Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli
YUNUS EMRE
Sanatçı Kişiliği
Yapıtları
MEMET FUAT
(BENGÜ) DE Yayınları/İkinci Baskı: Nisan 1979
YAŞAMI:
Yunus Emre’nin
yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950’ye kadar doğum ölüm yılları bile
kesinlikle bilinmiyordu.
Eski
kaynaklarda, Yunus’un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler
verilir. On dördüncü yüzyılın ortalarında ya da sonlarında yaşadığı
söyleyenlerin yanı sıra, 1439’a kadar yaşadığını ileri sürenler de vardır.
Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu
tarihlerin yanlış olduğunu belgelerle kanıtlıyorlar.
Örnekse, Yunus
Emre’nin olgunluk dönemi şiirlerinden olan Risâlet-ün Nushiyye
adlı mesnevisinin 1337’de yazıldığı yapıttaki bir dizeden anlaşılıyor.
Başka
şiirlerinde de, 1273’de ölen Mevlânâ Celâleddin’i gördüğünü, onun “söz ile
işret” (musiki ile içki) toplantılarında bulunduğunu belirttiği için,
Yunus’un XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın başlarında yaşadığı
kesinlikle ortaya çıkıyor.
Ayrıca,
şiirlerinde daha önceki sofileri (Tasavvuf ulularını) sık sık andığı halde,
XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden hiç söz etmemesi de bu görüşü
desteklemekte.
Uzmanlar bu gibi
bilgilere dayanarak Yunus’un 1320 ile 1334 yılları arasında ölmüş olduğunu
söylüyorlar.
1950 yılında ise
Beyazit Kitaplığı’ndaki XVI. Yüzyıldan kalma bir “mecmua”da (derleme) şöyle
bir kayıt bulundu: “Vefat-ı Yunus Emre sene 720 – müddet-i ömür 72”. Verilen
ömür tarihi hicri 720. Bundan 72 çıkartırsak, doğum tarihi olarak hicri
648’i buluruz. Demek ki Yunus Emre hicri 648 ile 720 yılları arasında 72 yıl
yaşamış. Bugün kullandığımız miladî tarihe çevirince iki yıllık bir oynama
oluyor. Hicrî 648, miladî 1250’dir; 720 ise, 1320. Kısacası, Yunus emre
miladî 1250-1320 yılları arasında 70 yıl yaşamış.
Uzmanların çoğu
Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeyi benimsiyorlar, çünkü verilen tarihler
onların şiirler üzerinde çalışırken tahmin ettiklerine uyuyor. 1250’de
doğduysa, 1273’de Mevlânâ öldüğü zaman Yunus 23 yaşındadır, toplantılarında
bulunabilir; olgunluk dönemi şiirlerinden Risâlet-ün
Nushiyye’yi yazdığında, 1307’de 57 yaşındadır, bu da uygun,
1320'de öldüyse, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden söz edemez. 70 yıl
yaşamış, şiirlerinden de böyle uzun bir ömür sürdüğü anlaşılıyor.
Bütün bu denk
düşmelere karşın, Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeye de şüpheyle bakan,
başka belgelere dayanarak, Yunus Emre’nin 1320’den daha sonra öldüğünü, XIV.
Yüzyılın ortalarına kadar yaşadığını ileri süren uzmanlar gene de vardır.
Üstelik bunlar Yunus Emre’nin yaşamı üzerine yeni, değişik tartışmalara yol
açan bilgiler de veriyorlar. Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Yunus Emre XIII. Yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. Yüzyılın birinci yarısında Anadolu’da yaşadı.
Selçuklu
Devleti’nin yıkılmakta olduğunu görerek 1299’da bağımsızlığı seçen
Osmanoğulları, bir yandan Bizans topraklarını alıp Balkanlar’a yönelirken,
bir yandan da Anadolu’daki beylikleri ortadan kaldırarak Selçuklular’ın bir
türlü kuramadığı siyasal bütünlüğü sağlama yoluna girdiler. Osmanoğulları’na
boyun eğmeyen tek beylik Konya dolaylarındaki Karamanoğulları olmuş, XV.
Yüzyıla kadar direnmişlerdir. Osmanoğulları’nın bu üstünlüğü yalnızca
savaşma yeteneğinden değil, yasa anlayışlarından, halkın dertlerine önem
veren yönetimlerinden geliyordu. (Osman Bey’in bir ahilik
geleneği olan ve Anadolu’da yaygın, ustalık belirtkesi “önlük” takma olayını
anımsayın. /mg.özgeç) Bu özellik XIV. Yüzyılda Anadolu halkının
en çok özlemini duyduğu şeydi.
İşte
Yunus Emre böyle bir dönemde, kargaşalıklar, kan dökmeler, kıyımlar,
açlıklar içinde, insanların çok acı çektiği bir dönemde yaşadı.
YAŞADIĞI
YER:
Yunus
Emre’nin nerede doğduğu, yaşadığı kesinlikle bilinmiyor. Bektaşi
Vilayetnâmesi’ne dayanarak, bazı uzmanlar, onun Sakarya çevresinde
Sarıköy’de doğduğunu söylerler. Şeyhi Taptuk Emre’nin de Sakarya
dolaylarında yayamış olması Vilâyetname’deki bu kaydı
doğrulamaktadır.
Son
yıllarda bazı başka uzmanlar bu görüşe karşı çıkmışlar, yeni belgelere
dayanarak Yunus’un Karaman’da doğduğunu, yaşadığını, öldüğünü, mezarının da
orada olduğunu savunmuşlardır.
SOYU,
ÇOCUKLARI:
Yunus
Emre’nin yaşamı üzerine bilgiler genellikle şiirlerinden çıkarılırdı.
Örnekse, bir şiirindeki şu dizeler, evliliği üzerine bilgi veriyor:
Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin Bir ev ile birkaç huri hevesim yok kaçmağ için
Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift-ü halâl
Andan dahi geçti arzum benim âhım didâr için
(Uçmak:
cennet. Mümin: inanan. Müslüman. Yeltediğin: meylettirdiğin,
heveslendirdiğin. Huri: cennetteki güzel kızlar. Kaçmak:
kucaklamak, sarılmak. Bunda: burada. Dahi: da. U: ve.
Halâl: nikahlı kadın. Çift-ü halâl: nikahlı iki çift kadın.
Andan: ondan. Âhım: yanıp yakınmam, özlemem. Didâr:
sevgilinin yüzü, Tanrı.)
Bu
şiirden Yunus Emre’nin iki karısı, oğulları, kızları olduğunu anlıyoruz.
Ama
Yunus’un yaşamı üzerine bilgi veren bu gibi şiirleri fazla değildir. Onun
Karaman’da doğup yaşadığını savunan uzmanlar yaşamıyla ilgili bazı belgeler
de bulup çıkardılar. Buna göre: Yunus Emre’nin ailesi Karaman’a Horosan’dan gelmiş, yerleşip kendi adlarına bir köy kurmuşlardır. Babasının adı İsmail’dir. Yunus göçten çok sonra, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Kendisi Kirişçi Baba olarak tanınmış, oğullarından birine de İsmail adını koymuştur.
ÖĞRENİMİ:
Yunus’un
“ümmi” olduğu, yani okuma yazma bilmediği üzerine bir menkıbe vardır.
Ayrıca, kendi de şiirlerinde şöyle der:
“Gönül
kitabından okur
Eline
kalem almadı.”
“Biçare Yunus ne bile
Ne
kara okudu. Ne ak.”
“Ümmi benim, Yunus benim.”
Bunlara
dayanarak halk arasında Yunus’un öğrenim görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen
bir kimse olduğu inancı yayılmıştır. Halkın büyük bir bölüğü okuma yazma
bilmediği, ağızdan ağza geçen sözlü bir kültürün egemenliğinde yaşadığı
için, öğrenim görmemiş bir şairin böylesine derin sözler söylemesi, uzun
yıllar yadırganmamış, hattâ bir iç zenginliği gösterdiğinden, bundan
hoşlanılmıştır da. Okuma yazma bilmediğine inanılan bir şairin ulaştığı
yücelik, okuma yazma bilmeyen insanlara bir teselli, bir umut olmuş, onu
kendilerine daha yakın görmelerine, kendilerinden saymalarına yol açmıştır.
Ama
uzmanlar Yunus Emre’nin okuma yazma bilmediği görüşüne, kendi sözlerine
karşın, katılmıyorlar. Şiirleri üzerinde yapılan çalışmalar, onun iyi bir
öğrenimden geçtiğini gösteriyor: Medrese’de okumuş, felsefe, tefsir (Kuran’ı
yorumlama bilimi), fıkıh (İslâm Hukuku), Arapça, Farsça biliyor, Yunan
Mitolojisi’ni, İran Mitolojisi’ni biliyor, Tasavvuf Tarihi, tarih, coğrafya,
ilm-i nücum (astronomi), ilm-i usul (yöntem bilim) biliyor, aruzla şiir
yazıyor.
Öyleyse
niçin şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemiş?
Önce şunu
belirtelim: Yunus Emre, şiirlerinde, okuma yazma bilmediğini söylediği gibi,
genellikle bilgilerini küçümsemek isterken, neler okuduğunu da ortaya
vurmuştur. Şöyle sözler eder: “Dilimde ilm-i usul”, “Dört kitabın
mânasın okudum tahsil ettim”, “Okudum yedi musafı”. Gene
şiirlerinde âyetlerden (Kuran surelerinin parçaları), hadislerden (peygamber
sözleri) alıntılar yapmış, Mevlânâ’nın bazı kalıplaşmış sözlerini kullanmış,
Şirazlı Sadi’nin bir şiirini Farsça’dan Türkçe’ye çevirmiştir.
Şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemesinin nedeni medrese öğreniminden
sonra Tasavvuf yolunu seçmesindendir. Tasavvuf anlayışına göre: tarikata,
Tanrı yoluna girenlerin, kitaplardan edindikleri bilgilerden sıyrılıp,
doğrudan doğruya Tanrı’dan gelecek bilgiye açık olmaları gerekir. Tanrı’ya
kitap bilgileri ile değil, Tanrı aşkıyla ulaşılır. İnsanın kitaplardan
öğrendikleri arttıkça bilmedikleri de artar, bu yoldan gerçeğe, yani
Tanrı’ya ulaşmak olanaksızdır. Gerçeğe, yani Tanrı’ya ulaşmanın tek yöntemi
Tanrısal aşktır.
Demek ki
“ümmi”lik, okuma yazma bilmemek, kitap bilgilerinin dışında olmanın, kendini
bütünüyle Tanrısal aşka vermiş olmanın en keskin belirtisidir. Dervişlerin
bu konudaki alçakgönüllülüklerinin aslında Tanrı’ya yakınlıklarını
gösterdiği anlaşılıyor. Yunus Emre’nin kendini okuma yazma bilmez göstermesi, halkla birleşmek, onlar gibi olmak özlemi diye de yorumlanabilir. Bu yakıştırma, ama şairin genel havasına çok uygun düşen yorumun tersi ise, kanımızca, yüzde yüz doğrudur: Türk halkı onun okuma yazma bilmez olmasını, kendi gibi olmasını istemiştir.
YUNUS’UN TARİKAT ZİNCİRİ:
Yunus
Emre’nin şeyhi birçok şiirinde andığı Taptuk Emre’dir. Taptuk Emre’nin şeyhi
Barak Baba, Barak Baba’nın şeyhi Sarı Saltuk, Sarı Saltuk’un şeyhi ise Hacı
Bektaş-ı Veli’dir. Bu zincir Yunus’un Bektaşi Tarikatı’ndan olduğunu
gösteriyor. Hacı Bektaş-ı Veli de Babalılar Ayaklanması sonunda öldürülen
Baba ishak’ın halifesidir. Böylece Yunus emre Babalılar’a bağlanmış oluyor.
Nitekim bir şiirinde Taptuk Emre’den Baba Taptuk diye söz eder. Şiirlerinden öğrendiğimize göre, Yunus Taptuk Emre’nin tekkesinde hizmet etmiş, onun düşüncelerini yaymak için gurbete çıkmış, Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı dolaşmış, Şam’a gitmiştir. Taptuk’un kapısında piştikten sonra da halkı kendi adına tarikata çağırmaya girişmiş, şeyh olmuştur.
