Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli 

Mevlâna (1207-1273)

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.

Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

 

Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.

Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.

Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

 

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"

Hz. Mevlâna

 

Mevlana Celaleddin Rumi

Mevlâna onüçüncü yüzyılın başında, bazı kaynaklara göre 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğdu. Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup,"Bilginlerin Sultânı" olarak tanınan Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Mevlâna oniki yaşlarındayken, ailesi, ortaya çıkan bazı fikir ayrılıkları ve Moğol akınları yüzünden Belh'ten göçtü. Nişapur , Bağdat, Mekke, Medine, Şam ve Halep yoluyla Anadolu'ya ulaştılar. Önce Karaman'a, sonra da Selçuklu Devleti'nin başkenti Konya'ya yerleştiler.

Babası Bahâeddin Veled'in ölümünden sonra onun talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna İplikçi Medresesi'nde vaazlar vermeye başladı.

Mevlâna'nın hayatı, 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile tanışmasından sonra bir daha asla eskisi gibi olmadı. Bu gezgin derviş hayatına girdiğinde, Mevlâna binlerce insanın izlediği örnek bir imamdı. Ama Şems ile karşılaştıkları ilk andan itibaren, bu sıradışı ve geleneklere aykırı davranan ruhun etkisi altına girdi. İzdeşlerini çılgına çeviren bir kararla medresenin ve evinin kapılarını kapadı ve gönül eğitimi adını verdiği süreçte çıraklığına başladı.

Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems'in ani ölümünden sonra Mevlâna uzun yıllar inzivaya çekildi. Yaşamının geri kalan bölümünü yazarak geçirdi.

"Ölüm günüm, düğün günüm olacaktır" diyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü bu alemden göçtü. Ölümünden kısa bir süre sonra mezarı üzerinde bir türbe yapıldı. Bu türbe daha sonra kurulan ve gelisen Mevleviliğin merkezi olmuştur.

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla ve düsünceleriyle silinmeyecek izler bırakan bir sufiydi. Derin çoşkularla örülü yaşamını şu üç kelimeyle özetlemiştir;

Üç sözden öte değil,
Bütün ömrüm şu üç söz:
Hamdım, piştim, yandım...

 

                 

MEVLANA CELALEDDİN RUMİNİN HAYATI AHLAK FELSEFESİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ VE TASAVVUF EDEBİYATI

GİRİŞ TASAVVUF EDEBİYATI

Tasavvuf, Allahın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefî akımdır. Tasavvuf, Allah, evren ve insanı bir bütünde görme, insanın, Allah’la insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bir bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Bu kurama, vahdet-i vücut (tek varlık) adı da verilir. Vahdet, birlik, teklik demektir. Vahdet-i vücut, tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir. Tasavvuf, toplum hayatıyla kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve davranış sistemi, bir din felsefesi olarak bilinir. Bu felsefe, kutsal kitap Kuranın verdiği bilgiler yanında, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünce ve sezişle arayan, çözmeye çalışan bir düşünce, araştırma, duygu akımı, gerçeğe varma yoludur. Tasavvuf felsefesine göre evren, tek varlıktır. Bu tek varlık, Allahtır. Buna, vücud-i mutlak (mutlak varlık) da denir. Tasavvuf inanışı, "Allahtan başka varlık yoktur." kuralını temel alır. Bu aynı zamanda hüsn-i mutlaktır (mutlak güzellik). Bu kavrama göre, bütün yaratılmışlar Allahın varlığım tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir vücut vardır, o da, Allahtır. Evrende var olan her şey, Allahın varlığının bir görüntüsü, tecellîyidir. Bu varlıklar içinde Allaha en yakın görüntü insandır. Mutasavvıflar, her şeyin Allahın bir tecellîsi, bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını, ayna örneğidir. Bu benzetmeye güre Allah, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından hakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak, kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi, ademe. (hiçlik ve yokluk) yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir. Bu felsefeye göre, âlemde görünen her şey, varlığın yokluk aynasındaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu anlayışa göre evren, Allahın bîr görüntüsüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Allahın varlığından dolayı tecellî eden bir oluşumdur.

Allah’ın Ol (kûn) emriyle olmuştur. Onun için görünme öncesi, söz (kelâm) vardır. Ol emri verilip tecellî olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama. Allaha göre vardı. Bunlar, Allahın sonsuz bilgisinde bilinmekle idiler. Allah, kendine duyduğu aşkla evreni yaratmıştır. Onun için aşk, Allaha özgü bir niteliktir. Aşk, Allahın sırrı, görünen simgesidir. Onun için Allaha korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur. Bu, özellikle sanat ve edebiyatta çok etkili olmuştur. Varlık, güzellik, iyilik; bunlar, Allahın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik, kötülük ise, Allahın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü, yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik, kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli, kaldırmalıdır. O zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu, Allahın özelliğine varmak, Allahın varlığına katılmaktır. Tasavvuf düşüncesinde mecazî ve gerçek olmak üzere iki tür aşk vardır. Biri geçici olana, yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Allaha duyulan aşktır. Çünkü İnsan, Allaha en yakın, seçkin bir varlıktır, însan, beden (ten) ve ruh (öz) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden, ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici bir varlıktır. Ruh ise ölümsüzdür ve Allahın bütün niteliklerini taşımaktadır. Allahtan gelen insan yine Allaha dönecektir. Ancak bu dönüş, bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için, gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir. Bilgi, insanın gönlünde Allahın bir nur (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı tizlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Allaha varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme, bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Allaha ulaşma demektir. Yükseliş, iki türlüdür. Birincisi, kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanmakla, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Allaha, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nura) varmayı sağlayan bir yol göstericidir.

MEVLANA'DAN SEÇME İFADELER

RUH:

* Beden ruh vasıtasıyla hareket eder, fakat siz ruhu göremezsiniz: Ruhu bedenin hareketleriyle bil.
Mesnevi IV-155

* Yoksul beden, ruh hareket edinceye kadar hareket etmez: Atlar ileri atılıncaya kadar heybe olduğu yerde durur.
Divan 14355

* Bil ki ruhlar okyanus, bedenler köpüklerdir.
Divan 33178

* Can, doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O, beden tuzağına ayağı bağlı, kanadı kırık bir halde düşüp kalmıştır.
Mesnevi V- 2280

* Bedenin yüzüne bakma, o bozulup yok olur. Ruhun yüzüne bak ki o hoş ve sevimlidir!
Divan 1893

* Beden yumurtası içinde harika bir kuşsun sen -yumurtanın içinde kaldığın sürece uçamazsın.
Eğer beden kabuğunu kırarsan kanatlarını çırpacak ve ruhu kazanacaksın.
Divan 33567-68

* Ruh kuşum ne zaman kafesinden bahçeye uçacak?
Divan 33887

* Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Mesnevi I-1541

* Gökten, yerden nice sular çektin de vücudun böyle semirdi.
Fakat bu iğretidir. Az az sıkıştırmak gerek. Çünkü elde edilenin bırakılması lazım.
Yalnız, Allah'ın "Adem'e ruhumdan ruh üfürdüm" dediği varlık yok mu? O kalır işte, Sen de ruha bak, başkaları beyhudedir.
Fakat bu beyhude sözünü, cana, ruha nispetle söylüyorum, her şeyi sağlam bir surette yapan sanatkara, Allah'a nispetle değil ha!
Mesnevi VI-3592-3595

* Veliler şu sözü ciddiye almadan söylemediler: Arınmış kişilerin bedenleri tıpkı ruh gibi tamamen lekesizdir.
Onların sözleri, psişeleri, dış görünümleri -hepsi lekesiz mutlak ruh olmuştur.
Mesnevi I-2000-2001

EGO VE AKIL:

* Eğer egonun formunu bilmek istersen ey genç, cehennem ve onun yedi kapısının hakkında oku!
Mesnevi I-779

* Cehennem bu nefstir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez.
Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.
Mesnevi I-1375-76

* Kendini gören, kendini beğenen; birisinde bir suç gördü mü ...İçinde cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar.
O, bu kibre din gayreti adını takar; kendi kafir nefsini görmez
Mesnevi I-3347-48

* Kötülerin kötülüklerine acıyın. Benliği, kendini görüp beğenmenin etrafında dolaşmayın kendinize gelin.
Allah gayreti pusudan çıkmaya görsün; baş aşağı yerin dibine gidersiniz.
Mesnevi I-3416-17

* Duyusal ego Allah'a karşı kör ve sağırdır.
Mesnevi IV-235

* Hırsız gibi olan ego ve onun işleriyle ilgilenme. Rabbinin işi hariç herşey boştur, boş!
Mesnevi II-1063

* Akıl, iki çeşittir: Birincisi kazanılan akıldır; sen onu mektepteki çocuk gibi
Kitaptan, hocalardan, düşünceden, alışkanlıktan, kavramlardan, ve yeni ilimlerden öğrenirsin.
Aklın başkalarınınkinden daha büyük olur fakat edindiklerinin ağırlığıyla yorulursun.
Diğer akıl, Allah'ın ihsanıdır.  Onun kaynağı ruhtadır.
Gönülden bilgi pınarı fışkırdığında onun kaynağı ne bozulur, ne eskir ne de renk değiştirir.
Edinilmiş akıl dışarıdan eve akan bir ırmağa benzer.
Eğer yolu üzerinde bir engel olursa aciz kalır. Kendi içindeki pınarı ara sen!
Mesnevi IV- 1960-68

* Filozof entelektüel kavramlarla bağlıdır saf veli ise akıllarının Aklına tırmanır.
Akılların aklı özdür, senin aklınsa kabuk. Hayvanların mideleri sürekli kabuk ararlar.
Özü arayanlar kabuklardan binlerce kez tiksinmişlerdir; Allah'ın velilerinin gözünde yalnızca öz caizdir.
Aklın derisi yüzlerce deliller verirken Evrensel akıl nasıl olurda kesinlikten uzak bir adım atar?
Mesnevi III-2527-2530

* Akıllar arasındaki zıtlıkların farkında ol!
Biri dünyadan semaya uzanır, Güneş gibidir diğeri Venüs'ten veya kayan yıldızdan daha aşağıdır.
Kandil gibi titrek, sarhoş bir akıl olduğu gibi ateş kıvılcımı gibi bir akıl da vardır...
Cüzi akıl gözden düşmüş akıldır; dünya arzusu insanı asıl hedefinden yoksun bırakır.
Mesnevi V-  459-461 ve 463

FORM VE ANLAM:

* Manaya nispetle suret nedir? Çok zayıf, çok aciz.
Mesnevi I-3330

* Bil ki zahiri suret yok olur, fakat mana âlemi ebedidir, kalır.
Testinin suretiyle ne vakte dek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü.
Sureti gördün ama manadan gafilsin. Akıllıysan sedeften inci seç, çıkar
Mesnevi II-1020-23

* İnsanlar ikincil / tali sebeplere bakıyorlar ve onların her şeyin kaynağı olduğunu sanıyorlar. Fakat velilere tali sebeplerin bir örtüden başka bir şey olmadığı ilham edildi.
Fihi Ma Fih 68/80

* Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir.
Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın.
Mesnevi V-1551-52

* Görünen suret, gayb alemindeki surete delalet eder, o da başka bir gayb suretinden vücut bulmuştur.
Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü, dördüncü, onuncu surete kadar say dur!
Mesnevi IV-2888-89

* Münkirin delili ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum.
Hiç düşünmez ki nerede görünen bir şey varsa o gizli hikmetleri haber vermededir.
Mesnevi IV-2778-79

* O eşsiz, örneksiz Allah cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de yoktur zıddı olan zemheri de.
Renklerin asılları renksizliktir...Savaşların asılları barışlardır.
Mesnevi VI-58-59

* Herkes bir yana yüzünü çevirmiştir fakat azizler yönleri olmayan yöne yüzlerini dönmüşlerdir
Mesnevi V-350

* Biçim mevcudiyete Biçimi olmayandan gelmiştir tıpkı dumanın ateşten gelişi gibi.
Mesnevi VI-3712

* Ruh kıblesi gizli olduğundan dolayı herkes yüzünü farklı bir yöne çevirdi .
Mesnevi V-319

* Biz yokuz. Varlıklarımız, fani suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onlar zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır.
Mesnevi I-602-603

* Kesinlik için tali sebeplere bakan suretperesttir. İlk Sebebe bakan kimse Manayı temyiz eden nur olur.
Divan 25048

* Biçimler yakıt mana nur! -yoksa niçin diye soramazdın.
Eğer biçim biçimin hatırına olsaydı o zaman niçin "Niçin?" diye soruyorsun.
Öyleyse hikmet semanın zahiri biçimlerine izin vermezdi ve yerin sakinleri yalnızca onun için mevcut olurlardı.
Mesnevi IV-2994-95, 98

* Biçimi geç, addan uzaklaş. Ad ve Sanları terk et manaya yönel!
Mesnevi IV- 1285

İLİM:

* Dünyada tahsil ve kesb ile hasıl olan her ilim, ilm-i ebdandır; ve öldükten sonra hasıl olan ilim, ilm-i edyandır. Ene'l-Hakk ilmini bilmek, ilm-i ebdandır; ve ene'l-Hakk olmak, ilm-i edyandır. Nur-u çerağı ve ateşi görmek, ilm-i ebdandır; [ ateıte yanmak ilm-i edyandyr. Müşahededen ibaret olan her şey, ilm-i edyandır. Danişden ibaret olan her şey ilm-i ebdandır.] Muhakkak olan şey, müşahede ve rü'yettir. Baki hep ilimler, ilm-i hayaldir. Mesela mühendis tefekkür edip, medrese binasını hayal eyledi. Gerçi o fikir, doğru ve savabdır; fakat hayaldir. Medresenin binasını ikmal ettiği vakit hakikat olur.
Fihi Ma Fih 67. Fasıl

* Yoldaki bu işaret çölde her an kaybolan seyyahlar içindir
Birliğe ulaşanlar deruni gözleri ve ilahi lambaları haricinde bir şeye sahip değillerdir-Onlar işaretler ve yollardan kurtulmuşlardır.
Eğer birlik halindeki insanlar işaretlerden söz ediyorlarsa bunu hala çekişme içinde olanlar anlayabilsinler diye yaparlar.
Yeni doğan çocuğun babası onun aklı dünyayı algılasın diye bir takım belirsiz sesler çıkar.
Mesnevi II 3312-15

* Manevi inzivada rüyet yolunu bulmuş olanlar asla ilimlerin desteğini aramazlar.
Onlar ruhun cemalinin meftunu  olduklarından söylenti ve bilgiden yorgun düşerler
Rüyet bilgi üzerinde hakimdir. Halk arasında yaygın sözün sebebi de budur:
Borçlu olanlar öte dünyaya para görmeye hazırdırlar.
Mesnevi III 3856-59

VELİLER:
* Siz rasul olmadığınızdan Yolu takip edin! O zaman gün gelir bu çukurdan kurtulabilir ve yüksek makamlara ulaşabilirsiniz.
Sultan olmadığınızdan teba olun! Kaptan olmadığınızdan kendinize kendiniz dümen olmayın!
Mükemmel olmadığınızdan dükkan açmayın! Uysal olun ki kazanabilesiniz.
Metni okuyun, Sessiz ol! (VII-204) ve sessiz olun! Allah'ın dili olmadığınızdan kulak olun!
Mesnevi II-3453-56

* Yola rehbersiz giren iki günlük yolu yüzlerce yıl gidecek...
Üstadsız meslek edinen şehir ve kasabaların maskarası olur.
Mesnevi III-588,590

* Hak yolunda yalnız gitme, bu yol tehlikelerle doludur. Bu yolda, yol kesenler çoktur.
Senin tek bir canın var, canınsa düşmanı pek çok... üstelik içinde bulunan can düşmanını tanımıyor, ona can diyorsun, cihan adını takıyorsun. Bu dünyada senin gibi aptallar pek çoktur.
Rubai 737 : Şefik Can "Hz. Mevlana'dan Rubailer, Kültür Bak. Yay."

