Üniversite yakınlarında bir dilenci dururdu. Bir gün onu pazaryerinde gördüm. O her zaman üniversitenin yanındaydı. Çünkü genç insanlar daha bonkör olur. Yaşlı insanlar giderek daha cimri, daha korkak olur. Ölüm yaklaşmaktadır ve artık para yardımcı olabilecek tek şeydir. Eğer paraları varsa, başka insanlar yardıma koşar. Eğer paraları yoksa kendi oğulları, kızları bile parmak kaldırmaz. Ama genç insanlar savurgan olur. Onlar gençtir. Kazanabilirler. Önlerinde uzun bir hayat vardır.

O zengin bir dilenciydi, çünkü Hindistan’da ancak zengin ailelerin çocukları üniversite seviyesine ulaşabiliyor. Diğerleri hayat mücadelesine atılıyor. Çok az fakir insan da girebiliyor. Ama bu çok sancılı ve zorlu bir süreç. Ben de fakir bir aileden geliyordum. Geceleri bir gazetede editör olarak çalışıp, gündüzleri üniversiteye gidiyordum. Yıllarca günde üç-dört saatten fazla uyuyamadım. Onu da gece ya da gündüz, vakit buldukça uyudum.

Bu dilenci çok güçlüydü. Başka hiçbir dilenci üniversite caddesine adım atamazdı. Girmeleri bile yasaktı. Herkes üniversitenin kime ait olduğunu biliyordu. O dilenciye. Sonra bir gün, genç bir dilenci gördüm. Yaşlı adam orada değildi. “Ne oldu; yaşlı adam nerede?” diye sordum.

“Ben onun damadıyım. Bana üniversiteyi hediye olarak verdi.” dedi. Üniversite sahibinin değiştiğini, artık bir başka sahibi olduğunu bilmiyordum. Genç adam, “Onun kızıyla evlendim.” diyordu.

Hindistan’da birinin kızıyla evlendiğinde, sana başlık parası verirler. Sadece kızıyla evlenmekle kalmazsın, kayınpederin eğer çok zenginse, sana bir araba ya da bir ev vermek zorundadır. Eğer çok zengin değilse, en azından bir mobilet, o olmazsa, en azından bir bisiklet ya da radyo, müzik seti, televizyon veya para vermek zorundadır. Eğer gerçekten zenginse, sana yurtdışında okuyup daha eğitimli olma fırsatı sunar. Doktor ya da mühendis olursun ve masrafları o öder.

Bu dilencinin kızı evlenmişti ve başlık parası olarak damada üniversite verilmişti. “Bugünden itibaren bu sokak, bu üniversite bana ait. Kayınpederim bana müşterilerini tek tek gösterdi.” diyordu.

Yaşlı dilenciyi pazaryerinde gördüm. Ve ona gidip, “Harika, çok iyi bir evlenme hediyesi vermişsin.” dedim.

“Evet.” dedi. “Sadece tek bir kızım var ve damadım için bir şeyler yapmak istedim. Ona en iyi dilenme mekânımı verdim. Şimdi bu pazaryerinde tekel oluşturmaya çalışıyorum. Bu çok zorlu bir iş; çünkü çok sayıda dilenci var. Kıdemli olanlar çoktan müşterileri paylaşmış. Ama endişe edecek bir şey yok. İdare ederim. Birkaç dilenciyi buradan kovalarım.” Ve dediğini yaptı.
'
Orman yanarken, iki dilenci bir an için düşündü. Birbirlerine düşmanlardı. Konuşmuyorlardı bile. Ama bu acil bir durumdu. Kör adam, bacakları olmayan adama seslendi. “Kurtulmanın tek yolu var. Seni omuzlarıma alacağım. Sen benim bacaklarımı kullanacaksın; ben de senin gözlerini. Ancak bu şekilde kurtulabiliriz.”