Bektaşîlik
(Türk): XIII. Yüzyılda kurulan
büyük Türk tarikatı. Hacı Bektaş* Veli’nin kurduğu ve halifesi Balım
Sultan’ın düzenlediği en ünlü ve etkili Türk tarikatıdır. Türklerin
melâmet* anlayışının ürünüdür. Düşünce kaynakları Yesevîlik*,
Babaîlik,* Şîa-i* isnâ aşariyâ’ya
dayanır. Türk halklarında hiç sönmeyen eski Türklerin dini Şâmânlık’ın*
özlemiyle Sünnî Müslümanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Zamanla aynı
yolda yürüyen Kalenderîlik*, Haydarîlik*,
Abdallık* ve Hurûfîlik gibi çeşitli Türk tarikatlarını içine çekmiş
ve eritmiştir. Eşitlik, kardeşlik ve mallarda ortaklaşacılık güden toplumcu
yanı, Bâtınî* karakterini belirtir. Ayrıca, Ahîlik’in* de izlerini taşır.
Gizli ve kapalı bir tarikattır, ancak bağlılarının bildiği sırları vardır.
İlkelerine göre, her insan gereken bilgiye erişmiş değildir, gereken bilgi
ve olgunluğa erişen kutup adını alır. Nasıl değirmen taşı kutup adı verilen
ortadaki demirin çevresinde dönerse, evren de öylece kutupların çevresinde
döner. Sayısı pek çok olan bu kutupların içinde en yetkini kutuplar kutbu
(Ar. Kutup al-aktâb)’dur. Onun bir yanında sağ imam, bir yanında da sol imam
oturur (Ar. İmâmâm). Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk
gelir (Ar. Evtâd-ı Erbaa). Dört direği abdallar rütbesi izler, bunlar
direklerle birlikte beşler adını alırlar. Daha sonra yediler ve üç yüzler
gelir. Evren bu örgenlerle yönetilir (Ar. Saltanat-ı İlahîyye). Bektâşîliğin
ayrıcı niteliği yedi yüzyıl boyunca birtürdenliğini korumuş ve kendisinden
hiçbir kol ayrılmamış olmasıdır.
*Bektaş (Türk): bendeş>eş, benzer,
emsal; denkdeş/denkdaş/dekdeş/dendeş>eş , benzer;
*Melânet
(İslâm):
Tasavvufa karşı çıkan bir tasavvuf tarikatı… Arapça kınanmak, aşağılanma ve
hor görülme anlamındaki levm sözcüğünden türemiştir. Melâmiyye
adıyla da anılır. Melâmilik (İslâm) Hiçbir özel bilgi, özel
kılık, özel tören, özel toplantı yeri gereksememekle gerçekleştirilmiştir.
Sünnî Müslüman Türklerce geliştirildiği ve IX. Yüzyılda Horasan(da kurulduğu
için Horasânîler ya da Horasan Erenleri adıyla da anılırlar. Levm sözcüğü,
tarikatın başlıca ilkesini açığa koyar: Kişiliği hor görmek ve aşağılamak.
Kendi kendilerini kınadıkları ve hor gördükleri gibi başkalarının da
kendilerini kınamasını ve hor görmesini isterler. Kendini üstün görme,
böbürlenmek. İkiyüzlülük gibi kötü eğilimlerin böylelikle yok edileceği
kanısındadırlar.
*Yesevîlik (Yeseviyye, İslâm) : XII.
Yüzyılda Ahmet Yesevî tarafından kurulmuş. Özellikle Türkistan Türkleri
arasında yayılmış bir tarikattır. XV. Yüzyıldan sonra Anadolu’da da
bağlıları çoğalmıştır. Tanrı adını hırıldanma (zikir) yönteminde bir özellik
gösteren tümüyle Sünnî, kitaba ve peygamber sözlerine bağlı bir tarikattır.
Daha sonra Bektâşîler, Ahmet Yesevî’yi kendilerine maletmişlerdir.
Nakşibendîler de onun Tarik-i bâcegân (Hocalar yolu) adı verilen özel
zikir yöntemini benimsemişlerdir. O.Hançerlioğlu/İnanç sözlüğü/s.696
Anadoluda Aşk İslamiyetten önceki dönemde aşk önemli bir yer tutmaz. İslamiyetle birlikte gelişen edebiyatta özellikle gazellerin mesnevilerin başlıca konusu aşktır. Mutasavvıf şairler ise sevgililerinde tanrının bir aksini görürler çeşitli tarikatlar ilahi aşk fikrini ve idealini geliştirmişlerdir. Fuzuli, Şeyh Galip gibi şairlerde dini ve ulvi aşkı tasvir etmişlerdir.Leyla ile Mecnun Hüsn-ü Aşk buradan doğmuştur. Divan edebiyatında ise Nedim müstehcen aşk şiirleriyle tanınmıştır. Halk ise Aşık denilen kimselerle duygularını ezgisel anlatımla dile getirmiştir. Karacaoğlanın aşk memleket hikayeleri, Kerem ile Aslının hasreti gibi halkın içinden çıkan hikayelerde ruhani ve romantik aşk beraber işlenir. Gelelim Yunus Emreye nefes ile vakıf insanın kemale ermesi için mistik aşkı ortaya koyan Mevlana gibi lirik anlatımlarıyla ve felsefeleriyle halen tüm dünyayı etkilemektedirler. Tasavvufi aşk nefse hakim olarak Allahta yok olma mertebesine ulaşmak için bir basamaktır. Mevlana Mesnevisinde şöyle der :Aşk öyle bir ateştirki bir parladımı sevilenden başka herşeyi yakar. Aşk insanı gerçek güzelliğe ilahi kayra götürür. Mutasavvuflar dünyanın ve canlıların yaradılışını aşk ile açıklarlar onlara göre Allah bilinmek için sevilmek için bu evreni yaratmıştır. Hadiste şöyle der: Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve canlıları yarattım.
Maharet nardadır saçta değil Keramet baştadır taçta değil Her ne ararsan kendinde ara Mekkede, kudüste, haçta değil
HALKIN GÖNLÜNDEKİ YUNUS:
Yunus Emre’nin yaşamı üzerine çeşitli
menkıbeler vardır. Bunlardan bazıları Bektaşî Vilâyetnamesi, Hüdayî’nin
Vâkıât’ı gibi yazılı kaynaklara geçmiş, pek çoğuda ağızdan ağza günümüze
kadar gelmiştir. Bu menkıseleri birleştirerek halkın yarattığı Yunus
Destanı’nı şöyle özetleyebiliriz:
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılmışı hoş gördük
Yaradandan ötürü.
diyerek okuldan ayrılmıştı. İşte bu Yunus bir
kıtlık yılında pek bunaldı. Kırşehir yakınlarında Sulucakarahisar denilen
yerde Hacı Bektaş adında bir ermişin yaşadığını, yoksullara yardım ettiğini
duymuştu. Gidip ondan buğday istemeye karar verdi. Dergâha eli boş gitmemek
için de yol boyunca dağlardan alıç (yaban bir ağacın buruk yemişi) topladı,
öküzüne vurduğu heybelere doldurdu. Hacı Bektaş’a Yunus’un geldiğini, alıç
getirdiğini, çok sıkışık durumda olduğundan biraz buğday istediğini
söylediler. Dergâh’a eli boş gitmek istemeyen yoksul köylü Yunus’un bu gönül
yüceliği Hacı Bektaş’ın hoşuna gitti. Dervişlerinden biriyle ona sordurdu:
--- Buğday mı verelim, yoksa nasip mi?
Yunus nasibi ne yapsın, evde çoluk çocuk aç:
--- Buğday isterim, dedi.
Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:
--- Alıcın herbirine bir hasip verelim.
Yunus’un aklı evinde:
--- Çoluk çocuğum aç, nasip karın doyurmaz,
buğday versin de gidelim, dedi.
Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:
--- Alıcın herbir çekirdeğine on nasip verelim.
Yunus’un aklı evinde:
--- Çoluk çocuğum aç, dedi. Buğday versin de
gidelim.
Bunun üzerine dervişler Hacı Bektaş’ın emriyle
Yunus’un öküzüne dilediğinden de fazla buğday yüklediler.
Yunus dağlardan eve dönerken, düşündü düşündü,
yanıldığını anladı. Bu kişi çok yüce bir kişi olmasa, nasip istemediğime
kızar, bana böylesine cömertçe buğday vermezdi, dedi kendi kendine. Hem
nasip alsam, istediğimde buğdayı da bulurdum. Çevirdi öküzün başını, vardı
dergâha, buğdayı kapının önünü indirdi.
--- Alın buğdayınızı, bana nasip verin, dedi.
Dervişler içeri gidip Hacı Bektaş’ın şu sözüyle
geldiler:
--- İş işten geçti artık. Biz o ihsanın
anahtarını Taptuk Emre’ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın.
Yunus boynu bükük döndü, vardı Taptuk Emre’ye.
Bu Taptuk Emre bir güçlü ermiş idi. Hacı Bektaş
uzak illerden Anadolu’ya geldiğinde erenlerden saygı, sevgi görmüş, yalnız
Emre adında bir ermiş semtine hiç uğramamıştı.
--- Hepimiz Hacı Bektaş katına varırız, sen
niye bizimle gelmezsin, diye soranlara:
--- Bütün erenlerin buluştuğu dost divanında
nasip bağışlanırken Hacı Bektaş adlı bir kimse görmedik, derdi.
Hacı Bektaş bunu duyunca bir dervişini gönderip
Emre’nin, tekkesine gelmesini sağladı. Gelince de sözünü düşürüp ona erenler
arasına nasıl girdiğini sordu. Şöyle dedi Emre:
--- Yeşil perde ardından bir el çıkıp bütün
erenler nasip bağışlarken orada Hacı Bektaş adında birini görmedim.
Hacı Bektaş sordu:
--- Yeşil perde ardından uzanan eli görsen
bilir misin?
Emre:
--- Bilirim, dedi. Ayasında yeşil bir ben
vardı.
Hacı Bektaş ayasında yeşil ben olan elini
uzatınca, Emre:
--- Taptuk Hünkârım taptuk, diye üç kere
tekrarladı.
(Taptuk: tanıdık, bildik / tanıdım, bildim /
anlamına)
Böylece adı Taptuk Emre’ye çıktı. Hacı
Bektaş’ın sözcüleri arasına katıldı.
İşte Yunus boynu bükük, Taptuk Emre’ye gidip
başından geçenleri anlattı. Taptık Emre:
--- Hizmet et, nasibini al, dedi.
Yunus’a dağdan odun kesme işi verdi. Yunus kırk
yıl dağdan tekkeye odun taşıdı, ama bir kere bile eğri odun getirmedi.
--- Dağda eğri odun yok mu, Yunus? diye
soranlara,
--- Bu kapıdan içeri odunun bile eğrisi
giremez, diye cevap verdi.
Yunus dağa odun kesmeye şeyhin kızıyla birlikte
giderdi. Bunu duyan Hacı Bayram Velî:
--- Nasıl olur, ateş ile pamuk bir arada nasıl
durur, gelinlik kızla bir erkek her gün dağa birlikte nasıl gider? diye söz
etmiş.
Taptuk Emre bunu duyunca bir tutam pamuğun
içine korlu bir kömür parçası sarıp Ankara’ya, Hacı Bayram Velî’ye gönderdi.
Pamuğun içinde, pamuğu tutuşturmadan, nar gibi yanıp duruyordu ateş parçası.
Yunus’un şeyhine canla başla hizmet edişini
gören bazı dervişler de:
--- Yunus şeyhin kızını seviyor da ondan böyle
canla başla çalışıyor, diye yalan söylediler.
Taptuk Emre onları yalancılıktan kurtarmak için
kızını Yunus’a verdi. Ama Yunus: --- Ben şeyhimin kızına göre değilim, diyerek ömrünün sonuna kadar ona dokunmadı.
Bu kız kuran okurken akarsular bile dururmuş.
Bir gün tekkede bir erenler toplantısı
yapılırken Yunus-î Gûyende adında ünlü bir ilâhiciden ilâhi okuması istendi.
Taptuk Emre bu isteği üç kere tekrarladıysa da Yunus-î Gûlyende’den ses
çıkmadı. Taptuk Emre, bunun üzerine, Yunus Emre’ye dönüp:
--- O hazinenin kilidi açıldı artık, vakit
tamam. Nasibini al. Sen söyle, dedi.
Yunus Emre’nin gönlü, dili açıldı, ilâhiler
okumaya başladı. O günden sonra da kimsenin söyleyemeyeceği güzellikte
şiirler söyledi.
