|
Zaman Yolculuğunu
Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli
ALTERNATİF HAYAT DERSLERİNİN
PARADİGMASI
Tarih: 07.03.2005 Saat: 19:46
Konu: BİLİMSEL
Dr.MICHIO KAKU İLE SÖYLEŞİ
Michio Kaku kuantum üzerine çalışan sayılı fizikçilerden biridir.
Haberin devamında onunla kuantum ve sicim teorisi üzerine yapılmış bir
söyleşi var.
Oldukça aydınlatıcı bir yazı...
Röportaj: Stephen Marshall / Guerrilla News Network
Çeviren: Dr. Mesut Özler/ Pamukkale Üniversitesi, Fen Fakültesi
Stephen Marshall -Günaydın Dr. Kaku sanırım
yapmamız gereken ilk şey kullandığımız bazı terimleri açıklamak olacak.
Kuantum Teorisi ve Sicim Teorisi ile başlayalım.
Michio Kaku -Sicim Teorisi, Rölativite ile
Kuantum Teorisini birleştirmektir. Bu küçücük sicimler titreştiğinde notalar
üretirler ve bu notaların evrende bulunan atom altı parçacıklar olduğuna
inanıyoruz.
Bu notaların oluşturduğu melodilere kısaca “madde” diyoruz ve bu melodiler
senfoniler yarattığında buna da “evren” diyoruz. Şimdi, bu sicimlerin
yarattığı armoniler de fizik yasalarıdır.
Bununla birlikte, bu sicimler hareket ettiğinde, tıpkı Einstein’ın yıllar
önce öngördüğü şekilde, etrafındaki uzay ve zamanı bükerler veya
eğriltirler.
Bu nedenle, eğer Einstein hiç doğmamış olsaydı bile, Sicim Teorisinin bir
sonucu olarak Einstein’ın Genel Rölativite Teorisini keşfedebilirdik, çünkü
Sicim Teorisi, Genel Rölativite Teorisini de bünyesinde barındırır. Ama
Sicim Teorisi on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanmaktadır.
Bazı fizikçiler bunu ilk dönemlerde bir bilim kurgu olarak düşünüyorlardı.
“Nasıl oluyor da bizler on boyutlu bir evren içinde yaşıyoruz”?
Şüpheciler artık eskisi gibi sırıtamıyorlar. Bütün dünyada, çeşitli
ülkelerin genel fizikçileri Tanrının zihnini okumamıza izin verebilecek olan
Sicim Teorisi denen bu acayip teoriyi öğrenmek için can atıyorlar.
Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de
Tanrının zihnidir.
S.M. -Şimdi size fizik ile spiritualite
arasında bazı paralellikler olup olmadığını sormak istiyorum. Afrika’da
“ubuuntu” denilen terimi kullanıyorlar. Bishop Tutu bunu tüm insanlığın
birbirine bağlı olması kavramıyla tanımlamaktadır.
Yani bir kişiyi dahi incitsek aslında hepimiz incinmiş oluyoruz. Bu çok
güzel bir kavram ve size sormak istediğim şey kısaca şu : Einstein’in
Birleşik Alan Teorisiyle alakalı elde ettiğimiz sonuçlar nihayetinde batı
bilimi ve bizim toplumumuz, bu ilkel kültürler denilen toplumların
kendiliğinden kavradıkları gerçeklere doğru yaklaşıyor mu?
M.K. -Bazı insanlar şu soruyu soruyor: Batı
uygarlığına baktığımızda, Batı medeniyeti mekanistik teorisi, sanayi
devrimi, buhar makinesi ile soğuk değil mi? Analitik değil mi? Peki üçüncü
dünya insanlarından ne haber? İlkel kültürler denen bu kadim kültürlerden ne
haber? Onların kadim hikmeti nedir? Onlar bütünü ele alırlar.
Onlar, Batının indirgemeci biliminin aksine bütün hakkında, yani holistik
konuşurlar. Peki, şimdi indirgemeciliğe bir göz atalım.
Bir taraftan indirgemecilik çarpıcı faydalar sağladı; bu sayede atomun
doğasını anlayabiliyoruz, bize modern kimya bilimini verdi, böylece atomu
parçalarına ayırmaya muktedir olduk ve yıldızların doğasını anlayabildik.
Daha sonra atomun daha derinlerini incelediğimizde kuarkları ve kuark
modelini elde ettik.
Atomları parçalarına ayırdığımızda bu bütüncül, holistik anlayışa karşı
kazanılan bir zafer gibi göründü.
Ama biran durun bakalım, burada bir soru var. Şimdi çok sayıda kuark var.
Ayrıca garip isimlere sahip binlerce atom altı parçacıkla uğraşmak
zorundayız.
Elimizde leptonlar, hadronlar, kapamezonlar, taomezonlar ve çok çeşitli
parçacıklar var.
Kaliforniya’da, Berkeley Üniversitesinde doktora öğrencisi olduğum yıllarda
yüzlerce atom altı parçacığın ismini hafızamda tutmak zorunda kalmıştım ve
Tanrının doktora öğrencilerini bu kadar çok sayıda parçacığın ismini ezberde
tutmalarını zorlayacak ölçüde gaddar olacağına inanmak çok zordu.
Sonraları daha bütüncül bir yaklaşım üzerine düşünmeye başladım.
Peki şu bir gerçek: Kuark modeli artık itici gücünü kaybetti. Şu anda 36
tane kuark, lepton ve nötrino var. Ama, bu kuark modelinin nereden geldiğini
bilmiyoruz. Çok çirkin bir teori. Bir karınca yiyeni, bir balinayı ve bir
zürafayı skoç teyple sarıp bunu doğanın en yüce başarısı olarak
tanımladığımızı düşünün. Standart model, kuark modelini de içeren, çirkin
bir teoridir. Hatta standart modelin yaratıcıları bile standart modelin
günah kadar çirkin olduğunu söylüyorlar.
Şimdi öylesine basit ve bütünleşik görünen bir evrenin, temel düzeyde böyle
korkunç bir teori yaratabileceğine nasıl inanabiliriz?
İşin cilvesi şu: Uzay ve zamana baktığımızda ve kuarkları, kütleçekim ve
uzay-zaman dokusu ile birleştirmeyi denediğimizde, hiper-uzaya kaçınılmaz
olarak girmek zorundayız.
Bu holistik bir teori; yalnızca atomaltı parçacıkların değil, fakat
uzay-zaman, kütleçekim ve çeşitliliklerin teorisi....
Einstein’ın teorisi, yaratılışın kendisinin gücü hemen hemen bir inç
uzunluktaki bir denklemde özetlenmiştir.
Gördüğümüz gibi, Batı medeniyetinin gücü ve holistik toplumların ilkelliği
hakkında konuştuğumuzda gülmemeliyiz, çünkü indirgemeciliğin pili bitti
artık.
Daha üst seviyedeki bir teoriye ihtiyacımız var: hiper-uzayın teorisine.
Öyle bir teori ki üç boyutla kısıtlı değil, on boyutlu bir teori,
kendiliğinden holistik bir teori; kütleçekimini, iki çekirdek kuvvetini ve
elektromanyetik kuvvetini birleştirsin ve bir noktada bize Tanrı’nın zihnini
okumamıza izin versin.
S.M. -Güzel. İnanıyorum ki bu holistik teorinin
kabulü ile bir canlı türü olarak elde edeceğimiz bazı faydalar olmalıdır.
Birbirimize şu anda olduğu gibi davranamayabiliriz. Tıbba daha farklı bir
açıdan bakabiliriz. Fakat Dünyadaki insanların çoğunluğu için bir paradigma
kaymasını gerçekleştirmek istiyorsak insanlara sağlam kanıtlar
göstermeliyiz.