Anında anlaşıldı. Ortada bir sorun yoktu. Bacaksız adam dışarı çıkamıyordu. Yanan ormandan hızla çıkması mümkün değildi. Her taraf alevler içindeydi. Biraz yol alabilirdi ama bir işine yaramazdı. Çok hızlı bir şekilde çıkmak gerekiyordu. Kör adam da çıkamayacağını biliyordu. Yangının ne tarafta olduğunu, yolu, hangi ağaçların yandığını, nerede boşluklar olduğunu göremiyordu. Kör bir adam olarak kaybolacaktı. Ama ikisi de zekiydi. Düşmanlıklarını bırakıp dost oldular. Ve hayatlarını kurtardılar.

Bu bir Doğu masalıdır. Konusu akıl ve kalple ilgilidir. Dilencilikle bir ilgisi yoktur. Seninle bir ilgisi vardır. Orman yangınıyla bir ilgisi yoktur. Seninle bir ilgisi vardır. Çünkü yanmakta olan sensin. Her an yanıyor, acı çekiyor, sancılar içinde sızlanıyorsun. Akıl tek başına kördür. Bacakları vardır, hızlı koşabilir, çok hızlı yol alabilir; ama kör olduğu için hangi yöne gideceğini bilemez. O yüzden sürekli ayağı takılır, düşer, kendine zarar verir ve hayatın anlamsız olduğunu düşünür. Dünyadaki bütün entelektüeller bunu söyler. “Hayat anlamsızdır.” derler.

Hayat onlara anlamsız gelir. Çünkü kör akılla ışığı görmeye çalışırlar. Bu imkânsızdır.

İçinde bir de kalp var. Görür, hisseder ama bacakları yoktur; koşamaz, olduğu yerde kalır. Sürekli atarak bekler. Bir gün akıl anlayacak ve kalbinin gözlerini kullanacaktır.

Ben güven dediğim zaman, kalbinin gözlerini kastediyorum. Kuşku dediğim zaman, aklının bacaklarını kastediyorum.

İkisi birlik olunca yangından kurtulabilir. Hiç sorun değil. Ama unutma, aklın kalbi omuzlarının üstünde kabullenmesi gerekir. Buna mecburdur. Kalbin bacakları değil, sadece gözleri vardır. Ve aklın kalbi dinleyip, onun yönlendirmelerini izlemesi gerekir.

Kalbin devreye girmesiyle akıl zekâya dönüşür. Bu bir dönüşümdür; bütünsel bir enerji dönüşümü. O zaman insan bir entelektüel değil, kısaca bilge olur.

Bilgelik kalp ile aklın buluşmasından ortaya çıkar. Kalbinle aklın arasındaki uyumu yaratmak sanatını öğrendiğin zaman, bütün sırrı avuçlarının içine alırsın. Bütün gizemlerin kapısını açacak maymuncuğa sahip olursun.
 

 

Osho'nun Yanılgısı - karşı eleştiri -


Osho olarak bilinen merhum Rajneesh Chandra Mohan Jain (1931,1990), Hintli bir felsefeci ve profesörken her şeyi bir kenara bırakıp felsefe öğretilerinin peşine düşmüş daha sonra da iflah olamayıp skandallarıyla tanınan mistik bir insan. Genel olarak dünya felsefesine hakim olması ve konuşmalarında hipnotik tekniklerden faydalanması dünya çapında Hollywood yıldızları da olmak üzere bir çok kesimden takipçisi olan bir filozof olmasını sağlamış. Ancak ona filozof diyebilmemin gerçek nedeni Amerika'dan sınır dışı edildikten sonra dünyanın pek çok yerini ziyaret ederek öğretilerini insanlara aktarma ve paylaşma becerisidir.


Kendi yazdığı biyografisine göre doğduğunda astrologların 7 yaşında öleceğini söylediğini oysa 7 yaşında büyükbabasının yanından ayrılarak gerçek dünya ile tanıştığını ve 21 yaşında ruhsal olarak aydınlandığını yazmıştır.