Yunus Emre Taptuk’un kapısında otuz yıl canla
başla hizmet ettiği halde, feyze eremediğini, gizli âlemin kendisine
açılmadığını sanarak umutsuzluğa kapıldı, bir gün tekkeyi bırakıp kaçtı.
Yolda dervişlere rastladı, onlara yoldaş oldu. Akşamları dervişlerden biri
dua ediyor, gökten bir sofra yemek iniyordu. Sıra derviş Yunus’a gelince
ellerini göğe açıp:
--- Tanrım, dedi, bende feyz yok, ama bunların
yanında benim yüzümü kara çıkarma, onlar kimin yüzüsuyu hürmetine senden
yemek istiyorlarsa, o kişinin hakkı için yemek gönder.
O akşam, her akşamkinden daha çok, iki sofra
dolusu yemek geldi. Dervişler merak edip Yunus’a:
--- Kimin yüzüsuyu hürmetine dua ettin? diye
sordular.
Yunus:
--- Önce siz söyleyin, dedi.
--- Biz, dediler, Taptuk Emre’nin kapısında
otuz yıl hizmet eden Yunus Emre’nin yüzüsuyu hürmetine dua ediyoruz.
Yunus böylece feyze ermiş olduğunu anladı,
hemen geri dönüp sabaha karşı Taptuk’un tekkesine vardı.
Doğru şeyhin karısı Ana Bacı’ya başvurup
kendisini bağışlamasını diledi. Taptuk artık çok yaşlıydı, gözleri görmez
olmuştu. Ana Bacı, Yunus’a:
--- Sen eşiğe yat, dedi. Şeyh sabah namazına
çıkarken ayağı sana takılınca, “Kim bu?” diye sorar. Ben “Yunus.” derim.
“Bizim Yunus mu?” diye sorarsa, anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen
ayaklarına kapan, seni bağışlamasını dile. “Hangi Yunus?” diye sorarsa anla
ki gönlünden çıkmışsın, git derdine başka bir yerde derman ara.
Yunus Ana Bacı’nın dediğini yaptı. Taptuk Emre:
--- Bizim Yunus mu? Diye sorunca ayaklarına
kapanarak suçunu bağışlattı.
Taptuk onun suçunu bağışladı ama:
--- Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın,
dedi. Artık yanımda kalamazsın. Asâmı (dervişlerin sopası) atacağım, nereye
düşerse, git orada Tanrı’ya kavuş.
Taptuk Emre bu sözü söyleyince, asâsını
pencereden dışarı attı. Yunus Emre, bir söylentiye göre beş yıl, bir
söylentiye göre yedi yıl dağ taş demeden ilâhiler söyleyerek şeyhinin
asâsını aradı. Ama bir türlü bulamadı. Taptuk Emre’ye asâsını bulamadığını
bildirmek üzere geri dönerken Sarıköy’ün orada dinlenmek için bir taşın
üstüne oturdu. Bir de baktı ki ilerde kavak gibi bir nur havaya doğru
uzanıyor. Yanına gidince şeyhinin asâsını tanıdı. Eline alıp orada öldü.
Yunus Emre, şeyhinin asâsını bulup Tanrı’ya
kavuşmak için, ilâhiler söyleyerek dağ taş dolaşırken öylesine bir üne erdi,
öylesine güzel sözler etti ki, sarayların, okumuşların gözdesi Mevlânâ
Celâleddîn bile onun için:
--- Nereye vardıysam bu Türkmen kocasının
izlerini önümde gördüm, dedi.
Yunus’un ise “Anın görklü nazarı gönlümüz
aynasıdır” diye yücelttiği Mevlânâ Celâleddîn’e “Mesnevi”ye duyduğu
hayranlığı belirtirken:
--- Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam:
Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm
Derdim, olur biterdi, diye takıldığı söylenir.
Gene bir halk söylentisine göre, Yunus Emre’nin
şiirleri böyle üç yüz beş yüz tane değildi. Üç bin şiiri vardı. Bunlar bir
kitapta toplanmıştı. Bu kitap Molla Kasım adlı bağnaz bir hocanın eline
geçti. Bu hoca bir akarsu kıyısına oturup şiirleri okumaya başladı. Dine
aykırı gördüklerinden bin tanesini yaktı, bin tanesini de suya attı. İki bin
birinci şiire gelince şu sözlerle karşılaştı:
Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeker
Bir Molla Kasım gelir.
Bunu okuyunca Yunus’un ermişliğine inanan Molla
Kasım son kalan bin şiiri sakladı. Ama yakılanlarla suya atılanlar da yok
olmadı. Yakılanları gökte melekler, suya atılanları suda balıklar okuyor.
Elde kalanları da biz insanlar okuyoruz.
Halkımızın Yunus Emre üzerine anlattığı
menkıbeleri birleştirip özetleyerek derlediğimiz bu destan, onun yüzyılların
ötesinden nasıl günümüze ulaşabildiğini göstermesi bakımından çok ilginçtir.
Tekke edebiyatının kurucusu sayılan Yunus Emre bütün tarikatlarca ulu
tanınmış, halkın gözünde, dilinde bir masal kahramanı haline gelmiştir.
Sarayın, okumuşların küçümsediği bu şairi, tarikatların ilgisi, halkın
sevgisi yaşatmıştır.
Burada da Sabahattin Eyüboğlu’nun sesine kulak
verelim:
…… Bu destan dindar olmaya, şu ya da bu
peygambere inanmaya değil, insan olmaya çağırır bizi. Yunus, halkımızdan
yana, halkımız Yunus’tan yana olduysa bunun nedeni gerçek şiirle gerçek
insanlığın birbirinden ayrılmaz oluşudur. Yunus haktan yana oluşla halktan
yana oluşun bir araya gelmesidir. Bütün büyük şairler gibi Yunus da hak için
halktan, halk için haktan yana olmuştur. Yunus softalara yobazlara karşı, bu
dünyayı hiçe sayıp öbür dünyayı övenlere karşı, bu dünyada adam olmak, kendi
kendisini, küçük çıkarlarını yenmek isteyenlerden, miğdecilere karşı
ülkücülerden yanadır. Yunus’un dindarlığı su götürmez, ama onun dindarlığı
softaların cennetine, sırat köprüsüne değil, insanlığa, insan yüreğine,
doğruluğa ve fakir fukaranın mutluluğuna çevriktir. Hiçbir şiiri dünyayı
sömürenleri övmez, hemen her şiiri dünyayı sömürenlere karşı bir
seslenmedir. Nasıl öyle olmasın ki bütün dünyanın büyük şairleri hep, ama
hep aynı şeyi söylemiş, aynı sömürgenliğe karşı isyan etmiştir. Kurdun
kuzuyu paralayıp yemesinde güzellik bulan bir tek dünya şairi göremezsiniz. Sabahattin Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem yay.;İst.1980;s22-23
YUNUS’UN ORTAYA ÇIKARILIŞI:
Yunus Emre’nin divanlarca küçümsendiğini,
Alevî-Bektaşî tekkelerinde yapılan ayinlerde okunan şeriata sığmaz şiirleri
yüzünden medreselileri de öfkelendirdiğini biliyoruz. Onun nefeslerini
okuyanlar için ölüm fetvası bile verilmiştir.
Bu gibi çekişmeler yüzünden Yunus Emre’nin
ortaya çıkarılışı, bilim dünyasına tanıtılışı çok gecikti. XIII-XIV.
Yüzyıllarda yaşamış olan bu şair için ilk sözü edilmeye değer çalışmalar, XX.
Yüzyılın başında yapıldı.
1913’de Rıza Tevfik ile Fuat Köprülü birkaç
makale yayımladılar.
1918’de Fuat Köprülü “Türk Edebiyatı’nda İlk
Mutasavvıflar” adlı yapıtıyla Yunus’u bilim dünyasına tanıttı.
1933-34’de Burhan Toprak Yunus’un Divan’ını üç
cilt olarak yayımladı.
1936’da Abdülbaki Gölpınarlı Yunus’un Divan’ını
bilimsel bir çalışma süzgecinden geçirerek yayımladı.
Otuz yıl süren bu araştırmalar sonunda Yunus
Emre’nin şiir alanındaki önemi anlaşılmış, bir tarikat ulusu olmanın
ötesinde, “şairliği” değerlendirilmiş, yapıtları üzerine birçok inceleme
yapılmıştır.
Sabahattin Eyüboğlu:
……
Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selâm olsun.
Yalnız bu insanlık ve şiir yüklü, Homeros’un
deyimiyle bu kanatlı söz tek başına Yunus Emre’nin bir olgun kişi olduğunu,
özlü sözü bulduğunu, düşüncenin ve sanatın yüce katlarına ulaştığını
anlatmaya yeter. Yunus’a merak salmaya başlayan Batılı edebiyatçılar bana:
Kim bu Yunus, diye sordukları zaman, kendilerine Yunus Emre uzmanımız
Abdülbâki Gölpınarlı’nın kitaplarını salık verdikten sonra ben yalnız bu
sözü çat pat Fransızca’ya, İngilizce’ye çeviriyorum. Her seferinde bu söz,
Türkçe’de nefes alır gibi söylenen bu söz, çeviride bütün rahatlığını
yitirdiği halde, Batılı aydının da hemen can kulağını kabartıyor. Neden?
Çünkü bu sözde bir insan, bütün kinlerin, ayrılıkların ötesinde, bütün
insanlara kardeşçe sesleniyor. Acıyı tatlıya, umutsuzluğu umuda, ölümü
yaşamaya çeviren bir büyü var bu sözde. Ardından gelen sözler uzak yakın,
değişik yankılar gibi tekrarlıyor onu. Gelin okuyalım bu güzelim şiiri:
Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selâm olsun.
Bizim için hayır dua
Kılanlara selâm olsun.
Ecel büke belimizi
Söyletmiye dilimizi
Hasta iken halimizi
Soranlara selâm olsun.
Tenin ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir âsan veçhile
Yuyanlara selâm olsun.
Eceli gelenler gider
Küllisi gelmez yola gider
Bizim halimizden beter
Soranlara selâm olsun.
Derviş Yunus söyler sözü
Yaş doludur iki gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selâm olsun.
Yunus ya da Yunusça konuşan Anadolu halkı, bu
şiirde, dünyanın ve başka bir halkın şiiriyle buluşuyor. Yunus’tan yüz elli
yıl kadar sonra onun gibi belâlı, kanlı, kargaşalı bir çağda yaşamış Fransız
şairi François Villon’un kendi milletinin edebiyat tarihindeki yeri,
Yunus’un bizimkindeki yerini andırır. Yunus nasıl Arapça ve Farsça’ya karşı
Türk halkının dilini yüceltmişse, Villon’da Lâtince ve Yunanca’ya karşı
Fransız halkının dilini yüceltmiştir. Dante’nin, Shakespeare’nin,
Cervantes’in yaptığı da aynı şeydir aslında: Halkın diliyle söylenemez
sanılan yüksek duydu ve düşünceleri halkın diliyle bal gibi söylemek. Ne
var ki, ah ne yazık ki, biz Yunus’un ardından gitmemişiz. Batılılarsa yalnız
Yunus gibilerin ardından gitmişler. İşte bu Yunus gibilerden biri, Villon
bakın, Orhan Veli’nin çevirisiyle nasıl Yunusça sesleniyor:
ASILMIŞLARIN BALADI
Ey dünyada kalan insan kardeşler,
Olmayın bu kadar katı yürekli;
Allah da sizden razı olur belki
Sizler acırsanız bizlere eğer;
Şurada asılmışız üçer beşer;
Kuş sütüyle beslenen şu bedene
Bir bakın, dağılmada günden günü;
Bakın kül olan kemiklerimize;
Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene;
Tanrıdan mağfiret dileyin bize.
…..
Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere;
Tanrıdan mağfiret dileyin bize.
Görmedik bir gün olsun rahat yüzü;
Yağmur sularında yıkandık yunduk;
Kurda, kuşa yedirdik kaşı, gözü;
Gün ışıklarında karardık yandık;
Kuş gagalarıyla kalbuda döndük.
…..
Dostlar görüyorsunuz halimizi;
Tanrıdan mağfiret dileyin bize.
Fransız şairi, Villon’un ardından gittikçe daha
halkçı olurken biz Yunus’u halka bırakıp Sarayların kapalı, yapmacıklı ve
kısır şiirinden yana gitmişiz; büyük şairlerimizin soluğunu altına, gümüşe
boğmuş, süslü duvarlar içine kapamışız. Villon’un ardından Tanrının dili
bile halkın diline çevrilirken Yunus’un ardından halkın dili küçümsenip
Yunus’la birlikte yüzyıllarca kültür dışı, kaba Türk işi sayılmış.