Bu nedenle benim sorum şu olacak: Bizler, Batı uygarlığı olarak bu paradigma
kaymasından faydalanacaksak onun hakkında kanıt ve deliller bulmak
ihtiyacında mıyız? Ve İlkel uygarlıklar adı verilen topluluklar sadece
inanarak ve inanç sahibi olarak hayatlarına bir kazanç kattılar mı?
M.K. -Eski uygarlıklar denilen toplumlar ve
inanç hakkında konuştuğumuzda şunu söyleyebiliriz. “Pekala, bilim deneye
dayanır ve deneyin gücü Batı biliminin üstünlüğünü göstermektedir, ama bu o
kadar doğru değil”.
Şunu anlamanız gerekiyor ki bugünkü bilimin sunduğu bilgilerin çoğu doğrudan
yapılan deneylerle elde edilmiyor.
Mesela, Güneşin hidrojen gazından oluştuğunu nasıl biliyoruz? Hiç kimse
Güneşe gidip bunu ölçmedi. Hiç kimse termometre kullanarak Güneşin yüzey
sıcaklığını ölçmedi.
Güneşin hidrojen gazından oluştuğunu nereden biliyoruz? Çünkü yankılara,
ekolara bakarız. Dünyaya ulaşan dolaylı yankı dediğimiz güneş ışığını
inceliyoruz ve böylece bu bize Güneşin doğasını analiz etmemize izin
veriyor.
Bilim adamları şimdilerde dış uzayda 49 tane kara delik gözlemiş durumdalar.
Yaklaşık olarak ayda bir tane kara delik teşhis ediliyor. Fakat işin cilvesi
şu ki kara delikler görünmez yapılardır. Öyleyse nasıl oluyor da kara
delikler görünmezken Hubble Teleskopu yardımıyla bir kara delik gördüğümüzü
biliyoruz?
Çünkü kara deliklerin yankılarını görüyoruz, dönme diskini görüyoruz, Biz
kara delik civarındaki radyasyon desenini ve sinkrotron radyasyonunu
görüyoruz.
İşte bu yankılara bakarak söyleyebiliyoruz; “ Evet, orada bir kara delik
var.” O halde gördüğünüz gibi, Batı bilimi hiç de doğrudan ölçüme
dayanmamaktadır.
Şimdi Sicim Teorisine bir göz atalım. Sicim Teorisi, bütün teorilerin
teorisidir.
Bekli de Kütle Çekim Teorisini, Einstein’ın teorisini ve Kuantum Teorisini
birleştiren Birleşik Alan Teorisidir.
Birleşik Alan Teorisi, tüm fizik bilgisini kapsayan bu teori belki de bir
inçten uzun değil.
Sorun, bu teoriyi nasıl ölçeceğiz? br>Burada bir evren yaratmaktan söz
ediyoruz. Eğer evren teorisini test etmek istiyorsanız, laboratuarda bir
bebek evren yaratmak zorundasınız.
İşte inanç bu noktada devreye giriyor. Bir kere daha vurgularsak, Güneş’in
hidrojen gazından meydana geldiğini biliyoruz, çünkü elimizde dolaylı yoldan
elde edilen kanıtlar var.
Görünmez olmalarına karşın kara deliklerin fotoğrafının çekildiğine
inanıyoruz, çünkü kara deliklerden yayınlanan radyasyonu görüyoruz.
Belki de bir gün İsviçre’nin Genevre kentinde bulunan Büyük Hadron
çarpıştırıcısını kullanarak bu teoriyi dolaylı yoldan test edeceğiz. Bu
atom-parçalayıcı sistem atomları parçalarına ayırıyor ve bize S-parçacıkları
denilen Süper parçacıkları verebilir. Süper Parçacıklar, süper sicimlerin
yüksek titreşim halleridir.
Bugün artık evrenin büyük çoğunluğunun atomlardan oluşmadığını bildiğimizi
söylemeye gerek duymuyorum.
İster inanın ister inanmayın lisedeki kimya öğretmeniniz haksızdı. Evren,
yüz kadar elementten oluşmamıştır.
Gözlenebilir evrenin %90’ı karanlık, yani görünmezdir, galaksileri
sarmalamaktadır.
Hatta Hubble Uzay Teleskopu bu görünmez karanlık maddenin evren boyunca
nerelerde kümelendiğini gösteren haritalar çizmemizi sağlamıştır.
Peki karanlık maddenin özünde ne var? Şu an geçerli teoriye göre fotino var.
Fotino, fotonun süper partneri olup, tabir yerindeyse, sicimin yüksek
oktavına karşı gelmektedir. Daha düşük oktavlar bize kuarkları ve leptonları
vermektedir. Yüksek oktavlar ise s-parçacıklarını vermektedir.
Burada gördüğümüz gibi, Batı bilimi bile bir anlamda inanca dayanmaktadır.
Fakat, kişisel olarak ve bir teorik fizikçi olarak inanıyorum ki saf
düşüncenin gücü Birleşik Alan Teorisini açmamızı sağlayacaktır.
İnancım o ki eğer yeterince akıllıysak bu denklemleri çözebiliriz.
Bu denklemlerden bazılarını ben yazdım; Sicim Alan Teorisi diye de bilinir
ve bugün yaşayan hiçbir canlı ne benim denklemlerimi ve ne de Sicim
Torisinin denklemlerini çözmeye muktedir değildir.
Fakat biri bu denklemleri kıracak olursa, aynen akseleratörlerden
(hızlandırıcılardan) parçacıkların ortaya çıkışını gördüğümüz gibi,
matematiksel olarak standart modeli, elektronu ve kuarkları da
görebileceğiz.
Tekrar hatırlatıyorum, Batı bilimi her şeyi doğrudan ölçebilir inancını
taşırken bu kadar küstah olmamalıdır.
Belki en ilginç şeyler; -karanlık madde, karanlık enerji, Birleşik Alan
Teorisi, kara delikler-, hiçbir zaman doğrudan ölçülemez.
S.M. –Çok karmaşık ama sizi anladığıma
inanıyorum. Bundan sonra Einstein hakkında konuşmak istiyorum. Lütfen
Birleşik Alan Teorisini ve Einstein’ın bize bıraktığı mirası açıklayabilir
misiniz?
İnsanların çoğuna göre Einstein dünyaya bakış açımızı kesin bir şekilde
değiştirdi. Fakat bazılarına göre Einstein oldukça yıkıcı olmuştur, onun
bilimi yıkım için kullanılmıştır.
Onun çalışmalarının canlı türlerinin evrimiyle olan ilişkisini, bazılarının
ima ettiği gibi dejenerasyona zıt olması açısından, nasıl
değerlendiriyorsunuz?
M.K. -Einstein’a baktığımızda karşımıza çok
sayıda imaj çıkıyor, bunların bazıları Hollywood imajı, bazıları karikatür
veya çizgi film imajı.
Hollywood çizgi filmini bir çeşit Einstein ekolü karakter olarak, yani
uzay-zaman dokusuyla ilintili sihirbazlıklar yapan karakter olarak
algılamadan izlemek zordur.
Einstein iki şeye karşılık gelir: Birincisi kuvvetlerin birleşimi ki bu
doğallıkla anti-indirgemeci holistik, yani bütüncül bir yaklaşımdır.
Fizikçiler şeyleri bölüp parçalamaya alışık idiler.
Einstein ise kozmik bir teoriyle parçaları birleştirip bir araya getirmeyi
istiyordu.
