Kuantum fiziği ve İnanç Evreninde bir
gezinti
Eski Yunan düşünürleri, tüm cisimlerin atom denilen
küçük parçacıklardan meydana geldiğini düşünüyorlardı. Evreni ve tüm
canlıları; hiçbir yönlendirme olmadan, hiçbir bilinçli müdahaleye
maruz kalmaksızın, bu atomların şekillendirdiğini iddia ediyorlardı.
Bu inanışa göre, madde ezeli ve ebedi idi ve maddenin dışında hiçbir
varlık söz konusu değildi. Varlıkların yapı ve davranışlarında
doğaüstü olayların müdahalesi kabul edilemezdi. Her şey, maddenin
mutlak varlığı inancına dayanıyordu. Bu anlayış herşeyin
görülen boyuttaki maddeden ibaret olduğuna dair sınırlı anlayışın
temelini oluşturuyordu.
Materyalizme göre, evren sonsuzdu ve evrende
bir amaç ve özel yaratılış da yoktu. Evrendeki tüm denge, ahenk,
uyum ve düzen, materyalistlere göre sadece tesadüflerin eseri idi.
Materyalizm her şeyin, şuursuz atomların rastgele bir araya
gelmeleri sonucunda meydana geldiğini ve dış dünya her ne kadar
mükemmel bir komplekslik, denge ve müthiş bir düzen sergilese de,
tüm bunların amaçsız tesadüflerin bir sonucu olduğunu iddia
ediyordu.
Stanley Sobottka
|
Virginia Üniversitesi'nden fizik profesörü Stanley
Sobottka, materyalist bakış açısını şöyle tanımlamaktadır:
Eğer biz buna (materyalist görüşe) inanırsak, buna
göre yaşarsak, kendimiz de dahil tüm yaşantımızın tamamıyle fizik
kanunlarına göre yönetildiğini kabul etmek durumunda kalırız. Bu
durumda isteklerimize, arzularımıza, ümitlerimize, ahlaki
düşüncelerimize, hedeflerimize, amaçlarımıza ve kaderimize
hükmeden tek kanun, fizik kanunlarıdır. Madde ve enerji bizim
birinci asıl hedefimiz, tüm tutkularımızın ve isteklerimizin amacı
olmalıdır. Özellikle bunun anlamı, yaşantılarımızın vücutlarımızı
da içeren maddiyatı elde etme amacına dayalı olması, buna
odaklanması gerekmektedir veya maksimum maddesel hoşnutluğu,
tatmini, zevki elde edebilmek için en azından bu maddi şeyleri
düzenlemek veya değiştirmek gerekmektedir. Başka hiçbir amaç
gözetmeden sadece tüm enerjimizi bu yönde harcamalıyız. Tüm
bunlardan başka hiçbir seçeneğimiz yoktur çünkü tamamıyle fizik
kanunlarına göre yönetilmekteyiz. Bu inançlar veya istekler
tarafından kendimizi tuzağa düşmüş gibi hissedebiliriz ancak
bunları başımızdan bir türlü defedemeyiz. Bize tamamen bu
materyalist (maddesel) sistem hakim olur. [Çetin BAL: Buna göre
Tek boyutlu sınırlı bir evren modeli içinde bizler sadece etki ve
tepki zinciri içinde özgür iradesi elinden alınmış özgür olduğunu
sanan bir çeşit programlarız.]
Kısaca özelleştirirsek bu materyalist felsefenin
özeti "Ben bir vücudum" şeklindedir.(1)
Materyalist bakış açısında insanlar, kendilerini
proğramlanmış bir makine olarak tanımlamaktan
çekinmediler. Şuurlu bir varlık statüsünde olduklarını inkar
ettiler. Kendilerini tesadüflerin var ettiğini iddia ettiler.
Maddenin mutlak gerçekliğine inanan bu insanlar
aslında, Delaware Üniversitesi Bartol Araştırma Enstitüsü'nden
kuantum parçacık fizikçisi Stephen M. Barr'ın ifadesiyle eski dönem
paganistlerinden neredeyse farksızdılar. Materyalist
aynı şeyi, ruhu inkar edip her şeyi madde seviyesine indirgeyerek
gerçekleştirdi. Paganlar, hareketlerin yörüngeler ve yıldızlar
tarafından kontrol edildiğini söylemişti; materyalistler ise,
kendilerinin, beyinlerindeki elektronların yörüngeleri tarafından
kontrol edildiklerini iddia ettiler.(2)
Amit Goswami
|
Oregon Üniversitesi Kuramsal
Bilimler Enstitüsü fizik profesörü Amit Goswami, materyalizmin
insanlara aşılamak istediği temel mantığı şu şekilde açıklamıştır:
Bizler, birer makine olduğumuza inanmaya
şartlandırıldık. Buna göre tüm hareketlerimiz; aldığımız uyarılar
ve geçmişteki şartlanmalar tarafından kontrol edilmektedir. Tıpkı
sürgünler gibi, hiçbir sorumluluğumuz veya hiçbir seçimimiz
yok.(3)
Oysa insan evrensel yaratıcı bir gücün dahilinde iş
gören sınırsız potansiyele sahip bir varlıktır. İnsan, amaçsız ve
sorumsuz bir varlık değildir, deterministik dünya görüşünün aksine
şuursuz bir makine değildir. İnsan, evrene yaşama ve onun tüm
içeriğindeki oluşumlara karşı sorumlu bir varlıktır ve eylemleri ile
kendi ruhsallığının keşfine doğru tekamülsel bir süreç içindedir.