Atatürk’le birlikte Türk Devleti’nin halka
yönelmesinden önce Yunus Emre, halk türküleriyle birlikte analarımızdan
öğrenip ciddiye almadan söylediğimiz, okullara, sanat, edebiyat
çevrelerimize yakıştıramadığımız, olmasa da olur dediğimiz, halı yanında
kilim, ut yanında saz, konak yanında kulübe saydığımız kaba halk antikaları
arasındaydı. S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst. 1980;s.7>
YUNUS’UN DÜŞÜNCE DÜNYASI:
Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili
konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır.
Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil
de, yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık,
sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan,
Tanrı’ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara da cana yakın
gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp
böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur
sanırız. Bunda bağnazlığa karşı Tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama,
sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu bir gerçektir.
Tasavvuf Nedir:
Köklerinin Eflâtun (Platon)’da
aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek
varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden
Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek
varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı,
bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı
zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak,
Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin
görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa
güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir
aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün”
emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki
bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i
Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan
görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır,
Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o
ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i
Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün
aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı
kalacaktır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün
güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı’nın görüntüsüyse,
yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?
Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey
kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı’nın Tecellisi,
görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün”
emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak’ın,
yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın yani yokluğun, izleri,
özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk,
gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile
çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama
iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın
nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik
gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun
nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun,
Tanrı’nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.
Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu
çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?
Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık
nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre,
insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır.
Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler
ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın
yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini
yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle
sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal
aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını
niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.
Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek
anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler,
iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan
dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda,
Mecaz-i Aşk’ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu
aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk
Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü
geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır.
Artık ne yana baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile
kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın
varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da
Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.
İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra,
davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu
beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak,
Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i Şehâded,
Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de
doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah,
Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.
Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir
olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak” (ben
Tanrı’yım) derler. Mezhep
çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş
Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden
asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri
diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi
anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Burada “devir”,
devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre,
varlıklar Alem-î Gayb’dan Alem-î Şühud’a
indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce
cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde
görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına
kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur,
Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i
Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip
Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa,
Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.
Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok
önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda
yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım
yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul,
zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha
değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka,
gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım
başka insanlar, din adamları sokuyor?
Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel
çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol
göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil’e bağlanması gerekir. Yani bir
tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır.
Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre
aforoz edilirler.
Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli
anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar
doğmuştur.
“Tarik” Arapça’da “yol” demek,
ama “tarikat” şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları
İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan,
bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım
ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî
Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.
İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz
ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik.
Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî
Tarikatı’nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce
bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle
koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde
durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları
görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit
tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne
olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse
konuşmaz, yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.
Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun
düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını
örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır.
Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ
ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural
Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.
Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının
getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan
kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.
Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın
yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i
Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu
gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı
gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam
biçimi önerisidir.
Tasavvuf Niçin Yayıldı:
Tasavvuf felsefesi Yunus Emre’nin yaşadığı
dönemde niçin yaygındı?
XIII. Yüzyıl Anadolu’nun karmakarışık olduğu
bir dönemdi. Devlet yetkesi yoktu. Daha doğrusu, durumu sarsıntıda olan,
insanlara yük olan, dış güçlerin haraca bağladığı, bir yaşam düzeni
sağlayamayan devletler vardı. Halk korunamıyordu. Kimse yarınından emin
değildi. Moğol akınları, beylikler arasındaki savaşlar ardı arası kesilmez
yağmalar, kıyımlarla son buluyordu. İçinde yaşadığı dünya çekilmez duruma
gelince insanoğlunun gözlerini başka dünyaya çevirmesi, çaresizlik içinde
öbür dünyanın mutluluklarını düşünmeye başlaması doğaldır. Tarihteki bütün
bunalım dönemlerinde dinsel inançların güçlenmesi bir gerçektir.
Bu sözler XIII. Yüzyılda insanların niçin
dinsel inançlara dört elle sarıldıklarını gösterir. Tarikatlara, Tasavvufa
yönelmelerinin nedeni neydi?
Medrese düşünüşüne, İslâm şeriatını izleyenlere
göre, Tanrı ili evren ayrı varlıklardır. Tanrı evreni, canlı varlıkları,
insanları yaratmış, ama kendisi onların üstünde kalmıştır. Üstün bir güçtür.
Yargılar, kötüleri cezalandırır. Kargaşa dönemlerinin güçsüz devletleri
dinden yararlanmak, insanları din baskısıyla bir düzen içinde tutmak
isterlerken, bağnaz din adamları aracılığıyla Tanrı’yı büsbütün
acımasızlaştırır, korku salan, uzak, tek umut olan öbür dünyayı da cehenneme
çeviren bir yüce varlık olarak gösterirler.
Din adamları, medreseliler, şeriatçılar, insanı
hiçe sayan Tanrı’larıyla, vergi almaktan, halkı soymaktan başka bir işe
yaramaz olmuş devletin yanındadırlar. Tarikatlar ise halkın içinde, halkın
yanındadır. Tasavvuf felsefesinin gölgesinde, korkuya karşı sevgiyi önerir,
hoşgörüyü, bağışlamayı, insanların zaten elde edemedikleri şeyleri
özlememenin üstünlüğünü savunur, Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösterirler.
İnsan yüksek bir yere konmuş, öbür dünyanın mutlulukları herkese açılmış,
Tanrı bu dünyada bile varlığına girebilecek kadar yaklaştırılmıştır.
Halkın tarikatları seçmiş olmasına şaşmamak
gerekir.
Ayrıca şu da var: İnsanlar bir dinden başka bir
dine geçtiklerinde, önceki dinlerinin etkilerinden bütünüyle kurtulamazlar.
Türkler de Müslümanlığı kabul ettikten sonra, önceki dinleri Şamanlığın
etkilerinden bütünüyle kurtulamamışlardır. Tarikatlarda Şamanlığın izleri
bulunması Türk insanını saran bir yön olmuştur.
Devletleri içten yıkmak için kullanılmaları,
siyasal oyunlara araç edilmeleri bir yana, halkın açısından bakılırsa,
aslında, bir karşı koyma, bir başkaldırma, Tanrı’yı devletin elinden alıp
halkın yanına çekmektir tarikatların yaptığı.
Ama bu dinsel düzeyde kaldığı kadar insanlara
umut kapılarını açmaktan öteye geçemezdi. Tarikatların siyasal kavgalara
araç olmaları, insanları bir araya getirme, birleştirme güçlerinin
büyüklüğünü görmelerinden sonra, bir bakıma kaçınılmaz bir şeydi.
Yunus’un Felsefesi:
Yunus Emre Tasavvuf felsefesi çerçevesinde
düşünmüş, dünya, öbür dünya, Tanrı, dünyanın yaratılışı, insan-Tanrı
ilişkileri gibi konularda hep bu din felsefesinin verdiği bilgilerle
yaklaşmıştır. Ama şaşırtıcı gözlem gücü, bağlandığı Tasavvuftan gelen
hoşgörüsü, insan sevgisi, insana verdiği önem, bazı düşünürlerin onu başka
felsefelere yaklaştırmalarına da olanak sağlamıştır. Örnekse, Yunus’da
hümanizma felsefesinin özünü bulanlar vardır: İnsanı insanla barıştırmak,
kendini bilmek, başkalarından ayırmamak. Bir şair olarak Yunus Emre’nin
bağlandığı felsefe kuramını zorladığı, yaşadığı dönemde Anadolu halkının
gerçeğini, ülküsünü yansıttığı doğrudur. Ama daha ileri gitmek, halkın
yanında yer almış, halktan yana olmuş bir şairi, kendi çağrışımlarımızla
donatmak, dayandığı din felsefesinin, Tasavvufun dışında değerlendirmek,
mistikliğinden sıyırmak bilimsel görüşe aykırıdır.
Ne var ki çağdaş okurlar bunu yapacak. Yunus’un
Tanrısal aşkını insansal aşk olarak, dost özlemini arkadaş özlemi olarak
göreceklerdir. Çünkü şiir okurunu bilim adına kendi dünyasından, kendi
çağrışımlarından ayırmak da olanaksızdır.
Yunus Emre bir şiirinde “şeriat, tarikat,
marifet, hakikat” diye dört bilgi derecesinden söz eder. Birincisi İslâm
dini kuralları, ikincisi tarikat kuralları, üçüncüsü şeriatla tarikatın
arasını bulmak, dördüncüsü de en yüksek bilgi, yani gerçeğin, Tanrı’nın
sırrıdır.
Biri dış, yani Zâhirî, öbürü
iç, yani Bâtınî, olmak üzere iki
Âlem vardır. Dış dünya ile ilgili bilimler, zâhirî bilimler, dış
dünyanın varlıklarını, olaylarını anlatmaktan öteye geçemez.En yüksek bilgi
derecesine, gerçeğin, yani Tanrı’nın sırrına yönelen bilimler, iç bilimler,
Batınî bilimlerdir. Tanrı’ya ulaşmak, gerçeğin sırrına ermek için, bütün din
dışı bilimlerden, hatta şeriat bilimlerinden vazgeçilmelidir. Çünkü bunlar
Tanrı ile kulun arasına girer, ikiliği destekler. Aklı aşıp gönüle yönelmek,
aşk yolunu seçmek gerekir. Aşkın, yani Tanrısal aşkın, kendisi de bir
bilimdir, hem de en yüksek bilim.
Görüldüğü gibi, Yunus Emre’nin bilim anlayışı
XX. Yüzyıl insanının anlayışına çok ters düşüyor.
Ama sonunda, aşk bilimiyle Tanrı’ya ulaşınca,
gerçeğin sırrına erince varılan mertebede neler elde edilecek? Kendini bilen
insanın, en yüksek bilgiye ulaşan insanın dünyasında din, mezhep, ulus
ayrımları yok, mevki ya da sınıf ayrımları yok. İşte burada, Yunus’un özlemiyle, daha doğrusu, Yunus’u besleyen mistik felsefenin özlemiyle XX. Yüzyıl insanının özlemi arasında bir benzerlik doğuyor. Şairin birçok şiirini günümüz insanına coşkuyla okutan biraz da bu benzerlik.
Burada da Sabahattin Eyüboğlu’na yine söz
vermek istiyorum:
Nedir bizim Yunus’un inancı? Yoksulu bay,
kuruyu yaş, ayağı baş eden bu yaman insan gücünü hangi inanıştan alıyor
Yunus? Bu sorunun karşılığını Yunus’un söylediklerinde ve söylettiklerinde
aradığımız zaman bir hayli şaşırarak görürüz ki Yunus bütün dindarlığına,
Müslümanlığına karşın hiçbir dinin adamı değil, hatta bir din adamı bile
değil, tersine bütün dinlerin ötesinde, camilerin, kiliselerin dışında, hele
softaların yobazların düpedüz karşısında, kitapsız, tapınmasız, törensiz,
kıblesiz bir inancın adamıdır. Bu inancın tek kuralı, yasası, dogması
sevgidir, en geniş, en sınırsız, en insanca anlamıyla sevgi. Dinini,
Tanrısını sordunuz mu Yunus’a aşk der ve dost der size, başka şey de
söylemez. Diyeceksiniz ki, daha doğrusu insanoğlunun inanma güçlerini ille
de insan ve dünya ötesine kaydırmak isteyenler diyecekler ki, Yunus’un aşk
dediği Ferhat ile Şirin arasındaki aşk değil, Yunus’un Dost dediği senin bu
dünyada rastlayıp candan sevdiğin insanlar değildir. Onun aşkı da, dostu da,
şarabı da, sarhoşluğu da gerçek ötesi varlıkların rumuzlarıdır ve ancak
öldükten sonra ruhlarımızın kavuşacağı gerçeklerdir. Evet ama, Yunus Emre
şiirlerinde bu kavramları ne kadar yüceltirse yüceltsin, dünyayı ne kadar
hor görürse görsün, ne insanın ne dünyanın dışına çıkarmıyor inandığı
değerleri. İnsanın dışında değil, içinde buluyor Tanrısını, bakın nasıl:
Bu tılsımı bağlayan
Türlü dilde söyleyen
Yere göğe sığmayan
Sığmış bu can içinde.
