Zaman Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005
Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli Yunus EMRE, (1238 - 1328) İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır.
Yunus Emre hakkında
az bilgi var doğrusu, ilk olarak bunları kısaca anlatalım..
Yunus Emre’nin ataları
Horasan’dan
(Afganistan sınırlarına
yakın bir ülkeden)
geldiler..
Memleket olarak Yunus
Emre’nin Karaman'lı olduğunu gösteren belgelerin hemen hepsi resmi ve sağlam
belgelerdir..
Bu belgeler Osmanlı Devleti
zamanında sıkı bir şekilde korunup, mühürlendi..
Yunus Emre’nin
Karaman'li olduğuna dair ilk bilgilerde Osmanlı Devleti belgelerinden
geldi...
Yani sonuçta Yunus Emre’nin
başka yerlerde bulunduğuna dair hiçbir resmi ve sağlam kaynak yok...
Yunus Emre’nin
Karaman'lı olduğuna dair sağlam kaynaklar sadece ve halen Karaman´da
mevcut.....
Osmanlı Devletinde
Yunus Emre’nin mezarının yeri olarak hep Karaman gösterildi ve bu türbenin
giderleri için ödenek bile sağlandı...
Belgelerde geçen yer
ve köy isimleri halen mevcut.. Ve hepsi Karaman’ın birer köyü veya
kasabası... Bütün bunlardan tek bir sonuç çıkıyor..
YUNUS EMRE
KARAMAN’LI VE MEZARI KARAMAN’DA BULUNUYOR!
ama Yunus Emre'yi şiirlerine bakarakta tanıya biliriz ?....
ALLAH SEVGİSİ...
Bütün tasavvuf ehlinde olduğu gibi , Yunus Emre’de
de Allah sevgisi en üst düzeydedir bunu şiirlerine bakarak anlıyoruz..
Çünki siirlerinin
başlıca
temasıdır
bu.. Hemen hemen
bütün şiirlerinde Allah sevgisi geçer, aşık
olanın sevgilisine duyduğu
hislerin daha fazlasını
duyarak şiirlerinde bunu dile getirir..
*Aşkın aldı benden
beni , bana seni gerek seni*
Ben yanarım dünü
günü, bana seni gerek seni!
Yunustur benim adım, gün geldikçe
artar oldum..
iki cihanda maksudum bana seni gerek seni..
diyerek Allah’a karşı olan sevgisini iki
cihanda bile tek istediğinin Allah sevgisi olduğunu belirtiyor..
Yunus Emre’de Allah sevgisi
diğer şairlere benzemiyor...
Çünki o
söylemek istediği duygularını sade bir Türkçe ile söylemiş..
Aşağı yukarı aynı zamanda
yaşamış Mevlana, aynı duyguları eserlerle çevresine telkin ederken o sade
bir anlatımla insanlara anlatmış duygularını...
Allah aşkını her şeyin üstünde
tutmuş...
Hatta kendinin yerine içinde sadece
Allah aşkının olmasını istemiş bakınız su şiirlere..
"ilahi bir aşk ver
bana, kandalığımı
(nerede olduğumu)
bilmeyeyim,,
"Aşktır bu derdin
dermanı, aşk yolunda verem cani,
diyerek ebedi
sürmesini istiyor...
Bununda
gerçekleştiğini yani Allah sevgisi ile bütünleştiğini amacında muvaffak
olduğunu başka bi şiirinde söylüyor bize bakınız:
"Beni bende demen,
ben bende değilim,
Bir ben vardı bende, benden içeri"
Allah sevgisine ve Allah’a ulasmada hiç bir
engel tanımamış sanki?
ve Allah katında kıymetinin çok olduğuna
inandığı Hz. Muhammed’e, kendi başta olmak üzere herkesi Allah’a ve Allah
sevgisine çağırmış..
"Gökyüzünde İsa ile,
tur dağında Musa ile,
Elindeki asa ile
çagırayım Mevlam seni..
Derdi ökküs Eyyub
ile, gözü yaşlı Yakup ile
Ol Muhammed mahbub
ile çağırayım Mevlam seni"..
İNSAN SEVGİSİ... Yunus Emre gönül insanı sevgili okuyucular.. Sevgi aşığı.. Onun tek istediği sevgiye bağlı olan her şey.. Bi insanda ilk önce gönlüne önem veriyor... Çünki bir gönül yıkmayı büyük günah sayıyor... Ama burada şunu belirtmekte yarar var diye düşünüyorum, belki yaşı ufak çocuklar okuya bilir bu yazıyı ve kafaları karışa bilir: Yunus Emre bir şairdir, peygamber falan degil!
Yani bunu şu
bakımdan yazdık, Yunusun'kiler birer şiirdir, ayet gibi hadis gibi sakın
değerlendirmeyelim..
Neyse yukarda
yazdığımız gibi Yunus Emre´nin genel felsefesi insan ve aşk..
Özellikle ilahi ask!
(Yani Allah aşkı üzerinedir)..
Günümüzde herkes
bir demokrasi havarisi kesiliyor..
Özgürlükler deniliyor, temel hak ve hukuk falan
deniliyor..
Yunus Emre
bunu asırlar öncesinden halletmis..
Çünkü
"Yaradılanı hoşgör
yaradandan ötürü"
diyerek
bütün insanlığı bütün mahlukati bütün mevcudatı kısaca yaratılmış olan
herşeyi sevmemiz gerektiğini söylüyor...
İnsanların
kimlikleri ve milliyetleri önemli değil, hatta ve hatta dinleride önemli
değildir Yunus Emre için..
Önemli olan yaratılmış olması ve
onuda bir yaratanın bulunması yani Yüce Allah tarafindan yaratılmış
olmasıdır..
Allah’ı çok
sevmemizide söylüyor.. Sevmekle kalmayıp ona aşık olmamız gerektiğinide
söylüyor Yunus Emre..
Zaten
şiirlerinde ana tema bu yöndedir..
Aşksız insanın
odundan farkı olmayacağınıda söylüyor,
bütün
şiirlerini yazmayalım diye böyle en önemli yerlerini alıyoruz..
Gönül
kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek,
gönül almak,
büyüklük taslamamak, hoşgörülü olmak,
bilgili olmak,
Yunus Emre´nin üzerinde durduğu başlıca
konulardır sevgili okuyucular..
Yunus, Allah'a
dost olma felsefesini ne güzel benimsemiş...
Bu felsefedeki insan kötü
düşüncelerden zaten arınır,
ölüm korkusunuda rahatlıkla yener, dolayısıyla
Allah ve insanlık yolunda çaba gösterir..
Yani kısacası mükemmel bir insan olur..
Dervişlik dedikleri,
hırka ile taç değil.. Sevgili okuyucular Yunus Emre, sanıldığı gibi okuma-yazması olmayan cahil bir kişi değildir.. Eldeki belgelerin incelenmesi sonucunda, şeyh soyundan olduğu, kendisininde bilgili, mal mülk sahibi aile içinde yetiştiği, aynı zamanda Karamanoğulları sarayında hatırı sayılır bir kişi olduğu ortaya çıktı.. Toroslarda yasayan Türkmenlerin.. O'nu "Şeyh" olarak kabul ettikleride anlaşıldı... Hem Karaman Tarihini yazan "Şikari" adlı eski yazarda kitabında ondan şeyh olarak söz etti....
YUNUS EMRE VE TASAVVUF
Sevtap YAZAR
Yunus Emre, ne felsefî manada bir filozof ne ilimle uğraşan, sistemli bir eğitimden geçmiş bir müderris ne de filozofik manada bir hakim(bilge)dir. Yunus Emre hikmeti ledün anlamında kullanan bir mutasavvıftır ve sanatı da buna göre düşünülmelidir.
Yunus Emre, İslam şeriatine bağlı, seyr ü
sülûku yaşamış ve İslam tasavvufunun belirlemiş olduğu şeriat, tarikat,
hakikat ve marifet makamlarından geçerek irfana ulaşmış bir âriftir. Tamamen
ilhama dayalı olan, medresede okuyup yazmakla öğrenilemeyen yakîn yani kesin
ve apaçık, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran gaybın hakikatine erişme
bilgisine sahiptir. Yunus Emre de birçok mutasavvıf gibi “Biz Hızır’a kendi ilmimizden öğrettik” âyetindeki ledün kelimesini tasavvuf anlamında almıştır. Kur’an-ı Kerim’de mana çift yönlüdür. Bunlardan biri zahirî diğeri ise batınîdir. Batınî mana, pek çok insanın bilgisini ve tecrübesini aşan, ancak ârifler tarafından yorumlanan ve bilinen bir manadır. İlm-i ledün de bu batınî öğreten ilimdir. Bu da ancak bir mürşid-i kâmil aracılığıyla olur. Ledün yoluna ancak aşk ile varılır dini bilgileri ilmen öğrenmek bir şey ifade etmez. Ledüne ulaşmak için bu yolda yetenek sahibi olmak gerekir. Bu bilgi ve hayat insanı ab-ı hayat gibi ölümsüz kılar. Ledün, sâlik için yalnızca dört menzil uzaktadır.
İnsan kendinin nereden gelip nerede olduğunu ve
nereye gittiğini öğrenmek ister bu da ancak ilm-i ledün ile öğrenilir.
Gaflet bu yolu engelleyici gönül ise hedefe ulaştırıcıdır. Mana alemine
ulaşabilmek için sâlikin bir mürşide bağlanması ve onun dediklerine uyarak
yola devam etmesi gerekir.
Yunus Emre tasavvuf yerine ilm-i ledün yanında
ledünni, ilm-i batın, ilm-i hüner, âb-ı Hayvan terkiplerini kullanır. Onun
belirttiği tasavvufi hayatı Hz. Peygamber, Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı
Mansur, Bayezîd-i Bistamî, Ma’ruf-ı Kerhî, İbrahim Edhem yaşamışlardır.
Fenafillah’ın timsalini ise ona göre Ashab-ı Suffa verir. Yunus Emre de ilm-i
ledün tahsil etmiştir:
Et ü deri sünük çatan cism eyleyüp diri tutam
Hikmet beşiğinde yatan kudret südün emen benim
(194/5)
Vahdet-i Vücûd ve Tevhîd:
Vahdet-i vücûd, pek çok İslam mutasavvıfı
tarafından açıklanan ve Muhyiddin-i Arabî tarafından sistemleştirilen,
âlemin tek bir hakikat ve vücûttan ibaret olduğu fikrini savunan bir
anlayıştır. Mutasavvıflara göre, kesreti ifade eden on sekiz bin âlemin aslı
ve esası birdir. Birden başka bir şey yoktur. Varlığın başı ve sonu bu
birliğe dönecektir. Allah tek ve mutlak olan varlıktır. O’nun varlığının bir
başlangıcı ve sonu yoktur. O bütün zamanları ve mekânları kaplayan bir
nurdur ve bu yüzden çokluk bir olan Allah’ta yani birlikte toplanmıştır.
Allah kendisine olan aşkı sebebiyle kendini bildirmek ve sıfatlarını
göstermek istemiştir. Bu yüzden zatıyla değil de sıfatlarıyla bilinir.
Zaten insan ezeldeyken Allah’ın birliğini tasdik etmiştir ve dünyaya geliş
sebebi de ezeli birliği dünyada anlamaktır. Vahdet-i vücût sülûk sayesinde
ulaşılabilecek bir makamdır ve bu halde sen-ben farkı yoktur. Bu düşünceleri
anlatan beyitler:
Sensin bu gözümde gören sensin dilümde söyleyen
Sensin beni var eyleyen sensin hemin öndin sona
(14/2)
Kâlû Belâ söylenmedin tertîb düzen eylenmedin
Hak’dan ayru degilidüm ol ulu divândayıdum
(168/3)
Yunus imdi sen-ben iken âşıklara ne sen ü ben
Yokluk durur anı sevmek koyun ayruksı bakışı
(360/9)
Görüldüğü gibi Yunus Emre vahdet-i vücut
nazariyesini şiirlerinde geniş bir biçimde işlemiştir. O’na göre bütün
varlıklar Allah’tan gelmiştir. Varlık tektir ve bunu bilen kişi nereye
bakarsa yalnızca Tanrı’nın cemâlini görecektir. Çünkü varlığın önü ve sonu,
evveli ve sonrası Allah’tır ve O’nun nuru âlemi kaplamıştır. Yunus’a göre
mutlak ve hakiki varlık olan Allah, insanın kendinde gizlidir. İnsanın
vücudu birlik deryasında kaybolmuştur. Bu mertebede kişi kemâl noktasına
varmış ve nefisten kurtulmuştur. Onun varlığı mutlak zatta yok olmuştur.
Yunus’a göre Allah’ın varlığı aşktan başka bir şey değildir. Varlığı aşk
olan Allah’tan gelen varlıklar da aşk ile ve aşk için yaratılmışlardır:
Yunus sen beni gider her ne ider dost ider
Aczüni bil ebsem ol var ışk rengine boyan
(236/7)
Mutasavvıflar, “Allah’tan başka mabûd yoktur”
cümlesiyle ifade edilin tevhid fikrini vahdet-i vücutçu bir anlayışla ele
almaktadırlar. Onlar tevhidi dört merhalede yaşamaktadırlar:
1.
İsimler tevhidi
2.
Fiiller tevhidi: Fiiller tevhidini yaşayan sâlik küçücük bir zerrede
bile görülen binlerce ibretin yaratıcısını bilir. Bu makamdaki kişi aklı ve
gücü ile hiçbir iş yapamaz, ne yaparsa Allah yaptırır. Yaratıcıyı tanıyan
sâlik, hayır ve şer olanın Allah’tan olduğunu anlar. Bu makamdaki
mutasavvıf, mutlak zatı yürüse önünde, söylese dilinde, otursa yanında
bulur:
Yürürisem önümdesin söylerisem dilümdesin
Oturursam yanumdasın ayrukda ne bâzârum
var
(43/2)
3.
Sıfatlar tevhidi: Bu makamda
sâlik kâinatta bulunan bütün eşyanın Hakk’ın birer sıfatı olduğunu anlar.
Renk, şekil ve desenlerin Allah’ın bir tecellisi olduğunu anlar. Bu
tecellilerde, vahdet kalp gözüyle anlaşılır. Sıfatlar tevhidinde sıfat çok,
hakikat tektir. Bu hakikat zattır. Bu makamı tam olarak yaşayan kişi Hakk’a
itaat eder ve her şeyde Hakk’ı görür ve vecde gelir:
Ma’şûkanun tecellîsi dürlü dürlü
renkler olur
Bir şivede yüz bin gönlüm hemişe...cûşa gelür
(73/5)
4.
Zat tevhidi: Bu makam fenafillah mertebesinde yaşanır. Bu makamda
görünen her varlık görecelidir. Bir tek varlık vardır o da mutlak hakikat
olan Tanrı’dır. Âşıkların asıl gayesi de bu tevhidi yaşamaktır. Bu merhalede
tevhid artık dilden düşer gönle yerleşir.
Her sevdügi terkin ura kayıkmaya değme yana
Her dem anın seyrangâhı hem zat u hem sıfat
olur
(45/2)
İkiliği terk itgil birlik makâmın tutgıl
Cânlar cânın bulasın iş bu dirlik içinde
(303/3)
Bu görüşlere sahip olan Yunus Emre, tevhidin
bütün makamlarını tamamlamış bir erendir.
Yunus, bu tevhîde gark oldı gitdi
Girü gelmeklige aklı dirilmez
(107/12)
Vahdet-i vücutla yakından alakalı olan
kavramlar:
Vahdet-kesret:
Yunus Emre’ye göre görünürdeki çokluk, bâtında
tektir. Görülen bu âlem görecelidir. Bu âlemdeki varlıklar İlahi varlığa
bağlıdır. Vahdet(birlik) oransız, nakışsız, hacimsiz, mekânsız ve
zamansızdır. Varlıklar yaratılmadan evvel vahdet yurdunda İlahi zat ile
beraberdir. O’nun birliğinden yaratılmış ve bu âleme inmişlerdir. Buradan da
tekrar vahdete döneceklerdir. Vahdet sırrı mürşidin bâtınında tecelli eder.
Kesret vahdetin aynası gibidir.
Bakmasını bilen kişi aynada bir tek yüz görür. (Yani Hakk’ı görür):
Eger âyine bin olsa bakan bir
Gören bir görinen bin-bin görindi
(411/9)
Yunus, vahdet-tevhid ilişkisini
çeşitli benzetmelerle anlatır:
Vahdet kuşatıcı ve temiz özellikleriyle denize,
ummana veya deryaya benzetilmektedir. Kesret, vahdet deryası karşısında bir
katre, yağmur damlası ve ırmak gibidir. Katre ve ırmağın aslı deryadandır.
Kesret de vahdettendir. Çoklukta birlik gizlidir. Gözündeki perdeleri
kaldıran kişi kesretin kendisinde Allah’ın birliğini görecektir.
Zihi derya ki katreden görindi
Ne deryâdur ne katredür gör indi
Aceb katre ki derya anda mahfî
Bu mahfî sırrı sen senden sor indi
(411/1-2)
Vahdet saf bir su gibidir. Su, girdiği kabın
rengi ile görünür. Vahdet, eşya, sıfatlar ve fiiller şeklinde oluşur. Akıp
deniz olan, dağılıp toz olan, güllerde saz olan hülasa bir bir isimle ortaya
çıkan nesneler, vahdetin bir görüntüsü olmaktadır. Dünyada yaşarken birlik
ve çokluğun aslını anlayan gönüller, denize akan ırmaklar gibi tekliğe doğru
yol almaya başlarlar:
Benüm cânum uyanıkdur dost yüzine bakan benem
Hem denize karısmaga ırmak olup akan benem
(187/1)
Vahdet sırrı mürşidin bâtınında ortaya
çıkmıştır. Kesrette tutunup birliği anlayan kişi, denizdeki(çokluktaki)
dalgalanmadan etkilenmeden tekne gibi bir düzende ilerler. Bu kişi için bu
dünyadaki iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer ayrımları önemsizdir. Çünkü
yaratan ve yaptıkları ortadadır:
Çünkim girdüm bu denize ne kenâr var ne cezire
Çün dört yanumda mevc ura teknem kâvi hiç
batmadan
(183/8)
Kesret yerine kullandığı diğer benzetmeler
katre, mevc, mevc-i acaib, ırmak, sûret nakşı, fânî nakş, kuru efsane,
yaban, dünya, çokluk, hicâb, vücud. Dağ, bulut, duman, agyar, gayr, hayal,
varlık evi, nefs, kudret denizi, taş kapu, renk, bezenmiş suretler vb. dir.
Mâsîvâ:
Mâsîvâ kesreti ifade eder. Yunus, Hakk’tan
başka varlığın olmadığına inanır. Buna göre mâsîvâ Hakk’ın dışındaki
şeylerdir. Ve biz bunları nefsimizle görürüz. Tanrı görünürken mâsîvânın
arkasına gizlenmiştir ve bu yüzden mâsîvâ âşıkların zindanıdır. Onun içinde
tıkılıp kalmışlardır. Gönlünden bu mâsîvâyı çıkaranlar zindandan kurtularak
Hakk’ın tecellîsine kavuşurlar. Bunun için insanın kendini bilmesi ve
nefsine hakim olması gerekir. Birliği kavrayan kişi agyarı yar bilir çünkü o
eşyanın aslını öğrenmiştir. Ağyar da yar da gerçek varlığın görünümüdür.
Allah’tan başka her şey gelip geçicidir bu yüzden mâsîvâ yalan dava olarak
anılır:
Yunus ko yalan da’vîyi gel arıta ko sivâyı
Gönlün evini kız eyle dost gelicek kondurmaga
(329/7)
Yunus, beyitlerinde mâsîvâ yerine şu kelimeleri
kullanmıştır: Gayr, varlık, sivâ, yalan, dava, agyar, ayruk.
Tecellî:
Hakk’a yönelen kalplerde Allah’ın güzelliği
görünür. Çünkü onlar artık gönüllerinden mâsîvâyı temizlemişlerdir. Allah’ın
kalpte ortaya çıkışı sonsuz ve sınırsızdır. Bir tecellî iki defa tekrar
etmez. Hakk, her an başka şekilde, başka sıfatlarda kendini gösterir. Allah,
sıfatlarıyla güzelliği ve ululuğu yönüyle görünebilir. İşte her ikisini de
Hakk olarak kabul edenler vahdeti anlayanlardır. Yunus, bu iki tecellîyi
meyhane ve mescit rumuzlarıyla ele alır. Meyhane Allah’ın celal
tecellisinden, mescit de cemal tecellisindendir. İşte vahdeti anlayan kişi
her ikisinde de Allah’ın nurunu görür. Tecelli, Allah’ın kendi yüzünü
göstermek istemesidir. Bu durumda tecelli eden de ettiren de aynı varlıktır.
Allah mutlak varlık olduğu için tecellisi celali de olsa cemali de olsa hoş
karşılanır. Çünkü zaten bütün gönüller ona hayrandır. Tecelli gönülde olur:
Ger meyhaneye vardum ansuz yir göremedüm
Yine ana sataşdum girdüm dahı külhânda
(328/4)
Sûret söz kandı buldı kanda sözi iş oldı
Sûrete kendü geldi dil hikmetün yolıdur
(25/3)
Mutlak varlık, sâliklerin gönlünde isim, fiil,
sıfat ve zatıyla derece derece tecelli eder. Tecelli, söz ile başlar diğer
sıfatlarla devam eder. Tecelli söz ile başladığı için, sâlikin süluk anında
uğrayacağı ilk tecelli de sözle alakalıdır. Böylece manevi şahsiyetlerin
önce kulağı açılır, sonra gözü. Tanrı tam olarak insan-ı kâmilin gönlünde
tecelli etmiştir. Mürşid bu mertebeye ulaştığı için yol göstericilikle
yükümlüdür. Hz. Musa ile İbrahim Peygamberler’in tecellileri buna örnektir.
Bu düşüncelerde olan Yunus Emre de zat tecellisine ulaşmış bir velidir.
İlahileri de hakke’l-lakîn bilgisini yansıtır: “Yunus Hak tecellîsin şâir dilinden söyler”
Cemâl,Didâr:
Yunus Emre bu kelimeleri Allah’ın yüzü
karşılığında kullanmıştır.
“Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın vechi
oradadır” ayetinden hareketle sufiler Allah’ın yüzünün dünyada
görülebileceğini düşünürler. Ve bu da ancak seyr-i sülûk ile mümkündür.
Allah’ın yüzünü bu dünyada göremeyenler iki cihanda da bundan mahrum
olacaklardır. Allah’ın yüzünü ancak cennet, cehennem gibi maddi istekleri
bırakıp, nefsini yenen, benliğini terk eden kişiler görebilir. Çünkü O,
sâlikin kendi vücudunda görünür. Allah’ı gökyüzünde aramak neticesiz
kalacaktır. Çünkü İlahi nuru yerde, vücutta, bâtın âlemde aramak gerekir.
Erenleri küçük görenler, dervişleri sevmeyenler Allah’ın yüzünden de mahrum
olurlar. Çünkü Allah’ın yüzü, mürşidin yüzünden bilinir.
Sen hicâb oldun sana ne bakarsın dört yana
Kaykımaz öne sona kime ki didâr gerek
(135/4)
Vücûda gelmeyince kimse Hakk’ı bilmedi Bu vücûddan gösterdi dost bize didârını
(397/4)
Allah’ın güzelliği, cemâli de can gözü açık
temiz bakışlı kişiler tarafından görülebilir. Allah’ın güzelliği aşıklara
farklı makam ve yönlerden tecelli eder. Bu yüzden farklı teşbihleri vardır:
Cemal manevi yüzü kastetmesi ve nur oluşu
sebebiyle daima parlak ve şuleli nesnelere benzetilmiştir. Buna göre
sevgilinin cemâli güneşe, aya, yeni aya, bahara, şeme ve güle
benzetilmiştir:
Kaçan gülde görür dostun cemâlin
Çagırur kim beni deli şol eyler
(95/2)
Yunus Emre birçok beytinde dost didâdını
gördüğünü söyler: Dost bundadur bellü beyân gördüm dost didârın ıyan
Bu ilm-i hikmeti tuyan ider bana dek azimi
(394/4)
Nişân, Bî-Nişân:
Allah’ın kendisini bize gösteren bir işaret
yoktur. Onun isim ve sıfatları ise varlığının belirtisidir. Nişan âyet
kelimesi ile de açıklanır. Allah’ın âyetleri sonsuzdur. Kendi varlığını
belirtmek imkansızdır. Sözün manasına erenler, ancak nişansız olan Tanrı’dan
haber verirler.
İnsan, bu dünyaya gelmeden önce Allah ile
birdir. Nişansız bir nurdur. Vuslat yolcusu, geçtiği her manevi makamda
İlahi bir nişandan haberdar olur. Bu nişanlar sembolik olup sadece sâlik
tarafından bilinir. Sülûk gören sâlik ancak nişansızlık âleminden nişan
verebilir. Bu makam, Sidret’ül-Müntena makamı gibidir. Bunun ötesi menzil-i
nur olduğu için hiç nişan verilemez.
Göz kendisini göremediği gibi, zat da
nişanından nişan göstermez. Gözün nişanı görmek; zatın nişanı da
sıfatlardır:
Bu göz kendözin görmez nişânun nişân virmez
Yûnus’un aklı irmez inen oldı dîvâne
(320/10)
Nişansız İlahi zatı gören ve O’nda yok olan
kişi de nişansızdır. Bu hal tam bir vahdet-i vücut halidir:
Vasf-ı hâlin eydiserem vuslat hâlin bilenlere
Yidi dürlü nişân gerek hakîkate irenlere
(298/1)
Pinhân, Nihân:
Bu kavramlar Allah’ın zahîr ve bâtın
sıfatlarıyla alakalıdır. Mutlak zat, insanın nefsi yönüyle bâtındır. Bu
sebeple Tanrı’nın zatı, pinhân kelimesiyle anılır. Tanrı zatını
sıfatlarıyla, eşya âlemiyle gizlemiştir. Sıfatlardaki birlik nuru, ancak
gönül gözü açıklar tarafından görülebilir. Gerçekte Tanrı, gizli değildir.
Varlık, O’nun zuhuruna karşı perdelidir. Tanrı’nın sıfatlardaki gizliliği,
âşıklar tarafından algılanmaktadır.
Sen bunca sıfat birle pinhân iken iy server
Âşıklar devletisin meşhûr oldun cihâna
(320/2)
Mutlak varlık, varlık âlemini yaratınca
kendisini gizlemiştir. İşte bunu anlayan kişi nefsini yenerek Hakk’ın
varlığını anlamaya(fenafillah olmaya) çalışır. Hakk, gizli değildir, can
içindedir. O’nu kendimizde aramamız gerekir. Yunus da beyitlerinde Allah’ın
tecillisine ulaştığını söyler.
Eşkere kıldum bugün pinhânumı
Cân virüben buldum ol cânânumı
(389/1)
Sır(esrâr):
Sır, gönülde saklıdır. Allah’ın varlığı
konusunda kullanılan bir kavramdır. Bu makamın anlaşılması, hal makamında
mümkün olacaktır. Sır, zevk yoluyla elde edildiği için lisana gelmez. İlme
kitaba sığmaz ve hikmet ile elde edilmez. Sırrı duyan kişi akıldan geçer.