Tek boyutlu maddesel ve mekanik bir evren modelinin
dışında evren çok boyutlu kendini düşünen ve yaşayan devasa bir varlık gibi görülebilir. 19. yüzyılda,
klasik fizikçilerin büyük bir çoğunluğu, maddenin ana öğelerinin
tıpkı bilardo topları gibi, cansız, bölünemeyen atomlardan
oluştuğunu ve evrendeki düzen ve kompleksliğin kaynağının
atomların rastgele hareketlerinin bir sonucu olduğunu sanıyorlardı.
Klasik anlayışa göre, yeryüzündeki canlılık da dahil olmak üzere her
şey, bilinçsiz bir süreç içinde tesadüf eseri var olmuştu. Atomlar;
bilinçsiz, şuursuz birliktelikler kurmuşlar ve şu anda karşımızda
gördüğümüz özellikleriyle dünyayı, dahası hücresel bir
organizmanın dahilinde gelişen akıl ve şuur sahibi olan bizleri
meydana getirmişlerdi. Oysaki içinde hayatiyet ve ruhsallık olan
şuurlu bir evren modeli daha kabül edilebilir bir evren modelidir.
İnsan şuuru bu evrensel şuurla bir şekilde bağlantı kurabilme
yetisini kendi içinde saklamaktadır.
Materyalist bakış açısında şuursuz atomların her
şeyin temeli olduğu iddiası bir açıdan doğrudur.Çünkü insan
hücreleri maddeler ve eşyalar atomlardan kurulu materyallerdir. Ama biz sadece
gerçeğin çok sınırlı bir vechesini görüyoruz. Atomlar tıpkı daha üst
düzeyli bir boyuttan uzanan iplere bağlı kuklalar gibidirler.
Evrensel şuurlu bir enerji onları yönlendirmektedir. Nasıl bir
bilardo masasındaki toplar kendiliğinden hareket etmiyorsa
evrendeki enerjininde hareketi bilinçli bir proğram dahilinde işlev
görmektedir. Peki mekanistik
- deterministik sınırlı bir bakış açısına göre her şeyin sebebi olan
atom nasıl bir şey?
Çetin BAL: Bir gerçek var ki o da hayatın kaynağı
açısından maddeleri ve atomları devre dışı bırakmak yok saymak son
derece yanlış bir bakış açısının ürünüdür. Bilakis atomları enerjiyi
ve maddeyi evrensel bilincli bir enerjinin değişik düzeylerdeki
yoğunlaşımları olarak görmek gerekir. Madde öz itibarı ile ruhsal
enerjinin karekteristiğidir.Maddeyi hareketten, enerjiden şuurdan(
ruhsallıktan) soyutlamak yanlış olur. Tüm bunları birbirini
tamamlayan oluşumlar olarak görmek gerekir.Tüm olay ÖZ cevherin
değişik şekildeki titreşim biçimlerinin bir dansıdır.
Atom, bir bakıma bir boşluktur ve bu gerçekten de
doğrudur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Nötron ve protonların
birlikte oluşturduğu atom çekirdeğini, sadece 1 mm çapında, bir
toplu iğne başı büyüklüğünde kabul edersek; çekirdeğin etrafında
dönen elektron bu çekirdekten tam 100 metre uzaklıkta bir noktada
bulunmaktadır.(4)
Çekirdekle elektronlar arasındaki bu büyük mesafe
içinde ise var olan şey sadece boşluktur. Hiçbir şeyin, hiçbir
maddenin bulunmadığı bu 100 metrelik boşluk, gerçek anlamda bir "boşluk"tur.
İşte bu nedenle uzmanların atomu bir boşluk olarak kabul etmeleri
bir bakıma doğrudur. İngiliz fizikçi Sir Arthur Eddington'un
belirttiği gibi, "madde çoğunlukla hayalet gibi boş alandan
oluşmaktadır." (5)
Daha kesin konuşmak gerekirse, atomun
%99.9999999'unda hiçbir şey yoktur.
Kaliforniya Üniversitesi'nden
parçacık fizikçisi Fred Alan Wolf, atomla ilgili olarak bu gerçeği
şu şekilde açıklamıştır:
... bizim yaşadığımız gezegendeki hayatın, evrenin
ne kadar boş olduğunu düşündüğümüzde, bir sürpriz olduğunu
anlayabiliriz. Aslında, evrenin %99'dan fazlası hiçbir şeydir!
Evrenin endişe verici bir hızla genişlemekte olduğunu dikkate
alırsak, daha önce hiç olmadığı kadar çok hiçlik meydana
gelecektir! Buna bu şekilde bakmak bizde hayranlık uyandırıcı bir
saygı oluştururken, atom altı parçacıkların mikrodünyasını dikkate
aldığımızda, durum daha da fenalaşır. Deyim yerindeyse, hiçbir şey
yoktur.(6)
20. yüzyılın başlarında her şeyin en ufak parçası
olarak kabul edilen atomun içinde dev bir boşluk olduğu, bu boşluğun
içinde de bir çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlar olduğu
biliniyordu. Maddenin de, atomun da, onun içindeki temel
parçacıkların da işlevleri yalnızca genel hatlarıyla anlaşılmıştı.
Peki atom çekirdeğinde, 10-18 metrelik bir alanda, yani
santimetrenin milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda biri
kadarlık bir alanda ne vardı? İşte bilim adamları bunu
bilmiyorlardı.