Çok aradım özledim
Yeri gökü aradım
Çok aradım bulmadım
Buldum insan içinde.
Yunus Emre göklerde değil yerde buluyor
aradığını, rahmet ve bereket yağmurları bile topraktan yağıyor şiirinde.
Bir dem yüzüm süre duram
Her dem ayım yeni doğar
Her gün bir bayramdır bana
Yazım kışım yeni bahar.
Onun nuru karanlığı
Sürer gönül hücresinden
Karanlık ile aydınlık
Bir hücreye nite sığar.
Ben ayımı yerde gördüm
Ne işim var gök yüzünde
Benim gözüm yerde gerek
Bana rahmet yerden yağar.
Sözüm el gün için değil
Sevenlere bir söz yeter
Sevdiğimi söylemezsem
Sevmek derdi beni boğar.
Cennetin yeryüzünde, gerçeğin toprakta saklı
olduğunu daha ne kadar açık söylesin Yunus altı yüz elli yıl önce ve köyde.
Bugün Sivrialan köyünde yaşayan Aşık Veysel de:
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yarim kara
topraktır.
Diyor ve bir çekirdeğe karşı dört bostan veren,
kazma ile bel ile üstüne yürüyeni gül’le karşılayan toprağa çağırıyor
cenneti dünya ötesinde arayanları.
Yunus dünyaya kızar, ne güzel kızar hem de,
yalancılığını vurarak yüzüne, ölümlerin öcünü alarak dünyadan:
Yürü yürü, yalan dünya
Yalan dünya değil misin?
Yedi kere ıssız kalıp
Dolan dünya değil misin?
Ateş bıraktı özüme
Dumanı girdi gözüme
Bu gözle bugün yüzüme
Gülen dünya değil misin?
Aynı dünya için aynı Yunus şunu da söyler:
Bu dünya bir gelindir
Yeşil kızıl donanmış
İnsan böyle geline
Bakar bakar doyamaz.
Dünyayı bütün insanlarıyla birlikte benimser
Yunus:
Dünya beni rızkımdır
Halkı benim halkımdır.
İnsanlardan istediği düpedüz insanca bir sevgi
ve iş birliğidir. Dinleyin ne kadar açık seçik olarak söylüyor bunu:
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.
Dünya hem hepimizin, hem hiçbirimizindir
Yunus’a göre. Günahların günahı bir insana kötülük etmektir dünyada:
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
İnsanın içindeki şeytan, asıl şeytan kimdir
Yunus’a göre:
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize.
Sen sana ne sanırsın
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manasın
Budur eğer var ise.
Ne demek bu? Şu demek ki, Yunus’a göre bütün
din kitaplarının bir tek anlamı olabilir olsa olsa, olmalıdır ya da: O da
insanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten, kendini bilmek ve
başkalarından ayırmamak. Hümanizmanın özü de budur işte; hümanistlerin
özlemi de insanın bütün insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla,
bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?
S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst.;1980;s.28>
Yunus’un aşkına gelince, bu aşk da, elbet
cinsel aşktan başka türlü bir duygudur, ama yine de insanca bir sevgi, bir
coşku, bir kendinden geçme, kendini aşmadır bu. Bütün gözyaşlarına karşın,
gariptir, daha çok sevinçli, iyimser, aydınlık bir aşktır Yunus’unki:
İşitin ey yarenler,
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül
Bir kara taşa benzer.
Taş yürekte ne biter
Dilinden ağu tüter
Nice yumuşak söylese
Sözü savaşa benzer.
Bakın aşk kavramı da Yunus’ta insanlıkla nasıl
kaynaşıyor, daha doğrusu ona dökülüyor: O kadar ki birçok şiirinde aşk
coşkunluğunun hemen ardından sevgisizliklerin, kalleşliklerin yergisi,
gerçek aşıkların övgüsü geliyor:
Aşkından yanır yüreğim
Yandığım bana hoş gelir
Söyler isem sözüm savaş
Söylemezsem ciğerim baş
Bu dünya dop dolu kalleş
Her birinden bir taş gelir
Hakkı gerçek sevenlere
Cümle âlem kardaş gelir...
Aşk insanı nefsinden, bencilliğinden kurtaran
bir tapınmadır Yunus’ta. Ama iki özelliği var bu tapınmanın. Biri şu: Yunus,
bizim o dertli, yoksul çaresiz Yunus, gözü yaşlı, bağrı başlı Yunus, bir
köşeye çekilip kendi aşkıyla yetinecek ve kendi cennetini sağlamaya
çalışacak yerde, ki birçok dünya ermişlerinin, dünya bencilliğinden
kurtulmak için ahret bencilliğine düşen keşişlerin yaptığı budur, hayır
böyle yapacak yerde, Yunus yiğitçe atılıyor ortaya, birden bırakıp ağlayıp
sızlanmayı kelleyi koltuğa alıp yürüyor dünyanın üstüne:
Ey dost aşkın denizine
Girem, garkolam yürüyem
İki cihan meydan ola
Devranım sürem yürüyem
………………
Başımı alıp elime
Yolumu verem yürüyem.
Bir başka şiirinde Yunus, kim bilir kaç Anadolu
şairine bir yiğitçe sesleniş biçimi kazandıracak olan ve aşkın bile görece
bir mutluluk olduğunu kabul edecek kadar ileri giden şu yaman sözleri
söyler:
Bu denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün nolisar.
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın nolisar.
Aşkın bir susuzluk, bir doymaz ülkü özlemi
olduğunu söylerken sesi hiç de ağlamaklı değildir Yunus Emre’mizin:
Yedi deniz geçer isem
Yetmiş ırmak içer isem
Susuzluğum kanmaz benim
Dost şerbetiyle kanayım.
Al gider benden benliği
Doldur içime senliği
Gel, sen burada öldür beni
Gidip orda ölmeyeyim.
Beyler azdı malından
Bilmez yoksul halinden
Çıkmış rahmet gölünden
Nefs derdine dalmıştır.
Şimdi gelelim Yunus Emre’mizin dostuna. Kimdir
bu dost, yüzlerce, binlerce şiirinde çağırılan dost? Çok sevdiği Taptuk
Emre’mi? O değil diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Hacı Bektaş mı? O değil
diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Muhammed, Muhammed’in sevdiği Ali mi? Onlar
değil diyemezsiniz. Bütün insanların bütün minarelerden ve çan kulelerinden
çağırdığı Tanrı mıdır? Değildir diyemezsiniz. Yunus’un dost dediği, o6nun
ardından bütün Anadolu saz şairlerinin dost dediği varlık, dost sözüyle
anlattığı boz bulanık ülkü gerçek insanlık değil midir? Değildir
diyemezsiniz. Yunus Emre’nin dost dediği üstün gerçek bugün Aşık Veysel’in
dost dediği ülkünün benzeri değildir diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Yunus
Emre bu milletin, Anadolu halkının hem gerçeğini hem ülküsünü, kendi çağının
en atılgan, en savaşgan diliyle söylemiştir. Onun dost kavramında yalnız
Tasavvufun mutlak güzelliğini, soyut sevgisini değil, halkın bütün
özlemlerini bulur gibi oluruz. Dost deyince bir İranlının (sanırım
dost sözcüğü Farsça olduğu için böyle söylemiş)
aklına neler gelir bilmem, ama biz Anadolu Türkleri dost deyince derinden
duygulanır, küçük kaygıların, çıkarların üstünde, uğruna can feda edilen,
insanın en temiz yanını, insanlığın özünü yansıtan bir varlık düşünürüz.
Dosta inanır, dosta güvenir, dosta açılır insan. Tanrının insanlığı, insanın
Tanrılığı gibi bir şeydir dost. Dost dünyanın tadı, yüreğin gözbebeğidir.
Dost hem içinde, hem dışındadır insanın, hem çok uzaklarda hem yanı
başımızdadır. İşte dost sözüne bu zenginliği, bu insan sıcaklığını ve Tanrı
yüceliğini veren şairlerimizin başında Yunus gelir, o Yunus ki şöyle
seslenir dostuna:
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni.
Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni.
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni.
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni.
Dosta yaşarken kavuşmak ister Yunus, öldükten
sonra değil:
Yoldaş olalım ikimiz
Gel dosta gidelim gönül
Haldaş olalım ikimiz
Gel dosta gidelim gönül
Ölüm haberi gelmeden
Ecel yakamız almadan
Azrail hamle kılmadan
Gel dosta gidelim gönül.
Dünya dostun bahçesidir Yunus için.
Halvetlerde meşgul olam
Daim açılır gül olam
Dost bağında bülbül olam
Ötem hey dost deyu deye
Mecnun oluban yürüyem
Yüce dağları bürüyem
Mum olubam eriyem
Yanam hey dost deyu deyu
Günler geçe yıl çevrile
Üstüme sinlem devrile
Ten çürüye toprak ola
Tozam hey dost deyu deyu.
………..
Dost yüzünü görmez isem
Bu gözlerim nemdir benim
Dilim şeker gövdem kamış
Bu söyleyen nemdir benim.
Dost sözünün yerini bazı şiirlerde, belki
değişmiş olanlarda Mevlâ sözü alır; ama şiirin havası, dostçalığı değişmez:
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Yunus okur diller ile
Bir sürü bülbüller ile
Haktan yana kullar ile
Çağırayım mevlam seni.
Muhammed’e, Ali’ye, Hasan ile Hüseyin’e
seslendiği zaman da Yunus’un ya da Yunusların dostluk duyguları pek
değişmez:
Aşık Yunus neyler dünyayı sensiz
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Araya araya bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
…………….
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ya Muhammed canım arzular seni
Yunus övdü durdu seni dillerde
Dillerde dillerde hem gönüllerde
Ağlaya ağlaya gurbet ellerde
Ya Muhammed canım arzular seni.
……….
Yüce sultanım
Derde dermanım
Bedende canım
Hu demek ister
Kerbelâ’nın kuzuları
Şehit olmuş gazileri
Fatma’nanın kuzuları
Hasan ile Hüseyin’dir.
Hazret Ali babaları
Muhammed’tir dedeleri
Arşın iki küpeleri
Hasan ile Hüseyin’dir.
Kerbelâ’nın ta içinde
Nur balkır gökçek saçında
Yatarlar nurlar içinde
Hasan ile Hüseyin’dir.
Anadolu böyle sever işte sevince, böyle içten,
böyle türkü söyler gibi.
Ama Yunus’un da Dostunun yerini herkesin
Tanrısı alınca hava değişir. Onunla artık dostça değil bir kulun padişahla
konuşabileceği, daha doğrusu hiçbir zaman konuşamayacağı gibi konuşur; baş
kaldırır ona, adaletinden şüphe eder:
Ben sana zulm eyledim ettim günah
Neyledim nettim sana ey Padişah..
Kıl köprü gerersin geç diye
Gel seni sen duzağımdan seç diye
Ya düşer ya dayanır ya uçar
Kıl gibi köprüden adem mi geçer.
Kulların köprü yaparlar hayriçin
Hayr budur kim geçerler seyriçin.
Böylece eleştirir Yunus Tanrı’yı: Hem beni
yaratırsın, her yapacağımı da bilirsin sonra da günahlarımı tartıp beni
yakmak istersin. Teraziyi bakkallar kullanır, sana yakışır mı der ve şöyle
bitirir sözünü:
Geçmedi mi intikamın öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurup
Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan
Sen bilirsin aşikâre ve nihan
Bir avuç toprağı bünca kıl-ü kal
Neye gerek ey Kerim-i zül celâl
Yunus Emre Tanrı karşısındaki davranışları pek
az dünya şairinde görülecek kadar değişik, karmakarışıktır. Bu Türkmen
Kocası Anadolu halkıyla birlikte türlü inanç köprülerinden geçmiş, baş
kaldırmadan boyun eğmeğe, Tanrıyı insanlaştırmadan insanı Tanrılaytırmaya
kadar bütün hallerden geçmiştir. Çünkü, unutmayalım, Yunus’un yaşadığı
topraklar bütün Tanrıların iz bırakıp geçtiği topraklardır. Bu konuyu
değiştirmeden iki şiir daha okuyalım:
İster idim Allahı
Buldum ise ne oldu
Ağlardım gündüz gece
Güldüm ise ne oldu?
Erenler sohbetinde
Deste kızıl gül idim
Açıldım ele geldim
Güldüm ise ne oldu?