* Allah adamının eğitiminden geçen bir mürid saf ve arı bir ruha sahip olacaktır. Fakat sahtekar ve riyakar birinden eğitim gören ve bilgilenen biri tıpkı onun gibi, aşağılık, aciz, yetersiz, suratsız olacak belirsizlikler içinde ve tüm sağduyudan yoksun olacaktır.
Fihi Ma Fih 33/44

* Sen rezilliği, içinde ulaştığın her şeyi senden çalacak bir rezile mürit olmuşsun.
O, şeref kazanmamış ki sana nasıl kazandırsın? O, sana nur değil karanlık verecektir.
Gözleri iyileştiren kör bir adam gibi: bir parça bezden başka neyle senin gözlerini meshedecek?
Onda Allah'ın kokusu veya izi bile yok fakat hala Şit veya Adem gibilerden daha büyük olduĞunu iddia ediyor.
Şeytan onu kucaklamış da; "Bizler veliler hatta onların büyüklerindeniz" deyip duruyor.
O kimse dervişlerin dünyasından pek çok söz aşırır ki insanlar kendisini hakiki mürşit sansın
Konuşmalarında Beyazıd üzerine bile tartışır; Yezid bile ondan utanır.
Semanın ekmeğinden de tedarikinden de yoksundur: Allah ona bir kemik bile atmamıştır
Kapısında yıllarca asla gelmeyen bir yarının sözüne bağlanarak yüzlerce mürit toplanır durur
İnsanın deruni doğasına onun büyük ve küçük işlerinin görünmesi yıllar alır
Bu beden duvarının altında bir hazine mi yatıyor yoksa yılanlar, karıncalar ve canavarlar mı ikamet ediyor?
Sonunda onun bir hiç olduğu açığa çıkar, Hakk talibinin de yılları geçer: Bu bilgiden onun eline ne kazanç geçecek?
Mesnevi I 2265-68, 72-76, 79-82)

* Ruh Denizinde yüzmek yararsızdır: Tek kaçış Nuh'un gemisidir.
Rasullerin efendisi Muhammed "Ben bu Evrensel Okyanustaki gemiyim,
Veya hakiki iç görüşte hakiki vekilim."
Mesnevi IV-3357-3359

* Semaları istiyorsan İnsanın arkadaşı ol! Yoksa mavi gökleri hedefleme.
Divan 21291-21296

* Allah'ın Gölgesi senin bakıcın olduğunda fantezi ve onun gölgelerinden kurtulursun.
Allah'ın Gölgesi onun bu dünyaya karşı ölü ve Allah'a karşı canlı olan kuludur.
Onun eteklerine tutunur tutunmaz ahir zamanın eteğinden kurtulabilirsin
O, gölgesini nasıl da yaydı (XXV-45) - bu gölge Allah'ın Güneşinin nuruna götüren evliyanın bedenidir.
Mesnevi I-422-425

* Büyük velilerin sözleri yüzlerce farklı biçimde görünseler de Allah ve Yol bir iken nasıl olur da onların sözleri iki olabilir? Sözler farklı formda görünür fakat onlar manada birdir. Formda çeşitlilik vardır, anlamda ise hepsi uyumludur.
Mesela bir kral bir terziye elbise dikmesini emretse bir kişi ipi yapar, diğeri onları birbirine bağlar, bir diğeri elbiseyi dokur, bir diğeri koparır, bir diğeri iğneyi kullanır. Bu formların hepsi farklı ve çeşitlidir; fakat anlamda birleşir tek bir görevi icra eder.
Fihi Ma Fih 46/57-58

* Bez yıkayan iki arkadaşa bak: Dışarıdan çekişiyor görünürler.
Biri elbiseyi suya sokar fakat diğeri onları kurutur
Daha sonra ilki onları yeniden ıslatır sanki ikisi de birbirine aykırı işler görüyorlarmış gibi.
Fakat görünürde çekişiyor görününler kalpte birdirler ve tek bir görevi uyumla yerine getiriyorlardır.
Her rasul ve her velinin kendi ruhsal metodu vardır fakat bunlar Allah'a iletir: Hepsi birdirler
Mesnevi I-3082-86

* Kimdir Şeyh? Beyaz saçlı yaşlı adam. Bu saçın anlamını bil ey umudunu yitiren kişi!
Siyah saç benlik sahibi olandır. Bu benlikten tek bir saç dahi kalmamalı.
Benlikten hiçbir şey kalmadığında kişi "yaşlı adam"dır saçı siyah da kır da.
Siyah saç beşer doğasının sıfatıdır, saç ve sakalın değil.
İsa beşiğinde seslenmiş "Genç olmadan ben bir şeyhim ve yaşlıyım!" demişti
Eğer bir kişi beşeri sıfatlarının sadece bir kaçından kurtulmuşsa o şeyh değildir o orta yaşlı bir adamdır.
Tek bir siyah saç kalmadığında, beşeri sıfatlar kalmadığında o şeyhtir ve Allah tarafından kabul edilmiştir.
Mesnevi III-1790-96

* Şeyh aklıyla "yaşlıdır" saçının veya sakalının beyazlığıyla değil.
Kim İblis'den daha yaşlı olabilir ki -fakat eğer birisinde akıl yoksa o bir hiçtir...
Sahtekar kanıt hariç hiçbir şey bilmez yolda zahiri işaretler arar durur.
Allah aşkına biz "hastalıklarından iyileşmek istersen bir şeyh seç" dedik
Taklitçinin örtüsünden kurtulduğunda kişi eşyayı Allah nuruyla görür
Onun kanıtsız veya izahsız saf nuru kabuğu açar ve öze girerse kişi yalnızca o zaman zahiri, hakiki ve yalanın mührünün aynı olduğunu görür - o kişi torbanın içindekini nasıl bilebilir?...
Aklın yaşlısı olmaya çabala, Evrensel Akıl gibi olmaya, ki içi göresin.
Mesnevi IV-2163-64, 67-71, 78

* İnisiyasyon için elini şeyhten başkasına emanet etme, zira yalnız şeyhin eli Allah tarafından himaye edilmiştir.
Aklının yaşlı adamı (şeyh kastediliyor) egoya komşu olmak için çocukluk yapmay alışmıştır görünürse sıfır da olsa bu bir örtüdür.
Aklını mükemmel şeyhin Aklına yoldaş kıl ki aklın kötü alışkanlıklarından dönebilsin...
Elini şeyhin eline verdiğinde bilen ve saygıdeğer hikmetli kişi, ki o zamanın irsal olmuşudur ey mürid onda rasulün nuru yansır.
O zaman sen Hudaybiye'desin ve rasule yemin eden sahabilerin yoldaşısın.
Mesnevi V-736-738, 41-43

* Kur'an-ı Mecid bir arûs-ı zîbâ gibidir. Örtüsünü açan kimseye yüzünü göstermez. Ey Kur'an'dan bahs eden kimse! Sana bir zevk ve keşf hasıl olmaması, ondandır ki, sen onun örtüsünü açtın, o seni reddeyledi; ve sana mekr edip, yüzünü çirkin gösterdi; ben o mahbub değilim, dedi.
Hz. Kur'an, her ne suretle isterse görünmeğe kadirdir; fakat örtüsünü çekmeyip, rızasını talep eyler ve O'nun rızasına sebep olan şeye sa'y eylersen, sen O'nun örtüsünü çekmeksizin, O sana yüzünü gösterir. Ehl-i Hakk'ı talep et; zira Cenab-ı Hakk (Fecir, 89/29,30) "Haydi gir kullarımın içine. Gir cennetime."] buyurmuştur. Hakk Teala herkese söylemez. Nitekim dünya padişahları, her bir çulhaya söz söylemezler. Halkı padişaha isal için bir vezir ve naib nasb etmişlerdir. Hakk Teala Hazretleri dahi, Hak talebinde bulunan her bir kimsenin, onun kapısına gitmesi için, bir bende intihab buyurdu; ve enbiya ve evliya dahi, bunun için gelmişlerdir. Zira Hakk'a onlardan maada yol yoktur.
Fihi Ma Fih, 68. Fasıl

PRATİKLER:

* Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse, Hakk yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı. Aslında tesbih, seccade, tevbe, sofuluk, günahdan sakınma bunların hepsi yolun başıdır. Hakk yolcusu aldandı da, bunları varacağı yer sandı.
Rubai 465

* Ey Hakk yolunun yolcusu! Eğer sende bu yolun tutkusu varsa, senin başında da bu kapının, bu dergahın sevgisi bulunuyorsa, Hakk ehlinin açtığı iman ve sevgi kapılarının anahtarı nedir? Biliyor musun? o "La ilahe illallah" kelimesini çokça, hoşça söylemektir."
Rubai 468

* Sevgi, düşünce ve manadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazın zahiri suretleri de kalmaz, yok olurdu.
Dostların birbirlerine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
Fakat bu suretlerle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
Çünkü ey ulu kişi, zahiri iyilikler gizli sevgilere şahittir
Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş bazen şaraptan olur bazen ayrandan!
Mesnevi I.-2625-28

* Eğer yol bilmezsen eşeğin (nefs) dileğine aykırı hareket et; doğru yol o aykırı yoldur
Mesnevi I-2955

Hz. MEVLÂNA'dan ÖZLÜ SÖZLER

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok.
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir.
Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.

"Gene gel! gene gel! her ne isen gene gel!
Kafirsen, atese tapıyorsan, puta tapıyorsan da, gene gel,
Bu bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Yüz kere tövbeni bozmuşsan da gene gel!"
Hz. Mevlana

Mevlana'nın 7 Öğüdü:


"
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
 Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
 Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
 Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
 Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
 Hoş görülükte deniz gibi ol,
 Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."
                                             Hz. Mevlana


Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin,
Gül düşünür, gülüstan olursun,
Diken düşünür, dikenlik olursun...



                                                        Mevlana Celaleddin Rumi

 

                                         

Mevlana´dan İnciler

Sermâyesi kanaat olan kişinin; her yaptığı iş, tâ’at olur, ibâdet sayılır. Onun yemesi, içmesi, uyuması, Hakk’ın emrini tutması, yerine getirmesi içindir.
Sakın Hak’tan başkasını dost edinme! Çünkü halkın dostu olmak, halkın gözüne girmek ömürsüzdür, ancak yarım saat sürer.

 


Bir adamın birçok hüner, fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu?
Vefâsı var mı? Ası ona bak! Hakla ettiği sözleşmeyi yerine getiriyorsa, insanlara verdiği sözde duruyorsa, vefâlıysa onu istediğin kadar öv! Onun iyi vasıflarını bir bir say!
O, senin övgünden, saydığın meziyetlerden daha üstün bir kişidir.

 


Şöhret âfettir; şöhret peşinde koşmak, iyi tanınmak için uğraşmak, insanlığa yakışmaz.
Eğer sen hakikati, aşk incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, deniz dalman, derinliklere inmen gerek! Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.

 


Kötü huy kılavuzun oldukça mutlu olacağım sanma! Sen sabaha kadar gaflet uykusundasın, ömürse kısadır. Korkarım ki, sen bu uykudan uyanınca gündüz olur.

 


Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça, bir habbesin, bir zerresin fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın, bir madensin! Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde de aynı yağ bulunmaktadır. Dünya da çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin da anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su hâlinde akarlar. Tevhidin ne demek olduğunu anlar da, birliğe erersen, gönülden sözü, mânâsız düşünceleri söküp atarsan, can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.

Sende bulunan beş duygu ışığını, gönül nuruyla aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil. Gönlünse yedi âyetten ibâret olan Fatiha Sûresi’ne benzer.
Her sabah göklerden bir ses gelir, gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar, hakikat yolunun izini bulur, yol alır gidersin.

 


Gel, gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki sen, bensin, ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir?
Biz Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor?
Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücut halinde olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız?
Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler, yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye sol elini hor görür? Her ikisi de madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz.

 


Mânâların aşk burakı, aklımı da, gönlümü de aldı, götürdü.”Nereye götürdü?” diye den bana sor. Aklımı da, gönlümü de senin bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Ben öyle bir revâka, öyle bir kemer altına ulaştım ki, orada ne ay gördüm, ne de gök.
Öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da, dünyalıktan çıkar, dünyalığını kaybeder.

