Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli 
 

Yunus EMRE, (1238 - 1328) İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır.

                            

Yunus Emre hakkında az bilgi var doğrusu, ilk olarak bunları kısaca anlatalım.. Yunus Emre’nin ataları Horasan’dan (Afganistan sınırlarına yakın bir ülkeden) geldiler.. Memleket olarak Yunus Emre’nin Karaman'lı olduğunu gösteren belgelerin hemen hepsi resmi ve sağlam belgelerdir.. Bu belgeler Osmanlı Devleti zamanında sıkı bir şekilde korunup, mühürlendi.. Yunus Emre’nin Karaman'li olduğuna dair ilk bilgilerde Osmanlı Devleti belgelerinden geldi... Yani sonuçta Yunus Emre’nin başka yerlerde bulunduğuna dair hiçbir resmi ve sağlam kaynak yok... Yunus Emre’nin Karaman'lı olduğuna dair sağlam kaynaklar sadece ve halen Karaman´da mevcut..... Osmanlı Devletinde Yunus Emre’nin mezarının yeri olarak hep Karaman gösterildi ve bu türbenin giderleri için ödenek bile sağlandı... Belgelerde geçen yer ve köy  isimleri halen mevcut.. Ve hepsi Karaman’ın birer köyü veya kasabası... Bütün bunlardan tek bir sonuç çıkıyor.. YUNUS EMRE KARAMAN’LI VE MEZARI KARAMAN’DA BULUNUYOR!

Dedigim gibi hayati hakkinda pek az bilgi var..Yunus Emre, çok MESHURDUR ama çokta MECHULDÜR :)

 ama Yunus Emre'yi şiirlerine bakarakta  tanıya biliriz ?....

 

 

ALLAH SEVGİSİ...

Bütün tasavvuf ehlinde olduğu gibi , Yunus Emre’de de Allah sevgisi en üst düzeydedir bunu şiirlerine bakarak anlıyoruz.. Çünki siirlerinin başlıca temasıdır bu..    Hemen hemen bütün şiirlerinde Allah sevgisi geçer, aşık olanın sevgilisine duyduğu hislerin daha fazlasını duyarak şiirlerinde bunu dile getirir..

*Aşkın aldı benden beni , bana seni gerek seni*

Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni!

Yunustur benim adım, gün geldikçe artar oldum..

iki cihanda maksudum bana seni gerek seni..

diyerek Allah’a karşı olan sevgisini iki cihanda bile tek istediğinin Allah sevgisi olduğunu belirtiyor.. Yunus Emre’de Allah sevgisi diğer şairlere benzemiyor... Çünki o söylemek istediği duygularını sade bir Türkçe ile söylemiş.. Aşağı yukarı aynı zamanda yaşamış Mevlana, aynı duyguları eserlerle çevresine telkin ederken o sade bir anlatımla insanlara anlatmış duygularını... Allah aşkını her şeyin üstünde tutmuş... Hatta kendinin yerine içinde sadece Allah aşkının olmasını istemiş bakınız su şiirlere..

"ilahi bir aşk ver bana, kandalığımı (nerede olduğumu) bilmeyeyim,,
Yavu kılayım
(kaybolayım) ben beni isteyüben bulmayayım"

Diyerek, Allah aşkını tamamen benliğini sarmasıni istemiş.. Bu bakımdan adeta Allah sevgisini kendi benliğiyle bütünleştirip insanlıktan sıyrılmak istemiş..  Ve bu bütünleşmeyi:

"Aşktır bu derdin dermanı, aşk yolunda verem cani,
Yunus Emre eydür bunu, bir dem aşksız olmayayım"

diyerek ebedi sürmesini istiyor... Bununda gerçekleştiğini yani Allah sevgisi ile bütünleştiğini  amacında muvaffak olduğunu başka bi şiirinde söylüyor bize bakınız:

"Beni bende demen, ben bende değilim, Bir ben vardı bende, benden içeri"

Allah sevgisine ve Allah’a ulasmada hiç bir engel tanımamış sanki? ve Allah katında kıymetinin çok olduğuna inandığı Hz. Muhammed’e, kendi başta olmak üzere herkesi Allah’a ve Allah sevgisine çağırmış..

Bu konuda Yunus Emre´nin büyüklüğü görüyoruz aslında.. Çünki insanların dini önemli değil ona göre.. Çünki o biliyoki bütün semavi dinlerin ortak noktası zaten Yüce Allah’tır.. Yani bunun farkında o! Şiirlerinde açıkca görülüyor, Yunus Emre bütün dinlerle çağırıyor   Allah’ı, aşkını ve sevgisini..  Bunlarıda şu dizelere dayanarak söylüyoruz sanırım anlattıklarımız bunu çok güzel ifade ediyor..

"Gökyüzünde İsa ile, tur dağında Musa ile,

Elindeki asa ile çagırayım Mevlam seni..

Derdi ökküs Eyyub ile, gözü yaşlı Yakup ile

Ol Muhammed mahbub ile çağırayım Mevlam seni"..
 

 

İNSAN SEVGİSİ...

Yunus Emre gönül insanı sevgili okuyucular.. Sevgi aşığı.. Onun tek istediği sevgiye bağlı olan her şey.. Bi insanda ilk önce gönlüne önem veriyor... Çünki bir gönül yıkmayı büyük günah sayıyor... Ama burada şunu belirtmekte yarar var diye düşünüyorum, belki yaşı ufak çocuklar okuya bilir bu yazıyı ve kafaları karışa bilir: Yunus Emre bir şairdir, peygamber falan degil!

Yani bunu şu bakımdan yazdık, Yunusun'kiler birer şiirdir, ayet gibi hadis gibi sakın değerlendirmeyelim.. Neyse yukarda yazdığımız gibi Yunus Emre´nin genel felsefesi insan ve aşk.. Özellikle ilahi ask! (Yani Allah aşkı üzerinedir)..

Günümüzde herkes bir demokrasi havarisi kesiliyor.. Özgürlükler deniliyor, temel hak ve hukuk falan deniliyor.. Yunus Emre bunu asırlar öncesinden halletmis.. Çünkü "Yaradılanı hoşgör yaradandan ötürü" diyerek bütün insanlığı bütün mahlukati bütün mevcudatı kısaca yaratılmış olan herşeyi sevmemiz gerektiğini söylüyor...

İnsanların kimlikleri ve milliyetleri önemli değil, hatta ve hatta dinleride önemli değildir Yunus Emre için.. Önemli olan yaratılmış olması ve onuda bir yaratanın bulunması yani Yüce Allah tarafindan yaratılmış olmasıdır..

Allah’ı çok sevmemizide söylüyor.. Sevmekle kalmayıp ona aşık olmamız gerektiğinide söylüyor Yunus Emre.. Zaten şiirlerinde ana tema bu yöndedir.. Aşksız insanın odundan farkı olmayacağınıda söylüyor, bütün şiirlerini yazmayalım diye böyle en önemli yerlerini alıyoruz..

Gönül kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek, gönül almak, büyüklük taslamamak, hoşgörülü olmak,  bilgili olmak, Yunus Emre´nin  üzerinde durduğu  başlıca  konulardır sevgili okuyucular..

Yunus, Allah'a dost olma felsefesini ne güzel benimsemiş... Bu felsefedeki insan kötü düşüncelerden zaten arınır, ölüm korkusunuda rahatlıkla yener, dolayısıyla Allah ve insanlık yolunda çaba gösterir..  Yani kısacası mükemmel bir insan olur.. 

Cebte para, elde tesbih, dilde dua, herşeyden elini ayagını çekmiş ve kendisine dervişliği yakıştırmış, kendilerini büyük gören insanlar varya hani, bu tiplere  Yunus Emre'nin şiddetle karşı çıktığınıda şu şiirinden anlıyoruz.. 

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil..
Gönlünü derviş eden, hırkaya muhtaç değil..

Sevgili okuyucular  Yunus Emre, sanıldığı gibi okuma-yazması olmayan cahil bir kişi değildir.. Eldeki belgelerin incelenmesi sonucunda, şeyh soyundan olduğu, kendisininde bilgili, mal mülk sahibi aile içinde yetiştiği, aynı zamanda Karamanoğulları sarayında hatırı sayılır bir kişi olduğu ortaya çıktı.. Toroslarda yasayan Türkmenlerin.. O'nu "Şeyh" olarak kabul ettikleride anlaşıldı... Hem Karaman Tarihini yazan "Şikari" adlı eski yazarda  kitabında ondan şeyh olarak söz etti....

*Nazar eyle ıtırı, bazar eyle götürü*
*Yaradılanı hoş gör, Yaradan´dan ötürü*

 

YUNUS EMRE VE TASAVVUF

Sevtap YAZAR

 Yunus Emre, ne felsefî manada bir filozof ne ilimle uğraşan, sistemli bir eğitimden geçmiş bir müderris ne de filozofik manada bir hakim(bilge)dir. Yunus Emre  hikmeti ledün anlamında kullanan bir mutasavvıftır ve sanatı da buna göre düşünülmelidir.

Yunus Emre, İslam şeriatine bağlı, seyr ü sülûku yaşamış ve İslam tasavvufunun belirlemiş olduğu şeriat, tarikat, hakikat ve marifet makamlarından geçerek irfana ulaşmış bir âriftir. Tamamen ilhama dayalı olan, medresede okuyup yazmakla öğrenilemeyen yakîn yani kesin ve apaçık, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran gaybın hakikatine erişme bilgisine sahiptir.

Yunus Emre de birçok mutasavvıf gibi “Biz Hızır’a kendi ilmimizden öğrettik” âyetindeki ledün kelimesini tasavvuf anlamında almıştır. Kur’an-ı Kerim’de mana çift yönlüdür. Bunlardan biri zahirî diğeri ise batınîdir. Batınî mana, pek çok insanın bilgisini ve tecrübesini aşan, ancak ârifler tarafından yorumlanan ve bilinen bir manadır. İlm-i ledün de bu batınî öğreten ilimdir. Bu da ancak bir mürşid-i kâmil aracılığıyla olur. Ledün yoluna ancak aşk ile varılır dini bilgileri ilmen öğrenmek bir şey ifade etmez. Ledüne ulaşmak için bu yolda yetenek sahibi olmak gerekir. Bu bilgi ve hayat insanı ab-ı hayat gibi ölümsüz kılar. Ledün, sâlik için yalnızca dört menzil uzaktadır.

İnsan kendinin nereden gelip nerede olduğunu ve nereye gittiğini öğrenmek ister bu da ancak ilm-i ledün ile öğrenilir. Gaflet bu yolu engelleyici gönül ise hedefe ulaştırıcıdır. Mana alemine ulaşabilmek için sâlikin bir mürşide bağlanması ve onun dediklerine uyarak yola  devam etmesi gerekir.

Yunus Emre tasavvuf yerine ilm-i ledün yanında ledünni, ilm-i batın, ilm-i hüner, âb-ı Hayvan terkiplerini kullanır. Onun belirttiği tasavvufi hayatı Hz. Peygamber, Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur, Bayezîd-i Bistamî, Ma’ruf-ı Kerhî, İbrahim Edhem yaşamışlardır. Fenafillah’ın timsalini ise ona göre Ashab-ı Suffa verir. Yunus Emre de ilm-i ledün tahsil etmiştir:

Et ü deri sünük çatan cism eyleyüp diri tutam

Hikmet beşiğinde yatan kudret südün emen benim

                                                                       (194/5)

Vahdet-i Vücûd ve Tevhîd:

Vahdet-i vücûd, pek çok İslam mutasavvıfı tarafından açıklanan ve Muhyiddin-i Arabî tarafından sistemleştirilen, âlemin tek bir hakikat ve vücûttan ibaret olduğu fikrini savunan bir anlayıştır. Mutasavvıflara göre, kesreti ifade eden on sekiz bin âlemin aslı ve esası birdir. Birden başka bir şey yoktur. Varlığın başı ve sonu bu birliğe dönecektir. Allah tek ve mutlak olan varlıktır. O’nun varlığının bir başlangıcı ve sonu yoktur. O bütün zamanları ve mekânları kaplayan bir nurdur ve bu yüzden çokluk bir olan Allah’ta yani birlikte toplanmıştır. Allah kendisine olan aşkı sebebiyle kendini bildirmek ve sıfatlarını göstermek istemiştir. Bu yüzden  zatıyla değil de sıfatlarıyla bilinir. Zaten insan ezeldeyken Allah’ın birliğini tasdik etmiştir ve dünyaya geliş sebebi de ezeli birliği dünyada anlamaktır. Vahdet-i vücût sülûk sayesinde ulaşılabilecek bir makamdır ve bu halde sen-ben farkı yoktur. Bu düşünceleri anlatan beyitler:

Sensin bu gözümde gören sensin dilümde söyleyen

Sensin beni var eyleyen sensin hemin öndin sona

                                                                       (14/2)

Kâlû Belâ söylenmedin tertîb düzen eylenmedin

Hak’dan ayru degilidüm ol ulu divândayıdum

                                                                       (168/3)

Yunus imdi sen-ben iken âşıklara ne sen ü ben

Yokluk durur anı sevmek koyun ayruksı bakışı

             (360/9)

 Görüldüğü gibi Yunus Emre vahdet-i vücut nazariyesini şiirlerinde geniş bir biçimde işlemiştir. O’na göre bütün varlıklar Allah’tan gelmiştir. Varlık tektir ve bunu bilen kişi nereye bakarsa yalnızca Tanrı’nın cemâlini görecektir. Çünkü varlığın önü ve sonu, evveli ve sonrası Allah’tır ve O’nun nuru âlemi kaplamıştır. Yunus’a göre mutlak ve hakiki varlık olan Allah, insanın kendinde gizlidir. İnsanın vücudu birlik deryasında kaybolmuştur. Bu mertebede kişi kemâl noktasına varmış ve nefisten kurtulmuştur. Onun varlığı mutlak zatta yok olmuştur. Yunus’a göre Allah’ın varlığı aşktan başka bir şey değildir. Varlığı aşk olan Allah’tan gelen varlıklar da aşk ile ve aşk için yaratılmışlardır:

Yunus sen beni gider her ne ider dost ider

Aczüni bil ebsem ol var ışk rengine boyan

                                                           (236/7)

Mutasavvıflar, “Allah’tan başka mabûd yoktur” cümlesiyle ifade edilin tevhid fikrini vahdet-i vücutçu bir anlayışla ele almaktadırlar. Onlar tevhidi dört merhalede yaşamaktadırlar:

1.      İsimler tevhidi

2.      Fiiller tevhidi: Fiiller tevhidini yaşayan sâlik küçücük bir zerrede bile görülen binlerce ibretin yaratıcısını bilir. Bu makamdaki kişi aklı ve gücü ile hiçbir iş yapamaz, ne yaparsa Allah yaptırır. Yaratıcıyı tanıyan sâlik, hayır ve şer olanın Allah’tan olduğunu anlar. Bu makamdaki mutasavvıf, mutlak zatı yürüse önünde, söylese dilinde, otursa yanında bulur:

 

Yürürisem önümdesin söylerisem dilümdesin

Oturursam yanumdasın ayrukda ne bâzârum var                                                                                                                                 (43/2)

3.      Sıfatlar tevhidi: Bu makamda sâlik kâinatta bulunan bütün eşyanın Hakk’ın birer sıfatı olduğunu anlar. Renk, şekil ve desenlerin Allah’ın bir tecellisi olduğunu anlar. Bu tecellilerde, vahdet kalp gözüyle anlaşılır. Sıfatlar tevhidinde sıfat çok, hakikat tektir. Bu hakikat zattır. Bu makamı tam olarak yaşayan kişi Hakk’a itaat eder ve her şeyde Hakk’ı görür ve vecde gelir:

 

Ma’şûkanun tecellîsi dürlü dürlü renkler olur

Bir şivede yüz bin gönlüm hemişe...cûşa gelür

                                                                 (73/5)

4.      Zat tevhidi: Bu makam fenafillah mertebesinde yaşanır. Bu makamda görünen her varlık görecelidir. Bir tek varlık vardır o da mutlak hakikat olan Tanrı’dır. Âşıkların asıl gayesi de bu tevhidi yaşamaktır. Bu merhalede tevhid artık dilden düşer gönle yerleşir.

 

Her sevdügi terkin ura kayıkmaya değme yana

Her dem anın seyrangâhı hem zat u hem sıfat olur

                                                                         (45/2)

İkiliği terk itgil birlik makâmın tutgıl

Cânlar cânın bulasın iş bu dirlik içinde

                                                     (303/3)

Bu görüşlere sahip olan Yunus Emre, tevhidin bütün makamlarını tamamlamış bir erendir.

 

Yunus, bu tevhîde gark oldı gitdi

Girü gelmeklige aklı dirilmez

                                         (107/12)

Vahdet-i vücutla yakından alakalı olan kavramlar:

Vahdet-kesret:

Yunus Emre’ye göre görünürdeki çokluk, bâtında tektir. Görülen bu âlem görecelidir. Bu âlemdeki varlıklar İlahi varlığa bağlıdır. Vahdet(birlik) oransız, nakışsız, hacimsiz, mekânsız ve zamansızdır. Varlıklar yaratılmadan evvel vahdet yurdunda İlahi zat ile beraberdir. O’nun birliğinden yaratılmış ve bu âleme inmişlerdir. Buradan da tekrar vahdete döneceklerdir. Vahdet sırrı mürşidin bâtınında tecelli eder.

            Kesret vahdetin aynası gibidir. Bakmasını bilen kişi aynada bir tek yüz görür. (Yani Hakk’ı görür):

 

            Eger âyine bin olsa bakan bir

Gören bir görinen bin-bin görindi

                                               (411/9)

            Yunus, vahdet-tevhid ilişkisini çeşitli benzetmelerle anlatır:

Vahdet kuşatıcı ve temiz özellikleriyle denize, ummana veya deryaya benzetilmektedir. Kesret, vahdet deryası karşısında bir katre, yağmur damlası ve ırmak gibidir. Katre ve ırmağın aslı deryadandır. Kesret de vahdettendir. Çoklukta birlik gizlidir. Gözündeki perdeleri kaldıran kişi kesretin kendisinde Allah’ın birliğini görecektir.

 

Zihi derya ki katreden görindi

Ne deryâdur ne katredür gör indi

           

            Aceb katre ki derya anda mahfî

Bu mahfî sırrı sen senden sor indi

                                               (411/1-2)

Vahdet saf bir su gibidir. Su, girdiği kabın rengi ile görünür. Vahdet, eşya, sıfatlar ve fiiller şeklinde oluşur. Akıp deniz olan, dağılıp toz olan, güllerde saz olan hülasa bir bir isimle ortaya çıkan nesneler, vahdetin bir görüntüsü olmaktadır. Dünyada yaşarken birlik ve çokluğun aslını anlayan gönüller, denize akan ırmaklar gibi tekliğe doğru yol almaya başlarlar:

 

Benüm cânum uyanıkdur dost yüzine bakan benem

Hem denize karısmaga ırmak olup akan benem

                                                                       (187/1)

Vahdet sırrı mürşidin bâtınında ortaya çıkmıştır. Kesrette tutunup birliği anlayan kişi, denizdeki(çokluktaki) dalgalanmadan etkilenmeden tekne gibi bir düzende ilerler. Bu kişi için bu dünyadaki iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer ayrımları önemsizdir. Çünkü yaratan ve yaptıkları ortadadır:

Çünkim girdüm bu denize ne kenâr var ne cezire

Çün dört yanumda mevc ura teknem kâvi hiç batmadan

                                                                              (183/8)

Kesret yerine kullandığı diğer benzetmeler katre, mevc, mevc-i acaib, ırmak, sûret nakşı, fânî nakş, kuru efsane, yaban, dünya, çokluk, hicâb, vücud. Dağ, bulut, duman, agyar, gayr, hayal, varlık evi, nefs, kudret denizi, taş kapu, renk, bezenmiş suretler vb. dir.

Mâsîvâ:

Mâsîvâ kesreti ifade eder. Yunus, Hakk’tan başka varlığın olmadığına inanır. Buna göre mâsîvâ Hakk’ın dışındaki şeylerdir. Ve biz bunları nefsimizle görürüz. Tanrı görünürken mâsîvânın arkasına gizlenmiştir ve bu yüzden mâsîvâ âşıkların zindanıdır. Onun içinde tıkılıp kalmışlardır. Gönlünden bu mâsîvâyı çıkaranlar zindandan kurtularak Hakk’ın tecellîsine kavuşurlar. Bunun için insanın kendini bilmesi ve nefsine hakim olması gerekir. Birliği kavrayan kişi agyarı yar bilir çünkü o eşyanın aslını öğrenmiştir. Ağyar da yar da gerçek varlığın görünümüdür. Allah’tan başka her şey gelip geçicidir bu yüzden mâsîvâ yalan dava olarak anılır:

Yunus ko yalan da’vîyi gel arıta ko sivâyı

Gönlün evini kız eyle dost gelicek kondurmaga

                                                                       (329/7)

Yunus, beyitlerinde mâsîvâ yerine şu kelimeleri kullanmıştır: Gayr, varlık, sivâ, yalan, dava, agyar, ayruk.

Tecellî:

Hakk’a yönelen kalplerde Allah’ın güzelliği görünür. Çünkü onlar artık gönüllerinden mâsîvâyı temizlemişlerdir. Allah’ın kalpte ortaya çıkışı sonsuz ve sınırsızdır. Bir tecellî iki defa tekrar etmez. Hakk, her an başka şekilde, başka sıfatlarda kendini gösterir. Allah, sıfatlarıyla güzelliği ve ululuğu yönüyle görünebilir. İşte her ikisini de Hakk olarak kabul edenler vahdeti anlayanlardır. Yunus, bu iki tecellîyi meyhane ve mescit rumuzlarıyla ele alır. Meyhane Allah’ın celal tecellisinden, mescit de cemal tecellisindendir. İşte vahdeti anlayan kişi her ikisinde de Allah’ın nurunu görür. Tecelli, Allah’ın kendi yüzünü göstermek istemesidir. Bu durumda tecelli eden de ettiren de aynı varlıktır. Allah mutlak varlık olduğu için tecellisi celali de olsa cemali de olsa hoş karşılanır. Çünkü zaten bütün gönüller ona hayrandır. Tecelli gönülde olur:

Ger meyhaneye vardum ansuz yir göremedüm

Yine ana sataşdum girdüm dahı külhânda

                                                                       (328/4)

Sûret söz kandı buldı kanda sözi iş oldı

Sûrete kendü geldi dil hikmetün yolıdur

                                                           (25/3)

Mutlak varlık, sâliklerin gönlünde isim, fiil, sıfat ve zatıyla derece derece tecelli eder. Tecelli, söz ile başlar diğer sıfatlarla devam eder. Tecelli söz ile başladığı için, sâlikin süluk anında uğrayacağı ilk tecelli de sözle alakalıdır. Böylece manevi şahsiyetlerin önce kulağı açılır, sonra gözü. Tanrı tam olarak insan-ı kâmilin gönlünde tecelli etmiştir. Mürşid bu mertebeye ulaştığı için yol göstericilikle yükümlüdür. Hz. Musa ile İbrahim Peygamberler’in tecellileri buna örnektir. Bu düşüncelerde olan Yunus Emre de zat tecellisine ulaşmış bir velidir. İlahileri de hakke’l-lakîn bilgisini yansıtır:

“Yunus Hak tecellîsin şâir dilinden söyler”

Cemâl,Didâr:

Yunus Emre bu kelimeleri Allah’ın yüzü karşılığında kullanmıştır.

“Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın vechi oradadır” ayetinden hareketle sufiler Allah’ın yüzünün dünyada görülebileceğini düşünürler. Ve bu da ancak seyr-i sülûk ile mümkündür. Allah’ın yüzünü bu dünyada göremeyenler iki cihanda da bundan mahrum olacaklardır. Allah’ın yüzünü ancak cennet, cehennem gibi maddi istekleri bırakıp, nefsini yenen, benliğini terk eden kişiler görebilir. Çünkü O, sâlikin kendi vücudunda görünür. Allah’ı gökyüzünde aramak neticesiz kalacaktır. Çünkü İlahi nuru yerde, vücutta, bâtın âlemde aramak gerekir. Erenleri küçük görenler, dervişleri sevmeyenler Allah’ın yüzünden de mahrum olurlar. Çünkü Allah’ın yüzü, mürşidin yüzünden bilinir.

Sen hicâb oldun sana ne bakarsın dört yana

Kaykımaz öne sona kime ki didâr gerek

                                                               (135/4)

Vücûda gelmeyince kimse Hakk’ı bilmedi

Bu vücûddan gösterdi dost bize didârını

                                                                           (397/4)

Allah’ın güzelliği, cemâli de can gözü açık temiz bakışlı kişiler tarafından görülebilir. Allah’ın güzelliği aşıklara farklı makam ve yönlerden tecelli eder. Bu yüzden farklı teşbihleri vardır:

Cemal manevi yüzü kastetmesi ve nur oluşu sebebiyle daima parlak ve şuleli nesnelere benzetilmiştir. Buna göre sevgilinin cemâli güneşe, aya, yeni aya, bahara, şeme ve güle benzetilmiştir:

Kaçan gülde görür dostun cemâlin

Çagırur kim beni deli şol eyler

                                               (95/2)

Yunus Emre birçok beytinde dost didâdını gördüğünü söyler:

Dost bundadur bellü beyân gördüm dost didârın ıyan

Bu ilm-i hikmeti tuyan ider bana dek azimi

                                                                       (394/4)

 

 

Nişân, Bî-Nişân:

Allah’ın kendisini bize gösteren bir işaret yoktur. Onun isim ve sıfatları ise varlığının  belirtisidir. Nişan âyet kelimesi ile de açıklanır. Allah’ın âyetleri sonsuzdur. Kendi varlığını belirtmek imkansızdır. Sözün manasına erenler, ancak nişansız olan Tanrı’dan haber verirler.

İnsan, bu dünyaya gelmeden önce Allah ile birdir. Nişansız bir nurdur. Vuslat yolcusu, geçtiği her manevi makamda İlahi bir nişandan haberdar olur. Bu nişanlar sembolik olup sadece sâlik tarafından bilinir. Sülûk gören sâlik ancak nişansızlık âleminden nişan verebilir. Bu makam, Sidret’ül-Müntena makamı gibidir. Bunun ötesi menzil-i nur olduğu için hiç nişan verilemez.

Göz kendisini göremediği gibi, zat da nişanından nişan göstermez. Gözün nişanı görmek; zatın nişanı da sıfatlardır:

Bu göz kendözin görmez nişânun nişân virmez

Yûnus’un aklı irmez inen oldı dîvâne

                                                           (320/10)

Nişansız İlahi zatı gören ve O’nda yok olan kişi de nişansızdır. Bu hal tam bir vahdet-i vücut halidir:

Vasf-ı hâlin eydiserem vuslat hâlin bilenlere

Yidi dürlü nişân gerek hakîkate irenlere

                                                           (298/1)

Pinhân, Nihân:

Bu kavramlar Allah’ın zahîr ve bâtın sıfatlarıyla alakalıdır. Mutlak zat, insanın nefsi yönüyle bâtındır. Bu sebeple Tanrı’nın zatı, pinhân kelimesiyle anılır. Tanrı zatını sıfatlarıyla, eşya âlemiyle gizlemiştir. Sıfatlardaki birlik nuru, ancak gönül gözü açıklar tarafından görülebilir. Gerçekte Tanrı, gizli değildir. Varlık, O’nun zuhuruna karşı perdelidir. Tanrı’nın sıfatlardaki gizliliği, âşıklar tarafından algılanmaktadır.

Sen bunca sıfat birle pinhân iken iy server

Âşıklar devletisin meşhûr oldun cihâna

                                                           (320/2)

Mutlak varlık, varlık âlemini yaratınca kendisini gizlemiştir. İşte bunu anlayan kişi nefsini yenerek Hakk’ın varlığını anlamaya(fenafillah olmaya) çalışır. Hakk, gizli değildir, can içindedir. O’nu kendimizde aramamız gerekir. Yunus da beyitlerinde Allah’ın tecillisine ulaştığını söyler.

Eşkere kıldum bugün pinhânumı

Cân virüben buldum ol cânânumı

                                               (389/1)

Sır(esrâr):

Sır, gönülde saklıdır. Allah’ın varlığı konusunda kullanılan bir kavramdır. Bu makamın anlaşılması, hal makamında mümkün olacaktır. Sır, zevk yoluyla elde edildiği için lisana gelmez. İlme kitaba sığmaz ve hikmet ile elde edilmez. Sırrı duyan kişi akıldan geçer. Derviş olanlar gönülde sırrı taşır ve bilir. Ve evliyanın sırrını kimse anlayamaz. Yunus’a göre sırlar tasavvufîdir. Âşıklar, vecd halindeyken sırrı anlayabilirler. Âşık; sır haberini, dostun yüzünü görünce öğrenir.

Ol Çalab’umun ışkı bağrumı baş eyledi

Aldı benüm gönlümi sırrumı faş eyledi

                                                           (362/1)

Allah dervişlerin gönlünü sır denizi kılmıştır. Dervişlerin gönüllerindeki sır arştan uludur. Bunu iyi korumak gerekir. Yoksa Hallac-ı Mansur gibi bu sırrı açıklarlarsa onun uğradığı sona uğrarlar. Mürşide bağlananlar bu gizli sırrı yavaş yavaş öğrenmeye başlarlar. Evliya, Allah’ın sırrıdır. Evliyanın sözü değersiz değildir. Aksine sır, kıymetini âriflerin bileceği değerli bir cevhere benzetilir.