Bu teori dört temel kuvveti; kütleçekimi, elektromanyetizma, iki tane
nükleer kuvveti açıklayacaktı.
Evrendeki tüm kuvvetleri bir inç uzunluğundaki bir denkleme sığdırarak bize
Tanrı’nın zihnini okumamıza izin verecekti. Bununla birlikte, hayatının
sonuna doğru, diğer fizikçiler ona güldüler, alay ettiler; şunu
söylüyorlardı. “Sen çok hırslısın. Sen tanrı olmaya çalışıyorsun.”
Nobel ödüllü fizikçi Wolfgan Pauli bir keresinde Einstein’a hakaret etmişti
”Tanrının ayırdığını hiçbir kul bir araya getiremez” diyerek.
Einstein kuvvetleri birleştirmeyi denedi ama başarısız oldu.
Fakat bütüncül, holistik bir Bileşik Alan Teorisine giden yolu gösterdi.
Einstein’ın bir diğer mirası atom bombası değildir.
Aslında Einstein antinükleer hareketi miras bırakmıştır. Atom bombası
Hiroshima ve Nagasaki’ye atıldıktan hemen sonra Atom Bilginleri Acil
Komitesini kurdu. Bu komite sonunda Atom Bilginleri Bülteninin yayınlanması
esinini yarattı. Bu bülten halen günümüzde varlığını antinükleer bir dergi
olarak sürdürmektedir.
Einstein atomun içinde bulunan güç ve atom bombasının gücü hakkında derin
çekincelere sahipti. 1905 yılında E=mc2 denklemini yazdığında, günün birinde
uranyum atomlarının zincirleme reaksiyonlarının bütün bir şehri
buharlaştıracağını bilmesine imkan yoktu. Ve o, bu teorinin yanlış ellere
geçmesinden ölümüne korkuyordu. Bu nedenle, 1930’lu yıllarda Hitler’in atom
bombası üzerinde çalıştığını anlamıştı.
Einstein’la ilgili ünlü bir hikaye vardır. Günün birinde genç bir Yıdırım
Tugayı eri Einstein’ın kapısını çalar ve Einstein’a 3. Reich’ın yücelmesi
için yeteneklerini kullanıp kullanmayacağını sorar. Einstein doğal olarak
askeri kapıdan kovar. Efsaneye göre, Einstein bir hafta boyunca titremiş ve
bir şey yiyememişti “Ben ne yaptım …eğer Hitler bir gün atom bombasını
gerçekleştirirse!” diye merak ederek.
Einstein daha sonra şunu ifade etmiştir. “Eğer çalışmamın atom bombasının
yapımına yol açacağını bilseydim, bir fizikçi yerine balıkçı olurdum.”
Hepimiz anlamalıyız ki fizik güç demektir. Madde, enerji, uzay-zamana gücü
yetmek demektir.
Fizik bilimi bir kılıca benzer. Öyle bir kılıç ki bir nükleer savaşla
insanlığa zarar verebilir ve tümden yok edebilir.
Fakat iki yüzlü bir kılıçtır. Kılıcın diğer tarafı yoksulluğu, hastalıkları
ve cahilliği yok edebilir. Bilim bir araçtır.
Şimdi soru şu: Bu aracı kim kullanacak? Savaş çığırtkanları mı? Petrokimya
sanayicileri ve çevre düşmanları mı? Yahut da bilim kılıcını kullanan
insanların arzusu mu olacak? Bu henüz karara bağlanmış bir şey değil.
S.M. -Ünlü kitap. Thomas Kuhn’un “Bilimsel
Devrimlerin Yapısı”. Kitabının efsanevi giriş bölümünde Kuhn, bilimsel
düşüncede paradigma kaymasının etkilerinden, bu etkilerin bazı durumlarda
kanlı bir devrime benzerliğinden söz ediyor.
Kendi açınızdan Einstein’dan sonra deneyimlenen paradigma kaymasını tarar
mısınız?
Ve daha da önemlisi, bilimdeki paradigma kayması insanlığı nasıl etkiledi?
Bu kayma bizlerin karşılık politik yaklaşımlarımızda bir değişikliğe yol
açtı mı?
MK: Paradigma kaymasından bahsettiğimizde, 20.
yüzyılın en büyük paradigma kaymalarından biri olan Einstein’ın teorilerine
bakmak zorundayız.
Einstein yalnızca Time Dergisinin anketlerinde Yüzyılın Adamı seçilmekle
kalmayıp, birçok tarihçi onu ilk beş arasında, insanlık tarihinin son bin
yılını etkileyen ilk beş insan arasında göstermiştir.
Fakat bu adam aslında ne yaptı?
Onun ortaya attığı paradigma kaymaları neydi?
İlk paradigma kayması madde ve enerjiydi; 1905 yılında Özel Rölativite
Teorisini ortaya koydu. Eskiden bir kayanın kaya olduğunu düşünürdük, kaya
ve bir ışık demeti asla aynı özellikte değildir. Bir ışık demetinin bir
kayayla ne ilgisi olabilir? Fakat Einstein’ın gösterdiği gibi, eğer bu kaya
uranyumsa o ışık nükleer ateştir, o halde evet Uranyum nükleer ateşe
dönüşebilir -bekli de Güneş’in ateşi- belki de bir yıldızın iç kısımlarında
füzyona uğrayan hidrojen gazının ateşi-, yahut da belki bir gün dünya
gezegenindeki tüm hayatı harap edecek nükleer ateş. Tek bir denklem için hiç
de kötü değil: E=mc2
İkinci paradigma kayması 1915 yılında gerçekleşti ve ister inanın ister
inanmayın birinciden daha büyük etki yarattı.
Şimdi evrenin kendisi hakkında konuşuyoruz.
Bu Paradigma kayması bükülmüş uzay–zaman kavramını doğurdu; evren bir
kabarcıktır. Evren küçük bir hiper-kabarcıktır ve Büyük Patlama (Big Bang)
sayesinde çok büyük bir hızla genleşmektedir.
Yalnızca bu kadar da değil; uzay, ölen bir yıldızın etkisiyle
yoğunlaşabilir, yırtılabilir ve eğrilip bükülebilir. Bu ölen yıldıza “kara
delik” denir.
Bu nedenle, kara delikler, evrenin kendisi, Büyük Patlama hep Einstein’ın
ikinci muhteşem teorisinin yan ürünleridir -uzay-zamanın hiç de düz
olmadığını kavratan yeni bir paradigma kayması-. Uzay bir arena değildir.
Shakespeare bir zamanlar demişti “Bizler hepimiz sahnedeki aktörleriz.”
Einstein sahnenin kendisinin eğrilip bükülebileceğini gösterdi. Yani bizler
eğrilmiş bir sahnede dans eden aktörleriz, bu bizim yaşamımızın bir kısmı
demektir.
Ve sahnenin eğrilip bükülüşüne “kütle çekimi” denmektedir.
Üçüncü büyük teori, tüm teorilerin teorisiydi. Bütün teorilerin anası.
Herşeyin Teorisi.
Einstein sabah kalktığında hep kendisine şu basit soruyu sorduğunu söylerdi:
”Eğer Tanrı olsaydım, evreni nasıl yaratırdım?” İster inanın ister inanmayın
ben de her sabah uyandığımda aynı soruyu soruyorum.
Ben teorilerle oynarım. Kafamın içinde her daim dönüp dolaşan denklemler
vardır ve kendime şunu söylerim ”Hangi denklemin doğru, hangi denklemin
yanlış olduğunu ayırt etmeyi nasıl bilebilirim? Ve daha sonra “Einstein ne
söylemiş?” diye kendi kendime söylenirim.