Alimler ulemalar
Medrese buldular
Ben harabat içinde
Buldum ise ne oldu?
Aynı şair, belki de bütün umutlarını Tanrıya
bağlayan, ölüm karşısında güz yaprağı gibi titreyen insanların ağzından şu
kanatlı sözleri söyler:
Açıldı gökler kapısı
Rahmet doludur hepisi
Sekiz cennetin kapısı
Açar Allah deyu deyu.
…..
Sensin rahim sensin kerim
Allah sana sundum elim.
Dilim tetiği buruldu
Canım gövdeden üzüldü
Gören gözlerim süzüldü Allah sana sundum elim.
Yunus’un Savunduğu Ahlâk:
Yunus Emre olgunluk döneminde yazdığı
Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı)
adlı şiirinde ahlâk anlayışını açıklamıştır. Mesnevi biçiminde, aruz
ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir
başlangıçtan sonra kısa bir düzyazı vardır. Bu düzyazıda aklın, imanın
çeşitleri anlatılır, insanda toprak, su, ateş, yel niteliklerinin can ile
birleştiğine, toprak ile suyun cennet, ateş ile yelin cehennem öğeleri
olduğuna değinilir. Arkasından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu
yani Gazab, Sabır, Haset, Cimrilik, Akıl. Toprak ile su iyiliklerin, ateş
ile yel kötülüklerin simgeleridir. İyilikler şunlardır: Tanrı özlemi,
Tanrı’ya güvenmek, sabır, onurunu korumak, iyi huy, halka iyilik etmek,
temiz yüreklilik, cömertlik, kanaat, utanmak, dürüstlük. Kötülükler de
şunlardır: düzenbazlık, gösterişçilik, acelecilik, kibir, şehvet,
kıskançlık, iki yüzlülük, öfke, cimrilik, kin, dedikodu, adam çekiştirmek.
Yunus’un iyi ya da kötü dediği şeyler,
genellikle, günümüzde de iyi ya da kötü denilen şeyler. Ama hepsi
birleştirilip bir ahlak anlayışı çizilirse, bunun çağımızdaki anlayışa ya da
önemli bir noktada uymadığı görülür. Yunus dayandığı mistik felsefenin
etkisiyle sabrı, katlanmayı, boyun eğmeyi, Tanrı’ya sığınmayı savunmuştur.
Günümüzün ahlâk anlayışları ise boyun eğmemeyi, haksızlıklara direnmeyi,
kötülüklere karşı ayaklanmayı erdem sayar, bu dünyanın sorunlarını bu
dünyada çözmek gerektiği görünüşüyle edildiği yerer.
Yunus’un günümüz insanına hoş görünen ahlâk
anlayışı daha çok, şiirlerinde sergilediği, sürekli olarak yinelediği gönül
kırmama ilkesidir. Bu ilkeyi, düşüncesinin kaynaklandığı Tasavvuf
felsefesinin etkisiyle, şeriat kurallarının üstünde tutar.
Şöyle sözler eder:
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
(…)
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
(…)
Yüz Kabe’den yeğrektir bir gönül ziyareti
(…)
Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca
Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir
(…)
(İki cihan: bu dünya ile öbür dünya.
Bedbaht: mutsuz, kara talihli. Yüz Kabe: (yüz kere hacca gitmek).
Yeğrektir: daha iyidir. Bin var hacca: bin kere git hacca).
Şeriat kurallarına uymayan ya da uyamayan, uyma
olanağı bulamayan bugünkü insan için, bu iyilik etme, gönül kırmama ahlâkı,
belli belirsiz bir iç rahatlığı nedenidir. Çünkü çoğu insanda, aldığı
eğitime, yaşadığı çevreye göre, çok ya da az, bir dinsel suçluluk duygusu,
din kurallarına uyamamanın verdiği bir tedirginlik vardır.
Yunus’un Din Anlayışı:
Dini insanları uyuşturmak için, korkutmak,
manevî bağlarla bağlamak için, yönetici zümrelerin, sömürücü sınıfların
yarattığı, yaydığı görüşünü benimseyen öğretilerden yana olanlar da, Yunus
Emre’nin şeriata karşı sözlerinden kendilerine yakın anlamlar
çıkarabilirler. Bilimsel yönden bütünüyle yanlıştır bu görüş ama, daha önce
de söylediğimiz gibi, okurların şiirlere kendi çağrışımlarıyla
yaklaşmalarına engel olunamaz.
Gerçek şudur: Yunus emre de bütün mistikler
gibi bağlı olduğu dinin ruhuna, kurallarına saygılıdır, kesinlikle karşı
değildir. Ama şeriat adamlarıyla tarikat adamları arasında sürüp giden
çekişmenin içindedir. Birinciler devletin yanında, bağnaz, hoşgörüden
yoksun, suçlayıcıdırlar, ikincilerse halkın yanında, özgür, hoşgörülü,
bağışlayıcıdırlar. Birinciler ikincileri kâfirlikle suçlayıp din dışı
sayarlar, fırsatını buldular mı asarlar ya da derilerini yüzerler. İkinciler
de birincilerin kitap okumakla, namaz kılmakla Tanrı’ya ulaşamayacaklarını
durmadan yüzlerine vururlar.
Bu çekişmelerin altında, çok etkili bir yönetim
aracı olan dini kendinden yana çekmek isteyen siyasal kaygıların bulunduğuna
şüphe yoktur. Nitekim bazı beyler de tarikat şeyhleriyle işbirliği
yapmışlardır. Yunus’un Karaman Sarayı’nda sayılan bir kişi olduğunu
söyleyenler, asker toplamakta hükümdara yardım ettiğini ileri sürenler,
bunun konumuzun içindeki bir örneğini veriyorlar. Daha sonraki yüzyıllarda,
İran Sarayı’nın Anadolu’daki tarikatları Osmanlılara karşı kullandığını,
Safavî şahları ile Osmanlı padişahları arasındaki siyasal çatışmaların,
Alevîlerle Sünnîleri birbirine düşürdüğünü biliyoruz.
Yunus’un şiirlerinde şöyle sözler vardır:
Sen olmadığın gönülde din ile iman gerekmez
(…)
Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet
Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din
diyanet
(…)
Gökten inen dört kitabı günde bin kez okur
isen
Erenlere münkir isen didâr ırak senden yana
(…)
Sen sana ne sanırsan
Hem ayruğa anı san
Dört kitabın mânası
Budur eğer var ise
(…)
(Sen olmadığın: senin bulunmadığın,
Tanrı’nın bulunmadığı. Ü: ve. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan.
Hacet: gerek. Harâb: Tanrı aşkıyla sarhoş. Diyanet:
dindarlık. Dört kitap: Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an. Erenler:
velî, evliya, Tanrı’ya ulaşanlar. Münkir: inkâr eden, inanmayan.
Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Irak: uzak. Sen sana ne
sanırsan hem ayruğa anı san: kendini nasıl tutarsan, başkalarını da öyle
tut.)
Bunlar dine ya da şeriata karşı sözler değil.
Tasavvuf felsefesi çerçevesinde, tarikat anlayışının savunulması, Tanrısal
aşkın yüceltilmesi için söylenmiş sözlerdir. Tanrısal aşk karşılığında
önemsizliği belirtilmektedir.
Yunus’un Dünya Anlayışı:
Yunus için dünya çabucak geçiliverilecek sir
köprüdür. Dünyadaki her şey değersizdir, dünya malına özenmemek, dünyaya bel
bağlamamak gerekir. Dünyada oyalananlar Tanrı’ya ulaşamazlar.
Şöyle der:
Bize didâr gerek dünya gerekmez
(…)
Yunus gerçek âşık isen
Mülke suret bezemegil
(…)
Şunlar ki çoktur malları
Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Anın da yoktur yenleri
(…)
Bir imaret göster bana kim sonu viran olmaya
Kazanagör sen ol malı kim senden geri
kalmaya
(…)
(Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Âşık:
Tanrı aşkıyla yanan, Mülke suret Bezemegil: dünya malının görünüşteki
güzelliğiyle oyalanma. Gömlek: kefen. Anın: onun. Yen:
giysi kolu. İmaret: mamur yer, yapı. Viran: yıkık, harap.
Kazanagör: kazan, kazan bakalım. Ol: o. Kim: ki. Senden
geri kalmaya: arkanda kalmasın.)
Yunus Emre’nin Tasavvuf felsefesinden
kaynaklanan bu görüşleri, mala mülke değer vermeyişiyle hoşa gitse de,
günümüz insanının benimseyebileceği görüşler değildir. Katlanma, boyun eğme,
umutlarını öbür dünyaya bağlama anlayışı düşünüşünün temelinde yatmaktadır.
Ama bağlandığı felsefenin çerçevesinde de olsa
dünyanın güzelliğini yansıtmadan edemez:
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz
(Bakubanı: bakınarak, bakmakla)
Yani dünya güzeldir, ama dünyanın güzelliğine
kanmamak, bu güzellikle fazla oyalanmamak gerekir. Buraya kadar açıkladıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Yunus Emre’nin düşünce dünyası, XX. Yüzyıl insanına çok uzaktır. Ne var ki,yaşadığı çevreyle somut ilişkiler içinde yazmış olması,eşsiz gözlem gücüyle, yaşam karşısında, bağlandığı din felsefesinin sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşması, onu çağdaş okurlar için de ilginç kılıyor, halkçı, insancı yanlarıyla benimsenmesine yol açıyor. S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay; İst.1980;s.30>
Sanatının Özellikleri:
Şiiri “sözün yoğunlaştırılması” diye
tanımlayanlar vardır. Yunus’un da anlayışta olduğu görülüyor. Bir şiirinde
şöyle der:
Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Yunus Emre’nin yaşamını destanlaştıran da
gözünden kaçmamış onun bu özelliği. Mevlânâ’ya “Mesnevî”si için : Çok uzun
yazmışsın, ben olsam:
Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm
Uzmanlar arasındaki bu anlaşmazlık yüzünden
Yunus Emre’nin şiirleri bazı kitaplarda dörtlükler biçiminde, bazı
kitaplarda ise gazel biçiminde yer alıyor.
Yukarıda “Yunus bir halk şairi sayılmadığından”
dedik. Bu konuda uzmanlar birleşiyorlar. İyi öğrenim görmüş, dünya
bilgileriyle yetinmemiş. Tasavvuf alanında en yüksek mertebeye ulaşmış bir
İnsan-ı Kâmil olduğunu, Tanrı’nın varlığında eridiğini kabul
ederek, onun için, şöyle diyorlar: Yunus halk şairi değildir, ama halkın
şairidir.
Dil:
Yunus Emre Oğuz lehçesiyle. Çağının konuşma
diliyle yazmıştır. Selçuklu Devleti’nde saray dili Farsça iken halkın
konuştuğu dili seçmesi şiirlerini halk için yazdığını gösterir. Kullandığı
sözcüklerin bütünü Türkçe değildir. Bugün unutulmuş olan Türkçe sözcüklerin
yanı sıra, Arapça, Farsça sözcükler de kullanmıştır. Ayrıca, Farsça dil
kurallarına uyduğu, isim, sıfat takımları kurduğu, Türkçe sözcükleri yabancı
bağlaçlarla bağladığı da görülür. Dili üzerinde Tasavvufun etkileri açıktır.
Bazı sözcüklerin hem Türkçe’sini, hem Arapça’sını ya da Farsça’sını birlikte
kullanmıştır.
Bir geçiş, bir kargaşa döneminin bütün bu
izlerine karşılık, Yunus’un şiirlerinde Oğuz lehçesinin olağanüstü bir
anlatım gücüne, benzeri az görülmüş bir uyum güzelliğine ulaştığı da bir
gerçektir.
Mecazlar, Mazmunlar:
Uzmanlar Yunus Emre’nin kullandığı mecazlarla
mazmunlarda (=nükteli, sanatlı ince söz/Büyük Türkçe Sözlük; TDK
Sözlük Kolu Uzmanları; F. Devellioğlu, N. Kılıkçını; Rafet Zaimler Kitapevi;
1975)da tutarsızlık bulurlar: Halk Edebiyatı’nın ortak mecazlarının, Dede
Korkut Kitabı’ndan gelen söyleyişlerin, halk ağzında yaşayan deyimlerin,
atasözlerinin yanı sıra Divan Edebiyatı mazmunlarına da düşkünlük göstermesi
yadırganır.