Hz. Peygamber’in Mi’râc esnasında Allah ile konuştuğu otuz bin kelâmın da sır olduğu, bu mevzuda dile getirilmektedir.

Gönül(Kalb, Yürek):

Gönül, tasavvufi hayatın merkezini oluşturan kavramlardandır. Bütün bâtıni faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül, genel olarak Allah’ın algılandığı; batını, idrak merkezidir. Gönül bazen kendinden emin, bazen mühürlenen, bazen hastalanan, katılaşan ve kibirlenen tavırlarla da ortaya çıkabilmektedir. Gönlün bu tavırları Kur’an’da da dile getirilmiştir.

Yunus Emre’nin beyitlerinde gönül Hakk’ın, aşkın, sırların, hikmet ve bilginin merkezi olarak ayrı ayrı işlenmiştir. Gönül, Tanrı ile bilişip, buluştuğu için Ka’be’dir. Bu yüzden gönül inciten, kalb kıran gerçekte Allah’ı incitmiştir. Gönül yıkanın namazı, kılsa bile kabul edilmez. Gönül yapmak ise hacca gitmekle bir hatta ondan daha da üstündür. Gönüle uyan kişiye rahmetler ulaşır. Bu makamda her an manalar ortaya çıkar. Gönül yapmak, cennete ulaşmanın yoludur. Can gözü ve bâtın gözü gönüldedir. Gönül gözü de Hakk’ı görür. Hakk’ın tecelli ettiği gönüller ölümsüzlüğü yakalar. Gönül, neyi severse dil de onu konuşur. Aşk şarabı içenlerin gönlü ölmez. Maşuk sevgisi, gönüldeki gamı giderir. Dost gönlün sırrı, kalbin sevincidir. Yürek yarası, aşk derdinin ifadesidir. Aşk, yürekte yanan bir ateştir. Gönül, aşk ile coşar. Gönül kesret ve mâsîvâ ile daralır. Mâsîvâdan arındırılmayan gönülden darlık gitmez.

 

 

 

Girü durur yoklukdan kamuların baylıgı

Bunca varlık anundur gitmez gönli tarlıgı

                                                                       (361/1)

Âşığın gönlü aşktan usanmaz. Aşkı olmayan gönüller taş gibi katıdır. Derviş gönlünü sevdiği (mürşid, peygamber, Allah) ne kaptırmıştır. Yaratılış sırrını anlamak, müşkülü halletmek için mürşide gönül vermek gerekir. Mürşid, dervişlerin yaridir. Erenlerden etek tutan kişi gönüllerde beka bulur. Gönül pası tevhid ile giderilir. Derviş, gönlünü temizleyen kişidir. Âşıkların gönüllerinde pek çok yol, bu yollarda bin türlü hal vardır. Küfrünü ve imanını terk etmeyen kişi bu yolları anlayamaz. Gönüllere girmek Allah’a ulaşmak demektir.

Yunus Emre, pek çok şiirinde gönle bir şahsiyet verir, onu kişileştirir. Gönülle konuşur. Nefse uyan gönlünün fesadı terk etmesini, kanaatkâr olmasını, dünyayı terk etmesini ister.

N’ola gelsen şimden girü fesâdı terk itsen gönül

Gâh aglasan günahuna gâh kana’at itsen gönül

                                                                       (161/5)

Gönül, öyle bir güç ve madendir ki kendisine ulaşanları ebedileştirir. Yüksekte gezen gönül yoldan çıkar. Yunus, insan davranışlarını gönlün neşesine bağlar. Gönül içinde ne varsa dış yüzüne onu sızdırır. Gönül, yüce mutluluğa erişmişse insanın davranışları güzel, mutsuzluk içinde ise davranışları da kötü olur.

Gönül yüksekte gezer dem-be-dem yoldan azar

Taş yüzine ol sızar içinde ne varısa

                                                           (299/2)

Âşığın, gönlü hep aynı duyguyu yaşamaz. Bir an neşeli, bir an perişan olur. Âlemlerdeki nam ve nişan, dert ve derman gönle aittir. Gönül bazen yolcu, bazen yolun kendisi ve bazen de kılavuzdur. Dost odur. Dosta giden de odur. Gönlüyle yoldaş ve aynı halde olan kişi dosta gider.

Yunus, gönül temizliğinin vahdet yolunda yürümekle mümkün olacağını belirtir. Şaire göre gönül iç benden başka bir şey değildir. İç ben hakiki mabûda ulaşınca eşyanın sırları açılır.

İnsan-ı kamilin gönlü şaşkınlık içindeyken kainattaki bütün ikiliklere inip çıkabilir. Bu manevi iniş-çıkışlar, an denen zaman parçasında olur. Bu halde iken gönül bir an mutlu olur, bir an ağlar. Hikmetlere dalar Lokman olur, bir an da cahillikte kalır. Dev, peri, huri gibi viranelerde mesken tutar. Sonuçta; gönül hayret makamında hakan veya köle, mümin veya âsi, Musa yahut Firavun olabilir. Bu makamlar daha da uzatılabilir.

Divanda gönülle ilgili pek çok deyim ardır. Bunlardan bazıları:

Gönle rahmet dolmak, yüreğe yara urmak, gönül vermek, gönül yıkmak, gönlü alınmak, gönül oynamak vb.dir.

Gönül ile ilgili benzetmeler:

Ka’be:

Mukaddes, kutsal ve mübarek olan Ka’be görünüşte beytullah, bâtınen gönül anlamında bir kavramdır. Beytullah, Âzeroğlu İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı halde, gönül Cenab-ı Hakk’ın göründüğü ve gezindiği yerdir. Yere ve göklere sığmayan Tanrı, mümin kulun kalbine sığmıştır. Beyitlerde Ka’be kavramı; Allah’ın göründüğü, anlaşıldığı yer olmaktadır.

Gönül mi yig Ka’be mi yig eyit bana aklı iren

Gönül yigdür zirâ ki Hak gönülde tutar turagı

                                                                       (366/7)

Sırça, Kadeh, Meyhane:

Gönül; ince, hassas ve narin bir sırçaya(billûr, cam) benzer. Şırça, kırıldıktan sonra bütün olmayacağı gibi, gönül de kırılırsa tamir edilemez.

İçi şarap(şerbet) dolu olan kadeh, kamil insanın marifetle dolu gönlüne benzetilir. Meyhane de kâmil mürşidin gönlüdür. Âşık, bu meyhanede İlahi şarap (İlahi aşk)la sarhoş olur.

Bir sâkîden içdük şarab arşdan yüce meyhâne

Ol sâkînün mestleriyüz cânlar anun peymânesi

                                                                       (406/1)

Gök-Arş:

Aşk, ilahi bir rahmettir. Bu rahmet gönül göğünden damlar. İnsan, bu ebedi rahmetle hayat bulur. Yunus:

“Işk yağmurı tamlası gönül göğünden tamar” der. Bir başka yerde gönül bir tek genişliği ve madde ötesi alemleri de kaplaması sebebiyle arşa benzetilir. Rahman’ın istila ettiği geniş arştan kasıt da kamil insanın gönlüdür:

cân gözi anı gördi dil andan haber virdi

Cân içinde oturmış gönlümi Arş eyledi

                                                           (362/3)

Kuş-Su-‘Umman(deniz):

Sâlikin gönlü hep aynı durumda olmaz. Bir mekândan başka bir mekâna uçan kuş gibi madde âlaminden, mana âlemine doğru yol alır.

Aşığın gönlü, cezbe esnasında taşkın bir su gibi çağlar. Böyle bir gönül, deli sıfatıyla sıfatlanmaktadır.

Deniz, sınırsız oluşu ve kuşatıcı özelliğiyle gönül için bir benzetme unsuru olur. Ayrıca ateşe de benzetilen aşk, âşığın gönlünü yakar. Âşık, gönül deryasına dalıp teskin olmaya çalışacaktır.

Şâhum senün ışkun odı düşdi gönül deryasına

Aceblemen kaynayuban ma’rifetler bitdügini

                                                                       (401/2)

Gönül bir yerde de sır denizine benzetilir. Bu benzetmede denizin bünyesindeki varlıkları örtüp gizleyen özelliği ile sır arasında bir ilgi vardır. Sır Allah’ın zatıyla ilgilidir. Gönül ise, zatî tecelli yeridir.

Tûr:

Hz. Mûsâ, Tanrı’nın cemâlini görmek isteğiyle Tur dağına çıkmış, burada tecelliye uğramıştır. Tur tecelli yeri oluşuyla, kâmil insanın gönlüne benzetile gelmiştir. Tur, için Tûr-ı Sînâ denmesi de Tûr dağı ile sine(gönül ) arasındaki alakanın temelini teşkil eder. Gönle giren aynen Hz. Mûsâ gibi tecelliye uğrayacaktır. Yunus Emre de tecelliye uğramak anlamında, Tur bulmak deyimini kullanır.

Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin dür

Key güher er gönlündededür sanma ki ol ummândadur

                                                                                  (54/3)

Taş, Mum, Kış:

Aşkı olmayan gönül taşa, âşık gönül ise muma benzetilir. Bu benzetme unsurlarındaki sertlik (taş) ve yumuşaklık(mum) özellikleri, insanın merhamet sıfatıyla da alâkalıdır. Aşk, nefislere bir rahmettir. Bu rahmetle Allah’a ulaşır. Taş gönüller, kendilerine ve eşya âlemine karşı kararmış, sarp-katı kışa benzerler.

İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer

Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer

                                                           (66/1)

Leylâ, Garîb, Kılavuz, Kul, İhtiyar, Derviş:

Aşk Mecnun’a benzetilince Leylâ da gönül olur. Âşık, sevdiğinde yok olmak ister. Sevgilinin gönlüne giren âşık, onda yok olacaktır. Leylâ, mürşid için bir timsaldir. Yunus Emre, aşk için de kadeh mecazını kullanır.

Gönül bir kılavuza(mürşid) benzetilir. Hakk aşkına düşer, sarhoş olur. Maşûka karşısında kul olup baş eğer. Gönlün kula benzetildiği beyitte, maşuk da sultan olacaktır. Aşk, çekilmesi ve yaşanması zor bir derttir. Gönül aşk derdini çeke çek beli bükülmüş bir ihtiyar olmuştur.

 

 

Miskin gönlün ışk elinden iki büküldi vücûdı

Tevbe kapusından sundum ana imân tayağını

                                                                 (376/6)

Yunus, tevazuu anlatırken gönlü derviş eylemek deyimini kullanır. Mütevâzi gönüller, dost ile tanıdıktır. Gönlünü derviş eyleyen kişi, tevazuu ve manevi makam alameti olan hırkaya muhtaç değildir.

Dervişlik didükleri hırkayıla tâc degül

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac degül

                                                                 (162/1)

Başlu(Yaralı)Sayrı, Şikeste(Sınuk)

Aşk oku, gönlü yaralamıştır. Yaralı (başlı) gönlün merhemi sevgili (mürşid)dir. Yunus Emre, din yolunda gönül sayrı der. Gönülde hakiki iman oluşuncaya kadar âşık çok elem çekmiştir. Gönül bu sebeple hastadır. Gönlün şikeste(kırık) veya sınuk(kırık) olması ise, yardan ayrı düşmesiyle alâkalıdır. Esasen gönlün yaralı, hasta, sınuk vs. oluşu âşıkın psikolojik halleriyle ilgilidir.

Ben garîbün hâtırını sormaga geldi şol sanem

Düzdi gönül sınugını hâtır ziyâret eyledi

                                                                       (392/4)

Sarây, Taht, Sultân:

Gönül, on iki hücreli yedi pencereli, iki dilberli bir saraydır. İçinde şah oturur. Fakat gönül paslı olursa içindeki sultan görünmez. Gönlün saraya benzetilmesi, sevilenin saraya layık olmasındandır. Gönül, Çalab’ın tahtıdır. Sultan burada oturup “Kaf’tan Kaf’a hükmeder. Gönlün sarâya ve tahta benzetilmesi, sevilenin padişah olarak düşünülmesindendir.

Gönül Çalab’un tahtı gönüle çalap bakdı

İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkarısa

                                                           (299/5)

Mülk, Kal’a, Seyrengâh:

Gönül, sultanın tasarrufunda bulunan bir mülktür. Gönül mülkünü temizlemek için, içinde bulunan suretleri(kesreti) yetmez. Rahmet suyuna da ihtiyaç vardır. Bu motifte rahmetle su, gönülle rahmet arasında ayrıca güzel bir münasebet kurulmuştur.

Sûret nakşın gidermekle gönül mülki temiz olmaz

Akar rahmet suyı çağlar gönül kirin yuyan gelsün

                                                                       (230/5)

Gönül mülkü dost tarafından yağmalanmıştır. Yağmalanan mülkte, tahribat, yangın ve sıkıntı meydana gelmiştir. Gönül mülkünü tahrip eden yağmacı, aşk derdinden başka bir şey değildir.

Bir beyitte gönül, can şehri içinde bulunan bir kal’anın etrafını, nefs askerleri tarafından korunur. Dost, can şehrini yağmalayıp, gönül kal’asını ele geçirir.

Dosttan yana giden kişi kendözinden geçmek gerek

Dost yagmalar cân şehrini alur gönül kal’asını

                                                                       (348/5)

Ev, Dükkân, Hücre, Virâne, Hazine, Şehr(Şar):

Gönül, bir ev gibi imar edilir. Her evin bir sahibi olduğu gibi gönül evinin de bir sahibi vardır. Gönül ev sahibini(Tanrı’yı) bilmek zorundadır. Bir beyitte âşığın gönlü, bacası tüten ve şuleleri görülen bir ev gibi resmedilmektedir. Burada, yerleşik hayata ait ev gibi bir unsurun ele alınması ayrıca dikkate değer.

Virgil su’âle cevab tutalum olsun sevâb

Şu’le kime gösterir ışk evinün bacası

                                                           (351/2)

Gönül evi aşk askerleri tarafından yağmalanıp, istila edilmiştir. Askerin memleketteki düşmanları temizlemesi gibi aşk, gönüldeki mâsîvâyı temizleyecektir.

Işkun çeri saldı benüm gönlüm evi iklimine

Cânumı esir eyledün n’ider bana yağı tatar

                                                           (78/3)

Yaşadığımız evi nasıl temiz tutuyorsak, dostun evi olan gönlü de öyle temiz tutmalıyız. Gönlün temizliği mâsîvâdan arındırmakla mümkündür. Aşığın gönlünü rahmet suyu temizler.

Beyitlerde gönül dükkâna da benzetilmektedir. Bu benzetmenin arkasında daima bir ârif görülmektedir. İlahi bilgi, arifin gönlünde tecelli etmiş dolayısıyla irfan, ariflerin gönüllerinden neşredilmiştir. Dükkân halkın ihtiyacı olan mal ve eşyanın satıldığı bir yerdir. Bunun gibi tasavvufi bilgi de ariflerin gönlünden elde edilir. Bu benzerlik sebebi ile dükkân münasebeti sürekli ele alınır.

Ya ben anca kaçan olam anun buyrugın buyuram

Ol geldi gönlüme toldı ben ana bir dükkân oldum

                                                                       (176/4)

Gönül dükkânı nefsi temizlemekle açılır. Kibir ve kin bu dükkânın kilididir. Bu kilidi kırıp açmak gerekir.

Gönül dar ve karanlık bir hücredir. Bu karanlık mekân, Tanrı’nın nuru ile aydınlanır ve genişler.

Aşığın gönlü sevgiliden ayrı düşünce kimsesiz ve harap bir viraneye benzer. Dost tecelli edince bu virane nur dolar, hayat bulur. Viranelerde hazine olması sebebiyle gönül, bir beyitte viraneye benzetilir.

Kanda bulsam isteyüben iy gönül seni kandasın

Kanda virân varısa va7llahi gönül andasın

                                                                       (278/1)

Gönül, mahiyeti bilinmeyen ve pahası biçilmeyen bir hazineye benzetilir. Aşk, bu hazinenin bekçisidir. Aşk, erinin gönlü pâdişahın (Tanrı) hazinesiyle doludur. Burada hazine ilahi bilgi karşılığında bir macazdır:

Işk erinün gönli dolu pâdişâhun haznesidür

Işksuz âdem ne anlasun şerî’atun manâsıdur

                                                           (59/1)

“Gönlümüz oldu ulu şâr o şâr gibi ya kanda var” diyen Yunus, daha birçok beytinde gönlünü mamur ve bayındır bir şehre benzetir.

Bag, Vark, Kitâp, Levh:

Sûreti virân olanın gönlü bağa(bahçeye) benzer. Bağ, ferahlatıcı, yeşil, sulak ve meyve yetiştiren bir yer oluşu ile gönül için bir benzetme unsurudur. Bağ bu özellikleriyle Cennet için de bir benzetme unsurudur. Yunus’a göre, sûreti viran olanfenafillah ehlinin gönül bağı, Cennet olur:

Çün sûretün vîrân ola gönlün bağı Cinân ola

Cânun genci vîrân ola çünki bu genc vîrândadur

                                                                       (54/7)

Gönül, Allah’ın gizli sırlarının yazılı olduğu gizli bir varaktır. Âşık, bu varaktan okuyup sırrını halka açıklar.

Aşk, kitaba; gönül de saf ve düzgün bir levhe benzetilir. Aşk kitabının sûresi gönüllerde yazılıdır. Âşık, ezel bezminde yazılan levhini bu dünyada okuyan kişidir.

Akıl gönül levhine bakar. Söz, âşığın diline bu levhten akar. Bu fikirden anlaşıyacağı gibi, insana ait bütün mücerret özellikler(cân, his, akıl, hayal) gönül merkezine bağlıdır.

Kara (Renk), Cema’at, Eğlence:

Gönül nefsî düşünce ve tavırlarla kararmıştır. Âşık, gönlünü bu düşüncelerden kurtarıp derviş olmak ister.

Nefs yolından geçemezin ışk şarabın içemezin

Gönlüm kara açamazın derviş olubilsem derviş

                                                                       (123/2)

gönül, mücerret kavramları kendinde toplayan bir merkez olduğu için cem’at karşılığı olarak da kullanılır. Tasavvufi manada cemaat ilahi bir sıfattı.

Hayrân, Rûşen, Perişân, Derde esir, Dermârde, Âbid, Zâhid, Âsi, Mûti, Şâdi, Giryân, Kış, Zemheri, Bostân, Katra, Câhil, Câlinûs, Lokmân, Dîv, Perî, Sultân-ı İns ü Cinn, Gedâ, Fagfûr, Hakan, Günahkâr, Rıdvân, Ruhbân, Mûsâ, Firavn, Hâmân, İsâ, Gümrâh, Cebrâil, Divân, Kur’an:

Bu kelime ve kavramlar, gönül konusunda birer benzetme unsuru olmaktan çok manevi birer hal ve mertebe şeklinde değerlendirilmektedir.


Mustafa TATÇI, Yunus Emre Dîvânı, C:1, Ankara, 199

 

YUNUS ve HACI BEKTAŞ

 YUNUS VE HACI BEKTAŞ O bölge köylerinden birinde,Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı.Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündü.Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gitti.Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istedi.Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu.Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.Yunus buğdayda ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.

Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir köyde.taştan bir türbenin içinde,Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır.Türbenin eşiğinde de,bir başka mezar vardır.Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir.Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye. YUNUS EMRE VE TASAVVUF
Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.
Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde

Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Alemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.
Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.


Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken
Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.

Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.

Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir
Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken."

"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."


"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."

***
ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden
Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana


Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.
1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.


Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa
Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana
Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana


2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir.
3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.
Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak "An" vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.


Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk

Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir.Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir.Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.

YUNUS EMRE’DE İNSAN SEVGİSİ


İnsan bir “sevgi” varlığı’ dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır.İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su,ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı’ dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra,ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı’ ya ulaşır, çünkü insanla tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır.Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı’ yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirilmiştir.Gerçekte insan- Tanrı – everen üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı’ dır,türlülük bir ‘görünüş’ tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik Tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir ‘yansıma’ niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca ‘oluş’ gerçekleşir.
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevgi ereği yüce Tanrı’ ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı’ yı,
Tanrı’ yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke,kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış , Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları Tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı’ dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
Yunus Emre’de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi Tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı ‘eren’ dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi , kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise Tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.


Yunus Emre zor günlerin aşılmasında halkın moralini ve manevi yapısını güçlendirenlerin en başlarında yer almıştır. Sadece kişi veya kişileri değil, insanlığı ve tüm dünya insanlarını kucakladığını şiirlerindeki üstün duygularla birbirlerini tamamlayan mesajlar halinde adeta ilan etmiştir. Bu ilkeleriyle de daima insanlık anlayışı ve sevgisi içinde olmuştur. O’ tüm dünya insanlarının özgürlüğü için kardeşlik duygularıyla dolu “İnsanlık” ve “İnsancıllık”savaşı vermiştir.
Denebilir ki Yunus Emre:
Tüm dünya insanlarına o yolda gelişmeleri için insancıl olma şeklinin mesaj ve dersini de vermiştir. Başka bir deyişle: Yunus Emre “ İnsan sevgisi tohumunu” kendi ilkeleriyle tüm dünyaya eken ve yayan ilk insan olmuştur.
Önemli olan şudur: Yunus Emre insan sevgisi çağırışını sadece İslam alemine değil din ve ırk ayrımı yapmaksızın tüm dünya insanlarına karşı yapmıştır.
Yunusa göre her doğan çocuk önce yüce Allah’ın kulu olarak dünyaya gelir o halde her kul için ırk , renk,dil,ve din ayrımı yapılmamalıdır.
 

Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna :

Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna, her ikisi de Horasanlıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hacı Bektaş Veli, Horasan’ın Nişabur, Mevlâna da Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Her ikisi de aynı kültür ortamında yetişmiş, Anadolu’ya aşağı yukarı aynı tarihlerde gelmiştir. Her ikisi de insanı kutsal bir yaratık kabul etmiş, şiirleri ve sözleriyle onu göklere çıkarmıştır. Örneğin Hacı Bektaş Veli :

“Hararet nardadır sacda değildir,

Keramet baştadır, tacda değildir,

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir”

 

derken, Mevlâna da:

“Anhâ ki talebkâr-ı hodâ-id hodâ-id

Birun z şomâ nist şomâ-id şomâ-id

 

Çizî ki nekerdid gom ez behr-i çe cuyid

Kes gayri şomâ nist kocâ-id kocâ-id

 

Der hâne neşinid negerdid beher kuy

Zirâ ki şomâ hâne u hem hâne-i hodâ-id”

“Ey Tanrı’yı isteyen kimseler, o sizin dışınızda değildir, sizsiniz siz!

O halde kaybetmediğimiz şeyi ne diye arıyorsunuz? Çünkü sizden başkası yok, nerdesiniz, nerde?

Evinizde oturun, orda burda dolaşmayım. Çünkü siz evsiniz, hem de Tanrı’nın evi.” demiştir. Eserleri dikkatle incelenecek olursa, bu iki büyük insanın görüşlerinde ortak noktalar kolaylıkla ortaya çıkar. Elbette onların farklı yönleri de vardır. Bu konuda Abdülbakî Gölpınarlı şunları söylemektedir.

“Her iki er de Horasanlıdır. Gerçekten sonradan adlarına kurulan tarikatler de Horasanîlikten etkilenerek gelişmiştir. Ancak Mevlâna büyük bir bilgin, düşünür bir hakim, coşkun ve dahi bir şairdir. Onun halkçılığı, dinler üstü insanî düşüncesinden gelmektedir. Hacı Bektaş’sa bir düzyazı biçiminde ve bir de manzum çevirisi bulunan ve Arapça aslı ortada olmayan “Makalât”ına bakılırsa olgun bir şeyhtir. Hacı Bektaş’ı halkın benimsemesi ve sonradan Bektaşiliğin halk tarafından benimsenmesi daha çok basitliğindendir. Mevlâna Batınî inançları zahiri (görünen) törenlerle uzlaştıran bir karakter sahibidir. Hacı Bektaş’sa hem Makalât’tan hem de Mevlevî ve Bektaşî geleneklerindeki menkabelerden açıkça anlaşıldığı gibi tam bir batınîdir. Bu davranış biçimi farkı şüphe yok ki, aralarında bir ayrılık meydana getirecektir.”

Hacı Bektaş Velî ile Mevlâna görüşmüşler midir? Bunu kesinlikle bilmiyoruz. Fakat her ikisinin birbirinin varlığından haberdar olduğunu hem Hacı Bektaş Veli’nin hayatını anlatan Vilâyetnâme hem de Mevlâna’nın hayatını anlatan Ariflerin Menkıbeleri söylemektedir.

Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre :

Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre’nin karşılaşmalarını Vilâyetnâme şöyle anlatmaktadır: “O yöre köylerinden birinde Yunus isminde rençberlikle geçinir çok fakir bir adam vardı. Bir sene kıtlık oldu; Yunus’un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve iyiliklerini duyduğu Hacı Bektaş Veli’ye gelip yardım istemek fikrine düştü. Sığırının üstüne bir miktar alıç koyup dergâha geldi. Pir’in ayağına yüz sürerek hediyesini verdi ve kendisine bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş Veli ona iyi davranarak birkaç gün dergâhta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pîr’e Yunus’un acelesini anlattılar. O da “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi”diye haber gönderdi. Gerçekleri göremeyen Yunus buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: “İsterse alıcın her danesine nefes edeyim” dedi. Yunus tekrar buğdayda israr edince artık emretti, buğdayı verdiler, Yunus da dergâhtan çekilip gitti. Lâkin biraz yürüdükten sonra işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhal geri dönerek kusurunu itiraf etti. O vakit Hacı Bektaş, onun kilidini Tapduk Emre’ye verdiğini, bu yüzden isterse ona gitmesini söyledi”.

Yukarıdaki parça bizi iki yönden aydınlatmaktadır: Birincisi, Hacı Bektaş tekkesinin ne gibi görevler yaptığını göstermektedir. Ta Eskişehir’in Sivrihisar kasabasında yaşayan çiftçi Yunus, kıtlık olup geçim sıkıntısına düşünce, çoluk çocuğunu doyurmak için bir yardımlaşma ve dayanışma kurumu gibi çalışan ve ünü ülkenin her yanına yayılmış olan Hacı Bektaş Veli’nin tekkesine gelmiştir. Gerçekten de bu tekke, bozulup dağılmaya yüz tuttuğu zamana kadar uzun yıllar, varlıklı kimselerin verdiği, ihtiyaç sahiplerinin aldığı, yolcuların yemek yediği, fakir fukaranın barındığı bir yer olmuştur.

İkincisi ise, Yunus’un Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden Taptuk Emre’nin dervişi olduğunu söylemektedir. Vilâyetnâme’nin verdiği bu bilgiye rağmen Yunus’un şiirlerinde Hacı Bektaş Veli’nin adı geçmez. Yalnız Yunus’a atfedilen,

Âl ‘Osman oğluna hüküm yürüten

Nazarilen dağı taşı eriten

Binüp cansız duvarları yürüten

Hacı Bektaş derler veli’yi gördüm

nefesinin gerek Yunus’un divanında bulunmaması, gerekse dilinin çok yeni olması nedeniyle Yunus’a ait olmadığı söylenmektedir.

Yunus’un Divanı bu yüzyılın başlarında, yani onun ölümünden altı yüzyıla yakın bir süre sonra sözlü kaynaklara dayanılarak düzenlenmiştir. Bu yüzden onun taklit edilmesi çok kolay şiirlerine başka şairlerin şiirleri karışmış olduğu gibi bazı şiirleri de Divan’da yer almamıştır. Bu şekilde düzenlenmiş bir Yunus Divanı’nda Hacı Bektaş Veli’nin adının geçmemiş olmasını ileri sürerek Yunus’un Hacı Bektaş Veli’yi tanımadığı sonucunu çıkarmak yanlış olur.

Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre - Hayatı, adlı eserinin önemli bir kısmını “Yunus Bektaşîdir” konusuna ayırmış, Yunus’un :

Kırkların birisine çalmışidim nişteri

Kırkından kan akıdıp ibret gösteren menem

Muhammed’i yarattı mahlûka şefkatinden

Hem Ali’yi yarattı müminlere fazlıdan

gibi beyitlerinin Bektaşî geleneklerine uygun düştüğünü,

Bir sualim var sana ey dervişler ecesi

Meşayih ne buyurur, yol haberi nicesi

ile başlayan ve

Dört kapudur kırk makam yüz altmış menzili var

Ana eren açılur vilâyet derecesi

ile devam eden beyitlerin çok önemli olduğunu, en eski yazmalarda da bulunan bu şiirde Yunus’un adetâ Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını özetlediğini, başka bir şiirinde de

Ana eren dervişe iki cihan keşfolur

Anın sıfatın över ol Hocalar Hocası

diyerek Yunus’un Makalât’ı gördüğünü ve “Hocalar Hocası” sözünden de Hacı Bektaşı kastettiğini söylemiştir.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın dışında Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını yayınlayan Prof.Dr.Esad Coşan ile konunun uzmanı Prof.Dr.Iré ne Melikoff’un konumuzla ilgili sözlerini burada nakledelim:“Türk edebiyatının en büyük şairlerinden olan Yunus Emre’nin (ö.1320) şiirleri, Hacı Bektaş’ın düşünceleriyle aynı düşünceleri açıklar: O da Hacı Bektaş gibi dört kapıdan, kırk makamdan, ibadetten, yetmiş iki millete saygı gösterilmesinden, insanda bulunan şeytanî güçlerle ilahî güçlerin bitmeyen savaşından, iyi ve kötü huyların askerlerinden söz eder. Yunus’un Risaletü’l-Nushiyye adlı eserinde bazı ilâvelerin yapıldığını kabul eden kimseler, onun yukarıda bahsettiğimiz düşüncelerini açıklayan şiirlerinin Divan’ına sonradan girdiğini savunsalar da doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan olsun, Hacı Bektaş ile Yunus arasında geçmişte kurulmuş olan samimî ilişkiler inkâr edilemez”.