 


Mutlu olmanın sırrını Peygamber Efendimiz’den öğren de, Allah sana ne verirse ona razı ol. Başına gelen derde, balaya razı olur da, ses çıkarmazsan, o anda hemen sana cennet kapısı açılır. Eğer gam elçisi sana gelirse, tanıdık bir dost gibi karşıla, onu kucakla.
Zaten o sana yabancı değildir, onunla aşinalığın vardır. Sevgiliden gelen cefaya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, merhaba, hoş geldin de. Onu güler yüzle, tatlı sözle karşıla ki gönül alıcı o eşsiz varlık hoşa gitmeyen çarşafını üstünden atsın da güzelliği ortaya çıksın.

 


Ey benim canım, şu toprak perdesinin ötesinde, gizli bir zevk, gizli bir mutlu yalayış vardır. Her şeyi gizleyen bu örtünün altında, yüzlerce güzel Yusuflar vardır. Bu ten, bu görünen beden ortadan gidince, asıl varlığın olan ruhun kalkar.
Ey sonsuz olan ruh, ey fani olan ten! Bu halin nasıl olduğunu anlamak istersen, her gece kendine bak. Uykuya dalınca tenin ölmüş gibidir. Ruhunsa cennet bahçelerine kanat çırpmaktadır.

 


Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durursun! Nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun! Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer, öbür yarısı da pişmanlıkla heder olur gider! Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de, daha iyi bir hâl,
daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!

 


Köpeklerin ağzı deydi diye deniz kirlenmez.

Şu tenimiz ruhumuzun bir köşküdür. Orası bir tepe, bit yıkık yer değildir. Ruhumuz bizim biricik dostumuz, yârimizdir. O, bize hiçbir zaman yabancı olmaz. Gönül yolu, korkunç bir çölden geçer. Yürekli bir er, Rüstem gibi bir yiğit olmayan oraya nasıl varabilir?
Oraya varacak kişi, bir pehlivan gibi hasmını yere vuran, çeşitli gıdalarla bedenini besleyen, kuvvetli, güçlü kişi değildir. Oraya varacak kişi, nefsini yenen, kendi benliğini yıkıp alt eden, dünya âşığı değil, Allah âşığı olan kişidir. Böyle bir kişinin bedeni mezara girince; mezarın toprağı ile örtülünce, o bedenden tohum nasıl başverir yücelirse, tıpkı onun fini Hak tarafından kabul edilmiş ağacı yükselir, boy atar. Nurlu bir gönül erinden başka, o nura âşık olan kimdir? Aşk mumu, pervanenin gönlünden başka neyi yakar?

 


Gönlü aydın bir kişiye kul olmak, padişahların başına tâc olmaktan iyidir.

Gel, gel...
Yine gel.
Kafir, mecusi, putperest olsan da yine gel...
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Kamil odur ki; koya dünyada bir eser,
Eseri olmayanın, yerinde yeller eser.

Baskalarına imrenme, çok kimseler var ki senin hayatına imreniyorlar.


Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.


Herkesin bakmadığı yönden bak dünyaya.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Sahavet ve cömertlikte akarsu gibi ol,
Tevazu ve maluliyette toprak gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...

Kamil odur ki; koya dünyada bir eser,
Eseri olmayanın, yerinde yeller eser.


Kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız bir kuş gibidir; vah ona
Kim benlikten kurtulursa, bütün benlikler onun olur.
Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir

Çoban uyudu mu kurt emin olur


Cahil kimsenin yanında, kitap gibi sessiz ol.  

Ezel sofrası üzerinde her ne kadar halk kavgadaysa da, yediler ve yerlerse de, sofra yine o sofradır,ondan hiçbir şey eksilmez. O olduğu gibi durur.
Bir kuşu bir dağın üstüne konsa, sonra uçup gitse, dağda bir fazlalık veya bir eksiklik görünür mü?

Mevlandan hikayeler...

Mevlana Hz.leri gece namazında iken ,
Şeytan İnsan Kılığında Gelir,
Hiç istifini bozmayan ve ilgilenmeyen Mevlanaya Seslenir,

-Yaa Mevlana, Otuz Yıldır Dergahına Gelir Giderim , Bir Gün Bile Farketmedin Beni,

Mevlananın Cevabı ise,

- Biz Senin Otuz Yıl Önce İlk Gelişinde Kapıda Ayağının Tökezleyip Düştüğünü bile biliriz,
Biliriz , Lakin Söylemeyiz,
Her Gördüğümüzü Söylersek Bize Deli Derler..

Mevlâna’yı Mevlâna Yapan Tebrizli Şems

Hazreti Mevlânâ
 

Muhammed Celâleddin-i Rûmî


Kimdi bu adam. Mevlâna’nın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?

Mevlâna’yı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla kendisi vurulan derviş. Tebrizli Muhammed Şemseddin’di. Mevlâna gibi bilgin, temkinli bir sûfi’yi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran kısacası Mevlâna’yı Mevlâna yapan Tebrizli Şems..

"Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalırda su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm."

- Tebrizli Şems-

Dediklerine göre Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu.. Tebriz’de doğmuş, orada büyümüş. Küçük yaşından beri değişik halleri, üstün yaratılışı ile dikkati çekmekte. Daha çocukken babası ile birlikte bir dere kenarına varmışlar. Bir tavuğun altındaki yumurtalardan çıkmış ördek yavruları, dereye dalıp yüze yüze karşı sahile geçtikleri halde, tavuk karada çırpınıp duruyor. Bu manzarayı gören, küçük ve mağrur Şemseddin, babasına şöyle demiş: — Şu hale bak baba!.. Tıpkı, seninle benim aramızdaki hale benziyor. Tavuk karada çırpınıp durduğu halde, yavruları suya dalıp karşıya geçti. Meslekler meşrepler nasıl da ayrıldı, gördün değil mi?

Birçok Mevlevi kaynakları, Şemseddin’i Necmeddin Kübra’nın halifelerinden Baba Kemal’in veya Halvetiye silsilesinden Kudbeddin Ebher’in halifesinin dervişi olarak kaydederler. Halbuki Şems, bizzat “Makalât” adlı eserinde, “Benim, Tebriz’de Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdavendigârım Mevlâna gördü..” demekte, ilk şeyhinin (Selebaf-Sepet Ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir.

Bir süre sonra şeyhini bırakan, Tebriz’den ayrılarak diyar diyar gezen Şems artık, bundan sonra kimseye yâr olmamış, hiçbir şeyhe bağlanamamıştı. Kendine inanmış, kimseyi beğenmeyen bir tavrı vardı. Birisinden bahsedilirse:

— Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrâk etmesi gerekirken, Allah’lık taslıyor. Allah mukallidlerinden bıktım, usandım… Bir adam tanıyorum ki, filân şeyhin adını, sanını duyup uzun bir sefere katlanıyor; onu görmeye geliyor. Şeyh ona, niçin geldiğini sorunca, Allah’ı aramak gayesiyle geldiğini söylüyor. Şeyh ona Allah’ın semâlarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, biçare yolcu kalkıp gidiyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmüyor, diyor, bu sözlerle kendisini kasdettiği anaşılıyordu. Yine diyordu ki:

— Herkes kendisinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nisbet iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat Allah Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka, sohbet ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde.. Ne dünü var, ne bugünü, ne de yarını.. Aşkın, zamanla, mekânla ne işi

Hazret-i Pir   Mevlâna  Celaleddin  Belhî / Rumî

[ Kaddesallahu    Sırrahulaziz ]

MESNEVİ - i   ŞERİFİNDEN  SEÇMELER

[ Bu   sayfanın  oluşturulmasında  kaynak  olarak   Şefik   Can  tarafından  hazırlanan  ve Ötüken Yayınları  arasında basılan Mesnevi   tercemesinden yararlanılmıştır... ]

“Ten candan, can da tenden gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.”

“Hakk âşıkları, muhabbet deryâsının balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes suya kandı, nasibi olmayanın da günü, uzadıkça uzadı.” (S.14)

“Rûhen yükselmemiş, ham kalmış kişi, yetişkin, olgun kişinin halinden anlamaz. Öyle ise sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm.”

“Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da,hür ol, ey oğul ne zamana kadar altının, gümüşün esiri olacaksın?”

“Rızıklar denizini, bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır? Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su...”

“Topraktan yaratılmış olan bedenimiz, aşk yüzünden göklere yükseldi. Dağ bile çevikleşti, oynamaya başladı.”

“Ey âşık! Aşk Tûr Dağı’na can olunca, Tûr mest oldu, kendinden geçti, Mûsâ da düşüp bayıldı” (S.15)

“Fakat kendi dilinden anlayanlardan, kendi dilini konuşanlardan uzak düşen kimse, yüzlerce dil, yüzlerce nağme bilse, yine dilsiz olur, susar.”

“Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir, onun yarattıklarıdır.Onun kudretini,yaratma gücünü göstermektedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur.”

“Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona...” (S.16)

“Fakat, gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah aşkı, rûhda olsun, gözde olsun, her an goncadan daha taze olarak durur.” (S.17)

 

“Hekîmler, gurura, benliğe kapıldılar da, her şeyi kendi ellerinde sandılar. İnşaallah (=Allah İsterse) iyi ederiz, demediler Bu yüzden Cenâb-ı Hakk onlara, insanların âcizliğini, Allah’ın izni olmadan insanların bir şey yapamadıklarını gösterdi.” (S.18)

“Kendimizi kontrol ederek, Cenâb-ı Hakk’tan, edebli bir insan olmak hususunda bizi başarıya ulaştırmasını niyâz edelim. Çünkü edebi olmayan Allah’ın lûtfundan mahrum kalır.”

“Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz, belki edebsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.” (S. 25)

“Dost yolunda edebsiz, korkusuz olan kişi, başkalarının da yolunu vurmuş olur. Böyle kişi mert değil nâmerttir.”

“Edepteb dolayı bu gökler, nûra gark olmuştur. Melekler de edeblerinden ötürü temiz ve masum olmuşlardır.”

“(19) Misâl âleminin yâni maddî âlemin hayalleri, bir bakıma Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsidir. Böyle oldukları için, bu hayâller, velîleri kendilerine çeker. Kendi güzellik ve yüceliklerine kul, köle ederler. Erenler böyle bir güzele kul, köle olmanın mânevî zevki içinde, ilâhî hakîkate doğru yol alırlar.” (S.26)

“Ey arkadaş, sûfî, bulunduğu vaktin oğludur. Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarîkat anlayışına uymaz.”

“Yoksa sen, sûfî bir er değil misin? Veresiye veriş ile elde bulunana yokluk gelir.” (S.27)

“Ona dedim ki: “Eğer sevgili, bütün sırlarından soyunup meydana çıkarsa, ne sen kalırsın, ne de maddî varlığın kalır.”

“Arzu et, iste, ama o arzu ölçülü olsun. Bir saman çöpü bir dağı kaldıramaz.”

“Bu âlemi aydınlatan güneş yörüngesinden çıkıp, biraz dünyaya yaklaşacak olsa, her şeyi yakar, kül eder.” (S.28)

“(22) Cemâleddin Sâvî adında birisinin kurduğu tarikata mensup kişiler, melâmî meşreb olduklarından halk tarafından hor görülmeleri için “çehar darb” yaparlarmış. Dört vuruş yani saçlarını, sakallarını, bıyıklarını, kaşlarını ustura ile tıraş ederlermiş. Başları cascavlak olduğu için bunlara Cevlâkî derlermiş. Belli ki dükkâna gelen derviş bir Cevlâkî imiş.” (S.29)

“Bütün insanlar, velileri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebepten ötürü, Allah’ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi.” (S.30)

“Şu da bir gerçektir ki; kötü kişinin Arş titrer. Allah’tan korkan muttakî kişi de kötü meth edilince, meth edn kişi hakkında fenâ bir zanna kapılır.”

“Kalp altını da, hâlis altını da mihenk taşına vurmayınca ayarını anlayamazsın.”

“Allah, her kimin rûhuna, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti vermişse, o kimse gerçek imanı, şüpheden ayırabilir.” (S.31)

“Hikmetinden sual sorulmayan Hakk’ın işini kim anlayabilir? O işin hakîkatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.” (S.32)

“Bu çeşitli yüzlerin her birine dikkatle bak, onların vasıflarını, nice olduklarını aklında tut. Belki sûfîlik yolunda hizmette bulunurken yüz tanır olursun da, yüzüne baktığın kimselerin mânevî kimliklerini anlarsın.”

“Etrafında insan yüzlü bir çok şeytan vardır. Bu sebeple, her ele el vermek, her ele bağlanmak, intisab etmek uygun değildir.”

“Rûhan düşük, alçak bir kişi, bir takım saf kimseleri kandırmak için velilerin sözlerini çalar.” (S.33)

“Sen, uyanık kaldıkça, uyanıklık dedikodusu ile uğraştıkça, uykuda gizlenen rüyâlardan, rüyâlardaki konuşmalardan nasıl mânâ kokusu alabilirsin? Görünen âlemin sırlarından nasıl haberdar olabilirsin?” (S.40)

“Hz. Mevlâna bütün dinlerin esas itibariyle vahdet üzerine kurulduğunu ve peygamberlerin aralarında fark bulunmadığını anlatmak için bu hikâyeye, kendi mübârek hayaline göre yeni bir şekil vermiştir.”

“Hz. Mevlâna’nın görüşleri hep Kur’ân esasına dayandığı için bu hikâyede de bilhassa şu âyetlere işâretler vardır: “Onlar, dinlerini parçaladılar. Bölük bölük oldular. Her grup kendi inancı ile sevinmekte ve ferahlamaktadır”, Rûm Sûresi 32.”

“(38) Rivâyete göre Hz. İsâ gençliğinde boyacılık edermiş. Boyanmak üzere getirilen elbise ve kumaşları o küpe atarmış, elbise ve kumaş sahibi hangi rengi istiyorsa, onun elbisesi yahut kumaşı istediği renge boyanırmış.