Derviş olanlar gönülde sırrı taşır ve bilir. Ve evliyanın sırrını kimse
anlayamaz. Yunus’a göre sırlar tasavvufîdir. Âşıklar, vecd halindeyken sırrı
anlayabilirler. Âşık; sır haberini, dostun yüzünü görünce öğrenir.
Ol Çalab’umun ışkı bağrumı baş eyledi
Aldı benüm gönlümi sırrumı faş eyledi
(362/1)
Allah dervişlerin gönlünü sır denizi kılmıştır.
Dervişlerin gönüllerindeki sır arştan uludur. Bunu iyi korumak gerekir.
Yoksa Hallac-ı Mansur gibi bu sırrı açıklarlarsa onun uğradığı sona
uğrarlar. Mürşide bağlananlar bu gizli sırrı yavaş yavaş öğrenmeye
başlarlar. Evliya, Allah’ın sırrıdır. Evliyanın sözü değersiz değildir.
Aksine sır, kıymetini âriflerin bileceği değerli bir cevhere benzetilir.
Hz. Peygamber’in Mi’râc esnasında Allah ile
konuştuğu otuz bin kelâmın da sır olduğu, bu mevzuda dile getirilmektedir.
Gönül(Kalb, Yürek):
Gönül, tasavvufi hayatın merkezini oluşturan
kavramlardandır. Bütün bâtıni faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül,
genel olarak Allah’ın algılandığı; batını, idrak merkezidir. Gönül bazen
kendinden emin, bazen mühürlenen, bazen hastalanan, katılaşan ve kibirlenen
tavırlarla da ortaya çıkabilmektedir. Gönlün bu tavırları Kur’an’da da dile
getirilmiştir.
Yunus Emre’nin beyitlerinde gönül Hakk’ın,
aşkın, sırların, hikmet ve bilginin merkezi olarak ayrı ayrı işlenmiştir.
Gönül, Tanrı ile bilişip, buluştuğu için Ka’be’dir. Bu yüzden gönül inciten,
kalb kıran gerçekte Allah’ı incitmiştir. Gönül yıkanın namazı, kılsa bile
kabul edilmez. Gönül yapmak ise hacca gitmekle bir hatta ondan daha da
üstündür. Gönüle uyan kişiye rahmetler ulaşır. Bu makamda her an manalar
ortaya çıkar. Gönül yapmak, cennete ulaşmanın yoludur. Can gözü ve bâtın
gözü gönüldedir. Gönül gözü de Hakk’ı görür. Hakk’ın tecelli ettiği gönüller
ölümsüzlüğü yakalar. Gönül, neyi severse dil de onu konuşur. Aşk şarabı
içenlerin gönlü ölmez. Maşuk sevgisi, gönüldeki gamı giderir. Dost gönlün
sırrı, kalbin sevincidir. Yürek yarası, aşk derdinin ifadesidir. Aşk,
yürekte yanan bir ateştir. Gönül, aşk ile coşar. Gönül kesret ve mâsîvâ ile
daralır. Mâsîvâdan arındırılmayan gönülden darlık gitmez.
Girü durur yoklukdan kamuların baylıgı
Bunca varlık anundur gitmez gönli tarlıgı
(361/1)
Âşığın gönlü aşktan usanmaz. Aşkı olmayan
gönüller taş gibi katıdır. Derviş gönlünü sevdiği (mürşid, peygamber, Allah)
ne kaptırmıştır. Yaratılış sırrını anlamak, müşkülü halletmek için mürşide
gönül vermek gerekir. Mürşid, dervişlerin yaridir. Erenlerden etek tutan
kişi gönüllerde beka bulur. Gönül pası tevhid ile giderilir. Derviş, gönlünü
temizleyen kişidir. Âşıkların gönüllerinde pek çok yol, bu yollarda bin
türlü hal vardır. Küfrünü ve imanını terk etmeyen kişi bu yolları anlayamaz.
Gönüllere girmek Allah’a ulaşmak demektir.
Yunus Emre, pek çok şiirinde gönle bir şahsiyet
verir, onu kişileştirir. Gönülle konuşur. Nefse uyan gönlünün fesadı terk
etmesini, kanaatkâr olmasını, dünyayı terk etmesini ister.
N’ola gelsen şimden girü fesâdı terk itsen
gönül
Gâh aglasan günahuna gâh kana’at itsen gönül
(161/5)
Gönül, öyle bir güç ve madendir ki kendisine
ulaşanları ebedileştirir. Yüksekte gezen gönül yoldan çıkar. Yunus, insan
davranışlarını gönlün neşesine bağlar. Gönül içinde ne varsa dış yüzüne onu
sızdırır. Gönül, yüce mutluluğa erişmişse insanın davranışları güzel,
mutsuzluk içinde ise davranışları da kötü olur.
Gönül yüksekte gezer dem-be-dem yoldan azar
Taş yüzine ol sızar içinde ne varısa
(299/2)
Âşığın, gönlü hep aynı duyguyu yaşamaz. Bir an
neşeli, bir an perişan olur. Âlemlerdeki nam ve nişan, dert ve derman gönle
aittir. Gönül bazen yolcu, bazen yolun kendisi ve bazen de kılavuzdur. Dost
odur. Dosta giden de odur. Gönlüyle yoldaş ve aynı halde olan kişi dosta
gider.
Yunus, gönül temizliğinin vahdet yolunda
yürümekle mümkün olacağını belirtir. Şaire göre gönül iç benden başka bir
şey değildir. İç ben hakiki mabûda ulaşınca eşyanın sırları açılır.
İnsan-ı kamilin gönlü şaşkınlık içindeyken
kainattaki bütün ikiliklere inip çıkabilir. Bu manevi iniş-çıkışlar, an
denen zaman parçasında olur. Bu halde iken gönül bir an mutlu olur, bir an
ağlar. Hikmetlere dalar Lokman olur, bir an da cahillikte kalır. Dev, peri,
huri gibi viranelerde mesken tutar. Sonuçta; gönül hayret makamında hakan
veya köle, mümin veya âsi, Musa yahut Firavun olabilir. Bu makamlar daha da
uzatılabilir.
Divanda gönülle ilgili pek çok deyim ardır.
Bunlardan bazıları:
Gönle rahmet dolmak, yüreğe yara urmak, gönül
vermek, gönül yıkmak, gönlü alınmak, gönül oynamak vb.dir.
Gönül ile ilgili benzetmeler:
Ka’be:
Mukaddes, kutsal ve mübarek olan Ka’be
görünüşte beytullah, bâtınen gönül anlamında bir kavramdır. Beytullah,
Âzeroğlu İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı halde, gönül Cenab-ı Hakk’ın
göründüğü ve gezindiği yerdir. Yere ve göklere sığmayan Tanrı, mümin kulun
kalbine sığmıştır. Beyitlerde Ka’be kavramı; Allah’ın göründüğü, anlaşıldığı
yer olmaktadır.
Gönül mi yig Ka’be mi yig eyit bana aklı iren
Gönül yigdür zirâ ki Hak gönülde tutar turagı
(366/7)
Sırça, Kadeh, Meyhane:
Gönül; ince, hassas ve narin bir
sırçaya(billûr, cam) benzer. Şırça, kırıldıktan sonra bütün olmayacağı gibi,
gönül de kırılırsa tamir edilemez.
İçi şarap(şerbet) dolu olan kadeh, kamil
insanın marifetle dolu gönlüne benzetilir. Meyhane de kâmil mürşidin
gönlüdür. Âşık, bu meyhanede İlahi şarap (İlahi aşk)la sarhoş olur.
Bir sâkîden içdük şarab arşdan yüce meyhâne
Ol sâkînün mestleriyüz cânlar anun peymânesi
(406/1)
Gök-Arş:
Aşk, ilahi bir rahmettir. Bu rahmet gönül
göğünden damlar. İnsan, bu ebedi rahmetle hayat bulur. Yunus:
“Işk yağmurı tamlası gönül göğünden tamar” der.
Bir başka yerde gönül bir tek genişliği ve madde ötesi alemleri de kaplaması
sebebiyle arşa benzetilir. Rahman’ın istila ettiği geniş arştan kasıt da
kamil insanın gönlüdür:
cân gözi anı gördi dil andan haber virdi
Cân içinde oturmış gönlümi Arş eyledi
(362/3)
Kuş-Su-‘Umman(deniz):
Sâlikin gönlü hep aynı durumda olmaz. Bir
mekândan başka bir mekâna uçan kuş gibi madde âlaminden, mana âlemine doğru
yol alır.
Aşığın gönlü, cezbe esnasında taşkın bir su
gibi çağlar. Böyle bir gönül, deli sıfatıyla sıfatlanmaktadır.
Deniz, sınırsız oluşu ve kuşatıcı özelliğiyle
gönül için bir benzetme unsuru olur. Ayrıca ateşe de benzetilen aşk, âşığın
gönlünü yakar. Âşık, gönül deryasına dalıp teskin olmaya çalışacaktır.
Şâhum senün ışkun odı düşdi gönül deryasına
Aceblemen kaynayuban ma’rifetler bitdügini
(401/2)
Gönül bir yerde de sır denizine benzetilir. Bu
benzetmede denizin bünyesindeki varlıkları örtüp gizleyen özelliği ile sır
arasında bir ilgi vardır. Sır Allah’ın zatıyla ilgilidir. Gönül ise, zatî
tecelli yeridir.
Tûr:
Hz. Mûsâ, Tanrı’nın cemâlini görmek isteğiyle
Tur dağına çıkmış, burada tecelliye uğramıştır. Tur tecelli yeri oluşuyla,
kâmil insanın gönlüne benzetile gelmiştir. Tur, için Tûr-ı Sînâ denmesi de
Tûr dağı ile sine(gönül ) arasındaki alakanın temelini teşkil eder. Gönle
giren aynen Hz. Mûsâ gibi tecelliye uğrayacaktır. Yunus Emre de tecelliye
uğramak anlamında, Tur bulmak deyimini kullanır.
Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin
dür
Key güher er gönlündededür sanma ki ol
ummândadur
(54/3)
Taş, Mum, Kış:
Aşkı olmayan gönül taşa, âşık gönül ise muma
benzetilir. Bu benzetme unsurlarındaki sertlik (taş) ve yumuşaklık(mum)
özellikleri, insanın merhamet sıfatıyla da alâkalıdır. Aşk, nefislere bir
rahmettir. Bu rahmetle Allah’a ulaşır. Taş gönüller, kendilerine ve eşya
âlemine karşı kararmış, sarp-katı kışa benzerler.
İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer
(66/1)
Leylâ, Garîb, Kılavuz, Kul, İhtiyar, Derviş:
Aşk Mecnun’a benzetilince Leylâ da gönül olur.
Âşık, sevdiğinde yok olmak ister. Sevgilinin gönlüne giren âşık, onda yok
olacaktır. Leylâ, mürşid için bir timsaldir. Yunus Emre, aşk için de kadeh
mecazını kullanır.
Gönül bir kılavuza(mürşid) benzetilir. Hakk
aşkına düşer, sarhoş olur. Maşûka karşısında kul olup baş eğer. Gönlün kula
benzetildiği beyitte, maşuk da sultan olacaktır. Aşk, çekilmesi ve yaşanması
zor bir derttir. Gönül aşk derdini çeke çek beli bükülmüş bir ihtiyar
olmuştur.
Miskin gönlün ışk elinden iki büküldi vücûdı
Tevbe kapusından sundum ana imân tayağını
(376/6)
Yunus, tevazuu anlatırken gönlü derviş eylemek
deyimini kullanır. Mütevâzi gönüller, dost ile tanıdıktır. Gönlünü derviş
eyleyen kişi, tevazuu ve manevi makam alameti olan hırkaya muhtaç değildir.
Dervişlik didükleri hırkayıla tâc degül
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac degül
(162/1)
Başlu(Yaralı)Sayrı, Şikeste(Sınuk)
Aşk oku, gönlü yaralamıştır. Yaralı (başlı)
gönlün merhemi sevgili (mürşid)dir. Yunus Emre, din yolunda gönül sayrı der.
Gönülde hakiki iman oluşuncaya kadar âşık çok elem çekmiştir. Gönül bu
sebeple hastadır. Gönlün şikeste(kırık) veya sınuk(kırık) olması ise, yardan
ayrı düşmesiyle alâkalıdır. Esasen gönlün yaralı, hasta, sınuk vs. oluşu
âşıkın psikolojik halleriyle ilgilidir.
Ben garîbün hâtırını sormaga geldi şol sanem
Düzdi gönül sınugını hâtır ziyâret eyledi
(392/4)
Sarây, Taht, Sultân:
Gönül, on iki hücreli yedi pencereli, iki
dilberli bir saraydır. İçinde şah oturur. Fakat gönül paslı olursa içindeki
sultan görünmez. Gönlün saraya benzetilmesi, sevilenin saraya layık
olmasındandır. Gönül, Çalab’ın tahtıdır. Sultan burada oturup “Kaf’tan Kaf’a
hükmeder. Gönlün sarâya ve tahta benzetilmesi, sevilenin padişah olarak
düşünülmesindendir.
Gönül Çalab’un tahtı gönüle çalap bakdı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkarısa
(299/5)
Mülk, Kal’a, Seyrengâh:
Gönül, sultanın tasarrufunda bulunan bir
mülktür. Gönül mülkünü temizlemek için, içinde bulunan suretleri(kesreti)
yetmez. Rahmet suyuna da ihtiyaç vardır. Bu motifte rahmetle su, gönülle
rahmet arasında ayrıca güzel bir münasebet kurulmuştur.
Sûret nakşın gidermekle gönül mülki temiz olmaz
Akar rahmet suyı çağlar gönül kirin yuyan
gelsün
(230/5)
Gönül mülkü dost tarafından yağmalanmıştır.
Yağmalanan mülkte, tahribat, yangın ve sıkıntı meydana gelmiştir. Gönül
mülkünü tahrip eden yağmacı, aşk derdinden başka bir şey değildir.
Bir beyitte gönül, can şehri içinde bulunan bir
kal’anın etrafını, nefs askerleri tarafından korunur. Dost, can şehrini
yağmalayıp, gönül kal’asını ele geçirir.
Dosttan yana giden kişi kendözinden geçmek
gerek
Dost yagmalar cân şehrini alur gönül kal’asını
(348/5)
Ev, Dükkân, Hücre, Virâne, Hazine, Şehr(Şar):
Gönül, bir ev gibi imar edilir. Her evin bir
sahibi olduğu gibi gönül evinin de bir sahibi vardır. Gönül ev
sahibini(Tanrı’yı) bilmek zorundadır. Bir beyitte âşığın gönlü, bacası tüten
ve şuleleri görülen bir ev gibi resmedilmektedir. Burada, yerleşik hayata
ait ev gibi bir unsurun ele alınması ayrıca dikkate değer.
Virgil su’âle cevab tutalum olsun sevâb
Şu’le kime gösterir ışk evinün bacası
(351/2)
Gönül evi aşk askerleri tarafından yağmalanıp,
istila edilmiştir. Askerin memleketteki düşmanları temizlemesi gibi aşk,
gönüldeki mâsîvâyı temizleyecektir.
Işkun çeri saldı benüm gönlüm evi iklimine
Cânumı esir eyledün n’ider bana yağı tatar
(78/3)
Yaşadığımız evi nasıl temiz tutuyorsak, dostun
evi olan gönlü de öyle temiz tutmalıyız. Gönlün temizliği mâsîvâdan
arındırmakla mümkündür. Aşığın gönlünü rahmet suyu temizler.
Beyitlerde gönül dükkâna da benzetilmektedir.
Bu benzetmenin arkasında daima bir ârif görülmektedir. İlahi bilgi, arifin
gönlünde tecelli etmiş dolayısıyla irfan, ariflerin gönüllerinden
neşredilmiştir. Dükkân halkın ihtiyacı olan mal ve eşyanın satıldığı bir
yerdir. Bunun gibi tasavvufi bilgi de ariflerin gönlünden elde edilir. Bu
benzerlik sebebi ile dükkân münasebeti sürekli ele alınır.
Ya ben anca kaçan olam anun buyrugın buyuram
Ol geldi gönlüme toldı ben ana bir dükkân oldum
(176/4)
Gönül dükkânı nefsi temizlemekle açılır. Kibir
ve kin bu dükkânın kilididir. Bu kilidi kırıp açmak gerekir.
Gönül dar ve karanlık bir hücredir. Bu karanlık
mekân, Tanrı’nın nuru ile aydınlanır ve genişler.
Aşığın gönlü sevgiliden ayrı düşünce kimsesiz
ve harap bir viraneye benzer. Dost tecelli edince bu virane nur dolar, hayat
bulur. Viranelerde hazine olması sebebiyle gönül, bir beyitte viraneye
benzetilir.
Kanda bulsam isteyüben iy gönül seni kandasın
Kanda virân varısa va7llahi gönül andasın
(278/1)
Gönül, mahiyeti bilinmeyen ve pahası biçilmeyen
bir hazineye benzetilir. Aşk, bu hazinenin bekçisidir. Aşk, erinin gönlü
pâdişahın (Tanrı) hazinesiyle doludur. Burada hazine ilahi bilgi
karşılığında bir macazdır:
Işk erinün gönli dolu pâdişâhun haznesidür
Işksuz âdem ne anlasun şerî’atun manâsıdur
(59/1)
“Gönlümüz oldu ulu şâr o şâr gibi ya kanda var”
diyen Yunus, daha birçok beytinde gönlünü mamur ve bayındır bir şehre
benzetir.
Bag, Vark, Kitâp, Levh:
Sûreti virân olanın gönlü bağa(bahçeye) benzer.
Bağ, ferahlatıcı, yeşil, sulak ve meyve yetiştiren bir yer oluşu ile gönül
için bir benzetme unsurudur. Bağ bu özellikleriyle Cennet için de bir
benzetme unsurudur. Yunus’a göre, sûreti viran olanfenafillah ehlinin gönül
bağı, Cennet olur:
Çün sûretün vîrân ola gönlün bağı Cinân ola
Cânun genci vîrân ola çünki bu genc vîrândadur
(54/7)
Gönül, Allah’ın gizli sırlarının yazılı olduğu
gizli bir varaktır. Âşık, bu varaktan okuyup sırrını halka açıklar.
Aşk, kitaba; gönül de saf ve düzgün bir levhe
benzetilir. Aşk kitabının sûresi gönüllerde yazılıdır. Âşık, ezel bezminde
yazılan levhini bu dünyada okuyan kişidir.
Akıl gönül levhine bakar. Söz, âşığın diline bu
levhten akar. Bu fikirden anlaşıyacağı gibi, insana ait bütün mücerret
özellikler(cân, his, akıl, hayal) gönül merkezine bağlıdır.
Kara (Renk), Cema’at, Eğlence:
Gönül nefsî düşünce ve tavırlarla kararmıştır.
Âşık, gönlünü bu düşüncelerden kurtarıp derviş olmak ister.
Nefs yolından geçemezin ışk şarabın içemezin
Gönlüm kara açamazın derviş olubilsem derviş
(123/2)
gönül, mücerret kavramları kendinde toplayan
bir merkez olduğu için cem’at karşılığı olarak da kullanılır. Tasavvufi
manada cemaat ilahi bir sıfattı.
Hayrân, Rûşen, Perişân, Derde esir, Dermârde,
Âbid, Zâhid, Âsi, Mûti, Şâdi, Giryân, Kış, Zemheri, Bostân, Katra, Câhil,
Câlinûs, Lokmân, Dîv, Perî, Sultân-ı İns ü Cinn, Gedâ, Fagfûr, Hakan,
Günahkâr, Rıdvân, Ruhbân, Mûsâ, Firavn, Hâmân, İsâ, Gümrâh, Cebrâil, Divân,
Kur’an:
Bu kelime ve kavramlar, gönül konusunda birer
benzetme unsuru olmaktan çok manevi birer hal ve mertebe şeklinde
değerlendirilmektedir. Mustafa TATÇI, Yunus Emre Dîvânı, C:1, Ankara, 199
YUNUS ve HACI BEKTAŞ YUNUS VE HACI
BEKTAŞ O bölge köylerinden
birinde,Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı.Bir yıl
kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve
inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündü.Sığırının
üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gitti.Pirin ayağına yüz
sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istedi.Hacı Bektaş ona lütufla
muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için
acele ediyordu.Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday
mı ister,yoksa erenler himmeti mi?"
diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber
gönderdi: "İsterse o alıcın
her tanesince nefes edeyim!"
dedi.Yunus buğdayda ısrar
ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse
her çekirdek sayısınca himmet edeyim"
dedi.Yunus yine buğdayda ısrar
edince;emretti,buğdayı verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı
kusurun büyüklüğünü anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O
vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona
gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak
kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.
YUNUS EMRE’DE
İNSAN SEVGİSİ Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna :
Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna, her ikisi de Horasanlıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hacı Bektaş Veli, Horasan’ın Nişabur, Mevlâna da Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Her ikisi de aynı kültür ortamında yetişmiş, Anadolu’ya aşağı yukarı aynı tarihlerde gelmiştir. Her ikisi de insanı kutsal bir yaratık kabul etmiş, şiirleri ve sözleriyle onu göklere çıkarmıştır. Örneğin Hacı Bektaş Veli : “Hararet nardadır sacda değildir, Keramet baştadır, tacda değildir, Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir”
derken, Mevlâna da: “Anhâ ki talebkâr-ı hodâ-id hodâ-id Birun z şomâ nist şomâ-id şomâ-id
Çizî ki nekerdid gom ez behr-i çe cuyid Kes gayri şomâ nist kocâ-id kocâ-id
Der hâne neşinid neger did beher kuyZirâ ki şomâ hâne u hem hâne-i hodâ-id” “Ey Tanrı’yı isteyen kimseler, o sizin dışınızda değildir, sizsiniz siz! O halde kaybetmediğimiz şeyi ne diye arıyorsunuz? Çünkü sizden başkası yok, nerdesiniz, nerde? Evinizde oturun, orda burda dolaşmayım. Çünkü siz evsiniz, hem de Tanrı’nın evi.” demiştir. Eserleri dikkatle incelenecek olursa, bu iki büyük insanın görüşlerinde ortak noktalar kolaylıkla ortaya çıkar. Elbette onların farklı yönleri de vardır. Bu konuda Abdülbakî Gölpınarlı şunları söylemektedir. “Her iki er de Horasanlıdır. Gerçekten sonradan adlarına kurulan tarikatler de Horasanîlikten etkilenerek gelişmiştir. Ancak Mevlâna büyük bir bilgin, düşünür bir hakim, coşkun ve dahi bir şairdir. Onun halkçılığı, dinler üstü insanî düşüncesinden gelmektedir. Hacı Bektaş’sa bir düzyazı biçiminde ve bir de manzum çevirisi bulunan ve Arapça aslı ortada olmayan “Makalât”ına bakılırsa olgun bir şeyhtir. Hacı Bektaş’ı halkın benimsemesi ve sonradan Bektaşiliğin halk tarafından benimsenmesi dah a çok basitliğindendir. Mevlâna Batınî inançları zahiri (görünen) törenlerle uzlaştıran bir karakter sahibidir. Hacı Bektaş’sa hem Makalât’tan hem de Mevlevî ve Bektaşî geleneklerindeki menkabelerden açıkça anlaşıldığı gibi tam bir batınîdir. Bu davranış biçimi farkı şüphe yok ki, aralarında bir ayrılık meydana getirecektir.”Hacı Bektaş Velî ile Mevlâna görüşmüşler midir? Bunu kesinlikle bilmiyoruz. Fakat her ikisinin birbirinin varlığından haberdar olduğunu hem Hacı Bektaş Veli’nin hayatını anlatan Vilâyetnâme hem de Mevlâna’nın hayatını anlatan Ariflerin Menkıbeleri söylemektedir.
Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre’nin karşılaşmalarını Vilâyetnâme şöyle anlatmaktadır: “O yöre köylerinden birinde Yunus isminde rençberlikle geçinir çok fakir bir adam vardı. Bir sene kıtlık oldu; Yunus’un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve iyiliklerini duyduğu Hacı Bektaş Veli’ye gelip yardım istemek fikrine düştü. Sığırının üstüne bir miktar alıç koyup dergâha geldi. Pir’in ayağına yüz sürerek hediyesini verdi ve kendisine bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş Veli ona iyi davranarak birkaç gün dergâhta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pîr’e Yunus’un acelesini anlattılar. O da “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi”diye haber gönderdi. Gerçekleri göremeyen Yunus buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: “İsterse alıcın her danesine nefes edeyim” dedi. Yunus tekrar buğdayda israr edince artık emretti, buğdayı verdiler, Yunus da dergâhtan çekilip gitti. Lâkin biraz yürüdükten sonra işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhal geri dönerek kusurunu itiraf etti. O vakit Hacı Bektaş, onun kilidini Tapduk Emre’ye verdiğini, bu yüzden isterse ona gitmesini söyledi”. Yukarıdaki parça bizi iki yönden aydınlatmaktadır: Birincisi, Hacı Bektaş tekkesinin ne gibi görevler yaptığını göstermektedir. Ta Eskişehir’in Sivrihisar kasabasında yaşayan çiftçi Yunus, kıtlık olup geçim sıkıntısına düşünce, çoluk çocuğunu doyurmak için bir yardımlaşma ve dayanışma kurumu gibi çalışan ve ünü ülkenin her yanına yayılmış olan Hacı Bektaş Veli’nin tekkesine gelmiştir. Gerçekten de bu tekke, bozulup dağılmaya yüz tuttuğu zamana kadar uzun yıllar, varlıklı kimselerin verdiği, ihtiyaç sahiplerinin aldığı, yolcuların yemek yediği, fakir fukaranın barındığı bir yer olmuştur. İkincisi ise, Yunus’un Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden Taptuk Emre’nin dervişi olduğunu söylemektedir. Vilâyetnâme’nin verdiği bu bilgiye rağmen Yunus’un şiirlerinde Hacı Bektaş Veli’nin adı geçmez. Yalnız Yunus’a atfedilen, Âl ‘Osman oğluna hüküm yürüten Nazarilen dağı taşı eriten Binüp cansız duvarları yürüten Hacı Bektaş derler veli’yi gördüm nefesinin gerek Yunus’un divanında bulunmaması, gerekse dilinin çok yeni olması nedeniyle Yunus’a ait olmadığı söylenmektedir. Yunus’un Divanı bu yüzyılın başlarında, yani onun ölümünden altı yüzyıla yakın bir süre sonra sözlü kaynaklara dayanılarak düzenlenmiştir. Bu yüzden onun taklit edilmesi çok kolay şiirlerine başka şairlerin şiirleri karışmış olduğu gibi bazı şiirleri de Divan’da yer almamıştır. Bu şekilde düzenlenmiş bir Yunus Divanı’nda Hacı Bektaş Veli’nin adının geçmemiş olmasını ileri sürerek Yunus’un Hacı Bektaş Veli’yi tanımadığı sonucunu çıkarmak yanlış olur. Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre - Hayatı, adlı eserinin önemli bir kısmını “Yunus Bektaşîdir” konusuna ayırmış, Yunus’un : Kırkların birisine çalmışidim nişteri Kırkından kan akıdıp ibret gösteren menem Muhammed’i yarattı mahlûka şefkatinden Hem Ali’yi yarattı müminlere fazlıdan gibi beyitlerinin Bektaşî geleneklerine uygun düştüğünü, Bir sualim var sana ey dervişler ecesi Meşayih ne buyurur, yol haberi nicesi ile başlayan ve Dört kapudur kırk makam yüz altmış menzili var Ana eren açılur vilâyet derecesi ile devam eden beyitlerin çok önemli olduğunu, en eski yazmalarda da bulunan bu şiirde Yunus’un adetâ Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını özetlediğini, başka bir şiirinde de Ana eren dervişe iki cihan keşfolur Anın sıfatın över ol Hocalar Hocası diyerek Yunus’un Makalât’ı gördüğünü ve “Hocalar Hocası” sözünden de Hacı Bektaşı kastettiğini söylemiştir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın dışında Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını yayınlayan Prof.Dr.Esad Coşan ile konunun uzmanı Prof.Dr.Iré ne Melikoff’un konumuzla ilgili sözlerini burada nakledelim:“Türk edebiyatının en büyük şairlerinden olan Yunus Emre’nin (ö.1320) şiirleri, Hacı Bektaş’ın düşünceleriyle aynı düşünceleri açıklar: O da Hacı Bektaş gibi dört kapıdan, kırk makamdan, ibadetten, yetmiş iki millete saygı gösterilmesinden, insanda bulunan şeytanî güçlerle ilahî güçlerin bitmeyen savaşından, iyi ve kötü huyların askerlerinden söz eder. Yunus’un Risaletü’l-Nushiyye adlı eserinde bazı ilâvelerin yapıldığını kabul eden kimseler, onun yukarıda bahsettiğimiz düşüncelerini açıklayan şiirlerinin Divan’ına sonradan girdiğini savunsalar da doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan olsun, Hacı Bektaş ile Yunus arasında geçmişte kurulmuş olan samimî ilişkiler inkâr edilemez”. “En eski kaynakların, özellikle Hacı Bektaş’ın Vilâyetnâmesinin tanıklığını kuşkuyla karşılamamız gerektiğini söyleyebiliriz. Gerek Yunus Emre ile Hacı Bektaş’ın ilişkilerinde, gerekse Hacı Bektaş ile Yunus’un manevî üstadı Tabduk Emre arasındaki ilişkilerde gerçekten de bu kişilerin aynı toplumsal ve manevî ortamdan oldukları söylenebilir”.