“En eski kaynakların, özellikle Hacı Bektaş’ın Vilâyetnâmesinin tanıklığını kuşkuyla karşılamamız gerektiğini söyleyebiliriz. Gerek Yunus Emre ile Hacı Bektaş’ın ilişkilerinde, gerekse Hacı Bektaş ile Yunus’un manevî üstadı Tabduk Emre arasındaki ilişkilerde gerçekten de bu kişilerin aynı toplumsal ve manevî ortamdan oldukları söylenebilir”.

 

 

 

 

AŞK ELÇİSİ: YUNUS EMRE

Talat HALMAN, Prof.

Anadolu'nun özünden gelen ve hümanizmanın en iyi temsilcilerinden biri olan Yunus Emre, barışa ve uluslar arasında âhenge kendini adamış ve insan ruhunun asil duygularını baştacı etmiştir.

Haber eylen âşıklara:
Aşka gönül veren benim;
Aşk bahrisi olubanı
Denizlere dalan benim

Deniz yüzünden su alıp
Sunuveririm göklere,
Bulutlayın seyran edip
Arşa yakın varan benim.

Yıldırım olup şakıyan,
Gökte melâik dokuyan,
Bulutlara hüküm süren,
Yağmur olup yağan benim.




Mistik rûhun şairi, canevinde bir tanrısal kudret bulur. Çünkü aşkın şairidir, sevgilerin elçisidir o. 13üncü Yüzyıldan 14üncü Yüzyıla dev adımlarla ve derin heyecanlarla geçen Anadolu ozanı Yunus Emre, aşkın özvarlığını yaşamış ve dile getirmiştir. Boşuna dememiş: “Kimde bir zerre aşk varsa / Çalap (tanrı) varlığı ondadır.” Ve onun için, tüm inançlara ve dinlere, tüm kutsal kitaplara sahip çıkar: “Evvel benim, âhir benim / Canlara can olan benim… Bir nazarda dünya düzen / Dört kitabı doğru yazan / İncil benim Kur’an benim.”

760 yıl önce doğmuş olan Yunus Emre, Çağına ve sonrakilere, bugüne ve bizlere sevgi ve barış çağrıları gönderiyordu:

 

Ben gelmedim dâvâ için,
Benim işim sevi için.



Yaşadığı dönemde, Haçlı Seferleri ve Moğol akınlarıyla yıkıntılara uğramış olan Anadolu’da, Yunus tasavvufun çoşkusunu ve lirik Türkçenin - - halk dilinin - - sesini yere göğe duyurdu. Selçuklu İmparatorluğunun güneşi sönerken, Yunus köyleri kasabaları dolaşarak, derinliklerle, inceliklerle dolu sevgi ve ahlâk şiirlerini okuyordu. Gerek şiirleri, gerek ilâhileri, önce Osmanlılara, 20nci Yüzyılda da modern Türkiyeye ilhamlar verdi. Yunus’un aşkı ve erdemi baş-tâcı eden yalın eserleri, dünyada barış ve dayanışma ülküsü, hümanizma ve evrensellik rûhu, Tanrı ile insanların birliği, toplumsal adalet anlayışıyla yoğrulmuştur.

13üncü Yüzyıl, Anadolu’nun “Mucize Yüzyılı”dır. Selçuklular, dünyanın batıya uzanan tek yarımadasını Türkleştirirken, İslamlaştırırken, yeni bir uygarlığın rengârenk boyutları yerleşiyordu. Anadolu’nun nice eski uygarlıklarının kalıtlarından oluşmuş sentezine İslami değerlerle birlikte tasavvuf da kök salıyordu. Bir alternatif iman gibi, geleneksel inançlara karşı bir direniş cephesi gibi tarikatler doğdu, gelişti, yayıldı. Resmî dine karşı ayaklanan yeni hareketler yaşandı. Gazi rûhu ile Sufi maneviyatı yanyana… Fütühat ile fütüvvet… Ahilerle Baciyan-ı Rûm’un çalışma erdemleri… Medreselerle tekkeler arasında gerilim… Anadolu, o çağda çatışmalardan taze bir senteze yöneliyordu.

Anadolu “Aydınlanma”sında, “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır… Gönül ekersen gönül biçersin…Düşmanının bile insan olduğunu unutma… İncinsen de incitme…Alnı açık ve cesur dolaşmak için, herşeyden önce adaletli ol…” gibi öğütler veren Hacı Bektaş Veli de vardı, “Ne düşünürsen savaşa dair, ben ondan uzağım, çok çok uzaklardayım / Ne düşünürsen aşka dair, ben işte oyum, yalnızca oyum, tümden oyum ben…Tüm camilerde, tapınaklarda, kiliselerde tek bir kutsal yer görürüm ben… Kadın bir yaratık değil, bir yaratıcıdır…Aşkın kendi dini var…Silâhlarla cahillik bir araya gelince dünyayı zulümle yakıp yıkan firavunlar ortaya çıkar…” diyen Mevlâna Celâleddin Rumi de… Ve nefis bir halk hümanizması ile “Yaratılmışı severiz / Yaratandan ötürü…Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil… Hakkı gerçek sevenlere / Cümle âlem kardeş gelir” sözleriyle gönüllere taht kurup nesillere sevgi yayan Yunus Emre de egemendi.

O manevi iklimde güleryüzlü bir mizah ve hiciv de serpilip gelişti. 13üncü Yüzyıl, çağlara gülücükler ve kahkahalar armağan eden Nasreddin Hoca’nın da mucizesini de yaşadı.

Türklüğün 1500 yılı aşkın kültür tarihinde, 13üncü Yüzyıl mucizesine benzer yaratıcı, yöneltici, yüceltici bir dönem az bulunur.

Ve o yüzyıl kapanırken, Osmanlıların kurduğu yeni Türk Devleti, güçlü bir kadere yöneltiyordu. Her büyük devlet, her İmparatorluk, hem savaşçı, hem de yaratıcı bir serüven yaşar. Osmanlı da öyle oldu. Yeni devletin ilk yirmi yılında Yunus’un ülküleri ve ilâhileri Anadolu’da yankılanıyordu herhalde. Sonraki yüzyıllarda, 21inci Yüzyılın başlarında da, hem Türkiye, hem başka birçok ülkeler, bu halk ozanının sesini yalnızca tertemiz Türkçesiyle değil, birçok dillerdeki - - Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, İtalyanca v.b. - - çevirilerle dinledi.

UNESCO - - Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu - - 1991’i, doğumunun 750inci yıldönümü dolayısıyla, “Uluslararası Yunus Emre Yılı” ilân etmişti. Düzinelerle ülkede, bu arada Almanya’nın birçok kentlerinde, konferanslar, sergiler, seminerler, şiir programları sunuldu, yayınlar yapıldı.

Yunus Emre, Anadolu’nun öz sesidir, gür sesidir. Türkiye’nin kırsal kesimi, ozanını öyle bağrına basmıştır ki 13 değişik köy ve kasaba, Yunus’un gömüldüğü yer olduğunu öne sürmektedir. 1957’de Eskişehir’in Sarıköyünde Yunus Emre anıtı açılacağı vakit civardan 30 bin kişi kopup gelmişti törene, arabalarla, kamyonlarla, kağnılarla, otobüslerle, yaya. Resmî görevlilerin konuşmalarını yarım bıraktırdı bu halk. 30 bin kişi, hep bir ağızdan, Yunus’un ünlü bir ilâhisini söyledi orada:

 

Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu.


Yunus Emre’nin köklü inancı “hümanizma” idi: Bu, kadın erkek herkesi Tanrıyla, doğayla, toplumla ilişkilerinde yücelten bir ülküdür. Türk şiirinin ilk hümanisti, sayısı üç yüzü aşkın şiirlerde, insan yaşamının yüksek değerini savunmuştur: Ona göre, Tanrı varlığı, bir gözgü, yani aynadır; bakan, o aynada kendi yüzünü görür. İmanı dar bir açıdan yorumlayanlara, Tanrı’yı insan gönlü içinde aramak gerektiğini, çünkü Tanrı ile insan arasında bir ayrım olmadığını söylemiştir.

Yunus, ecelin sevenlere el sürmeyeceğini söylemiştir. Ve aşk, manevi mükemmelliğin özüdür: “Aşk gelicek cümle eksikler biter.”

Yaşamı konusunda pek az bilgimiz var. Anadolu’nun dört bucağına giderek halkı şiirleriyle, ilâhileriyle büyülediğini biliyoruz. Gerçi bazı mısralarında, okumamış, ümmî olduğunu söylüyor ama, İslam felsefesini ve tasavvufun manevi kültürünü mükemmel bildiği, Farsça ve Arapça terimleri doğru ve güzel kullandığı görülüyor.. En sevilen şiirleri, duru ve kolay anlaşılan Türkçesinin güçlü örnekleri arasındadır. Çoğu bugün, yazıldıklarından yüzyıllarca sonra bile, dipdiri…

Yunus’un hoşgörülü mistik düşüncesinde, Tanrıyla insanın özdeşliği ve dinlerin birliği, dayanışması, kaynaşması gibi kavramlar ağır basar:

 

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlâm seni

Gökyüzünde İsa ile
Tur dağında Musa ile
Elimdeki âsa ile
Çağırayım mevlâm seni.



Yunus’un manevi ikliminde, hiçbir din, başka dinlerle çatışmaz, aykırılık yoktur; gerçek aşk, bütün inançlar birleşince doğar.

Uluslar ve dinler arasında uçurum ve uyuşmazlık tanımayan mistik sevgi, uzlaşmanın ve barışıklığın üzerinde durur. Yunus, kendisine karşı gelenlere bile, iyi dilekler sunmuştur:

 

Her kim bana ağyar ise
Hak Tanrı yâr olsun ona
Her kancaru varır ise
Bağ u bahar olsun ona.
Bana ağu sunan kişi
Şehd ü şeker olsun aşı.









Türkçenin en özlü erdem sözlerinden biri Yunus’undur:

 

Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek



750 yıl önce doğan büyük ozanımız, denebilir ki, İslâm edebiyatı tarihindeki en önemli halk ozanıdır. Yunus, barışa ve uluslar arasında âhenge kendini adamış bir mistik düşüncenin gür sesiydi, bugün de öyle… Sanatla yüksek ahlâktan benzeri az bulunur bir bileşim yaratmış, insan ruhunun asil duygularını baştacı etmişti. Ona göre, insan neyi severse gerçek imanı odur. Yunus, tüm insanlığa kucak açmıştı: “Dünya benim rızkımdır / Halkı benim halkımdır.” Yaşadığı çağda, birçokları yeryüzünde insan varlığının değersiz olduğu görüşünü öne sürüyordu, ama bizim insancıl şairimiz dünyayı eşsiz güzelliklerininin hepsiyle bağrına basıyordu:

 

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl
donanmış
İnsan böyle geline bakar bakar
doyamaz



Coşkulu şiirlerinin birinde “Severim ben seni candan içeri” diyen Yunus Emre, bütün insanlara gösterdiği iyi niyetle, dinler ve uluslar arasında barış ve dayanışma uğrundaki çağrılarıyla da her zaman anılacaktır:

 

Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize



Yunus Emre, İslâmiyetin öz değerlerine, dürüst yaşayışa ve güzel ahlâka dönüşün ozanıdır. Yürek temiz değilse hacca gitmek neye yarar:

 

Yunus Emre der: Hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.



Tanrıya giden bir yol, insanın kendi yüreğidir Yunus’a göre:

 

Ararsan Mevlâyı kalbinde ara
Kudüste Mekkede Hac’da değildir



Gerçek müminin imama, hocaya, aracıya ihtiyacı yoktur:

 

Aşk imamdır bize, gönül cemaat



Kupkuru şeriatın, gerçeklere uymadıkça, beyhude olduğunu da dobra dobra belirtmiştir Yunus Emre…



Mistik rûhun en büyük özlemi, aşk duyduğu sevgiliyedir. Bu sevgili Tanrı da olabilir, insan da. Yunus Emre, o özlemi Türkçenin en güçlü şiirlerinden birinde dile getirmiştir.

 

Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni;
Ben yanarım dün ü günü,
Bana seni gerek seni.

Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni.

Aşkın âşıklar öldürür,
Aşk denizine daldırır,
Tecelliyle doldurur,
Bana seni gerek seni.

Aşkın şarabından içem,
Mecnun olup dağa düşem,
Sensin dün ü gün endişem,
Bana seni gerek seni.

Sufilere sohbet gerek,
Ahilere ahret gerek,
Mecnunlara Leylî gerek,
Bana seni gerek seni.




Ve kavuşmak, en yüce mutluluktur. O mutluluğa herşey feda olsun, can feda olsun:

 

Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun;
Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun.

Ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım;
Dost vaslına eriştim, gümanım yağma olsun.

İkilikten usandım, birlik hânına kandım;
Derdi şarabın içtim, dermanım yağma olsun.

Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi;
Viran gönül nur doldu, cihanım yağma olsun.

Geçtim bitmez sağınçtan, usandım yaz u kıştan;
Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun.

Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin;
Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.




Ama, Sufi’nin en güçlü çağrısı sevgiye, âhenge, anlayışa, dayanışmaya ve barışadır. Yedi yüzyıldan uzun bir süre önce, Anadolu’nun gür ve lirik sesi Yunus Emre, insanlığı aşka çağırıyordu:

 

Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz

Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi Doç. Dr. Mehmet Bayraktar’dan “AŞK”, “Yunus’un Aşkı”yla ilerleyelim:

 

YUNUS’UN AŞK FELSEFESİ

 

AŞK; Tanıma Sığmayan Sözcük:

 

Aşk veya Yunus’un tercih ettiği şekliyle ışk,tanımlanamayan bir sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunus’un bütün felsefesini özetleyen bu anahtar sözcüğün tek bir cümleyle veya cümleciklerle tanımı imkansızdır. Zira, Yunus’a göre, aşk her şeydir: Tanrı aşktır; yaratılış aşktır; doğa veya doğa olayları aşktır; insan aşktır; insanın bütün duyguları aşktır; din ve iman aşktır; küfür ve isyan aşktır; yaşam ve ölüm aşktır; cennet ve cehennem aşktır; yokluk ve varlık aşktır. Kısacası her şeyin özü aşktır ve her şey aşkın eseridir. Bunu Yunus’tan dinleyelim:

 

Bu yir ü gök ü arş ü ferş ışk dadı ile kayımdur

Bünyadı ışkdur âşıka her bir arada eli var.

 

Burada Yunus bize, yerin, göklerin ve gök cisimlerinin aşktan yapıldığını ve aşk ile varlıklarını devam ettirebildiklerini belirtmektedir.

 

Dürlü dürlü cefânın adını ışk virmişler

Bu cefâya katlanan dosta halvet irmişler

 

Işk durur dürlü belâ döndürür hâlden hâle

Dört elinden piyâle key melamet olmuşlar.

 

 

İşidün ey yârenler kıymetli nesnedür ışk

Değmelere bitimez hürmetlü nesnedür ışk

 

Hem cefâdur hem sefâ Hamza’yı atdı Kaf’a

Işk iledür Mustafâ devletlü nesnedür ışk.

 

Burada da Yunus, insanın ıstırap ve cefâsının neşe ve sevincinin, dolayısıyla bütün yaşamının aşk olduğunu söylemektedir.

 

Denizleri kaynadur mevce gelür oynadur

Kayaları söyledür kuvvetlü neşredür ışk

 

Derken de. Yunus doğa olaylarının aşkın eseri olduğunu vurgulamaktadır.

 

İlim hod göz hicâbıdür, dünya ahiret hisâbıdır

Kitab hod ışk katibidur, bu okunan varak nedür

 

Burada ise Yunus, hakiki kitap ve dinin aşk olduğunu belirtir.

 

Buraya kadar, her şeyin aşk ve onun eseri olduğunu Yunus’un kendi diliyle söyledik.

 

Şimdi de, yine Yunus’un dilinden aşkın tanımsız ve tarife sığmaz olduğunu dinleyelim:

 

Işka tanışık sığmaz, değme can göğe ağmaz

Pervâneleyin oda yanmayan âşık mudur.

 

 

Okuyuban yazmadın, yanıluban azmadın

Yunus bu ışk sözüni kim bildi bilesidür.

 

Hatta Yunus, aşkın, örnek getirerek benzetme yoluyla bile anlatılamaz olduğuna kânidir:

 

Işk, hiçbir nesneye mesel bağlasam olmaz

Dünyede âhiretde ne dutısar ışk yirin

 

O halde Yunus’a göre aşk tanımlanan değil, tanımlayandır, anlam değil, anlamlandırandır. Aşk, asıl ve öz olması nedeniyle varlık ve duygu planında varolan her şeye, “şey” olma anlamını kazandırmaktadır. İşte kendisi anlamlanan değil, anlamlandıran olması nedeniyle, Yunus’a göre gerçekte aşkı tarife ve tanıma sığdırmak olanaksızdır.

 

Buna rağmen, anlam bakımından tanıma sığmayacak kadar geniş kapsamlı olan bu aşk sözcüğü, ancak gerek varlıksal (ontolojik) gerekse duygusal ve varoluşsal (egzistansiyel) olarak, varolan her şeyle açıklanabilir gözükmektedir. Çünkü, her şey olmakla aşk, Yunus’a göre varlıksal (ontolojik) planda prensip ve öz oluyor; yani aşk, başka bir deyişle varlığın niteliği (mahiyeti) dir. Yunus’un aşkı öz olarak görmesi, insanlık düşünce tarihi bakımından son derece önemli bir noktadır.

 

Şöyle ki:

 

Özellikle Eflâtun (Platon) ve Aristo, varoluşu açıklamak için, aşkı buna sebep olarak düşünmüşlerdir. Konuyu basit bir dille anlatırsak, öncesiz olan yetkin Tanrı ile yine öncesiz olan fakat yetkin olmayan ilk madde (Heyûla) göz göze gelince ilk madde Tanrı’nın yetkinliği karşısında onun yetkinliğiyle yetkinleşebilmek gayesiyle ona aşık olur, duygulanır. Bu duyguyla ilk madde harekete geçer ve Tanrı, ona yetkinleşsin diye formlar (suretler) verir: böylece de varoluş başlar. Fakat burada aşk, varoluşu sağlayan bir araçtır, ne Tanrı’nın ne de maddenin özüdür.

 

Diğer taraftan, Eflâtun, Aristo ve onların çizgisinde olan Fârabi ve İbn Sina gibi Müslüman filozoflarla, Kierkegaard’a gelene kadarki bütün Batı filozofları, özsel (essentiel) bir felsefe yapmışlardır. Yani onlara göre bir şey, bir öz (cevher veya zât) ve bir de varlık (existence veya vucûd) tan oluşur; fakat, her zaman öz, varlıktan öncedir. Fakat öz nedir, sorusunu onlar bir varlık türünü toptan temsil eden zihindeki bir genel kavram diye açıklamakla yetinmişlerdir. Buna göre, varlığın özü varlığın içinde değil, dışarıdadır; yani zihindedir. Başka bir deyişle özler Tanrı katında ve onun zihnindedir: Eflâtun, Plotin, Philon d’Alexandre, Farabî, İbn Sina ve birçok Hıristiyan ve Müslüman mutasavvıfın düşündüğü gibi, dolayısıyla öz, onlara göre aslında “boş” bir kavramdan öteye geçmemektedir.

 

Doç.Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara/Sayfa 21-22-23

 

 

Aldatmasın seni dünya sefası

Giyesin kefeni koyasın libası

Vücudun şehrinde ruhun hüması

Geçer bu eyyamlar ellere girmez

 

         Türlü donlar ile kendin bezersin

         Kitaplar okuyup sözler yazarsın

         Bildim dersin, niçin gafil gezersin?

         Geçer bu eyyamlar ellere girmez

 

  Yunus eydür, gelin imdi kardaşlar

  Dökelim gözümüzden kanlı yaşlar

  Nasihatim budur size dervişler

  Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Kierkegaard’la başlayan varoluşçu felsefe (egzistansiyelizm), tam zıt bir görüşü savunmuşlar; yani varlık öncedir, öz sonradır. Yani öz yaşam süreci içersinde kazanılır. Bu anafikirden sonra varoluşçu filozoflar özün ne olduğu konusunda ikiye ayrılırlar: Kierkegaard ile K. Jaspers ve G. Marcel gibi dindar kanat, özün Tanrı karşısında duyulan gizemli mutlak imân olduğunu savunurken, J.P.Sartre ve A. Camus gibi ateist kanat, özü, “Kötü Son” olarak adlandırdıkları ölüm veya hiçlik olarak görürler.

 

Özün ne olduğu konusunda, basitleştirilerek verilen bu çok kısa bilgi Yunus’un, aşkı öz olarak görmesinin ne kadar özgün bir düşünce olduğunu göstermeye yeter sanırız. Daha da önemlisi Yunus’taki varlığın özü olarak kabul ettiği bu aşk, kavramsal bir düşünce olmayışıdır. Bu varoluşsal bir aşktır, yani özellikle insan varlığı bunu sevgi, mutluluk, özgürlük, imân gibi olumlu; ıstırap, tasa, cefâ, kaygı, küfür gibi olumsuz bütün duygular şeklinde yaşamaktadır.

 

Dolayısıyla Yunus’ta aşk, hem yaşanan duygusal, yani varoluşsal (egzistansiyel) gerçekliği hem de varlıksal, yani ontolojik gerçekliği olan bir kavramdır. İşte bu nedenle Yunus Emre, aşk sözcüğü yerine ışk sözcüğünü tercih etmiştir. Çünkü ışk, anlamca aşk sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır ve aralarında nitelik farkı vardır. Aşk, daha çok duygusal ve profan bir sevgiyi ve muhabbeti ifâde ettiği halde, ışk ulvî ve manevi sevgiyi ifade eder. Gerçi aşk-ışk ayırımını ilk yapan Yunus Emre değildir; bu ayırım ondan çok daha önce bazı Müslüman düşünürler tarafından yapılmıştı, örneğin İbn Sina gibi. Fakat yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, ışk anlamındaki aşkı ilk olarak her şeyin özü ve prensibi olarak gören Yunus’tur.

 

Yunus’un tanıma sığmayan bu aşk kavramının, öz olarak iki olgusal yönü vardır. Birincisi, aşkın varlığı varlık yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı, varlıkta özellikle de insan varlığında, yaşam olmazdı demektir. İkincisi, aşkın varlığı yaşamsal yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı, varlıkta özellikle de insan varlığında, yaşam olmazdı demekdir.

 

Yani başka bir deyişle, aşk, hem genel anlamda varlık ve varoluşsal-yokoluş (kevn-fesâd), doğa olayları, ölüm gibi varlıksal olayların kendisidir, hem de varlıkların yaşamını oluşturan sevgi-kin, iyilik- kötülük, acıma-acımama, imân-küfür gibi maddî ve manevî olguların (fenomenlerin) kendisidir.

 

Dolayısıyla Yunus’ta birbirine bağlı iki çeşit aşktan söz edilebilir: Birincisi varlıksal aşk, yani ontolojik aşk; ikincisi varoluşsal ve yaşanan aşk, yani egzistansiyel aşk. Şimdi, eğer aşkın bu iki olgusal çeşidini veya yönünü açıklayabilirsek, Yunus’un aşk kavramını az çok tanımlayabiliriz.

 

VARLIKSAL AŞK

Yunus’a göre, aşkın varlığı varlık yapan öz olduğunu belirttikten sonra, niçin ve nasıl aşk varlığın özü olmaktadır sorusuna yanıt arayalım.

 

1. Aşk, Tanrı ve Varoluş

 

Yunus Emre’nin, Çalab ve Allah isimleriyle de andığı Tanrı’sı hem seven (âşık), hem sevilen (ma’şûk), hem de sevgi (ışk) nin kendisidir. Aynı zamanda, Yunus’un bu Tanrı’sı yaratıcıdır da; kendisi tek olduğu halde, görünen çokluğu ışk, âşık ve ma’şûk olmasından yaratmıştır.

 

Yunus kendi söylüyor:

 

Asılda âşık u ma’şûka birdür

Bu birden gerçi kim yüz bin görindi.

 

Padişahlılık senündür heybetün var

Yaratdun yir ü göği kudretün var.

 

Işk olan Tanrı, âşık ve ma’şûk olmasıyla, bu “yüz bin” görünen varlığı yaratmıştır. Görünen, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. Herhalde Tanrı’nın aşkı yansımaktadır. Varlıkların ve insanın “benlik”ini oluşturan şey, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. İşte Yunus’taki Tanrı’nın yaratıcı aşkına biz varlıksal aşk diyoruz. Çünkü varlıklar özünü bu aşktan almaktadır; daha doğru bir ifadeyle, varlıkların özü, Tanrı’nın yaratıcı aşkının tâ kendisidir.

 

Yunus’ta, birbirine zıt olmayan, aksine tamamlayıcı olan, iki yönlü bir yaratma veya varoluş izâhı görüyoruz. Birincisi, varoluşun metafizik izâhı; ikincisi, fiziki izâhı.

 

a. Varoluşun Metafizikî Açıklaması

 

Yunus Emre, Mevlânâ ve diğer Vahdet-i Vücûd doktrinini benimseyen mutasavvıflar gibi, varoluşu Tanrı’nın aşkıyla açıklar. Tanrı, kendi aşkı nedeniyle, ilk önce bütün varlığın prototipi olan ve kendi nezdinde henüz bilgisel bir varlığa sahip olan Muhammed’in Nûru’nu yaratır ve ona dostluk besler, -bazıları bu Nûr’u, Akl-ı Evvel (İlk Akıl), Akl-ı Kul (Bütün Akıl) ve Nefs-i Evvel (İlk Nefis) olarak da adlandırırlar-, bu dostlukdan varoluş başlar. Tanrı’nın “Ol” emriyle, Muhammed’in Nûru, mertebe mertebe açılarak (tecellî) dış dünyayı oluşturmuştur.

 

Yunus’u dinleyelim:

 

Evvel yir gök yoğuken varıdı ışk bünyâdı

Işk kadimdür ezelî ışk getürdi ne varın.

 

Yunus bunu biraz daha açıklıyor:

 

Yaratdı Hak dünyeyi Peygamber dostlığına

Dünyaya gelen gider bâki kalası değil.

 

 

Yaradıldı yir ile gök Muhammed’ün dostlığına

Levlâk ana delildürür ansuz bu gök yir olmadı.

 

Yunus bu görüşünü, son mısrada da kendisinin belirttiği gibi, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” veya “Sen olmasaydın iki alemi yaratmazdım” anlamındaki Peygamber’e atfedilen kutsî hadislere dayandırmaktadır.

 

Yunus’un bu metafiziksel yaratılış izahı pek o kadar özgün değildir; çünkü daha önce birçok kimse özellikle mutasavvıflar benzer izahlarda bulunmuşlardı. Fakat aşağıda göreceğimiz Yunus’un konuyla ilgili fizikî izâhı oldukça ilginçtir.

 

b. Varoluşun Fizikî Açıklaması

 

Yunus, varoluşun bir de fizik, yani bilim açısından bir açıklamasının yapılmasına inanıyordu. Bu açıklama yaratılışın fiziken nasıl meydana geldiği sorusunu yanıtlamakla verilebilecekti.

 

Yunus’a göre, Yaratıcı Tanrı, aşkı sebebiyle, bilgisi, kudreti, hikmeti gereği, varoluşu dileyince önce bir öz (cevher) yani bir çekirdek yarattı. Her bir varlık türü, Tanrı’nın bilgisi dahilinde o özün açılımından türedi.

 

Bakınız Yunus ne diyor:

 

Halk bir gevher yaratdı kendünün kudretinden

Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden

 

Yidi kat yir yaratdı ol gevherin tozından

Yidi kat yaratdı ol gevherin bağından

 

Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasından

Tağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden

 

Muhammed’i yaratdı mahlûka şefkatinden

Hem Alî’yi yaratdı mü’minlere fazlından

 

Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden

Yunus içdi esridi ol gevher denizinden.

 

Yunus Emre bunu bilimsel ve açık bir şekilde “Risâletü’l Nushiyye”de şöyle açıklıyor:

 

Padşâhın hikmeti gör neyledi

Od u su toprağı u yile söyledi

 

Bismillâh diyûp getürdi toprağı

Ol arada hâzır oldı ol dağı

 

Toprağıla suyu bünyâd eyledi

Ana Âdem dimağı ad eyledi

 

Yîl gelnüp ardunca debitdi anı

Andan oldı cism’i Âdem bil bunı

 

Od dahı geldi vû kızdurdı anı

Çünki kızdı cisme ulaşdı canı

 

Sûrete can girmeğe fermân olur

Pâdşâh emri ana dermân olur

Sûret dahı cânı mesrûr eyledi.

 

Önce Yunus’un bu iki şiirindeki anafikri açıklayalım. Sonra da düşünce tarihi bakımından bir değerlendirmesini yapalım.