1960'lı yıllarda, bilimsel alanda çok önemli bir
keşif gündeme geldi. Protonun derinliklerinde, ismine kuark denilen
parçacıklar olduğu fark edildi. Bu olağanüstü küçük parçacıklar,
protonun artı yükünün ve nötronun yüksüzlüğünün sebebiydiler.
Zamanla yapılan araştırmalar sonucunda anlaşıldı ki, atomun
0.0000001'ini oluşturan hacmin içinde müthiş bir dünya var.
Deterministler, atomun derinliklerine doğru indikçe
ve maddenin en küçük yapı taşının olağanüstü detaylarını gördükçe,
çözümü bu konudaki teorilerini farklı bir yönde geliştirmekte
buldular. Tüm evrenin bilinçsizce, rastgele bir şekilde ortaya
çıkması için, yalnızca atomların değil, atomun içindeki dünyanın,
yani atom altı parçacıklarının parçacık hareketlerinin de nasıl
meydana geldiğini açıklamaları gerekiyordu. evrenin bir takım
maddesel yasalarla yönetilen bilinçsiz maddeler topluluğu olduğu
iddiası, mekanistik evren görüşüne sahip zihinlerdeki yerini
korumaktaydı. Ta ki, kuantum fiziği keşfedilinceye kadar...
Evrenin içerik
itibarı ile herşeyi içine alan büyük bir zihin olduğu anlayışına
dair bizi götüren Keşif: Kuantum Fiziği
Fiziki evrenin inşa edilme şekli, ruhun varlığına
işaret etmeye yeterlidir. Benim ruhu bulduğum noktalar kuantum
mekaniğinin işleyişi ya da kuantum fiziği diyebiliriz, bunlar,
fiziki dünyanın ardında ruhla bağlantılı bir temel olabileceğini
gösteriyor.(7) (Kaliforniya Üniversitesi'nden ünlü parçacık
fizikçisi Fred Alan Wolf)
Isaac Newton
|
Isaac Newton'a göre ışık, "corppuscule" adı verilen
bir madde akımıydı. Tümüyle parçacıklardan oluşuyordu. Bir başka
deyişle kuantum fiziği keşfedilene kadar kabul gören geleneksel
Newton fiziğinin temeli, ışığın bir parçacık yığını oluşuna
dayanıyordu. 19. yüzyıl fizikçilerinden James Clerk Maxwell ise
ışığın dalga davranışı gösterdiğini öne sürüyordu. Kuantum teorisi,
fiziğin bu en büyük tartışmasını uzlaştırdı.
1905 yılında Albert Einstein, ışığın kuantalara, yani
enerji paketçiklerine sahip olduğu iddiasını ortaya attı. Bu enerji
paketçiklerine foton adı veriliyordu. Parçacık olarak
adlandırılsalar da, fotonlar 1860'larda James Clerk Maxwell'in iddia
ettiği gibi dalga hareketine eşit şekilde gözlemlenebiliyordu.
Dolayısıyla ışık, dalga ve parçacık arasında bir geçiş gibiydi.(8)
Ancak bu durum, Newton fiziği açısından oldukça büyük bir çelişki
sergiliyordu.
Max Planck
|
Einstein'ın hemen ardından Alman asıllı fizikçi Max
Planck, ışık üzerinde çalışmalar yaparak, ışığın hem dalga hem de
parçacık halinde bulunduğu değerlendirmesini yaptı ve tüm bilim
dünyasını şaşırttı. Kuantum teorisi adı altında ortaya attığı bu
teoriye göre enerji, düz ve sürekli değil, kesik, kopuk ve noktasal
paketçikler halinde yayılıyordu. (Kuantum kelimesi, Latince'de
"nicelik", fizikte ise "parçacık" anlamına gelmektedir.) Bu düşünce
Planck sabiti olarak matematiğe kazandırıldı. Kuantum olayında ışık,
hem madde hem de dalga özelliği göstermekteydi. Foton denilen
maddeye, uzayda bir de dalga eşlik etmekteydi. Yani ışık, uzayda yol
alırken dalga gibi, önüne engel çıkınca aktif bir parçacık gibi
davranmaktaydı. Bir başka deyişle ışık, önüne bir engel çıkana kadar
bir enerji şekline bürünüyor, bir engelle karşılaştığında ise sanki
maddesel bir varlığı varmış gibi kum tanelerini andıran parçacıklar
şeklini alıyordu. Bu teori, Planck'ın ardından Albert Einstein,
Niels Bohr, Louis De Broglie, Erwin Schroedinger, Werner Heisenberg,
Paul Adrian Maurica Dirac ve Wolfgang Pauli gibi bilim adamları
tarafından geliştirildi. Her birine bu büyük buluştan dolayı Nobel
ödülü verildi.