AŞK ELÇİSİ: YUNUS EMRE Talat HALMAN, Prof. Anadolu'nun özünden gelen ve hümanizmanın en iyi temsilcilerinden biri olan Yunus Emre, barışa ve uluslar arasında âhenge kendini adamış ve insan ruhunun asil duygularını baştacı etmiştir.
Haber eylen âşıklara:
Ben gelmedim dâvâ için,
Şol cennetin ırmakları
Dağlar ile taşlar ile
Her kim bana ağyar ise
Dövene elsiz gerek
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl
Adımız miskindir bizim
Yunus Emre der: Hoca
Ararsan Mevlâyı kalbinde ara
Aşk imamdır bize, gönül cemaat
Aşkın aldı benden beni,
Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun;
Gelin tanış olalım
Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması
birincisi Doç. Dr. Mehmet Bayraktar’dan “AŞK”, “Yunus’un Aşkı”yla
ilerleyelim:
YUNUS’UN AŞK FELSEFESİ
AŞK; Tanıma Sığmayan Sözcük:
Aşk veya Yunus’un tercih ettiği şekliyle ışk,tanımlanamayan
bir sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunus’un bütün felsefesini
özetleyen bu anahtar sözcüğün tek bir cümleyle veya cümleciklerle tanımı
imkansızdır. Zira, Yunus’a göre, aşk her şeydir: Tanrı aşktır; yaratılış
aşktır; doğa veya doğa olayları aşktır; insan aşktır; insanın bütün
duyguları aşktır; din ve iman aşktır; küfür ve isyan aşktır; yaşam ve ölüm
aşktır; cennet ve cehennem aşktır; yokluk ve varlık aşktır. Kısacası her
şeyin özü aşktır ve her şey aşkın eseridir. Bunu Yunus’tan dinleyelim:
Bu yir ü gök ü arş ü ferş ışk dadı ile kayımdur
Bünyadı ışkdur âşıka her bir arada eli var.
Burada Yunus bize, yerin, göklerin ve gök
cisimlerinin aşktan yapıldığını ve aşk ile varlıklarını devam
ettirebildiklerini belirtmektedir.
Dürlü dürlü cefânın adını ışk virmişler
Bu cefâya katlanan dosta halvet irmişler
Işk durur dürlü belâ döndürür hâlden hâle
Dört elinden piyâle key melamet olmuşlar.
İşidün ey yârenler kıymetli nesnedür ışk
Değmelere bitimez hürmetlü nesnedür ışk
Hem cefâdur hem sefâ Hamza’yı atdı Kaf’a
Işk iledür Mustafâ devletlü nesnedür ışk.
Burada da Yunus, insanın ıstırap ve cefâsının
neşe ve sevincinin, dolayısıyla bütün yaşamının aşk olduğunu söylemektedir.
Denizleri kaynadur mevce gelür oynadur
Kayaları söyledür kuvvetlü neşredür ışk
Derken de. Yunus doğa olaylarının aşkın eseri
olduğunu vurgulamaktadır.
İlim hod göz hicâbıdür, dünya ahiret hisâbıdır
Kitab hod ışk katibidur, bu okunan varak nedür
Burada ise Yunus, hakiki kitap ve dinin aşk
olduğunu belirtir.
Buraya kadar, her şeyin aşk ve onun eseri
olduğunu Yunus’un kendi diliyle söyledik.
Şimdi de, yine Yunus’un dilinden aşkın tanımsız
ve tarife sığmaz olduğunu dinleyelim:
Işka tanışık sığmaz, değme can göğe ağmaz
Pervâneleyin oda yanmayan âşık mudur.
Okuyuban yazmadın, yanıluban azmadın
Yunus bu ışk sözüni kim bildi bilesidür.
Hatta Yunus, aşkın, örnek getirerek benzetme
yoluyla bile anlatılamaz olduğuna kânidir:
Işk, hiçbir nesneye mesel bağlasam olmaz
Dünyede âhiretde ne dutısar ışk yirin
O halde Yunus’a göre aşk tanımlanan değil,
tanımlayandır, anlam değil, anlamlandırandır. Aşk, asıl ve öz olması
nedeniyle varlık ve duygu planında varolan her şeye, “şey” olma anlamını
kazandırmaktadır. İşte kendisi anlamlanan değil, anlamlandıran olması
nedeniyle, Yunus’a göre gerçekte aşkı tarife ve tanıma sığdırmak
olanaksızdır.
Buna rağmen, anlam bakımından tanıma sığmayacak
kadar geniş kapsamlı olan bu aşk sözcüğü, ancak gerek varlıksal (ontolojik)
gerekse duygusal ve varoluşsal (egzistansiyel) olarak, varolan her şeyle
açıklanabilir gözükmektedir. Çünkü, her şey olmakla aşk, Yunus’a göre
varlıksal (ontolojik) planda prensip ve öz oluyor; yani aşk, başka bir
deyişle varlığın niteliği (mahiyeti) dir. Yunus’un aşkı öz olarak görmesi,
insanlık düşünce tarihi bakımından son derece önemli bir noktadır.
Şöyle ki:
Özellikle Eflâtun (Platon)
ve Aristo, varoluşu açıklamak için, aşkı buna sebep olarak düşünmüşlerdir.
Konuyu basit bir dille anlatırsak, öncesiz olan yetkin Tanrı ile yine
öncesiz olan fakat yetkin olmayan ilk madde (Heyûla) göz göze gelince ilk
madde Tanrı’nın yetkinliği karşısında onun yetkinliğiyle yetkinleşebilmek
gayesiyle ona aşık olur, duygulanır. Bu duyguyla ilk madde harekete geçer ve
Tanrı, ona yetkinleşsin diye formlar (suretler) verir: böylece de varoluş
başlar. Fakat burada aşk, varoluşu sağlayan bir araçtır, ne Tanrı’nın ne de
maddenin özüdür.
Diğer taraftan, Eflâtun, Aristo ve onların
çizgisinde olan Fârabi ve İbn Sina gibi Müslüman filozoflarla, Kierkegaard’a
gelene kadarki bütün Batı filozofları, özsel (essentiel)
bir felsefe yapmışlardır. Yani onlara göre bir şey, bir öz (cevher veya zât)
ve bir de varlık (existence veya vucûd) tan oluşur; fakat, her zaman öz,
varlıktan öncedir. Fakat öz nedir, sorusunu onlar bir varlık türünü toptan
temsil eden zihindeki bir genel kavram diye açıklamakla yetinmişlerdir. Buna
göre, varlığın özü varlığın içinde değil, dışarıdadır; yani zihindedir.
Başka bir deyişle özler Tanrı katında ve onun zihnindedir: Eflâtun, Plotin,
Philon d’Alexandre, Farabî, İbn Sina ve birçok Hıristiyan ve Müslüman
mutasavvıfın düşündüğü gibi, dolayısıyla öz, onlara göre aslında “boş” bir
kavramdan öteye geçmemektedir.
Doç.Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara/Sayfa 21-22-23
Aldatmasın seni dünya sefası Giyesin kefeni koyasın libası Vücudun şehrinde ruhun hüması Geçer bu eyyamlar ellere girmez
Türlü donlar ile kendin bezersin Kitaplar okuyup sözler yazarsın Bildim dersin, niçin gafil gezersin? Geçer bu eyyamlar ellere girmez
Yunus eydür, gelin imdi kardaşlar Dökelim gözümüzden kanlı yaşlar Nasihatim budur size dervişler Geçer bu eyyamlar ellere girmez
Kierkegaard’la başlayan varoluşçu felsefe (egzistansiyelizm),
tam zıt bir görüşü savunmuşlar; yani varlık öncedir, öz sonradır. Yani öz
yaşam süreci içersinde kazanılır. Bu anafikirden sonra varoluşçu filozoflar
özün ne olduğu konusunda ikiye ayrılırlar: Kierkegaard ile K. Jaspers ve G.
Marcel gibi dindar kanat, özün Tanrı karşısında duyulan gizemli mutlak imân
olduğunu savunurken, J.P.Sartre ve A. Camus gibi ateist kanat, özü, “Kötü
Son” olarak adlandırdıkları ölüm veya hiçlik olarak görürler.
Özün ne olduğu konusunda, basitleştirilerek verilen bu çok kısa bilgi
Yunus’un, aşkı öz olarak görmesinin ne kadar özgün bir düşünce olduğunu
göstermeye yeter sanırız. Daha da önemlisi Yunus’taki varlığın özü olarak
kabul ettiği bu aşk, kavramsal bir düşünce olmayışıdır. Bu varoluşsal bir
aşktır, yani özellikle insan varlığı bunu sevgi, mutluluk, özgürlük, imân
gibi olumlu; ıstırap, tasa, cefâ, kaygı, küfür gibi olumsuz bütün duygular
şeklinde yaşamaktadır.
Dolayısıyla Yunus’ta aşk, hem yaşanan duygusal, yani varoluşsal (egzistansiyel)
gerçekliği hem de varlıksal, yani ontolojik gerçekliği olan bir kavramdır.
İşte bu nedenle Yunus Emre, aşk sözcüğü yerine ışk sözcüğünü tercih
etmiştir. Çünkü ışk, anlamca aşk sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır ve
aralarında nitelik farkı vardır. Aşk, daha çok duygusal ve profan bir
sevgiyi ve muhabbeti ifâde ettiği halde, ışk ulvî ve manevi sevgiyi ifade
eder. Gerçi aşk-ışk ayırımını ilk yapan Yunus Emre değildir; bu ayırım ondan
çok daha önce bazı Müslüman düşünürler tarafından yapılmıştı, örneğin İbn
Sina gibi. Fakat yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, ışk anlamındaki
aşkı ilk olarak her şeyin özü ve prensibi olarak gören Yunus’tur.
Yunus’un tanıma sığmayan bu aşk kavramının, öz olarak iki olgusal yönü
vardır. Birincisi, aşkın varlığı varlık yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı,
varlıkta özellikle de insan varlığında, yaşam olmazdı demektir. İkincisi,
aşkın varlığı yaşamsal yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı, varlıkta özellikle
de insan varlığında, yaşam olmazdı demekdir.
Yani başka bir deyişle, aşk, hem genel anlamda varlık ve varoluşsal-yokoluş
(kevn-fesâd), doğa olayları,
ölüm gibi varlıksal olayların kendisidir, hem de varlıkların yaşamını
oluşturan sevgi-kin, iyilik- kötülük, acıma-acımama, imân-küfür gibi maddî
ve manevî olguların (fenomenlerin) kendisidir.
Dolayısıyla Yunus’ta birbirine bağlı iki çeşit aşktan söz edilebilir:
Birincisi varlıksal aşk, yani ontolojik aşk; ikincisi varoluşsal ve yaşanan
aşk, yani egzistansiyel aşk. Şimdi, eğer aşkın bu iki olgusal çeşidini veya
yönünü açıklayabilirsek, Yunus’un aşk kavramını az çok tanımlayabiliriz.
VARLIKSAL AŞK
Yunus’a göre, aşkın varlığı varlık yapan öz olduğunu belirttikten sonra,
niçin ve nasıl aşk varlığın özü olmaktadır sorusuna yanıt arayalım.
1. Aşk, Tanrı ve Varoluş
Yunus Emre’nin, Çalab ve Allah isimleriyle de andığı Tanrı’sı hem seven
(âşık), hem sevilen (ma’şûk),
hem de sevgi (ışk) nin kendisidir. Aynı zamanda, Yunus’un bu Tanrı’sı
yaratıcıdır da; kendisi tek olduğu halde, görünen çokluğu ışk, âşık ve
ma’şûk olmasından yaratmıştır.
Yunus kendi söylüyor:
Asılda âşık u ma’şûka birdür
Bu birden gerçi kim yüz bin
görindi.
Padişahlılık senündür heybetün var
Yaratdun yir ü göği kudretün var.
Işk
olan Tanrı, âşık ve ma’şûk olmasıyla, bu “yüz bin” görünen varlığı
yaratmıştır. Görünen, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. Herhalde
Tanrı’nın aşkı yansımaktadır. Varlıkların ve insanın “benlik”ini oluşturan
şey, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. İşte Yunus’taki Tanrı’nın
yaratıcı aşkına biz varlıksal aşk diyoruz. Çünkü varlıklar özünü bu aşktan
almaktadır; daha doğru bir ifadeyle, varlıkların özü, Tanrı’nın yaratıcı
aşkının tâ kendisidir.
Yunus’ta, birbirine zıt olmayan, aksine tamamlayıcı olan, iki yönlü bir
yaratma veya varoluş izâhı görüyoruz. Birincisi, varoluşun metafizik izâhı;
ikincisi, fiziki izâhı.
a. Varoluşun Metafizikî Açıklaması
Yunus Emre, Mevlânâ ve diğer Vahdet-i Vücûd doktrinini benimseyen
mutasavvıflar gibi, varoluşu Tanrı’nın aşkıyla açıklar. Tanrı, kendi aşkı
nedeniyle, ilk önce bütün varlığın prototipi olan ve kendi nezdinde henüz
bilgisel bir varlığa sahip olan Muhammed’in Nûru’nu yaratır ve ona dostluk
besler, -bazıları bu Nûr’u, Akl-ı Evvel (İlk Akıl),
Akl-ı Kul (Bütün Akıl) ve Nefs-i Evvel (İlk Nefis) olarak da adlandırırlar-,
bu dostlukdan varoluş başlar. Tanrı’nın “Ol” emriyle, Muhammed’in Nûru,
mertebe mertebe açılarak (tecellî) dış dünyayı oluşturmuştur.
Yunus’u dinleyelim:
Evvel yir gök yoğuken varıdı ışk bünyâdı
Işk kadimdür ezelî ışk getürdi ne
varın.
Yunus bunu biraz daha açıklıyor:
Yaratdı Hak dünyeyi Peygamber dostlığına
Dünyaya gelen gider bâki kalası
değil.
Yaradıldı yir ile gök Muhammed’ün dostlığına
Levlâk ana delildürür ansuz bu gök yir olmadı.
Yunus bu görüşünü, son mısrada da kendisinin belirttiği gibi, “Sen
olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” veya “Sen olmasaydın iki
alemi yaratmazdım” anlamındaki Peygamber’e atfedilen kutsî hadislere
dayandırmaktadır.
Yunus’un bu metafiziksel yaratılış izahı pek o kadar özgün değildir; çünkü
daha önce birçok kimse özellikle mutasavvıflar benzer izahlarda
bulunmuşlardı. Fakat aşağıda göreceğimiz Yunus’un konuyla ilgili fizikî
izâhı oldukça ilginçtir.
b. Varoluşun Fizikî Açıklaması
Yunus, varoluşun bir de fizik, yani bilim açısından bir açıklamasının
yapılmasına inanıyordu. Bu açıklama yaratılışın fiziken nasıl meydana
geldiği sorusunu yanıtlamakla verilebilecekti.
Yunus’a göre, Yaratıcı Tanrı, aşkı sebebiyle, bilgisi, kudreti, hikmeti
gereği, varoluşu dileyince önce bir öz (cevher)
yani bir çekirdek yarattı. Her bir varlık türü, Tanrı’nın bilgisi dahilinde
o özün açılımından türedi.
Bakınız Yunus ne diyor:
Halk bir gevher yaratdı kendünün kudretinden
Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden
Yidi kat yir yaratdı ol gevherin tozından
Yidi kat yaratdı ol gevherin bağından
Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasından
Tağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden
Muhammed’i yaratdı mahlûka şefkatinden
Hem Alî’yi yaratdı mü’minlere fazlından
Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden
Yunus içdi esridi ol gevher denizinden.
Yunus Emre bunu bilimsel ve açık bir şekilde “Risâletü’l Nushiyye”de şöyle
açıklıyor:
Padşâhın hikmeti gör neyledi
Od u su toprağı u yile söyledi
Bismillâh diyûp getürdi toprağı
Ol arada hâzır oldı ol dağı
Toprağıla suyu bünyâd eyledi
Ana Âdem dimağı ad eyledi
Yîl gelnüp ardunca debitdi anı
Andan oldı cism’i Âdem bil bunı
Od dahı geldi vû kızdurdı anı
Çünki kızdı cisme ulaşdı canı
Sûrete can girmeğe fermân olur
Pâdşâh emri ana dermân olur
Sûret dahı cânı mesrûr eyledi.
Önce Yunus’un bu iki şiirindeki anafikri açıklayalım. Sonra da düşünce
tarihi bakımından bir değerlendirmesini yapalım.
Yunus, Yaratıcı Tanrı’nın önce bir öz veya çekirdek bir varlık yarattığını,
onun, Tanrı’nın varoluş için öngördüğü plâna uygun şekilde, ilk önce
sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve nemlilik gibi dört temel niteliğe
dönüştüğünü; sonra bunlardan her birinin diğerleriyle iki yönlü
birleşmesiyle hava, ateş, su, toprak gibi dört temel ana madde (unsur)
in oluştuğunu daha sonra bunlardan her birinin diğerleriyle birli veya çok
yönlü birleşmesi, bu bileşiklerin çeşitli atmosferik etkenler altında
kimyasal ve jeolojik evrimleşmesi sonucu, gök cisimlerinden yer cisimlerine
kadar insan da son evre olmak üzere çeşitli varlık türlerinin ilk tiplerinin
ortaya çıktığını söylüyor.
Yunus özellikle ikinci şiirinde, insan türünün, ilk tipi ve atsı olan Hz.
Adem’in yaratılışından bahsederken, insan türünün varlıkların içerisinde en
yetkin varlık olarak yaratıldığını kabul etmektedir. Bu fikirleriyle Yunus’u
Frobischer, Koesian, Osborn, Haldane ve Teilhard de Chardin gibi bazı çağdaş
kozmoloji bilginlerinin öncüsü saymak durumundayız. Çünkü Yunus Emre’ye
göre, Tanrı’nın dilemesiyle yeryüzünün uygun bir yerinde toprağın su ile
karışmasından meydana gelen çamur, havanın, rüzgarın ve güneşin etkisiyle
mayalanma ve pişme şeklinde bir kimyasal evrim sonucu insan şeklini alıyor,
sonra da Tanrı’nın ona kendi rûhundan üfleyerek ruh vermesiyle bir canlı
insan türü oluşuyor. Yunus’un bu izahı, doğanın ve insanın oluşumu için
Haldane’nin öne sürdüğü “Colladial Substance” (mayalanmış öz)
teorilerine benzemektedir.
Yunus Emre’nin varoluşu veya yaratılışı bu şekilde izah etmesi, insanlık
düşünce tarihinde yakın zamana kadar benzeri bulunmayan bir olay olarak
nitelendirilebilir. Onun bu düşüncesi ne kelâmcıların, ne de filozofların
düşüncesine benzer. Kelâmcılar, âlemin Allah tarafından yaratıldığını
söylerler; fakat genellikle bunun nasıl olduğu hususunda metafizik
açıklamalar yapmanın ötesinde bir şey söylemezler. Diğer yandan filozoflar,
tâ eski çağlardan beri âlemin oluşumu hakkında fikir yürütmüşlerdir. Thales
gibi kimisi âlemin ana maddesinin su, Herakleitos gibi kimisi ateş olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Diğer filozofların da daha başka farklı görüşleri
vardır. Fakat hiçbirisi Yunus’un görüşüne benzememektedir.
İslâm dünyasında bu konuda, Nazzâm (öl. 845)
ve Câhız (öl. 861)’dan Birûnî, İbn Arabî ve Mevlânâ’ya kadar çeşitli
düşünürler bazıları bugünkü evrim teorilerine benzer, bazıları biraz daha
farklı fikirler ileri sürmüştür. Yunus Emre’nin görüşü onlardan en çok
Endülüslü meşhur bilim adamı ve tabip İbn Tufeyl (1100-1183)’ün görüşüne
benzemektedir.
Fakat biz, Yunus’un bu Endülüslü bilimciden etkilendiğini sanmıyoruz. Zira,
Yunus’un onu tanıdığına dair hiçbir bilgi yoktur. Genellikle etkilendiği
kimseleri isimleriyle belirten Yunus’un, eğer ondan etkilenmiş olsaydı, onun
da ismini anması gerekirdi.
Halbuki, Yunus’un bu konuda kimseden etkilenmediğini kendisinin şu
sözlerinden açıkça anlamaktayız:
Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden
Yunus içdi esridi ol gevher denizinden
Yunus’un yaratılıştan bahsettiği şiirinin bu son beyitinde, yaratılışın
kapalı bir sorun olduğunu, herkesin kolay kolay bunu bilemeyeceğini
söyledikten sonra, kendisinin Kur’an’dan hareketle böyle bir görüşe
vardığını belirtiyor. Kur’an, bir bilim kitabı olmamakla birlikte Yunus’un
da işaret ettiği gibi insana, yaratılış da dahil çeşitli konularda çeşitli
bilgiler ve ipuçları vermektedir. Sorun, bunları doğru bir şekilde
değerlendirip değerlendirememe sorunudur. Yunus, kendince bir değerlendirme
yapıyor ki, biraz önce de belirttiğimiz gibi bu bazı çağdaş bilimcilerin de
savunacağı bir görüştür.
Sonuçta, metafizikî ve fizikî izahlar ne olursa olsun Yunus’a göre varoluş,
ilâhi aşkın, dalga dalga yayılması ve açılıp serpilmesinden başka bir şey
değildir.
O
halde, âlemdeki her şey, madde ve cisim olarak Tanrı’nın aşkının bir
uzantısıysa ve Tanrı her şeye sevgisi ve muhabbetiyle ulaşmışsa, insanın da
ona ulaşabileceği gerçek ve düz bir yol vardır: bu da Yunus’a göre aşk
yoludur. Şimdi de Yunus ile bu yolda yürümeye çalışalım.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:25 ve >
2. Aşk, İnsan ve Dünya:
Yaratılış, Tanrı’nın aşkının eseri olmasına
rağmen, Yunus’a göre dünya veya daha geniş anlamda bütün yaratılmış şeyler
(âlem) bizi doğrudan Tanrı’ya ve onun aşkına götürmektedir. Çünkü, insan da
dahil her şey, her varlık Tanrı’yla insan gönlü arasında bir perde gibidir.
Yunus şöyle diyor:
Varlıkdur hicâb kapı kim yıka bu hicâbı
Dost yüzinden hicâbı götürmeye er gerek
Hicâb oldun sen sana ne bakarsın dört yana
Kaykımaz öne sona şuna kim dîdar gerek
Gel imdi hicâbın yık hırs evinden taşra çık
Hak bağışlaya tevfik kasdıla hüner gerek
O halde Yunus’a göre, varlıklar Tanrı’nın
“Yüzü”nü insandan gizleyen perdelerdi. Mevlânâ, İbn Arabî, Gazâlî, İbn Abbâd
ve Ataullah gibi birçok mutasavvıf gibi, Yunus’a göre de dünyayı anlamlı
kılan şey, onun perde oluşudur. Daha doğrusu insanın dünyayı, Allah’ı
arkasında gizleyen bir perde olarak görebilmesidir.
Eğer Allah perdesiz ve apaçık olsaydı, Yunus’un
gözünde her şey manasız olurdu; ne sır, ne aşk, ne de iman ve küfür olurdu.
İşte bu açıdan her şeyi anlamlı kılan dünyadır. Bunun için Yunus:
Ben ayumı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde
Benüm yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden
yağar
Fakat diğer taraftan insan, bu dünya perdesini
aralayıp, arkasındaki gerçeği görünce artık dünya anlamını yitirerek,
anlamsızlaşır. Onun ötesinde manalar aranır:
Bize didar
gerek dünyâ gerekmez
Bize ma’nî
gerek da’vâ gerekmez
Aşık bu
dünyeyi n’ider akibet birgün terk ider
Işk eteğini
dutmuş gider her kim gelürse salâdur
Yunus’a göre insan kurtuluşuna ve gerçek
hürriyetine, dünya perdesini yıkmakla kavuşabilir. Ne var ki, bu perdeyi
yıkmak pek kolay değildir. Bu Yunus’un deyişiyle hakiki bir dervişliği
gerektirir.
Yunus için gerçek dervişlik, halk yolunda
dervişliktir; çoğunun anladığı gibi Hak yolunda değildir. Çünkü, halka
hizmet Yunus anlayışına göre Hak’ka hizmettir. Bu nedenle Yunus’ta
dervişlik, yaşanan bir hâldir; yoksa kavramsal bir düşünce değildir. İşte
bunun için Yunus’un dervişliği zor bir dervişliktir. Çünkü dervişlik
dünyanın geçici güzelliklerine ve çekici zevklerine aldanmamak demektir.