Einstein sabahları kalktığımızda şu soruyu kendimize sormamız gerektiğini
söyledi: “Eğer Tanrı olsaydınız, nasıl bir evren yaratırdınız? Bizi yöneten
fizik yasalarını nasıl yaratırdınız?”
Einstein sonraları gördü ki yaratılıştaki sadelik, güzellik ve seçkinlik
gerçeğin kendi doğası ile ilintilidir.
Öyle ki, ışık Max Planck’ın tek bir denklemine tabi idi; E=hf. Bu denklem de
bir inç uzunluktadır. Kütle çekimi Einstein’ın tansör denklemiyle ifade
edilir. Bu denklem de bir inç uzunluktadır. Ve bekli de Birleşik Alan
Teorisi de bir inç uzunlukta olacaktır. Einstein bunu aradı ve başarısız
oldu. Bekli de yeteri kadar ileri gitmediği için.
Einstein bize dördüncü boyutun varlığını tanıttı. Yani zaman boyutunu.
Biz fizikçiler şimdilerde dört temel kuvveti içeren bir arena ararken onuncu
boyuta gidiyoruz, belki de on birinci boyuta....
“Tanrının zihnini okuyacak” kadar büyük bir arenaya.
Diğer bir ifadeyle, eğer Sicim Teorisi doğruysa ve tüm madde titreşen bir
sicim üzerindeki notalardan başka bir şey değilse, Tanrının zihni için bir
adayımız var demektir.
Tanrı’nın zihni, hiper-uzayda uyum içinde titreşen müziktir.
S.M. -Şimdi Lewis Carroll ve Alis Harikalar
Diyarında eserine geçmek istiyorum Siz bu eseri solucan delikleri kavramını
tanıtmak için kullanıyorsunuz. Bize bu hikaye, onun yazarı ve hikayelerin
doğası hakkında biraz bahsedebilir misiniz, tabii ki içinde barındığımız
dünyayı tam olarak kavramamıza yarayan araçlar olarak.
Belki şu tarzda başlayabiliriz: Hikayeler nasıl işlenir?
Hikayeler matematik midir?
Hikayelerde, alegorik olan insan zihnine, bir formülün daha kabul edilebilir
hale indirgenmesine yardımcı olan kendine has bir matematiksel öğe var
mıdır?
M.K. -İnsanlar matematiğe baktıklarında
hikayeler görürler, Hollywood hikayeleri. Ve şöyle derler: “Eveet, Hollywood
hikayeleri eğlendiricidir, ilginçtir; bana insan tabiati hakkında bir şeyler
gösterir ve matematik gerçekten çok acayiptir.”
Ama evren bu tarzda inşa edilmemiştir.
Ben bir fizikçiyim ve biz inanıyoruz ki evren prensipler içinde ilerler.
Çok az sayıda prensip içinde: Rölativite kaidesi, Kuantum kaidesi ve hepsi
bu. Evren prensiplerle evrimleşir, resimlerle. Einstein evrene resimler
arasından baktı, matematik dünyasından değil. Matematik bir anlamda muhasebe
kaydı tutmaya benzer. Matematik bize resmin izini kaydetmemi fırsatını
verir. Mesela bir yatak örtüsü düşünün. Bu yatak örtüsünü kırıştırın. Bu
kırışık örtü boyunca yürüyen bir karınca şunu söylerdi, “Bir kuvvet
tarafından çekiliyorum -buna kütle çekimi diyorum. Şurada bir yıldız, orada
bir gezegen beni çekiyor”. Ama karıncaya hiper-uzaydan baktığımızda bu
duruma güler, çok aptalca deriz; hiç de kütle çekimi yok. Siz uzayın bizzat
eğriliği ile mücadele ediyorsunuz. Şimdi, kırıştırılmış yatak örtüsünün
matematiği oldukça, hem de oldukça vasattır. Yatak örtüsünün eğriliğini
tanımlayabilmek için tansör analizi denilen matematiği kullanmak zorunda
kalırsınız. Fakat kavram basittir. Yatak örtüsü üzerinde yürüyen
karıncalardan başka bir şey yok.
Diğer bir deyişle, insan zihni bir anlamda doğanın en derin gizemlerini
kavrayabilir. Bunların arasında solucan delikleri de var.
Solucan delikleri hakkında düşündüğümüzde, karşımıza bilim kurgu ve Star
Trek ve benzerleri çıkar. Fakat solucan delikleri kavramı ilk defa Star
Trek’te ortaya çıkmadı.
Yaklaşık 150 yıl kadar önce İngiltere’nin Oxford şehrinde ortaya atıldı.
Oxford’da genç bir yüksek matematik profesörü vardı. Bu profesör çok
bağlantılı uzaylar hakkında bilgi sahibiydi. İki kağıt yaprağın Siam
ikizleri gibi yarıdan birleştiğini düşünün. Bu bir solucan deliğidir. Bir
kağıt alıp onu rulo yapın. Onu ortadan katlayın. Üçüncü boyutta katlayın.
Hiper-uzayda katlayın. Buna solucan deliği denir. Eveet, matematikçiler
bunlara “çok bağlantılı uzaylar” der.
Matematik profesörü Charles Dodgson, bu kavramları anlatan bir çocuk kitabı
yazmak istemişti, çünkü yetişkinler çok bağlantılı uzayları anlamıyordu ve
hatta anlamak bile istemiyorlardı. Bu nedenle Dodgson, Alis Harikalar
Diyarında ve Aynadan Bakmak eserlerini yarattı.
Evet, bugün bizler dış uzayda kara delikler olduğunu keşfettik. Bekli de
Harikalar Diyarı için adaylar bulduk. Bir kara deliğin merkezinde bir nokta
olduğunu ve bu noktaya düşen kim olursa olsun öleceğine inanırdık, ve bu
nedenle sizi kara deliğin diğer ucuna taşıyabilecek Einstein-Rosen köprüsü
hakkında konuşmanın bir anlamı da yoktu.
Einstein kendisi Einstein-Rosen Köprüsünü, -iki paralel evreni birbirine
bağlayan köprüyü- ortaya koydu. Fakat bir kimse köprünün diğer tarafına
yolculuk yapabilir diye asla düşünmemişti.
Şimdi ise durumdan o kadar emin değiliz. 1963 yılında matematikçi Rory Curr
kara deliklerin bir noktaya çökmek zorunda olmadığını kanıtladı. Yani ölmek
zorunda değilsiniz. Kara delikler halkalara çöküyor -ateş halkalarına,
nötron halkalarına-, böylece bu halkanın içine düşen biri öbür tarafa
geçebilir ve sonsuza dek orada kalabilir. Bu nedenle bunu biraz düşünün.
Alis’in gözlüğü –çerçevesi, çerçevenin dış kenarı- bir kara deliktir.
Gerçekten bu ay Nasa dönen bir kara deliğin çok güzel fotoğraflarını
yayınladı. Şu andaki bilgimize göre kara deliklerin büyük çoğunluğu, saatte
bir milyon mil gibi, öyle hızlı dönüyorlar ki sonunda bir nötron halkası
oluşturuyorlar. Bu halkanın içine düşen herhangi biri öteki tarafa geçebilir.
Tabii ki bu sadece bir teori. Böyle bir şeyi daha önce hiç yapmadık. Bir
kara delik içine uzay sondası gönderip duruma bakmadık. Böyle zorlu bir işe
kalkışmak bekli de birkaç yüzyılımızı alabilir. Bununla birlikte matematik
oldukça net.