Amit Goswami, ışığın bu yeni
keşfedilmiş özelliği ile ilgili şunları söylüyordu:
Işık, dalga olarak görülebildiği zamanlarda, aynı
anda iki veya daha fazla yerde olma yeteneğinde olur. Bir
şemsiyenin deliklerinden geçer ve dağılma özelliği gösterir. Ancak
ışığı bir fotoğraf filminde yakaladığımızda, parçacık taneleri
gibi aralıklı ve nokta nokta bir özellik gösterir. O halde ışık
hem parçacık hem de dalga olmalıdır. Çelişkili, değil mi? Söz
konusu olan eski fiziğin siperlerinden biri: birden fazla yoruma
yer vermeyen kesin bir izah. Söz konusu olan bir diğer şey de
nesnellik kavramı: Işığın doğası, yani ışığın ne olduğu, onu nasıl
gözlemlediğimize mi bağlı? (9)
Bilim adamları, artık maddenin cansız, kör ve
anlaşılmaz parçacıklar olduğuna inanmıyorlardı. Bir başka deyişle
kuantum fiziği, materyalist bir anlam taşımıyordu. Çünkü maddenin
özünde, maddesel olmayan bir şeyler vardı. Einstein, Phillip Lenard
ve Compton ışığın tanecik yapısını araştırırken, Louis De Broglie de
dalgaların yapısını incelemeye başladı. Broglie'nin keşfi ise
olağanüstüydü. Yaptığı çalışmalar sonucunda atom altı parçacıkların
da dalga özellikleri gösterdiklerini gözlemlemişti. Elektron, proton
gibi parçacıklara da dalga boyu eşlik etmekteydi. Yani genel kanının
aksine bilim adamlarının mutlak madde olarak tanımladığı
atomun içinde, bilinen inancının aksine maddesel nesneler değil,
aslında var olmayan enerji dalgaları vardı. Yani varolan ama bir
olasılık dalga bulutu ile tanımlanabilen farklı bir maddesel realite
vardı. Artık klasik dünyamızdaki maddesel nesne davranışları ve
görüntüleri yerini belirsiz bir takım olasılık dalgalarına
bırakmıştı. Atomun içindeki bu küçük parçalar, tıpkı ışık gibi,
istedikleri zaman dalga gibi davranıyor, istedikleri zaman da
parçacık özelliği gösteriyorlardı. Yani daha realist ve klasik
yoruma göre atomun içinde " katı ve sert olarak mutlak şekilde
var olan madde" beklentilerin aksine kimi zaman görülebilir
oluyor, kimi zaman da yok oluyordu. Bu önemli keşif, gerçek dünya
zannettiğimiz görüntülerin birer gölge varlık olduğunu, maddenin,
fizikten tamamen uzaklaştığını ve metafiziğe yöneldiğini
gösteriyordu. (10)
20. yüzyılın başlarında Max Planck, ışığın hem dalga hem de
parçacık özelliği gösterdiği değerlendirmesini yaparak
“kuantum teorisini” ortaya attı.
|
Fizikçi Richard Feynman, atom altı parçacıkları ve
ışıkla ilgili bu ilginç gerçeği şu sözlerle açıklıyordu:
"Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını
artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi
davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga
gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü,
benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna
"kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha
önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir...
Bir atom, bir yay ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi
davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek
benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde
davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar
bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de aynı şekilde
"acayiptir". Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayal gücü
gerektirir; çünkü algılayacağınız şey bildiğiniz her şeyden
farklıdır... Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse
bilemiyor."(11)
Tüm bunları özetlersek, kuantum mekanikçilerinin
söyledikleri, nesnel dünyanın bir illüzyon olduğuydu.(12) Max Planck
Institude of Physics (Max Planck Fizik Enstitüsü) yöneticisi Prof.
Hans-Peter Dürr, bu gerçeği şu şekilde özetliyordu:
''Madde her ne ise, maddeden
yapılmamıştır.'' (13)
1920'lerde en ünlü fizikçiler, Paul Dirac'tan Niles
Bohr'a, Albert Einstein'dan Werner Heisenberg'e kadar herkes,
kuantum deneylerinin sonuçlarını açıklamak için uğraştı. Sonunda,
1927'de Brüksel'deki beşinci Solvay Fizik Kongresi'nde bir grup
fizikçi –Bohr, Max Born, Paul Dirac, Werner Heisenberg ve Wolfgang
Pauli– Kuantum Mekaniğinin Kopenhag Yorumu olarak adlandırılan bir
uzlaşmaya vardılar. Bu isim, grubun liderliğindeki Bohr'un çalıştığı
yerin adıydı. Bohr, kuantum teorisinin öngördüğü fiziksel
gerçekliğin, bir sisteme dair bizim sahip olduğumuz bilgi olduğunu
ve bu bilgiye dayanarak ortaya attığımız tahminler olduğunu öne
sürdü. Ona göre bizim beynimizdeki bu "tahminler", "dışarıdaki"
gerçek ile alakasızdı. Yani "içimizdeki dünya", Aristo'dan bu yana
fizikçilerin merak ettiği başlıca konu olan "dışarıdaki gerçek"
dünya ile ilgili değildi. Fizikçiler, bu görüş ile ilgili eski
düşüncelerini bir kenara atmışlar ve kuantum anlayışının fiziksel
sistem üzerinde yalnızca "bizim bilgimizi" temsil ettiği konusunda
hemfikir olmuşlardı.(14) Bir başka deyişle bizim algıladığımız maddi
dünya, yalnızca bizim beynimizdeki bilgiler ile var oluyordu. Yani
dışarıdaki maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olamıyorduk.
Jeffrey M. Schwartz, Kopenhag yorumuna göre ortaya
çıkan sonucu şu şekilde tanımlıyordu:
Fizikçi John Archibald Wheeler'ın söylediğine göre:
"Hiçbir olay, gözlemlenmeden, bir olay değildir.'' (15)
Özetle, kuantum mekaniğinin tüm geleneksel yorumu,
bir "algılayanın" varlığına bağlı idi.(16)
Amit Goswami, bu gerçeği şu
şekilde tanımlamıştı:
Şunu sorduğumuzu varsayalım: Yukarıya
bakmadığımızda da Ay hala yerinde midir? Ay, sonuçta bir kuantum
objesi olduğu için (tamamen kuantum objelerinden oluştuğu için),
fizikçi David Mermin'in de belirttiği gibi buna hayır demeliyiz.