Yunus anlayışına uygun dervişlik, insanın kişisel benliğini yok eden; daha
doğrusu onu “toplumsal” benliğe dönüştüren oradan da “İlâhi” benliğe
yükselten bir dervişliktir.
Dervişlik didükleri bir âcayib durakdur
Derviş olan kişiye evvel dirlik gerekdür
Çün evde dirlik ola Hakk’ıla birlik ola
Varlığı elden koyup ere kulluk gerekdür
Kulluk eyle erene bakup Hakk’ı görene
Senden haber sorana key miskinlik gerekdür
Başka bir yerde:
Dervişlik didekleri hırkayla tâc değül
Gönlin derviş eyleyen hırkaya muhtâc değül
Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan
Vargıl yolunca yüri er yolı kalmaç değül
diyen Yunus şöyle bitiriyor:
Ben dervişim diyen kişi işbu yola âr gerekmez
Derviş olan kişilerün gönli gindür tar gerekmez
Derviş gönülsüz gerekdür söğene dilsiz gerekdür
Döğene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez
Halka benzetmeye işin süre gönlinden teşvişin
Yüzbini birdür dervişün arada ağyâr gerekmez
Eğer derviş isen cümle âlem sana biliş
Fodullığı hulka değiş arada ağyâr gerekmez
Derviş olan kişiylerün miskinlikdür sermâyesi
Miskinlikden özge bize mal ü mülk ü şar
gerekmez
Er elüni aldunısa ere gönül virdünise
İkrâr ile geldün ise pes ere inkâr gerekmez
Yunus sen gördüğün eri arturma gördüğün biri
Şudur budur diyübeni derviş târumar gerekmez
Görüldüğü gibi Yunus için dervişlik, ne hırka,
ne tâç, ne tespih, ne de uzlet içinde yapılan âyin ve zikirdir. Gerçek
dervişliğin ne havada uçmakla ne yürüyerek denizden geçmekle bir ilgisi
yoktur.
O halde gerçek dervişlik, halkın hizmetinde tam
bir güzel ahlâklılıktır. Bu da Yunus’a göregerçek ibadetlerin başıdır:
İbâdetler başıdur terk-i dünya
Eğer mü’minsen ana inanasın
Gerçek dervişlikle perdeyi aralayabilen kimse
için, Hak dünyadadır; dünya ve dünyadaki her şey, Allah’ın aşkını söyleyen
bülbüller olur. Sanki Tanrı’yı gözle görmüş gibi olur:
Ol bî-nişandur cihandan ne diyelüm dilümüz
andan
Ol âlim-i deyyân zât her zât içinde zât olur
…………..
…………..
Ol işlere eli iren Hak ışkına gönül viren
Dostunı göze göz gören cümle varlıktan mât olur
Yâr yüreğüm yar gör ki neler var
Bu halk içinde bize güler var
Hak cihana toludur kimseler Hakk’ı bilmez
Anı sen senden işte o senden ayru
olmaz
İy dün ü gün Hakk’ı isteyen bilmezmisin Hak
kandadır
Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır
İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a durak
Sen senligün elden bırak tenden içerü cundadur
O halde insana dünyayı hem anlamlı, hem
anlamsız kılan aşktır. Aşk ile insanın dünyayı anlamsız bulması, insanın
kendisini aşması demektir. İnsan ne kadar bu manada dünyadan uzaklaşırsa
uzaklaştığı ölçüde değer kazanır ve yetkinleşir. İnsan ne ölçüde dünyadan ve
dünyalık benliğinden kaçarsa o ölçüde asıl benliğini bulur:
Gel imdi hicâbın aç senden ayrıl sana kaç
Senden bulasın mi’râc sana gelir cümle yol
……………
……………
Yunus bak niredesin ne yerde ne göktesin
Bekle edep perdesin gel imdi gel tapu kıl
Diğer taraftan Yunus’a göre eğer insan önce
dünyayı kendisi için anlamlandıramıyor ve sonra anlamsızlaştıramıyorsa,
insan dünya için anlamlanıyor. Bu, dünyanın insan için değil, insanın dünya
için var olduğu demektir ki, Yunus bu görüşte değildir. İnsanın kendisini
dünya için anlamlandırması, Yunus’un gözünde mutlak bir olumsuzluktur. İnsan
ne kadar dünyaya bağlanır kalırsa o ölçüde dünyalaşır, gerçek benliğine
yabancılaşır. İşte asıl menfi manadaki miskinlik budur ki bu, aşkın değil
nefsin eseridir:
Miskin âdem oğlanı nefse zebûn olmuşdur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur
Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz
Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur
Dünya sevgisiyle kendi benliğine yabancılaşan
insan, dünyayı bir gelin gibi görür ve onun alına, puluna bakıp doyamaz:
Bu dünya bir gelindür yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakubanı toyamaz
Bu dünyânın meseli bir ulu şara benzer
Velî bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer
………….
………….
Bu şarun evvel dadı şehd û şekerden şirin
Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer
………….
………….
Bu şarın hayalleri dürlü dürlü halleri
Aldamış gafilleri câzû ayâra benzer
Bu şarda hayallerün haddi vü şümarı yok
Bu hayâle aldanan otlar davara benzer
Bu şarın sultânı var cümleye ihsanı var
Sultânla bilişen yoğıken vara benzer
Yunus Emre, dünyayla dünyalaşanların sonunun
pişmanlık ve kötümserlik olduğunu vurguluyor:
Bu dünya kahır evidür hem bâki değül fânidür
Aldanuban kalma buna tiz tevbeye gelmek gerek
Dünyaya inanırsan rızka benümdür dirsin
Niçün yalan söylersin çün didüğün olmaz
Bu dünyaya gönül viren son-ucı pişmân olısar
Dünya benüm didükleri hep ana düşman olısar
Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer
Âhirin sanan kişi ağulu aştan geçer
O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus
Emre’ye göre dünya bizatihi kötü ve yerilecek bir şey olması şöyle dursun
tam aksine, çok değerli bir nesnedir; çünkü Tanrı aşkının tecelli ettiği,
büyük bir aşk kitabıdır. Bu aşk kitabını okuyabilen, kendini onda bulur.
Okuyamayıp da, gözü onun süsüne ve nakışlarına takılan onda oyalanır kalır.
Sözü tekrar Yunus’a bırakalım, o söylesin:
Koyup nakş ü
nigârı nakşa yol verme zinhâr
Nakş ile yola
giren âkıbet dünya sever
Dünyayı bırak
elden dünya geçmez bu yoldan
İki ışk bir
gönülden asla geçmez bu kadar
Ye sevgil
dünya dutgıl ye sevgil yol iletgıl
İki da’vî bir
ma’nî bu yolda sığmaz derler
Geç mahlûk
tâatından göz ırma dost katından
Aldanma fânî
nakşa fânî nakşı niderler
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:30 ve >
VAROLUŞSAL AŞK
Yunus’un eserlerinde en çok üzerinde durduğu
aşk, varoluşsal aşktır. Varoluşsal aşk, daha önce de belirtildiği gibi,
insanın özünde gizli bulunan aşkı gerek duygu ve düşüncesine gerekse
davranış ve hareketlerine yansıtmaktadır. Bu, Yunus’a göre, insanın bilgi ve
bilinç seviyesine bağlı olarak ya komedik biçimde ya da trajik biçimde
yansır. Bu yansıma biçimlerine göre de varoluşsal aşk doğası itibariyle ya
komedik ya da trajik olabilir.
1. KOMEDİK AŞK
Yunus Emre’ye göre, insanı güldürüp eğlendiren
dünyalık aşka biz, “komedik aşk” adını veriyoruz. Bu, insanın tutku ve
ihtiraslarının tatmininden doğan sevinç ve neşedir. Mal-mülk, mevki-makam,
şan-şöhretin insana verdiği hazdır. Kısaca komedik aşk, sahip olma duygusu
ve bu duygunun tutsaklığıdır.
Komedik aşk, Yunus’a göre gelip geçicidir.
Sevilen şey yok olunca bu aşk da yoktur; o zaman sevginin yerini hüzün alır,
dolayısıyla komedik aşk, üzüntü, ıstırap, korku ve tasa gibi sevginin zıddı
olan şeyleri de beraberinde bulunduran, onlarla iç içe olan bir aşktır.
Komedik aşk, o halde yaşamı kendi akışı içinde
olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu şekilde onaylamalıdır; fakat bu
onaylamada insan kendi benliğini görünüşte ve sözde güzel şeylerle
özdeşleştirme, sözde çirkin ve kötü şeylerden de uzaklaştırma vardır.
Halbuki Yunus’un aşk sözüyle kastettiği aşk,
esasen böyle bir aşk olmadığından komedik aşk için, görünüşte olumlu olan
duygu ve olaylar aslında olumsuz, görünüşte olumsuz şeyler ise, aslında
olumludur. İşte bunun için, Yunus’a göre, komedik aşk sözde ve dilde bir
aşktır; insanı aldatan aldatıcı bir aşktır; insanı dünyalık şeylerden
kurtarmak yerine, onlara hapseden bir aşktır. Komedik aşk, o halde Yunus’a
göre olumsuz bir aşktır ki, insanın hakiki aşkı tanımasına engel teşkil
etmektedir:
Diliyle ışk
diyenler, bilmezler ışk neydüğini
Işktan haber
eyitmesün, kim dünya izzetin seve
Kimi avrat
oğlan sever kimi mülk hânuman sever
Kimi sermâye
dükkân sever bu dünya halden hâledür
Bu dünyaya
gönül viren son-ucı pişmân olısar
Dünyâ benüm
didükleri hep ana düşman olusar
Yunus’un bu dizeleri bize komedik aşkın
sahnesinin dünya olduğunu belirtmektedir. Bu aşkın oyuncuları, Yunus’a göre
sadece kara cahiller değildir; gerçek ilim nedir bilmeyen âlimler; gerçek
saltanat nedir bilmeyen sultanlar; gerçek dervişlik bilmeyen dervişlerdir.
Sözde ilim, sözde saltanat, sözde dindarlık ve sözde dervişlik de Yunus’a
göre komedik aşkın perdeleridir.
Bu perdeler, insana gerçek aşkı ve benliğini
kendisine kapatan perdelerdir. Yunus bunların yırtılmasını istiyerek şöyle
diyor:
Hicabdasın
bugün seni göstermezler belki sana
Hicab didüğümi
anla dünyelikdür gözden bırak
Komedik aşk, ham, kaba, çiğ insanların aşkıdır.
Yunus’a göre, bu aşkın binbir türlüsü vardır ve onun oyuncağı olmayan hiçbir
kimse yoktur:
Işksuz âdem
dünyede bellü bilün ki yokdur
Herbirisi bir
nesneye sevgüsü var âşıkdur
Çalabın
dünyesinde yüzbin dürlü sevgi var
Kabul it
kendüzüne göre kangısı lâyıkdur
Yunus bu süfli aşk ile kendisini âşık sanıp
avunanlara acımaktadır. Yunus, insanları, bu tür kuruntulardan kurtarmak ve
onları hakiki aşka davet için bir ömür çaba harcadığı gibi, davetinin kalıcı
olması için de çabasını şiirlerine dökmüştür:
İy çok
kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak
Tâ bilesin
sırrı ayan gel ışkdan okı bir sebak
Çağrısını yaparken, Yunus buna uyanların mal ve
mülkünden, şan ve şöhretinden aslında bir şey kayıp etmemiş olacağını da
vurgular.
Ger uluya
irdünise süret nakşı nedür senün
Ma’nîye yol
buldunısa işbu dünya nendür senin
Sen dünyenün
terkin urgıl gelüp ışk odına girgil
İleriki
menzile irgil girü kalmak nendür senün
Bu vücudun
sermâyesi od u su vu toprak değül
Herbiri asmına
gider gâfil olmak nendür senün
Büt-hâne vü
şarab-hâne mescid oldı gerçek cana
Bir pulun
vermez ziyana yalancılık nendür senün
Çünki ahrete
kavisin ko bu yalancı da’visin
Mal ü hazine
sevisi âşıksan nendür senün
Dün ü gün
kaygular yirsin n’ideyim yohsulın dirsin
Ol cömerddür
rızkun virür kaygu yimek nendür senün
Yigil
yidiürgil biçâre eksilürse Tanrı vire
Birgün tenin
yire gire girü kalan nendür senün
Yunus ol ışk
badyasından sen igen esrük olmışsın
Bi-hod iken
irdün Hakk’a ayuk olmak nendür senün
O halde Yunus’a göre komedik aşk, aslında
mal-mülkten, şan-şöhretten değil, insanın kendisini onlara esir etmesi ve
benliğini tamamen onlara bağlamasıdır. İnsan bu tutsaklığını aşabildiği
ölçüde mal ve mülkü, şan ve şöhreti olmasına rağmen, komedik aşktan
kurtularak gerçek aşka ulaşabilir.
2. TRAJİK AŞK
Trajik aşk, Yunus’un yoluna çağırdığı gerçek
aşktır. Bu, komedik aşkın tam tersine, dünyayı ve insanı dünyalık şeylere
bağlayan duygu ve düşüncelerin bütününü olumsuz kılmadır. Yani gülme yerine
ağlamayı, sefa yerine cefâyı, varlık yerine yokluğu, ölmeden önce ölmeyi,
tokluk yerine açlığı, zenginlik yerine fakirliği tercih etme gibi normalde
istenmesi gereken şeyleri terk ederek istenmeyen şeyleri arzulamaktır.
Bu demektir ki, Yunus için, insanı gerçek aşka
sevk eden şey, yaşamın trajik yönleridir. Nitekim Yunus böyle söylüyor:
Yandı yüreğim
dutuşdı bağrum cigerüm kebabdurur
Aşıkların
şerbetleri bu derdüme sebebdurur
Dürlü dürlü
cefanun adını ışk virmişler
Bu cefaya
katlanan dosta halvet irmişler
Işıkdurur
dürlü belâ döndürür hâlden hâle
Dost elinden
piyâle key melâmet olmışlar
Âşıkun gözi
yaşı dün ü gün turmaz akar
Âşık kan
ağladuğı ma’şuk soruncayımış
Işkun
zemzemesinden âşık boynu zencirlü
Âzadlık
istemez(ler) şöyle kaldılar dutsak
Ni’delüm bu
dünyayı n’eyleyüp n’itmek gerek
Dâima ışk
eteğin komayıp dutmak gerek
Çalab’um bu
dünyayı kahır içün yaratmış
Gerçeğin
gelenlerün kahrını yutmak gerek
Yunus’a göre bu trajedi gerçek olduğundan aşk
yoluna başını koyanın, bu yolda yürümekten başka çaresi yoktur. Bu yola bir
kere girilince de, bu trajedi hoş gelir insana:
İy dost senün
ışkın odı ciğerüm pâre boş kılur
Işkundan yanar
yüreğüm yanduğum bana hoş gelür
Niçin bu böyledir? Bize göre, Yunus’un bütün
felsefi ve dünya görüşü belki bu sorunun yanıtında yatmaktadır diyebiliriz.
Yunus Emre, varlığın nicelikleri ve
niteliklerinin olduğu kadar, insan davranışlarının ve duygularının da biri
olumlu (müspet), diğeri olumsuz (menfi)
zıtlarının var olduğu görüşündedir. İyilik-kötülük gibi, güzellik-çirkinlik
gibi, sevgi-nefret gibi, zenginlik-fakirlik gibi, aydınlık-karanlık gibi.
Buraya kadar Yunus’ta bir yenilik yoktur; çünkü ondan önce ve sonra, birçok
kimse aynı şeyi söylemiştir. Yunus’un diğer filozoflar ve mutasavvıflara
olan büyüklüğü, bundan sonra başlıyor. O, öncekilerde ve sonrakilerde
olmayan harika bir felsefe yapıyor. Bunu kısaca anlatmaya çalışalım.
Yunus, bütün diğer düşüncelerin zıddına,
varlıksal niteliklerdeki ve duygulardaki olumluluk ve olumsuzluğun,
zıtlıkların kaynağının, aşk olduğunu söyler:
Hak bir gönül
virdi bana ha dimedim hayrân olur
Bir dem gelür
şâdi olur bir dem gelür giryân olur
Bir dem
sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem
beşâretden toğar hoş bağıla bostân olur
Bir dem gelür
söyleyemez bir sözi şerh eyleyemez
Bir dem
dilinden dür döker derdlülere dermân olur
Bir dem çıkar
arş üzere bir dem iner tahte’s-serâ
Bir dem
sanasın katredür bir dem taşar umman olur
Bir dem
cehalette kalur hiç nesneyi bilmez olur
Bir dem talar
hikmetlere Câlinus u Lokmân olur
Bir dem div
olur yâ peri virâneler olur yiri
Bir dem uçar
Belkîs ile Sultân-ı ins ü can olur
Bir dem varur
mescidlere yüzin sürer anda yire
Bir dem varur
deyre girer İncil olur rûhbân olur
Bir dem gelür
İsî gibi ölmüşleri dini kılur
Bir dem girer
kibr ivine Fir’avun ıla Hâmân olur
Birden döner
Cebrâil’e rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelür
güm-rah olur miskin Yunus hayrân olur
Yunus Emre’ye göre, amaç olan olumlu nitelikler
ve duygular olduğu halde, asıl olan olumsuzluklardır. Yani esas olan derman
değil, derttir; iman değil, küfürdür; sevgi değil, nefrettir; aydınlık
değil, karanlıktır; yaşam değil, ölümdür; varlık değil, yokluktur; birlik
değil, ikiliktir. Niçin bu böyledir? Her şeyden önce bu, Yunus’un çok
realist bir düşünür olmasıyla açıklanabilir.
Yunus, gerçeklik dünyasında, bütün varlıkta ve
özellikle de insanlarda olumluluklar kadar olumsuzlukların da gerçekliğe
sahip olduğu yani zıtların beraberce bulunduğu düşüncesindedir. Sevgi adına
nefretin, iman adına küfrün, birlik adına ikiliğin varlığını inkâr etmeye
gerek yoktur. Hatta Yunus’a göre gerçek aşka ulaşmak için olumsuzluklar
olumlu niteliklerden daha önemlidir. Çünkü gerçeklik dünyası her ikisinden
oluştuğundan gerçeğin bilgisi, ancak olumluluklar ve olumsuzlukların
beraberce bilinmesiyle elde edilebilir. Örneğin nefreti bilmeyen gerçekte
sevginin ne olduğunu ve değerini tam olarak kavrayamaz.
İşte bunun için, Yunus gerçek aşka doğru yol
almak için, insanın önce olumsuzlukların ne olduğunu bilmesinin gereğine
inanır. Bu iki yönden gereklidir. Birincisi bilgi açısından: Eğer insan
gerçeklik dünyasını bir yönüyle tanır, diğer yönüyle tanımazsa, varlık
hakkındaki bilgisi tam olmaz. İkincisi, insanın mutluluğu açısından: Eğer
insan, sadece olumlu niteliklere sarılıp kalarak, olumsuzlukları
görmemezlikten gelirse tam bir mutluluk içinde olmayabilir. Şöyle ki, her
zaman zenginlik içerisinde olan birisi bir gün fakirliğe düşerse, bu durumda
mutsuz olabilir. Halbuki, o kimse zengin iken fakirliğin ne olduğunu
öğrenmiş olsaydı, fakirlikte mutluluğunu yitirmeyebilirdi.
Bu realizmden hareketle, Yunus insan için
sürekli mutluluk oluşturacak, doğru bilgi verecek bir yol arıyor. Bunu
yaparken realizmden idealizme geçiyor. Daha doğrusu realizmin yanında
idealizmin de olmasını gerekli görüyor.
Yunus’a göre, realizm ile idealizmi
birleştirmek ancak insan iradesinin eğitimiyle sağlanabilir. İrade
eğitiminde, Tanrısal idealler amaç olarak ele alınmalıdır. Yani insan
iradesi onlara yönelik biçimde kanalize edilmelidir. İşte bu yolla insan,
gerçek aşka erecektir ve normal hayattaki sevgi ile nefretin, zenginlik ile
fakirliğin, bilgi ile cehaletin arasında çok da öyle bir fark olmadığını
anlayabilecektir. Sevginin Tanrı adına olduğu zaman, bir anlamı; derdin onun
adına olduğu zaman bir değeri olduğunu öğrenecektir. Çünkü, Yunus’a göre
gerçek aşkın, ne zıddı ne de karşıtı vardır. Bunların olmadığı tek şey,
aşktır. Aşk ile bütün olumluluklar ve olumsuzluklar arasındaki fark ortadan
kalkar; başka bir ifadeyle olumsuzluklar olumluluk kazanır. Nefret sevgiye,
ikilik birliğe, yokluk varlığa, ölüm ölümsüzlüğe, küfür imana dönüşür.
Gerçek yaşamın tek prensibi olarak görülen aşka
ulaşmak için, olumsuzlukları olumlu olarak yaşayabilmek, ancak insan
iradesinin onları omuzlayabilmesiyle mümkündür. Bu da irade olarak trajik
bir yaşam tarzını seçmek demektir. Başlangıçta her şey trajik olmasına
rağmen yani yaşamın akışı insana hakim olmasına rağmen sonuçta bu akış
gerçek aşka dönüştüğü zaman insan her şeye hakim duruma geçiyor ve yaşamın
akışını o ele alıyor. Böylece, Yunus’a göre, insan aşkın diyalektiğini her
şeye hakim kılmakla, kesiksiz ve sonsuz mutluluğa kavuşabiliyor.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:37 ve >
Yunus'un varoluşsal aşkını birey açısından
anlamak:
1. AŞK VE
BENLİK
Yunus Emre, insanda insanın kendi varlığının
bilincinde olmasını sağlayan ve onu dünyaya bağlayan bir varoluşsal benlik
olduğunu söylemektedir. Bazen buna “nefis” adını da vermektedir ki, modern
tabirle “ego” demektir.
Yunus’a göre bu varoluşsal benlik, insanı
gerçek aşktan, dolayısıyla da Tanrı’dan uzak tutan bir benliktir. Bu
bakımdan bu benlik daha geniş anlamıyla insanın Tanrı’dan ayrılığını ve
uzaklığını ifade eder. Dünya ve dünyadaki şeylere tutku demektir. İnsan
birey olarak, bu aşktan yoksun olunca, şeklen insan bile olsa, esasta
toprak, taş ve hayvan gibi herhangi bir varlıktan farksızdır.
Yunus bunu şöyle dile getirmektedir:
İşidün iy
yârenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan
gönül misâli taşa benzer
Taş gönülde ne
biter dilinde ağu düter
Nice yumuşak
söylese sözi savaşa benzer
Işkı var gönül
yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller
kararmış sarp katı kışa benzer
Işksızlara
benüm sözüm benzer kaya yankusına
Bir zerre ışkı
olmayan bellü bilün yabandadur
Işksızlara
virme öğüt öğüdünden alur değil
Işksız âdem
hayvan olur hayvan öğüt bilür değil
Kurt ağacı
n’ideler kesüp oda yakarlar
Hem kim âşık
olmadı benzer kurt ağaca
Bu ve benzer dizelerden ayrıca anlıyoruz ki,
Yunus Emre’ye göre, aşksız olan insanın benliği, kötülüklerin de kaynağıdır.
Bir yandan kötülüklerden uzak olmak diğer
yandan hakiki aşka ulaşmak için o halde varoluşsal benliği yok etmek
gerekir. Aksi taktirde Yunus’un anlayışına göre gerçek aşk ile benlik bir
arada bulunmaz. İkisinden birini seçmeli:
Dünyeyi bırak
elden dünye geçmez bu yoldan
İki ışk bir
gönülden aslâ geçmez bu haber
Ya sevgil
dünle tudgıl ya sevgil yol iletgil
İki da’vi bir
ma’ni yolda sığmaz dirler
Gerçek aşka ulaşmak için insanın kendi dünyalık
benliğini terk etmesi gerekir diyor Yunus Emre:
Dostıla
bilişen can oldur kendüye kıyan
Varlık
leşkerin sıyan dahı çapükter gerek
Gerçek dostı
zevenler unutdılar kendüzin
Kanda varurlar
ise iltürler beni bile
Eğer insan benliğinden geçerek, aşk yoluna
girerse, aşk insanın benliğini yok eder.
Yunus eğer
âşıkısan varlığun değşür yoklığa
İman kuşağın
berk kuşan di hep eksüklik kendedür
Beni sorman
bana bende değülven
Suretüm boş
yürir tondan içeri
Fakat aşk, yok olan insan benliği yerine ilâhi
benliği yerleştiriyor. Yunus ve hâkiki âşıklar Tanrı’dan onun yerleşmesi
için duada bulunurlar. Çünkü insan ancak ilâhi aşkla doğal ve varoluşsal
benliğine yabancılaşabilir.
İlâhi bir ışk
vir bana kandalığum bilmeyeyin
Yavı kılayım
ben beni isteyüben buymayayın
Şöyle hayrân
eyle beni bilmeyeyin dünden güni
İsteyeyin dâim
seni ayruk nakşa kalmayayın
Al gider
benden benliği doldur içüme şenliği
Dirlüğümde
öldür beni varup anda ölmeyeyin
Böylece gerçek aşkla insan yeni bir kimlik
kazanır. İnsan bu kimlikle, kendi varoluşsal benliğine yabancılaşması
ölçüsünde Tanrı’ya yaklaşır ve kendi içinde Tanrı’yı bulur.
Senden ayru
ben seni kanda bulam
Sensüz bu hak
nefes ömrüm sürilmez
O halde insanın asıl benliği, Tanrı’yı kendi
içinde bulmasıyla oluşur. İnsanın ilâhi aşkla bulduğu bu yeni benlik, onun
gerçek benliğidir. Bu, Tanrısal bir benliktir. Yunus’a göre, insanın asıl
kendi kendine yabancılaşması veya yadlaşması, Tanrı’dan uzak kalmasıdır.
İnsan ne kadar Tanrı’ya yaklaşırsa, o kadar gerçek benliğine kavuşur:
Hakk’a giden
yolı gönli içinde
Göremez ol anı
yaddur ilünde
Yunus burada bize göre çağdaş bir soruna çözüm
getiriyor. Bilindiği gibi, bazı ateist Marksistler ile J.P.Sartre gibi bazı
ateist varoluşçular Tanrı’ya inanmanın insanı kendi kendine
yabancılaştırdığını söylerler. Yunus açısından bu bir yönden doğru, bir
yönden yanlıştır. Eğer bu çağdaş düşünürler gibi benlikten sadece, insanı
dünyaya bağlayan, insanı kendine hapseden bir bilinçlilik halini anlarsak,
hakikaten insan Tanrı’ya inanmakla böyle bir benliğe yabancılaşacaktır.
Yunus da bunu söylüyor. Ne var ki, onların benlik dediği şeye, Yunus gerçek
benlik demiyor. Yunus’a göre gerçek benlik, Tanrı önünde onun ve onun
yarattıkları uğrunda yanılan, aşk ateşiyle kazanılan bir benliktir. Böyle
bir benlik insanı kendine yabancılaştırmaz, bilâkis insanı kendi kendine
buldurur. Yunus’a göre asıl yabancılaşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi,
insanın Tanrı’dan uzak kalmasıdır.