YUNUS’DAN YUNUS’LARA:
“Yayıldı Yunus adı” dizesinden
anlaşıldığına göre, Yunus Emre’nin ünü yaşadığı çağda yayılmış, gene, “Okuyalar
bu benim divanımı” dizesinden anlaşılacağına göre de, yaşarken
şiirleri bir araya toplanıp divanı düzenlenmiştir.
Türk halkının Yunus’a bağlılığı, sevgisi çığ
gibi büyümüş, sonraki yüzyıllarda yaşayan birçok şair onun adını almış, onun
gibi yazmış, onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmişlerdir.
Bugün uzmanları düşündüren, kararsızlıkta
bırakan birçok şiir vardır: Yunus’un mu, sonraki Yunus’ların mı?
Ayırmak için tek ölçü ise şiirlerin eski
yazmalarda bulunup bulunmaması. Yunus Emre’nin sağlığında düzenlediği divanı
ortada yoktur. Onun şiirlerini içeren en eski yazmalar XIV., XV.
Yüzyıllardan kalmadır. XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki yazmalarda
başka şairlerin şiirleri Yunus’unkilerle karışmaya başlar.
Bu yüzden Yunus Emre’nin Divan’ı bilimsel bir
çalışmayla yeniden düzenlenirken, eski yazmalarda bulunmadığı gerekçesiyle,
halkımızın Yunus diye okuyup sevdiği pek çok şiir kitabın dışında kalmıştır.
Bazı vazgeçilmez şiirlere ise “eski yazmalarda yoktur, ama Yunus’un olsa
gerektir.” Diye not düşülmüştür.
Aralarında kimi uzmanların bulunduğu şiir
gönüllüleri ise, bu şiirlerin Yunus'dan koparılamayacağını, Yunus yazmamış
bile olsa, onları Yunus’un kabul etmek gerektiğini söylerler. Bir uzman
yaptığı seçmeler kitabını iki bölüme ayırıp birinci bölüme Yunus’un olduğuna
kesin gözüyle bakılan, ikinci bölümüne de başka Yunus’larca yazıldığı
sanılan şiirleri koymuştur. Kimileri de bu ölçüye hiç aldırmaz, şiir
nitelikleriyle Yunus’a yakıştırdıklarını, onun olduğuna halkça inanılan
bütün şiirleri seçmelerine alırlar.
YAPITLARI:
Yunus Emre’nin iki yapıtı vardır:
1. Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler
Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir
573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı
vardır. Ardından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab,
Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu destanların aruz ölçüsüyle yazılmadığını,
“mefâilün mefâilün feûlün” ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma
yapmak gerektiğini, hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla
yakın göründüğünü söyleyenler de vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt
oluşu, çağımızda geçerliği bulunmayan görüşleri savunması yüzünden
uzmanlardan başkasının pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki
“Söze tarih yedi yüz yediydi” dizesinden hicrî 707’de, yani miladî 1307 ya
da 1308’de yazıldığı anlaşılıyor. Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği
Yunus Emre Divanı’nın başına koymuştur.
2. Divan : Yunus’un sağlığında
düzenlenen divanı bulunamamıştır. Eldeki divanlar çeşitli yazmalardan
şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle düzenlenmiştir. 1904’de birinci,
1924’de ikinci basımları yapılan Divan-ı Âşık Yunus Emre'den
sonra, 1933-34 yıllarında Burhan Toprak Yunus Emre
Divanı’nı üç cilt olarak yayımladı, 1943’de iki cilt olarak ikinci
basımını yaptırdı. Gene 1943’de bilimsel bir çalışmaya dayanan ilk
Yunus Emre Divanı’nı Abdülbâki Gölpınarlı
yayımladı.
BU KİTAP:
Memet Fuat burada, kitap hakkında açıklama
yazısı yaptıktan sonra hangi derlemelerden yararlandığını ekliyor.
Uzmanlar halkımızın Yunus’un şiirlerini sürekli
olarak yaşayan dile dönüştürdüğünü, dil değiştikçe, ölçü ya da uyak
zorlamasıyla değiştirilemeyenler dışında, sözcüklerin hep günün konuşma
diline uydurulduğunu söylüyorlar. Tekkelerde de Yunus’un şiirleri yaşayan
dille, günün konuşma diliyle okunurmuş. XIII. Yüzyıldaki Oğuz lehçesini
bilimsel bir yanılmazlıkla saptamak olanağı da zaten yok. Bu bakımdan,
uzmanlar, Yunus’un şiirlerini yazarken, ışk yerine
aşk; degül (ya da değül) yerine
değil; yatur yerine yatar;
yürüyenin yerine yürüyeyim; benven yerine
benim demekten çekinmiyorlar.
Örnekse bilimsel bir çalışma ürünü olan
Divan’da:
İy âşıkan iy âşıkan ışk mezheb-ü dindür bana
Gördi gözüm dost yüzini yas kamu duğündür
bana
Diye yazılı olan bir beyiti,başka bir uzmanın
derlemesinde şöyle yazılmış bulabilirsiniz:
Ey âşıklar, ey âşıklar
Aşk mezheb-ü dindir bana
Gördü gözüm dost yüzünü
Yas kamu düğündür bana
Gene, örnekse, Gölpınarlı Divan’da:
İlâhi bir ışk vir bana, kandaluğım
bilmeyeyin
Yavı kılayın ben beni isteyüben bulmayayın
Diye yazdığı bir beyiti, öğrenciler için
derlediği seçmeler kitabına şöyle alabiliyor:
İlâhi, bir aşk ver bana, nerdeyim hiç
bilmeyeyim
Kaybedeyim de ben beni,
istesem de bulmayayım.
Elinizdeki kitapta ise ortalama bir yol
tutuldu. Örnek ise, bu son beyit şöyle yazıldı:
İlâhi bir aşk ver bana
Kandalığım bilmeyeyim
Yavu kılayım ben beni
İsteyüben bulmayayım.
Böylece Yunus Emre’nin kullandığı lehçeye daha
yakın kalınmaya çalışıldı. Noktalama işaretleri de kullanılmadı, çünkü
günümüzün okuru şiirde noktalama işareti arayan bir okur değil kanısındayız.
Ayrıca, Yunus’un şiirleri, yaşadığı çağda kullanılmayan bu noktalama
işaretleri olmadan da rahatça anlaşılıyor. Çoğu şiirlerde dörtlük biçimi seçmemiz ise uzmanlar arasındaki tartışmada yan tuttuğumuzdan, bir savımız olduğundan sanılmasın. Yalnızca, “Halk şairi değildir, ama halkın şairidir” denilen Yunus’un böyle daha aydınlık, daha sıcak, daha halka yakın görüldüğüne inanıyoruz.
Kitabımızda, Yunus Emre’nin olmadığı, başka
Yunus’larca yazıldığı sanılan şu şiirlere de yer verdik:
Yalancı dünyaya konup göçenler,
Şol cennetin ırmakları,
Ey dost senin yolundan,
Dervişlik der ki bana,
Bir köprü yaratmışsın,
Ben dervişim diyene,
Biz dünyadan gider olduk…
Memet Fuat
/ Yunus Emre kitabından aktardığımız bilgileri, adı geçen
şiirlerle sürdürelim:
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin üstünde sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kimisi dördünde kimisi beşinde
Kimisinin tacı yoktur başında
Kimi altı kimi yedi yaşında
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kimisi bezirgân kimisi hoca
Ecel şerbetini içmek de güce
Kimi ak sakallı kimi pir hoca
Ne söylerler ne bir naber verirler
Yunus der ki gör takdirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler
(11 hecenin çeşitli durakları)
Yalancı dünya:
bu dünya. Göçmek: öbür dünyaya göçmek, ölmek, yok olmak. Türlü:
çeşit çeşit. Bitmek: ortaya çıkmak, belirmek. Masum: suçsuz,
günahsız, yazıksız. Gark olmuş: batmış. Ten: vücut. Duadan:
(dualarınızda). Unutman: unutmayın. Taç: dervişlerin giydiği
başlık. Bezirgân: tüccar, (dünya alışverişine düşkün kimse). Hoca:
Tanrı yolunda bilgili kimse. Ecel: ömrün alında yazılı olduğuna
inanılan sonu. Güce: (güçtür). Pir: tarikat kurucusu. Koca:
yaşlı. Takdir: takdir edilen, alınyazısı. İşlerin: (işlerini).
Hece taşları: mezar taşları.
Sayfa: 66-67
Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyi
Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyi
Salınır Tuba dalları Kur’an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri kokar Allah deyi deyi
Kimi yiyip kimi içer hep melekler rahmet
saçar
İdris nebi halle biçer diker Allah deyi deyi
Altındandır direkleri gümüştendir yaprakları
Uzandıkça budakları biter Allah deyi deyi
Aydan arıdır yüzleri misk ü amberdir sözleri
Cennette huri kızları gezer Allah deyi deyi
Hakk’a âşık olan kişi akar gözlerinin yaşı
Pür-nur olur içi dışı söyler Allah deyi deyi
Ne dilersen Hak’tan dile kılavuz ol doğru
yola
Bülbül âşık olmuş güle öter Allah deyi deyi
Açıldı gökler kapısı rahmetle doldu hepisi
Sekiz cennetin kapısı açar Allah deyi deyi
Rıdvan’dürür kapı açan İdris’dürür hulle
biçen
Kevser şarabını içen kanar Allah deyi deyi
Miskin Yunus var yârine koma bugünü yarına
Yarın Hakk’ın didârına varır Allah deyi deyi
Şol:
şu. Deyi deyi: diye diye. Salınır: (sallanır). Tuba:
cennette bulunduğuna inanılan kökü yukarıda dalları aşağıda büyük bir ağaç.
Bütün cenneti gölgelendirir, çok tatlı yemişler verirmiş. Bağ: bahçe.
Rahmet: Tanrı’nın merhameti. Nebi: peygamber. İdris nebi:
İdris peygamber. Hulle: cennet giysisi. İdris nebi hulle biçer:
cennette giyilen giysileri İdris peygamberin diktiğine inanılır(Not:
Günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi yaşadı.Bu terzi, yüz bin
yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir düşünceydi. Beş bin yıldan beri,
gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı
vardır. Terzi, Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor.
Yunanlılar ona Ermis ya da üç kez bilgin anlamına
Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adı Hanok’tur.
Araplar, Hermes-ül Haramise adıyla anmaktadırlar. Kur’an’a
göre o, Âdem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris’dir…..
Terzi Hermes’in öğretisi, eski Mısır’da Tep ve Memphis
tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. O. Hançerlioğlu/Düşünce
Tarihi/Remzi Kit./1977/s.34, 36). Direk:
ağaçtan yapılan uzun, kalın destek (ağacın direk yapılan gövde bölümleri).
Uzandıkça: (uzadıkça). Budak: dal. Biter: belirir, ortaya
çıkar. Arı: temiz. Misk: Asya’nın yüksek dağlarında yaşayan
bir tür erkek ceylanın (misk keçisi de denir) karın derisi altındaki bir
bezden çıkarılan güzel kokulu madde. Ü: ve. Amber: güzel
kokulu bir çiçek, (güzel kokulu bazı maddelere verilen ortak ad). Huri
kızları: cennetteki güzel kızlar. Hak: Tanrı. Pûr: dolu.
Nur: aydınlık, ışık, parıltı, (Tanrı’dan vuran ışık). Pûr-nur:
nur dolu. Kılavuz: yol gösterici. Gökler: (göklerin).
Hepisi: (hepsi). Sekiz cennet: cennetin sekiz bölüm olduğuna
inanılır. Kapısı: (kapısını). Rıdvan: cennet kapısını bekleyen
melek. Rıdvan’dürür: Rıdvan’dır. İdris’dürür: İdris’dir.
Kevser: cennetteki Kevser suyu, çok tatlı olduğuna inanılır.Kevser
şarabı: sofîler Kevser’i irfan olarak görürler, yani bu sudan içen Tanrısal
bir feyz alarak evrenin sırlarını öğrenecek, Tanrı’nın varlığında kendinden
geçecektir, sarhoş olacaktır. Şarap: (insanı esrikleştiren içki, Tanrısal
aşk). Kanmak: bir isteğini yeterince karşılamış olmak. Miskin: yoksul,
zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığına
ermiş kimse). Yâr: sevgili,(Tanrı). Var yârine: Tanrı’na ulaş. Koma:
bırakma. Didâr: sevgilinin yüzü, (Tanrı’nın yüzü).