Aynı küpden istenilen çeşit çeşit renklerin çıkması Hz. İsâ’nın bir mu’cizesi olarak görülmekte... Ve mutasavvıflara kesrette vahdeti (=çoklukta tekliği) hatırlatmakta ve bu sıbğatullah (=Allah boyası) olarak ta’rif edilmektedir. Hz. İsâ’nın küpünden renk renk kumaşlar çıktığı gibi Vahdet Küpü’ndende türlü türlü renk ve şekillerde mahlukların zuhur eylemiş olması ile eşyada görülen bu kesretin (=çokluğun) yegâne menbaının vahdet olduğu anlatılmaktadır.” (S.43)

“Dostun, dostlarla buluşması hoştur. Sen de mânâyı yakala, eteğinden tut, sûret, görünüş inatçıdır, serkeştir.”

“İnatçı sûreti, görünüşü eziyetle, riyâzetle erit ki onun altında gizlenmiş bulunan Vahdet Hazinesi’ni görebilesin.”

(46) Mu’tezile inancında olanlar,Allah’ı görmenin imkânsız olduğuna inanırken, sünnet ehli, peygamberimizin; “Ayın ondördüncü gecesi, ayı semâda gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.” Hadîsine göre Hakk’ı görmenin mümkün olduğu kanaatındadırlar. Hakk, kendi âşıklarına, kendini müşâhede etme lütfunda bulunur da, böylece Hakk’dan ayrı düşmenin verdiği ümidsizliği, kalb kırıklığını giderir, onların gönül yaralarını tedavi eder. Ezelî inâyeti ile ona yardım eder.” (S.46)

“Biz bütün kâinata, tek bir cevher halinde yayılmıştık, orada hepimiz de başsızdık, ayaksızdık.(47)

(47) Ezelde, bütün rûhların bir kaynaktan geldiklerini anlatmak için Hz. Mevlâna’nın; “Tek bir cevher halinde yayılmıştık.” Diye buyurması peygamber efendimizin şu meâldeki bir hâdisinden mülhemdir: “Allah’ın ilk yarattığı beyaz bir inci idi.” Bu beyaz inciye ‘Hakîkat-i Muhammediye’, deniliyor.”

“Bu âlemde görülen bölünmeler, tefrîkalar, imtiyazlar o âlemde yoktu. Biz o âlemde Ehâdiyyet Mertebesi’nde, güneş gibi her tarafa nûr saçan bir cevher idik. Su gibi berrak ve saf bir halde bulunuyorduk. (48)

(48) Cenâb-ı Hakk’ın, Gayb-ı Mutlak’ın meydana çıkmayan, belirmeyen ilk zuhur mertebesine ârifler, Ehadiyyet Mertebesi demişlerdir. Bu mertebeye gaybü’l-gayb (=bilinmeyenin bilinmeyeni), kenz-i mahfî (=gizli hazine) de denir.”

“O güzel ve lâtif nûr sûrete gelince, şekle bürününce, kal’a burclarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi.”

“Burcları mancınıklarla yıkın da, birbirinden bölünenlerin, ayrılanların arasındaki fark kalksın.”

“Ben, bu sırrı etraflıca açıklamayı, anlatmayı çok isterdim ama, zayıf akıllı birisinin ayağının kaymasından, inkâra düşmesinden korkarım.” (S.47)

 

“Bizim alıp verdiğimiz bu nefesler de, bizim canlarımızı, tıbkı onun gibi azar azar dünya hapishanesinden çalar götürür.”

“Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır.”

“Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır.”

“Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmeti eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir.”

“Gerçeği anlayabilmek için ashabdan bazıları Resûl-î Ekrem (s.a.v)’den insanı azdıran nefsin hilesine dâir bilgi isterlerdi.”

“Sahabenin araştırıcı olanları, kılı kırk yaranları, Peygamberimiz Efendimiz’in, nefsin hilesi hususundaki beyanları karşısında hayran kalırlardı.” (S.49)

“Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay, fakat nefis putunu kırmayı kolay sanmak, bilgisizliktir, bilgisizlik.”

“Şeytan, Hz. Âdem’e hased ettiği için, ona secde etmeğe utandı. Hasedden ötürü, kendini saadetten mahrum kıldı.”

“Hakk yolunda hasedden daha zor, daha tehlikeli bir geçit yoktur. Gönlüne hasedi sokmayan kişi ne mutlu kişidir.” (S.50)

“Beden, hased evidir, ama, Allah, kâmil insanların bedenlerini tertemiz etmiş, arındırmıştır.”

“ “Evimi temizleyin” âyet-i kerîmesi, vücud ve rûh temizliğini emreder. Gerçi, vücud topraktan yaratılmıştır. Fakat, hakîkatte vücud bir nûr hazinesidir.” (51)

“(51) Evimi titizlikle temizleyin diye İbrâhim ve İsmâil’e de kuvvetli bir emir vermiştik.” Bakara 125. âyete işâret var.”

“Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen sevgili peygamberimizin; “Namaz ancak kalb huzuru ile tamam olur.” hadisini hatırla da nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuru ile namaza başla.” (S.51)

“Allah’ım, sen her gece rûhları ten tuzağından azad eder, onları dünyaya âit işlerden, hâtıralardan kurtarırsın.”

“Rûhlar, her gece ten kafesinden kurtulurlar da, kimsenin hükmü altında bulunmadan, kimseye hükmetmeden hürriyete kavuşurlar.”

“Ârif olan zâtın hali, uyanık iken de böyledir. Yâni ârif olan, uyanık iken de dünyaya karşı uykudadır. Cenâb-ı Hakk, Ashab-ı Kehf hakkında da; “Onlar uykuda idiler.” (56) tâbirini kullanmıştır. Bu nasıl olur? deme.”

“(56) Kehf Sûresi’nin 18. âyetine işâret var.” (S.53)

“Halkın canları, nedeni, niçini olmayan bir sahraya, “Rûhlar âlemine” gider. Rûhları rûhlar âleminde, bedenleri de yattıkları yerde istirahat eder.”

“Sonra, İlâhî bir işâretle, bütün rûhları, tekrar ten tuzaklarına getirir, onları iyi ve âdil insan olmaya dâvet eder.”

“Vaktaki seherin nûru görünür, felek akbabası altın kanatlarını çırpar, sabah olur, güneş doğar.”

 

“Sabahın yaratıcısı olan Allah, İsrafil gibi bütün rûhları alır o ülkeden, rûhlar âleminden şu görünen âleme, sûret âlemine getirir.”

“Etrafa dağılmış, yayılmış olan rûhları ten ile, cesed ile bağlar. Böylece bedenleri,tekrar rûhlara hamile yapar, gebe bırakır.”

“Geceleri insanlar uykuya dalınca can atlarının beden eğerlerini soyar alır. “Uyku, ölümün kardeşidir.” hadisinin sırrı budur.” (57)

(57) Şârihlere göre,geceleri beden eğerinden kurtulan can atının sabah olunca tene geri gelmesini sağlayan uzun ip bir semboldür. Bu uzun ipin vazifesini tende kalan hayvânî rûh görür. Hz.Ali efendimizin; “Rûhlar, bir şua vasıtasıyla bedenlere bağlı kalırlar.” sözü, bu konuya ışık tutmaktadır.”

“Fakat sabahleyin tekrar gelmeleri ve tenle ilgilenmeleri için rûhların ayağına uzun bir ip bağlar.”

“Bağlar ki gündüz olunca o mânâ âlemi çayırlığından geri gelsinler, tekrar kulluk yükü altına girsinler.” (S.54)

“Kim, şu madde dünyasına daha çok düşkünse ve dünya işlerinde daha çok uyanıksa, o, aslında ötelerden habersiz derin uykulara dalmıştır. Mânevî âleme gözleri kapalı olan böyle bir kişinin normal uykusu, daha az kötülük yapacağı için, uyanıklıktan hayırlıdır.”

“Eğer, rûhumuz, Allah’a karşı Allah ile uyanık değilse, Allah’tan gafilse, akılla hisle uyanık oluşumuz, Hakk yolunda bize engel olur, perde olur, bizi ilâhî te’sirden uzak bırakır.”

“Yaşayışımız icabı her gün, bir çok kuruntularla, hayallerle örselenmekte, kârımızı zararımızı düşünmekte, eldeki malımızın yok olmasından korkmaktayız.”

“Asıl, uyuyan o gâfildir ki, gönlüne gelen şehevânî duyguları, nefsânî vesveseleri canlandırır, onlarla beraber yaşar. Kapıldığı hayalleri hoşuna gider, onu ümide düşürür, âdetâ onlarla konuşur.” (S.55)

 

 

“Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu âlemden ölmüş, kendini tamamiyle Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın.”

“Allah, senin gözüne, kendi görüş nûrunu verirse, gözünde bu âlem gibi yüzlerce âlem peydahlanır.” (S.56)

“Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok büyük ve nihayetsizise de, bilmiş ol ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir.”

“Gerçekten de bu cihan, sizin canlarınızın hapishanesidir. Siz, asıl kendi yurdunuzun bulunduğu tarafa doğru gidiniz.”

“Rûh, seni çok yukarlara, göklerin ötelerine götürürken sen, su ve balçık tarafına yönelerek, esfel-i sâfilin, aşağıların aşağısına düşmüşsün.”

“Hırs atını yıldızlara doğru sürmüşsün. Onlara dâir bilgiler elde ediyor, mesafeler ölçüyor, yeni yeni yıldızlar keşf ediyorsun da, kendini keşf edemiyorsun. Meleklerin secde ettikleri Âdem’i tanımıyorsun.” (S.57)

“Sen bu beytin tefsirini Kur’ân-ı Kerîm’den oku. Cenâb-ı Hakk, Hz.Peygamber’e; “Attığın zaman sen atmadın!” diye buyurdu.”

“Gerçi görünüşte ok atan biziz, fakat gerçekte, ok atış bizden değildir. Aslında biz yayız, yayı çekip oku atan Allah’tır.”

“Yanlış anlaşılmasın... Bu söylenilen sözler cebir değildir. Allah’ın Cebbâr isminin tecellîsidir. Cebbâr isminin anılması da Hakk’a yalvarmak, yakarmak ve niyâz içindir.” (S.58)

“Ledün ilminden , o yüce ilimden süt emmesinler, nasib almasınlar diye yalnız zâhire itibar eden duygu ehlinin bilgileri kendilerine ağız bağı olmuştur.”

“Allah’ın bizim nazarımızdan gizli tuttuğu, nice çirkin, güzel mahlûkâtı vardır ki onlar her an gönül kapısını çalar dururlar.” (68) (S.59)

“(68) Şehvet duyguları, şeytânî vesveseler, nefsânî hatıralar, kin, nefret, kıskançlık zaman zaman gönül kapısını çalarlar. İçeri girmek isterler. Bazen de, ilâhî ilhamlar, rahmanî duygular, bizi mânen uyandırmak için gönül kapımıza gelirler. İbn-i Mes’ud (r.a.)’den şu anlamda bir hadîs rivâyet edilmiştir: “Gerek şeytan ve gerekse melek tarafından insana bir fikir, bir ilham gelir. Bu sebeple kendi gönlümüzde, hayra dâir bir teşvik bulursak, bunun melekten geldiğini bilmeli ‘Elhamdülillah’ demeli, şerre dâir bir fikir bir duygu gelirse, bu duygunun şeytandan geldiğini anlayarak ‘Eûzü’ çekmeli ve şeytanın şerrrinden Allah’a sığınmalıyız.” (S.59-60)

“İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî düşünceler, hayâller, vesveseler kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu dikenler, bir kişiden değil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.” (S.60)

“Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o gülüş, sana içindeki dânelerden haber versin.”

“Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir.”

“Mukallidin, sahte şeyhin gülüşü, lâlenin gülüşü gibi uğursuzdur. Ağzını açınca, içinin siyâhlığı görünür.”

“Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür. Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar.”

“Gönül seni gönül ehlinin, âriflerin mahallesine doğru çeker, ten ise seni su ve çamur hapsine koymak ister.”

“Aklını başına al da, bir gönül arkadaşının sohbeti ile gönlüne gıda ver. Git, ikbali, mânevî gücü, bir ermişten, bir ikbâl sahibinden iste.”

“Eğer insan, şekli ile sûreti ile insan olsaydı; Hz. Ahmed (s.a.v.) Efendimiz ile Ebû Cehil bir olurdu, aralarında fark olmazdı.” (S.61)

“Ben de senden doğmayı ölüm sanmıştım, senden ayrılacağım diye pek çok korkmuştum.”

“Fakat doğunca, pis, daracık bir zindandan kurtuldum. Günün ışığına çıktım. Havası hoş, rengi güzel bir dünyaya geldim.” (S.62-63)

“Allah, birisinin perdesini yırtmak, ayıbını örtmek isterse, onun gönlüne, temiz kişileri kınama isteği verir.”

“Allah, bir kimsenin de ayıbını örtmek isterse, o kişi nefs yüzünden kirlenmiş, günahlara, ayıblara bulanmış insanların bile ayıblarını görmez, söylemez olur.”

“Allah bize yardım etmek dilerse, gönlümüze yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir.”

 

“Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür. Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül ne mübârek bir gönüldür.” (S.64)

“Her şeyin aslı sayılan, dört unsur (hava, toprak, ateş, su) bunlar birer emir kuludur. Bunlar bana karşı, sana karşı ölüdür. Fakat Hakk’la diridirler. (79)”

“(79) İsrâ Sûresi’nin 44. âyetinde olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyetlerde, göklerde ve yerlerde bulunan her şeyin Allah’ı tesbih ettiği bildirilmektedir. Tesbih için bütün varlıkların diri olması gerekir. Bu günün müsbet ilmi de her maddenin atomunun bir çekirdek etrafında hızla döndüğünü ortaya koymuştur. Canlı olmayan nasıl dönebilir? Mevlevî evradında bulunan şu cümleleri dikkatle okursak bu beyitlerin ifade buyurduğu hakîkat daha iyi anlaşılır: “Allah’ım, gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı, güneşin ışıkları, ayın nûru, suların şırıltıları, ağaçların hışırtısı, gökteki yıldızlar, yeryüzünde topraklar, dağların kayaları, çöllerdeki kumlar, denizlerin dalgaları, denizlerde ve karalarda yaşayan bütün hayvanlar, bütün varlıklar hepsi hepsi seni tesbih etmektedirler.” (S.65)

“Böylece ecel rüzgârı da, âriflere, Yusuf (a.s.)’ın gömleğinin kokusu yahut gül bahçesinden gelen rüzgâr gibi yumuşak, güzel eser.”