Haber virirsen
nefsün ilünden
Ümidün varısa
gidersin andan
İki
sultandurur sana havâle
Diler her
birisi kimi mülki ala
Biri
Rahmânidür can hazretin
Biri şetânidür
garaz yatından
Gör imdi kim
seni kime taparsın
Kime kapu açup
kime yaparsın
diyen Yunus, o çağdaş düşünürlere seslenerek
insanın birisi bedeni arzuların varlığını temsil eden ve diğeri rûhun (canın)
arzularını temsil eden iki benliğe sahip olduğunu söylüyor. Fakat asıl
benliğin, rûhî, yani kendi deyimeyle rahmânî olduğunu belirtiyor.
Dolayısıyla insan Tanrı’ya yönelmekle bir yandan kendi kendisine
yabancılaşıyor, yani aşağılık bedensel duyguları terk ediyor; fakat diğer
yandan hem kendi kendisiyle hem de Tanrı ile bütünleşiyor.
İnsan benliğinin, Tanrı’sız olduğu zaman gerçek
benlik olamayacağına inanan Yunus:
Işkun aldı
benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım
düni güni bana seni gerek seni
Ne varlığa
sevinürem ne yokluğa yerinürem
Işkumıla
avunuram bana seni gerek seni
Işkun âşıkları
öldürür ışk denizine taldurur
Tecellîyile
toldurur bana seni gerek seni
Işkun
şarabından içem mecnûn olup tağa düşem
Sensin dün ü
gün endişem bana seni gerek seni
Sûfilere
sohbet gerek ahîlere ahret gerek
Mecnun’lara
Leylî gerek bana seni gerek seni
Eğer beni
öldüreler kûlüm göğe savuralar
Toprağım anda
çağıra bana seni gerek seni
Yunus’durur
benim adum gün geldükçe artar oldum
İki cihanda
maksûdum bana seni gerek seni
diyerek, bizce sorunu en iyi şekilde çözümlemiş olsa gerekir. Çünkü Yunus’a göre, insanın kendi kendine yabancılaşması aslında yine kendisini bulabilmesi için gereklidir. Bu yabancılaşmayla insan, bir yandan kendisinin dünyadaki herhangi bir varlık gibi olmadığının ve diğer yandan da kendisinin herhangi bir varlık olmadığının farkına varabiliyor.
Bunu Yunus şöyle belirtiyor.
Ayruk bana ben
dimeyem kimseye sen dimeyem
Bu kul o
sultan dimeyem işidenler kala tana
İnsanın dünyalık benliğini yok ederek hakiki
benliğini kazanması, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ikilikten
kurtulmasıdır. Bu da, insanın kendi kendisini bütünlemesi, tâm ve yetkin bir
kimliğe bürünmesidir:
Dost esriği
deliliğüm âşıklar bilür neliğüm
Değşüriben
ikiliğüm birliğe binmeye geldüm
Çeçdüm hodbin
ilinden el çektüm dükelinden
Ol ikilik
bâbından birliğe bitüp geldüm
O halde Yunus’a göre sonuçta aşk, hem insanı
kendi benliğinde bütünleştiriyor, benliğiyle tanıştırıyor, hem de Tanrı’ya
yakınlaştırıyor. Bu da Yunus için gerçek Tevhid (Birleme)’dir.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:45 ve >
2. AŞK VE
ŞAHSİYET
Yunus Emre’nin şiirlerine baktığımız zaman
çeşitli konuları anlatırken birtakım insan tiplerini canlandırdığını
görüyoruz. Bu tipler arasında en dünyalık insandan en kâmil insana çeşitli
insanlar vardır. Yunus Emre’nin canlandırdığı o tipleri göz önüne alarak,
onun şahsiyetten ne anladığını çıkarmak mümkündür. Yunus’a göre şahsiyet,
Mevlânâ’da da olduğu gibi, iç ve dış bütünlüğüdür denebilir. Çünkü,
Mevlânâ’nın:
Ya olduğun
gibi görün
Ya göründüğün
gibi ol
sözünü aynen tekrarlarcasına, Yunus Emre’de:
Bugün yarın
dimek ol hâle uymaz
Neyise zâhirin
bâtınun oldur
…………………
…………………
…………………
…………………
Niye kim bakar
isen ol yüzündür
Kime ne
sanurisen kendi özündür
demektedir. Buradan da açıkça anlıyoruz ki,
şahsiyet, insan benliğinin, Tanrı, diğer insanlar ve genel olarak çevresiyle
olan, maddi ve manevi ilişkilerinde yansımayla ve bu yansımanın tekrar
algılanmasından oluşan bir bilinç ve davranış bütünlüğüdür.
Yunus Emre’ye göre, benlik nasıl oluyorsa ve
hangi tabiata sahipse, insan şahsiyeti de, temelde ona bağlı olarak oluşur;
ancak şahsiyetin oluşumunda, benlik kadar olmasa da, dış dünya ve çevrenin
de etkisi olduğundan, şahsiyet her zaman sadece benlik ve onun tabiatına
uygun olarak oluşmayabilir.
O halde, dış dünyanın tesiriyle, benlikte ve
dolayısıyla da şahsiyette ikilik ve bölünme ortaya çıkma olasılığı söz
konusudur. Bunu için Yunus Emre, “insan olmada” önceliği şahsiyetten ziyade,
benliğe veriyor; benlik, şahsiyetten daha önemli ve temeldir.
Her şeye devâ olduğu gibi, aşk, Yunus Emre’ye
göre, şahsiyet bölünmesine de devâdır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz
gibi, insanı, hem Tanrı’yla, hem de diğer insanlar ve doğayla ortak benlik
oluşturabilecek tek nesne aşktır. İşte bu ortak benlikledir ki, insan
şahsiyetindeki, gerek kendi kendisine, gerek Tanrı’ya ve gerekse topluma
karşı şahsiyet bütünlüğünü korur.
Yunus Emre’nin yukarıda anılan şiirinin ikinci
beytinden anlaşılacağı gibi bir insanın şahsiyeti kendisinin başkasında ne
görmek, onun hakkında ne düşünmek ve onun için ne hissetmek istediği şeydir.
Buradan, Yunus Emre’nin “Kişi kişinin aynasıdır” atasözümüzün anlamında
tarifini bulan bir şahsiyet görüşü vardır.
Yunus Emre’ye göre şahsiyet bölünmesi insanın
maddi ve manevi yaşantısının her safhasında olabilir. Şahsiyet bölünmesi
insanın davranış ve hareketlerinde, duygu ve düşüncedeki zıtlıklar ve
aykırılıklardır; yani insanın aynı bir şey veya durum karşısında, içiyle
dışının ayrılığıdır. Başka bir ifadeyle, insanın iki zıt şeyi bir arada
istemesi veya istememesidir. Yunus Emre, şahsiyet bölünmesini birçok
şiirinde konu edinmiştir. Bunlardan birini örnek olarak burada aktaralım:
Âşık mıdur ol
ma’şuk içün virmiye can
Âkil midür ol
dünyeyile isteye anı
Âdem midür ol
ömrüni kullukda geçürmez
Ârif midür ol
anlamaya sûd-u ziyânı
Âlim midür ol
ilmüne lâyık ameli yok
Câhil midür ol
işka sata iki cihânı
Âbid midür ol
işlemedi tâat-u ihlâs
Fâsık demenüz
kendûzüni suçlu bileni
3. AŞK VE
ÖZGÜRLÜK
Yunus’a göre, insanın aşk yoluyla kendi
benliğini Tanrısal benlikle bütünleştirmesi, gerçek özgürlüktür; kölelik
değildir. Çünkü her şeyden önce böyle bir seçimi başlangıçta insan kendi
iradesiyle yapmaktadır. Herhangi bir varlık gibi, insanın var olması ve
şöyle veya böyle bir varlığa sahip olması elinde olmasa da, varoluşunu, yani
yaşamını, şöyle veya böyle bir şekilde seçmesi tamamen onun iradesindedir.
Örneğin şu beyitte Yunus bunu şöyle dile getiriyor:
Ya sevgil
dünya dutgil ya sevgil yol iletgıl
İki da’vi
ma’ni bu yolda sığmaz dirler
Her seçme, aynı zamanda beraberinde bir
sorumluluk getiriyor. Dolayısıyla seçme hürriyeti, sorumluluk demektir.
Öyleyse varoluş sorumlulukla birlikte, hürce bir seçim yapmak demektir. Bu
noktada Yunus Emre, gerek eski kelâmcılar ve gerekse bütün çağdaş varoluşçu
(egzistansiyalist) ve şahsiyetçi (personalist)
filozoflarla aynı görüşü paylaşmaktadır.
Fakat seçme hürriyetinin nasıl ve neye göre
yapılması gerektiği konusuna gelince, Yunus’un onlardan bazılarıyla hem aynı
görüşü paylaştığı, hem de paylaşmadığı noktalar vardır.
Örneğin başta J.P.Sartre olmak üzere ateist
varoluşçular, seçmenin kendinin bizatihi yüce bir değer olduğunu savunurlar;
belirli bir değer ve otoriteye veya kritere göre değil içten geldiği gibi
yapıldığı ölçüde seçme, özgür bir seçimdir derler. Dolayısıyla insan
seçimini ne önceden ne de sonradan justifiye etmek (doğrulamak)
zorunda değildir. O halde insan seçimde duygularının esiri oluyor. Modern
kadercilik diyebileceğimiz bu çeşit varoluşçulukla Yunus artık beraber
değildir. Çünkü Yunus için, seçme işi bizatihi bir anlam ve değer değildir;
seçme ancak iradeli bir şekilde ve bir ideal uğruna yapıldığı zaman
değerlidir. Bu noktada Yunus diğerleriyle beraberliğini sürdürüyor,
özellikle Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelâmcıları bir tarafta, Hıristiyan
varoluşçular ve şahsiyetçeler diğer tarafta olmak üzere.
Şöyle ki, seçmede iradeye belirleyen işler
Mu’tezile’nin dediği gibi akıl olsun, isterse ehl-i Sünnet kelâmcılarının ve
Hıristiyan varoluşçularının dediği gibi vahy ve onun etrafında oluşan ahlâki
değerler olsun, seçme iradeli bir iş olmalı Yunus’a göre. Yunus, gerek aklın
gerekse naslara dayalı kuru adlî yorumların da ideal bireysel özgürlüğü
sağlamada yetersiz olduğu görüşüyle özellikle kelâmcılardan da bu noktada
ayrılır.
Ancak, Kierkegaard, Marcel ve Jaspers gibi
Hıristiyan varoluşçu filozoflar ile bazı mutasavvıflarla hâlâ şu noktada
beraberdir: Seçme, Tanrı ile kurulabilecek manevi bir iletişimle oluşacak
bir iradeyle olmalıdır. İrade, yine insana birtakım sorumluluklar
yüklediğinden, burada da mutlak özgürlük yoktur. Yine insan, kendisini,
sorumluluk nedeniyle sonuçta, ya Allah’ın rahmetine, ya da onun gazabına
bağlayacak. Dolayısıyla burada tam bir özgürlük yoktur ve Yunus için bu da
yeterli değildir.
O halde Yunus, sorumluluk yüklemeyen bir
özgürlük arıyor. Gerçek ve mutlak özgürlük, sorumlulukla beraber olmayan
özgürlüktür. Çünkü sorumlulukla insan, ister ıstıraba duçar kalsın, ister
mutluluk elde etsin, yüz yüze bağlanıp kalacağı şey, onlar olacaktır;
sonuçta insan sorumluluklarına esir olacaktır.
Halbuki Yunus özgürlükten, bunlardan da öte bir
şey anlamaktadır. Özgürlük, ne Tanrı’nın azabında ne de mükafatındadır;
Tanrı’nın aşkındadır. Aşk yolu, ancak insanı Tanrı ile yüz yüze getirebilir.
İşte bunun için Yunus’a göre aşkla Tanrı’yı bulmak gerçek ve mutlak
özgürlüktür. Bu özgürlük, o derece bir özgürlüktür ki, hiçbir sorumluluk
taşımadan Tanrı iradesiyle âlemlere hükmetmektedir:
Evvel kadim
önden sona zevâli yok sultan benem
Yidi iklime
hükm idüp diri dutan sultan benem
Ben bu yiri
yaradıcak yir üstüne gök turıcak
Ulu deniz mevc
urıcak Nûh’a tufan viren benem
Tur didüm
göklere turdı gökler dolu karâr kıldı
Yüzbin dürlü
âdem geldi getürüp gideren benem
Yûsuf’ıla çâka
iken terâzûya altun uran
Kefesini
basaduran Mısr’un issi sultan benem
Sûfiyile sufi
olan sâfiyile hem sâf benem
Bel bağlayıp
tâat iden ol kerîm ü rahmân benem
Kaf’dan Kaf’a
hükm eyleyen divleri hükmüne koyan
Yile binüp
seyran kılan bu mülke Süleyman benem
Yunus değül
bunı diyen kudret dilidür söyleyen
Kâfir ola
inanmayan evvel âhır olan benem
Başka bir yerde:
Benem sahib-kıran
devram benümdür
Benem uş
pehlevan meydan benümdür
…………………….
…………………….
…………………….
…………………….
Yunus’am ben
Yunus işbu cihanda
Benem sultan
kulı sultan benümdür
Ayrıca bu şiirlerden Yunus’a göre gerçek
özgürlüğün, insanın Tanrı katındaki aslına dönmek, aslî benliğiyle Tanrısal
benliği bütünleştirmek olduğunu da anlıyoruz. Hatta Yunus daha da ileri
giderek özgürlük konusunda kimsenin cesaret etmediği şeyler söylüyor:
Özgürlük en son safhada Tanrı’yı insan benliğine indirgemek, mutlak birliğe
insan varlığında erişmektir ki, bu safhada ikilik ortadan kalktığından artık
ne seçme hürriyeti ne de özgürlük söz konusudur.
Ben bende
seyrideriken aceb sırra irdüm ahi
Birsiz dahı
sizde görün dostu bende gördüm ahi
Bende bakdum
bende gördüm kendimüle bir olanı
Süretüme can
olanı kimdurur (ben) bildum ahi
İsteyüben
bulamazam ol benisem ya ben kanı
Seçmedüm andan
beni bir kezden ol oldum ahi
Sûret
toprakdur diyen gönlüm kabûl itmez anı
Bu topnağın
cevnerihi hazrete irgürdüm ahi
Münkir kişi
tuymaz bunu dertlülerin sızlar canı
Ben ışk bağı
bülbüliyem ol bağçeden geldüm ahi
Ma’şûk
bizimledür sile ayru değül kıldan kıla
Irak sefer
bizden kala dostı yakın buldum ahi
…………………….
…………………….
Mansûr idüm
ben ezelde anun için geldüm bunda
Yak külümi
savur göğe ben ene’l-Hakk oldum ahi
…………………….
…………………….
…………………….
…………………….
Nitekim ben
beni buldum bu oldı kim Hakk’ı buldum
Korkum anı
buluncadı korkudan kurtuldum ahi
Yunus kim
öldürür seni viren alur gine canı
Bu canlara
hükm ideni kim idüğin bildüm ahi
O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’un
özgürlük anlayışı, aşkın rehberliğinde, insanın manevi gelişimine paralel
olarak derece derece gelişen diyalektik (eytişimsel)
bir özgürlük anlayışıdır. Başlayış safhalarında, bazı eski ve modern felsefî
anlayışlarla bazı benzerlikler arz etse de, sonucu itibariyle tamamen
Yunus’a has bir anlayıştır. Özgürlük dış dünyaya karşı bir tavır alma değil,
insanın önce kendi iç dünyasını özgürleştirmeye yönelik daimi bir
prensiptir.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:50 ve >
4. AŞK VE İMÂN
Yunus Emre’nin aşk felsefesinde, iman ve küfrün
alışılagelmiş anlamlarından farklı bir anlamı vardır. Fakat Yunus bu iki
kelimenin geleneksel anlamlarını da dışlamıyor. Yunus’un farklı
yaklaşımları, hitap ettiği insanların farklı anlayışlarından
kaynaklanmaktadır. Önce Yunus’un geleneksel olarak bu kelimelere verdiği
anlamları görelim.
Yunus’a göre iman ve küfür birbirine zıt iki
kavramdır. Bunların deyim olarak anlamları, dinlerde belirlenmiştir. İman
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmedir; küfür ise, Allah’ın varlığını ve
birliğini yalanlama veya inkar etmedir. Bunlar geleneksel olarak herkesin
kabul ettiği ve yaptığı tanımlardır.
İman, sevgi ve akıl işidir; akıllı kimselerin
işidir. Küfür ise, gazaplı, öfkeli ve nefsine uyanların işidir:
Boşu (gazab)
kimdeyse imânı gider
İman gerek ise
varını gider
Boşu
gelincegiz imân ne olur
Oda düşer
yanar ye can ne olur
Boşu işi heman
küfr ü dalâldür
Neûzü billâh
ol aykruksı hâldür
Kanı bana sabr
u kanar senün sözünü dinleyen
Kanı bana akl
u bilü tuyubanı seni sevem
O halde Yunus’a göre imân, esasında sevgidir ve
sevmektir. Küfür ise sevgisizliktir. Kim ne severse, imânı odur. Kim ne
sevmezse, sultanı (otoritesi) odur. Bu anlamda
imân ve küfür, dolayısıyla bağlanma demektir:
Neyi sever
isen imânın odur
Nice
sevmeyesin sultânın odur
Fakat Yunus Emre imân ve küfre daha başka bir
gözle de bakmaktadır, özellikle dervişlikle aşk yolunda olanlar açısından.
Önce Yunus, aşk yoluna girecek kimsenin dinde
anlatıldığı şekilde sağlam bir imânı ve ahlâkı olması gerektiğine inanır:
Evvel bize
vâcip budur eyü hulk u amel gerek
İslâm adı
konıcağaz yoldaşumuz imân gerek
Çünkü imân, insana eksik olduğunu öğretir ve
onu arayışa sürükler. Halbuki küfür, insanın kendisini yetkin görmesinden
doğar ve gözünü gerçeklere kapamasına neden olur:
Yunus eğer
âşıksan varlığun değşür yoklığa
İman kuşağın
berk kuşan di hep eksüklik bendedür
Sağlam bir imânla aşka yoluna girene daha başka
hiçbir şey gerekmez. Aşk ve gönül varlık denizinde onu yüzdürmeye yeter.
Işk imandur
bize gönül cemâat
Dost yûzi
kıbledür dâimdür salât
Zaten aşksız bir din ve imânın da anlamı
yoktur:
Bu cümle âlem
sevdüğü şu din ile imândurur
Vallahi ışksuz
gerekmez şol d^nişile îmanı
Aşkın rehberliğinde Tanrı’yla yüz yüze gelen
âşık için, ikilik ortadan kalkar; yerini birlik alır; her şeyi Tanrı ile
“Bir” görür:
Derviş olan
kişiler aceb nice dirile
Yol takazası
budur bir ola her birile
İkilik eyleme
hiç yalan söylemele
Âlem
bulanurısa bulanmadın turıla
İkiliği terk
itgil birlik makâmını dutgıl
Canlar canın
bulasın işbu dirlik içinde
Yunus Emre’nin her şeyde ve her şeyle Tanrı’yı
birlemesi, ki biz buna ontolojik tevhid (varlıksal birleme)
adını verebiliriz, Mevlânâ ve İbn Arabi gibi Vahdet-i Vucûd’un
mutasavvıflarında da vardır. Böyle bir imânın yanında artık küfür ve şirkin
manası kalmıyor:
Dost yüzin
göricek şirk yağmalandı
Anınçün kapuda
kaldu şeriat
Çünkü kafirlerin ve müşriklerin taptıkları
şeyler de, onlara göre Tanrı’dan olduğu ve Tanrı’nın gölgeleri olduğu için,
Tanrısallığa katılmış oluyor. Tanrı yerine, Tanrı’dan bir şeye tapınma da
dolayısıyla, tapınmaya gereksinmeden dolayı bir çeşit imân oluyor. Velev ki
bu, bizzat ve doğrudan Tanrı’nın kendisine tapma kadar mükemmel olmasa bile.
Böylece imân ile küfür arasında pek fazla bir fark kalmamış oluyor.
Fakat Yunus, Mevlânâ ve İbn Arabî’den de daha
ileri giderek, asıl imân küfürdür diyor. Bu küfür, imândan sonra aşk ile
gelen küfürdür; yoksa cahillerin ve imansızların küfrü değildir; âşıkların
küfrüdür; imân içerisindeki küfürdür.
Senin ışkun
beni benden alupdur
Ne şirin derd
dermandan içeri
…………………..
…………………..
…………………..
…………………..
Unutdum din
diyânet kaldı benden
Bu ne
mezhebdurur dinden içeri
Dinûn terk
idenün küfürdür işi
Bu ne kûfürdür
imândan içeri
Geçeriken
Yunus şeş oldı dosta
Ki kaldı
kapuda andan içeri
İmanla insan o dereceye yükseliyor ki, artık
her şeyde Tanrı’yı görüyor. Böylece gerçek tevhide ulaşıyor. Ancak insan,
son mısrada da ifade edildiği gibi, aşkın verdiği sarhoşlukla Tanrısallaşmak
istiyor; fakat bu kapıdan geçmek olmadığından, Tanrı ile insan arasında yine
bir ayrılık kalıyor ki, bu imân içinde bir ikilik ve küfür demektir. Yunus
için küfür, bu bakımdan imândan da öte bir hâl oluyor. Yani imân da neticede
Tanrı’yı insandan gizleyen bir perde oluyor. Gerçek âşıklara böylece küfür,
imân olmuş oluyor:
Küfrile imân
dahi hicâbımış bu yolda
Safâdaşlık
küfrile imânı yağmaya virdük
İşte bu yüzden Yunus asıl imânı küfür görüyor.
Cahillerin ve imânsız olarak küfredenlerin küfrü, o halde Yunus’a göre,
yalancı küfürdür. Hakiki küfür imân içerisinde ve imândan sonra gelen
küfürdür ki, biz buna ontolojik küfür (varlıksal küfür)
diye adlandırabiliriz. Bu da, bizce Yunus’un çok ince bir yaratıcı
düşüncesidir. Bunun için de Yunus bizden kendisini ayıplamamamızı istiyor:
Işkdan haber
bilenlerün ışk derdiyle tolanlarun
Küfri imân
olanların ayıblaman güldüğini
Diğer taraftan imânın elde ediliş yollarına
göre Yunus imânda dereceler kabul eder. Ona göre imânın üç çeşidi ve
derecesi vardır:
1. İlm el-
Yakîn İman: Bu imanın en alt
derecesidir. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır.
2. Ayn el-
Yakîn İman: Bu orta derecede
imandır. Kalp gözüyle elde edilir. Yeri kalptir.
3. Hakk el-
Yakîn İmân: İmanın en yüksek
derecesi, bu tür imândır. Ruh kuvveleriyle elde edilir ve yeri rûhtur.
Yunus’a göre, bunlardan binircisi, normal insan
ve âlimlerin imânıdır. İkincisi genel olarak dervişlerin imânıdır. Üçüncüsü
ise, gerçek âşıkların imânıdır.
5. AŞK VE
İBADET
İbadetler
başıdur terk-i dünya
Eğer mü’minsen
ona inanasın
diyen Yunus Emre, ibâdeti dünyadan uzaklaşma,
dünyalık şeyleri terk etme anlamına alıyor. Çünkü dünyalık şeylere dalan,
Tanrı’yı anmaya vakit bulamaz. Halbuki Yunus için ibadetin hem şeklinde hem
de özünde Tanrı’yı hatırlamak ve anmak vardır:
Niyâz için
buyurdu Hakk namâzı
Niyâydan vay
sana gâfil olasın
Gerçekten öyle insanlar vardır ki,
ibadetlerinde gâfildirler; ibadet yaparken bile dünyayı ve dünyalık şeyleri
düşünürler.