 

Yunus, Yaratıcı Tanrı’nın önce bir öz veya çekirdek bir varlık yarattığını, onun, Tanrı’nın varoluş için öngördüğü plâna uygun şekilde, ilk önce sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve nemlilik gibi dört temel niteliğe dönüştüğünü; sonra bunlardan her birinin diğerleriyle iki yönlü birleşmesiyle hava, ateş, su, toprak gibi dört temel ana madde (unsur) in oluştuğunu daha sonra bunlardan her birinin diğerleriyle birli veya çok yönlü birleşmesi, bu bileşiklerin çeşitli atmosferik etkenler altında kimyasal ve jeolojik evrimleşmesi sonucu, gök cisimlerinden yer cisimlerine kadar insan da son evre olmak üzere çeşitli varlık türlerinin ilk tiplerinin ortaya çıktığını söylüyor.

 

Yunus özellikle ikinci şiirinde, insan türünün, ilk tipi ve atsı olan Hz. Adem’in yaratılışından bahsederken, insan türünün varlıkların içerisinde en yetkin varlık olarak yaratıldığını kabul etmektedir. Bu fikirleriyle Yunus’u Frobischer, Koesian, Osborn, Haldane ve Teilhard de Chardin gibi bazı çağdaş kozmoloji bilginlerinin öncüsü saymak durumundayız. Çünkü Yunus Emre’ye göre, Tanrı’nın dilemesiyle yeryüzünün uygun bir yerinde toprağın su ile karışmasından meydana gelen çamur, havanın, rüzgarın ve güneşin etkisiyle mayalanma ve pişme şeklinde bir kimyasal evrim sonucu insan şeklini alıyor, sonra da Tanrı’nın ona kendi rûhundan üfleyerek ruh vermesiyle bir canlı insan türü oluşuyor. Yunus’un bu izahı, doğanın ve insanın oluşumu için Haldane’nin öne sürdüğü “Colladial Substance” (mayalanmış öz) teorilerine benzemektedir.

 

Yunus Emre’nin varoluşu veya yaratılışı bu şekilde izah etmesi, insanlık düşünce tarihinde yakın zamana kadar benzeri bulunmayan bir olay olarak nitelendirilebilir. Onun bu düşüncesi ne kelâmcıların, ne de filozofların düşüncesine benzer. Kelâmcılar, âlemin Allah tarafından yaratıldığını söylerler; fakat genellikle bunun nasıl olduğu hususunda metafizik açıklamalar yapmanın ötesinde bir şey söylemezler. Diğer yandan filozoflar, tâ eski çağlardan beri âlemin oluşumu hakkında fikir yürütmüşlerdir. Thales gibi kimisi âlemin ana maddesinin su, Herakleitos gibi kimisi ateş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer filozofların da daha başka farklı görüşleri vardır. Fakat hiçbirisi Yunus’un görüşüne benzememektedir.

 

İslâm dünyasında bu konuda, Nazzâm (öl. 845) ve Câhız (öl. 861)’dan Birûnî, İbn Arabî ve Mevlânâ’ya kadar çeşitli düşünürler bazıları bugünkü evrim teorilerine benzer, bazıları biraz daha farklı fikirler ileri sürmüştür. Yunus Emre’nin görüşü onlardan en çok Endülüslü meşhur bilim adamı ve tabip İbn Tufeyl (1100-1183)’ün görüşüne benzemektedir.

 

Fakat biz, Yunus’un bu Endülüslü bilimciden etkilendiğini sanmıyoruz. Zira, Yunus’un onu tanıdığına dair hiçbir bilgi yoktur. Genellikle etkilendiği kimseleri isimleriyle belirten Yunus’un, eğer ondan etkilenmiş olsaydı, onun da ismini anması gerekirdi.

 

Halbuki, Yunus’un bu konuda kimseden etkilenmediğini kendisinin şu sözlerinden açıkça anlamaktayız:

 

Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden

Yunus içdi esridi ol gevher denizinden

 

Yunus’un yaratılıştan bahsettiği şiirinin bu son beyitinde, yaratılışın kapalı bir sorun olduğunu, herkesin kolay kolay bunu bilemeyeceğini söyledikten sonra, kendisinin Kur’an’dan hareketle böyle bir görüşe vardığını belirtiyor. Kur’an, bir bilim kitabı olmamakla birlikte Yunus’un da işaret ettiği gibi insana, yaratılış da dahil çeşitli konularda çeşitli bilgiler ve ipuçları vermektedir. Sorun, bunları doğru bir şekilde değerlendirip değerlendirememe sorunudur. Yunus, kendince bir değerlendirme yapıyor ki, biraz önce de belirttiğimiz gibi bu bazı çağdaş bilimcilerin de savunacağı bir görüştür.

 

Sonuçta, metafizikî ve fizikî izahlar ne olursa olsun Yunus’a göre varoluş, ilâhi aşkın, dalga dalga yayılması ve açılıp serpilmesinden başka bir şey değildir.

 

O halde, âlemdeki her şey, madde ve cisim olarak Tanrı’nın aşkının bir uzantısıysa ve Tanrı her şeye sevgisi ve muhabbetiyle ulaşmışsa, insanın da ona ulaşabileceği gerçek ve düz bir yol vardır: bu da Yunus’a göre aşk yoludur. Şimdi de Yunus ile bu yolda yürümeye çalışalım.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:25 ve >

2. Aşk, İnsan ve Dünya:

 

Yaratılış, Tanrı’nın aşkının eseri olmasına rağmen, Yunus’a göre dünya veya daha geniş anlamda bütün yaratılmış şeyler (âlem) bizi doğrudan Tanrı’ya ve onun aşkına götürmektedir. Çünkü, insan da dahil her şey, her varlık Tanrı’yla insan gönlü arasında bir perde gibidir. Yunus şöyle diyor:

 

Varlıkdur hicâb kapı kim yıka bu hicâbı

Dost yüzinden hicâbı götürmeye er gerek

Hicâb oldun sen sana ne bakarsın dört yana

Kaykımaz öne sona şuna kim dîdar gerek

Gel imdi hicâbın yık hırs evinden taşra çık

Hak bağışlaya tevfik kasdıla hüner gerek

 

O halde Yunus’a göre, varlıklar Tanrı’nın “Yüzü”nü insandan gizleyen perdelerdi. Mevlânâ, İbn Arabî, Gazâlî, İbn Abbâd ve Ataullah gibi birçok mutasavvıf gibi, Yunus’a göre de dünyayı anlamlı kılan şey, onun perde oluşudur. Daha doğrusu insanın dünyayı, Allah’ı arkasında gizleyen bir perde olarak görebilmesidir.

 

Eğer Allah perdesiz ve apaçık olsaydı, Yunus’un gözünde her şey manasız olurdu; ne sır, ne aşk, ne de iman ve küfür olurdu. İşte bu açıdan her şeyi anlamlı kılan dünyadır. Bunun için Yunus:

 

Ben ayumı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde

Benüm yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar

 

Fakat diğer taraftan insan, bu dünya perdesini aralayıp, arkasındaki gerçeği görünce artık dünya anlamını yitirerek, anlamsızlaşır. Onun ötesinde manalar aranır:

 

Bize didar gerek dünyâ gerekmez

Bize ma’nî gerek da’vâ gerekmez

 

 

Aşık bu dünyeyi n’ider akibet birgün terk ider

Işk eteğini dutmuş gider her kim gelürse salâdur

 

Yunus’a göre insan kurtuluşuna ve gerçek hürriyetine, dünya perdesini yıkmakla kavuşabilir. Ne var ki, bu perdeyi yıkmak pek kolay değildir. Bu Yunus’un deyişiyle hakiki bir dervişliği gerektirir.

 

Yunus için gerçek dervişlik, halk yolunda dervişliktir; çoğunun anladığı gibi Hak yolunda değildir. Çünkü, halka hizmet Yunus anlayışına göre Hak’ka hizmettir. Bu nedenle Yunus’ta dervişlik, yaşanan bir hâldir; yoksa kavramsal bir düşünce değildir. İşte bunun için Yunus’un dervişliği zor bir dervişliktir. Çünkü dervişlik dünyanın geçici güzelliklerine ve çekici zevklerine aldanmamak demektir. Yunus anlayışına uygun dervişlik, insanın kişisel benliğini yok eden; daha doğrusu onu “toplumsal” benliğe dönüştüren oradan da “İlâhi” benliğe yükselten bir dervişliktir.

 

Dervişlik didükleri bir âcayib durakdur

Derviş olan kişiye evvel dirlik gerekdür

 

Çün evde dirlik ola Hakk’ıla birlik ola

Varlığı elden koyup ere kulluk gerekdür

 

Kulluk eyle erene bakup Hakk’ı görene

Senden haber sorana key miskinlik gerekdür

 

Başka bir yerde:

 

Dervişlik didekleri hırkayla tâc değül

Gönlin derviş eyleyen hırkaya muhtâc değül

 

Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan

Vargıl yolunca yüri er yolı kalmaç değül

 

diyen Yunus şöyle bitiriyor:

 

Ben dervişim diyen kişi işbu yola âr gerekmez

Derviş olan kişilerün gönli gindür tar gerekmez

 

Derviş gönülsüz gerekdür söğene dilsiz gerekdür

Döğene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez

 

Halka benzetmeye işin süre gönlinden teşvişin

Yüzbini birdür dervişün arada ağyâr gerekmez

 

Eğer derviş isen cümle âlem sana biliş

Fodullığı hulka değiş arada ağyâr gerekmez

 

Derviş olan kişiylerün miskinlikdür sermâyesi

Miskinlikden özge bize mal ü mülk ü şar gerekmez

 

Er elüni aldunısa ere gönül virdünise

İkrâr ile geldün ise pes ere inkâr gerekmez

 

Yunus sen gördüğün eri arturma gördüğün biri

Şudur budur diyübeni derviş târumar gerekmez

 

Görüldüğü gibi Yunus için dervişlik, ne hırka, ne tâç, ne tespih, ne de uzlet içinde yapılan âyin ve zikirdir. Gerçek dervişliğin ne havada uçmakla ne yürüyerek denizden geçmekle bir ilgisi yoktur.

 

O halde gerçek dervişlik, halkın hizmetinde tam bir güzel ahlâklılıktır. Bu da Yunus’a göregerçek ibadetlerin başıdır:

 

İbâdetler başıdur terk-i dünya

Eğer mü’minsen ana inanasın

 

Gerçek dervişlikle perdeyi aralayabilen kimse için, Hak dünyadadır; dünya ve dünyadaki her şey, Allah’ın aşkını söyleyen bülbüller olur. Sanki Tanrı’yı gözle görmüş gibi olur:

 

Ol bî-nişandur cihandan ne diyelüm dilümüz andan

Ol âlim-i deyyân zât her zât içinde zât olur

 

…………..

…………..

 

Ol işlere eli iren Hak ışkına gönül viren

Dostunı göze göz gören cümle varlıktan mât olur

 

 

Yâr yüreğüm yar gör ki neler var

Bu halk içinde bize güler var

 

 

Hak cihana toludur kimseler Hakk’ı bilmez

Anı sen senden işte o senden ayru olmaz

 

 

İy dün ü gün Hakk’ı isteyen bilmezmisin Hak kandadır

Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır

 

İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a durak

Sen senligün elden bırak tenden içerü cundadur

 

O halde insana dünyayı hem anlamlı, hem anlamsız kılan aşktır. Aşk ile insanın dünyayı anlamsız bulması, insanın kendisini aşması demektir. İnsan ne kadar bu manada dünyadan uzaklaşırsa uzaklaştığı ölçüde değer kazanır ve yetkinleşir. İnsan ne ölçüde dünyadan ve dünyalık benliğinden kaçarsa o ölçüde asıl benliğini bulur:

 

Gel imdi hicâbın aç senden ayrıl sana kaç

Senden bulasın mi’râc sana gelir cümle yol

 

……………

……………

 

Yunus bak niredesin ne yerde ne göktesin

Bekle edep perdesin gel imdi gel tapu kıl

 

Diğer taraftan Yunus’a göre eğer insan önce dünyayı kendisi için anlamlandıramıyor ve sonra anlamsızlaştıramıyorsa, insan dünya için anlamlanıyor. Bu, dünyanın insan için değil, insanın dünya için var olduğu demektir ki, Yunus bu görüşte değildir. İnsanın kendisini dünya için anlamlandırması, Yunus’un gözünde mutlak bir olumsuzluktur. İnsan ne kadar dünyaya bağlanır kalırsa o ölçüde dünyalaşır, gerçek benliğine yabancılaşır. İşte asıl menfi manadaki miskinlik budur ki bu, aşkın değil nefsin eseridir:

 

Miskin âdem oğlanı nefse zebûn olmuşdur

Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur

 

Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz

Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur

 

Dünya sevgisiyle kendi benliğine yabancılaşan insan, dünyayı bir gelin gibi görür ve onun alına, puluna bakıp doyamaz:

 

Bu dünya bir gelindür yeşil kızıl donanmış

Kişi yeni geline bakubanı toyamaz

 

 

Bu dünyânın meseli bir ulu şara benzer

Velî bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer

 

………….

………….

 

Bu şarun evvel dadı şehd û şekerden şirin

Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer

 

………….

………….

 

Bu şarın hayalleri dürlü dürlü halleri

Aldamış gafilleri câzû ayâra benzer

 

Bu şarda hayallerün haddi vü şümarı yok

Bu hayâle aldanan otlar davara benzer

 

Bu şarın sultânı var cümleye ihsanı var

Sultânla bilişen yoğıken vara benzer

 

Yunus Emre, dünyayla dünyalaşanların sonunun pişmanlık ve kötümserlik olduğunu vurguluyor:

 

Bu dünya kahır evidür hem bâki değül fânidür

Aldanuban kalma buna tiz tevbeye gelmek gerek

 

 

Dünyaya inanırsan rızka benümdür dirsin

Niçün yalan söylersin çün didüğün olmaz

 

 

Bu dünyaya gönül viren son-ucı pişmân olısar

Dünya benüm didükleri hep ana düşman olısar

 

 

Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer

Âhirin sanan kişi ağulu aştan geçer

 

O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus Emre’ye göre dünya bizatihi kötü ve yerilecek bir şey olması şöyle dursun tam aksine, çok değerli bir nesnedir; çünkü Tanrı aşkının tecelli ettiği, büyük bir aşk kitabıdır. Bu aşk kitabını okuyabilen, kendini onda bulur. Okuyamayıp da, gözü onun süsüne ve nakışlarına takılan onda oyalanır kalır. Sözü tekrar Yunus’a bırakalım, o söylesin:

 

Koyup nakş ü nigârı nakşa yol verme zinhâr

Nakş ile yola giren âkıbet dünya sever

 

Dünyayı bırak elden dünya geçmez bu yoldan

İki ışk bir gönülden asla geçmez bu kadar

 

Ye sevgil dünya dutgıl ye sevgil yol iletgıl

İki da’vî bir ma’nî bu yolda sığmaz derler

 

Geç mahlûk tâatından göz ırma dost katından

Aldanma fânî nakşa fânî nakşı niderler

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:30 ve >

VAROLUŞSAL AŞK

 

Yunus’un eserlerinde en çok üzerinde durduğu aşk, varoluşsal aşktır. Varoluşsal aşk, daha önce de belirtildiği gibi, insanın özünde gizli bulunan aşkı gerek duygu ve düşüncesine gerekse davranış ve hareketlerine yansıtmaktadır. Bu, Yunus’a göre, insanın bilgi ve bilinç seviyesine bağlı olarak ya komedik biçimde ya da trajik biçimde yansır. Bu yansıma biçimlerine göre de varoluşsal aşk doğası itibariyle ya komedik ya da trajik olabilir.

 

1. KOMEDİK AŞK

 

Yunus Emre’ye göre, insanı güldürüp eğlendiren dünyalık aşka biz, “komedik aşk” adını veriyoruz. Bu, insanın tutku ve ihtiraslarının tatmininden doğan sevinç ve neşedir. Mal-mülk, mevki-makam, şan-şöhretin insana verdiği hazdır. Kısaca komedik aşk, sahip olma duygusu ve bu duygunun tutsaklığıdır.

 

Komedik aşk, Yunus’a göre gelip geçicidir. Sevilen şey yok olunca bu aşk da yoktur; o zaman sevginin yerini hüzün alır, dolayısıyla komedik aşk, üzüntü, ıstırap, korku ve tasa gibi sevginin zıddı olan şeyleri de beraberinde bulunduran, onlarla iç içe olan bir aşktır.

 

Komedik aşk, o halde yaşamı kendi akışı içinde olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu şekilde onaylamalıdır; fakat bu onaylamada insan kendi benliğini görünüşte ve sözde güzel şeylerle özdeşleştirme, sözde çirkin ve kötü şeylerden de uzaklaştırma vardır.

 

Halbuki Yunus’un aşk sözüyle kastettiği aşk, esasen böyle bir aşk olmadığından komedik aşk için, görünüşte olumlu olan duygu ve olaylar aslında olumsuz, görünüşte olumsuz şeyler ise, aslında olumludur. İşte bunun için, Yunus’a göre, komedik aşk sözde ve dilde bir aşktır; insanı aldatan aldatıcı bir aşktır; insanı dünyalık şeylerden kurtarmak yerine, onlara hapseden bir aşktır. Komedik aşk, o halde Yunus’a göre olumsuz bir aşktır ki, insanın hakiki aşkı tanımasına engel teşkil etmektedir:

 

Diliyle ışk diyenler, bilmezler ışk neydüğini

Işktan haber eyitmesün, kim dünya izzetin seve

 

 

Kimi avrat oğlan sever kimi mülk hânuman sever

Kimi sermâye dükkân sever bu dünya halden hâledür

 

 

Bu dünyaya gönül viren son-ucı pişmân olısar

Dünyâ benüm didükleri hep ana düşman olusar

 

Yunus’un bu dizeleri bize komedik aşkın sahnesinin dünya olduğunu belirtmektedir. Bu aşkın oyuncuları, Yunus’a göre sadece kara cahiller değildir; gerçek ilim nedir bilmeyen âlimler; gerçek saltanat nedir bilmeyen sultanlar; gerçek dervişlik bilmeyen dervişlerdir. Sözde ilim, sözde saltanat, sözde dindarlık ve sözde dervişlik de Yunus’a göre komedik aşkın perdeleridir.

 

Bu perdeler, insana gerçek aşkı ve benliğini kendisine kapatan perdelerdir. Yunus bunların yırtılmasını istiyerek şöyle diyor:

 

Hicabdasın bugün seni göstermezler belki sana

Hicab didüğümi anla dünyelikdür gözden bırak

 

Komedik aşk, ham, kaba, çiğ insanların aşkıdır. Yunus’a göre, bu aşkın binbir türlüsü vardır ve onun oyuncağı olmayan hiçbir kimse yoktur:

 

Işksuz âdem dünyede bellü bilün ki yokdur

Herbirisi bir nesneye sevgüsü var âşıkdur

 

Çalabın dünyesinde yüzbin dürlü sevgi var

Kabul it kendüzüne göre kangısı lâyıkdur

 

Yunus bu süfli aşk ile kendisini âşık sanıp avunanlara acımaktadır. Yunus, insanları, bu tür kuruntulardan kurtarmak ve onları hakiki aşka davet için bir ömür çaba harcadığı gibi, davetinin kalıcı olması için de çabasını şiirlerine dökmüştür:

 

İy çok kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak

Tâ bilesin sırrı ayan gel ışkdan okı bir sebak

 

Çağrısını yaparken, Yunus buna uyanların mal ve mülkünden, şan ve şöhretinden aslında bir şey kayıp etmemiş olacağını da vurgular.

 

Ger uluya irdünise süret nakşı nedür senün

Ma’nîye yol buldunısa işbu dünya nendür senin

 

Sen dünyenün terkin urgıl gelüp ışk odına girgil

İleriki menzile irgil girü kalmak nendür senün

 

Bu vücudun sermâyesi od u su vu toprak değül

Herbiri asmına gider gâfil olmak nendür senün

 

Büt-hâne vü şarab-hâne mescid oldı gerçek cana

Bir pulun vermez ziyana yalancılık nendür senün

 

Çünki ahrete kavisin ko bu yalancı da’visin

Mal ü hazine sevisi âşıksan nendür senün

 

Dün ü gün kaygular yirsin n’ideyim yohsulın dirsin

Ol cömerddür rızkun virür kaygu yimek nendür senün

 

Yigil yidiürgil biçâre eksilürse Tanrı vire

Birgün tenin yire gire girü kalan nendür senün

 

Yunus ol ışk badyasından sen igen esrük olmışsın

Bi-hod iken irdün Hakk’a ayuk olmak nendür senün

 

O halde Yunus’a göre komedik aşk, aslında mal-mülkten, şan-şöhretten değil, insanın kendisini onlara esir etmesi ve benliğini tamamen onlara bağlamasıdır. İnsan bu tutsaklığını aşabildiği ölçüde mal ve mülkü, şan ve şöhreti olmasına rağmen, komedik aşktan kurtularak gerçek aşka ulaşabilir.

 

2. TRAJİK AŞK

 

Trajik aşk, Yunus’un yoluna çağırdığı gerçek aşktır. Bu, komedik aşkın tam tersine, dünyayı ve insanı dünyalık şeylere bağlayan duygu ve düşüncelerin bütününü olumsuz kılmadır. Yani gülme yerine ağlamayı, sefa yerine cefâyı, varlık yerine yokluğu, ölmeden önce ölmeyi, tokluk yerine açlığı, zenginlik yerine fakirliği tercih etme gibi normalde istenmesi gereken şeyleri terk ederek istenmeyen şeyleri arzulamaktır.

 

Bu demektir ki, Yunus için, insanı gerçek aşka sevk eden şey, yaşamın trajik yönleridir. Nitekim Yunus böyle söylüyor:

 

Yandı yüreğim dutuşdı bağrum cigerüm kebabdurur

Aşıkların şerbetleri bu derdüme sebebdurur

 

 

Dürlü dürlü cefanun adını ışk virmişler

Bu cefaya katlanan dosta halvet irmişler

 

Işıkdurur dürlü belâ döndürür hâlden hâle

Dost elinden piyâle key melâmet olmışlar

 

 

Âşıkun gözi yaşı dün ü gün turmaz akar

Âşık kan ağladuğı ma’şuk soruncayımış

 

 

Işkun zemzemesinden âşık boynu zencirlü

Âzadlık istemez(ler) şöyle kaldılar dutsak

 

 

Ni’delüm bu dünyayı n’eyleyüp n’itmek gerek

Dâima ışk eteğin komayıp dutmak gerek

 

Çalab’um bu dünyayı kahır içün yaratmış

Gerçeğin gelenlerün kahrını yutmak gerek

 

Yunus’a göre bu trajedi gerçek olduğundan aşk yoluna başını koyanın, bu yolda yürümekten başka çaresi yoktur. Bu yola bir kere girilince de, bu trajedi hoş gelir insana:

 

İy dost senün ışkın odı ciğerüm pâre boş kılur

Işkundan yanar yüreğüm yanduğum bana hoş gelür

 

Niçin bu böyledir? Bize göre, Yunus’un bütün felsefi ve dünya görüşü belki bu sorunun yanıtında yatmaktadır diyebiliriz.

 

Yunus Emre, varlığın nicelikleri ve niteliklerinin olduğu kadar, insan davranışlarının ve duygularının da biri olumlu (müspet), diğeri olumsuz (menfi) zıtlarının var olduğu görüşündedir. İyilik-kötülük gibi, güzellik-çirkinlik gibi, sevgi-nefret gibi, zenginlik-fakirlik gibi, aydınlık-karanlık gibi. Buraya kadar Yunus’ta bir yenilik yoktur; çünkü ondan önce ve sonra, birçok kimse aynı şeyi söylemiştir. Yunus’un diğer filozoflar ve mutasavvıflara olan büyüklüğü, bundan sonra başlıyor. O, öncekilerde ve sonrakilerde olmayan harika bir felsefe yapıyor. Bunu kısaca anlatmaya çalışalım.

 

Yunus, bütün diğer düşüncelerin zıddına, varlıksal niteliklerdeki ve duygulardaki olumluluk ve olumsuzluğun, zıtlıkların kaynağının, aşk olduğunu söyler:

 

Hak bir gönül virdi bana ha dimedim hayrân olur

Bir dem gelür şâdi olur bir dem gelür giryân olur

 

Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi

Bir dem beşâretden toğar hoş bağıla bostân olur

 

Bir dem gelür söyleyemez bir sözi şerh eyleyemez

Bir dem dilinden dür döker derdlülere dermân olur

 

Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner tahte’s-serâ

Bir dem sanasın katredür bir dem taşar umman olur

 

Bir dem cehalette kalur hiç nesneyi bilmez olur

Bir dem talar hikmetlere Câlinus u Lokmân olur

 

Bir dem div olur yâ peri virâneler olur yiri

Bir dem uçar Belkîs ile Sultân-ı ins ü can olur

 

Bir dem varur mescidlere yüzin sürer anda yire

Bir dem varur deyre girer İncil olur rûhbân olur

 

Bir dem gelür İsî gibi ölmüşleri dini kılur

Bir dem girer kibr ivine Fir’avun ıla Hâmân olur

 

Birden döner Cebrâil’e rahmet saçar her mahfile

Bir dem gelür güm-rah olur miskin Yunus hayrân olur

 

Yunus Emre’ye göre, amaç olan olumlu nitelikler ve duygular olduğu halde, asıl olan olumsuzluklardır. Yani esas olan derman değil, derttir; iman değil, küfürdür; sevgi değil, nefrettir; aydınlık değil, karanlıktır; yaşam değil, ölümdür; varlık değil, yokluktur; birlik değil, ikiliktir. Niçin bu böyledir? Her şeyden önce bu, Yunus’un çok realist bir düşünür olmasıyla açıklanabilir.

 

Yunus, gerçeklik dünyasında, bütün varlıkta ve özellikle de insanlarda olumluluklar kadar olumsuzlukların da gerçekliğe sahip olduğu yani zıtların beraberce bulunduğu düşüncesindedir. Sevgi adına nefretin, iman adına küfrün, birlik adına ikiliğin varlığını inkâr etmeye gerek yoktur. Hatta Yunus’a göre gerçek aşka ulaşmak için olumsuzluklar olumlu niteliklerden daha önemlidir. Çünkü gerçeklik dünyası her ikisinden oluştuğundan gerçeğin bilgisi, ancak olumluluklar ve olumsuzlukların beraberce bilinmesiyle elde edilebilir. Örneğin nefreti bilmeyen gerçekte sevginin ne olduğunu ve değerini tam olarak kavrayamaz.

 

İşte bunun için, Yunus gerçek aşka doğru yol almak için, insanın önce olumsuzlukların ne olduğunu bilmesinin gereğine inanır. Bu iki yönden gereklidir. Birincisi bilgi açısından: Eğer insan gerçeklik dünyasını bir yönüyle tanır, diğer yönüyle tanımazsa, varlık hakkındaki bilgisi tam olmaz. İkincisi, insanın mutluluğu açısından: Eğer insan, sadece olumlu niteliklere sarılıp kalarak, olumsuzlukları görmemezlikten gelirse tam bir mutluluk içinde olmayabilir. Şöyle ki, her zaman zenginlik içerisinde olan birisi bir gün fakirliğe düşerse, bu durumda mutsuz olabilir. Halbuki, o kimse zengin iken fakirliğin ne olduğunu öğrenmiş olsaydı, fakirlikte mutluluğunu yitirmeyebilirdi.

 

Bu realizmden hareketle, Yunus insan için sürekli mutluluk oluşturacak, doğru bilgi verecek bir yol arıyor. Bunu yaparken realizmden idealizme geçiyor. Daha doğrusu realizmin yanında idealizmin de olmasını gerekli görüyor.

 

Yunus’a göre, realizm ile idealizmi birleştirmek ancak insan iradesinin eğitimiyle sağlanabilir. İrade eğitiminde, Tanrısal idealler amaç olarak ele alınmalıdır. Yani insan iradesi onlara yönelik biçimde kanalize edilmelidir. İşte bu yolla insan, gerçek aşka erecektir ve normal hayattaki sevgi ile nefretin, zenginlik ile fakirliğin, bilgi ile cehaletin arasında çok da öyle bir fark olmadığını anlayabilecektir. Sevginin Tanrı adına olduğu zaman, bir anlamı; derdin onun adına olduğu zaman bir değeri olduğunu öğrenecektir. Çünkü, Yunus’a göre gerçek aşkın, ne zıddı ne de karşıtı vardır. Bunların olmadığı tek şey, aşktır. Aşk ile bütün olumluluklar ve olumsuzluklar arasındaki fark ortadan kalkar; başka bir ifadeyle olumsuzluklar olumluluk kazanır. Nefret sevgiye, ikilik birliğe, yokluk varlığa, ölüm ölümsüzlüğe, küfür imana dönüşür.

 

Gerçek yaşamın tek prensibi olarak görülen aşka ulaşmak için, olumsuzlukları olumlu olarak yaşayabilmek, ancak insan iradesinin onları omuzlayabilmesiyle mümkündür. Bu da irade olarak trajik bir yaşam tarzını seçmek demektir. Başlangıçta her şey trajik olmasına rağmen yani yaşamın akışı insana hakim olmasına rağmen sonuçta bu akış gerçek aşka dönüştüğü zaman insan her şeye hakim duruma geçiyor ve yaşamın akışını o ele alıyor. Böylece, Yunus’a göre, insan aşkın diyalektiğini her şeye hakim kılmakla, kesiksiz ve sonsuz mutluluğa kavuşabiliyor.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:37 ve >

 

Yunus'un varoluşsal aşkını birey açısından anlamak:

 

1. AŞK VE BENLİK

 

Yunus Emre, insanda insanın kendi varlığının bilincinde olmasını sağlayan ve onu dünyaya bağlayan bir varoluşsal benlik olduğunu söylemektedir. Bazen buna “nefis” adını da vermektedir ki, modern tabirle “ego” demektir.