“Senin Hakk’ı tesbih edişin, aslında sudan ve topraktan yaratılmış vücudunun bir buharı, bir nefesidir. Ancak, bu nefes gönülden gelince, cennet kuşu gibi kanatlanır, yükselir.”

“Tûr Dağı, Musa (a.s.)’ın nûrundan aşka geldi, oynamaya başladı, olgun bir sûfî oldu, hatadan, noksandan kurtuldu.”

“Dağın aziz bir sûfî olup oynaması şaşılacak bir şey değildir. Mûsâ’nın teni de aslında Tur Dağı gibi toprak değil mi idi?”

“(83) Şeybân-ı Râ’î, İmam Şâfiî ile çağdaşbir veli. Mısır’da yaşamış. Çobanlık yaparmış. İmam Şâfiî bu çoban velinin huzurunda diz çökerek bir talebe gibi oturur, ona sualler sorarmış. Bu duruma hayret edenlere Şâfiî hazretleri; “Ben kitap ilmini biliyorum, O Allah ilmini biliyor.” Dermiş.” (S.67)

“Arslan; “Evet”. Dedi. “Tevekkül doğrudur. Fakat, bir de peygamberlerin ve müminlerin çalışmalarına bak .”

“O mübârek insanlar, türlü cefâlar, mihnetler çektilerse de yılmadılar, Allah, onların uğraşmalarını, didinmelerini boşa çıkarmadı.”

“Onların tedbir ve çare aramaları, her zaman hoş ve latîf oldu; zâten güzelden ne gelirse güzeldir.” (S.69)

“Ey mânâ yolunun isteklisi, ey Hakk âşıkı, gücün yettikçe peygamberlerle, velilerin yolunda bulunmaya çalış.” (S.70)

“Hz. Peygamber efendimiz; ‘Ey tedbir sahibi kişi, bir kere de güvendiğin bir kimseye danış.’ diye buyurdu.”

“Şu üç şey hakkında dudağını az kımıldat: Fikrini, kanaatını, paranı, bir de mezhebini kimseye söyleme.”

“Çünkü bu üç şeyin düşmanı çoktur. Düşman bunları bilince sana pusu kurar.”

“Bir sırrı, bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra veda et. İki kişiyi aşan bütün sırlar, yayılır, gider.” (S. 71)

“Halbuki gönül dili, mahremlik dili, karşılıklı içten anlaşma dili, bambaşka bir dildir. Hiçbir dile benzemez. Gönül birliği, dil birliğinden daha üstündür.” (S.78)

“Allah’ın hükmüne ve takdirine karşı ölü gibi olmak gerek ki, sabahın Rabbi olan Allah’tan bir kahır yarası almıyasın” (S.80)

“Ey işin aslını arayan kişi, şu hakîkatı iyi bil ki, kimde aşk derdi varsa, kimin gözü yaşlı, gönlü yaralı ise o, ilâhî sırlardan koku alır.”

“Kim daha uyanıksa, o daha çok dertlidir. Kim hakîkati daha iyi anlamışsa, onun beti benzi daha çok sararmıştır.” (S.84)

“İnsan oğlunun babası olan Hz. Âdem; “Adları öğretti.” Âyetinin emîridir. Onun her damarında yüzbinlerce ilim vardır.” (104)

“(104) Bakara Sûresi’nin 31. âyetine işâret ediliyor.”

“Ezelde her şeye ne ad verilmişse, Hz. Âdem, onu kendi adı ile bilmiş, hem de o şeyler, sonuna kadar, ne hale gelecekse hepsi ona bildirilmişti.” (S.86)

“Bize göre her şeyin adı, görünüşüne uygundur. Nasıl görünüyorsa, biz ona öyle deriz. Fakat Allah’a göre adlar, onun iç yüzüne, sırrına, hakîkatine tabîdir.”

“Hz. Mûsâ’ya göre elindeki sopanın adı âsâ, Allah’ın nazarında ise ejderhâ idi.”

“Hz. Ömer’in adı, önceleri putperestti. Fakat Elest Âlemi’nde ismi mümindi.”

“Hâsılı ind-i ilâhîde sonumuz ne olacaksa, hakîkatte Allah’ın bize verdiği ad ve sıfat odur.”

“Cenâb-ı Hakk, insana âkibetine, sonuna göre bir ad koyar, onun koyduğu ad, halkın koyduğu muvakkat ad, eğreti ad değildir.”

“Âdem (a.s.)’ın gözü pâk olan basiret nûru ile bakınca, isimlerin rûhu, sırrı, iç yüzü ona belirdi.” (S.87)

“Aradığımız sevgilimiz, canımız, apaçık ortadadır. Ve bize çok yakındır. Bu yüzden onu göremiyoruz, bu yüzden o kaybolup gitmiştir. İnsan da içi su ile dolu, fakat ağzı kuru bir küpe benzer.”

“Aslında, senin kendi gözündeki nûr da, gönlünün nûrunun aksidir. Çünkü, göz nûru, gönüllerin nûrundan meydana gelir.”

“Gönül nûrunun nûru, Allah’ın nûrudur. Allah’ın nûru ise, akıl nûrundan, duygu nûrundan pâktır, tamamıyla ayrıdır.” (S.89)

“Cenâb-ı Hakk, eziyeti, gamı; gönül hoşluğu nedir anlaşılsın diye gönül hoşluğuna zıt olarak yarattı.”

“Gizli şeyler, hep zıtları ile meydana çıkıyor, görülüyor. Cenâb-ı Hakk’ın zıttı olmadığından, o dâimâ görünmeyecek, gizli kalacaktır.”

“Hiç şüphesiz, bizim gözlerimiz O’nu idrâk edemez, kavrayamaz. Fakat O, bizi görüp idrâk eder. Sen bunun sırrını Hz. Mûsâ ile Tûr Dağı vakasından anla. (111)”

“ (111) A’râf Sûresi’nin 143. âyeti ile En’am Sûresi’nin şu meâlde olan 103. âyetine işâret var: “Allah’ı gözler idrâk edemez. O ise gözleri idrâk ve ihâta eder. Allah latîfdir, habîrdir.” (S.90)

“Şu halde, sen her lahzada, bir göz açıp kapamada ölüyor, tekrar diriliyorsun. Hz. Mustafa (s.a.v.) Efendimiz; “Dünya bir andan ibâretttir.” diye buyurdu.”

“Cümle âlem, her an yok olur gider. Sonra tekrar, varlık âlemine dönüp beka şeklinde görünür. Âlemin varlığı, dâima gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden hâli değildir.”

“Her nefeste, dünya ve dünyada bulunan her şey yenilenir. Âdetâ, her an ölür ve dirilir. Fakat biz, onu hiç değişiklik olmadan, duruyor görürüz de bu yenilenmeden haberimiz bile olmaz.”

“Bütün bunlara akıl ermez. Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllı olmak, her şeye akıl erdirmek, bu dünya için âfettir.” (S.91)

“Eğer mümin, Allah’ın nûru ile bakmamış olsaydı, bazı gizli halleri, ona nasıl olurdu da apaçık görünürdü?”

“Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın, kötülük hususunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?” (S.95)

"Hakk yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak bir çok tanınmış, parlak isimlerde mânâ kıtlığı, mânâ uymazlığı vardır. Bir çok kişiler, adlarının adamı değildir. Görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:

“Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat rûhânî olmayan güzel sözleri, ömrümüzün suyunu emen kumdur.”

“Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilâhî sırları meydana vuran kumu ara.” (S.96)

“Evlâdım, işte yukarıda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır.”

“Hikmeti, hakîm olan, ârif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.”

“Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o, çalışmaktan, sebeplere baş vurmaktan kurtulur.” (S.97)

“Artık, dışta bulunan düşmanla, savaşmaktan dönünce, içteki düşmanla savaşmaya; nefsimi yenmeğe yöneldim.”

“En küçük bir savaştan döndük ama, peygamberle beraber en büyük savaştayız.”

“Şu nefsin Kaf dağını, iğne ile yerinden kaldırabilmek için Hakk’tan güç, kuvvet dilerim, başarı niyâz ederim.”

“Her yaprak, her meyve, kendi tomurcuğunun dili ile ayrı ayrı Allah’a şükreder:

“İhsan, iyilik sahibi Allah, bizim kökümüzü besledi, ağaç da o kökten kuvvet alıp kalınlaştı. Doğrulup yükseldi.” (S.99)

“Su ve toprak içinde mahpus bulunan, yâni balçığa saplanmış kalmış olan canlarımız da balçıktan kurtulunca neşeli bir halde,

“Hakk’ın aşk ve muhabbet havası içinde, neşeli neşeli oynarlar, ayın ondördü gibi noksansız ve tastamam bir hale gelirler.”

“Onların tenleri oynayıp durur, canlarının nasıl olduklarını sorma. Hele cismaniyeti kalmamış, tümden can kesilmiş olanların halinden hiç sorma, onları anlatmaya imkân yoktur.” (S.100)

"Kim Allah’tan korkar ve takva yolunu tutarsa, onu gören cin de, insan da ondan korkar.” (S.101)

“Sonra ona, ince, derin mânâlı sözler söyledi. Nerede olursak olalım, hep bizimle beraber bulunan ve bizim en yakın, en iyi dostumuz olan Allah’ın pak sıfatlarından bahsetmeğe başladı.”

“Elçi, makam ve hali öğrensin diye, ona, Cenâb-ı Hakk’ın Ebdallar hakkındaki iltifat ve ihsanlarını anlattı.”

“Sofilerden hal sahibi olanlar çoktur. Fakat onlar arasında makam sahibi olanlar pek azdır.

“Hz. Ömer elçiye, can menzillerinden haber verdi ve rûhun yolculuklarından bahsetti.”

“Zamanın da ötesinde bulunan zamandan, ululuklarla dopdolu kutluluk makamından ,

“ Can Zümrüd-i Ankasının, şu dünyaya gelmeden önceki hudutsuz uçuşlarından söz açtı.”

“Hz. Ömer dışı yabancı gibi görünen o elçiyi, mânen uyanık ve dost buldu. Onun rûhunun ilâhî sırlara tâlib olduğunu anladı.” (S.102)

“Topraktan yarattığı bedene bir âyet okudu, beden canlandı, can kesildi. Güneşe bir şey dedi, güneş parıl parıl parladı, nûr saçıcı oldu.”

“Eğer sen, can aklının, şüpheye, tereddüde düşmemesini istiyor isen gaflet pamuğunu can kulağına tıkama.”

“Can kulağına, gaflet pamuğu tıkama da, Allah’ın muammâlarını anla; gizli açık, söylediği sözleri idrâk et.” (S.103)

“Can kulağı ile duymak, can gözü ile görmek; bu bizim bildiğimiz işitmek ve görmek duygularından bambaşkadır. Akıl kulağı da his kulağı da bu vahiy ve ilhâmın idrakindan âcizdir, yaya kalmıştır.” (S.104)

“Ekmek sofrada bulundukça cansızdır. Fakat insanın bedenine girince enerji olur, neşeli rûh olur.”

“Sofranın ortasında, kımıldamadan duran ekmeğin can kesilmesine imkân yoktur. Fakat boğazımızdan aşağı gidince hayvânî rûh, onu, selsebil suyu ile yoğurur, onu canlandırır, can haline kor.”

“Ey doğru okuyup, doğru anlayan kişi, ekmeği canlandıran, onu kudret enerjisi haline koyan hayvânî rûhun kuvvetidir; ya canlar canının kuvveti nedir? Nasıl olur, neler yapar? Bir de onu düşün.”

“Eğer “gönül” sır dağarcığının ağzını bir açarsa, can, arşa doğru koşup gitmeye başlar.”

“Eğer, gizli sır, söylenebilseydi, o sırra tahammül edemezdi de bu cihan yanardı.”

“Rum elçisi, Hz. Ömer’den bu sözleri işitince, mânevî bir neşe duydu, gönlü nûrlandı.” (S.105)

“Sözün bir fâidesi yoksa söyleme, eğer varsa, dil uzatmayı bırak da şükretmeğe bak.”

“Allah’a şükretmek, her boynun borcudur. Onunla, bununla kavga etmek, yüzünü ekşitmek kimseye borç değildir.” (S.106)

“Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali,bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü, sarayıdır.” (S.109)

 

“Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zûhur eden her hareket, her hal, O’nun esmâ ve ilâhî sıfatlarının tecellîsidir.”

“Hûlus ile, canla, başla, Kur’ân-ı Kerîm okur, ona sığınırsan, peygamberlerin rûhları ile âşinâlık peyda edersin.”

“Kur’ân okuduğun halde, onun emirlerine uymazsan,Kur’ân’ın ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velîleri görmenin ne faydası olur?”

“Peygamberlerin Kur’ân’da bulunan kıssalarını okur, Kur’ân’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeğe başlar.” (S.110)

“Kafeslerinden kurtulan rûhlar, peygamberlerdir. Onlar Hakk ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeğe lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur.”

“Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir velîye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.” (S.111)

“Nerede o zayıf ve günahsız kuş ki, onun gönlünde, ordusu ile beraber Süleyman bulunsun.”

“Her an ona Allah’tan yüzlerce mektup, yüzlerce haberci gelsin. Onun bir; “Ya Rabbi!” demesine karşılık, Hakk’tan altmış kerre; “Lebbeyk” (=buyur kulum) nidası ulaşsın.” (S.115)

“Her an da, ona özel bir miraç olsun. Başındaki velîlik tâcının üstüne, yüzlerce tâc konsun.”

“Her ne kadar onun maddî varlığı, cismi yeryüzünde ise de, rûhu mekânsızlık âleminde, hem de Hakk yolcularının vehimlerine bile gelmeyen bir mekânsızlık âleminde uçsun.” (S.116)

“Rûhlar, aslında, aynı yerden geldikleri için, Îsâ nefeslidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar, dertlere devâ, yaralara merhem kesilirler.”