Belki de en önemli ve çocukluğumuzda özümsediğimiz
en sinsi zan, dışarıda var olan objelerin maddesel dünyasının,
gözlemleyenlerin oluşturduğu objelerden bağımsız olduğudur. Bu
zannın lehinde dolaylı kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin biz Ay'a
baktığımızda, onun klasik olarak hesaplanmış yörüngesinde olmasını
beklediğimiz yerde buluruz. Doğal olarak, biz ona bakmasak bile,
zaman-mekan kavramı içinde Ay'ın mutlaka orada olduğunu zihnimizde
tasarlarız. Kuantum fiziği ise buna hayır der. Biz Ay'a
bakmadığımızda, her ne kadar çok küçük miktarlarda da olsa, Ay'ın
olası dalgaları yayılır. Biz ona baktığımızda, dalga hemen söner
ve dalga artık zaman mekan kavramı içinde olmaz. İdealist bir
metafizik varsayımı belirtmek daha anlaşılır olacaktır: Eğer ona
bakan bilinçli bir kişi bulunmuyorsa, zaman mekan kavramı içinde
hiçbir obje yoktur. (17)
Kuantum fiziğine göre maddenin varlığı, bir "algılayanın"
varlığına bağlıdır. Dolayısıyla, biz Ay'a bakmadığımız zaman
Ay olarak gördüğümüz cisimden yayılan dalgalar söner ve dalga
artık zaman-mekan kavramı içinde var olmaz. Kuantum fiziğine
göre, gözlemci olmadığı sürece, Ay gökyüzünde değildir.
|
Bu elbette bizim algı dünyamız için geçerlidir.
Elbette dış dünyada Ay'ın varlığı aşikardır. Ama biz baktığımızda
ancak Ay'ın kendi algı dünyamızdaki varlığı ile karşılaşırız.
Zihin ve Beyin
|
Kaliforniya Üniversitesi'nden nörobilimci ve
psikiyatri profesörü Jeffrey M. Schwartz ise, kuantum fiziğinin
gösterdiği bu gerçekle ilgili olarak The Mind and The Brain (Zihin
ve Beyin) kitabında şu satırlara yer vermiştir:
Kuantum fiziğindeki gözlem güçlü bir şekilde ifade
edilememektedir. Klasik fizikte (Newton fiziği) gözlemlenen
sistemler, onu gözlemleyen ve araştıran bir bilincin varlığından
bağımsız olarak bir varlığa sahiptir. Ancak kuantum fiziğinde,
yalnızca gözlemleme sonucunda fiziksel bir niceliğin gerçek bir
değeri olur.(18)
Jeffrey M. Schwartz, çeşitli fizikçilerin konuyla
ilgili yorumlarını ise şu şekilde özetlemiştir:
Jacob Bronowski'nin "The Ascent of Man" kitabında
belirttiği gibi: "Fizik bilimlerinin bir amacı, maddesel dünyanın
tam bir görüntüsünü vermekti. 20. yüzyılda fizikteki en büyük
başarılardan biri ise, bu amacın elde edilemez olduğunu kanıtlamak
oldu."
İnsanın Yükselişi
|
Heisenberg'e göre ise, objektif gerçeklik "buhar
olup uçmuştur". 1958 yılında şunları itiraf etmiştir: "Kuantum
teorisinde matematiksel olarak formüle ettiğimiz doğanın
kanunları, artık doğrudan parçacıklarla ilgili değildir,
parçacıklar hakkındaki bilgimizle ilgilidir."
Bohr ise, "Fiziğin görevinin, doğanın nasıl
olduğunu bulabilmek olduğunu düşünmek yanlıştır. Fizik, doğa
hakkında bizim ne söyleyeceğimizle ilgilidir." demiştir.(19)
Ülkemizde de gösterilen "What the Bleep Do We Know"
(Ne Biliyoruz ki?) belgesel filimindeki konuk fizikçilerden Fred
Alan Wolf ise bu gerçeği şu şekilde tanımlamıştır:
Nesneleri oluşturanlar, daha fazla nesneler
değildir. Nesneleri oluşturanlar fikirler, kavramlar ve
bilgidir.(20)
80 yıl süren insan zekasının gerçekleştirebileceği en
ilginç ve hassas deneylerden sonra kesin ve bilimsel olarak
ispatlanmış olan kuantum fiziğine karşı hiçbir karşıt görüş yoktur.
Yapılmış deneylerin getirdiği sonuçlara önerilebilen bir karşıt
görüş de yoktur. Kuantum teorisi, yüzlerce farklı yönden mümkün olan
her türlü denemeye tabi tutulmuş ve bilim adamlarının geliştirdiği
her türlü testi geçmiştir.(21) Sayısız bilim adamına Nobel ödülü
kazandırmıştır ve hala kazandırmaktadır. Koşulsuz olarak tek gerçek
şeklinde kabul edilmiş Newton fiziğinin getirdiği en temel kavramı,
mutlak madde kavramını ortadan kaldırmıştır. Eski fiziğin
destekçileri, maddenin tek ve gerçek varlık olduğuna inanan
materyalistler, kuantum fiziğinin getirdiği "maddesizlik" gerçeği
karşısında gerçek bir bocalama yaşamışlardır. Artık tüm fizik
yasalarını metafizik içinde aramak zorundadırlar. Bu büyük şok, 20.