Einstein’ın denklemlerine göre bir kara deliğin öteki yakasında bir solucan
deliği mevcut olabilir.
Tek problem bunun istikrarı. Biz fizikçiler onların istikrarlı olup
olmadıklarından emin değiliz.
Evrenin diğer tarafına başarılı bir yolculuk yapabileceğimizden de emin
değiliz.
S.M. -Şimdi Sıfır-nokta enerjisinden
bahsedelim. Bunun ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz?
İkinci olarak, dünya, enerji üretim/dağıtım paradigması ve bunu sürdürmekte
ekonomik çıkarları olan belirli bir grup tarafından yönetilmiyor mu?
Ve paradigma kaymasının her anında bu kaymanın tehdidi altında kalan bir
grup yok mu?
Bu insanlara yönelik bir tehdit var mı?
Ve bu insanlar, tıpkı Kopernik modelinin ortaya atılıp kaybolmasında olduğu
gibi, bunu tarih boyunca önlemeye çalışmadılar mı?
M.K. -Paradigma kaymaları harika şeyler. Onlar
muhteşemdir. Biz onları tarih kitaplarımızda inceliyoruz. Fakat paradigma
kaymaları aynı zamanda çok tehlikelidir, çünkü Paradigma kaymasını ortaya
atanlardan bazıları linç edilir.
Eski paradigmayı koruyan bir elit grup var, ve bunlar yeni paradigmanın
belirmesiyle tehdit altında kalırlar.
Mesela Kopernik’e bakalım. Neden Kopernik en büyük eserini ölüm döşeğinde
bir ihtiyarken yazdı? Çünkü o bir aptal değildi.
Giardona Bruno’ya, büyük İtalyan felsefeciye bakın. Bruno, Güneş’in bir
yıldız olduğunu söyledi.
Şimdi Katolik kilisesi Güneş’in bir yıldız olduğunun söylenmesiyle neden
kendini tehdit altında hissetsin?
Çünkü Güneş bir yıldızsa, yıldızlar da güneşlerdir.
Ve yıldızlar güneşlerse, gezegenlere sahip olabilirler ve gezegenleri varsa,
buralarda yaşam mevcut olabilir.
Ve bu diğer gezegenlerde hayat varsa -milyonlarcasında- acaba onların da
bakire Meryem’i var mı?
İsa Peygamberi var mı? Kutsal ayinleri var mı? Azizleri var mı? Orada
Katolik Kilisesi var mı? Orada kurtuluş var mı? Orada dünyasal zevkler var
mı?
Bu sonsuza dek böyle gider demeye getiriyorum.
Bu nedenle, Bruno’yu bir tehdit olarak gören Katolik Kilisesi onu Roma’nın
caddelerinde diri diri yaktı.
Dış uzaydaki milyonlarca bakire Meryem ve İsa Peygamberle uğraşmak dururken.
Evet anlıyoruz ki paradigma kaymaları zorlu şeyler.
Bununla birlikte, Einstein bunlardan bir kaç tane ortaya attı.
Ve şimdi anlamak zorundayız ki evet eski paradigmalar kayarken bazı
insanları tehdit edebilir.
Mesela, enerjiye göz atalım. Büyük matematikçi ve dahi fizikçi, Nicola Tesla,
oldukça acayip fikirlere sahipti.
Mesela bu fikirlerden biri alternatif akımdı. Edison alternatif akımdan hiç
hoşlanmamıştı. Ve Nicola Tesla‘nın bu yeni paradigması tarafından tehdit
ediliyordu.
Edison alternatif akımın zararlı olduğunu iddia eden reklamlar verdi. “Biz
onları elektrikli sandalyede kullanıp insanları öldürüyoruz.” Pekala, hiç
kimse artık doğru akımı evinde kullanmıyor. Hepimiz alternatif akım
kullanıyoruz. Fakat Edison doğal olarak Tesla tarafından tehdit ediliyordu.
Eveet, Tesla çok ilginç bir adamdı. Tesla, sıfır-nokta enerjisi denen bir
kavram geliştirmişti.
Hiçbir şeyin olmadığı vakum bile bir miktar enerji içerir. Tesla belki de bu
enerjinin bir kullanım olasılığının petrol şirketlerini tehdit edeceğini
düşünmüştü.
Pekala, biz fizikçiler bugün sıfır-nokta enerjisi denilen şeyi bulduk.
Oldukça küçük bir enerji. Buna Casimir etkisi de denmektedir.
Bu etki laboratuar ortamında ölçüldü ve ister inanın ister inanmayın, eğer o
noktada yeterince enerji yoğunlaştırabilirseniz, Casimir etkisi zaman
makinelerinin yapımında faydalı olabilir.
Bununla birlikte, bunu yapmak çok zor.
Bunu yapabilmek için, yani bu tip bir Casimir etkisini kontrol edebilmek
için en azından fantastik ve galaktik güçlere sahip Tip-2 veya Tip-3
uygarlık olmalıyız.
Fakat işin cilvesi şu ki karanlık enerjiyi bulduğumuzu düşünüyoruz.
Karanlık enerjinin hiçliğin enerjisinin, galaksilerin birbirinden
uzaklaşmasını sağlayan enerji olduğu düşünülüyor.
Öyle görünüyor ki Einstein’ın denkleminde bir boşluk, bir eksiklik var. Yani
hiçlik bile bir enerjiye sahip olabiliyor –hiçliğin enerjisi.
Ve bu enerji bize göre, galaksilerin birbirinden uzaklaşmasına neden oluyor.
En güncel kozmolojik veriler enflasyon modelini, yani şişme modelini
destekliyor. Ve şişme modeli bünyesinde karanlık maddeyi açıklama nedenini
de barındırıyor -hiçlik enerjisi, galaksileri birbirinden ayıran, bekli de
evrenin ivmelendiğini ima ediyor-. Yani evrenin büzüşmediğini, basit bir
şekilde gelişmediğini, aslında evrenin anti-çekim nedeniyle -hiçlik
enerjisinin karşıt çekimi nedeniyle- ivmelendiğini ima ediyor.
Bu nedenle Tesla bir anlamda peygamber gibidir. O hiçlik enerjisini bize
bildirdi. Ve insanlar ona güldüler.
Hala sıfır-nokta enerjisinden yararlanıp yararlanamayacağımızı bilmiyoruz,
fakat işin cilvesi şu ki Tesla son gülen olmuştur; hiçlik enerjisi bekli de
evrenin genleşmesini sağlamaktadır.
Şimdi diğer bir paradigma kayması hakkında konuşayım. İnsanlar enerjiden
bahseder. Çok miktarda enerjiye ihtiyacımız var. Nükleer enerjiye
ihtiyacımız var. Daha fazla karbona dayalı enerjiye ihtiyacımız var. Daha
çok fosil yakıta ihtiyacımız var. Ve bu eski paradigmalar, doğal olarak,
petrol şirketleri tarafından yürütülüyor.
Ve bekli de bu şirketler yeni bir paradigma –sakınım paradigması- tarafından
tehdit altındadırlar.
Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi ve enerjinin yenilenebilir türleri, ne
nükleer enerjiye ne de karbona bağımlıdır. Rakamlar çok net. Güneş enerjisi
neredeyse kömür ve petrolü yakalamak üzere ve hepimizin bildiği gibi, kömür
ve petrol kullanımı sera etkisine yol açıyor.
İnanıyorum ki şu anda Dünya’mız Tip-1 denilen bir uygarlığa doğru faz geçişi
yapıyor.
Gezegenin gerçek gücünden istifade eden bir uygarlık, iklimi belki de
kontrol edebilen bir uygarlık.