“Rûhlar, nefsânî arzulardan kurtulsalardı, günah perdelerini yırtsalardı her rûhun sözü, Îsâ nefesi gibi diriltici olurdu.” (S.118)

“Âdem (a.s.) yeryüzüne ağlamak, feryâd etmek, inlemek, mahzûn olmak için geldi.”

“Eğer sen de Âdemoğlu isen, onun soyundan geldinse, onun gibi özür dile, onun yolunda ol.”

“İnsanın nûrunu, kemalini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır.”

“Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.”

“Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmadan meydana gelir.”

“Bir lokmadan hased, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil.”

“Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsûlüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir.”

“Ağıza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.” (S.120)

“İnsan-ı kâmilin, kâinatın merkezi ve göz bebeği olduğu hakîkatinin tamamını söylemeyeceğim . Çünkü merkezin sahibi olan peygamberler, bunu men etmişlerdir.”

“O kâmil insan, her gece, yüz binlerce iyi kötü hatıraları gönüllerden sürüp çıkarır.” (S.121)

“Sanatlar da, huylar da uykudan uyanınca koşa koşa gelirler, sahiblerini bulurlar.”

“Haber götüren güvercinler gibi, beden şehirlerinden uçar giderler, ötelere mektuplar götürürler. Sonra dönerler, kendi şehirlerine gelirler.” (S.122)

“Ey teni uğruna canını yakan, ey nefsânî arzuları için canını veren kişi! Sen canı yaktın da, bedeni aydınlattın, neşeler verdin. Sen ebedî saâdeti, rûhanî zevki fânî olan ten zevkine fedâ ettin.” (S.123)

“Kimi âşık görürsen, bil ki o, ma’şûktur. Yani seven kişi aynı zamanda sevgilidir. Çünkü seven kişi, bir bakımdan âşık ise, bir bakımdan da ma’şûktur.”

“Bu dünyada, susamış kişilerin su aradıkları gibi, su da, dünyada susamışları arar.”

“Madem ki âşık odur, sen artık sus. Madem o sana gizli sır söylemek için kulağını kendine doğru çekerse, sen de kulaktan ibaret ol.”

“Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.” (S.124)

“Her kulağın duymaması için, ledün sırlarına âit sözlerden yüzde birini söyleyeceğim.”

“Can namazının mihrabı, Vahdet-i Mutlak olan ve hakîkatlerin hakîkatini kalp gözü ile gören bir kişinin zâhiri ve taklidî iman tarafına gitmesi bir kusur sayılır.”

“Allah, kendisinden başkasına gönül verenleri, bilhassa dünya sevgisine kapılanları kıskanır. Kıskançlık O’nun şânındandır. Bu sebeple kıskançlıkların aslı Allah’tandır. Bütün insanların kıskançlığı Allah’ın kıskançlığının bir cüz’üdür.”

“Aynü’l-Kuzât-ı Hemadanî, Zübdetü’l-Hakayık adlı kitabında: “Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk’a ulaştırırsa o kişi müslümandır. Eğer mezhebi onu Hakk’tan haberdar etmezse o yol, küfürden de beterdir” der. Ben beni Hakk’a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Allah’ım, benim için mezheb Senin aşkındır. Ne zamana kadar aşkını gönlümde gizleyeceğim? Benim arzum ne dindir, ne de mezheb. Ben Senin yolunu, ben Seni istiyorum Allah’ım”der.” (S.125)

 

“Ey rûh, biz ve ben kaydından kurtulmuş olan, ey erkekte de, kadında da söze sığmaz, gözle görülmez, latîf rûh!.”

“Erkek, kadın vahdette bir olunca, o bir olan sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir yine sensin.” (S.126)

“Ey yarattıklarına bol ikramlarda bulunan Allah, doğudan yüz gösteren her sabah vakti, seni, durmaksızın akan bir nûr çeşmesi olan güneş gibi coşmuş, kâinâta ihsanlar, lûtuflar dağıtır bir halde bulur.” (S.127)

“Kim güzelliğini mezâda çıkarırsa, şöhret peşinde koşarsa, başına yüzlerce belâ gelir, yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.” (S.128)

“Allah’ın lûtfuna kaçmalı, ona sığınmalı, çünkü O, rûhlara binlerce lûtuflarda bulunmuştur.”

“Ten, kafes şeklindedir. Fakat, ten kafesine girenlerin ve oradan çıkanların aldatışları yüzünden, bu ten, rûhu hırpalayan bir diken olur.” (164)

(164) Rûh, ezelde, rûh âleminde çok mutlu idi. Oradan ayrı düşüp yeryüzünde topraktan yaratılmış olan bedene haps edilince çok muztarip oldu. Güzelller güzeli sevgiliden ayrı düşmesi, sonra ten hapsine girmesi onu perişan etmiştir. Bu acılar yetmiyormuş gibi yeryüzünde mahpusluk hayatını sürdürürken, ten kafesine girenlerin ve oradan çıkanların söyledikleri bazı sözler, hevayî meşreb ve cismânî zevklere düşkün olan teni şımartmıştır. Ve ten, benliğe kapılarak rûhu hırpalamaktadır.” (S.129)

“Seni öven, göklere çıkaran kişi, halk arasında kusurlarını söylerse, seni kınarsa, o kınayışın ateşinden gönlün günlerce kanar.”

“Gerçi o, sende umduğunu elde edemediği için aleyhinde bulunur. Sen bunu bildiğin halde...”

“Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; hor, hakîr ol; ululuk taslama.” (S.130)

“Aman ya Rabbî! Her an yokluk âleminden, varlık âlemine katar katar yüzbinlerce kervanlar gelir durur.” (S.132)

“Başını koydu yattı, uykuya daldı, bir rüyâ gördü: Rüyâsında Hakk tarafından bir ses geldi. Bu sei, rûhu işitti.”

“O ses, dünyada duyulan her güzel sesin, her nağmenin aslıdır, ses ancak odur. Başka seslerin hepsi de, o mübârek sesin yankısıdır.”

“Türk de, Kürt de, Farsça söyleyen de, Arapça söyleyen de o sesi, kulaksız ve dudaksız, duymuş, anlamıştır”

“Türk, Tâcik, Zenci şöyle dursun, o sesi, ağaçlar, taşlar bile anlamıştır.” (S.135)

“Her an, Allah’tan; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sesi gelip duruyor, varlıkların asılları olan “cevherler” ve teferruatı sayılan “a’raz”da bu sese evet diyorlar ve bu sesten var oluyorlar.”

“Her ne kadar, cevherlerden ve a’razdan gelen “evet” cevabı duyulmuyorsa da, onların yokluktan varlık âlemine gelmeleri hali “evet” demektir.” (S.136)

“Ancak, ermişlerin, azizlerin göğüslerinden taşan mübârek seslerdir ki, İsrâfil’in suru gibi dirilticidir, ebedîdir.”

“Onların gönülleri öyle bir gönüldür ki, gönüller, onların yüzünden mest olmuştur. Onların yoklukları öyle bir yokluktur ki, bizim varlıklarımız, onların yokluğundan var olmuştur.” (165)

(165) Velîler, gölge varlıklarından kurtuldukları ve yokluk mertebesine erdikleri için, tam mânâsıyla Hakk’ın tecellîsine mazhar olmuşlardır. Bizler de kendi mânevî varlıklarımızı onların nûru ile, onların lûtuf ve ihsanıyla idrâk edebilmekteyiz. Bu ermişlerin yokluğu sayesindedir ki, mânevî varlığımızın zevkini ve mânâsını tanımış olduk. Bir bakıma da velîler yoklukta var olmuşlardır.”

“Onların gönülleri her düşünceyi, her sesi kendine çeker; ilhamın, vahyin ve sırrın lezzeti de onlardır.”

“Eğer velîlerin gönül nağmelerinden birazcık söylersem, çürümüş bedenlerdeki

canlar, mezarlarından baş kaldırırlar.” (S.140)

“Allah’ın sesi, ister perde ardından gelsin, ister perdesiz gelsin... Kâmil insanın gönlüne, Hz. Meryem’in yakasından üflemek sûretiyle verilmiş feyzi ihsan eder. (167)

(167) Şûra Sûresi’nin şu meâldeki 51. âyetine işâret edilmektedir: “Allah, bir insanla karşılıklı konuşmaz. Ancak vahiy ile kulunun gönlüne dilediği düşünceyi doğurarak, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder.” Yine bu beyitte Meryem Sûresi’nin 16-21. âyetlerine işâret vardır.”

“Cenâb-ı Hakk, Hz.Âdem’e, kendi esmâ ve sıfatını bizzat gösterdi ve bildirdi. Başkalarına ise, o esmâyı Âdem vasıtasıyla açığa vurdu.” (S.141)

“Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz; “Benim yüzümü görenler, beni görmüş olanları görenler ne mutlu kişilerdir.” diye buyurmuştur.”

“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Hakk’ın esintileri, güzel, temiz kokuları, mânevî lûtufları, ihsanları, feyizleri, bu günlerde olduğu gibi, dünya durdukça vakit vakit eser durur.”

“Bu vakitlere kulak verin; aklınız, fikriniz onlarda olsun da o güzel kokuları duyun; o lûtufları, feyizleri kaçırmayın.” (S.142)

“İnsanlarda ayıptan başka hiçbir şey görmiyene, ayıplar olsun. Gayb âleminden gelen temiz rûh, aynı yerden gelen kardeşlerde, nasıl olur da ayıp görür?”

“Bu hale gelmiş velîlere düşman olanların canları ise, tamamen şekilden, cisimden ibârettir. O tavla oyunundan kırık pul gibi sadece bir addan başka bir şey değildir.” (S.144)

“Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Ey ashabım, ey benim dostlarım, sakın ilkbahar serinliğinden ürkerek, bedenlerinizi örtmeyin...”

“Çünkü, ilkbahar rüzgârı, ağaçlara yaptığı te’siri bedenlerinize de, canlarınıza da yapar.”

“Fakat sonbahar soğuğundan kaçının, çünkü, sonbahar soğuğu, üzüm bağlarına yaptığını size de yapar.”

“Bu hadisi rivâyet edenler, mânâsını zâhire, görünüşe göre vermişler; bunu da yeter bulmuşlardır.”

“Bu kişilerin, candan, hadisin rûhundan haberleri yoktur. Onlar hadisin dışında kalmışlar, içine girememişlerdir. Onlar, dağı görmüşler de, dağdaki ma’deni görememişlerdir.” (S.148)

“Bu sebeple yumuşak olsun, sert olsun; velîlerin sözlerini dinlemekten örtünüp kaçınma; onlara kulak ver; o sözler, dinine destek olur.” (S.149)

“Allah’ı inkâr edenler derler ki: “Bu hal, yâni ağaçların yapraklarının dökülmesi, sonra tekrar yapraklanması, eskiden beri olagelen tabiî bir haldir. Bunu, ne diye kerem sahibi Allah yarattı diyelim?”

“Onlar, rûhlarını uyandıracak hakîkatleri dinlememek için, kendilerini işe güce vermiş meşgul bir halde gösterirler, evliyânın yüzlerindeki nûra sırt çevirirler, şimşek parıltısına karşı gözlerini yumarlar.” (S.150)

“Allah insana aklı, fikri, kıyas, delil asasını, hakkı, hakîkati bulsun diye verdi. İnsan, onu başka türlü kullanmaya başladı. Öfkeye kapıldı da, o asayı kendisine verene vurdu.”

“Sana delil ve kıyas asasını veren Hakk’ın hidâyet eteğine sarıl; tam teslimiyetle Ona itaat ve kullukta bulun; baksana Hz. Âdem istidlâli kendisine asa yaptığı için isyana düştü. Başına neler geldi.”

“Bu manevî hakîkatlerin lezzeti, akla aykırı olmasaydı, bunca mu’cizeye ihtiyaç olur mu idi?”

“Akıl, akla uygun olan her şeyi sağa sola çekmeden, mu’cizeye ihtiyac duymadan kabul eder.” (S.153)

“Hakk’ın emrini, Hakk’a ulaşmış bir kâmilden sor, öğren; çünkü her gönül, Hakk’ın emrini anlamaz ki.” (S.155)

Bir bedevî ile karısının hikâyesi

“Böylece, sivrisinekten tut da file kadar, bütün mahlûkat, Allah’ın âilesi sayılır. Allah da ne güzel bir âile reisidir!”

“Gönüllerimizde bulunan ve bizi rahatsız eden gamlar, kederler, ümitsizlikler, hep bizim varlığımızın tama’ tozundan, hırs dumanından meydana gelir.” (S.157)

“Bu bizi kökümüzden söküp atan gamlar, ümitsizlikler ömrümüzün orağıdır. Bu böyle oldu, şu şöyle oldu demeler, böyle düşünmeler, şeytanın gönlümüze düşürdüğü vesveseler, kuruntulardır.”

“Sen, bizim eşimizsin; eş olan kişinin, eşinin huyu ile huylanması gerek ki işler, yolunda gitsin.”

“Eşlerin birbirine benzemesi gerek, ayakkabı ve mest gibi çift olan şeylere bak da bunu anla.”

“Ayakkabının bir teki, ayağa dar gelince, öbürü de senin işine yaramaz.”

“Bir kapının iki kanadından birinin büyük, öbürünün küçük olduğunu gördün mü? Ormandaki arslana, bir kurdun eş olduğu görülmüş müdür?” (S.158)

“Adam karısına; “Hanım!” dedi. “Sen kadın mısın? Yoksa hüzün ve keder kumkuması mı? Ben, yoksullukla övünürüm. Yoksulluk, benim başımın tâcıdır, onu başıma kakma...”

“Yoksulluk, dervişlerin yoksulluğu senin anlıyacağın yoksulluk değildir. Bu sebeple yoksulluğa hor bakma.”

“Çünkü yoksulların mülkün, malın ötesinde, Celâl sâhibi olan Hak’tan, başka türlü, pek büyük mânevî rızıkları vardır.” (S. 160)

“Allah, miski, boş yere güzel kokulu bir hale getirmedi. O güzel kokuyu, burnu koku alamayan için yaratmadı.”

“Allah yeri, göğü yarattı ve aralarında bir çok nûr ve nar uyandırdı.”