Yunus’a göre, işte bu yüzden gerçekten
Müslüman’ım diyen kişinin Tanrı’nın dinde emir ve yasak ettikleri şeyleri
tutması ve gereği gibi ibadet yapması gerekir:
Dimesün kim,
Müslümanım Çalab emrine fermanım
Tutmazısa Hakk
sözüni fayda yoktur dinden ona
Fakat, ibadetlerin manevi hikmetlerini
anlamayarak kuru kuruya Tanrı’ya ibadet edenlerin ibadetlerinin de pek
değersiz olduğu görüşündedir. Yunus, ibadetten kasıt ilk önce doğruluktur
der:
Abdestimuz
namazımuz doğruluktur tâatımuz
Işka bağladuk
safımuz safımuzdan kim ayıra
Doğru dürüst ve manasına uygun olarak yapılan
ibadetler de insanda sevgi doğurur ve Yunus’a göre ibadetlerin asıl manası
budur:
Derildi
bişümüz vakte geldi
Beşi bir
eyleyip kim kıla tâat
Biz kimse
dinine hilâf dimezüz
Din tamâm
olıcak toğar munabbet
Eğer ibadet, Yunus’a göre, insanda gerek Tanrı
ve gerekse başka insanlar için dostluk ve muhabbet doğurmuyorsa, ibadet
değildir:
Yunus Emre der
hoca gerekse bin var hacca
Hepisünden
eyice bir gönüle girmekdür
Bir kez gönül
yıkdunısa bu kılduğun namaz değül
Yetmişiki
millet dahı elin yüzün yumaz değül
Diğer taraftan insan ibadeti, ibadet aşkıyla
değil de sırf şeklen ve birtakım istekler uğruna yaparsa, Yunus’a göre
ibadeti ne ona dünya ve ahiret güvencesi olabilir, ne de onu Tanrı’ya
götürür. İbâdet, Tanrı’yı tanımak ve bilmektir:
Okudum bildüm
dime çok tâat kıldum dime
Eri Hakk
bilmezisen abes yire yilmekdür
Rükû’sücûda
kalma amelüne tayanma
İlm ü amel
gark olur nâz u niyâz içinde
İbadet aşk ile yapıldığı zaman gerçek
ibadettir:
Miskin Yunus
zehr-i katil ışk elinde tiryak olur
İlm ü amel
zühd ü tâat bes ışksuz halâl olmaya
O halde, mademki Yunus’a göre ibadetin aslı ve
amacı insanı Tanrı aşkına götürmeden ibaretse böyle bir aşka eren kimse her
an ibadet içersindedir:
Işk imâmdur
bize gönül cemâat
Dost yüzi
kıbledür dâimdir salât
Dost yüzüne dönerek ilâhi aşkla gönül câmisinde
kılınan namaz, Yunuz için şekli namaz ve ibâdetlerden kat kat üstündür. Aşk
ibâdetinin yanında onların değeri yoktur:
Zühd ü tâat
usuûl-i din ışk haddinden taşra durur
Nispet
değildurur bana secde vü rükû’u kıyam
Hatta Yunus, aşk şarabıyla kendinden geçen
âşıkların bedenleriyle ibadet yapmalarına gereksinim duymayacaklarını da
söylüyor:
Din ü millet
sorarısan âşıklara din ne hâcet
Âşık kişi
harâp olur âşık bilmez din diyânet
Âşıklarun
gönli gözi ma’şuk diye gitmiş olur
Ayruh sûrete
ne kalur kim kalısar zühd ü tâat
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:55 ve >
Çünkü son beyitte de belirtildiği üzere, âşık o
sarhoşluk anında bedeninde değildir; boş bedenin ibadete ihtiyacı
olmayacaktır. Zaten Yunus’a göre ibadetlere takılıp kalmak, Tanrı’ya aşkla
vasıl olmaya perde gibidir:
Oruç namas
gusl ü hacc hicâbdur âşıklara
Âşık andan
münezzeh hâlis heves içinde
İşte bu yüzden aşk, âşık için din ve ibadetin
tâ kendisi oluyor:
İy âşıklar iy
âşıklar ışk mezhep ü dindür bana
Gördi andan
dost yüzini yas kamu düğündür bana
Tanrı’nın varlığıyla var olan böyle bir âşık
için, bir de tekrar bedeniyle şekli ibadetleri yapmak sanki bir eziyet
gibidir:
Oruç namâz
zekât hacc cürm ü cinâyetdurur
Fakir bundan
azadur hâss-ı havâs içinde
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yunus bu
sözleriyle şekli ibadetlerin tamamen gereksiz olduğunu söylemek istemez;
çünkü o açıkça insanları bu tür ibadetleri de yapmaya davet etmektedir:
Sana derem iy
velî dur irte namazına
Eğer değülsen
ölü dur irte namazına
Ezan okur
müezzin çağırır Allah adına
Yıkma dinün
bünyadan dur irte namazına
Ağar pervaza
kuşlar tesbih okur ağaçlar
Himmet alın
kardaşlar dur irte namazına
Namazı kıl
zikr ile elün getür şükr ile
Öleceğün fikr
ile dur irte namazına
Namaz kıl
yarağ olsun ahretde gerek olsun
Sinünde çirağ
olsun dur irte namazına
Namaz kıl imâm
ile yatmagıl güman ile
Gidesin imân
ile dur irte namazına
Çıka gide can
dahı şöyle kala ten dahı
Derviş Yunus
sen dahı dur irte namazına
Aynı şeyi şu
şiirinde de yapmaktadır:
İşik sözümi iy
gafil tanla seher vaktında dur
Öyle buyurmuş
ol Kâmil tanla seher vaktında dur
İşit sözüni yâ
velî eğer degül isen deli
Öyle buyurmuş
ol Ulu tanla seher vaktında dur
İşit ki gör ne
dir horuz tanla virür Hakk size rûz
Dost dergâhına
dutgıl yüz tanla seher vaktında dur
Sonuç olarak, Yunus’un sözlerinde bir çelişki
yoktur. Herkes dinin emrettiği şekilde ibadet yapmakla mükelleftir. Ancak
Yunus’a göre, ibadet rûhuna ve amacına uygun yapıldığı zaman gerçek
ibadettir. Tanrı aşkıyla sarhoş olan gerçek ibadeti dost mihrabında
yaptığından şekli ibadetlerini yerine getirememesi de kınanacak bir şey
olmamalıdır. Çünkü bu hâlde can bedende olmadığından, hiçbir şart ve
yükümlülük yoktur:
Şart u farz
olmaz anda canı ışkda kalanda
Cevabsuz dil
söylenür nice bilsün düş sanan
6. AŞK VE AKIL
Yunus Emre’nin akıl konusundaki görüşleri
birçok mutasavvıfın görüşlerine benzemektedir. Onlar gibi Yunus’ta da biri
müspet diğeri menfi iki farklı tutum vardır ki, bunlarla onun ne tamamen
rasyonalistliğine (akılcı), ne de tamamen
irrasyonalistliğine hükmedilebilir.
Önce aklı tanımlamaya çalışalım: Yunus’ta akıl
Tanrı’nın insana verdiği bilme ve kendisini idare etme gücüdür. Yunus üç
çeşit akıldan, daha doğrusu aklın üç işlevinden bahsetmektedir:
1. Akl-ı Maâş:
Dünya ve dünyalık işlerin tertip ve yönetimini sağlayan akıldır. Bu akılı
Yunus bazen akl-ı cüzi olarak da adlandırmaktadır.
2. Akl-ı Maâd:
Ahiret ve ölüm ötesi şeylerin bilgisini elde etmeye yarayan akıldır.
3. Akl-ı Küll:
Allah’ı bilmeyi sağlayan akıldır.
Yunus emer, ona yüklediği işlevlerden de
anlaşılacağı üzere, akla oldukça değer vermektedir. Ancak akıl sayesindedir
ki, insan dünya ve ahiret işleriyle, tabiat ve Tanrı hakkında ilk ve temel
bilgileri elde edebilir. İyi ve kötüyü, güzel ve çirkini biz akıl
vasıtasıyla ayırabiliriz.
Akıl, dünya işlerinde yol gösterici, eğitici ve
sonuçta insana saâdet verici bir nesnedir:
Yüri imdi
medet isde akıldan
Esir olmuş
kişisin niçe yıldan
Akl adl ıssı
bir ulu kişidür
Medet itmek
sana anun işidür
Bu yükten seni
ol kurtarısar bil
Saâdet
yoldasın oldı ay-ı yıl
Gelür akl
önine şermende olmuş
Ki kaygu
yaşıyla gözi tolmuş
Eser devlet
gerekse akla danış
Mürebbisüz
ileri varmaya iş
Akıl, Tanrı’yı bilmeye yarayan ve Tanrı’dan
gelen şeyleri anlamaya yarayan nesnedir.
İryan ola ama
Hakk’dan yana yol
Gelüp akl
önine yüz yine urdı
Eser itmişdi
ana buhlın adı
Çü agaz itti
kim sözini diye
Kulak dutdı
akl ol keleciye
Akıl bir
kişüdür Allah’a bakar
Uyarsan akla
uy ol buhlı yakar
Akıl aydur
gele bir gün gözün aç
Sahâvet
kandayısa ol yana kaç
Ayrıca akıl, iyi ve güzeli, ahlâken kötü ve
çirkin şeyleri de bize belirleyen bir nesnedir:
Sana âkıl dime
seni unutdın
Ne ise kîn-ü
gıybet anı dutdın
Akıl
şâhenşahından çâre diler
Kamu vasfı vü
arz-ı hâli oldı
Akıl ne didise
göz yumdı kaldı
İşi toğruluğa
buyurdı akıl
O halde Yunus Emre, özellikle insanın dünya
işlerinde ve Tanrı’nın soyut bir biçimde kavramsal seviyede bilinmesinde
akla önemli bir yer veriyor. Bu, Yunus’un aklı müspet yönden
değerlendirişidir ve rasyonalist (akılcı) bir
tavır takınışıdır.
Fakat öte yandan Yunus Emre, özellikle insanın
Tanrı’yı kendi iç dünyasında somut ve yaşanan bir gerçek olarak bilmek ve
kâinattaki Tanrısal sırrı çözmek istediği zaman aklın yetmezliğini
savunmaktadır. Bunun akıl yolu değil, aşk ve zevk yolu olduğunu söylüyor:
Ol benem dirse
revâ benliğin bilse hatâ
Terk eyleyüben
rızâ akl koyup ışka uyan
Her gelen
oldur giden ol görinen oldur gören ol
Ulvî vü süflî
cümleten oldur gör bana görünen
Yunus bu sır
hak-durur bu dille gelmek yok-durur
Bilmesi bunu
zevk-durur akl-ıla fehl irmez ana
Işk benliğüm
iletdi akıl dört yana gitdi
Yunus’a yüki
yitdi bilmeyene az gelür
Zaten Yunus’a göre Tanrı’yı gerçekten sevmek ve
ona âşık olmak akıl işi değildir:
Seni
sevenlerün ola mı aklı
Bir dem
usluyısa her dem delidür
Bu yönüyle de Yunus Emer, akıla karşı olumsuz
bir tavır sergiliyor. Aşkı, akıldan üstün tutuyor. Bu, Yunus’un,
irrasyonalizmidir.
Fakat Yunus’ta bunların da ötesinde bir ilginç
yön vardır. Bu da, sonuçta Yunus Emre’nin irrasyonalizminden tekrar
rasyonalizme dönmesidir. Çünkü Yunus, irrastyonalistliği rasyonalist bir
temele de oturtmak istiyor. Şöyle ki, irrasyonalist şeyler düşünen ve işler
yapan insanı, akıl yolundan uzaklaştırıp aşk yoluna iten şey Yunus’a göre
yine akıldır. Dolayısıyla sonuçta akıl, aşka tamamen zıt olan bir şey değil,
ona yardım eden bir nesnedir:
Oğlan iken
sultan kopar kim elin kim yüzin öper
Akıl bana
yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül
Can neye
ulaşırusa akıl da ana hare olur
Gönül neyi
severise dil anı şerh itse gerek
Akıl-aşk işbirliğini Yunus şu şiirinde en güzel
biçimde dile getiriyor:
İşbu vûcûd bir
kal’adur akıl içinde sultanı
İşbu gönül bir
hazinedür işle tutmış bekler anı
Nazar üzre dil
kapucı cümlesi akla tapucı
Akıldur işler
yapucı eyler cümle avadanı
Akıl başdan iş
biturur nazar gözden bakar görür
Akıl gönül
içre turur ol üç hassa besler anı
Akıl taht
eyledi başı şöyle bilür her bir işi
Dünya içre
âkil kişi kimseye değmez ziyânı
Başdur bu
vücûdun şahı başdur aklun tankgâhı
Katı buşmagıl
nigâhı buşudur aklun düşmânı
Eğer akla
buşarısan başun nefse koşarısan
Nefs hâline
düşerisen ol başdağı akıl kanı
Akl gitdi buşu
geldi akıl evin buşu aldı
İmdi sultan
buşu oldı göze göstermez cihânı
O halde görüyoruz ki, Yunus’a göre, insanın
işlerinde akıl, aşkı ve aşk, akılı karşılıklı kontrol etmektedir. Aşksız
akıl nefsanî ve ahlâken kötü şeylere de meyledebiliyor; bundan onu, ancak
aşk alıkoyabiliyor. Aynı şekilde akılsız aşk insana yolunu şaşırtarak boş
kuruntulara ve batıl inançlara onu sürükleyebilir. Aşkı buradan alıkoyan
şey, aklın aşka hakemliğidir. Yunus bize sonuç olarak aşk ve akıl konusunda
orta bir yol öneriyor.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:62 ve >
7. AŞK VE İLİM
Yunus Emre için, ilim ve bilgi her şeyden önce okumaktır. Okumak iki
çeşittir: Ya mektep ve medresede hocadan,kağıt ve mürekkepten oluşan
kitaptan olur ya da gönül mektebinde aşk kitabından olur. Yunus’a göre
bunların her ikisi de gerekli; fakat onun gözünde her ikisi aynı değerde
değildir. Mektep ve hocadan okumakla elde edilen ilme, Yunus “İlim” dediği
halde, aşk kitabından okumakla elde edilen ilme, “Hikmet” veya “Ma’rifet”
demektedir. O halde Yunus Emre, ilmi öğrenme şekline göre ikiye ayırmış
oluyor: İlim ve Ma’rifet.
İlim
Yunus Emre’ye göre ilim, insanın duyu organları ve aklı ile elde ettiği
nazari (teorik) bilgidir. Dolayısıyla ilim, akli ve ampirik bilgi demektir.
Bu ilim, insanın dünya ve ahiret işlerini düzene koymayı amaçlar. İnsan
onunla eşyanın ancak görüntüsel (zahiri) yönünü anlayabilir. Yunus Emre
ilmin dünya sevgisine yaradığını söylerken bu konuları dile getirmektedir:
Benüm gibi
mücrim kul bir dahı isteye bul
Dilümde ilm ü
usûl dileğim dünya sever
İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret
hisâbıdur
Kitab hod ışk
kitabıdur bu okunan varak nedür
Eşyanın sadece görüntüsünü konu alan bu ilme, zahiri ilim de denir ki, bunu
din âlimleri ve filozoflar temsil ederler.
Ma’rifet
Yunus Emre’ye göre ilim, insanı eşyanın içerisine, yani onun görünmeyen
hakikatine götürmez. Yunus şöyle der:
Hakikatün
ma’nîsin şerhile bilmediler
Erenler bu dirliği riyâ dirilmediler
Hakikat bir denizdür şeriat anun gemisi
Çoklar gemiden çıkıp denize tamladılar
Bunlar geldi kapuya şeriat tutdı turur
İçeri girükeni ne varın bilmediler
Dört kitâbı şerhiden âsıdur hakikatde
Zîre tefsir okuyup ma’nisin bilmediler
Görüldüğü gibi, eşyanın görüntüsüyle uğraşanlar, dinin şeriat denen kuramsal
kaide ve yöntemleriyle uğraşanlar, sadece ilmi dar kalıplara sığdıranlardır.
Halbuki Yunus’a göre ilim bir gemi ise, hakikat bir deniz gibidir. Hakikati
görmek için, gemiden çıkmak gerekiyor; meselelere daha geniş görüş açısından
bakmak gerekiyor.
Aksi takdirde, ilim insanın gözünü perdeleyerek, hakikati görmeye engel
teşkil eder. Bu engel de, ancak aşk kitabından okumakla aşılabilir:
İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret
hisâbıdur
Kitab hod ışk
kitabıdur bu okunan varak nedür
Yunus’a göre aşk kitabının öğrettiği ilim, gerçek ilimdir; yani ma’rifettir.
Aşk yoluna giren kimse, ma’rifeti doğrudan doğruya “Tanrı”dan aşk
medresesinde öğrenir:
Biz tâlib-i ilmlerüz ışk kitâbın okuruz
Çalab müderris
bize ışk hod medresesidür
Dervişin kulağı sak Hakk’dan işidür sabak
Deprenmedin dil dudak sözi işiden gelsün
Ma’rifet iç gözümüzü açarak bize eşyanın gerçek yüzünü doğrudan doğruya
gösterir. İnsan ne kadar çok kitaplar okusa da, buna bu yolla erişemez:
İy çok
kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak
Tâ bilesin sırrı ayan gel aşkdan okı bir
sebak
Yunus Emre’ye göre, insanın Tanrı ve eşyanın hakikatini bilebilmesi için,
her şeyden önce kendisi bilmesi gerekiyor. Bundan dolayı Yunus, insanın
hakikatini öğretmeyen ilme, ilim demiyor. İlim, insanın kendini bilmesidir.
İnsan kendi hakikatini bilmiyorsa, hiçbir şeyi hakkıyla bilemez. O halde
eşyanın ve Tanrı’nın bilinmesi, insanın bilinmesine bağlıdır. Ma’rifetin
esas anlamı budur:
İlm okumaktan
gerek kendüzini bilmekdür
Kendüzini
bilmezsen bir hayvandan betersin
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin bu nice okumakdur
İnsan ancak kendini bildiği zaman Tanrı’yı bilebilir. Tanrı’nın bilinmesi,
insanın bilinmesinden geçer. O halde ilmin sonucu, Tanrı’yı bilmekdir:
Okumakdan
ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okudum
bilmezsin ha bir kuru ekmekdür
Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime
Eri hakk bilmezisen abes yire yilmekdür
Ma’rifet, kendi denizine düşenin aklını başından alarak sarhoş eden şeydir:
Didüm Yunus
delü olmuş ma’rifet bahrine talmış
Ol denizde gevher bulmış alsam gerek şimden
girü
Bu
hali, aşk ve ma’rifete dalmayanlar anlayamaz ve anlatamaz; çünkü aşk, ilim
ve amele sığmayan bir nesnedir:
Havf u recâ
gelmez anda varlık yoklık bırağana
İlm ü amel
sığmaz anda ne rerâzu var ne sırat
Bu bir acâyib hâldür bu hâle kimse irmez
Âlimler da’vi kılur veli değme göz görmez
İlm ile
hikmeti ile kimse irmez bu sırra
Bu bir acâyib sırdur ilme kitaba sığmaz
Âlem ilmin okuyan dört mezhep sırrın tuyan
Âciz kaldı bu yolda bu ışka el uramaz
Bizce Yunus Emre’nin buraya kadar söylediklerinde bir yenilik yoktur. Onun
sözleri, Hz. Peygamber’e atfedilen: “Kendini bilen Rabbini bilir”
anlamındaki bir hadisin yorumudur. Bu hadisi yorumlayan birçok mutasavvıf da
benzer şeyler söylemiştir.
Yunus Emre’nin bu konudaki asıl yeniliği, aşk ve ma’rifetin ahlâkla ilgisini
kurmuş olmasıdır. Yunus’a göre, kötü ahlâk insanın ilme ve aşka ulaşmasına
engel olduğu gibi, iyi ahlâk tam tersine insanın ilme ve aşka yönelmesine
neden olmaktadır. Yunus bunu şiirlerinde bize şöyle belirtiyor:
Yunus sözinde yalan görmedi münkir olan
Ömrin zulmete
salan ma’rifet yoksulıdur
Şeyh u dânışmend ü fakı gönül yapan bulur
Hakk’ı
Sen bir gönül yıkdunisa gerekse var yüz yıl
okı
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:67 ve >
8. AŞK VE
KADER
Levh üzere
kimdür yazar azduran kim kimdür azan
Bu işleri
kimdür düzen bu suâle cevâb nedür
derken, Yunus Emre’nin kader ve kaza inancını sorguladığını anlıyoruz.
Bu işleri sen
bilürsin sen virürsün sen alırsın
Ne kim kıldum
çün bilürsin ya bu soru hisâb nedür
Senündür arş u
kürsi levh u kalem
Döner çerh yer
turur hoş hikmetün var
sözlerinde de, Yunus Emre’nin ne tür bir kader ve kaza inancına sahip olduğu
da açıkça anlaşılıyor.
Yunus’un kader inancı, ne kişinin sorumluluğunu ve özgürlüğünü ortadan
kaldıran, ne de insanı yaratıcının yerine koyan bir kader inancıdır. Yani
Yunus Emre, ne Cebriyeci* ve deterministtir*, ne de insanın kendi yaptığı
şeylere zorunlu olarak hapsolup kalmasıdır.
Yunus Emre’ye göre, her şeyi ve her fiili prensip olarak Tanrı yaratmaktadır
ve bu anlamda o her şeyi önceden bilmektedir. Fakat Tanrı’nın her şeyi
önceden bilmesi demek, onun belirli kimseler için belirli şeyleri önceden
tayin etmesi demek değildir. Bunu daha açık bir şekilde söylemek istersek,
şöyle diyebiliriz: Tanrı bir kimsenin hangi fiil veya davranışta
bulunacağını önceden bilir; fakat bu, Tanrı’nın o kimseyi, o fiili veya
davranışı yapmasına zorunlu olarak sürüklemesi değildir. Tanrı o kimsenin o
fiili yapacağını önceden bilebildiğinden, onun o fiilini önceden bilir.
Çünkü, daha önce özgürlük bahsinde de belirttiğimiz gibi, Yunus insanın
seçme hürriyetine sahip olduğunu kabul etmektedir. O halde, Yunus’a göre
kader, Tanrı’nın yarattığı fiiller ve davranışlar arasından insanın kendi
iradesiyle seçim yapması demektir. Bundan dolayı da, insana sorumluluk
doğmaktadır. İyi davranışları için mükafat, kötü davranışları için ceza
vardır.
Buraya kadar, kader konusunda Yunus Emre genel olarak Eşariler* ve
Maturidiler* gibi düşünmektedir. Fakat Yunus Emre’nin bu konuda onlarda
olmayan yeni görüşleri de vardır.
Yunus Emre, sadece insan fiillerini ve davranışlarını, allah’ın onlara
ahirette takdir edeceği sevap veya cezaya yönelik bir sebep-sonuç ilişkisi
açısından da düşünüyor. Böyle olunca, Yunus’a göre, bir kimse bir fiili
seçerken, o fiili seçmedeki nedeni önceden bildiği halde, aynı fiilin ne
gibi neticeler doğuracağını önceden kesin olarak her zaman bilemez. Bunu,
Yunus’a göre, geçmiş ve geleceği zamana bağlı olmadan bilici olan sadece
Tanrı bilebilir. İşte bunun için kader, bir yönüyle insan tarafından
bilinirken, diğer yönüyle, yani netice yönüyle, önceden onun tarafından
bilinemiyor.
Bu
nedenle, Yunus insanın kaderi konusunda yine de Tanrı’ya sığınmasının iyi
olacağı görüşünü taşımaktadır.
O
şöyle der:
Rahimdurur
senün adun rahimliğün bana didün
Mürşidlerün
muştıladı Lâ taknetü hitâb nedür
O
halde Yunus’a göre kader, insanın kendine düşeni yaptıktan sonra neticeyi
Tanrı’dan ümit etmesi ve beklemesidir. Kader, insanın hazırlıklarını önceden
yaptıktan sonra, Tanrı’dan gelecek şeylere bu dünyada ve gelecekte
katlanmasıdır:
Allah diyelüm
dâim Allah görelüm neyler
Yolda turalım
kâim Allah görelüm neyler
Allah diyü kıl
zârı oldur kamunun varı
Andan umalum
yâri Allah görelim neyler
Çıkarmayalum
dilden ayrılmayalum tenden
Ta azmayalum
yoldan Allah görelüm neyler
Açlık sonı
tokdıdur toklık sonı yoklıkdur
Bu yollar
korkulıkdur Allah görelim neyler
Sen sanmadugun
yirde şâyet açıla perde
Dermân irişe
derde Allah görelüm neyler
Gündüz olalum
sâim gice olalum kâim
Allah diyelüm
dâim Allah görelüm neyler
Adı sanı
dillerde sevgüsi gönüllerde
Şol korkulu
yollarda Allah görelüm neyler
Her dem
talalum bahre aldanmayalum dehre
Sabreyleyelüm
kahre Allah görelüm neyler
Yunus, insanın kaderinin bilinmeyen yönüne aşk yoluyla Tanrı’yı ortak etmesi
gerektiğini vurgular. Yunus için bu, hem tevhid inancının bir neticesi
olarak, hem de insanın dünyada mutluluğa kavuşması olarak zorunludur:
Senünle
dirliğüm senden ırılmaz
Hayat
senünledür sensüz dirilmez
Benüm
münâcâtum senden yanadur
Sana varan
yolum sensüz varılmaz
Sensin
gözlerüm içre bile bakan
Sen bile
bakmasan yolum görilmez
Senden ayru
ben seni kanda bulam
Sensüz bu hak
nefes ümrüm sürilmez
………………………… …………………………
Varlığum
sendedür beni bir âletven
Sun’ıssı
sunmasa âlet kırılmaz
Âlet ü harekât
cümlesi senden
Anunçün işine
kimse kırılmaz
………………………..
………………………..
Bu behven
didüğüm eger ben isem
Hiçün bu
benliğe elüm irilmez
………………………..
………………………..
Yunus bu
tevhide garlı oldı kaldı
Girü
gelmekliğe aklı dirilmez
Çünkü Yunus’a göre, insan kendi fiillerinin ve davranışlarının sonucu
kötülüğe, sıkıntıya, eziyete ve diğer olumsuz duygulara dûcar olsa bile, o
fiillerinden dolayı Tanrı’nın onu takdir ettiğini bilmekle gönül ferahlığına
kavuşacaktır. Aşk yoluyla kaderini Tanrı’ya havale eden insan artık kader
nedir diye sormaz:
Gönül içerü
dostıla ben kapuda feryâd ü zar
Bin yıl zâri
kılurısam işbu nedür diyü sormaz
Sormadığı gibi, her şeyi zıddıyla anlamdaş görür hale gelir: Tasalar, neşe;
elemler, sevinç; korkular, sakinlik; acılar, tatlı olur; gam ve keder
ortadan kalkar. Çünkü insan ilâhi aşkla başına gelecekleri önceden
göğüslemeyi öğrenebiliyor. Zaten dünyaya gelmek kötü bir kaderdir, zira
bunda insanın hürriyeti ve seçeneği yoktur. Ne var ki, bu, insanın Tanrı’ya
yaklaşmasıyla iyi kadere değiştirilebilmektedir. Tnrı’dan uzak kalmak ise,
asıl kötü kaderdir:
Ger şehd ü
şeker yirisem sensüz ağudrur cânıma
Çün cânumun
sensin dadı kanda bulam senden yiğrek
O
halde sonuç olarak Yunus emre’ye göre, aşkın kader inancını ortadan
kaldırdığını söyleyebiliriz. Daha doğrusu aşkla gizlilikler ortadan
kalkmakta, dolayısıyla kader sır olmaktan çıkmaktadır.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:71 ve >
9. AŞK VE ÖLÜM
Doğmak, ölmek demektir.; insan doğumla dünyaya adımını atar atmaz, ölümün
pençesine düşmektedir. Hatta doğumla ölümü aynı anda tadıp yaşama zevkine
bile eremeyenler vardır. İşte bu gerçek, insanları korkutmuş ve ürkütmüştür.
Çok eski tarihlerden beri, insanlar ölüm hakkında düşünmüşlerdir; onun
sırrını çözmeye çalışmışlardır. Ölümden o kadar korkanlar olmuş ki, bu duygu
onları psikolojik olarak hasta etmiştir. Bu sebeple birçok âlim ve filozof,
ölüm korkusunun nasıl yenileceğine ve ondan nasıl kutulanacağına dair
eserler yazmıştır.
Yunus Emre’nin düşüncesinde de ölüm çokça üzerinde durulan bir konudur. Ölüm
çeşitli açılardan ele alınarak işlenmiştir.
Yunus’a göre, bir maddi ölüm vardır ki, bu rûhun cesetten ayrılmasından
ibarettir. İnsanlarda korku yaratan ölüm bu çeşit ölümdür. Çünkü, insanlar
bağlandıkları bu dünyadan ayrılmak istemezler ve ne olacakları önceden belli
olmayan başka bir dünyaya gitmek istemezler. Ölüm ve ötesinin kesin olarak
bilinmemesi, insanlara korku hissi vermektedir. Yunus bunu şöyle dile
getiriyor:
Hiç bilmezem
kezek kimün aramuzda gezer ölüm
Halkı bostan
idinmişdür diledüğin üzer ölüm
Bir nicenün
bilin büker bir nicenün mülkin yıkar
Bir nicenün
yaşın döker var gücini üzer ölüm
Birinin alur
kardaşın revan döker gözi yaşın
Hiç onarmaz
bağrı başın habersüzin gelür ölüm
Yiğidi koca
olunca komaz kendüyi bilince
Birini koyup
gülince gözlerini süzer ölüm
Kanı anun
sevdük yarı kıl tâatun arı yüri
Miskin Yunus
neye durur ejderhâlar yudar ölüm
O
halde, Yunus’a göre, ölüm, yaşamla iç içe ve yaşam ölüm demektir; daha
dünyadayken ölümü yaşamak gerekir. Yani ölmeden önce ölümü yaşamda
tatmalıdır. Ondan kaçmak yerine ona yaklaşmayı, ondan korkmak yerine onu
sevmeyi bilmek demektir. İşte bu hareket noktası, Yunus’u manevi bir ölüm
fikri oluşturmaya itmiştir. Yunus’un bu fikri, “Ölmeden önce ölünüz.” ve
“İnsanlar bu dünyada hayal alemindedirler; ancak öldükleri zaman gerçek
alemi görecekler.” diyen Hz. Peygamber’in sözlerine de uygunluk arz
etmektedir.