Nihayetinde bizler Tip-2 uygarlığı haline gelebiliriz.
Tip-2 uygarlığı bir yıldızın gücünü kontrol edebilen ve güneş patlamalarını
enerji kaynağı olarak kullanabilen bir uygarlıktır.
En nihayetinde de Tip-3 uygarlığı haline gelebiliriz; galaktik bir uygarlık.
Öyle ki gökadanın merkezindeki bir kara deliğin gücünü kullanabilen bir
uygarlık.
Fakat en tehlikeli faz geçişi, yani en tehlikeli paradigma kayması,
paradigma kaymalarının en tehlikelisi Tip-0 uygarlıktan Tip-1 uygarlığa
geçiştir.
S.M. -Devam etmeden önce Tip-0 uygarlığını
tanımlarmısınız? Çünkü henüz bu kavramı tanımlamadınız.
M.K. -Tip-0 uygarlığı enerjisini ölü
bitkilerden, petrol ve kömürden elde eden uygarlıktır, iklimi kontrol
edemezler.
Bu uygarlık Tip-1 uygarlığındaki gibi depremleri ve volkanları kontrol
altına alamazlar
Bunlar, tip-2 uygarlığı gibi güneş patlamalarıyla oynayamazlar ve ölen bir
yıldızı ateşleyemezler.
Ve Tip-3 uygarlık gibi gökadaların bağrında yolculuk yapamazlar.
Bizler Tip-0 uygarlığıyız. Tip-0 ‘dan Tip-1 uygarlığına geçiş beklide yüz
yılımızı alacak ve bu faz geçişinin ipuçlarını görmekteyiz.
İnternet, bir Tip-1 telefon sistemidir.
Tip-1 uygarlığın dili İngilizce olacaktır.
Avrupa Birliği, Tip-1 ekonominin başlangıçı olacaktır.
Hollywood, rap müzik ve kot pantolon, hoşlanın ya da hoşlanmayın, Tip-1
uygarlığının kültürü olacaktır.
Petrol şirketleri eski paradigmayı koruyorlar. Eski karbondioksit
paradigmasını.
Atmosferdeki ısı artışına yol açan eski paradigmayı. K
utup buzulları erimeye başladılar. Alaska erimeye başlıyor. 30-50 yıl içinde
Kilimenjaro dağında hiç kar kalmayabilir. Artık Alp dağlarında kayak hayal
olabilir. Önümüzdeki elli yıl içerisinde Grönland yavaş yavaş yok olacaktır.
Burada gezegenimizin atmosferindeki kaotik bir kaymadan bahsediyoruz.
Tarım alanları- dünyanın ekmek sepetleri- buğday kuşağı ve mısır kuşağı
1930’lu yıllarda olduğu gibi kum fırtınaları bölgesine dönüşebilir.
Isınan deniz suyu tarafından güçlendirilen devasa kasırgaların deniz
kıyısındaki şehirleri silip süpürmesinden söz ediyoruz.
Sıcaklık arttıkça sivrisineklerin ve sıtmanın kuzeye doğru yayılmasından
bahsediyoruz.
Tarım alanlarının çölleşmesinden söz ediyoruz. Kanada rölatif olarak ılıman
olabilir ve muazzam ısı kuşaklarına sahip olabilir. Birleşik Devletler
nihayetinde Meksika’nın iklimine ve Meksika da Sahara çölünün iklimine sahip
olabilir. Bunları bir düşünün.
Bu ölüm zincirini, Petrol şirketlerinin ve petrokimya sanayinin atmosfere
sera etkisini yaratan gazları salmasıyla oluşan zinciri kırmadıkça oluşacak
paradigma kayması yukarıdaki gibi olacaktır.
Öyleyse neden dış uzaya baktığımızda Tip-1, Tip-2, veya Tip-3 uygarlıkları
görmüyoruz?
Astronom Frank Drak’e göre bu uygarlıklardan galaksimizde 10.000 kadarı
olmalıdır.
Bekli de, sadece belki de galaksimizde 10.000 tane Tip-0 uygarlık vardı ve
bunların hepsi kendi kendini yok etti, çünkü Tip-0’dan Tip-1’e geçiş bütün
faz geçişlerinin en tehlikeli olanıdır.
Paradigma kaymalarının en büyüğüdür, çünkü kendimizi yok etme gücümüz var
demektir.
Şu anda yaşayan nesil, bu videoyu izleyen nesil, bu nesil şimdiye dek bu
gezegen yüzeyinde doğmuş, dolaşmış en önemli nesildir.
Çünkü bu nesil bizim Tip-0’dan Tip-1 ‘e, bir gezegen medeniyetine, bir
Aquarius çağına geçip geçmeyeceğimizi belirleyecek olan nesildir.
Yahut da karbondioksit ile atmosferimizi kirletip kirletmeyeceğimizi
belirleyecek nesildir. Uranyumun gücüyle kendimizi zehirleyip
zehirlemeyeceğimize karar verecek nesildir.
Bir gün dış uzaya yolculuk yaptığımızda uzayda diğer uygarlıkları göreceğiz.
Belki de ölmüş uygarlıklar göreceğiz. Belki de uranyum gücüyle zehirlenmiş
atmosferler göreceğiz. Belki de yaşamın sürdürülmesine imkan tanımıyacak
kadar ısınmış atmosferler göreceğiz. Bekli de Tip-1 uygarlıktan Tip-2
uygarlığa geçerken başarısız olmuş uygarlıklar göreceğiz. < br> Burada bir
uyarı da: Bu kaymanın getireceği mezhepçiliği, nasyonalizmi ve kökten
dinciliği, nefreti ve kızgınlığı kontrol altına almadıkça ve hırsımızı
dizginlemedikçe asla Aquarius çağına ulaşamayabiliriz.
S.M. –Pekala. İnsanların evrimleşerek evrenin
efendisi olmasından bahsettiniz. Sizin tanımınızla, eğer bu nesil kendi
potansiyelinin farkına varacaksa ve bu paradigma kaymasına yardım edip,
Tip-1 uygarlık haline gelirse, evrenin hakimleri haline gelebiliriz. Bunu
tanımlayıp da başarmak için neyi amaçlamamız gerektiğini söyleyebilir
misiniz?
M.K. -Bazı insanlar şöyle diyor:”Birleşik Alan
Teorisi ne işe yarar?” Daha iyi dilimlenmiş ekmek sağlar mı? Birleşik Alan
Teorisi daha iyi kablolu Tv yayınını sağlar mı?
Peki şunu söylememe izin verin: Kütle çekimi, Newton tarafından incelenen
ilk temel kuvvetti. Newton kalkülüsü, yani matematiksel analiz yöntemini
yarattı. Bu mekanik sayesinde çekim kuvveti anlaşıldı.
Newton mekaniği buhar makinelerinin gücünü ortaya çıkardı ve buhar
makineleri de sanayi devrimini haber verdi.
Sanayi devrimi de feodal hanedanların krallarını ve kraliçelerini tepetakla
ettirerek makine çağını başlattı.
Kütleçekim Teorisi için hiç de fena değil!
150 yıl önce Faraday ve Maxwell’in çalışmaları elektrik ve manyetizma gücünü
kullanmanın yollarını açıkladı.
Ve günümüzde hepimizin bildiği gibi şehirlerimiz elektromanyetik kuvvetin
gücü ile aydınlanıyor. Bu güç bize lazerleri, interneti ve bilgisayarı
veriyor. Bu güç tıpta devrim yaratıyor: MRI cihazları, PET cihazları, CAT
cihazları vb.