 

Yunus’a göre bu varoluşsal benlik, insanı gerçek aşktan, dolayısıyla da Tanrı’dan uzak tutan bir benliktir. Bu bakımdan bu benlik daha geniş anlamıyla insanın Tanrı’dan ayrılığını ve uzaklığını ifade eder. Dünya ve dünyadaki şeylere tutku demektir. İnsan birey olarak, bu aşktan yoksun olunca, şeklen insan bile olsa, esasta toprak, taş ve hayvan gibi herhangi bir varlıktan farksızdır.

 

Yunus bunu şöyle dile getirmektedir:

 

İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer

Işkı olmayan gönül misâli taşa benzer

 

Taş gönülde ne biter dilinde ağu düter

Nice yumuşak söylese sözi savaşa benzer

 

Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner

Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer

 

Işksızlara benüm sözüm benzer kaya yankusına

Bir zerre ışkı olmayan bellü bilün yabandadur

 

 

Işksızlara virme öğüt öğüdünden alur değil

Işksız âdem hayvan olur hayvan öğüt bilür değil

 

 

Kurt ağacı n’ideler kesüp oda yakarlar

Hem kim âşık olmadı benzer kurt ağaca

 

Bu ve benzer dizelerden ayrıca anlıyoruz ki, Yunus Emre’ye göre, aşksız olan insanın benliği, kötülüklerin de kaynağıdır.

 

Bir yandan kötülüklerden uzak olmak diğer yandan hakiki aşka ulaşmak için o halde varoluşsal benliği yok etmek gerekir. Aksi taktirde Yunus’un anlayışına göre gerçek aşk ile benlik bir arada bulunmaz. İkisinden birini seçmeli:

 

Dünyeyi bırak elden dünye geçmez bu yoldan

İki ışk bir gönülden aslâ geçmez bu haber

 

 

Ya sevgil dünle tudgıl ya sevgil yol iletgil

İki da’vi bir ma’ni yolda sığmaz dirler

 

Gerçek aşka ulaşmak için insanın kendi dünyalık benliğini terk etmesi gerekir diyor Yunus Emre:

 

Dostıla bilişen can oldur kendüye kıyan

Varlık leşkerin sıyan dahı çapükter gerek

 

 

Gerçek dostı zevenler unutdılar kendüzin

Kanda varurlar ise iltürler beni bile

 

Eğer insan benliğinden geçerek, aşk yoluna girerse, aşk insanın benliğini yok eder.

 

Yunus eğer âşıkısan varlığun değşür yoklığa

İman kuşağın berk kuşan di hep eksüklik kendedür

 

 

Beni sorman bana bende değülven

Suretüm boş yürir tondan içeri

 

Fakat aşk, yok olan insan benliği yerine ilâhi benliği yerleştiriyor. Yunus ve hâkiki âşıklar Tanrı’dan onun yerleşmesi için duada bulunurlar. Çünkü insan ancak ilâhi aşkla doğal ve varoluşsal benliğine yabancılaşabilir.

 

İlâhi bir ışk vir bana kandalığum bilmeyeyin

Yavı kılayım ben beni isteyüben buymayayın

 

Şöyle hayrân eyle beni bilmeyeyin dünden güni

İsteyeyin dâim seni ayruk nakşa kalmayayın

 

Al gider benden benliği  doldur içüme şenliği

Dirlüğümde öldür beni varup anda ölmeyeyin

 

Böylece gerçek aşkla insan yeni bir kimlik kazanır. İnsan bu kimlikle, kendi varoluşsal benliğine yabancılaşması ölçüsünde Tanrı’ya yaklaşır ve kendi içinde Tanrı’yı bulur.

 

Senden ayru ben seni kanda bulam

Sensüz bu hak nefes ömrüm sürilmez

 

O halde insanın asıl benliği, Tanrı’yı kendi içinde bulmasıyla oluşur. İnsanın ilâhi aşkla bulduğu bu yeni benlik, onun gerçek benliğidir. Bu, Tanrısal bir benliktir. Yunus’a göre, insanın asıl kendi kendine yabancılaşması veya yadlaşması, Tanrı’dan uzak kalmasıdır. İnsan ne kadar Tanrı’ya yaklaşırsa, o kadar gerçek benliğine kavuşur:

 

Hakk’a giden yolı gönli içinde

Göremez ol anı yaddur ilünde

 

Yunus burada bize göre çağdaş bir soruna çözüm getiriyor. Bilindiği gibi, bazı ateist Marksistler ile J.P.Sartre gibi bazı ateist varoluşçular Tanrı’ya inanmanın insanı kendi kendine yabancılaştırdığını söylerler. Yunus açısından bu bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Eğer bu çağdaş düşünürler gibi benlikten sadece, insanı dünyaya bağlayan, insanı kendine hapseden bir bilinçlilik halini anlarsak, hakikaten insan Tanrı’ya inanmakla böyle bir benliğe yabancılaşacaktır. Yunus da bunu söylüyor. Ne var ki, onların benlik dediği şeye, Yunus gerçek benlik demiyor. Yunus’a göre gerçek benlik, Tanrı önünde onun ve onun yarattıkları uğrunda yanılan, aşk ateşiyle kazanılan bir benliktir. Böyle bir benlik insanı kendine yabancılaştırmaz, bilâkis insanı kendi kendine buldurur. Yunus’a göre asıl yabancılaşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanın Tanrı’dan uzak kalmasıdır.

 

Haber virirsen nefsün ilünden

Ümidün varısa gidersin andan

İki sultandurur sana havâle

Diler her birisi kimi mülki ala

Biri Rahmânidür can hazretin

Biri şetânidür garaz yatından

Gör imdi kim seni kime taparsın

Kime kapu açup kime yaparsın

 

diyen Yunus, o çağdaş düşünürlere seslenerek insanın birisi bedeni arzuların varlığını temsil eden ve diğeri rûhun (canın) arzularını temsil eden iki benliğe sahip olduğunu söylüyor. Fakat asıl benliğin, rûhî, yani kendi deyimeyle rahmânî olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla insan Tanrı’ya yönelmekle bir yandan kendi kendisine yabancılaşıyor, yani aşağılık bedensel duyguları terk ediyor; fakat diğer yandan hem kendi kendisiyle hem de Tanrı ile bütünleşiyor.

 

İnsan benliğinin, Tanrı’sız olduğu zaman gerçek benlik olamayacağına inanan Yunus:

 

Işkun aldı benden beni, bana seni gerek seni

Ben yanarım düni güni bana seni gerek seni

 

Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem

Işkumıla avunuram bana seni gerek seni

 

Işkun âşıkları öldürür ışk denizine taldurur

Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni

 

Işkun şarabından içem mecnûn olup tağa düşem

Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni

 

Sûfilere sohbet gerek ahîlere ahret gerek

Mecnun’lara Leylî gerek bana seni gerek seni

 

Eğer beni öldüreler kûlüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra bana seni gerek seni

 

Yunus’durur benim adum gün geldükçe artar oldum

İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni

 

diyerek, bizce sorunu en iyi şekilde çözümlemiş olsa gerekir. Çünkü Yunus’a göre, insanın kendi kendine yabancılaşması aslında yine kendisini bulabilmesi için gereklidir. Bu yabancılaşmayla insan, bir yandan kendisinin dünyadaki herhangi bir varlık gibi olmadığının ve diğer yandan da kendisinin herhangi bir varlık olmadığının farkına varabiliyor.

 

Bunu Yunus şöyle belirtiyor.

 

Ayruk bana ben dimeyem kimseye sen dimeyem

Bu kul o sultan dimeyem işidenler kala tana

 

İnsanın dünyalık benliğini yok ederek hakiki benliğini kazanması, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ikilikten kurtulmasıdır. Bu da, insanın kendi kendisini bütünlemesi, tâm ve yetkin bir kimliğe bürünmesidir:

 

Dost esriği deliliğüm âşıklar bilür neliğüm

Değşüriben ikiliğüm birliğe binmeye geldüm

 

Çeçdüm hodbin ilinden el çektüm dükelinden

Ol ikilik bâbından birliğe bitüp geldüm

 

O halde Yunus’a göre sonuçta aşk, hem insanı kendi benliğinde bütünleştiriyor, benliğiyle tanıştırıyor, hem de Tanrı’ya yakınlaştırıyor. Bu da Yunus için gerçek Tevhid (Birleme)’dir.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:45 ve >

2. AŞK VE ŞAHSİYET

 

Yunus Emre’nin şiirlerine baktığımız zaman çeşitli konuları anlatırken birtakım insan tiplerini canlandırdığını görüyoruz. Bu tipler arasında en dünyalık insandan en kâmil insana çeşitli insanlar vardır. Yunus Emre’nin canlandırdığı o tipleri göz önüne alarak, onun şahsiyetten ne anladığını çıkarmak mümkündür. Yunus’a göre şahsiyet, Mevlânâ’da da olduğu gibi, iç ve dış bütünlüğüdür denebilir. Çünkü, Mevlânâ’nın:

 

Ya olduğun gibi görün

Ya göründüğün gibi ol

 

sözünü aynen tekrarlarcasına, Yunus Emre’de:

 

Bugün yarın dimek ol hâle uymaz

Neyise zâhirin bâtınun oldur

 

…………………

…………………

 

…………………

…………………

 

Niye kim bakar isen ol yüzündür

Kime ne sanurisen kendi özündür

 

demektedir. Buradan da açıkça anlıyoruz ki, şahsiyet, insan benliğinin, Tanrı, diğer insanlar ve genel olarak çevresiyle olan, maddi ve manevi ilişkilerinde yansımayla ve bu yansımanın tekrar algılanmasından oluşan bir bilinç ve davranış bütünlüğüdür.

 

Yunus Emre’ye göre, benlik nasıl oluyorsa ve hangi tabiata sahipse, insan şahsiyeti de, temelde ona bağlı olarak oluşur; ancak şahsiyetin oluşumunda, benlik kadar olmasa da, dış dünya ve çevrenin de etkisi olduğundan, şahsiyet her zaman sadece benlik ve onun tabiatına uygun olarak oluşmayabilir.

 

O halde, dış dünyanın tesiriyle, benlikte ve dolayısıyla da şahsiyette ikilik ve bölünme ortaya çıkma olasılığı söz konusudur. Bunu için Yunus Emre, “insan olmada” önceliği şahsiyetten ziyade, benliğe veriyor; benlik, şahsiyetten daha önemli ve temeldir.

 

Her şeye devâ olduğu gibi, aşk, Yunus Emre’ye göre, şahsiyet bölünmesine de devâdır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, insanı, hem Tanrı’yla, hem de diğer insanlar ve doğayla ortak benlik oluşturabilecek tek nesne aşktır. İşte bu ortak benlikledir ki, insan şahsiyetindeki, gerek kendi kendisine, gerek Tanrı’ya ve gerekse topluma karşı şahsiyet bütünlüğünü korur.

 

Yunus Emre’nin yukarıda anılan şiirinin ikinci beytinden anlaşılacağı gibi bir insanın şahsiyeti kendisinin başkasında ne görmek, onun hakkında ne düşünmek ve onun için ne hissetmek istediği şeydir. Buradan, Yunus Emre’nin “Kişi kişinin aynasıdır” atasözümüzün anlamında tarifini bulan bir şahsiyet görüşü vardır.

 

Yunus Emre’ye göre şahsiyet bölünmesi insanın maddi ve manevi yaşantısının her safhasında olabilir. Şahsiyet bölünmesi insanın davranış ve hareketlerinde, duygu ve düşüncedeki zıtlıklar ve aykırılıklardır; yani insanın aynı bir şey veya durum karşısında, içiyle dışının ayrılığıdır. Başka bir ifadeyle, insanın iki zıt şeyi bir arada istemesi veya istememesidir. Yunus Emre, şahsiyet bölünmesini birçok şiirinde konu edinmiştir. Bunlardan birini örnek olarak burada aktaralım:

 

Âşık mıdur ol ma’şuk içün virmiye can

Âkil midür ol dünyeyile isteye anı

 

Âdem midür ol ömrüni kullukda geçürmez

Ârif midür ol anlamaya sûd-u ziyânı

 

Âlim midür ol ilmüne lâyık ameli yok

Câhil midür ol işka sata iki cihânı

 

Âbid midür ol işlemedi tâat-u ihlâs

Fâsık demenüz kendûzüni suçlu bileni

 

 

3. AŞK VE ÖZGÜRLÜK

 

Yunus’a göre, insanın aşk yoluyla kendi benliğini Tanrısal benlikle bütünleştirmesi, gerçek özgürlüktür; kölelik değildir. Çünkü her şeyden önce böyle bir seçimi başlangıçta insan kendi iradesiyle yapmaktadır. Herhangi bir varlık gibi, insanın var olması ve şöyle veya böyle bir varlığa sahip olması elinde olmasa da, varoluşunu, yani yaşamını, şöyle veya böyle bir şekilde seçmesi tamamen onun iradesindedir. Örneğin şu beyitte Yunus bunu şöyle dile getiriyor:

 

Ya sevgil dünya dutgil ya sevgil yol iletgıl

İki da’vi ma’ni bu yolda sığmaz dirler

 

Her seçme, aynı zamanda beraberinde bir sorumluluk getiriyor. Dolayısıyla seçme hürriyeti, sorumluluk demektir. Öyleyse varoluş sorumlulukla birlikte, hürce bir seçim yapmak demektir. Bu noktada Yunus Emre, gerek eski kelâmcılar ve gerekse bütün çağdaş varoluşçu (egzistansiyalist) ve şahsiyetçi (personalist) filozoflarla aynı görüşü paylaşmaktadır.

 

Fakat seçme hürriyetinin nasıl ve neye göre yapılması gerektiği konusuna gelince, Yunus’un onlardan bazılarıyla hem aynı görüşü paylaştığı, hem de paylaşmadığı noktalar vardır.

 

Örneğin başta J.P.Sartre olmak üzere ateist varoluşçular, seçmenin kendinin bizatihi yüce bir değer olduğunu savunurlar; belirli bir değer ve otoriteye veya kritere göre değil içten geldiği gibi yapıldığı ölçüde seçme, özgür bir seçimdir derler. Dolayısıyla insan seçimini ne önceden ne de sonradan justifiye etmek (doğrulamak) zorunda değildir. O halde insan seçimde duygularının esiri oluyor. Modern kadercilik diyebileceğimiz bu çeşit varoluşçulukla Yunus artık beraber değildir. Çünkü Yunus için, seçme işi bizatihi bir anlam ve değer değildir; seçme ancak iradeli bir şekilde ve bir ideal uğruna yapıldığı zaman değerlidir. Bu noktada Yunus diğerleriyle beraberliğini sürdürüyor, özellikle Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelâmcıları bir tarafta, Hıristiyan varoluşçular ve şahsiyetçeler diğer tarafta olmak üzere.

 

Şöyle ki, seçmede iradeye belirleyen işler Mu’tezile’nin dediği gibi akıl olsun, isterse ehl-i Sünnet kelâmcılarının ve Hıristiyan varoluşçularının dediği gibi vahy ve onun etrafında oluşan ahlâki değerler olsun, seçme iradeli bir iş olmalı Yunus’a göre. Yunus, gerek aklın gerekse naslara dayalı kuru adlî yorumların da ideal bireysel özgürlüğü sağlamada yetersiz olduğu görüşüyle özellikle kelâmcılardan da bu noktada ayrılır.

 

Ancak, Kierkegaard, Marcel ve Jaspers gibi Hıristiyan varoluşçu filozoflar ile bazı mutasavvıflarla hâlâ şu noktada beraberdir: Seçme, Tanrı ile kurulabilecek manevi bir iletişimle oluşacak bir iradeyle olmalıdır. İrade, yine insana birtakım sorumluluklar yüklediğinden, burada da mutlak özgürlük yoktur. Yine insan, kendisini, sorumluluk nedeniyle sonuçta, ya Allah’ın rahmetine, ya da onun gazabına bağlayacak. Dolayısıyla burada tam bir özgürlük yoktur ve Yunus için bu da yeterli değildir.

 

O halde Yunus, sorumluluk yüklemeyen bir özgürlük arıyor. Gerçek ve mutlak özgürlük, sorumlulukla beraber olmayan özgürlüktür. Çünkü sorumlulukla insan, ister ıstıraba duçar kalsın, ister mutluluk elde etsin, yüz yüze bağlanıp kalacağı şey, onlar olacaktır; sonuçta insan sorumluluklarına esir olacaktır.

 

Halbuki Yunus özgürlükten, bunlardan da öte bir şey anlamaktadır. Özgürlük, ne Tanrı’nın azabında ne de mükafatındadır; Tanrı’nın aşkındadır. Aşk yolu, ancak insanı Tanrı ile yüz yüze getirebilir. İşte bunun için Yunus’a göre aşkla Tanrı’yı bulmak gerçek ve mutlak özgürlüktür. Bu özgürlük, o derece bir özgürlüktür ki, hiçbir sorumluluk taşımadan Tanrı iradesiyle âlemlere hükmetmektedir:

 

Evvel kadim önden sona zevâli yok sultan benem

Yidi iklime hükm idüp diri dutan sultan benem

 

Ben bu yiri yaradıcak yir üstüne gök turıcak

Ulu deniz mevc urıcak Nûh’a tufan viren benem

 

Tur didüm göklere turdı gökler dolu karâr kıldı

Yüzbin dürlü âdem geldi getürüp gideren benem

 

Yûsuf’ıla çâka iken terâzûya altun uran

Kefesini basaduran Mısr’un issi sultan benem

 

Sûfiyile sufi olan sâfiyile hem sâf benem

Bel bağlayıp tâat iden ol kerîm ü rahmân benem

 

Kaf’dan Kaf’a hükm eyleyen divleri hükmüne koyan

Yile binüp seyran kılan bu mülke Süleyman benem

 

Yunus değül bunı diyen kudret dilidür söyleyen

Kâfir ola inanmayan evvel âhır olan benem

 

Başka bir yerde:

 

Benem sahib-kıran devram benümdür

Benem uş pehlevan meydan benümdür

 

…………………….

…………………….

 

…………………….

…………………….

 

Yunus’am ben Yunus işbu cihanda

Benem sultan kulı sultan benümdür

 

Ayrıca bu şiirlerden Yunus’a göre gerçek özgürlüğün, insanın Tanrı katındaki aslına dönmek, aslî benliğiyle Tanrısal benliği bütünleştirmek olduğunu da anlıyoruz. Hatta Yunus daha da ileri giderek özgürlük konusunda kimsenin cesaret etmediği şeyler söylüyor: Özgürlük en son safhada Tanrı’yı insan benliğine indirgemek, mutlak birliğe insan varlığında erişmektir ki, bu safhada ikilik ortadan kalktığından artık ne seçme hürriyeti ne de özgürlük söz konusudur.

 

Ben bende seyrideriken aceb sırra irdüm ahi

Birsiz dahı sizde görün dostu bende gördüm ahi

 

Bende bakdum bende gördüm kendimüle bir olanı

Süretüme can olanı kimdurur (ben) bildum ahi

 

İsteyüben bulamazam ol benisem ya ben kanı

Seçmedüm andan beni bir kezden ol oldum ahi

 

Sûret toprakdur diyen gönlüm kabûl itmez anı

Bu topnağın cevnerihi hazrete irgürdüm ahi

 

Münkir kişi tuymaz bunu dertlülerin sızlar canı

Ben ışk bağı bülbüliyem ol bağçeden geldüm ahi

 

Ma’şûk bizimledür sile ayru değül kıldan kıla

Irak sefer bizden kala dostı yakın buldum ahi

 

…………………….

…………………….

 

Mansûr idüm ben ezelde anun için geldüm bunda

Yak külümi savur göğe ben ene’l-Hakk oldum ahi

 

…………………….

…………………….

 

…………………….

…………………….

 

Nitekim ben beni buldum bu oldı kim Hakk’ı buldum

Korkum anı buluncadı korkudan kurtuldum ahi

 

Yunus kim öldürür seni viren alur gine canı

Bu canlara hükm ideni kim idüğin bildüm ahi

 

O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’un özgürlük anlayışı, aşkın rehberliğinde, insanın manevi gelişimine paralel olarak derece derece gelişen diyalektik (eytişimsel) bir özgürlük anlayışıdır. Başlayış safhalarında, bazı eski ve modern felsefî anlayışlarla bazı benzerlikler arz etse de, sonucu itibariyle tamamen Yunus’a has bir anlayıştır. Özgürlük dış dünyaya karşı bir tavır alma değil, insanın önce kendi iç dünyasını özgürleştirmeye yönelik daimi bir prensiptir.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:50 ve >

4. AŞK VE İMÂN

 

Yunus Emre’nin aşk felsefesinde, iman ve küfrün alışılagelmiş anlamlarından farklı bir anlamı vardır. Fakat Yunus bu iki kelimenin geleneksel anlamlarını da dışlamıyor. Yunus’un farklı yaklaşımları, hitap ettiği insanların farklı anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Önce Yunus’un geleneksel olarak bu kelimelere verdiği anlamları görelim.

 

Yunus’a göre iman ve küfür birbirine zıt iki kavramdır. Bunların deyim olarak anlamları, dinlerde belirlenmiştir. İman Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmedir; küfür ise, Allah’ın varlığını ve birliğini yalanlama veya inkar etmedir. Bunlar geleneksel olarak herkesin kabul ettiği ve yaptığı tanımlardır.

 

İman, sevgi ve akıl işidir; akıllı kimselerin işidir. Küfür ise, gazaplı, öfkeli ve nefsine uyanların işidir:

 

Boşu (gazab) kimdeyse imânı gider

İman gerek ise varını gider

 

Boşu gelincegiz imân ne olur

Oda düşer yanar ye can ne olur

 

Boşu işi heman küfr ü dalâldür

Neûzü billâh ol aykruksı hâldür

 

 

Kanı bana sabr u kanar senün sözünü dinleyen

Kanı bana akl u bilü tuyubanı seni sevem

 

O halde Yunus’a göre imân, esasında sevgidir ve sevmektir. Küfür ise sevgisizliktir. Kim ne severse, imânı odur. Kim ne sevmezse, sultanı (otoritesi) odur. Bu anlamda imân ve küfür, dolayısıyla bağlanma demektir:

 

Neyi sever isen imânın odur

Nice sevmeyesin sultânın odur

 

Fakat Yunus Emre imân ve küfre daha başka bir gözle de bakmaktadır, özellikle dervişlikle aşk yolunda olanlar açısından.

 

Önce Yunus, aşk yoluna girecek kimsenin dinde anlatıldığı şekilde sağlam bir imânı ve ahlâkı olması gerektiğine inanır:

 

Evvel bize vâcip budur eyü hulk u amel gerek

İslâm adı konıcağaz yoldaşumuz imân gerek

 

Çünkü imân, insana eksik olduğunu öğretir ve onu arayışa sürükler. Halbuki küfür, insanın kendisini yetkin görmesinden doğar ve gözünü gerçeklere kapamasına neden olur:

 

Yunus eğer âşıksan varlığun değşür yoklığa

İman kuşağın berk kuşan di hep eksüklik bendedür

 

Sağlam bir imânla aşka yoluna girene daha başka hiçbir şey gerekmez. Aşk ve gönül varlık denizinde onu yüzdürmeye yeter.

 

Işk imandur bize gönül cemâat

Dost yûzi kıbledür dâimdür salât

 

Zaten aşksız bir din ve imânın da anlamı yoktur:

 

Bu cümle âlem sevdüğü şu din ile imândurur

Vallahi ışksuz gerekmez şol d^nişile îmanı

 

Aşkın rehberliğinde Tanrı’yla yüz yüze gelen âşık için, ikilik ortadan kalkar; yerini birlik alır; her şeyi Tanrı ile “Bir” görür:

 

Derviş olan kişiler aceb nice dirile

Yol takazası budur bir ola her birile

 

İkilik eyleme hiç yalan söylemele

Âlem bulanurısa bulanmadın turıla

 

İkiliği terk itgil birlik makâmını dutgıl

Canlar canın bulasın işbu dirlik içinde

 

Yunus Emre’nin her şeyde ve her şeyle Tanrı’yı birlemesi, ki biz buna ontolojik tevhid (varlıksal birleme) adını verebiliriz, Mevlânâ ve İbn Arabi gibi Vahdet-i Vucûd’un mutasavvıflarında da vardır. Böyle bir imânın yanında artık küfür ve şirkin manası kalmıyor:

 

Dost yüzin göricek şirk yağmalandı

Anınçün kapuda kaldu şeriat

 

Çünkü kafirlerin ve müşriklerin taptıkları şeyler de, onlara göre Tanrı’dan olduğu ve Tanrı’nın gölgeleri olduğu için, Tanrısallığa katılmış oluyor. Tanrı yerine, Tanrı’dan bir şeye tapınma da dolayısıyla, tapınmaya gereksinmeden dolayı bir çeşit imân oluyor. Velev ki bu, bizzat ve doğrudan Tanrı’nın kendisine tapma kadar mükemmel olmasa bile. Böylece imân ile küfür arasında pek fazla bir fark kalmamış oluyor.

 

Fakat Yunus, Mevlânâ ve İbn Arabî’den de daha ileri giderek, asıl imân küfürdür diyor. Bu küfür, imândan sonra aşk ile gelen küfürdür; yoksa cahillerin ve imansızların küfrü değildir; âşıkların küfrüdür; imân içerisindeki küfürdür.

 

Senin ışkun beni benden alupdur

Ne şirin derd dermandan içeri

 

…………………..

…………………..

 

…………………..

…………………..

 

Unutdum din diyânet kaldı benden

Bu ne mezhebdurur dinden içeri

 

Dinûn terk idenün küfürdür işi

Bu ne kûfürdür imândan içeri

 

Geçeriken Yunus şeş oldı dosta

Ki kaldı kapuda andan içeri

 

İmanla insan o dereceye yükseliyor ki, artık her şeyde Tanrı’yı görüyor. Böylece gerçek tevhide ulaşıyor. Ancak insan, son mısrada da ifade edildiği gibi, aşkın verdiği sarhoşlukla Tanrısallaşmak istiyor; fakat bu kapıdan geçmek olmadığından, Tanrı ile insan arasında yine bir ayrılık kalıyor ki, bu imân içinde bir ikilik ve küfür demektir. Yunus için küfür, bu bakımdan imândan da öte bir hâl oluyor. Yani imân da neticede Tanrı’yı insandan gizleyen bir perde oluyor. Gerçek âşıklara böylece küfür, imân olmuş oluyor:

 

Küfrile imân dahi hicâbımış bu yolda

Safâdaşlık küfrile imânı yağmaya virdük

 

İşte bu yüzden Yunus asıl imânı küfür görüyor. Cahillerin ve imânsız olarak küfredenlerin küfrü, o halde Yunus’a göre, yalancı küfürdür. Hakiki küfür imân içerisinde ve imândan sonra gelen küfürdür ki, biz buna ontolojik küfür (varlıksal küfür) diye adlandırabiliriz. Bu da, bizce Yunus’un çok ince bir yaratıcı düşüncesidir. Bunun için de Yunus bizden kendisini ayıplamamamızı istiyor:

 

Işkdan haber bilenlerün ışk derdiyle tolanlarun

Küfri imân olanların ayıblaman güldüğini

 

Diğer taraftan imânın elde ediliş yollarına göre Yunus imânda dereceler kabul eder. Ona göre imânın üç çeşidi ve derecesi vardır:

 

1. İlm el- Yakîn İman: Bu imanın en alt derecesidir. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır.

 

2. Ayn el- Yakîn İman: Bu orta derecede imandır. Kalp gözüyle elde edilir. Yeri kalptir.

 

3. Hakk el- Yakîn İmân: İmanın en yüksek derecesi, bu tür imândır. Ruh kuvveleriyle elde edilir ve yeri rûhtur.

 

Yunus’a göre, bunlardan binircisi, normal insan ve âlimlerin imânıdır. İkincisi genel olarak dervişlerin imânıdır. Üçüncüsü ise, gerçek âşıkların imânıdır.

 

5. AŞK VE İBADET

 

İbadetler başıdur terk-i dünya

Eğer mü’minsen ona inanasın

 

diyen Yunus Emre, ibâdeti dünyadan uzaklaşma, dünyalık şeyleri terk etme anlamına alıyor. Çünkü dünyalık şeylere dalan, Tanrı’yı anmaya vakit bulamaz. Halbuki Yunus için ibadetin hem şeklinde hem de özünde Tanrı’yı hatırlamak ve anmak vardır:

 

Niyâz için buyurdu Hakk namâzı

Niyâydan vay sana gâfil olasın

 

Gerçekten öyle insanlar vardır ki, ibadetlerinde gâfildirler; ibadet yaparken bile dünyayı ve dünyalık şeyleri düşünürler.