yüzyıl başlarında, materyalistlere, şu an bu satırlarda tarif
edilemeyecek kadar büyük bir şaşkınlık yaşatmıştır. Kuantum
fizikçisi Bryce Dewitt ve Neill Graham bu durumu şu şekilde tarif
etmektedirler:
Modern bilimin hiçbir gelişmesi, insan düşüncesi
üzerinde kuantum teorisinin ortaya çıkışından daha derin bir etki
bırakmamıştır. Yüzyıllar boyunca oluşan düşünce kalıplarından acı
çeken bir kuşak öncenin fizikçileri, yeni bir metafiziği
kucaklamak zorunda kaldılar. Bu yeni yönlenmenin yol açtığı
sıkıntı günümüze kadar devam etti. Temel olarak fizikçiler ciddi
bir kayıpla karşılaştılar: Gerçeğe olan bağlılıkları.(22)
Elektronların Dalga Özelliği ve Bilimsel
Kanıtı
Atom altı parçacıklarının söz konusu ilginç
özelliğini gösteren en önemli deney, çift yarık deneyidir. Bu deney,
ışığın ve elektronun dalga gibi davrandığını, ikisinin de aynı
ölçüde garip özellik gösterdiğini görmek için yapılmıştır. Burada
konuyu daha iyi anlayabilmek için deneyin, elektron yerine kum
tanecikleri ile yapıldığı varsayılmıştır.
Thomas Young'un çift yarık deneyi, ışığın ve elektronun dalga
gibi davrandığını göstermek için yapılmıştır. Eğer kum
tanecikleri bir kaynaktan fırlatılıp iki yarıktan geçirilirse,
karşıdaki ekranda iki eşit desen oluşacaktır. Bunu
elektronlarla denediğimizde yine aynı sonucun oluşmasını
bekleriz. Ancak sonuç beklendiği gibi olmamaktadır.
Elektronlar, karşıdaki ekranda dalgaların oluşturduğu gibi bir
desen oluşturmaktadır. Bu durum, maddeyi oluşturan
elektronların maddesel özellik göstermediklerinin kanıtıdır.
|
Büyük bir parçacık kaynağını, örneğin bir kum
üşeyicisini bir duvarın karşısına getirelim. Üzerinde iki tane yarık
bulunsun. Duvarın diğer tarafında da bu iki yarık içinden geçen
parçaları izleyen bir ekran bulunsun. Parçacıklar, kaynaktan
salınır, yarık üzerinde hareket eder ve ekrana çarparlar. Pek çok
parçacığın yarıkların içinden geçmesini ve ekrana çarpmasını
izledikten sonra, ekran üzerinde iki yığın şeklinde noktacıklar
oluştuğunu görürüz. Birinci yığın, ilk yarık üzerinden gelen
parçacıklar; diğer yığın da diğer yarık üzerinden gelenler. Olay
beklediğimiz gibi gelişmiştir.
Fred Alan Wolf
|
Şimdi deneyi, farklı şekilde yaptığımızı düşünelim.
Söz konusu deney ortamını belirli bir madde ile dolduralım, örneğin
su. Kum tanecikleri yerine bir titreşim aleti kullanalım. Bu alet
ortamı hareketlendirsin ve sürekli olarak tüm yönlere doğru su
dalgaları oluştursun. Dalgalar, parçacıklar gibi belli bir alan
içinde sınırlı değildir. Ortamın tamamının içine yayılabilir. Sonuç
olarak, aynı anda her iki yarıktan da geçen dalgalar tek bir ortam
içinde yayılır, birbirleriyle karşılaşır ve birbirlerinin hareketini
engellerler. Bir dalganın tepe noktası diğeri ile karşılaşınca,
birbirlerinin etkisini yok eder. Dalga etkisi gider ve geriye su
yüzeyinde bir düzlük kalır. Bu engelleme, dalgaların en temel
özelliğidir.
Deney elektronlar üzerinde yapıldığında, kum
taneciklerinde olduğu gibi büyük miktarlarda atom yığınının ekrana
çarpması yerine, elektronların birbirlerini engelledikleri
gözlemlenmiştir. Bir başka deyişle, parçacık olarak kabul edilen
elektronlar için beklenen olmamıştır. Dolayısıyla, elektronlar
engelleme özelliği gösterdiklerinden dalga özelliği taşımalı,
parçacık olmamalıdırlar. Ama elektronlar dalga da olamazlar, çünkü
tıpkı parçacıklar gibi, ekrana aralıklı yığınlar halinde
çarpmışlardır. Bu durumda gözlemlerimiz, elektronların kaynaktan
çıktıklarında ve ekrana ulaştıklarında parçacık oldukları, ama bunun
arasındaki her yerde dalga olduklarıdır. Bu gerçekten de çok
gariptir.(23)
Bu deneysel kanıt, klasik maddesel dünya görüşünü
ortadan kaldırmıştır. Klasik tanıma göre her parçacık, mutlaka
uzayda belli bir yerde nesnel bir varlığa sahiptir. Yine bu anlayışa
göre, bir elektron bir aralık boyunca tek bir güzergah izlemelidir
ve yönü belli olmayan dalga gibi iki aralık arasında hareket
etmemelidir. Ama bu beklenti karşılıksız kalmıştır.
Burada bahsettiğimiz dalga, suda oluşan dalga gibi
fiziksel bir anlam taşımamaktadır. Buradaki dalga, elektron
dalgalarıdır. Bu dalgalar, bizim fiziksel dünyamızdaki üç boyutlu
ortamda var olmamaktadırlar.