Yunus bu gerçeği anlatmak için insanlara önce ölümü sevdirmeyi ve üzerinde
biraz daha fazla düşünmelerini sağlamak için ölüm olayını hatırlatıcı
konulara sık sık değinmektedir.
Ata belinden
bir zaman anasına düştü gönül
Hakk’tan bize
destûr oldu hazineye düştü gönül
şeklinde başlayan uzunca bir şiirinde, Tanrı’nın insanı ölmek için
yarattığını ve insanın hayatında geçirdiği her safhanın ölüme bir adım daha
yaklaşmak olduğunu işlemektedir.
Benüm bunda
karârum yok ben bunda gitmeğe geldüm
Bazergânum
matâum çok alana satmağa geldüm
derken de, zaten insanın bu dünyaya gelirken orada sonsuza dek kalmak için
değil ömür denen sermayeyi bitirir bitirmez gitmek için geldiğini
hatırlatıyor.
Mühim olan insanın bu gerçeği hatırlaması ve ölenlerden ders almasıdır.
İnsan, Yunus’a göre, mezarlıklara ve kabirlere bir baksa, bu müthiş olay
karşısında taş bile olsa eriyecektir ve ibret alacaktır:
Sana ibret
gerek ise gel göresin bu sinleri
Ger taş isen
eriyesin bakup göricek bunları
Şunlar ki
çokdur malları gör nice oldu halleri
Son-ucu bir
gönlek geymiş anun da yokdur yenleri
Kanı mülke
benüm diyen köşk ü sarayı beğenmeyen
Şimdi bir evde
yatarlar taşlar olmuş üstünleri
Yunus’a göre, insanların esasında ölüm olayından değil, ölüm ötesi ne
olacaklarından korkmaları gerekmektedir. Çünkü bizzat ölüm bir son değildir;
bir sona açılan ilk kapıdır:
İy yarenler iy
kardaşlar korkaram ben ölüm diyü
Öldüğümi
kayırmazam itdüğümü bulam diyü
Birgün görinür
gözüme aybım urulur yüzüme
Endişeden deli
olmuşam n’idem ben ne kılam diyü
O
halde, ölmeden önce ölmek, ölümü tatlılaştırmak ve nihayet ölümsüzlüğe
kavuşmak için, Yunus Emre’ye göre, son ucu ölmek olan dünyada insanın
nefsini ve dünyalık tutukularını öldürmesi gerekir. Ölümsüzlüğe ulaşmanın
ilk adımı budur.
Nefsin bu dünyada öldürülmesi, insanı Tanrı aşkına ulaştırır. Böylece aşk,
ölüm ve ölümsüzlük aynı şey olur. Maddi ve manevi ölüm, aşkın ve sevginin
olmadığı yerde vardır:
Ne gelmeğüm
gelmekdurur ne gülmeğün gülmekdurur
Sen menzilün
ölmekdurur tuymadunsa ışktan eser
Halbuki âşıkta ve aşkın olduğu yerde ölümsüzlük vardır; cismen ölüm olsa
bile, mânen yoktur:
İy Tanrı’yı
bir bilenler can Hakk’a kurban kılanlar
Ölü değüldür
bu canlar ışk gönlünde yüze durur
Âşık öldi diyü
salâ virürler
Ölen
hayvan-durur âşıklar ölmez
Aşk
vasıtasıyla ölüm insana Tanrı’yı bulduran bir nesne oluyor. İnsanın içini
aydınlatan Tanrısal bir ışık durumuna geliyor:
Kogıl ölüm
endişesin âşıklar ölmez bâkidir
Ölüm âşıkun
nesidir çünki nûr-ı ilâhidür
Ölümden ne
korkarsın çünki Hakk’a yararsın
Belki ebedi
varasın ölmek fâsid işidür
Nazar kıl bu
gevhere bu gizli gence nura
Nur kaçan yavı
vara kendü nazar-gâhıdur
O
halde, manevi ölümle insan daha bu dünyadayken Tanrı’ya kavuşuyor ve kendi
benliğini buluyor. Ölüm, Yunus’a göre insanın gerçek benliğini oluşturan bir
duygu ve olgu da olmuş oluyor.
İşte bu anlamda Yunus’a göre dünya ile ahiret arasında bir fark kalmıyor.
Normal insanların âhirette olmasını bekledikleri şeyler; âşıklar için bu
dünyada gerçekleşiyor.böylece manevi ölümle dünya olumlu bir anlam
kazanıyor. Bu bağlamda Yunus’un gözünde dünya, ahiretten daha değerli ve
daha esrarengiz bir hâl alıyor. Âhiret, dünyada kendini gösteriyor:
Bu dünya ol
âhiretden içerü
Âşıkın yiri
var kimsene bilmez
İnsan aşkla âhiretin kokusunu daha bu dünyada koklayınca, artık ne ecelden
ve Azrail’den korkar, ne ateşten ve cehennemden çekinir. Tanrı’ya
kavuşmakla, öldüren de, dirilten de o olur. Bakınız Yunus Emre bu konuda
şöyle diyor:
Eğer seni
sevdüm ise ecel eli ermez bana
Nice geliser
Azrail ben seni canlanur isem
Azrail gelmez
yanuma sorıcı gelmez sinüme
Bunlar benden
ne soralar anı sorduran ben oldum
Bakan benem
gören benem alan benem viren benem
Ne Cebrail ne
Mikail İsrafillik kılan
benem
Dolayısıyla aşkla ölümsüzlüğe erende, ne ölüm korkusu ne de sual-cevap
endişesi olmaksızın seve seve cismani ölümü de arzulayacaktır. Bu tür ölümle
insan gerçek vatanına, yani artık ölümün olmadığı Tanrı katındaki aslî ve
ezeli mekanına ulaşacaktır:
Ben kimseden
korkmazam ya bir zerre kayurmazam
Ben imde
kimden korkayın korkdığım ile bir oldum
Düşd’önüme
hubbül vatan gidem hey dost diyi diyi
Anda varan
kalur heman kalam hey dost diyi diyi
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’a göre bütün varoluşun sırrı ve anlamı ölüm duygusu ve olgusunda yatmaktadır. Bunun için, Yunus ölümü, J.P.Sartre ve diğer ateist varoluşçuların aksine, her şeyin kendisiyle son bulacağı kötü kader ve inanç olan bir son olarak görmüyor. Varoluşçulara göre, insanın bütün ıstıraplarının ve tasalarının kaynağı ölüm olduğu halde, Yunus için ölüm mutluluğun tâ kendisidir. Yunus ve varoluşçular ölümün insana özünü kazandırdığı görüşünde birleşseler de, ölümle kazanılan özün tabiatında ayrılırlar. Yunus’a göre ölüm insana optimist(iyimser) bir öz kazandırdığı halde, özellikle ateist varoluşçulara göre, pesimist(karamsar) bir öz kazandırmaktadır. Bu bakımdan da, Yunus için hayat ne kadar anlamlıysa, varoluşçular için de o kadar anlamsızdır.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:74 ve >
AŞK VE TOPLUM
Yunus Emre’ye göre aşk, sadece bireysel olarak yaşanan bir duygu değil aynı
zamanda toplumsal hayatta yön vermesi gereken bir duygu ve prensiptir. Yunus
Emre, toplumsal hayatın özellikle siyasi ve ahlaki yönleriyle dinî ve
ideolojik cereyanların topluma yansımalarında da aşkın yeri ve önemi
üzerinde ısrarlı bir şekilde durmaktadır.
1. AŞK VE
DİRLİK
Yunus Emre, bütün hayatını yaşadığı dönemin Anadolu Türk-İslâm topluluğunun
siyasi birliği ve dirliği için feda etmiştir. Bu yolda sadece yaşamıyla
değil düşünce ve fikirleriyle de büyük çaba harcamıştır. İnsanları birlik ve
düzenliğe sevgi ve aşk yoluyla davet etmiştir. Tanrı aşkının insan ve toplum
sevgisi ve aşkından geçtiğini işlemiştir. Yunus Emre’ye göre, insanlar Tanrı
aşkının yaşanırlılığını sadece gönüllerinde göstermeleri yetmez aynı zamanda
onu toplum içine de yansıtmaları gerekir. Dolayısıyla Tanrı aşkının yolu
toplumdan geçmektedir.
Yunus Emre, aşk ile halkı dirliğe ve düzenliğe çağırmanın birkaç yolundan
bahsetmektedir. Onlardan birincisi, metafizik gerekçeli bir yoldur.
Yunus’a göre, bütün insanlar bu dünyaya gelmeden önce “Rûhlar Âlemi” denen
Tanrı katındaki âlemde birlik içindeydiler; hem birbirleriyle hem de Tanrı
ile dost idiler:
Çarh-ı felek
yoğıdı canlarumuz variken
Biz ol vaktin
dost idük Azrâil ağyar iken
Niçe yıllar
biz anda cemi’ydük kânında
Hâkikat
âleminde ma’rifet söyler iken
Çalab ışkı
candaydı bu bilişik andaydı
Adem Havvâ
kandaydı biz onunla yâr iken
………………………………… …………………………………
Canlar anda
bilişdi ol dem gönül ilişdi
Âlem halka
karışdı denizler kaynar iken
Ne gök varıdı
ne yir ne zeber vardı ne zir
Konşıyudık
cümlemûz nur tağın yaylar iken
Yunus Emre, insanlar arasındaki bu ezeli dostluk ve dirliğin bu dünyada da
bozulmamasını istiyor. Bunun için dünyada insanlara bu dirlikten haber
vermek gerektiğini söylüyor:
Ezeli biliş
idük birliğe bitmiş idük
Mevcudât düşdi
ırak vücûd can yatağıdur
Bu ezeli
birliği ya cihanda dirliği
Ya bu gönül
can kudret kudağıdur
Yatluk yoktur
bilene dirlik tuta gelene
Bilelik
soylayana vuslat yolı kavidür
Yunus’a göre renkleri, dilleri, inançları ve siyasi tercihleri ne olursa
olsun, aşk yoluyla insanlar, o ezeli manevi birlik ve dirliklerini bu
dünyada sürdürebilirler.
Yunus Emre, sürekli ve gerçek bir dirlik ve düzenlik isteyen kişilerin aşk
yolundan başka bir yollarının da olmadığını söylüyor:
Bâki dirlik
seven kişi gerek tuta ışk eteğin
Işkdan artuk
her nesnenün değşirilür zevâli var
Yıkılmaz dirliğin aşkla olduğunu söyleyen Yunus bu konuda çok daha ileri
giderek, hem kişinin kendi içerisindeki bireysel dirliğinin, hem de ahiret
mutluluğunu kazanmanın yolunun sosyal ve siyasi dirlikten geçtiğini
vurguluyor.
Var din imân
gerek ise dirlik diril bu dünyâda
Yarın anda
bitmez işün bugün bunda bitmeyince
Dirlik
niceyidüğin eydesin kıldan kıla
Iraka vü
yakına hem hâss u âma bile
Hâss u âm
cümle âsı dost kulıdur cümlesi
Kullar yol
virmeyiser şâhı kim görebile
Yunus doğru söylemiyor mu? Kişi toplumu etkilediği gibi toplum da kişiyi
etkiler. Dirlikçi ve düzenli bir toplumda insanlar hem dünya ve hem de
âhiret işlerini daha yerli yerince yapabilirler. Toplum kötü ise, bu kötülük
kişilere de yansır; onların maddi ve manevi yaşantılarını olumsuz yönde
etkiler. O halde toplumun dirliği ve düzenliliği, kişiyi hem kendi kendine
karşı, hem de Tanrı’ya karşı dirlikli ve düzenli olmaya yardım eder.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, toplumun dirlik ve düzenliği, toplumsal
dertlere derman bulmakla sağlanabilir. Toplumsal hastalıklar hangi türden
olursa olsun, ilk ve kalıcı çare, Yunus’a göre aşk ilacıdır. Âşkın dermân
olamayacağı hiçbir hastalık yoktur. Yunus’un bu görüşünü, şu beyit ne güzel
açıklamaktadır:
Eğer ışkı
seversen cân olasın
Kamu derdüne
hem dermân olasın
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:81 ve >
Yunus Emre, toplumsal ve siyasi dirlik ve düzenliğin ikinci ana yolunun
ahlâk olduğunu kabul etmektedir. Ahlâk hem toplumsal, hem de bireysel aşk
için vazgeçilmez bir prensiptir.
Ahlâk hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettikleri duygu ve
davranışlardır: Adalet, yardımseverlik, dürüstlük ve doğruluk, acıma ve
bağışlama, eşitlik, hoşgörü gibi. Bunların zıddı olan yalancılık, gıybet,
cimrilik, gaddarlık, kindarlık ve kabalık gibi duygu ve davranışlar da
ahlâksızlıktır. Ahlâklılık ne kadar dirlik ve düzenin kurulmasına yardım
ederse, ahlâksızlık da o kadar bozar. İşte bu sebeple Yunus Emre ahlâka
oldukça önem vererek, ahlâk-aşk ve ahlâk-toplum hayatı arasındaki ilişkilere
işaret etmiştir. O halde Yunus’a göre aşk yolu ve dirliğe kavuşma yolu,
tamamen ahlâktan geçer.
Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye’si tamamen baştan sona güzel ahlakî
öğütlerle doludur. Dîvân’ında da ahlâkla ilgili birbirinden güzel sözleri
vardır. Onlardan bazılarını çeşitli alt başlıklar halinde verelim.
Adaletsizlik, kin ve kibir:
Eğriliği
koyasın toğrı yola gelesin
Kibr ü kini
çıkargıl erden nasib olasın
Yardım etmek:
Ne virsen
elünile şol varur senünile
Ben disem
inanmazsın varıcağız göresin
Hak
yemek:
Atan anan
hakın yitürdünise
Yeşil tonlar
giyesin tonanasın
Eğer komşı
hakı boynundayısa
Cehennemden
yarın bâkı kalasın
Ayrıcalık ve yermek:
Yitmiş iki
dilcedi araya sınur düşdi
Ol bakışı biz
bakduk yermedük âmm u hâssı
Yalancılık ve gıybet:
Yalancılık
eylemegıl ışka yalan söylemegıl
Bunda yalan
söyleyenün anda yiri zindandadur
Söyledüğün
keleciği işitdüğün gibi söyle
Kendüzünden
zîreklenüp birkaç söz dahi katmagıl
İy dostını
düşman dutan guybet yalan söz söyleme
Bunda
gammazlık eyleyen anda yiri tar olısar
Değer vermek:
Tehî görme
kimseyi hiç kimsene boş değil
Eksükliğ ile
nazar erenlere hoş değil
Ayıp aramamak:
İy gafil açgıl
gözüni fikrün yavlak uzatmagıl
Bakgıl kendü
dirliğüne kimse aybın gözetmegıl
Eşitlik:
Sen sana ne
sanırsan ayruğa da anı san
Dört Kitâbun
ma’nisi budur eğer varısa
Hakk’a aşık olmak ve sosyal dirlik için: Yunus Emre, herkesin ahlâk
konusunda Hazreti Peygamberi örnek almasını öğütlemektedir:
Hulkun
olmayınca Muhammed gibi
Hakk dîdârını
sana göstermeye
Yunus Emre’nin ahlâk anlayışıyla ilgili olarak önemli bir noktaya da burada
değinmeden edemeyeceğiz. Bu nokta bize Yunus’un ahlâk anlayışının çağdaş
felsefedeki ahlâk anlayışlarından farklı yönünü ve onlara üstünlüğünü
gösterecektir.
Hıristiyan varoluşçu filozoflar, özellikle de Kierkegaard, ahlâkî vazifeler
Tanrı adına ve Tanrı’ya dayandırıldığı ölçüde vazifedir derler. Ayrıca
herhangi bir ahlâkî vazife, Tanrı adına yapılmıyorsa, kendi başına insanı
Tanrı ile ilişkiye geçiremez de derler. O halde, onlara göre ahlâkın değer
ölçüsü doğrudan doğruya Tanrı’nın kendisidir.
Halbuki Yunus Emre’ye göre, ahlâk ve ahlâkî vazifelerin değer ölçüsü bizzat
kendileridir. Onlar ister Tanrı adına yapılsın ister yapılmasın bu değişmez.
Çünkü ahlâkî vazifelerin, insanı Tanrı’ya götürme gibi tek bir amacı yoktur.
Her ne kadar ahlâklılık insanı Tanrı’ya yaklaştırırsa da ahlâkın ilk ve
doğrudan amacı toplumsal dirlik ve düzenlik içindir. Yani Yunus’a göre,
ahlâkın sosyal ve siyasi amacı, her zaman metafizik amacından öncedir. Zira
Tanrı’nın insanlardan ahlâklı olmalarını istemesi, doğrudan kendisi için
değil, insanlar içindir; aralarında dirlik ve düzeni ideal biçimde kurmaları
içindir. O halde Yunus’un ahlâk anlayışına göre, bir ahlâkî vazife, Tanrı
için yapılmasa bile, ahlâkîdir ve kendi başına bir değeri vardır; çünkü
ahlâk, ahlâkî prensipleri tayin eden bizzat Tanrı bile olsa, zaruretini
toplumsal hayattan alır.
Eğer bir kimse bir ahlâkî vazifeyi Tanrı adına yapmıyorsa, yaptığı şey
ahlâkî olmakla birlikte, bu vazife onu Tanrı’ya yaklaştırmaya ve kendisini
Tanrı ile ilişki kurmaya itmeyebilir. Fakat Yunus’a göre bunun nedeni,
ahlâkî vazifenin Tanrı adına yapılıp yapılmaması değil, yapan insan
inançsızsa onun Tanrı’ya daha baştan olan inançsızlığıdır.
O
ahlâkî vazifeyi yapan insan inançlıysa, yaptığı vazife ister istemez
kendiliğinden Tanrı adına da olacaktır. Elbette Yunus, ahlâkî bir davranışın
Tanrı adına yapılırsa daha mükemmel olacağını kabul etmektedir; sadece onun
vurgulamak istediği şey, insanların ahlâka gereksinimlerinin zorunluluğu,
öncelikle toplum için olmasıdır.
Bu
kısa karşılaştırma bile bize, Yunus Emre’nin ahlâka bakışının, daha geniş ve
kapsamlı olduğunu göstermektedir. Kierkegaard gibi varoluşçu filozoflar,
felsefe tarihindeki diğer felsefelerden ayrı ve farklı olma nedenlerini
insan ve varoluşsallığının felsefesini yapmaya borçlu olduklarını
söylemelerine rağmen, ahlâk gibi insanı doğrudan ilgilendiren bir konuda
bile, meseleyi hemen Tanrı önünde halletme yoluna gittikleri göz önüne
alındığında, Yunus’un ahlâk sorununu önce insan ve onun toplumsal varlığı
için çözümlemesiyle onlardan ne derece üstün varoluşçu bir düşünür olduğu
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:83 ve >
3. AŞK VE
İNSANİYETÇİLİK
Yunus emre için, bireyin kendisi iç dirlik ve düzenliliğini,yaşadığı
toplumun dirlik ve düzenliliğini kurmanın üçüncü ve önemli başka bir yolu da
hiç şüphesiz, insaniyetçiliktir. Yani Yunus’un insaniyetçilik anlayışıdır.
Yunus’un insaniyetçiliğini anlatmadan önce, bu kelime iye ne kastettiğimizi
açıklamamız gerekir.
Burada tek tek isimlerini zikretmeye gerek görmediğimiz Yunus Emre hakkında
yazan ve konuşanlardan bazıları Yunus’a hümanist ve öğretisine hümanizm
olarak bakarken, diğerleri Yunus ve öğretisinin hümanizm ile hiçbir ilgisi
olmadığını söylemektedirler. Yunus Emre’ye hümanist demenin veya dememenin
uygunluğu her şeyden önce hümanizm deyimini hangi anlamda alarak Yunus Emre
ile irtibatlandırmaya bağlıdır.
Şimdiki bilgilerimize göre, hümanizm kelimesi “İnsan sevgisi” anlamında ilk
defa meşhur Romalı yazar Cicero tarafından kullanılmıştır. Fakat kelimenin
yaygın bir halde kullanılması XVI. Yüzyılın sonlarına doğru olmuştur ve XVII.
Yüzyıl Aydınlanma Devri filozoflarıyla felsefi bir anlam kazanarak bir yaşam
doktrini haline gelen hümanizm, bütün sorunların, insandan başka bir kaynağa
müracaat etmeden, sadece insanla çözülebileceğini savunan, insanı tek ölçü
kabul eden ve dolayısıyla dini ve Tanrı inancını tümüyle dışlayan bir
görüştür. Çağdaş ateist, materyalist ve Marksist akımlar genel olarak
kendilerini hümanizm olarak adlandırırlar. Örneğin bunun için J.P.Sartre bir
eserine “Varoluşçuluk, Hümanizmdir” başlığını takmıştır.
İşte bu anlamda, bütün gönlü Tanrı aşkıyla yanıp tutuşan, ancak ve ancak bu
aşkın topluma yansımasıyla insan sorunlarının çözülebileceğini inanan Yunus
Emre’yi hümanist olarak tanıtmak çok yanlıştır kanaatindeyiz.
Fakat diğer taraftan, günümüzde, özellikle de Türkiye’de, hümanist felsefe
anlamının dışında halk arasında bir kullanım kazanarak tolerans ve hoşgörü
karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm kelimesinin bu amiyane
kullanımıyla, tolerans ve hoşgörüye oldukça ağırlık veren Yunus Emre’ye
hümanist demede de belki bir sakınca olmayabilir.
Burada biz, Yunus ve öğretisini bir adla adlandırmamız gerekirse, Yunus’u
“insaniyetçi” düşünür, öğretisine de “insaniyetçilik” demeyi tercih etmek
istiyoruz. Türkçe’mizin en güzel kelimelerinden biri olan “insaniyet”
sözcüğünden türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerden hem daha
kapsamlıdır hem de Yunus’a ve öğretisine daha uygundur. Çünkü çeşitli
konularda Yunus ile kendilerine hümanist denen Avrupalı düşünürler arasında
yapacağımız kısa karşılaştırmaların da göstereceği gibi, Yunus’un insana
bakışı, her türlü ideolojik kaygılardan uzak, yalın ve tabiî bir bakıştır.
Günlük dilde bir insan hakkında “Ne insaniyetli adam.” veya “İnsaniyetten
hiç nasibini almamış birisi.” derken bir insandan insan olarak nasıl tabiî
bir davranış bekliyorsak, Yunus’un insaniyetçiliği o davranış ve düşünüştür.
İşte bu bakımdan Yunus’un insan öğretisi, hümanizm veya benzer doktrinlerin
insan öğretilerinden kat kat üstündür ve daha insancıldır.
Daha başlangıçta belirtelim ki, Yunus Emre’nin yüksek insaniyetçiliğinin
temelinde sevgi ve aşk yatar. Bu herhangi bir sevgi ve aşk değil Yunus’un
öğrettiği şekilde bir sevgi ve aşktır. Bu aşk, daha önce kadın sufi Rabia
el-Adaviyya’nın dile getirmeye çalıştığı gibi, Tanrı’yı ve insanları çıkar
ve kısa vâdeli hesaplar uğruna sevmek değildir; aşk için aşktır, çıkarsız
aşktır. İşte ancak bu tür aşk insanı insaniyetçiliğe yöneltir.
İnsanı bu aşka yöneltebilecek temel düşünce nedir o halde? Yunus Emre’ye
göre bunun tek bir yolu vardır. O da, duygu ve düşüncelerde, davranışlarda,
ibadetler ve inançlarda insanî ve toplumsal olanı Tanrısal olanla bir
görmektir. Daha açık bir ifadeyle Tanrı ile insan arasını açık bırakmamak;
her şeyi Tanrısal gibi kutsal görmektir. Mademki, her şey Tanrı’nın işi ve
eseridir. Her şey onun kadar sevilmeli ve sayılmalıdır. Tanrı’ya doğrudan
doğruya gidebilecek bir yol yoktur. Tanrı’nın yolu insan ve toplumdan geçer.
Bu da Tanrı’ya giden tek yoldur. Yunus bu gerçeği ne güzel dile getiriyor:
Hakk cihâna
tolıdur kimseler Hakk’ı bilmez
Anı sen senden
iste o senden ayru olmaz
İy dün ü gün
isteyen bilmezmisin Hakk kandadur
Her kandasam
anda hâzır kanda bakarsam andadır
O
halde, her yerde ve her şeyde Tanrı’yı görebilme, Yunus’a göre,
insaniyetçiliğin temel düşüncesidir. Teknik tabiriyle, Vahdet-i Vücûd
doktrini Yunus Emre’nin insaniyetçiliğinin özünü ve esasını teşkil
etmektedir. Şimdi de bu esas üzere Yunus Emre’nin insaniyetçiliğini
oluşturan temel düşünceler nelerdir onları görelim:
a. Sevmek -
Sevilmek
Yunus Emre’ye göre, yaratılış ve varoluş sevme ve sevilme isteğinden başka
bir şey değildir. Bu iş önce Tanrı’da başlamıştır. “Ben gizli bir
hazineydim, bilinmek (yani sevilmek)
istedim, varlıkları yarattım.” anlamındaki bir Hadis-i Kutsî bunu gösterir.
O halde Tanrı âlemi ve insanı sevgi üzere, sevmek ve sevilmek için
yaratmıştır.
Durum bu olunca, insanın amacı özünü oluşturan bu sevgiyi yaşamında da
fiilen yaşatmak olmalıdır. Bunun için Yunus Emre,
Gelün tanışık
idelüm işün kolayın tutalum
Sevelüm
sevilelüm dünyeye kimse kalmaz
demektedir. Bu asli sevginin, dermân olmayacağı, toplum işlerini
kolaylaştırmayacağı hiçbir sorun yoktur; yeter ki insanlar bu gerçeği
gönülden kabul edebilsinler:
Eğer ışkı
seversen cân olasın
Kamu derdüne
hem dermân olasın
Aslî sevgi insanları toplumsal ve evrensel tevhide (birliğe) götürecektir;
nasıl bütün insanlar tek bir Tanrı’nın yaratıklarıysalar, sevgi yoluyla,
Tanrı’nın birlik ve tekliğini bu dünyada da kardeş olarak oluşturmalılardır.
b. Evrensel
İnsanlık
Evrensel insanlık fikri, Yunus’un insaniyetçiliğinin ikinci önemli
unsurudur. Yunus Emre’ye göre insanlar dilleri ve dinleri, ırkları, renkleri
ne olursa olsun, evrensel bir kardeşlik için çalışmalıdırlar. Her insan
bütün insanları “benim ve benden” görmelidir:
Dünye benüm
rızkumdurur kavmı benüm kavmumdurur
Her dem benüm
yargum yürür yargumı hândan dutarım
Dünya kardeşliğinin gerekliliği yukarıda da belirttiğimiz gibi Tanrı’ya olan
ve insana olan sevginin kendisidir. Tanrı’yı sevmek Yunus Emre için laf ile
olamaz; bu sevginin öngördüğü kardeşliği yeryüzünde kurmaya çalışmakla olur:
Erenler buna
kalmadı vardı yoluna durmadu
Hakk’ı gerçek
sevenlere cümle âlem kardaş gelür
Gerçek sevgi ve aşk ehli olanlar, şu veya bu milleti, şu veya bu dini
topluluğu gözetmez. Bütün insanlığı gözetir:
Din ü
milletden geçer ışk eserini tuyan
Mezheb u din
mi bilür kendüzin yoğa sayan
Işk ehlini
sorarsan ne mezhep ne milletdür
Yoldu kalandur
sakın gice yü gündüz sayar
O
halde Yunus Emre’ye göre gönül milleti, coğrafi sınırların ve inançların
ötesinde, bütün insanlıktır. Bu gerçeği kabul etmeyenler, karanlığı aydınlık
sayan kimseler gibi yanılgı içerisindedirler. Yunus Emre, insanları sadece
evrensel insanlık ve aşkın oluşturacağı vatandaşlığa davet etmekle kalmıyor,
fiilen bunu gerçekleştirmeleri için insanlara gerçek âşık olmaları için
yalvarıyor da:
Yitmiş iki
millete kurban ol âşıksan
Tâ âşıklar
safına tamâm olasın sâdık
Yunus Emre’nin insaniyetçiliğine nasıl ulaşılır? Yani insanın böyle bir
insaniyet anlayışına sahip olması için ne gibi duygu ve davranışlar
içerisinde olması gerekir?