 

Yunus’a göre, işte bu yüzden gerçekten Müslüman’ım diyen kişinin Tanrı’nın dinde emir ve yasak ettikleri şeyleri tutması ve gereği gibi ibadet yapması gerekir:

 

Dimesün kim, Müslümanım Çalab emrine fermanım

Tutmazısa Hakk sözüni fayda yoktur dinden ona

 

Fakat, ibadetlerin manevi hikmetlerini anlamayarak kuru kuruya Tanrı’ya ibadet edenlerin ibadetlerinin de pek değersiz olduğu görüşündedir. Yunus, ibadetten kasıt ilk önce doğruluktur der:

 

Abdestimuz namazımuz doğruluktur tâatımuz

Işka bağladuk safımuz safımuzdan kim ayıra

 

Doğru dürüst ve manasına uygun olarak yapılan ibadetler de insanda sevgi doğurur ve Yunus’a göre ibadetlerin asıl manası budur:

 

Derildi bişümüz vakte geldi

Beşi bir eyleyip kim kıla tâat

 

Biz kimse dinine hilâf dimezüz

Din tamâm olıcak toğar munabbet

 

Eğer ibadet, Yunus’a göre, insanda gerek Tanrı ve gerekse başka insanlar için dostluk ve muhabbet doğurmuyorsa, ibadet değildir:

 

Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca

Hepisünden eyice bir gönüle girmekdür

 

 

Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül

Yetmişiki millet dahı elin yüzün yumaz değül

 

Diğer taraftan insan ibadeti, ibadet aşkıyla değil de sırf şeklen ve birtakım istekler uğruna yaparsa, Yunus’a göre ibadeti ne ona dünya ve ahiret güvencesi olabilir, ne de onu Tanrı’ya götürür. İbâdet, Tanrı’yı tanımak ve bilmektir:

 

Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime

Eri Hakk bilmezisen abes yire yilmekdür

 

Rükû’sücûda kalma amelüne tayanma

İlm ü amel gark olur nâz u niyâz içinde

 

İbadet aşk ile yapıldığı zaman gerçek ibadettir:

 

Miskin Yunus zehr-i katil ışk elinde tiryak olur

İlm ü amel zühd ü tâat bes ışksuz halâl olmaya

 

O halde, mademki Yunus’a göre ibadetin aslı ve amacı insanı Tanrı aşkına götürmeden ibaretse böyle bir aşka eren kimse her an ibadet içersindedir:

 

Işk imâmdur bize gönül cemâat

Dost yüzi kıbledür dâimdir salât

 

Dost yüzüne dönerek ilâhi aşkla gönül câmisinde kılınan namaz, Yunuz için şekli namaz ve ibâdetlerden kat kat üstündür. Aşk ibâdetinin yanında onların değeri yoktur:

 

Zühd ü tâat usuûl-i din ışk haddinden taşra durur

Nispet değildurur bana secde vü rükû’u kıyam

 

Hatta Yunus, aşk şarabıyla kendinden geçen âşıkların bedenleriyle ibadet yapmalarına gereksinim duymayacaklarını da söylüyor:

 

Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hâcet

Âşık kişi harâp olur âşık bilmez din diyânet

 

Âşıklarun gönli gözi ma’şuk diye gitmiş olur

Ayruh sûrete ne kalur kim kalısar zühd ü tâat

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:55 ve >

 

Çünkü son beyitte de belirtildiği üzere, âşık o sarhoşluk anında bedeninde değildir; boş bedenin ibadete ihtiyacı olmayacaktır. Zaten Yunus’a göre ibadetlere takılıp kalmak, Tanrı’ya aşkla vasıl olmaya perde gibidir:

 

Oruç namas gusl ü hacc hicâbdur âşıklara

Âşık andan münezzeh hâlis heves içinde

 

İşte bu yüzden aşk, âşık için din ve ibadetin tâ kendisi oluyor:

 

İy âşıklar iy âşıklar ışk mezhep ü dindür bana

Gördi andan dost yüzini yas kamu düğündür bana

 

Tanrı’nın varlığıyla var olan böyle bir âşık için, bir de tekrar bedeniyle şekli ibadetleri yapmak sanki bir eziyet gibidir:

 

Oruç namâz zekât hacc cürm ü cinâyetdurur

Fakir bundan azadur hâss-ı havâs içinde

 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yunus bu sözleriyle şekli ibadetlerin tamamen gereksiz olduğunu söylemek istemez; çünkü o açıkça insanları bu tür ibadetleri de yapmaya davet etmektedir:

 

Sana derem iy velî dur irte namazına

Eğer değülsen ölü dur irte namazına

 

Ezan okur müezzin çağırır Allah adına

Yıkma dinün bünyadan dur irte namazına

 

Ağar pervaza kuşlar tesbih okur ağaçlar

Himmet alın kardaşlar dur irte namazına

 

Namazı kıl zikr ile elün getür şükr ile

Öleceğün fikr ile dur irte namazına

 

Namaz kıl yarağ olsun ahretde gerek olsun

Sinünde çirağ olsun dur irte namazına

 

Namaz kıl imâm ile yatmagıl güman ile

Gidesin imân ile dur irte namazına

 

Çıka gide can dahı şöyle kala ten dahı

Derviş Yunus sen dahı dur irte namazına

 

Aynı şeyi şu şiirinde de yapmaktadır:

 

İşik sözümi iy gafil tanla seher vaktında dur

Öyle buyurmuş ol Kâmil tanla seher vaktında dur

 

İşit sözüni yâ velî eğer degül isen deli

Öyle buyurmuş ol Ulu tanla seher vaktında dur

 

İşit ki gör ne dir horuz tanla virür Hakk size rûz

Dost dergâhına dutgıl yüz tanla seher vaktında dur

 

Sonuç olarak, Yunus’un sözlerinde bir çelişki yoktur. Herkes dinin emrettiği şekilde ibadet yapmakla mükelleftir. Ancak Yunus’a göre, ibadet rûhuna ve amacına uygun yapıldığı zaman gerçek ibadettir. Tanrı aşkıyla sarhoş olan gerçek ibadeti dost mihrabında yaptığından şekli ibadetlerini yerine getirememesi de kınanacak bir şey olmamalıdır. Çünkü bu hâlde can bedende olmadığından, hiçbir şart ve yükümlülük yoktur:

 

Şart u farz olmaz anda canı ışkda kalanda

Cevabsuz dil söylenür nice bilsün düş sanan

 

6. AŞK VE AKIL

 

Yunus Emre’nin akıl konusundaki görüşleri birçok mutasavvıfın görüşlerine benzemektedir. Onlar gibi Yunus’ta da biri müspet diğeri menfi iki farklı tutum vardır ki, bunlarla onun ne tamamen rasyonalistliğine (akılcı), ne de tamamen irrasyonalistliğine hükmedilebilir.

 

Önce aklı tanımlamaya çalışalım: Yunus’ta akıl Tanrı’nın insana verdiği bilme ve kendisini idare etme gücüdür. Yunus üç çeşit akıldan, daha doğrusu aklın üç işlevinden bahsetmektedir:

 

1. Akl-ı Maâş: Dünya ve dünyalık işlerin tertip ve yönetimini sağlayan akıldır. Bu akılı Yunus bazen akl-ı cüzi olarak da adlandırmaktadır.

 

2. Akl-ı Maâd: Ahiret ve ölüm ötesi şeylerin bilgisini elde etmeye yarayan akıldır.

 

3. Akl-ı Küll: Allah’ı bilmeyi sağlayan akıldır.

 

Yunus emer, ona yüklediği işlevlerden de anlaşılacağı üzere, akla oldukça değer vermektedir. Ancak akıl sayesindedir ki, insan dünya ve ahiret işleriyle, tabiat ve Tanrı hakkında ilk ve temel bilgileri elde edebilir. İyi ve kötüyü, güzel ve çirkini biz akıl vasıtasıyla ayırabiliriz.

 

Akıl, dünya işlerinde yol gösterici, eğitici ve sonuçta insana saâdet verici bir nesnedir:

 

Yüri imdi medet isde akıldan

Esir olmuş kişisin niçe yıldan

 

Akl adl ıssı bir ulu kişidür

Medet itmek sana anun işidür

 

Bu yükten seni ol kurtarısar bil

Saâdet yoldasın oldı ay-ı yıl

 

Gelür akl önine şermende olmuş

Ki kaygu yaşıyla gözi tolmuş

 

 

Eser devlet gerekse akla danış

Mürebbisüz ileri varmaya iş

 

Akıl, Tanrı’yı bilmeye yarayan ve Tanrı’dan gelen şeyleri anlamaya yarayan nesnedir.

 

İryan ola ama Hakk’dan yana yol

Gelüp akl önine yüz yine urdı

 

Eser itmişdi ana buhlın adı

Çü agaz itti kim sözini diye

Kulak dutdı akl ol keleciye

 

 

Akıl bir kişüdür Allah’a bakar

Uyarsan akla uy ol buhlı yakar

 

Akıl aydur gele bir gün gözün aç

Sahâvet kandayısa ol yana kaç

 

Ayrıca akıl, iyi ve güzeli, ahlâken kötü ve çirkin şeyleri de bize belirleyen bir nesnedir:

 

Sana âkıl dime seni unutdın

Ne ise kîn-ü gıybet anı dutdın

 

 

Akıl şâhenşahından çâre diler

Kamu vasfı vü arz-ı hâli oldı

 

Akıl ne didise göz yumdı kaldı

İşi toğruluğa buyurdı akıl

 

O halde Yunus Emre, özellikle insanın dünya işlerinde ve Tanrı’nın soyut bir biçimde kavramsal seviyede bilinmesinde akla önemli bir yer veriyor. Bu, Yunus’un aklı müspet yönden değerlendirişidir ve rasyonalist (akılcı) bir tavır takınışıdır.

 

Fakat öte yandan Yunus Emre, özellikle insanın Tanrı’yı kendi iç dünyasında somut ve yaşanan bir gerçek olarak bilmek ve kâinattaki Tanrısal sırrı çözmek istediği zaman aklın yetmezliğini savunmaktadır. Bunun akıl yolu değil, aşk ve zevk yolu olduğunu söylüyor:

 

Ol benem dirse revâ benliğin bilse hatâ

Terk eyleyüben rızâ akl koyup ışka uyan

 

 

Her gelen oldur giden ol görinen oldur gören ol

Ulvî vü süflî cümleten oldur gör bana görünen

 

Yunus bu sır hak-durur bu dille gelmek yok-durur

Bilmesi bunu zevk-durur akl-ıla fehl irmez ana

 

 

Işk benliğüm iletdi akıl dört yana gitdi

Yunus’a yüki yitdi bilmeyene az gelür

 

Zaten Yunus’a göre Tanrı’yı gerçekten sevmek ve ona âşık olmak akıl işi değildir:

 

Seni sevenlerün ola mı aklı

Bir dem usluyısa her dem delidür

 

Bu yönüyle de Yunus Emer, akıla karşı olumsuz bir tavır sergiliyor. Aşkı, akıldan üstün tutuyor. Bu, Yunus’un, irrasyonalizmidir.

 

Fakat Yunus’ta bunların da ötesinde bir ilginç yön vardır. Bu da, sonuçta Yunus Emre’nin irrasyonalizminden tekrar rasyonalizme dönmesidir. Çünkü Yunus, irrastyonalistliği rasyonalist bir temele de oturtmak istiyor. Şöyle ki, irrasyonalist şeyler düşünen ve işler yapan insanı, akıl yolundan uzaklaştırıp aşk yoluna iten şey Yunus’a göre yine akıldır. Dolayısıyla sonuçta akıl, aşka tamamen zıt olan bir şey değil, ona yardım eden bir nesnedir:

 

Oğlan iken sultan kopar kim elin kim yüzin öper

Akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül

 

 

Can neye ulaşırusa akıl da ana hare olur

Gönül neyi severise dil anı şerh itse gerek

 

Akıl-aşk işbirliğini Yunus şu şiirinde en güzel biçimde dile getiriyor:

 

İşbu vûcûd bir kal’adur akıl içinde sultanı

İşbu gönül bir hazinedür işle tutmış bekler anı

 

Nazar üzre dil kapucı cümlesi akla tapucı

Akıldur işler yapucı eyler cümle avadanı

 

Akıl başdan iş biturur nazar gözden bakar görür

Akıl gönül içre turur ol üç hassa besler anı

 

Akıl taht eyledi başı şöyle bilür her bir işi

Dünya içre âkil kişi kimseye değmez ziyânı

 

Başdur bu vücûdun şahı başdur aklun tankgâhı

Katı buşmagıl nigâhı buşudur aklun düşmânı

 

Eğer akla buşarısan başun nefse koşarısan

Nefs hâline düşerisen ol başdağı akıl kanı

 

Akl gitdi buşu geldi akıl evin buşu aldı

İmdi sultan buşu oldı göze göstermez cihânı

 

O halde görüyoruz ki, Yunus’a göre, insanın işlerinde akıl, aşkı ve aşk, akılı karşılıklı kontrol etmektedir. Aşksız akıl nefsanî ve ahlâken kötü şeylere de meyledebiliyor; bundan onu, ancak aşk alıkoyabiliyor. Aynı şekilde akılsız aşk insana yolunu şaşırtarak boş kuruntulara ve batıl inançlara onu sürükleyebilir. Aşkı buradan alıkoyan şey, aklın aşka hakemliğidir. Yunus bize sonuç olarak aşk ve akıl konusunda orta bir yol öneriyor.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:62 ve >

 

7. AŞK VE İLİM

 

Yunus Emre için, ilim ve bilgi her şeyden önce okumaktır. Okumak iki çeşittir: Ya mektep ve medresede hocadan,kağıt ve mürekkepten oluşan kitaptan olur ya da gönül mektebinde aşk kitabından olur. Yunus’a göre bunların her ikisi de gerekli; fakat onun gözünde her ikisi aynı değerde değildir. Mektep ve hocadan okumakla elde edilen ilme, Yunus “İlim” dediği halde, aşk kitabından okumakla elde edilen ilme, “Hikmet” veya “Ma’rifet” demektedir. O halde Yunus Emre, ilmi öğrenme şekline göre ikiye ayırmış oluyor: İlim ve Ma’rifet.

 

İlim

 

Yunus Emre’ye göre ilim, insanın duyu organları ve aklı ile elde ettiği nazari (teorik) bilgidir. Dolayısıyla ilim, akli ve ampirik bilgi demektir. Bu ilim, insanın dünya ve ahiret işlerini düzene koymayı amaçlar. İnsan onunla eşyanın ancak görüntüsel (zahiri) yönünü anlayabilir. Yunus Emre ilmin dünya sevgisine yaradığını söylerken bu konuları dile getirmektedir:

 

Benüm gibi mücrim kul bir dahı isteye bul

Dilümde ilm ü usûl dileğim dünya sever

 

 

İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur

Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür

 

Eşyanın sadece görüntüsünü konu alan bu ilme, zahiri ilim de denir ki, bunu din âlimleri ve filozoflar temsil ederler.

 

Ma’rifet

 

Yunus Emre’ye göre ilim, insanı eşyanın içerisine, yani onun görünmeyen hakikatine götürmez. Yunus şöyle der:

 

Hakikatün ma’nîsin şerhile bilmediler

Erenler bu dirliği riyâ dirilmediler

 

Hakikat bir denizdür şeriat anun gemisi

Çoklar gemiden çıkıp denize tamladılar

 

Bunlar geldi kapuya şeriat tutdı turur

İçeri girükeni ne varın bilmediler

 

Dört kitâbı şerhiden âsıdur hakikatde

Zîre tefsir okuyup ma’nisin bilmediler

 

Görüldüğü gibi, eşyanın görüntüsüyle uğraşanlar, dinin şeriat denen kuramsal kaide ve yöntemleriyle uğraşanlar, sadece ilmi dar kalıplara sığdıranlardır. Halbuki Yunus’a göre ilim bir gemi ise, hakikat bir deniz gibidir. Hakikati görmek için, gemiden çıkmak gerekiyor; meselelere daha geniş görüş açısından bakmak gerekiyor.

 

Aksi takdirde, ilim insanın gözünü perdeleyerek, hakikati görmeye engel teşkil eder. Bu engel de, ancak aşk kitabından okumakla aşılabilir:

 

 

İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur

Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür

 

Yunus’a göre aşk kitabının öğrettiği ilim, gerçek ilimdir; yani ma’rifettir. Aşk yoluna giren kimse, ma’rifeti doğrudan doğruya “Tanrı”dan aşk medresesinde öğrenir:

 

Biz tâlib-i ilmlerüz ışk kitâbın okuruz

Çalab müderris bize ışk hod medresesidür

 

 

Dervişin kulağı sak Hakk’dan işidür sabak

Deprenmedin dil dudak sözi işiden gelsün

 

Ma’rifet iç gözümüzü açarak bize eşyanın gerçek yüzünü doğrudan doğruya gösterir. İnsan ne kadar çok kitaplar okusa da, buna bu yolla erişemez:

 

İy çok kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak

Tâ bilesin sırrı ayan gel aşkdan okı bir sebak

 

Yunus Emre’ye göre, insanın Tanrı ve eşyanın hakikatini bilebilmesi için, her şeyden önce kendisi bilmesi gerekiyor. Bundan dolayı Yunus, insanın hakikatini öğretmeyen ilme, ilim demiyor. İlim, insanın kendini bilmesidir. İnsan kendi hakikatini bilmiyorsa, hiçbir şeyi hakkıyla bilemez. O halde eşyanın ve Tanrı’nın bilinmesi, insanın bilinmesine bağlıdır. Ma’rifetin esas anlamı budur:

 

İlm okumaktan gerek kendüzini bilmekdür

Kendüzini bilmezsen bir hayvandan betersin

 

 

İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin bu nice okumakdur

 

İnsan ancak kendini bildiği zaman Tanrı’yı bilebilir. Tanrı’nın bilinmesi, insanın bilinmesinden geçer. O halde ilmin sonucu, Tanrı’yı bilmekdir:

 

Okumakdan ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmekdür

Çün okudum bilmezsin ha bir kuru ekmekdür

 

Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime

Eri hakk bilmezisen abes yire yilmekdür

 

Ma’rifet, kendi denizine düşenin aklını başından alarak sarhoş eden şeydir:

 

Didüm Yunus delü olmuş ma’rifet bahrine talmış

Ol denizde gevher bulmış alsam gerek şimden girü

 

Bu hali, aşk ve ma’rifete dalmayanlar anlayamaz ve anlatamaz; çünkü aşk, ilim ve amele sığmayan bir nesnedir:

 

Havf u recâ gelmez anda varlık yoklık bırağana

İlm ü amel sığmaz anda ne rerâzu var ne sırat

 

 

Bu bir acâyib hâldür bu hâle kimse irmez

Âlimler da’vi kılur veli değme göz görmez

 

İlm ile hikmeti ile kimse irmez bu sırra

Bu bir acâyib sırdur ilme kitaba sığmaz

 

Âlem ilmin okuyan dört mezhep sırrın tuyan

Âciz kaldı bu yolda bu ışka el uramaz

 

Bizce Yunus Emre’nin buraya kadar söylediklerinde bir yenilik yoktur. Onun sözleri, Hz. Peygamber’e atfedilen: “Kendini bilen Rabbini bilir” anlamındaki bir hadisin yorumudur. Bu hadisi yorumlayan birçok mutasavvıf da benzer şeyler söylemiştir.

 

Yunus Emre’nin bu konudaki asıl yeniliği, aşk ve ma’rifetin ahlâkla ilgisini kurmuş olmasıdır. Yunus’a göre, kötü ahlâk insanın ilme ve aşka ulaşmasına engel olduğu gibi, iyi ahlâk tam tersine insanın ilme ve aşka yönelmesine neden olmaktadır. Yunus bunu şiirlerinde bize şöyle belirtiyor:

 

Yunus sözinde yalan görmedi münkir olan

Ömrin zulmete salan ma’rifet yoksulıdur

 

 

Şeyh u dânışmend ü fakı gönül yapan bulur Hakk’ı

Sen bir gönül yıkdunisa gerekse var yüz yıl okı

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:67 ve >

8. AŞK VE KADER

 

Levh üzere kimdür yazar azduran kim kimdür azan

Bu işleri kimdür düzen bu suâle cevâb nedür

 

derken, Yunus Emre’nin kader ve kaza inancını sorguladığını anlıyoruz.

 

Bu işleri sen bilürsin sen virürsün sen alırsın

Ne kim kıldum çün bilürsin ya bu soru hisâb nedür

 

 

Senündür arş u kürsi levh u kalem

Döner çerh yer turur hoş hikmetün var

 

sözlerinde de, Yunus Emre’nin ne tür bir kader ve kaza inancına sahip olduğu da açıkça anlaşılıyor.

 

Yunus’un kader inancı, ne kişinin sorumluluğunu ve özgürlüğünü ortadan kaldıran, ne de insanı yaratıcının yerine koyan bir kader inancıdır. Yani Yunus Emre, ne Cebriyeci* ve deterministtir*, ne de insanın kendi yaptığı şeylere zorunlu olarak hapsolup kalmasıdır.

 

Yunus Emre’ye göre, her şeyi ve her fiili prensip olarak Tanrı yaratmaktadır ve bu anlamda o her şeyi önceden bilmektedir. Fakat Tanrı’nın her şeyi önceden bilmesi demek, onun belirli kimseler için belirli şeyleri önceden tayin etmesi demek değildir. Bunu daha açık bir şekilde söylemek istersek, şöyle diyebiliriz: Tanrı bir kimsenin hangi fiil veya davranışta bulunacağını önceden bilir; fakat bu, Tanrı’nın o kimseyi, o fiili veya davranışı yapmasına zorunlu olarak sürüklemesi değildir. Tanrı o kimsenin o fiili yapacağını önceden bilebildiğinden, onun o fiilini önceden bilir. Çünkü, daha önce özgürlük bahsinde de belirttiğimiz gibi, Yunus insanın seçme hürriyetine sahip olduğunu kabul etmektedir. O halde, Yunus’a göre kader, Tanrı’nın yarattığı fiiller ve davranışlar arasından insanın kendi iradesiyle seçim yapması demektir. Bundan dolayı da, insana sorumluluk doğmaktadır. İyi davranışları için mükafat, kötü davranışları için ceza vardır.

 

Buraya kadar, kader konusunda Yunus Emre genel olarak Eşariler* ve Maturidiler* gibi düşünmektedir. Fakat Yunus Emre’nin bu konuda onlarda olmayan yeni görüşleri de vardır.

 

Yunus Emre, sadece insan fiillerini ve davranışlarını, allah’ın onlara ahirette takdir edeceği sevap veya cezaya yönelik bir sebep-sonuç ilişkisi açısından da düşünüyor. Böyle olunca, Yunus’a göre, bir kimse bir fiili seçerken, o fiili seçmedeki nedeni önceden bildiği halde, aynı fiilin ne gibi neticeler doğuracağını önceden kesin olarak her zaman bilemez. Bunu, Yunus’a göre, geçmiş ve geleceği zamana bağlı olmadan bilici olan sadece Tanrı bilebilir. İşte bunun için kader, bir yönüyle insan tarafından bilinirken, diğer yönüyle, yani netice yönüyle, önceden onun tarafından bilinemiyor.

 

Bu nedenle, Yunus insanın kaderi konusunda yine de Tanrı’ya sığınmasının iyi olacağı görüşünü taşımaktadır.

 

O şöyle der:

 

Rahimdurur senün adun rahimliğün bana didün

Mürşidlerün muştıladı Lâ taknetü hitâb nedür

 

O halde Yunus’a göre kader, insanın kendine düşeni yaptıktan sonra neticeyi Tanrı’dan ümit etmesi ve beklemesidir. Kader, insanın hazırlıklarını önceden yaptıktan sonra, Tanrı’dan gelecek şeylere bu dünyada ve gelecekte katlanmasıdır:

 

Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler

Yolda turalım kâim Allah görelüm neyler

 

Allah diyü kıl zârı oldur kamunun varı

Andan umalum yâri Allah görelim neyler

 

Çıkarmayalum dilden ayrılmayalum tenden

Ta azmayalum yoldan Allah görelüm neyler

 

Açlık sonı tokdıdur toklık sonı yoklıkdur

Bu yollar korkulıkdur Allah görelim neyler

 

Sen sanmadugun yirde şâyet açıla perde

Dermân irişe derde Allah görelüm neyler

 

Gündüz olalum sâim gice olalum kâim

Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler

 

Adı sanı dillerde sevgüsi gönüllerde

Şol korkulu yollarda Allah görelüm neyler

 

Her dem talalum bahre aldanmayalum dehre

Sabreyleyelüm kahre Allah görelüm neyler

 

Yunus, insanın kaderinin bilinmeyen yönüne aşk yoluyla Tanrı’yı ortak etmesi gerektiğini vurgular. Yunus için bu, hem tevhid inancının bir neticesi olarak, hem de insanın dünyada mutluluğa kavuşması olarak zorunludur:

 

Senünle dirliğüm senden ırılmaz

Hayat senünledür sensüz dirilmez

 

Benüm münâcâtum senden yanadur

Sana varan yolum sensüz varılmaz

 

Sensin gözlerüm içre bile bakan

Sen bile bakmasan yolum görilmez

 

Senden ayru ben seni kanda bulam

Sensüz bu hak nefes ümrüm sürilmez

 

…………………………

…………………………

 

Varlığum sendedür beni bir âletven

Sun’ıssı sunmasa âlet kırılmaz

 

Âlet ü harekât cümlesi senden

Anunçün işine kimse kırılmaz

 

………………………..

………………………..

 

Bu behven didüğüm eger ben isem

Hiçün bu benliğe elüm irilmez

 

………………………..

………………………..

 

Yunus bu tevhide garlı oldı kaldı

Girü gelmekliğe aklı dirilmez

 

Çünkü Yunus’a göre, insan kendi fiillerinin ve davranışlarının sonucu kötülüğe, sıkıntıya, eziyete ve diğer olumsuz duygulara dûcar olsa bile, o fiillerinden dolayı Tanrı’nın onu takdir ettiğini bilmekle gönül ferahlığına kavuşacaktır. Aşk yoluyla kaderini Tanrı’ya havale eden insan artık kader nedir diye sormaz:

 

Gönül içerü dostıla ben kapuda feryâd ü zar

Bin yıl zâri kılurısam işbu nedür diyü sormaz

 

Sormadığı gibi, her şeyi zıddıyla anlamdaş görür hale gelir: Tasalar, neşe; elemler, sevinç; korkular, sakinlik; acılar, tatlı olur; gam ve keder ortadan kalkar. Çünkü insan ilâhi aşkla başına gelecekleri önceden göğüslemeyi öğrenebiliyor. Zaten dünyaya gelmek kötü bir kaderdir, zira bunda insanın hürriyeti ve seçeneği yoktur. Ne var ki, bu, insanın Tanrı’ya yaklaşmasıyla iyi kadere değiştirilebilmektedir. Tnrı’dan uzak kalmak ise, asıl kötü kaderdir:

 

Ger şehd ü şeker yirisem sensüz ağudrur cânıma

Çün cânumun sensin dadı kanda bulam senden yiğrek

 

O halde sonuç olarak Yunus emre’ye göre, aşkın kader inancını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Daha doğrusu aşkla gizlilikler ortadan kalkmakta, dolayısıyla kader sır olmaktan çıkmaktadır.

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:71 ve >

 

9. AŞK VE ÖLÜM

 

Doğmak, ölmek demektir.; insan doğumla dünyaya adımını atar atmaz, ölümün pençesine düşmektedir. Hatta doğumla ölümü aynı anda tadıp yaşama zevkine bile eremeyenler vardır. İşte bu gerçek, insanları korkutmuş ve ürkütmüştür. Çok eski tarihlerden beri, insanlar ölüm hakkında düşünmüşlerdir; onun sırrını çözmeye çalışmışlardır. Ölümden o kadar korkanlar olmuş ki, bu duygu onları psikolojik olarak hasta etmiştir. Bu sebeple birçok âlim ve filozof, ölüm korkusunun nasıl yenileceğine ve ondan nasıl kutulanacağına dair eserler yazmıştır.

 

Yunus Emre’nin düşüncesinde de ölüm çokça üzerinde durulan bir konudur. Ölüm çeşitli açılardan ele alınarak işlenmiştir.

 

Yunus’a göre, bir maddi ölüm vardır ki, bu rûhun cesetten ayrılmasından ibarettir. İnsanlarda korku yaratan ölüm bu çeşit ölümdür. Çünkü, insanlar bağlandıkları bu dünyadan ayrılmak istemezler ve ne olacakları önceden belli olmayan başka bir dünyaya gitmek istemezler. Ölüm ve ötesinin kesin olarak bilinmemesi, insanlara korku hissi vermektedir. Yunus bunu şöyle dile getiriyor:

 

Hiç bilmezem kezek kimün aramuzda gezer ölüm

Halkı bostan idinmişdür diledüğin üzer ölüm

 

Bir nicenün bilin büker bir nicenün mülkin yıkar

Bir nicenün yaşın döker var gücini üzer ölüm

 

Birinin alur kardaşın revan döker gözi yaşın

Hiç onarmaz bağrı başın habersüzin gelür ölüm

 

Yiğidi koca olunca komaz kendüyi bilince

Birini koyup gülince gözlerini süzer ölüm

 

Kanı anun sevdük yarı kıl tâatun arı yüri

Miskin Yunus neye durur ejderhâlar yudar ölüm

 

O halde, Yunus’a göre, ölüm, yaşamla iç içe ve yaşam ölüm demektir; daha dünyadayken ölümü yaşamak gerekir. Yani ölmeden önce ölümü yaşamda tatmalıdır. Ondan kaçmak yerine ona yaklaşmayı, ondan korkmak yerine onu sevmeyi bilmek demektir. İşte bu hareket noktası, Yunus’u manevi bir ölüm fikri oluşturmaya itmiştir. Yunus’un bu fikri, “Ölmeden önce ölünüz.” ve “İnsanlar bu dünyada hayal alemindedirler; ancak öldükleri zaman gerçek alemi görecekler.” diyen Hz. Peygamber’in sözlerine de uygunluk arz etmektedir.