Bunun yanında iki tane çekirdek kuvvetimiz var. Bu nükleer kuvvetler
yalnızca Güneş’e sahip olduğu enerjiyi sağlamıyor, aynı zamanda bir nükleer
savaş ihtimalini de ateşliyor. Hidrojen bombaları ve atom bombaları,
bunların güçü bu dört temel kuvvetten gelmektedir.
Ve şimdi de bu dört temel kuvveti Birleşik Alan Teorisi kapsamında
birleştirmeye çalışıyoruz.
Öyle bir teori ki belki de bir inç uzunluğundaki bir tek denkleme dayanacak.
Ve benim kendime sorduğum soru şu: “O bilgeliğe sahip olacak mıyız? Bu tür
gücü kullanmakta bilgece davranacak mıyız?
Uzay–zamanın efendileri olacak güce sahip olacak mıyız?”
Bu hala uzak bir gelecek gibi. Uzay-zamanı ustalıkla kullanmak için bekli de
en azından Tip-2 uygarlık olmak zorundayız.
Planck enerjisi, fantastik bir enerji; On üssü ondokuz milyar elektron
voltluk; işte bu Birleşik Alan Teorisinin enerjisi. Bu enerji düzeyinde uzay
istikrarsız hale gelir.
Eğer bir parça dondurma olsaydı ve bunu ısıtsaydım, nihayetinde dondurma
erirdi ve daha sonra su kaynardı ve su buharlaşırdı. Sonra da su molekülleri
hidrojen ve oksijene ayrışırdı. Sonra da atomlar, çekirdeklere ve
elektronlara ayrışırdı. Ve eğer yeterince büyük enerji pompalasaydım fırında
bir bebek evren ortaya çıkmaya başlardı.
Burada kozmik güçten bahsediyoruz. Uzay-zamanın efendisi olmak için gerekli
enerjiden.
Umuyorum ki bir gün, Birleşik Alan Teorisini elde ettiğimizde, bu tür bir
gücü yönetebilmek için bu bilgeliğe, Tanrı’nın gücüne ve Süleyman’ın akıl ve
hikmetine ulaşacağız.
S.M. -İnsanların evrenin efendisi olduğu bir
alanda, sizce bir bilim adamı olarak, yaratıcıya yer var mı?
Röportajımızda bunun hakkında çok güzel konuştunuz. Sizin zihninizde
yaratıcımız kim ve bunu bilim ile nasıl uyumlu hale getirirsiniz?
M.K. -Tanrı hakkında konuştuğumuzda birçok
alanlardaki tanrı hakkında konuşuyor oluruz. Hatta Aziz Thomas Aquinas
Tanrı’nın varlığını ispatlamayı denemişti.
Kozmolojik kanıt adını verdiği, bir ilk harekete geçiren kanıtını ortaya
atmıştı. Birisi birinci nesneyi harekete geçirir, bu da ikinci nesneyi
harekete geçirir ve böylece evren harekete gecer.
Bu nedenle mutlaka bir Tanrı, ilk hareketi başlatan, mevcut olmalıdır.
Bir de teolojik kanıt var -“İlk tasarımlayan” kanıtı; İnsanları kim dizayn
etti? Çevremizde gördüğümüz bütün bu dizayn nereden geldi?
Ve bunları takiben ontolojik kanıt denen şey var. Bu çok acayip kanıta göre
Tanrı o kadar kusursuzdur ki mutlaka varolmalıdır. Bu kadar güçlü ve bu
kadar kusursuz bir şey mevcut olmalıdır.
İyi ama Tanrı’nın varlığına dair bu üç kanıt modern bilim tarafından
yırtılıp atılmıştır.
“İlk hareketi sağlayan” kanıtına artık inanmıyoruz. Bunun yerine Büyük
Patlamaya (Big bang’e) ve enerjinin sakınımı ilkesine inanıyoruz. Enerji
korunduğu için atomlar her daim hareket etmektedir. Atomların gerçekten bir
yaratıcıya ihtiyaçları yok.
Sonra, teolojik kanıt evrim teorisi ile çökertildi. İnsanlar rast gele doğal
seçim yoluyla evrimleştiler. Bir anlamda saatçi kör birisidir.
Ve Immanuel Kant kusursuzluğun zorunlu olarak varolmayı gerektirmediğini
söyleyerek ontolojik kanıtı paramparça etti..
Bununla birlikte, madem Büyük Patlamadan ve yaratılışın doğasından
bahsediyoruz, o zaman bu eski teorilere tekrar bakmalı ve şu suali kendimize
sormalıyız; “Büyük Patlamanın nereden geldiğini biliyor muyuz”?
Büyük Patlamayı kimin tasarladığını gerçekten biliyormuyuz?
İşte bu nokta, biz fizikçilerin biraz sendelemeye başladığı noktadır. Çünkü,
gerçekte iki türlü Tanrı olduğunu görürsünüz. Birinci tip Tanrı, mücadeleci
Tanrı, duaların Tanrısı, kişisel Tanrı, başa bela kesilen Tanrı, suları
ayıran Tanrı, çokluğu besleyen Tanrıdır. Bu birinci Tanrı, yani dua
ettiğiniz Tanrı’dır.
Fakat ikinci tip Tanrı olduğunu da görürsünüz: Einstein’ın Tanrısı,
Spinoza’nın Tanrısı, Leibniz’in Tanrısı, Evrenin Tanrısı, Uyumun Tanrısı,
fizik yasalarının Tanrısı.
Evren böyle olmak zorunda değildi.
Evren bu kadar büyüleyici olmak zorunda değildi. Kaotik bir yapı da
olabilirdi. Rastgele bir yapı olabilirdi. Evren elektronlar topluluğu
olabilirdi, yahut da nötrinolar topluluğu olabilirdi.
Evren pek böyle olmak zorunda değildi, ve bunun anlamı bekli de bir
tasarımcısının varolmasıdır.
Şimdi, yaratılışın en güncel teorisi bunun da ötesine geçmektedir.
En güncel yaratılış teorisi çoklu-evren fikrine dayanır. Bu Kuantum
Kozmolojisindeki baskın teoridir.
Başlangıçta hiçbir şey yoktu: Nirvana. Budizm’in nirvanası. Ne başlangıç, ne
de zaman.
Fakat kuantum ilkesi mevcuttu ve hiçliğin hiper-uzayından kabarcıklar
oluşmağa... bir şeyin kabarcıkları oluşmağa başladı.... çünkü hiçlik bile
kuantum mekanik açısından istikrarsızdır.
Ve bu kabarcıklar çok hızlı genleşmeye başlayarak bize Büyük Patlamaları
verdi.
Diğer bir deyişle kabarcığımız, bizim evrenimiz, çoklu-evrende birçok
kabarcıkla aynı anda mevcuttu ve belki de şu konuştuğumuz anda dahi evrenler
yaratılmaktadır. Tamam mı?
O halde, diğer bir deyişle, bizim evrenimiz bir kuantum dalgalanması sonucu,
aynen kaynayan sudaki kuantum dalgalanmalarında olduğu gibi, yaratılmış
olabilir.
Su kaynar ve çok küçük su kabarcıkları meydana gelir. Bu kabarcıklar
herhangi bir şeydeki kabarcıklardır ve çok hızlı bir şekilde genleşir.
O halde, şimdi, Budizm ve Musevi-Hıristiyan yaratılış teorileri arasında bir
birlik oluşuyor.
Budizm, nirvananın varolduğunu söyler.
Biz fizikçiler hiper-uzayın nirvanasından bahsederiz.