“Allah, şu yeri, yerdekiler, toprağa mensup olanlar için; göğü de, göktekilere, göklere mensup olanlar için yaratmıştır.”

“Bu yüzdendir ki, süflî olan aşağılık kişi ulvîliğin, yüceliğin düşmanı, olur. Her mekânın, her yerin isteklisi, davranışları ile kendini belli eder.” (S.161)

“Güzel yüzü ile, edası ile erkeği kendine esir eden kadın, bir de tutar, kulluğa yönelirse, sevgisini açığa vurursa, seven ne hale gelir?

“Güzelliğinin ihtişamı ile seni heyecana düşüren, kibirden, yüreğini, tir tir titreten o güzel, senin karşında ağlamaya başlarsa ne hale girersin?”

“ “İnsanlar için süslenmiştir.” Âyeti gereğince, Allah’ın süslediği, güzel yarattığı kadından nasıl kaçılır?” (181)

(181) Âl-i İmran Sûresi’nin şu meâlde başlayan 14. âyetine işâret vardır: “Kadınlar, insanlar için süslendi, onlara güzel gösterildi.”

“Allah, kadını erkek onunla huzura kavuşsun, rahatlasın, ona eş olsun diye yarattı, Hz. Âdem nasıl olur da Hz. Havva’dan ayrılabilir?”

“Erkek, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa, kahramanlıkta Hz. Hamza’yı bile geçse, kendi kadınının esiridir.”

“Mübârek sözleri ile cümle âlemi mest eden Hz. Muhammed bile, Hz. Âişe’ye “Ey penbe beyaz kadın, ey Humeyra, bana birşeyler söyle de beni rahatlat.” diye buyururdu.”

“Hz. Peygember (s.a.v.) buyurdu ki: “Kadın, akıllı kişilere ve gönül ehline fazlasıyla galip olur.

“Cahil kişiler de kadına galip gelirler. Çünkü onlar, pek sert, pek kaba kişilerdir.”

“Cahil ve kaba erkeklerde, incelik, lûtuf, sevgi azdır. Çünkü onların yaratılışlarında hayvanlık sıfatı üstündür.”

“Sevgi, incelik, acımak insanlık huyudur, insanlık vasfıdır. Öfke ve şehvet ise hayvanlık huyudur, hayvanlık sıfatıdır.” (S.164)

“Şanı ve kudreti pek yüce olan Allah, gizli bir hazine idi. Güzelliğinden, büyüklüğünden, hadsiz hesapsız dolgunluğundan ötürü gayb perdesini yırttı. Ve kara topraktan ibâret olan şu dünyayı sayısız varlıklarla, güzelliklerle, hesapsız nimetlerle doldurdu da göklerden daha parlak bir hale getirdi.”

“Gerçekten de Allah gizli bir hazine iken bilinmek istedi. Güzelliklerle dopdolu olduğundan coşup taştı ve toprağı atlaslar giyinmiş bir sultan gibi süsledi, donattı.” (S.170)

“Ey yeri, yurdu tuzlu su çeşmesinin başı olan kişi, sen Ceyhun’u, Şatt’ı Fırat’ı ne bilirsin? Ey bu fânî dünyadan ve onun zevklerinden kurtulamayan zavallı, sen yokluğu mânâ sarhoşluğunu, rûh neşesini ne bilirsin?” (S.173)

“Hakk’ın has kullarından baş çeker, uzaklaşırsan , bil ki, onlar senin varlığından bıkmışlardır, usanmışlardır.”

“(188) Zümer Sûresi’nin şu meâldeki 53. âyetine işâret edilmektedir: “Habibim, de ki: “Ey bir çok günahlar işleyerek nefislerini harcayan kullarım. Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin, Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (S. 176)

“Allah’ın velîleri, aklın da aklıdır. Bütün akılları ise develer gibi, başlangıcından katarın sonuna kadar hep onların kontrolü altındadır.”

“Onlara ibret gözü ile bak da anla ki, yüzbinlerce cana bir velî kılavuzluk etmektedir.”

“Mürşide, yol göstericiye karşı içinde bir şüphe ve tereddüt uyandı ise, doğru bir yol seçebilmek endişesi ile bu tereddüt ve şüphe, sana Allah’ın rahmeti, lûtfu ve ihsanıdır.” (S. 177)

“Sâlih’in devesi, sâlih kişilerin, temiz insanların bedenlerine benzer. Sâlih kişiler kötülerin, azgınların halâki için birer tuzaktır.”

“Hz.Sâlih’in, “Deveye dokunmayınız, su içmesine engel olmayınız.” Demesini dinlememeleri, Semud kavmini ne dertlere uğrattı. Nasıl helâk etti.”

“Hakk’ın kahrının memuru, bir devenin kan pahası olarak, onlardan bütün bir şehir istedi.”

“Sâlih’in rûhu incitilemez. Allah’ın nûru, kâfirlere mağlup olmaz.”

“Cenâb-ı Hakk, gizlice insanla, insan cismiyle ilgilendi, ona yakın oldu ki, kötü kişiler onu incitsinler de, Hakk’ın imtihanını görsünler.” (191) (S.178)

(191) Bu beyit üzerinde çok düşünmek gerek. Bazıları bu beyti; “Cenâb-ı Hakk, rûhu gizlice bedenle birleştirmiştir.” diye tercüme etmişlerdir. Halbuki beytin aslında “rûh” kelimesi yok, “Hakk” kelimesi var. Bundan sonra gelen beyit, bu beyiti tamamlamaktadır: “İnsanı inciten kişi, Hakk’ı incitmiş olur.” denmektedir.” (S.178-179)

“İnsanı inciten kişinin, Allah’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu ile birleşmiştir.” (S.179)

“O, yani sahte derviş, yemek içmek için Hakk’a âşıktır. Yoksa rûhu, Allah’ın mânevî güzelliğinin hüsn ü cemâlinin âşıkı değildir.”

“O kendisini Allah’ın zâtına âşık vehmetse bile, onun vehmi aslında esmâ ve sıfatın verdiği vehimdir.”

“Vehim vasıflardan, hadlerden doğar; Allah ise hiç kimseden doğmamış ve doğurmamıştır.” (S.180)

“Mânâ kapısını çalarsan sana açarlar. Düşünce kanadını çırpar, uçmaya çalışırsan, seni bir doğan haline getirirler.” (S.183)

“İmanlı bir kişi, bir yerde altın bir put bulsa, onu puta tapanlar alsın diye bırakır gider mi?”

“Onu alır, ateşe atar eritir, onun eğreti olan putluk şeklini değiştirir.”

“Böylece de altındaki put şekli kalmaz. Çünkü şekil, sûret mânâyı arayanlara engel olur ve yollarını vurur.”

“Eğer tamamiyle zorluklara daldınsa, daralıp kaldınsa sabret. Çünkü sabır, rahatlığın, genişliğin anahtarıdır.”

“Düşüncelerden sakın. İnsanın gönlü ormana benzer; ormanda arslan gibi de, yaban eşeği gibi de düşünceler bulunur.” (S.184)

“Fakat baştan aşağa gül gibi ve süsen çiçeği gibi güzel ve hoş olan kişi için bahar, görür ve gösterir iki gözdür.”

“Mânâsız ve faydasız olan diken, gül bitirmediğinden, gül bahçesinde yan gelip oturmak için güz mevsimini ister.”

“Güz mevsimini ister ki, o mevsim, gülün güzelliğini örtsün, gizlesin de kendinin çirkinliğini, ayıbını kimseye göstermesin; böylece sen ne bu gülün rengini, güzelliğini görürsün, ne de dikenin çirkinliğini.” (S.186)

 

“Yol bilen pîrin hallerini yaz. Bir pîr seç, onu mânâ yolunun tâ kendisi bil.”

“Pîr yaz mevsimi gibidir. Halk ise güz ayı. Halk gecedir, pîr ise nûrlar saçan ay.”

“Ey Hakk yolunun yolcusu, kendine pîr seç; çünkü bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük âfetler, korkular, tehlikeler vardır.”

“Çok defa geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen şaşırır kalırsın.”

“Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme.” (S.187)

“Yâ Ali, Allah yolunda yapılan taatlar, ibâdetler içinden sen, Hakk’ın has kulu, bir kâmilin gölgesinde bulunmayı seç...”

“Şu dünyada, herkes bir çeşit ibâdete sarılmış, kendisine bir kurtuluş yolu aramıştır.”

“Sen git de, akıllı ve kâmil bir kişinin gölgesine sığın da, gizli gizli savaşan, sinsi bir düşman olan nefsin elinden kurtul.”

“Ey Hakk yolunun yolcusu, pîri bulunca, aklını başına al da, ona teslim ol; Mûsâ Peygamber gibi, Hızır’ın buyruğu altına gir.”

“İki yüzlülük etme, Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki, Hızır sana ; “Artık ayrılık zamanı geldi, git.” demesin.”

“Gemiyi delerse, delsin hiçbir söyleme, çocuğu öldürürse öldürsün sen bu işe üzülme, saçını başını yolma.”

“Allah, onun eline; “Kendi elim.” dedi. Allah’ın eli, onların ellerinden üstündür hükmünü verdi.” (205)

“ (205) Fetih Sûresi’nin 10. âyetine işâret var.” (S. 189)

“Bu yolu, mürşidsiz, yalnız aşan da var. Bu pek azdır. Ama bu da yine pîrin himmeti ile olur.

“Pîrin eli, gâiblere yetişmeyecek kadar kısa değildir. Elini tutmayanlara da elini uzatır, onun eli Allah’ın kudret eli sayılır.”

“Elinden tutmayanlara, huzurunda bulunmayanlara bile, böyle mânâ elbiseleri giydirirse, şüphe yok ki, huzurunda bulunanlar, bulunmayanlardan karlı çıkarlar.”

“Huzurunda bulunmayanlara bile yiyecekler verirse, konuklarının önüne ne nimetler koyarlar.”

“Pîri seçince, tahammülsüz olma, balçık gibi uyuşukluk gösterme.” (S.190)

“Varlıktan kurtulmuş olnlara, gökyüzü de secde eder. Güneş de, Ay da.”

“Kimin bedenindeki kâfir nefis öldü ise, güneş de onun buyruğuna girer, bulut da...”

“Gönlünde ilâhî aşk ateşini uyandıran ve çevresini aydınlatmayı öğrenen kişiyi artık güneş bile yakamaz.” (S.191)

“Rûh, şimdi bedenle yoldaş olmuştur. Rûhu, beden korumaktadır. Bir zaman için köpek de, kapı eşiğinde bekçilik etmiştir.”

“Sırların arslanı, emîri olan kişi, gönülden geçenleri bilir.”

 

“Ey düşüncelere dalmayı âdet edinen gönül, kendine gel de, ermiş bir kişinin yanında gönlüne kötü bir düşünce getirme.”

“O senin gönlünden geçenleri bilir, yine de konuşmasına devam eder. İçinden geçenleri anladığını gizlemek için senin yüzüne güler.” (S.193)

“Şu halde Allah’a şükürler olsun ki, bizi bizden önce gelip helâk olanlardan sonra dünyaya getirdi.”

“Getirdi de, Cenâb-ı Hakk’ın, geçmiş zamanlarda gelip geçenlere ne cezalar verdiğini, duyduk öğrendik.” (S.195)

"O Hakk Peygamberi, o gerçek peygamber, bu yüzden hadisinde bize; “Ümmet-i merhûme.” (=Allah’ın merhametine, acımasına lâyık olmuş ümmet) diye buyurdu.”

“Allah’ın zâtından başka her şey fânîdir. Mademki O’nun zâtında yok olmamışsın , artık varlık arama.”

“Kim bizim zâtımızda, hakîkatimizda yok olursa, “yok olmak”tan kurtulur, beka bulur.”

“Çünkü o “illâ”dadır. “lâ”dan geçmiştir. Makamı “illâ”da olanlar ise yok olup gitmez, yâni Hakk’ta fânî olamaz” (S.196)

“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’ndan isterler. Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar. Cenâb-ı Hakk, her gün, her an yeni bir iştedir. “Kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür. Bir hali giderir, başka haller getirir.” Âyetini oku da, Allah’ı kesinlikle işsiz, güçsüz sanma.”

“Onun en hafif, en küçük işi, her gün bu dünyaya üç ordu yollamasıdır.”

“Bir orduyu, doğacak çocukların döllenmesi için babaların bellerinden anaların rahmine gönderir.”

“Bir ordu da, dünya erkek ve dişilerle dolsun diye, rahimlerden yer yüzüne gönderdiği çocuklar ordusudur.”

“Cenâb-ı Hakk bir orduyu da herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye yer yüzünden, ötelere, ecel tarafına gönderir.”

“Her peygamberin, her velînin ayrı bir mesleği, ayrı bir meşrebi vardır. Ayrı bir yolu, yordamı vardır. Fakat hepsi de kendilerine gönül verenleri Hakk’a götürdükleri için, hepsi de bir yolda, hepsi de Hakk yolundadır.” (S.198)

“Dinleyicileri uyku bastıracak olursa, söz değirmenin taşlarını su götürür.”

“Bu suyun akışı, değirmen için değildir. Çünkü, suyun asıl yolu, değirmenin ötesindedir. Bu su, değirmene sizin için gitmektedir.”

TANRI’YA YOLCULUK

Yolculuk yaraşır ancak insana

Yolun sonu varıyorsa Tanrı’ya...  

          

 

XIII. yüzyıla sevgi ve hoşgörü mührünü basan, zamanın ulusu Mevlânâ, bir gün medreseden çıkmış, etrafı hayranları ve çömezleri ile çevrili olarak atının üstünde bir bilgi anıtı gibi yavaş yavaş yol alıyordu. Yüzünde bilginlere yakışan ağırbaşlı bir vakar vardı. Şekerciler Hanının önünden geçerken birden derviş kılıklı bir adam yolunu kesti, çevik bir hareketle atının yularını tutarak, gözlerini Mevlânâ’ya dikti ve şöyle dedi:  

-Ey bilginin somutlaşmış timsali! Der misin bana, hangisi daha büyüktür:  Beyazıt-ı Bistami mi, yoksa Muhammed Mustafa mı?