 

Yunus bu gerçeği anlatmak için insanlara önce ölümü sevdirmeyi ve üzerinde biraz daha fazla düşünmelerini sağlamak için ölüm olayını hatırlatıcı konulara sık sık değinmektedir.

 

Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül

Hakk’tan bize destûr oldu hazineye düştü gönül

 

şeklinde başlayan uzunca bir şiirinde, Tanrı’nın insanı ölmek için yarattığını ve insanın hayatında geçirdiği her safhanın ölüme bir adım daha yaklaşmak olduğunu işlemektedir.

 

Benüm bunda karârum yok ben bunda gitmeğe geldüm

Bazergânum matâum çok alana satmağa geldüm

 

derken de, zaten insanın bu dünyaya gelirken orada sonsuza dek kalmak için değil ömür denen sermayeyi bitirir bitirmez gitmek için geldiğini hatırlatıyor.

 

Mühim olan insanın bu gerçeği hatırlaması ve ölenlerden ders almasıdır. İnsan, Yunus’a göre, mezarlıklara ve kabirlere bir baksa, bu müthiş olay karşısında taş bile olsa eriyecektir ve ibret alacaktır:

 

Sana ibret gerek ise gel göresin bu sinleri

Ger taş isen eriyesin bakup göricek bunları

 

Şunlar ki çokdur malları gör nice oldu halleri

Son-ucu bir gönlek geymiş anun da yokdur yenleri

 

Kanı mülke benüm diyen köşk ü sarayı beğenmeyen

Şimdi bir evde yatarlar taşlar olmuş üstünleri

 

Yunus’a göre, insanların esasında ölüm olayından değil, ölüm ötesi ne olacaklarından korkmaları gerekmektedir. Çünkü bizzat ölüm bir son değildir; bir sona açılan ilk kapıdır:

 

İy yarenler iy kardaşlar korkaram ben ölüm diyü

Öldüğümi kayırmazam itdüğümü bulam diyü

 

Birgün görinür gözüme aybım urulur yüzüme

Endişeden deli olmuşam n’idem ben ne kılam diyü

 

O halde, ölmeden önce ölmek, ölümü tatlılaştırmak ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşmak için, Yunus Emre’ye göre, son ucu ölmek olan dünyada insanın nefsini ve dünyalık tutukularını öldürmesi gerekir. Ölümsüzlüğe ulaşmanın ilk adımı budur.

 

Nefsin bu dünyada öldürülmesi, insanı Tanrı aşkına ulaştırır. Böylece aşk, ölüm ve ölümsüzlük aynı şey olur. Maddi ve manevi ölüm, aşkın ve sevginin olmadığı yerde vardır:

 

Ne gelmeğüm gelmekdurur ne gülmeğün gülmekdurur

Sen menzilün ölmekdurur tuymadunsa ışktan eser

 

Halbuki âşıkta ve aşkın olduğu yerde ölümsüzlük vardır; cismen ölüm olsa bile, mânen yoktur:

 

İy Tanrı’yı bir bilenler can Hakk’a kurban kılanlar

Ölü değüldür bu canlar ışk gönlünde yüze durur

 

 

Âşık öldi diyü salâ virürler

Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez

 

Aşk vasıtasıyla ölüm insana Tanrı’yı bulduran bir nesne oluyor. İnsanın içini aydınlatan Tanrısal bir ışık durumuna geliyor:

 

Kogıl ölüm endişesin âşıklar ölmez bâkidir

Ölüm âşıkun nesidir çünki nûr-ı ilâhidür

 

Ölümden ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın

Belki ebedi varasın ölmek fâsid işidür

 

Nazar kıl bu gevhere bu gizli gence nura

Nur kaçan yavı vara kendü nazar-gâhıdur

 

O halde, manevi ölümle insan daha bu dünyadayken Tanrı’ya kavuşuyor ve kendi benliğini buluyor. Ölüm, Yunus’a göre insanın gerçek benliğini oluşturan bir duygu ve olgu da olmuş oluyor.

 

İşte bu anlamda Yunus’a göre dünya ile ahiret arasında bir fark kalmıyor. Normal insanların âhirette olmasını bekledikleri şeyler; âşıklar için bu dünyada gerçekleşiyor.böylece manevi ölümle dünya olumlu bir anlam kazanıyor. Bu bağlamda Yunus’un gözünde dünya, ahiretten daha değerli ve daha esrarengiz bir hâl alıyor. Âhiret, dünyada kendini gösteriyor:

 

Bu dünya ol âhiretden içerü

Âşıkın yiri var kimsene bilmez

 

İnsan aşkla âhiretin kokusunu daha bu dünyada koklayınca, artık ne ecelden ve Azrail’den korkar, ne ateşten ve cehennemden çekinir. Tanrı’ya kavuşmakla, öldüren de, dirilten de o olur. Bakınız Yunus Emre bu konuda şöyle diyor:

 

Eğer seni sevdüm ise ecel eli ermez bana

Nice geliser Azrail ben seni canlanur isem

 

 

Azrail gelmez yanuma sorıcı gelmez sinüme

Bunlar benden ne soralar anı sorduran ben oldum

 

 

Bakan benem gören benem alan benem viren benem

Ne Cebrail ne Mikail İsrafillik kılan benem

 

Dolayısıyla aşkla ölümsüzlüğe erende, ne ölüm korkusu ne de sual-cevap endişesi olmaksızın seve seve cismani ölümü de arzulayacaktır. Bu tür ölümle insan gerçek vatanına, yani artık ölümün olmadığı Tanrı katındaki aslî ve ezeli mekanına ulaşacaktır:

 

Ben kimseden korkmazam ya bir zerre kayurmazam

Ben imde kimden korkayın korkdığım ile bir oldum

 

 

Düşd’önüme hubbül vatan gidem hey dost diyi diyi

Anda varan kalur heman kalam hey dost diyi diyi

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’a göre bütün varoluşun sırrı ve anlamı ölüm duygusu ve olgusunda yatmaktadır. Bunun için, Yunus ölümü, J.P.Sartre ve diğer ateist varoluşçuların aksine, her şeyin kendisiyle son bulacağı kötü kader ve inanç olan bir son olarak görmüyor. Varoluşçulara göre, insanın bütün ıstıraplarının ve tasalarının kaynağı ölüm olduğu halde, Yunus için ölüm mutluluğun tâ kendisidir. Yunus ve varoluşçular ölümün insana özünü kazandırdığı görüşünde birleşseler de, ölümle kazanılan özün tabiatında ayrılırlar. Yunus’a göre ölüm insana optimist(iyimser) bir öz kazandırdığı halde, özellikle ateist varoluşçulara göre, pesimist(karamsar) bir öz kazandırmaktadır. Bu bakımdan da, Yunus için hayat ne kadar anlamlıysa, varoluşçular için de o kadar anlamsızdır.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:74 ve >

AŞK VE TOPLUM

 

Yunus Emre’ye göre aşk, sadece bireysel olarak yaşanan bir duygu değil aynı zamanda toplumsal hayatta yön vermesi gereken bir duygu ve prensiptir. Yunus Emre, toplumsal hayatın özellikle siyasi ve ahlaki yönleriyle dinî ve ideolojik cereyanların topluma yansımalarında da aşkın yeri ve önemi üzerinde ısrarlı bir şekilde durmaktadır.

 

1. AŞK VE DİRLİK

 

Yunus Emre, bütün hayatını yaşadığı dönemin Anadolu Türk-İslâm topluluğunun siyasi birliği ve dirliği için feda etmiştir. Bu yolda sadece yaşamıyla değil düşünce ve fikirleriyle de büyük çaba harcamıştır. İnsanları birlik ve düzenliğe sevgi ve aşk yoluyla davet etmiştir. Tanrı aşkının insan ve toplum sevgisi ve aşkından geçtiğini işlemiştir. Yunus Emre’ye göre, insanlar Tanrı aşkının yaşanırlılığını sadece gönüllerinde göstermeleri yetmez aynı zamanda onu toplum içine de yansıtmaları gerekir. Dolayısıyla Tanrı aşkının yolu toplumdan geçmektedir.

 

Yunus Emre, aşk ile halkı dirliğe ve düzenliğe çağırmanın birkaç yolundan bahsetmektedir. Onlardan birincisi, metafizik gerekçeli bir yoldur.

 

Yunus’a göre, bütün insanlar bu dünyaya gelmeden önce “Rûhlar Âlemi” denen Tanrı katındaki âlemde birlik içindeydiler; hem birbirleriyle hem de Tanrı ile dost idiler:

 

Çarh-ı felek yoğıdı canlarumuz variken

Biz ol vaktin dost idük Azrâil ağyar iken

 

Niçe yıllar biz anda cemi’ydük kânında

Hâkikat âleminde ma’rifet söyler iken

 

Çalab ışkı candaydı bu bilişik andaydı

Adem Havvâ kandaydı biz onunla yâr iken

 

…………………………………

…………………………………

 

Canlar anda bilişdi ol dem gönül ilişdi

Âlem halka karışdı denizler kaynar iken

 

Ne gök varıdı ne yir ne zeber vardı ne zir

Konşıyudık cümlemûz nur tağın yaylar iken

 

Yunus Emre, insanlar arasındaki bu ezeli dostluk ve dirliğin bu dünyada da bozulmamasını istiyor. Bunun için dünyada insanlara bu dirlikten haber vermek gerektiğini söylüyor:

 

Ezeli biliş idük birliğe bitmiş idük

Mevcudât düşdi ırak vücûd can yatağıdur

 

Bu ezeli birliği ya cihanda dirliği

Ya bu gönül can kudret kudağıdur

 

Yatluk yoktur bilene dirlik tuta gelene

Bilelik soylayana vuslat yolı kavidür

 

Yunus’a göre renkleri, dilleri, inançları ve siyasi tercihleri ne olursa olsun, aşk yoluyla insanlar, o ezeli manevi birlik ve dirliklerini bu dünyada sürdürebilirler.

 

Yunus Emre, sürekli ve gerçek bir dirlik ve düzenlik isteyen kişilerin aşk yolundan başka bir yollarının da olmadığını söylüyor:

 

Bâki dirlik seven kişi gerek tuta ışk eteğin

Işkdan artuk her nesnenün değşirilür zevâli var

 

Yıkılmaz dirliğin aşkla olduğunu söyleyen Yunus bu konuda çok daha ileri giderek, hem kişinin kendi içerisindeki bireysel dirliğinin, hem de ahiret mutluluğunu kazanmanın yolunun sosyal ve siyasi dirlikten geçtiğini vurguluyor.

 

Var din imân gerek ise dirlik diril bu dünyâda

Yarın anda bitmez işün bugün bunda bitmeyince

 

 

Dirlik niceyidüğin eydesin kıldan kıla

Iraka vü yakına hem hâss u âma bile

 

Hâss u âm cümle âsı dost kulıdur cümlesi

Kullar yol virmeyiser şâhı kim görebile

 

Yunus doğru söylemiyor mu? Kişi toplumu etkilediği gibi toplum da kişiyi etkiler. Dirlikçi ve düzenli bir toplumda insanlar hem dünya ve hem de âhiret işlerini daha yerli yerince yapabilirler. Toplum kötü ise, bu kötülük kişilere de yansır; onların maddi ve manevi yaşantılarını olumsuz yönde etkiler. O halde toplumun dirliği ve düzenliliği, kişiyi hem kendi kendine karşı, hem de Tanrı’ya karşı dirlikli ve düzenli olmaya yardım eder.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, toplumun dirlik ve düzenliği, toplumsal dertlere derman bulmakla sağlanabilir. Toplumsal hastalıklar hangi türden olursa olsun, ilk ve kalıcı çare, Yunus’a göre aşk ilacıdır. Âşkın dermân olamayacağı hiçbir hastalık yoktur. Yunus’un bu görüşünü, şu beyit ne güzel açıklamaktadır:

 

Eğer ışkı seversen cân olasın

Kamu derdüne hem dermân olasın

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:81 ve >

 

Yunus Emre, toplumsal ve siyasi dirlik ve düzenliğin ikinci ana yolunun ahlâk olduğunu kabul etmektedir. Ahlâk hem toplumsal, hem de bireysel aşk için vazgeçilmez bir prensiptir.

 

Ahlâk hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettikleri duygu ve davranışlardır: Adalet, yardımseverlik, dürüstlük ve doğruluk, acıma ve bağışlama, eşitlik, hoşgörü gibi. Bunların zıddı olan yalancılık, gıybet, cimrilik, gaddarlık, kindarlık ve kabalık gibi duygu ve davranışlar da ahlâksızlıktır. Ahlâklılık ne kadar dirlik ve düzenin kurulmasına yardım ederse, ahlâksızlık da o kadar bozar. İşte bu sebeple Yunus Emre ahlâka oldukça önem vererek, ahlâk-aşk ve ahlâk-toplum hayatı arasındaki ilişkilere işaret etmiştir. O halde Yunus’a göre aşk yolu ve dirliğe kavuşma yolu, tamamen ahlâktan geçer.

 

Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye’si tamamen baştan sona güzel ahlakî öğütlerle doludur. Dîvân’ında da ahlâkla ilgili birbirinden güzel sözleri vardır. Onlardan bazılarını çeşitli alt başlıklar halinde verelim.

 

Adaletsizlik, kin ve kibir:

 

Eğriliği koyasın toğrı yola gelesin

Kibr ü kini çıkargıl erden nasib olasın

 

Yardım etmek:

 

Ne virsen elünile şol varur senünile

Ben disem inanmazsın varıcağız göresin

 

Hak yemek:

 

Atan anan hakın yitürdünise

Yeşil tonlar giyesin tonanasın

 

Eğer komşı hakı boynundayısa

Cehennemden yarın bâkı kalasın

 

Ayrıcalık ve yermek:

 

Yitmiş iki dilcedi araya sınur düşdi

Ol bakışı biz bakduk yermedük âmm u hâssı

 

Yalancılık ve gıybet:

 

Yalancılık eylemegıl ışka yalan söylemegıl

Bunda yalan söyleyenün anda yiri zindandadur

 

Söyledüğün keleciği işitdüğün gibi söyle

Kendüzünden zîreklenüp birkaç söz dahi katmagıl

 

 

İy dostını düşman dutan guybet yalan söz söyleme

Bunda gammazlık eyleyen anda yiri tar olısar

 

Değer vermek:

 

Tehî görme kimseyi hiç kimsene boş değil

Eksükliğ ile nazar erenlere hoş değil

 

Ayıp aramamak:

 

İy gafil açgıl gözüni fikrün yavlak uzatmagıl

Bakgıl kendü dirliğüne kimse aybın gözetmegıl

 

Eşitlik:

 

Sen sana ne sanırsan ayruğa da anı san

Dört Kitâbun ma’nisi budur eğer varısa

 

Hakk’a aşık olmak ve sosyal dirlik için: Yunus Emre, herkesin ahlâk konusunda Hazreti Peygamberi örnek almasını öğütlemektedir:

 

Hulkun olmayınca Muhammed gibi

Hakk dîdârını sana göstermeye

 

Yunus Emre’nin ahlâk anlayışıyla ilgili olarak önemli bir noktaya da burada değinmeden edemeyeceğiz. Bu nokta bize Yunus’un ahlâk anlayışının çağdaş felsefedeki ahlâk anlayışlarından farklı yönünü ve onlara üstünlüğünü gösterecektir.

 

Hıristiyan varoluşçu filozoflar, özellikle de Kierkegaard, ahlâkî vazifeler Tanrı adına ve Tanrı’ya dayandırıldığı ölçüde vazifedir derler. Ayrıca herhangi bir ahlâkî vazife, Tanrı adına yapılmıyorsa, kendi başına insanı Tanrı ile ilişkiye geçiremez de derler. O halde, onlara göre ahlâkın değer ölçüsü doğrudan doğruya Tanrı’nın kendisidir.

 

Halbuki Yunus Emre’ye göre, ahlâk ve ahlâkî vazifelerin değer ölçüsü bizzat kendileridir. Onlar ister Tanrı adına yapılsın ister yapılmasın bu değişmez. Çünkü ahlâkî vazifelerin, insanı Tanrı’ya götürme gibi tek bir amacı yoktur. Her ne kadar ahlâklılık insanı Tanrı’ya yaklaştırırsa da ahlâkın ilk ve doğrudan amacı toplumsal dirlik ve düzenlik içindir. Yani Yunus’a göre, ahlâkın sosyal ve siyasi amacı, her zaman metafizik amacından öncedir. Zira Tanrı’nın insanlardan ahlâklı olmalarını istemesi, doğrudan kendisi için değil, insanlar içindir; aralarında dirlik ve düzeni ideal biçimde kurmaları içindir. O halde Yunus’un ahlâk anlayışına göre, bir ahlâkî vazife, Tanrı için yapılmasa bile, ahlâkîdir ve kendi başına bir değeri vardır; çünkü ahlâk, ahlâkî prensipleri tayin eden bizzat Tanrı bile olsa, zaruretini toplumsal hayattan alır.

 

Eğer bir kimse bir ahlâkî vazifeyi Tanrı adına yapmıyorsa, yaptığı şey ahlâkî olmakla birlikte, bu vazife onu Tanrı’ya yaklaştırmaya ve kendisini Tanrı ile ilişki kurmaya itmeyebilir. Fakat Yunus’a göre bunun nedeni, ahlâkî vazifenin Tanrı adına yapılıp yapılmaması değil, yapan insan inançsızsa onun Tanrı’ya daha baştan olan inançsızlığıdır.

 

O ahlâkî vazifeyi yapan insan inançlıysa, yaptığı vazife ister istemez kendiliğinden Tanrı adına da olacaktır. Elbette Yunus, ahlâkî bir davranışın Tanrı adına yapılırsa daha mükemmel olacağını kabul etmektedir; sadece onun vurgulamak istediği şey, insanların ahlâka gereksinimlerinin zorunluluğu, öncelikle toplum için olmasıdır.

 

Bu kısa karşılaştırma bile bize, Yunus Emre’nin ahlâka bakışının, daha geniş ve kapsamlı olduğunu göstermektedir. Kierkegaard gibi varoluşçu filozoflar, felsefe tarihindeki diğer felsefelerden ayrı ve farklı olma nedenlerini insan ve varoluşsallığının felsefesini yapmaya borçlu olduklarını söylemelerine rağmen, ahlâk gibi insanı doğrudan ilgilendiren bir konuda bile, meseleyi hemen Tanrı önünde halletme yoluna gittikleri göz önüne alındığında, Yunus’un ahlâk sorununu önce insan ve onun toplumsal varlığı için çözümlemesiyle onlardan ne derece üstün varoluşçu bir düşünür olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:83 ve >

3. AŞK VE İNSANİYETÇİLİK

 

Yunus emre için, bireyin kendisi iç dirlik ve düzenliliğini,yaşadığı toplumun dirlik ve düzenliliğini kurmanın üçüncü ve önemli başka bir yolu da hiç şüphesiz, insaniyetçiliktir. Yani Yunus’un insaniyetçilik anlayışıdır. Yunus’un insaniyetçiliğini anlatmadan önce, bu kelime iye ne kastettiğimizi açıklamamız gerekir.

 

Burada tek tek isimlerini zikretmeye gerek görmediğimiz Yunus Emre hakkında yazan ve konuşanlardan bazıları Yunus’a hümanist ve öğretisine hümanizm olarak bakarken, diğerleri Yunus ve öğretisinin hümanizm ile hiçbir ilgisi olmadığını söylemektedirler. Yunus Emre’ye hümanist demenin veya dememenin uygunluğu her şeyden önce hümanizm deyimini hangi anlamda alarak Yunus Emre ile irtibatlandırmaya bağlıdır.

 

Şimdiki bilgilerimize göre, hümanizm kelimesi “İnsan sevgisi” anlamında ilk defa meşhur Romalı yazar Cicero tarafından kullanılmıştır. Fakat kelimenin yaygın bir halde kullanılması XVI. Yüzyılın sonlarına doğru olmuştur ve XVII. Yüzyıl Aydınlanma Devri filozoflarıyla felsefi bir anlam kazanarak bir yaşam doktrini haline gelen hümanizm, bütün sorunların, insandan başka bir kaynağa müracaat etmeden, sadece insanla çözülebileceğini savunan, insanı tek ölçü kabul eden ve dolayısıyla dini ve Tanrı inancını tümüyle dışlayan bir görüştür. Çağdaş ateist, materyalist ve Marksist akımlar genel olarak kendilerini hümanizm olarak adlandırırlar. Örneğin bunun için J.P.Sartre bir eserine “Varoluşçuluk, Hümanizmdir” başlığını takmıştır.

 

İşte bu anlamda, bütün gönlü Tanrı aşkıyla yanıp tutuşan, ancak ve ancak bu aşkın topluma yansımasıyla insan sorunlarının çözülebileceğini inanan Yunus Emre’yi hümanist olarak tanıtmak çok yanlıştır kanaatindeyiz.

 

Fakat diğer taraftan, günümüzde, özellikle de Türkiye’de, hümanist felsefe anlamının dışında halk arasında bir kullanım kazanarak tolerans ve hoşgörü karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm kelimesinin bu amiyane kullanımıyla, tolerans ve hoşgörüye oldukça ağırlık veren Yunus Emre’ye hümanist demede de belki bir sakınca olmayabilir.

 

Burada biz, Yunus ve öğretisini bir adla adlandırmamız gerekirse, Yunus’u “insaniyetçi” düşünür, öğretisine de “insaniyetçilik” demeyi tercih etmek istiyoruz. Türkçe’mizin en güzel kelimelerinden biri olan “insaniyet” sözcüğünden türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerden hem daha kapsamlıdır hem de Yunus’a ve öğretisine daha uygundur. Çünkü çeşitli konularda Yunus ile kendilerine hümanist denen Avrupalı düşünürler arasında yapacağımız kısa karşılaştırmaların da göstereceği gibi, Yunus’un insana bakışı, her türlü ideolojik kaygılardan uzak, yalın ve tabiî bir bakıştır. Günlük dilde bir insan hakkında “Ne insaniyetli adam.” veya “İnsaniyetten hiç nasibini almamış birisi.” derken bir insandan insan olarak nasıl tabiî bir davranış bekliyorsak, Yunus’un insaniyetçiliği o davranış ve düşünüştür. İşte bu bakımdan Yunus’un insan öğretisi, hümanizm veya benzer doktrinlerin insan öğretilerinden kat kat üstündür ve daha insancıldır.

 

Daha başlangıçta belirtelim ki, Yunus Emre’nin yüksek insaniyetçiliğinin temelinde sevgi ve aşk yatar. Bu herhangi bir sevgi ve aşk değil Yunus’un öğrettiği şekilde bir sevgi ve aşktır. Bu aşk, daha önce kadın sufi Rabia el-Adaviyya’nın dile getirmeye çalıştığı gibi, Tanrı’yı ve insanları çıkar ve kısa vâdeli hesaplar uğruna sevmek değildir; aşk için aşktır, çıkarsız aşktır. İşte ancak bu tür aşk insanı insaniyetçiliğe yöneltir.

 

İnsanı bu aşka yöneltebilecek temel düşünce nedir o halde? Yunus Emre’ye göre bunun tek bir yolu vardır. O da, duygu ve düşüncelerde, davranışlarda, ibadetler ve inançlarda insanî ve toplumsal olanı Tanrısal olanla bir görmektir. Daha açık bir ifadeyle Tanrı ile insan arasını açık bırakmamak; her şeyi Tanrısal gibi kutsal görmektir. Mademki, her şey Tanrı’nın işi ve eseridir. Her şey onun kadar sevilmeli ve sayılmalıdır. Tanrı’ya doğrudan doğruya gidebilecek bir yol yoktur. Tanrı’nın yolu insan ve toplumdan geçer. Bu da Tanrı’ya giden tek yoldur. Yunus bu gerçeği ne güzel dile getiriyor:

 

Hakk cihâna tolıdur kimseler Hakk’ı bilmez

Anı sen senden iste o senden ayru olmaz

 

 

İy dün ü gün isteyen bilmezmisin Hakk kandadur

Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır

 

O halde, her yerde ve her şeyde Tanrı’yı görebilme, Yunus’a göre, insaniyetçiliğin temel düşüncesidir. Teknik tabiriyle, Vahdet-i Vücûd doktrini Yunus Emre’nin insaniyetçiliğinin özünü ve esasını teşkil etmektedir. Şimdi de bu esas üzere Yunus Emre’nin insaniyetçiliğini oluşturan temel düşünceler nelerdir onları görelim:

 

a. Sevmek - Sevilmek

 

Yunus Emre’ye göre, yaratılış ve varoluş sevme ve sevilme isteğinden başka bir şey değildir. Bu iş önce Tanrı’da başlamıştır. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek (yani sevilmek) istedim, varlıkları yarattım.” anlamındaki bir Hadis-i Kutsî bunu gösterir. O halde Tanrı âlemi ve insanı sevgi üzere, sevmek ve sevilmek için yaratmıştır.

 

Durum bu olunca, insanın amacı özünü oluşturan bu sevgiyi yaşamında da fiilen yaşatmak olmalıdır. Bunun için Yunus Emre,

 

Gelün tanışık idelüm işün kolayın tutalum

Sevelüm sevilelüm dünyeye kimse kalmaz

 

demektedir. Bu asli sevginin, dermân olmayacağı, toplum işlerini kolaylaştırmayacağı hiçbir sorun yoktur; yeter ki insanlar bu gerçeği gönülden kabul edebilsinler:

 

Eğer ışkı seversen cân olasın

Kamu derdüne hem dermân olasın

 

Aslî sevgi insanları toplumsal ve evrensel tevhide (birliğe) götürecektir; nasıl bütün insanlar tek bir Tanrı’nın yaratıklarıysalar, sevgi yoluyla, Tanrı’nın birlik ve tekliğini bu dünyada da kardeş olarak oluşturmalılardır.

 

b. Evrensel İnsanlık

 

Evrensel insanlık fikri, Yunus’un insaniyetçiliğinin ikinci önemli unsurudur. Yunus Emre’ye göre insanlar dilleri ve dinleri, ırkları, renkleri ne olursa olsun, evrensel bir kardeşlik için çalışmalıdırlar. Her insan bütün insanları “benim ve benden” görmelidir:

 

Dünye benüm rızkumdurur kavmı benüm kavmumdurur

Her dem benüm yargum yürür yargumı hândan dutarım

 

Dünya kardeşliğinin gerekliliği yukarıda da belirttiğimiz gibi Tanrı’ya olan ve insana olan sevginin kendisidir. Tanrı’yı sevmek Yunus Emre için laf ile olamaz; bu sevginin öngördüğü kardeşliği yeryüzünde kurmaya çalışmakla olur:

 

Erenler buna kalmadı vardı yoluna durmadu

Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelür

 

Gerçek sevgi ve aşk ehli olanlar, şu veya bu milleti, şu veya bu dini topluluğu gözetmez. Bütün insanlığı gözetir:

 

Din ü milletden geçer ışk eserini tuyan

Mezheb u din mi bilür kendüzin yoğa sayan

 

 

Işk ehlini sorarsan ne mezhep ne milletdür

Yoldu kalandur sakın gice yü gündüz sayar

 

O halde Yunus Emre’ye göre gönül milleti, coğrafi sınırların ve inançların ötesinde, bütün insanlıktır. Bu gerçeği kabul etmeyenler, karanlığı aydınlık sayan kimseler gibi yanılgı içerisindedirler. Yunus Emre, insanları sadece evrensel insanlık ve aşkın oluşturacağı vatandaşlığa davet etmekle kalmıyor, fiilen bunu gerçekleştirmeleri için insanlara gerçek âşık olmaları için yalvarıyor da:

 

Yitmiş iki millete kurban ol âşıksan

Tâ âşıklar safına tamâm olasın sâdık

 

Yunus Emre’nin insaniyetçiliğine nasıl ulaşılır? Yani insanın böyle bir insaniyet anlayışına sahip olması için ne gibi duygu ve davranışlar içerisinde olması gerekir?

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:87 ve >

o Gerçek Kulluk

 

Yunus Emre, Tanrı’ya samimi bir imandan sonra, gerçek kulluğun, evrensel insanlık veya insaniyetçilik fikrinin oluşması ve kazanılmasında büyük rol oynadığı görüşündedir. Gerçek kulluk Yunus Emre’ye göre, hakiki anlamıyla ibadet yapmaktır.

 

Hakiki anlamda ibadet yapılmasının başlangıcı, önce ibadeti Tanrı’nın kendisi için değil insan ve toplumun faydası için emrettiği düşüncesine sahip olmaktır. Bu düşünce ile yapılan ibadet, Yunus Emre nazarında, ancak insandaki nefis denen ve insanlar arasında ayrıcalık çıkarmaya, kin ve nefret doğurmaya neden olan ego veya bencilliği öldürür. Kulların nefis karanlığından kurtuluşları ve sevgi aydınlığına ulaşmaları bu tür bir ibadetle sağlanabilir. Bakınız Yunus bu konuda ne diyor:

 

Müsülmanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek

Tanrı’nın buyruğın tutup beş vakit namaz kılsa gerek

 

Tanla turup başun kaldur ellerüni suya daldur

Tamudan âzadlu oldur kullar âzad olsa gerek

 

Öyle namâzın kılasun her ne dilersen bulasın

Nefs düşlanın öldüresin nefs hemişe ölse gerek

 

Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dileyenler

Olardur Hakk’a irenler dâim Hakk’a irse gerek

 

Akşamdurur üç farıza tağca günahun eride

Eyü amellerün sana şem’ü çırağ olsa gerek

 

Yatsu namâzına ol hâzır hâzırları sever Kâdir

İmânun eksüğin bitir imân piş-rev olsa gerek

 

Her kim müsülman olmadı beş vakit nâmazı kılmadı

Bilün müsülman olmayan ol tamuya girse gerek

 

………………………………..