Osho'nun öğretileri oldukça dağınık olmakla birlikte temel öğretisi meditasyon teknikleri üzerinedir. Sohbetlerinden alıntı yapılarak yazılmış kitapları farkındalık, cesaret, sezgi, zeka, yaratıcılık gibi konu başlıkları altında toplanabilmiş.


Osho okuyanların hemen gözlemleyeceği gibi önceki öğretilerin tamamını yadsır ve bunu yaparken kendisinin tamamen yepyeni olduğunu kabul eder. Osho kitaplarında insanlara yeni bir ideoloji vermediğini onlara sadece nasıl yaşamaları gerektiğini öğrettiğini sık sık yazar. Onun için bunları anlatmak bahçede çiçek yetiştirmeye ve büyüdüklerinde onların güzelliğini seyretmeye benzer.


Peki, başarılı olmuş mudur? Yani Osho hiç çiçek yetiştirebildi mi? Hayır !
Nedenini Osho'nun öğretilerinde aramakta fayda var: Osho yaşamı sadece yukarıdaki konu başlıklarına indirger. Ancak yaşamak bu kadar da basit değildir. Gerçekten de kitaplarını okuduğunuzda hayatınızda bir şeyleri çözmüş olacaksınız; ama bu durum bütün yaşamı -daha doğrusu nasıl yaşanması gerektiğini- anlamak değildir.


Osho öğretilerinde insan yaşamının temel davranış biçimlerinden olan "merak" ve "çalışma" konularını es geçer. Bu kritik konular hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Oysa "merak" ve "çalışma" tüm bilimlerin doğuşunu sağlayan yegane davranış biçimleridir. Osho'nun öğretileriyle "İnsan neden merak eder?" sorunsalı çözümlenemez. Kendisine sorulduğunda eminim evrensel bilginin bilinen, bilinmeyen ve bilinemeyecek olan olarak ayrıldığını söyler. Oysa bu yapı da oldukça karmaşıktır. Bilimin yaptığı tümevarımı kullanarak bilinemeyecek olan hakkında genelleme yapmaktır. Osho ise bilinemeyecek olandan hareket ederek insanları bilinemezliğin güzelliğini yaşamaya çağırır. Ona göre "merak" duygusu sonuçta insan zihnini bir sürü bilgiyle doldurur ve düşünceyi insanın efendisi yapar. Yapılması gereken bilinemezliğin sonsuzluğu içinde gevşemek ve anlamaya çalışmadan sezgisel davranışları ön plana çıkarmaktır. Böylece insan yoğun zihinsel faaliyetten kurtularak rahatlar. "Merak" ise lanetlenmiştir.  


Osho yazılarında tüm dinleri açıkça lanetler. Oysa öğretilerinin hatta hikayelerinin tamamı tasavvuf ve sufizm etkileri taşır. Böylece Osho'nun aslında yeni şeyler bulmadığını ancak daha önce bilinen şeylere açıklık ve netlik kazandırdığı gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Oysa çevresindekiler onun yeni bir dinin temsilcisi olduğunu düşünür. Böylece Osho din konusunda da çuvallar.  


Kendi varlığını "Düşünüyorum, öyleyse varım" olarak kanıtlayan Descartes, böylece diğer objelerin varlığını ispatlayabilmişti. Kartezyen bilimlerin babasıydı. Ancak varlık insan düşünmese de vardır. Düşünmüyorsak yok olduğumuz anlamına gelmez; çünkü sezgisel olarak varlığımızın farkındalığını yaşarız. Sonuçta Osho'nun tamamladığı bölge tam olarak insanın "düşünmüyorum, ama yine de varım" dediği bölgedir.
 

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkiye / Denizli 

Ana Sayfa / index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2   

Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru

Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)

New World Order(Macro Philosophy)/ Astronomy