Fakat hiper-uzay bile istikrarsız yapıdadır; bir şeylerin kabarcığı
şekillenmeğe başlar ve bu bir şeyler hızla genleşerek bize büyük patlamaları
verir ve bu yaratılış demektir.
Hatta konuştuğumuz anda bile büyük patlamalar oluşuyor olabilir. Ama
oluşanların bazılarında hayat olmayabilir. Bazıları ise sadece elektron ve
nötrinolardan oluşmuş olabilir.
Çok ilginç değilmi?
Bizim evrenimiz oldukça ilginç. Yaklaşık 15 milyar yıldır varlığını sürdürdü
ve çok istikrarlı bir yapıya sahip. DNA’ya sahip, yaşam var ve bilinç
içeriyor.
Her evren buna sahip olmayabilir. Bununla birlikte bekli de bir kuantum
olayı bizi diğer evrenlerden ayırmaktadır.
Belki de bir kozmik ışın Hitler’in annesinin içinden geçmiş ve Hitler hiç
doğmamıştır. Göremediğimiz bir kozmik ışın düşük yapmaya neden olarak, bizi
diğer evrenlerden ayırmış olabilir, bu durumda, çoklu-evrene, ikinci dünya
harbini hiç yaşamamış bir evrene sahip olabiliriz. Olasılıklar sonsuzdur.
Diğer taraftan, fizik bilimi henüz çoklu-evrenin gizemini çözecek yetenekte
değildir. Bekli de bu videoyu izleyen birisi öyle ilham kazanacak ki tüm
zamanların en büyük problemini kırmak isteyecek, yani, her şeyi içeren bir
inç uzunluğundaki bir denklemi tanımlamak isteyecek.
S.M. –Harika. Son bir soru. Konuşmanızı
dinlediğimde, insanlık hakkında bizleri en yüksek konuma yerleştirmeksizin
konuşma kabiliyetine sahip olduğunuz anlaşılıyor.
Analizinizde çok ilginç bulduğum bir kendinden hoşnutsuzluk havası var. Bizi
şekillendiren kuvvetlere, ruhsal boyut denen düzeye açıkça çok önem
veriyorsunuz.
Fakat, tarihsel olarak, bilim ve ruhsallık ters alanlar olmamış mıdır?
Kendiniz hakkında bir kozmolog olarak bahsederken, bunun bilim ile ruhsallık
arasında bağlantıya yol açtığını düşünüyor musunuz?
İlerlememizin yolu, gelişmiş olan bu alçak gönüllülük sayesinde mi olacak?
Ve bilim ile ruhsallığı teorinizle nasıl bağdaştıracağız?
M.K. -Fizikçiler, Tanrı kelimesini telaffuz
edip de kızarmayan, utanmayan yegane bilimcilerdir. Biz fizikçiler bütün
soruların sorusuyla göğüs göğüse mücadele ederiz:
Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden
geldi? Kuralları neydi?
Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?
Teorik fizikçi olarak öğrendiğim bir şey varsa o da alçak gönüllü olmak
zorunluluğudur.
Şunun farkına varmalısınız ki, Newton’un söylediği gibi, sahilde oynayan bir
çocuk olabilirsiniz, şuradan bir taş oradan bir taş toplayan, hem de güzel
taşlar ve sonra da taşlara isimler verip onları tekrar okyanusa fırlatan bir
çocuk.
Orada engin bir bilgi okyanusunun varlığının farkına varan bir çocuk.
Biz fizikçiler Tip-0 bir uygarlık olduğumuza inanıyoruz. Bindiğimiz
alışkanlık atından kurtulmak zorundayız.
Bekli de kendimize, bütün bunlardan sonra, öylesine büyük olmadığımızı
söylemek zorundayız.
Bu bana Maymunlar Gezegeni filmini hatırlattı. Filimde bizim geçmişimizin
ayna gibi görüntüsü vardı; evrenin merkezi olduğumuzu düşünüyorduk ve
insanın şeklinin bütün şekillerin şekli olduğunu ve Tanrı’nın bizzat bir
maymun olduğunu ve Tanrı’nın bir maymun olduğu için maymunları da kendi
görüntüsünde yarattığını tasavvur ettik.
Maymunlar Gezegenini izledim ve alçak gönüllü olmak zorunda olduğumuzun
farkına vardım.
Çünkü Profesör Howelig bir keresinde şöyle buyurmuştu:
“Evren bizim umduğumuzdan daha garip olmakla kalmayıp, umabileceğimizden de
daha gariptir.”
Ve eğer bizler Tip-0 bir uygarlık isek bu bizim çocuklar olduğumuz anlamına
gelir. Çocuklar…
Henüz Tip-1 uygarlık bile değiliz.
Henüz sınıflandırma listesine bile giremedik.
Bazı insanlar şöyle diyor:”Pekala, şu uzaylılar, neden bizi ziyaret
etmiyorlar ?”
Peki ama yolda yürürken bir karınca tepesine rast gelirseniz, aşağı eğilip
karıncalara şunları söylermisiniz: “Sizlere biblolar getireceğim, sizlere
boncuklar getireceğim, sizlere bilgi getireceğim, sizlere DNA’nın gücünü
getireceğim, sizlere nükleer silahların gücünü getireceğim.”
Yahut da birkaç tanesinin üstüne basıp yolunuza devam mı edersiniz?
Alçak gönüllü olmak zorundayız.
Eğer galaksimizde Tip-3 bir uygarlık mevcutsa, olabilir de zaten -Carl Sagan
böyle bir uygarlığın varlığına inanıyordu-, bizler böyle bir uygarlığın
varlığını tanıyacak kadar yeteri zekaya sahip miyiz?
Bunu düşünün. Eğer bir karınca yuvasının yanı başına 10 şeritli bir otoyol
inşa ediliyorsa, karıncalar 10 şeritli bir otoyolun ne olduğunu anlamak için
yeterince zeki midirler?
Yahut da insanların konuşmalarını anlamak için yeterince zeki midirler?
Yahut da neden bu insanlar böylesine 10 şeritli bir otoyol inşa ediyorlar?
Veya insanlar onlar için gerçekten var mı?
Bunu bir düşünün.
Biz fizikçiler düşünüyoruz, ve bizden bazıları ne kadar aptal olduğumuzun
farkına varacak kadar zeki olamadığımızın bile farkına varıyor.
Belki de galaksinin hemen ötesinde bir Tip-3 uygarlık olduğunu bilecek kadar
bile zeki değiliz.
Onların birbirleriyle konuştuklarının farkına varamayacak kadar bile zeki
değiliz.
Onların her yerde 10 şeritli otoyollara sahip ve gelişen bir uygarlıkları
var.
Ve bizler burada, Güneşin üçüncü gezegeninde, küçük bir gökadanın Orion
kolunda, Virgo süperkümesinin eteklerinde, bu çamur topun içinde saplanmış
haldeyiz.
Ve orada, karşımızda engin bir evren gerçeği varken Doğanın en büyük eseri
olduğumuzu düşünüyoruz, Tanrı’nın insanlığa en büyük hediyesi olduğumuzu
düşünüyoruz, bilimimiz bilimlerin en büyüğüdür, sanatımız sanatların en
büyüğüdür diye düşünüyoruz.
S.M. -Teşekkürler Doktor.
Alıntı:http://www.nazmigur.com//modules.php?name=News&file=article&sid=46
Ana
Sayfa / İndex
/ Ziyaretçi
Defteri /
E-Mail /
Time Travel Theory /
Duyuru
Time
Travel Technology /
Kuantum Teleportation / UFO
Technology
Roket
bilimi /
CetinBAL/
Macro Philosophy
|
|