………………………………..

 

Beklerisen din gayetin virmegil nefse murâdın

Yunus Nebi salavâtın ışkıla değürse gerek

 

İşte bu şekilde hakkıyla yapılan ibadet insanı, gerçek kulluğa ve hakiki dindarlığa götürür. Yunus Emre’ye göre hakiki dindar da yaptığı ibadetin Tanrı aşkı için olduğu kadar başkaları için de olduğunu bilir:

 

Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldığun namaz değül

Yitmişiki millet dahı elin yüzin yumaz değül

 

Gerçek dindarlık Yunus’a göre insana, otokritik yapmasını öğretir. Eksiği-noksanlığı, ayıbı-kusuru başkalarında değil önce kendinde aramalıdır:

 

İy gafil açgıl gözüni fikrün yavlak uzatmagıl

Bakgıl kendü dirliğüne kimse aybın gözetmegil

 

 

Yunus eğer âşıkısan varlığun değşür yoklığa

İmân kuşağın berk kuşan di hep eksüklik bendedür

 

Nihayet gerçek kulluk da, insanı sosyal ve ahlâkî hoşgörüye götürür.

 

o Sosyal ve Ahlâkî Hoşgörü

 

İnsaniyetçiliği kazanmanın ikinci önemli yolu, hoşgörüdür. Yunus Emre için hoşgörü, bir insanın, Tanrı’nın ve insanların istemediği olumsuz sosyal ve ahlâkî duygu ve davranışlardan kaçınması ve başkasını da, eğer bu tür duygu ve davranış içinde bulursa, affetmesini bilmesidir.

 

Dostu düşmanı bir tutmak, adil davranmak, kin beslememek, kişiler arasında sınıf farkı gözetmemek, bağışlamak, gönül almak gibi bütün güzel ahlâkî duygu ve davranışlar hoşgörünün eseridir:

 

Kimseyi düşman tutmazuz agyâr dahı yârdur bize

Kanda ıssızlık varısa mahalle vü şârdur bize

 

Adumuz miskindir bizüm düşmanımız kindür bizüm

Biz kimseye kin tutmazuz kamu âlem birdür bize

 

 

Hâss u âmm mutî âsî dost kulıdur cümlesi

Kime eydibilesin gel evünden taşra çık

 

Yunus Emre’ye göre, hoşgörü gerçek kullukla elde edilmesine rağmen bir kere elde edildikten sonra, ibadete eşittir; hatta daha üstündür. Cennet ve diğer uhrevi güzellikler ibadetlerden ziyade hoşgörüyle kazanılır:

 

Uçmak (cennet) uçmak didüğün kulları yiltedüğün

Uçmağın sermâyesi bir gönül utmak gerek

 

 

Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül

Yitmişiki millet dahı elin yüzin yumaz değül

 

Çünkü zaten daha önce de belirttiğimiz gibi ibadet yapmanın ve kulluğun esas gayesi hoşgörüydü. İşte bu yüzden Yunus Emre, hoşgörülü olmayan kimseye kul ve ibadetine de ibadet demiyor:

 

Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan

Şer’ün evliyâsıysa hakikatde âsıdur

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:90 ve >

 

o Dini Tolerans

 

İlâhi aşkın oluşturduğu gerçek dindarlık ve hoşgörü, insanı neticede toleransa götürür. Tolerans, Yunus Emre’nin insaniyetçiliğini oluşturan en önemli bir fikir ve onun kazanılmasını sağlayan en sağlam yoldur.

 

Tolerans, Yunus Emre’ye göre, insanları dinî inançlardan ve siyasi kanaatlerden dolayı ayrı ayrı ve farklı görmektedir. Günümüzün moda haline gelen tabiriyle demokratik bir zihniyete sahip olmaktır. Yunus Emre toleransı sadece bir dinin farklı mezhep ve grupları için düşünmez, farklı dinler içinde düşünür. Dolayısıyla o evrensel bir toleranstan bahsetmektedir.

 

Tolerans olmaz ise, insanlar arasında ne sevgi, ne barış olur. Mademki, dinler ve peygamberler, insanları Tanrı yolunda ayırmaya değil, birleştirmeye ve dostluğa davet için gönderildiler, o halde niçin toleranssızlık yüzünden birbirlerine düşman olsunlar? Yunus Emre bu sorunun cevabını çok önceden vermişti:

 

Biz kimse dinine hilâf dimezüz

Din tamâm olacak toğar muhabbet

 

Demek ki, eğer zaten herkes kendi dinini doğru dürüst anlasa, toleranssızlık olmazdı. Yunus’a göre, tarihin tâ eski zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları savaşlara baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din ve mezhep anlayışlarının farklılıkları yüzünden çıkmıştır. Bir kısmı da din ve mezhep alet edilerek çıkartılmıştır. Fakat dinlerin, savaş için gelmediğini ve bu nedenle de insanların birbirlerini öldürmelerinin yersiz ve haksız olduğunu Yunus Emre gibi çağlar öncesinden bilinçli bir şekilde dile getiren ve hayatında toleransı yaşayan daha başka şahsiyetler de yok gibidir.

 

Yunus Emre, aşk mezhebinden ve dininden başka bir mezhebin varlığını belirtmemiş; böylece yaşadığı devirin insanlarına örnek olarak, mezhepçilik taassubundan kurtulmalarına çalışmıştır. Şiî’sine, Alevî’sine ve Sünnî’sine hep birlikte seslenmiştir. Hepsini aşk, sevgi ve tolerans bağı altında toplamaya çalışmıştır.

 

İy âşıklar, iy âşıklar ışk mezheb ü dindür bana

Gördi gözüm dost yüzini yas kamu düğündür bana

 

dedikten sonra, inançlarının inancı olduğunu, inandıkları imamların kendi imamı olduğunu söylemiştir:

 

Ebû-Bekr ü Ömer ol din ulusı

Aliyy-i Murtaza Osmân benümdür

 

 

Ali’yle urdum kılıç Ömer’ile adl eyledüm

Onsekiz yıl Kafdağında Hamza’yla meydandayıdum

 

 

Ömer ü Osmân Ali Mustafâ yârenleri

Bu dördinün ulusı Ebû-Bekr-i Sıddık’dur

 

 

Tanrı arslanı Ali sağında Muhammed’ün

Hasen ile Hüseyin’i solunda Muhammed’ün

 

Böylece Yunus Emre bütün Müslümanların birbirlerine karşı toleranslı ve anlayışlı olmalarını öğütlemiş oluyor.

 

Dinler arası toleransa da önem veren Yunus Emre, ayrı din mensuplarının bağnazlıktan kurtulmalarının ve birbirlerine kardeşlik bağıyla yaklaşmalarının gereğini işaret etmiştir.

 

Tanrı’ya tapınma yeri olma bakımından cami ile kilise veya havra arasında bir fark olmadığını şöyle dile getirir Yunus:

 

Mescid kilise olduğı bang cemâat kılınduğı

Halâyık saf saf turduğı ışk şükrânesidür yire

 

Diğer taraftan Yunus Emre, Kur’ân-ı Kerim ile diğer üç kitâba da değer vermiştir; din saliklerinin birbirlerinin kutsal kitaplarına iyi gözle bakmalarını ve okumalarını öğütlemiştir. Bu, bütün halkların birliği ve düzenliği, barışı için gereklidir:

 

Dört kitabı okumadın ayırup seçmek olmadın

Ben okıdum Sabakumı Kur’ân’da hanendeyidüm

 

 

Halk içinde dirlik düzen dört kitabı toğru yazan

Ağ üstine kara dizen ol yazılan Kur’ân benem

 

Yunus Emre’ye göre zaten dinlerin ve kitâplarının bazılarını bazılarıyla yermek veya horlamak anlamsız; çünkü hepsi bir kaynaktan gelmedir:

 

Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya

Edabdür bize yirmek bir lüleden sızaram

 

Yunus Emre bunlarla da kalmıyor, Müslüman-Müslüman olmayan demeden herkesin affı ve herkesin cennete girmesi için dua da ediyor:

 

Hak Çalabum hak Çalabum sencileyin yok Çalabum

Günahlarumuz yarlığa iy rahmeti çok Çalabum

 

Kullar senün sen kullarun günahları çok bunlarun

Uçmağına koy bunları binsünler bırak Çalabum

 

Böylece daha günümüzden yaklaşık 750 yıl önce, Yunus Emre günümüzdeki dinler arası diyalog ve tolerans çağrısını fiilen başlatmış oluyor.

 

Yine Yunus Emre’nin kendi sözlerine bakılırsa, bu evrensel kardeşlik ve diyalog çağrısı yapmasının kolay olmadığı anlaşılıyor; çünkü bunun için kendisini kınayanlar ve yerenler olmuşa benziyor:

 

Yitmişiki millete suçum budur hak didüm

Korku hıyânetedür ya ben niçün kızaram

 

Fakat Yunus Emre, asıl ihanette olanların din ve mezhep ayrılıklarını kışkırtanlar olduğunu belirterek kendisini suçlayanlara darılıp, kızmayacağını da ifade ediyor. Böylece hoşgörülü ve toleranslı davranmakla büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü, kendisinin de dediği gibi, Yunus’a kınamak ve yermek yakışmazdı da zaten.

 

Kaldı ki Yunus Emre’ye göre, aşk kitabını okumuş olanın, dört din kitabından öğreneceği başka bir şey de yoktur.

 

Çün ışkın kitâbını okıdum tahsîl itdüm

Ne hâcet kim karayı ağ üstüne yazaram

 

Dört kitâbun ma’nisi bellüdür bir elifde

Bi didürmegıl bana ben bu yoldan azaram

 

Çünkü dört kitabın nihai amacı, insana Tanrı’yı öğretmektir. İnsanın zaten Yunus’a göre, tasavvuf edebiyatında Allah ismini tahsil eden, Arap alfabesinin ilk harfi “Elif”i öğrenince, dört kitabın öğreteceğini öğrenmiş oluyor. Diğer harfleri ve heceleri öğrenmesine gerek kalmıyor; eğer öğrenme ve ilimden kasıt bu kuruluk ise. Halbuki Yunus aşkın, dört kitabın öğretemediği nice gerçekleri öğrettiğine inanmaktadır.kitâp ilmi, aşk ilminin yanında hiç mesabesindedir ve işte bunun için Yunus Emre:

 

Dört kitâbun ma’nisin okıdum tahsil itdüm

Işka gördüm bir uzun heceyimiş

 

demektedir. Ayrıca Yunus Emre kitâplardan öğrendiği ilmi, ilim saymadığından, kendisine “okuma-yazma bilmeyen” anlamına gelen “ümmi” demiştir. Hatta ümmiliği, Tanrı tarafından kendisine verilen bir lakâp ve unvan olarak da kabul eder. Yolunda olduğu Hz. Muhammed’i Tanrı aynı lakâpla çağırmıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in yolunda olmakla Yunus Emre bu peygamber lakâbını onun vasıtasıyla Tanrı’dan almış oluyor:

 

Ol dost bana ümmî dimiş hem adumı ümmî koymış

Dilüm şeker gedem kamış bu söylenen nemdür benüm

 

Ümmî benem Yunus benem dokkuz atam dörtdür anam

Işk odına düşüp yanmak sûk’u bazar nemdür benüm

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:93 ve >

YUNUS EMRE İLE GELECEĞİN MUTLULUĞUNA

 

Yunus Emre’de aşk, mutlulukla sona erer; bu bakımdan mutluluk, aşkın en yüce mertebesi ve onun olgunlaşmış meyvesidir. Aşk, hareketliliği ve hareketi, varoluşu ve varoluşun gerçekleşmesini temsil ettiği halde mutluluk sükûnet halini ve sükûnu, yokoluşu ve yokluğu temsil eder. Bu yüzden âşık, yolda yürüyen ve arayan demektir; halbuki mutlu, menzile ulaşan, aradığını bulan ve maksadına erendir. Mutluluk, âşkın sona ermesidir. O halde âşk başlangıç, mutluluk sondur.

 

İşte bunun için Yunus Emre de, aşk kitabı Dîvân’ının son şiirinde:

 

Fenâ ol kim bulasın zevk-i vuslat

Bu sözüm düş midür sana yor indi

 

Sana senden yakın ol aşrı top bak

Yaran mülkini sultân ol yor indi

 

Eğer âyîne bin ola bakan bir

Gören bir görünen bin bir görindi

 

Asılda âşık u ma’şûka birdür

Bu birden gerçi kim yüz bin görindi

 

Salâdur kime gark olmak dilerse

Yunus bu bahre gavvâs ol gir indi

 

derken, hem şeklen hem de fikren aşkın sonunun, Tanrıy’la onun huzurunda buluşmanın ebedi zevki ve mutluluğu olduğunu açıkça belirtiyor. Yunus Emre’ye göre hakiki mutluluk işte bu mutluluktur.

 

İnsan için iki türlü bir mutluluktan bahsedilebilir. Birincisi, zaman içinde bir mutluluktur. Yani, insanın dünyada erişebileceği mutluluktur. İkincisi ise. Zaman ötesi mutluluktur. Bu da insanın öldükten sonra ahirette tadacağı mutluluktur. Kimi kişi, Tanrı’ya hiç inanmaz, küfrünü mutluluk sayarak sarece bu dünyada mutlu olmak ister; âhiret mutluluğunu hiç istemez. Kimi, her iki mutluluğu beraberce ister; fakat dünya mutluluğunu dünyada, âhiret mutluluğunu da âhirette diler. İnsanın bu mutluluklardan ne anladığını ve onlarla neyi amaçladığına göre onları kazanmanın yolları da çeşitli olur. Kimi insan, parayla saadet olur der, para ister; kimisi makamla olur der, makam peşinde koşar; kimisi cenneti arzular, ibadet yapar; kimisi ilim ister, akıl ve mantıkla yürür.

 

Fakat, acaba böyle çeşit çeşit mutluluklar ve onları elde etmeye yarayan çeşit çeşit yollar var mıdır? Meseleye Yunus Emre açısından baktığımızda bu soruya hayır demek gerekecektir. Çünkü Yunus Emre’ye göre hakiki mutluluk, yukarıda da belirtildiği üzere yok olma ve yoklukla Tanrı’da sükûn bulmadır. Halbuki diğer türlü mutluluklar, varlığa sahip olma arzusundan başka bir şey değildir. Onların yolları da, Yunus’un tarif ettiği şekildeki aşk yolu değildir.

 

Diğer taraftan Yunus Emre’nin bahsettiği ve kendisinin ulaştığına inandığımız mutluluk, dünyevi mutluluk olmamasına rağmen, ahirette değil dünyada kazanılması gerekli bir mutluluktur. O halde bu demektir ki, Yunus Emre’deki mutluluk zamana ve mekâna bağlı bir mutluluk değildir. İşte bu nedenle şöyle seslenir:

 

Ben gelmedüm da’viyiçün benüm işüm seviyiçün

Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm

 

Demek ki, Yunus Emre için mutluluk, yaratılışın asli gayesiyle uğraşmaktır; bu iş de, Tanrı evi olan gönül yapmadan geçiyor.

 

Bizce, geleceğin mutluluğu için bütün insanlara, Yunus Emre’den öğretilmesi gereken asıl ve eskimeyen hakikat işte budur.

 

Yunus Emre, mutlak manada insana çalışıp-çabalamasın, ekmek kazanacak bir meslek edinmesin, gönlünü bir sevgiliye kaptırmasın demiyor:

 

Düri kazan yi yidür bir gönül ele getür

Yüz Kâbe’den yiğrekdür bir gönül ziyâreti

 

Yine Yunus Emre, insan ibadet yapmasın, tâatta bulunmasın, hayır ve hasenatta bulunmasın demiyor:

 

Toğrı yola gitdünise er eteğin tutdunısa
Bir hayır da etdünise birine bindür az değül

 

O halde Yunus Emre, miskin değil, gerçek manasıyla aktif bir insan düşleyerek ona demek istediğini, bütün bu işlerin asli vazifesi olan gönüllerdeki dost evine gitme işini unutmamasıdır. Her işi yaparken insan bunun için şunu demeyi unutmamalıdır:

 

Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem

Işkunıla avunuram bana seni gerek seni

 

İşte, bunu her an hatırından çıkarmayan kişi, Yunus Emre’ye göre yetkin, kâmil ve şahsiyeti bütün insan olur. Böylece hakiki aşk ve mutluluk, tek yüzlü, tek şahsiyetli insan yaratabilir.

 

Günümüz insanlarının, geleceğin evrensel sulhu ve mutluluğu için, Yunus’tan ikinci olarak öğrenmesi gereken hakikat onun çizdiği şekliyle yaratıcı insan yaratma sanatıdır.

 

Eğer günümüz ve geleceğin insanlığı, barışı savaşla sağlamak isteyen liderlere; dindarlığı dinleri kötülemek sayan din adamlarına, teknolojiyi, doğanın tahribinde kullanan teknokratlara, gerçekten ve samimiyetle dur demek istiyorlarsa bunun tek bir yolu vardır. Bu da, Yunus Emre ve onun gibilerinin öğretisini öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey olamaz.

 

Çünkü Yunus Emre, hem yaşamında hem düşüncesinde insan ve gerçeklerin felsefesini yapmıştır. İnsan felsefesi yapanlar düşünce tarihinin tâ eski devirlerinden bugüne kadar, çok olmuştur; fakat onlar ya insanı Tanrı’ya, ya Tanrı’yı insana ya da insanı doğaya indirgeyerek ve birini diğerine hapsederek sorunları çözmeye çalışmışlardır. Halbuki Yunus’un felsefesinde, her birinin ayrı bir yeri olmakla birlikte, her biri beraberce bir bütün olarak ele almıştır.

 

Âşk diliyle dile getirilen bu ahenkli, bütünsel ve birleyici Yunus Emre’nin bakışı kendisine, hem bir yandan insandaki gerçek insanlığı hem de onun evrensel bir benlikle doğaya ve Tanrı’ya aitliğini göstermiştir. Bu bakışla, Yunus Emre, bir yandan kendisinde Tanrı ve doğaya ait bir yön bulurken diğer yandan kendisini Tanrı’da ve doğada bulmuştur. Böylece Yunus Emre, insanı insana, insanı doğaya; insanı Tanrı’ya yabancılaştırmaya değil, barıştırmayı seçmiştir.

 

Bu düşünüş içersinde, kendisine evrensel bir benlik oluşturan Yunus Emre, hiçbir kişiyi, hiçbir doğa varlığını, hiçbir toplumu ve nihayet Tanrı’yı kendisinden başka saymamıştır. İşte bu yüzden o, döğene elsiz olmuş ve söğene dilsiz olmuştur; çünkü o da sövse ve dövseydi, biliyordu ki, gerçekte kendini döğen ve kendi kendine söğen olacaktır. İnsanlığın bugün Yunus Emre’den öğreneceği bir üçüncü husus da onun bu bakış ve görüş açısını kazanmak olmalıdır.

 

Eğer insanlık, mutlu bir yarın istiyorsa, Yunusvarî bir anlayışa ve felsefeye gelmek zorundadır. Çünkü:

 

Yatlık yoktur bilene dirlik tuta gelene

Bilelik soylayana vuslat yolu kavîdir

 

derken Yunus Emre, insanlığa dirlik ve düzenlik, barış ve mutluluk, dostluk ve yakınlık öğretecek kendi yolundan başka, sağlam ve güvenilir bir başka yolun da bulunmadığını belirtiyor.

 

Son olarak, insanlığın Yunus Emre’yi, sadece özel gün ve yıl münasebetiyle değil, bundan sonra da sürekli anması ve anlamaya çalışmasını ümit vetemenni ediyoruz.

 

 

Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:99 ve >

 

 

Doç. Dr. Mehmet bayraktar’dan alıntılamaya çalıştığımız Yunus Emre söylencesi burada sonlanıyor.

 

Başka bir Yunus kitabında buluşmak üzere…

 

Yunus Emre ve Tasavvuf

Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran’ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.
Bu inanç sisteminde tek varlık Allah’dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde

Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah’ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu “Efal Alemi” dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da “Şehadet Alemi” olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek’in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.
Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.

Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken
Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.

Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.
Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir
Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken.”
“Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
Hakk’dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım.”

“Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım.”

***
ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden
Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana

Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.
1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.
Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa
Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana
Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana
2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir.
3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.
Tüm bu oluşlar Kuran’ı Kerimde “Altı günde yaratıldı” ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal’e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,”İnsan benim sırrımdır” sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk’tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak “An” vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.

Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk

Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) ‘i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.

Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu
Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk
Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak
Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk

Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ;

“Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,
Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada… “

mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır.
Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh. Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ” Hz.Muhammed(s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda biraraya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhid de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; “La ilahe” demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,”illallah” demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebebtir.Aslında bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. “Muhammedün Resulullah” ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.
Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah’ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah’ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

“Kim bildi efalini
Ol bildi sıfatını
Anda gördü Zatını
Sen seni bil seni
Görünen sıfatındır
Anı gören Zatındır
Gayrı ne hacetindir
Sen seni bil sen seni “
( Hacı Bayram-ı Veli)

Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah’a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise Vahdet’tir.
İnsanı Allah’a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah’ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O “göklerin ve yerlerin nuru” (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. “O her an yeni bir şe’ndedir.” (Kur’ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı… Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir. Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir şekilde değil, Kur’an’da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır;
“Feeynema tuvellu fesemme vechullah” (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz Allah’ın Vech’i oradadır.) Allah’ın Vech’i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir. Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün değildir. Zira, Allah’ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech’ini görebilmesine vesile olur.
“Hu vel Evvelu vel Ahiru ve’z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3)
(Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O’dur)
“Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd”
(Biz O’na (insana) şah damarıdan daha yakınız) “Ve fiy enfisukim efela tubsirun”(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!)
Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; “De ki, O Allah Ahâd’dır. Allah Samed’dir. Lem yelid ve lem yuled’dir. Ve lem yekun lehu küfüven Ahad’dır.” .Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O’nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah’ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ’L-AHAD olan varlıktır.
Gelelim Kelime-i Tevhid’in diğer yönlerine; Birinci mânâda “la ilahe” “tanrı yoktur “, ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah’ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme. “Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!..” demektir.

Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde
Kimse yok BiR den ayruk, söylenir BiR içinde
Cümle BiR onu BiRler, cümle ona giderler
Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil içinde

***
“Her nereye baksam Allahı görürüm” Hz.Ali(r.a) , “Görmediğim Allaha ibadet etmem” Hz.Ali(r.a)
“..Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy cailun fil ard halife..” (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim). Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır. Bu idrak, O’nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna’nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur. Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; “Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn” (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik). Esma’nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil’dir.
Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh’un, (İnsan-ı Kâmil’in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, “Halife” adını almasına neden olmuştur.

Bayram özüni bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni.
(Hacı Bayram-ı Veli)

Niyazi Mısri:

Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!..
Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem
Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!..

derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile getirilmiştir.
“Her kancaru bakar isem O’ldur gözüme görünen “ ve “Kancaru bakar isem onsuz yer görmezem.”
“Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi”
***
“Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?
Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”.

***
“Hakk cihana doludur, kimseler Hakk’ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz.”

***
“Çün ki gördüm ben Hakk’ımı, Hakk ile olmuşum biliş
Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”.

***
“Nereye bakarısam dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri?”

***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde

Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940′lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98′i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960′lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram’a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren’in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm’un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız “TEK” bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.
Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.

Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez
Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez
İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra
Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz

Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz
Yunus canını terk et, bildiklerini terk et
Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz

***
Unuttum din diyanet, kaldı benden
Bu ne mezheptir, dinden içeri
Dinin terk edenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldu dosta
Ki kaldı kapıda andan içeri

***
Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil
Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi

***
Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir
Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir
Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir

Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM’ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek “Allah” kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.
Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur’an’ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi’dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün’ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler.
Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim… Kişinin “Ayan-ı Sabite” denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef’al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir.
Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki gezegenlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu anlamda “eşyanın menşe-i”ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır.
Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O’nun ilmiyle, O’nun ilminden ve O’nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, “Zerre küllün aynasıdır” şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz’iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.
Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz’ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz’ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm’ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, “kesreti” yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin “kaza ve hüküm”, bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki “hüküm ve takdirin” fiiller alemine yansımasıdır.
Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, gezegenler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah’ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek’tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah’dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek’in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de “Alemlerin aslı hayaldir” diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)

Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı
Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni

**
Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan
Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı

Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah’ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET’tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. “O her an yeni bir şe’ndedir” (Kur’ân-ı Kerim 55/29).
Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur.

Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir
Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir
Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın
Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir

***
Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik
Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır
Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana
Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ aslıdır

Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah’tır; Kur’ân’da Hz. Muhammed(S.A.V) ‘e “Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı.” (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.
Tasavvuf’da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah’ın var olup hiç bir şeyin olmadığı “lâ taayyün” devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu”), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) ‘in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk’ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. “Asıl”dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir (”ıstıfa”). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem’de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.(”Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin” Hz.Mevlana). Yeryüzündeki insan, “Allah’ın halifesi” olarak yaratılmıştır (Kur’ân-ı Kerim 2/30). Allah’ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. Sevdim ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür.

Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eyle bu kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed

Dört caryar anun gökçek yaridur
Anı seven günahlardan beridur
On sekiz bin alemin sultanıdur
Adı güzel kendi güzel Muhammed

Aşık Yunus nider dünyayı sensiz
Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz
Sana uymayanlar gider imansız
Adı güzel kendi güzel Muhammed

***
Hak yarattı alemi,aşkına Muhammed’in
Ay ü günü yarattı,şevkine Muhammed’in
Ol! dedi oldu alem,yazıldı levh ü kalem
Okundu hatm-i kelam,şanına Muhammed’in

Ferişteler geldiler,saf saf olup durdular
Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed’in
Havada uçan kuşlar,yaşarıp dağ ü taşlar
Yemiş verir ağaçlar,aşkına Muhammed’in

İmansızlar geldiler,andan iman aldılar
Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed’in
Yunus kim ede methi,över Kur’an ayeti
An! vergil salavatı,aşkına Muhammed’in

***

Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu özelliğe erişme yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir.
Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah’ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.Yunus,

“İstediğimi buldum eşkere can içinde
Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde.”

diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah’ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor:

“Sayrı olmuş iniler, Kur’ân ününü dinler
Kur’ân okuyan kendi, kendi Kur’ân içinde.

Baştan ayağa değin Hakk’tır ki seni tutmuş
Hakk’tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde

Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına
Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde.”

İnsanın kendi benliğindeki Allah’a ulaşabilmesi için kendi benliğinde “seyretmesi” gerekir. Bu, çok güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir.

“İstemegil Hakk’ı ırak, gönüldedir Hakk’a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır.”

“Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Aynadır görenlere ol gönüller içinde.”

Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Yunus’tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?”

“Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı
Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi.


İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani
Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi.


Ma’şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla
Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi.
Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi.


Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Bu canlara hükm’edenin, kim idiğim bildim ahi”

Kişinin gönlünde HAK’kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah’dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır.
a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak.
b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak.
c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.

Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem
Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem

***
Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm
Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem

***
Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz belli beyan
Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem

***
Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan
Kulli dillerde söyleyen kulli dili diyen benem

Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak’kı müşahade eder. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah’ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Allah’ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. “Fenâ mertebesi”ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah’ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah’ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Nihayet , “sonun başlangıçla birleştiği safha” ya geçilir.

“Beli” kavlin dedik evvelki demde
Henuz bir demdir, ol vakt u bu saat

**
O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik , yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır.

Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu
La-mekana kavm oldum mekanım yağma olsun

**
Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir “An” varmış.
“Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali.

ÖZETLERSEK;
Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâzıları buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar. Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu mukadder hadiseye kıyamet der; ne zaman kopacağı sorulduğunda “ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra” cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O’nda. Bâzıları “yaratılışa ne gerek vardı, O’nun ihtiyacı mı vardı” diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınılmazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve gü¬zellikle dolu O’nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; hakikatte ne yaratılış var, ne de yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar.
O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang’den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler.
En azından bir tânesinin varlığından emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi. Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü. Can, O’nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınıl¬maz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar. Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde sonunda gene entropiye mağlûp düşüp deorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi.
Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kavraya¬mayacaklarını açıkça beyan etti.
Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi… gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik dediler.
O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu. Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez… Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.
Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O’nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sahip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus… gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere… böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün.
Hep O’nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar.
O’nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere…
O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun insana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.
Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler. Zâten O’nun da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU! diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.
Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar.
Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak. Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı.

KAYNAK:
http://w3.gazi.edu.tr/~ertan/yunus.html

 

 

   
 Makro Felsefe ve Atlantis

Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar      Makro Felsefe     Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum    

 2150 A.D. (M.S.2150)     M.S. 2150

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

 Ana Sayfa / İndexZiyaretçi Defteri /  E-MailKuantum FiziğiQuantum Teleportation-2

 Time Travel Technology /  Kuantum Teleportation / DuyuruUFO Technology 

 Roket bilimi / CetinBAL /Astronomy