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:87 ve >
o
Gerçek Kulluk
Yunus Emre, Tanrı’ya samimi bir imandan sonra, gerçek kulluğun, evrensel
insanlık veya insaniyetçilik fikrinin oluşması ve kazanılmasında büyük rol
oynadığı görüşündedir. Gerçek kulluk Yunus Emre’ye göre, hakiki anlamıyla
ibadet yapmaktır.
Hakiki anlamda ibadet yapılmasının başlangıcı, önce ibadeti Tanrı’nın
kendisi için değil insan ve toplumun faydası için emrettiği düşüncesine
sahip olmaktır. Bu düşünce ile yapılan ibadet, Yunus Emre nazarında, ancak
insandaki nefis denen ve insanlar arasında ayrıcalık çıkarmaya, kin ve
nefret doğurmaya neden olan ego veya bencilliği öldürür. Kulların nefis
karanlığından kurtuluşları ve sevgi aydınlığına ulaşmaları bu tür bir
ibadetle sağlanabilir. Bakınız Yunus bu konuda ne diyor:
Müsülmanam
diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı’nın
buyruğın tutup beş vakit namaz kılsa gerek
Tanla turup
başun kaldur ellerüni suya daldur
Tamudan âzadlu
oldur kullar âzad olsa gerek
Öyle namâzın
kılasun her ne dilersen bulasın
Nefs düşlanın
öldüresin nefs hemişe ölse gerek
Ol ikindiyi
kılanlar arı dirlik dileyenler
Olardur Hakk’a
irenler dâim Hakk’a irse gerek
Akşamdurur üç
farıza tağca günahun eride
Eyü amellerün
sana şem’ü çırağ olsa gerek
Yatsu namâzına
ol hâzır hâzırları sever Kâdir
İmânun eksüğin
bitir imân piş-rev olsa gerek
Her kim
müsülman olmadı beş vakit nâmazı kılmadı
Bilün müsülman
olmayan ol tamuya girse gerek
………………………………..
………………………………..
Beklerisen din
gayetin virmegil nefse murâdın
Yunus Nebi
salavâtın ışkıla değürse gerek
İşte bu şekilde hakkıyla yapılan ibadet insanı, gerçek kulluğa ve hakiki
dindarlığa götürür. Yunus Emre’ye göre hakiki dindar da yaptığı ibadetin
Tanrı aşkı için olduğu kadar başkaları için de olduğunu bilir:
Bir kez gönül
yıkdunısa bu kıldığun namaz değül
Yitmişiki
millet dahı elin yüzin yumaz değül
Gerçek dindarlık Yunus’a göre insana, otokritik yapmasını öğretir.
Eksiği-noksanlığı, ayıbı-kusuru başkalarında değil önce kendinde aramalıdır:
İy gafil açgıl
gözüni fikrün yavlak uzatmagıl
Bakgıl kendü
dirliğüne kimse aybın gözetmegil
Yunus eğer
âşıkısan varlığun değşür yoklığa
İmân kuşağın
berk kuşan di hep eksüklik bendedür
Nihayet gerçek kulluk da, insanı sosyal ve ahlâkî hoşgörüye götürür.
o
Sosyal ve Ahlâkî Hoşgörü
İnsaniyetçiliği kazanmanın ikinci önemli yolu, hoşgörüdür. Yunus Emre için
hoşgörü, bir insanın, Tanrı’nın ve insanların istemediği olumsuz sosyal ve
ahlâkî duygu ve davranışlardan kaçınması ve başkasını da, eğer bu tür duygu
ve davranış içinde bulursa, affetmesini bilmesidir.
Dostu düşmanı bir tutmak, adil davranmak, kin beslememek, kişiler arasında
sınıf farkı gözetmemek, bağışlamak, gönül almak gibi bütün güzel ahlâkî
duygu ve davranışlar hoşgörünün eseridir:
Kimseyi düşman
tutmazuz agyâr dahı yârdur bize
Kanda ıssızlık
varısa mahalle vü şârdur bize
Adumuz
miskindir bizüm düşmanımız kindür bizüm
Biz kimseye
kin tutmazuz kamu âlem birdür bize
Hâss u âmm
mutî âsî dost kulıdur cümlesi
Kime
eydibilesin gel evünden taşra çık
Yunus Emre’ye göre, hoşgörü gerçek kullukla elde edilmesine rağmen bir kere
elde edildikten sonra, ibadete eşittir; hatta daha üstündür. Cennet ve diğer
uhrevi güzellikler ibadetlerden ziyade hoşgörüyle kazanılır:
Uçmak
(cennet)
uçmak didüğün kulları yiltedüğün
Uçmağın
sermâyesi bir gönül utmak gerek
Bir kez gönül
yıkdunısa bu kılduğun namaz değül
Yitmişiki
millet dahı elin yüzin yumaz değül
Çünkü zaten daha önce de belirttiğimiz gibi ibadet yapmanın ve kulluğun esas
gayesi hoşgörüydü. İşte bu yüzden Yunus Emre, hoşgörülü olmayan kimseye kul
ve ibadetine de ibadet demiyor:
Cümle
yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Şer’ün
evliyâsıysa hakikatde âsıdur
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:90 ve >
o
Dini Tolerans
İlâhi aşkın oluşturduğu gerçek dindarlık ve
hoşgörü, insanı neticede toleransa götürür. Tolerans, Yunus Emre’nin
insaniyetçiliğini oluşturan en önemli bir fikir ve onun kazanılmasını
sağlayan en sağlam yoldur.
Tolerans, Yunus Emre’ye göre, insanları dinî
inançlardan ve siyasi kanaatlerden dolayı ayrı ayrı ve farklı görmektedir.
Günümüzün moda haline gelen tabiriyle demokratik bir zihniyete sahip
olmaktır. Yunus Emre toleransı sadece bir dinin farklı mezhep ve grupları
için düşünmez, farklı dinler içinde düşünür. Dolayısıyla o evrensel bir
toleranstan bahsetmektedir.
Tolerans olmaz ise, insanlar arasında ne sevgi,
ne barış olur. Mademki, dinler ve peygamberler, insanları Tanrı yolunda
ayırmaya değil, birleştirmeye ve dostluğa davet için gönderildiler, o halde
niçin toleranssızlık yüzünden birbirlerine düşman olsunlar? Yunus Emre bu
sorunun cevabını çok önceden vermişti:
Biz kimse
dinine hilâf dimezüz
Din tamâm
olacak toğar muhabbet
Demek ki, eğer zaten herkes kendi dinini doğru
dürüst anlasa, toleranssızlık olmazdı. Yunus’a göre, tarihin tâ eski
zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları savaşlara
baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din ve mezhep anlayışlarının
farklılıkları yüzünden çıkmıştır. Bir kısmı da din ve mezhep alet edilerek
çıkartılmıştır. Fakat dinlerin, savaş için gelmediğini ve bu nedenle de
insanların birbirlerini öldürmelerinin yersiz ve haksız olduğunu Yunus Emre
gibi çağlar öncesinden bilinçli bir şekilde dile getiren ve hayatında
toleransı yaşayan daha başka şahsiyetler de yok gibidir.
Yunus Emre, aşk mezhebinden ve dininden başka
bir mezhebin varlığını belirtmemiş; böylece yaşadığı devirin insanlarına
örnek olarak, mezhepçilik taassubundan kurtulmalarına çalışmıştır. Şiî’sine,
Alevî’sine ve Sünnî’sine hep birlikte seslenmiştir. Hepsini aşk, sevgi ve
tolerans bağı altında toplamaya çalışmıştır.
İy âşıklar, iy
âşıklar ışk mezheb ü dindür bana
Gördi gözüm
dost yüzini yas kamu düğündür bana
dedikten sonra, inançlarının inancı olduğunu,
inandıkları imamların kendi imamı olduğunu söylemiştir:
Ebû-Bekr ü
Ömer ol din ulusı
Aliyy-i
Murtaza Osmân benümdür
Ali’yle urdum
kılıç Ömer’ile adl eyledüm
Onsekiz yıl
Kafdağında Hamza’yla meydandayıdum
Ömer ü Osmân
Ali Mustafâ yârenleri
Bu dördinün
ulusı Ebû-Bekr-i Sıddık’dur
Tanrı arslanı
Ali sağında Muhammed’ün
Hasen ile
Hüseyin’i solunda Muhammed’ün
Böylece Yunus Emre bütün Müslümanların
birbirlerine karşı toleranslı ve anlayışlı olmalarını öğütlemiş oluyor.
Dinler arası toleransa da önem veren Yunus
Emre, ayrı din mensuplarının bağnazlıktan kurtulmalarının ve birbirlerine
kardeşlik bağıyla yaklaşmalarının gereğini işaret etmiştir.
Tanrı’ya tapınma yeri olma bakımından cami ile
kilise veya havra arasında bir fark olmadığını şöyle dile getirir Yunus:
Mescid kilise
olduğı bang cemâat kılınduğı
Halâyık saf
saf turduğı ışk şükrânesidür yire
Diğer taraftan Yunus Emre, Kur’ân-ı Kerim ile
diğer üç kitâba da değer vermiştir; din saliklerinin birbirlerinin kutsal
kitaplarına iyi gözle bakmalarını ve okumalarını öğütlemiştir. Bu, bütün
halkların birliği ve düzenliği, barışı için gereklidir:
Dört kitabı
okumadın ayırup seçmek olmadın
Ben okıdum
Sabakumı Kur’ân’da hanendeyidüm
Halk içinde
dirlik düzen dört kitabı toğru yazan
Ağ üstine kara
dizen ol yazılan Kur’ân benem
Yunus Emre’ye göre zaten dinlerin ve
kitâplarının bazılarını bazılarıyla yermek veya horlamak anlamsız; çünkü
hepsi bir kaynaktan gelmedir:
Bir çeşmeden
sızan su acı datlı olmaya
Edabdür bize
yirmek bir lüleden sızaram
Yunus Emre bunlarla da kalmıyor,
Müslüman-Müslüman olmayan demeden herkesin affı ve herkesin cennete girmesi
için dua da ediyor:
Hak Çalabum
hak Çalabum sencileyin yok Çalabum
Günahlarumuz
yarlığa iy rahmeti çok Çalabum
Kullar senün
sen kullarun günahları çok bunlarun
Uçmağına koy
bunları binsünler bırak Çalabum
Böylece daha günümüzden yaklaşık 750 yıl önce,
Yunus Emre günümüzdeki dinler arası diyalog ve tolerans çağrısını fiilen
başlatmış oluyor.
Yine Yunus Emre’nin kendi sözlerine bakılırsa,
bu evrensel kardeşlik ve diyalog çağrısı yapmasının kolay olmadığı
anlaşılıyor; çünkü bunun için kendisini kınayanlar ve yerenler olmuşa
benziyor:
Yitmişiki
millete suçum budur hak didüm
Korku
hıyânetedür ya ben niçün kızaram
Fakat Yunus Emre, asıl ihanette olanların din
ve mezhep ayrılıklarını kışkırtanlar olduğunu belirterek kendisini
suçlayanlara darılıp, kızmayacağını da ifade ediyor. Böylece hoşgörülü ve
toleranslı davranmakla büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü, kendisinin de dediği
gibi, Yunus’a kınamak ve yermek yakışmazdı da zaten.
Kaldı ki Yunus Emre’ye göre, aşk kitabını
okumuş olanın, dört din kitabından öğreneceği başka bir şey de yoktur.
Çün ışkın
kitâbını okıdum tahsîl itdüm
Ne hâcet kim
karayı ağ üstüne yazaram
Dört kitâbun
ma’nisi bellüdür bir elifde
Bi didürmegıl
bana ben bu yoldan azaram
Çünkü dört kitabın nihai amacı, insana Tanrı’yı
öğretmektir. İnsanın zaten Yunus’a göre, tasavvuf edebiyatında Allah ismini
tahsil eden, Arap alfabesinin ilk harfi “Elif”i öğrenince, dört kitabın
öğreteceğini öğrenmiş oluyor. Diğer harfleri ve heceleri öğrenmesine gerek
kalmıyor; eğer öğrenme ve ilimden kasıt bu kuruluk ise. Halbuki Yunus aşkın,
dört kitabın öğretemediği nice gerçekleri öğrettiğine inanmaktadır.kitâp
ilmi, aşk ilminin yanında hiç mesabesindedir ve işte bunun için Yunus Emre:
Dört kitâbun
ma’nisin okıdum tahsil itdüm
Işka gördüm
bir uzun heceyimiş
demektedir. Ayrıca Yunus Emre kitâplardan
öğrendiği ilmi, ilim saymadığından, kendisine “okuma-yazma bilmeyen”
anlamına gelen “ümmi” demiştir. Hatta ümmiliği, Tanrı tarafından kendisine
verilen bir lakâp ve unvan olarak da kabul eder. Yolunda olduğu Hz.
Muhammed’i Tanrı aynı lakâpla çağırmıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in
yolunda olmakla Yunus Emre bu peygamber lakâbını onun vasıtasıyla Tanrı’dan
almış oluyor:
Ol dost bana
ümmî dimiş hem adumı ümmî koymış
Dilüm şeker
gedem kamış bu söylenen nemdür benüm
Ümmî benem
Yunus benem dokkuz atam dörtdür anam
Işk odına
düşüp yanmak sûk’u bazar nemdür benüm
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:93 ve >
YUNUS EMRE İLE
GELECEĞİN MUTLULUĞUNA
Yunus Emre’de aşk, mutlulukla sona erer; bu
bakımdan mutluluk, aşkın en yüce mertebesi ve onun olgunlaşmış meyvesidir.
Aşk, hareketliliği ve hareketi, varoluşu ve varoluşun gerçekleşmesini temsil
ettiği halde mutluluk sükûnet halini ve sükûnu, yokoluşu ve yokluğu temsil
eder. Bu yüzden âşık, yolda yürüyen ve arayan demektir; halbuki mutlu,
menzile ulaşan, aradığını bulan ve maksadına erendir. Mutluluk, âşkın sona
ermesidir. O halde âşk başlangıç, mutluluk sondur.
İşte bunun için Yunus Emre de, aşk kitabı
Dîvân’ının son şiirinde:
Fenâ ol kim
bulasın zevk-i vuslat
Bu sözüm düş
midür sana yor indi
Sana senden
yakın ol aşrı top bak
Yaran mülkini
sultân ol yor indi
Eğer âyîne bin
ola bakan bir
Gören bir
görünen bin bir görindi
Asılda âşık u
ma’şûka birdür
Bu birden
gerçi kim yüz bin görindi
Salâdur kime
gark olmak dilerse
Yunus bu bahre
gavvâs ol gir indi
derken, hem şeklen hem de fikren aşkın sonunun,
Tanrıy’la onun huzurunda buluşmanın ebedi zevki ve mutluluğu olduğunu açıkça
belirtiyor. Yunus Emre’ye göre hakiki mutluluk işte bu mutluluktur.
İnsan için iki türlü bir mutluluktan
bahsedilebilir. Birincisi, zaman içinde bir mutluluktur. Yani, insanın
dünyada erişebileceği mutluluktur. İkincisi ise. Zaman ötesi mutluluktur. Bu
da insanın öldükten sonra ahirette tadacağı mutluluktur. Kimi kişi, Tanrı’ya
hiç inanmaz, küfrünü mutluluk sayarak sarece bu dünyada mutlu olmak ister;
âhiret mutluluğunu hiç istemez. Kimi, her iki mutluluğu beraberce ister;
fakat dünya mutluluğunu dünyada, âhiret mutluluğunu da âhirette diler.
İnsanın bu mutluluklardan ne anladığını ve onlarla neyi amaçladığına göre
onları kazanmanın yolları da çeşitli olur. Kimi insan, parayla saadet olur
der, para ister; kimisi makamla olur der, makam peşinde koşar; kimisi
cenneti arzular, ibadet yapar; kimisi ilim ister, akıl ve mantıkla yürür.
Fakat, acaba böyle çeşit çeşit mutluluklar ve
onları elde etmeye yarayan çeşit çeşit yollar var mıdır? Meseleye Yunus Emre
açısından baktığımızda bu soruya hayır demek gerekecektir. Çünkü Yunus
Emre’ye göre hakiki mutluluk, yukarıda da belirtildiği üzere yok olma ve
yoklukla Tanrı’da sükûn bulmadır. Halbuki diğer türlü mutluluklar, varlığa
sahip olma arzusundan başka bir şey değildir. Onların yolları da, Yunus’un
tarif ettiği şekildeki aşk yolu değildir.
Diğer taraftan Yunus Emre’nin bahsettiği ve
kendisinin ulaştığına inandığımız mutluluk, dünyevi mutluluk olmamasına
rağmen, ahirette değil dünyada kazanılması gerekli bir mutluluktur. O halde
bu demektir ki, Yunus Emre’deki mutluluk zamana ve mekâna bağlı bir mutluluk
değildir. İşte bu nedenle şöyle seslenir:
Ben gelmedüm
da’viyiçün benüm işüm seviyiçün
Dostun evi
gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm
Demek ki, Yunus Emre için mutluluk, yaratılışın
asli gayesiyle uğraşmaktır; bu iş de, Tanrı evi olan gönül yapmadan geçiyor.
Bizce, geleceğin mutluluğu için bütün
insanlara, Yunus Emre’den öğretilmesi gereken asıl ve eskimeyen hakikat işte
budur.
Yunus Emre, mutlak manada insana
çalışıp-çabalamasın, ekmek kazanacak bir meslek edinmesin, gönlünü bir
sevgiliye kaptırmasın demiyor:
Düri kazan yi
yidür bir gönül ele getür
Yüz Kâbe’den
yiğrekdür bir gönül ziyâreti
Yine Yunus Emre, insan ibadet yapmasın, tâatta
bulunmasın, hayır ve hasenatta bulunmasın demiyor:
Toğrı yola
gitdünise er eteğin tutdunısa
O halde Yunus Emre, miskin değil, gerçek
manasıyla aktif bir insan düşleyerek ona demek istediğini, bütün bu işlerin
asli vazifesi olan gönüllerdeki dost evine gitme işini unutmamasıdır. Her
işi yaparken insan bunun için şunu demeyi unutmamalıdır:
Ne varlığa
sevinürem ne yokluğa yerinürem
Işkunıla
avunuram bana seni gerek seni
İşte, bunu her an hatırından çıkarmayan kişi,
Yunus Emre’ye göre yetkin, kâmil ve şahsiyeti bütün insan olur. Böylece
hakiki aşk ve mutluluk, tek yüzlü, tek şahsiyetli insan yaratabilir.
Günümüz insanlarının, geleceğin evrensel sulhu
ve mutluluğu için, Yunus’tan ikinci olarak öğrenmesi gereken hakikat onun
çizdiği şekliyle yaratıcı insan yaratma sanatıdır.
Eğer günümüz ve geleceğin insanlığı, barışı
savaşla sağlamak isteyen liderlere; dindarlığı dinleri kötülemek sayan din
adamlarına, teknolojiyi, doğanın tahribinde kullanan teknokratlara,
gerçekten ve samimiyetle dur demek istiyorlarsa bunun tek bir yolu vardır.
Bu da, Yunus Emre ve onun gibilerinin öğretisini öğrenmek ve öğretmekten
başka bir şey olamaz.
Çünkü Yunus Emre, hem yaşamında hem
düşüncesinde insan ve gerçeklerin felsefesini yapmıştır. İnsan felsefesi
yapanlar düşünce tarihinin tâ eski devirlerinden bugüne kadar, çok olmuştur;
fakat onlar ya insanı Tanrı’ya, ya Tanrı’yı insana ya da insanı doğaya
indirgeyerek ve birini diğerine hapsederek sorunları çözmeye çalışmışlardır.
Halbuki Yunus’un felsefesinde, her birinin ayrı bir yeri olmakla birlikte,
her biri beraberce bir bütün olarak ele almıştır.
Âşk diliyle dile getirilen bu ahenkli, bütünsel
ve birleyici Yunus Emre’nin bakışı kendisine, hem bir yandan insandaki
gerçek insanlığı hem de onun evrensel bir benlikle doğaya ve Tanrı’ya
aitliğini göstermiştir. Bu bakışla, Yunus Emre, bir yandan kendisinde Tanrı
ve doğaya ait bir yön bulurken diğer yandan kendisini Tanrı’da ve doğada
bulmuştur. Böylece Yunus Emre, insanı insana, insanı doğaya; insanı Tanrı’ya
yabancılaştırmaya değil, barıştırmayı seçmiştir.
Bu düşünüş içersinde, kendisine evrensel bir
benlik oluşturan Yunus Emre, hiçbir kişiyi, hiçbir doğa varlığını, hiçbir
toplumu ve nihayet Tanrı’yı kendisinden başka saymamıştır. İşte bu yüzden o,
döğene elsiz olmuş ve söğene dilsiz olmuştur; çünkü o da sövse ve dövseydi,
biliyordu ki, gerçekte kendini döğen ve kendi kendine söğen olacaktır.
İnsanlığın bugün Yunus Emre’den öğreneceği bir üçüncü husus da onun bu bakış
ve görüş açısını kazanmak olmalıdır.
Eğer insanlık, mutlu bir yarın istiyorsa,
Yunusvarî bir anlayışa ve felsefeye gelmek zorundadır. Çünkü:
Yatlık yoktur
bilene dirlik tuta gelene
Bilelik
soylayana vuslat yolu kavîdir
derken Yunus Emre, insanlığa dirlik ve
düzenlik, barış ve mutluluk, dostluk ve yakınlık öğretecek kendi yolundan
başka, sağlam ve güvenilir bir başka yolun da bulunmadığını belirtiyor.
Son olarak, insanlığın Yunus Emre’yi, sadece
özel gün ve yıl münasebetiyle değil, bundan sonra da sürekli anması ve
anlamaya çalışmasını ümit vetemenni ediyoruz.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası
Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2.
Baskı-1993/Ankara-Sayfa:99 ve >
Doç. Dr. Mehmet bayraktar’dan alıntılamaya çalıştığımız Yunus Emre
söylencesi burada sonlanıyor.
Başka bir Yunus kitabında buluşmak üzere…
Yunus Emre ve Tasavvuf Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve
yaşattığı inanç sistemi; Kuran’ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah)
sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez *** Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik
suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu,
ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun
tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve
çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu
nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah’ın esmasının (isimlerinin)
manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu “Efal Alemi” dediğimiz çokluk
oluşmuştur. Bir adı da “Şehadet Alemi” olan, ayrı ayrı varlıkların var
sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği
alemdeki çokluk Tek’in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i
vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir. Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı, Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden “Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş
taayyün ve tecelli ettirmiştir. Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) ‘i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir. Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ; “Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda, mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi
tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile
getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve
Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın
keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı
geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini
anlatır. “Kim bildi efalini Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı
olmadığı, varlığın Allah’a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine
dönüştürmek ise Vahdet’tir. Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde Bayram özüni bildi Niyazi Mısri: Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu, derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile
getirilmiştir. Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de
yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve
bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin
işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940′lı
yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir
kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine
öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi.
Yine görme merkezinin yüzde 98′i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi
gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı.
Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek,
bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960′lı yıllarda hologram prensibi
ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram’a
göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü
yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen
dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi?
Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok
elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk
yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla
ilgili araştırmaları neticesinde Evren’in de dev bir hologram olduğu
kanısına vardı. Bohm’un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın
gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve
sınırsız “TEK” bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır. Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir
zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram
prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi
anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM’ün sahip olduğu bütün
özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar.
Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen
Tanrı imajı yıkılarak, gerçek “Allah” kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada
tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da
birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım. Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında
zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim
ederek, Allah’ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve
bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş
konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak”
kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece
mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur.
Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var
olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul
değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur.
Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise
varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik -
ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur.
İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın
bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile
bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını
AHADİYET, zahiri RAHMANİYET’tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an
oluş halindedir. “O her an yeni bir şe’ndedir” (Kur’ân-ı Kerim 55/29). Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması,
yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz
gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir
hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah’tır; Kur’ân’da Hz. Muhammed(S.A.V) ‘e
“Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı.” (22/17) ifadesi vardır.
Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah
olduğu ifade edilmektedir. Canım kurban olsun senin yoluna Dört caryar anun gökçek yaridur Aşık Yunus nider dünyayı sensiz Ferişteler geldiler,saf saf olup durdular İmansızlar geldiler,andan iman aldılar Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve
ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm
mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin
yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR.
Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin
Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı
Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu özelliğe erişme yeteneği
verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi
yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir. “İstediğimi buldum eşkere can içinde diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah’ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor: “Sayrı olmuş iniler, Kur’ân ününü dinler Baştan ayağa değin Hakk’tır ki seni tutmuş Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına İnsanın kendi benliğindeki Allah’a ulaşabilmesi için kendi benliğinde “seyretmesi” gerekir. Bu, çok güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir. “İstemegil Hakk’ı ırak, gönüldedir Hakk’a durak “Yunus sen diler isen, dostu görem der isen Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor: “Yunus’tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan “Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı Kişinin gönlünde HAK’kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi
denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip
Allah a yönelme, İkincisi Allah’dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın
ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği
sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır. Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak’kı müşahade eder. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah’ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Allah’ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. “Fenâ mertebesi”ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah’ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah’ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Nihayet , “sonun başlangıçla birleştiği safha” ya geçilir. “Beli” kavlin dedik evvelki demde Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu ÖZETLERSEK; KAYNAK:
Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar Makro Felsefe Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum 2150 A.D. (M.S.2150) M.S. 2150 H içbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli Ana Sayfa / İndex / Ziyaretçi Defteri / E-Mail / Kuantum Fiziği / Quantum Teleportation-2 Time Travel Technology / Kuantum Teleportation / Duyuru / UFO Technology |