Söz konusu dalga kavramını ünlü
fizikçi Fred Alan Wolf şu şekilde tarif etmektedir:
Kuantum fizikçileri bir olayın olasılığını
belirlediklerinde, bir sayı hesaplarlar. Bu sayı, kuantum dalga
fonksiyonları adı verilen iki matematik fonksiyonunun çarpımından
ortaya çıkar... Bu dalga fonksiyonları zaman ve mekan içinde
hareket eden gerçek birer dalga olarak farz edilirler. Ancak
aslında bunlar gerçek dalga değillerdir, tamamen hayalidirler.
Bunlar, manyetik alan veya yer çekimi alanı gibi bir alan
değillerdir. Bunlar ölçülemezler. Kütleleri veya enerjileri
yoktur. Bunlar yalnızca bizim zihnimizde ve hayal gücümüzde var
olurlar. Yani, gözlemlediğimiz gerçek maddesel varlıklar gibi
varlıkları yoktur...
Zaman halkalarını yöneten dinamik kanunları, bize
ait bir hikayeyi meydana getirir. Bir başka deyişle, bir zaman
halkası meydana getirildiğinde, bilinçli veya bilinçsiz olarak
"dışarıda" olarak tecrübe ettiğimiz dünya, hem kendi zihnimizde
hem de nesnel olarak paylaştığımıza inandığımız gerçeklikte
meydana gelir.(24)
Fred Alan Wolf'a göre, elektronlarla ilgili kesin ve
bilimsel olan gerçek; bildiğimiz fiziksel veya matematiksel
kavramlar içinde anlaşılmasının imkansız olduğudur. Ancak bizler
zaten dışarıdaki gerçeklikle hiçbir zaman bir bağlantı içinde
olamayız. Kendi algılarımızı aşarak dış dünyanın aslına ulaşmamız
imkansızdır.
Çift yarık deneyi, tüm atom altı parçacıkları ile
denenebilir. Ama sonuç hep aynı olacaktır. Çünkü kuantum mekaniği,
tüm evrene hakimdir. Milyonlarca atom bir araya gelip büyük bir
nesneyi veya bir insanı meydana getirdiğinde, söz konusu engelleme
etkisinin gözlemlenme ihtimali de azalır. Ama bunun anlamı, kuantum
mekaniğinin artık geçersiz olduğu değildir. Sadece bu işlem artık
gözlemlenememektedir. Dolayısıyla bu gerçek, maddenin tümü için
geçerlidir. Washington Üniversitesi'nden matematikçi Thomas
McFarlane'e göre kuantum mekaniğinde, günlük yaşantımızda karşımıza
çıkan büyük objeler de aslında nesnel olarak var olan maddeler
değildirler. Farlane'e göre, nesnel olarak var olan dünyanın
görüntüsü, sadece bir illüzyondur.(25)
Çift yarık deneyi ile
kanıtlanmış olan şey, elektronların bildiğimiz fiziksel ve
matematiksel kavramlarla anlaşılmasının imkansız oluşudur. Ancak
bizler zaten dış dünyadaki gerçeklikle hiçbir zaman bir bağlantı
içinde olamayız. Algılarımızın bize gösterdiklerini aşarak, dış
dünyanın aslına ulaşmamız mümkün değildir.
Kuantum mekanikçilerinin bilimsel olarak ispat
ettikleri şey, nesnel dünyanın yoğunlaştırılmış bir dalga şeklinde
var olduğudur. Kuantum mekanikçilerine göre insanı aldatan en büyük
problem ise bizim algılarımızla var olan dünyada, gerçekliği oldukça
ikna edici olan detay, keskinlik ve netliğin söz konusu olmasıdır.
Oysa dışarıdaki dünya bize hiçbir zaman ulaşmamaktadır. Bizler,
dışarıdaki gerçekliği, dışarıda var olan madde dünyasının aslını
hiçbir zaman göremeyiz. Bizim zihnimizde oluşan bir dünya vardır ve
bizim algılarımızla var olmasına rağmen bu dünya mükemmel bir
netlikle oluşmaktadır. Günlük yaşantımız, dışarıda var olan
gerçeklik ile oldukça çelişkili bir görünüm sunmaktadır. Bu durumda
karşımıza çıkan soru, fiziksel gerçeklerin mi, yoksa bizlere doğru
ve net görünenlerin mi doğru kabul edilmesi gerektiğidir. Thomas J.
McFarlane, bu soruya bir karşılaştırma yapılarak cevap
bulunabileceğini belirtmektedir.