-Elbette ki Muhammed Mustafa, diye yanıtladı soruyu Mevlânâ, bu da sorulur mu gibi bir edayla.

Ve Şems-i Tebrizi devam etti:

-İyi ama, Muhammed Mustafa, Tanrı için “Seni gereğince bilemedik, ey bilinmeyen” derken, Bistamlı Beyazıt “Kendimi kutlarım, şanım yücedir, ben sultanların sultanıyım” demektedir, ne dersin buna?

 -Şunu derim ki, Beyazıt-ı Bistami’nin idrak kabı dardı, gönlünde Tanrı’nın bir belirişine erişince doldu taştı ve o kendinden geçiş içinde kendini Tanrı sandı. Oysa insanın hası ve insanlığın hülâsası Mustafa’nın idraki öylesine engindi ki, Tanrı’nın nice belirişine doymadı kanmadı, her seferinde bir yenisine susadı.

Şems bu cevap karşısında kendinden geçti ve Mevlânâ’nın kollarına düştü. O günden sonra bu ikisi bir oldu sanki. Soru çetin ve heybetliydi. Cevabı da ona denk bir güçteydi. İki denizin kucaklaşması gibi bir şeydi bu.

 

TESLİMİYET SINAVI

Mevlânâ Şems’i iyice tanıyınca, bilgisinin büyüklüğü, sevgisinin enginliği ve gösterdiği kudretler karşısında ona hayran oldu. Ve dedi:

“Ne olur beni de kendine benzet. Beni de sen gibi yak!” Bunun üzerine Şems, şöyle konuştu: “Sen zaten sevgi için seçilmişsin. Senin gönlünde bir aşk güneşi gizli. Şimdi bazı bulutlar ona perde oluyor. Eğer güneşin meydana çıkmasını diliyorsan, bütün bildiklerini unut ve bana tam teslim ol. Tıpkı toprağın çiftçiye teslim olduğu gibi... Zira aşk deryasında teslimiyet yelkeni açmadan yol alınmaz.” Mevlânâ bu teklife bütün kalbi ile “Kabul!” dedi. Ve Şems hemen ilk imtihanına başladı: “Öyleyse çarşıya git, bir şişe şarap al da, içelim...” Mevlânâ o güne kadar hiç içki içmemiş, daima içkinin haram olduğunu söylemiştir. Buna rağmen Şems’in söylediğinde mutlaka bilmediği bir hayır vardır diye derhal çarşıya koşar. Bir şişe şarabı alır. Hızlı hızlı geri dönerken çarşının en kalabalık yerinde şişe birden elinden kayar ve yere düşer. Mevlânâ kırılan şişenin başında öylece durur. Kalabalık başına üşüşür. Birde bakarlar ki dökülen şaraptan etrafa mis gibi gül kokulan yayılmaktadır. Mevlânâ anlar ki bu bir teslimiyet sınavıdır. Ve imtihanı kazanmanın sevinci içinde doğruca Şems’ine koşar...  

 

ŞEMS GİDİYOR

Mevlânâ artık bütün vaktini, her şeyini Şems’e vermiş, ondan başkasıyla görüşmez olmuştur. Oysa taraftarları onun eskisi gibi kendileriyle beraber olmasını isterler. Bu bakımdan Şems’i, Mevlânâ’dan mahrum olmalarının sebebi olarak görür, çekemezler. Ve bunu her fırsatta Şems’e belli edip, onu üzerler... Şems bütün yapılanlara dayanıp katlandıktan sonra, bir gün karar vererek ansızın gözlerden kaybolur ve Konya’yı terk eder. Arkasında bir sevgili bırakarak yine yollara düşer. Yol boyunca habersizce ayrıldığı Mevlânâ’sını düşünür. Rüyalarında bile onun güzelim yüzünü görür...  

 

BENSİZ GİTME, İSTEMEM

Diğer tarafta ise Şems’in Bu aniden kaçıp kayboluşu Mevlânâ’ya çok dokunur. Onu bulup geri çevirmek için çırpınır, durur. Aramaktan, çare araştırmaktan yorgun düşer. Ve sevgilisine sitem ederek nefes nefese seslenir: 

Demek sen salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın canı

Ey dostların canına can katan

Gül bahçesine böyle bensiz gitme, istemem.

Sen benimle beraberken

Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.

İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen.

O dünyaya bensiz gitme, istemem

Onlar sadece aşk diyorlar sana

Oysa aşk sultanımsın sen benim.

Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost,

Bensiz gitme, istemem.                                    

 

 

BUNU UNUTMA, HATIRLA AMA

Mevlânâ şimdi Şems’inden uzakta durmadan onu anmakta, birlikte geçirdikleri unutulmaz günleri, o doyumsuz demleri bir bir hatırlamaktadır. Tek tesellisi bu tatlı geçmişi yeniden yaşamak olmuştur artık. Her hatırlayışta aşkı daha da artar, alevlenir. ister ki sevgilisi de, Şems’i de onu unutmasın ve hep hatırlasın.

Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendin

Ayrılık atına eyer vurdun inadına

Ama bizi unutma, hatırla ama.

 

Sana temiz dostlar, iyi dostlar, bağdaş dostlar

Yeryüzünde de var, gökyüzünde de var

Eski dostla ettiğin yemini, hatırla ama.

 

Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında

Bir aşk ovasını görmüştün hani

Safran dallarıyla, Ağustos gülleriyle sarmaş dolaş

Bunu unutma, hatırla ama.

 

Ey Tebrizli Şems.

Dinim aşktır benim, senin yüzünü gördüm gören

Benim dinim senin yüzünle övünür, ey sevgili

Bunu unutma, hatırla ama.

 

GEL NE OLUR, GEL ARTIK

Geceler ta sabahlara dek onu düşünür. Şems’in sevgisi gönlüne iyice siner. Ne aklı kalır, ne de kararı. İlle sevgilisini ister. Onsuz edemez olur. Yüzü sararmış, içindeki ateş arttıkça artmıştır. Gönül bülbülü gül yüzlü sevgilisinin özlemi ile yanık yanık ötmede, gel artık, gel artık diye feryat etmededir. Öyle ki daha fazla beklemeye dayanamaz. Ayağına diken bile batsa çıkarmak için gecikme, başın kille de dolsa yıkanmak için oyalanma der. Sevgilim, güneşim benim der, ne olur durma, gel artık. Allah aşkı için gel de hem ayrılıktan, hem gel demekten, her ikisinden de kurtar beni!...  

 

Ne aklım kaldı benim

Ne kararım kaldı benim, ne sabrım

Gel ne olur, gel artık.

Ne gönlümün derdini sor bana,

Ne sararan yüzümü sor bana,

Ne içimin ateşini sor bana,

Gel gözünle gör, gel artık.

Başın kille ıslaksa da,

Ayağına diken batmışsa da,

Durma gel Allah aşkına

Gel demeden kurtar beni.

 

CANIMI VERDİM GİTTİ

Sevgilisini bulmaları için dört bir yana haber salar. Dostları etrafına toplar ve gidin der, gidin de her bir yanı arayın. Onu, o ay yüzlüyü bulun. Hiç değilse bir habercik olsun getirin ondan. Nerede bir kalabalık görürseniz hemen bağırın: “Güler yüzlü, tatlı sözlü, tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü?” deyin. Yolda rastladığınız kimselere sorun: “İçinizde onun gül bahçesinden bir demet gül deren var mıdır?” diye. Kim ki bana ondan bir habercik getirir, söyleyin canım onun olsun! Canımı verdim gitti ona.  

 

Nerde bir topluluk görürsen tellal,

Hiç durma bağır:

Kaçan bir kul gördünüz mü ey insanlar de!..

Tertemiz kokan bir kul gördünüz mü,

Ay parçası bir yüzü var,

Baştanbaşa fitne.

Nerde bir topluluk görürsen tellal,

Hiç durma sor:

İnce boylu, güler yüzlü, tatlı sözlü,

Tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü?..

Sırtında bir al kaftan taşıyor.

İş ki çıksın bir habercik getirsin biri ondan bana tellal,

Çıksın biri ondan bana bir şeyler desin iş ki,

Söyle verdim canımı ona gitti, tellal,

Verdim canımı ona gitti.

GÜNEŞ GENE DOĞAR

Şems, bu dünyadan göçmüş, Mevlânâ’nın güneşi batmıştır artık. Gönül semasını kara keder bulutları kaplamıştır. Günler günü geceler gibi karanlık bir ömür sürer. Hep o kaybolan nuru arayıp durur. Ancak karanlığın en koyulaştığı bir anda, yücelerden esip gelen sevgi rüzgarı gönlündeki kara bulutları dağıtır. O kaybolan nur bu defa Mevlânâ’nın gönlünden olanca güzelliği ile doğar. Ve şimdi, bir aşk güneşi onun gözleri içinden bütün dünyaya gülümser, gün ışır, ortalık aydınlanır. İnsanlar için, kardeşler için yeni, taze ve güzel bir sabah daha başlar.

 

MEVLÂNÂ VE MESNEVÎ

 

Hüsameddin Çelebi, yol göstericisi Mevlânâ’nın, şöyle gönüllerin susuzluğunu gidereceği, Hak Aşıklarının pınarından kana kana içeceği bir eser yazmasını düşünür. Bunu gönülden diler. Ve bir gün bu niyetini Mevlânâ’ya açarak:

-Sultanım! Siz de şeyh Attar ve diğer büyükler gibi bir kitap yazarsanız, eseriniz hiç şüphesiz, bütün gönül erlerinin can yoldaşı olacaktır. Sizden bunu diliyorum. der.

Bunun üzerine Mevlânâ gülümseyerek elini sarığına götürür. Ve sarığının büklümünden bir kağıt çıkararak:

-Ya Hüsameddin! Benim içimden de böyle bir dilek doğdu. Ve yazmaya başladım bile. Al oku... diye kağıdı Hüsameddin Çelebi’ye verir. Bu küçük kağıtta ünlü Mesnevi’nin ilk 18 beyti yazılıdır. Çelebi, bu 18 beyti kendinden geçerek okumaya başlar. Mevlânâ da eserin yazılışına sebep olduğu için onu, şu iki mısra ile överek şanını yüceltir.

Cazibesi içinde sen gibi allamenin

Ünü dünyayı sardı bu Hüsaminame’nin

Mesnevi’nin bir adının da Hüsaminame olmasının nedeni budur. Fakat, bu isim pek revaç bulmamıştır Böylece Mesnevi ve Mevlânâ, biri diğerini hatırlatan iki isim olmuştur. Mesnevi, her beytin kendi arasında kafiyeli olması demektir.

Gelin şimdi, bugünkü dile aktardığımız bu 18 beyti yeniden dinleyelim:

 

DİNLE NEYDEN

 

Dinle neyden, kim, neler hikâyet etmede

Ayrılıklardan nasıl şikayet etmede

 

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri

Feryadımdan inler, kadın erkek her biri

 

Ayrılıktan parçalanmış bir gönül gerek

Ki açayım derdimi ona, iç dökerek

 

Yurdundan, aslından uzak düşen bir kimse

Buluşma demini arar bütün ömrünce

 

Ben ki, her toplulukta ağlayıp inledim

Kötüyü ve iyiyi de kardeşim bildim

 

Her biri dost oldu bana kendi fikrince

Aramadı kimse, ne sırlar var içimde

 

Değildir oysa sırrım feryadımdan uzakta

Fakat nerede o nur, her gözde ve kulakta

 

Ne can tenden, ne ten candan değil ki gizli

Canı görmeye ise, kimsenin yok izni

 

Yel değil, belki ateştir bu neyin sesi

Kimde yoksa bu ateş, yok olsun kendisi

 

Aşkın ateşidir ki, düştü ney içine

Coşup taştı bu kere, düştü mey içine

 

Yarinden ayrılana yar oldu ney sesi

Perdemizi yırttı onun gönül perdesi

 

Ney gibi zehir, hem panzehir var mı böyle?

Ney gibi dost, hem sır sahibi nerede söyle?

 

Ney der ki, bu yol gönül yolu, kanla dolu

Anlatır, hikaye eyler, aşık Mecnunu

 

Bu aşkın sır ortağı, deli ya da veli

Dile de kulaktan başka yoktur müşteri

 

Günler gam içinde vakitsiz soldu gitti

Günler ki, yana yakıla eridi bitti

 

Ko ki geçsin günlerimiz... korkumuz mu var?

Tek sen kal, ey tertemiz, eşi olmayan yar

 

Balıktan gayrı ne varsa suyuna kandı

Nasipsize günler gölge gibi uzadı

 

Olgun kişinin halinden hiç anlar mı ham

Öyleyse sözü, kısa kesmeli vesselam

Bizler gün geçtikçe artan bir hızla iç farkındalığımızı unutuyoruz. Bunun sonucunda kalıcı huzuru ve erdemleri sanki birer masalmış gibi düşlüyoruz. İnsanları hayata bağlayan bütün içsel değerler dış evrende aranmaya başlanmasıyla "insan" özünde saklı olan bilgeliği gözardı etmiştir. Cömertlik, dürüstlük, cesaret, sabırlı olmak ve belki de içten gülümseyebilmek insanın şu ufacık vücuduna sığdırılmış büyük değerlerdir. Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi adlı eserinde gerçek varoluşun "insandan" diğer bir deyişle "sevgiden" öte olmadığını bizlere öğütler.

Mevlana'nın şu eşsiz sözleriyle yazımı noktalamak istiyorum:

"Tahsille elde edilen akıl, ırmaklara benzer. Yataklarından akar da eve öyle varır, ulaşır. Aktığı yol, bağlandı mı akamaz. Sen kaynağı kendi içinde ara.

Mevlana Celaleddin Rumi

 

 

   
Makro Felsefe ve Atlantis

Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar      Makro Felsefe     Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum   

  2150 A.D. (M.S.2150)     M.S. 2150

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

 Ana Sayfa / İndex /Ziyaretçi Defteri /  E-MailKuantum Fiziği /Quantum Teleportation-2

 Time Travel Technology /Kuantum Teleportation / DuyuruUFO Technology 

 Roket bilimi /CetinBAL /Astronomy