McFarlane'e göre günümüz bilim adamlarının, bu cevabı
bulmak için bundan 300 yıl öncesine gidip, Dünya'nın düz olduğuna
inanan insanlarla karşılaştığını düşünebiliriz. Bilim adamları,
onların hatasını düzeltmek için onlara kibarca yanlış
düşündüklerini, Dünya'nın aslında yuvarlak olduğunu söylerler. Onlar
ise muhtemelen, bilim adamlarına neden böylesine çılgınca bir fikre
kapıldıklarını soracaklardır. Bilim adamları ise onlara, o dönemin
şartları ve bilgisi dahilinde kendi tezlerini kanıtlayacak tek bir
delil bile getiremeyeceklerdir. Ancak onlar günümüz insanlarına, tüm
deneyimlerine dayanarak ve bununla ilgili deliller getirerek
Dünya'nın düz olduğunu kendilerince açıklarlar. Dahası, yeryüzünü
ölçmek ve yol haritaları yapmak için gezegen geometrisi kavramını
kullanır ve günlük yaşamlarında bununla çelişen hiçbir şey
bulmazlar. Aynı şekilde, geniş bir araziye veya denize baktıklarında
da hiçbir eğrilik görmediklerini söyler ve Dünya'nın yuvarlaklığını
kanıtlayan hiçbir delil bulunmadığını iddia ederler. Bu durumda,
"Dünya yuvarlaktır" iddiası bir aldatmaca gibi kalır. Bilim
adamları, hiçbir şey kanıtlayamamış olarak, zaman makinelerine biner
ve günümüze dönerler.(26)
McFarlane'e göre, dostlarımızı Dünya'nın yuvarlak
olduğuna ikna edemememizin sebebi, elbette, Dünya ile
karşılaştırıldığında çok küçük oluşumuzdur. Deneyimimiz coğrafik
olarak küçük bir alanda sınırlı kaldığı için Dünya, gerçekte öyle
olmadığı halde, düz gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, Dünya'nın
görünen düzlüğü aslında gerçek bir düzlük değildir, çünkü Dünya düz
değildir. Ama bu, Dünya'nın büyüklüğü nedeniyle yanıltıcı bir
düzlüktür. Dünya'nın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için, günlük
deneyimlerimizin ötesine gitmemiz gerekmektedir. Örneğin, bir uçak
ile Dünya etrafında uçabilir veya bir uzay mekiği ile uzaya
çıkabiliriz. Ama günlük deneyimlerimizle sınırlı kaldığımızda,
düzlüğün bir illüzyon olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktur. Aynı
şekilde, Dünya'nın düz olduğuna inanmamak için bir nedenimiz de
yoktur. McFarlane, verdiği bu örnekten sonra sözlerine şu şekilde
devam eder:
Eğer insanlar geçmişte gerçek konusunda bu derece
aldanmışlarsa, biz şu anda aldanmadığımızı nasıl bilebiliriz?
Gördüğümüz gibi, bizim şimdiki gerçek görüşümüzün günlük
deneyimlerimizle uyumlu olması, onları gerçek haline getirmez.
Bizim deneyimlerimizin bir sınırı olduğu için, belki de nesnel
dünya fikrimiz gerçekten de bir illüzyondur. Tıpkı düz dünya
fikrinin bir illüzyon olması gibi.(27)
Maddenin katı ve sert görüntüsü,
mekanistik ve determinist dünya görüşü ile birlikte kaybolup
Gitmiştir
Kuantum mekaniğinin bizlere göstermiş olduğu sonuç
şudur: Madde, klasik bakış açısı içerisinde iddia edildiği
gibi her zaman klasik mekanik ölçüler içinde varolmayabilir..
Çevremizde gördüğümüz varlıklar da sandığımız gibi sadece
bilardo topu şeklinde katı ve sert birer atom yığını
değillerdirler. Kuantum fiziğine göre madde, klasik fizikçilerin
hiç hesaba katmadığı boyutlar içinde nitelik değiştirmiş ve maddenin
temelinin sadece bir enerji şekli olduğu bilimsel olarak
kanıtlanmıştır. Klasik madde anlayışı, kuantum fiziğinin gösterdiği
gerçekler ile bilimsel anlamda kesin olarak çökmüştür.
Paul Davies ve John Gribbin,
yeni fiziğin materyalizmi tamamen ortadan kaldırdığı gerçeğini şu
şekilde özetlemektedirler:
Materyalizme hayat veren bilim olan fiziğin aynı
zamanda materyalizmin ölümü için bir sinyal olduğunu söylemek
doğrudur. 20. yüzyıl boyunca yeni fizik, bir seri şaşırtıcı
gelişme ile materyalist doktrinin temellerini ortadan kaldırdı.
Önce, Newton'un mekan ve zaman konusundaki tahminlerini ortadan
kaldıran görecelik kuramı geldi... ve daha sonra kuantum teorisi
geldi ve bizim madde görüntümüzü tamamen değiştirdi.(28)
Fizikçi Fred Alan Wolf ise,
materyalizmi artık bilim adamlarının da terk etmiş olduklarını şu
şekilde haber vermektedir:
Çoğu bilim adamı da dahil olmak üzere pek çoğumuz,
yeni nesnel materyalizmi kabul etmiyoruz. Kalbimizin
derinliklerinde, bizden önceki simyacıların yaptıkları gibi, tüm
evrenden sorumlu olan şeyin, materyalizmden çok daha zengin bir
şey olduğuna inanıyoruz.(29)
Delaware Üniversitesi Bartol
Araştırma Enstitüsü parçacık fizikçisi Stephen M. Barr, bu gerçeği
şu sözlerle ifade etmektedir:
Bilim bizi böyle bir serüvenin içine sürükledi.
Silahlarla, hava balonları ve gemiler ile değil;
teleskoplarla ve parçacık hızlandırıcılarıyla donanmış ve derin
matematiğin işaretleri ve sembolleriyle konuşan bilim, bize, çok
farklı kıyıları ve bize oldukça yabancı olan fantastik yerleri
getirdi. Biz evreni incelemeye devam ettikçe, yolculuğun sonuna
geldiğimizde artık birer birer bize tanıdık gelen sınır taşlarını
ve en eski evimizin planını kavramaya başladık. Gerçeği bulmaya
çalıştığımız bu yolculuk en sonunda bizi hepimizi içine alan ve
zihinlerimizin derinliklerinde hepimizin ''bir'' ve aynı enerjinin
farklı silüetleri olduğumuz gerçeğini fısıldayan evrensel
bir bilincin varlığına (Dini tabirle Allah'a) yöneltmektedir.(30)
Kaynaklar: |