Sayfa:72-73
Ey dost senin yolunda
Canım vereyim Mevlâ
Aşkını komayayım
Oda gireyim Mevlâ
Beni sana vereyim
Sensiz beni nideyim
Ben senin hazretine
Bensiz varayım Mevlâ
Benden bana yakınsın
Canımdan sevgilimsin
Ya ben seni isteyü
Kanda arayım Mevlâ
Vahdetin şarabından
Bir cur’a nûş edeyim
Enel-Hak çağıruban
Dâra gireyim Mevlâ
Ger beni senin için
Yetmiş gez öldüreler
Bin gez dahi ölmeye
Razı olayım Mevlâ
Yunus aydur benliği
Aradan tarh edüben
Senin ile bakayım
Seni göreyim Mevlâ
Dost:
sevgili, (Tanrı). Mevlâ: Tanrı. Komayayım: bırakmayayım.
Aşkını komayayım: aşkından vazgeçmeyeyim. Oda: ateşe. Nideyim:
ne edeyim, ne yapayım. Hazret: huzur, kat, makam. Varayım:
(ulaşayım). İsteyü: (isteyerek, isteyince). Kanda: nerede.
Vahdet: birlik, Tanrı’nın varlığında erimek, kendinden geçmek. Şarap:
(insanı esrikleştiren şey, Tanrısal aşk). Cur’a: yudum. Nûş etmek:
içmek. Enel-Hak: ben Tanrı’yım, (ünlü sofi Hallac-ı Mansur’un
vahdete erdiğini, Tanrı’yla dolduğunu, Tanrı’nın varlığında eridiğini
belirtmek için söylediği bu söz asılmasına neden olmuştur). Çağıruban:
çağırıp, çağırarak. Enel-Hak çağıruban: ben Tanrı’yım diye bağırarak.
Dâr: darağacı. Dâra gireyim: (darağacına gideyim). Ger:
eğer. Gez: kez, kere. Öldüreler: (öldürseler). Dahi:
daha. Razı olayım: katlanayım. Aydur: der, söyler. Tarh
edüben: çıkarıp, çıkararak.
Sayfa:82-83
Dervişlik derki bana
Sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana
Sen derviş olamazsın
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
Dilin ile şakırsın
Çok maniler okursun
Vara yoğa kakırsın
Sen derviş olamazsın
Kakımak varmışsa ger
Muhammedde kakırdı
Bu kakımak sende var
Sen derviş olamazsın
Doğruya varmayınca
Mürşide yetmeyince
Hak nasip etmeyince
Sen derviş olamazsın
Derviş Yunus gel imdi
Ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca
Sen derviş olamazsın
Dervişlik:
dervişlik töresi. Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata
girmiş kimse. Baş: yara. Yavaş: yumuşak başlı. Elsiz gerek:
(el kaldırmaması gerekir). Dilsiz gerek: (karşılık vermemesi
gerekir). Ma’ni: mâna, anlam. Ma’niler okursun: anlamlı sözler
söylersin. Kakırsın: öfkelenirsin, kızarsın. Varmışsa ger: olsaydı
eğer. Var: (varken). Mürşit:doğru yolu gösteren, şeyh. Yetmek:
ermek, ulaşmak. Hak: Tanrı. Nasib: düşerlik,talihten payına
düşen. Hak nasib etmeyince: (Tanrı uygun görmeyince). İmdi:
o halde, öyleyse. Umman: ucu bucağı, derinliği bilinmeyen deniz,
(Tanrı aşkı).
Sayfa: 86-87
Bir köprü yaratmışsın kıldan incedir dersin
Kamuya salâ ettin mahlukat cümle geçsin
Geç dediğin kulların biri benim eksikli
İzzin hakkı geçmezem hazzı olanlar geçsin
Meğer inayet Hak’dan yardım ola Allah’dan
Hak’dan yardım olursa kim gerek ise geçsin
Bir tahta yaratmışsın halim anda yazmışsın
Ne yazdınsa meçhuldür bir kul anı ne bilsin
Eğer avrat eğer er eğer hayır eğer şer
O yazıda ağlayan ayruk ne yerde gülsün
Var yazından ağlama kendi canın dağlama
Madem yazın yazıldı dahi seven ne kılsın
Yedi tamu yarattın asilere arzettin
İzzin hakkı girmezem eksiği olan girsin
Sekiz uçmak yarattın müminlere arzettin
Kâfirler ana girmez ben kuluna ne dersin
Benim anda derdim yok girmekliğe fikrim yok
Kulağıma yapışma ko anı anda kalsın
Yüzüm kara elim boş bağrım başlı gözüm yaş
İnayet eyle Allah Yunus didârın görsün
Bir köprü:
(Sırat köprüsü, cehennemin üzerinde bulunduğuna inanılan köprü, günahsız
kullar bu daracık köprüden geçip cennete giderler, günahkâr kullar ise
geçemeyip cehenneme düşerler). Kamu: herkes. Salâ: çağırmak, seslenmek.
Kamuya salâ ettin: herkesi çağırdın. Mahlukat: yaratıklar. Cümle: hepsi,
hep. Eksikli: kusurlu, günahkâr. İzzin hakkı geçmezem: (iznin olursa ben
geçmeyeyim). Haz: hoşlanma. Hazzı olanlar: hoşlananlar. Meğer: ancak.
İnayet: ihsan, lütuf, iyilik. Hak: Tanrı. Meğer inayet ola Hak’dan yardım
ola Allah’dan: (ancak Tanrı lütfeder de yardım ederse). Kim gerek ise: kime
gerekliyse. Bir tahta: (Tanrı’nın insanları yaratmadan önce, başlarına
gelecekleri yazdığı tahta, alınyazısı tahtası). Halim: (başıma gelecekleri).
Anda: ona. Meçhul: bilinmeyen. Anı: onu. Avrat: kadın. Er: erkek. Hayır:
iyilik. Şer: kötülük. Ayruk: başka. Yazından: (alınyazın için). Dağlamak:
acısı yüreğine işlemek. Dahi: (artık). Kılsın: etsin, (yapsın). Tamu:
cehennem. Yedi tamu: (cehennemin yedi bölüm olduğuna inanılır). Asilere:
Tanrı buyruğuna uymayanlara. Arzetmek: göstermek, sunmak. Girmezem:
(girmeyeyim). Eksik: günah. Uçmak: cennet. Sekiz uçmak: cennetin sekiz bölüm
olduğuna inanılır. Mümin: inanan, dini bütün. Kâfir: Tanrı buyruklarını
yerine getirmeyen. Ana: ona. Anda: (onunla). Girmekliğe fikrim yok: girmek
düşüncesinde değilim. Ko anı anda kalsın: bırak o orada kalsın. Başlı:
yaralı. Didâr: sevgilinin yüzü (Tanrı’nın yüzü). Didârın: (senin yüzün).
Sayfa: 132-133
Ben dervişim diyene
Bir ün edesim gelir
Seğirdüben sesine
Varıp yetesim gelir
Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir
Altında gayya vardır
İçi nâr ile pürdür
Varuban ol gölgede
Biraz yatasım gelir
Oda gölge dediğ’me
Ta’n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun
Biraz yanasım gelir
Ben günahımca yanam
Rahmet suyuyla yunam
İki kanat takınam
Biraz uçasım gelir
Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeker
Bir Molla kasım gelir
Derviş:
varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Ün etmek: seslenmek.
Seğirdüben: seğirtip, koşup. Yetesim: yetişesim. Sırat: cehennemin üzerinde
bulunduğuna inanılan köprü, (günahsız kullar bu daracık köprüden geçip
cennete giderler, günahkâr kullar ise geçemeyip cehenneme düşerler).
Keskincedir: keskindir. Anın: onun. Gayya: cehennemde bulunduğuna inanılan,
düşenin içinden çıkamayacağı kuyu). Nâr: ateş. Pûr: dolu. Varuban: varıp.
Ol: o. Oda: ateşe. Dediğ’me: dediğime. Ta’n eylemek: kınamak, yermek.
Eylemen: eylemeyin. Günahımca: günahım kadar. Rahmet: Tanrı’nın merhameti.
Yunam: yıkanayım. Takınam: (takınayım). Sigaya çekmek: sorguya çekmek. Molla
Kasım: Yunus için anlatılan menkıbelerde adı geçen bağnaz hoca.
Sayfa:134-135
Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selâm olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selâm olsun
Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken halimizi
Soranlara selâm olsun
Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir âsan veçh ile
Yuyanlara selâm olsun
Azrail ala canımız
Kurur damarda kanımız
Yuyucağın kefenimiz
Soranlara selâm olsun
Salâ verile kasdımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selâm olsun
Dünyaya gelenler gider
Hergiz gelmez yola gider
Bizim halimizden haber
Soranlara selâm olsun
Miskin Yunus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selâm olsun
Hayır:
iyilik, (iyilik dileyen). Büke: (büksün, büker). Söyletmeye: (söylemesin,
söyletmez). Ten: Vücut. Açıla: (açılsın, açılır). Yakasız gömlek: (kefen).
Biçile: (biçilsin, biçilir). Âsan: kolay, rahat. Veçh: tarz. Yuyanlara:
yıkayanlara. Azrail: ölüm meleği, can alıcı melek. Ala: (alsın, alır).
Yuyacağın: yıkayınca, ( yıkanınca). Kefenimiz: (kefenimizi). Salâ vermek:
halkı cenaze namazına çağırmak. Verile: (verilsin, verilir). Kasdımıza:
niyetimize, (bizim için). Dost: sevgili, (Tanrı). Gider olduk dostumuza:
Tanrı’mıza gidiyoruz. Hergiz: asla, hiçbir zaman. Hergiz gelmez yol: (asla
dönüşü olmayan yol). Miskin: yoksul, zavallı, (Tasavvuf felsefesinde
varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığında erimiş kimse). Sözün:
(sözünü). Görün: (görünü).
Sayfa: 138-139
Memet
Fuat’tan aktaracağımız bilgiler
burada sonlanıyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun
dilinden Yunus okumayı sürdürelim isterseniz:
Yunus ve ölüm:
Yunus Emre’nin bir insan ve bir şair olarak en
büyük gücünü ve başarısını ölüm karşısında gösterdiğini söyleyebiliriz.
İnsanların en ortak, en değişmez, en eski ve en yeni duygusu ölüm
korkusudur. İnsana, ölümden korkan hayvan dense yeridir; çünkü ölüm yalnız
ölümü düşününce vardır. Dinleri, bilimleri, sanatları ölüm korkusunu yenmek
için, yenerek, yenemiyerek yaratmıştır insanoğlu. Onun için büyük şairler
hep ölüm gerçeğine değinir, insanlığın bu bam teline dokunurlar. Onun için
Yunus Emre’nin şiiri, ölümü hem insanın iliklerine dek işletir, hem de bu
korkuyu dost ve insanlık sevgisinde eritir. Bunca insan yüreğini kazanması
bundan olsa gerek her şeyden önce. Çağımızın büyük şairlerine bakın, onların
en büyük kaygısı ve başarısı ölüm korkusunu yenmede, bir yeni dost
bulmadadır. Garcia Lorca’nın ve Nazım Hikmet’in en büyük başarılarından
biri, ölüm karşısındaki yeni duyuş ve davranışları dile getirmeleridir.
Yunus der ki:
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üstlerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Bana rahmet yerden yağar diyen Yunus için ölüm
toprağa karışma, çürümedir en çok. Yenmeğe çalıştığı korku, bir sıla
sevincine çevirmek istediği korku insanın o mezardaki yürekler acısı somut
halidir:
Sabahın sinliğe vardım
Gördüm cümle ölmüş yatur
Her biri çaresiz kalmış
Ömrün yavı kılmış yatur.
Vardım bunların katına
Baktım ölüm heybetine
Nice yiğit muradına
Ermeyüben ölmüş yatur.
Yemiş kurt kuş, bunu keler
Nicelerin bağrın deler
Şol ufacık naresteler
Gül gibice solmuş yatur.
Eksilmiş inci dişleri
Dökülmüş sarı saçları
Bitmiş kamu teşvişleri
Balçığa serilmiş yatur.
Doğru varırdı yolları
Kalem tutardı elleri
Bülbüle benzer dilleri
Danışman yiğitler yatur.
Gece gündüz oğlancıklar
Söyler iken kuşlar gibi
Ayrılmışlar anaları
Sinlerini bekler yatur.
Yunus kendisi ya da Yunuslar birbirleriyle
yarışır gibi tekrar tekrar ineriz aynı mezarlara, Türkçe’nin tadıyla ölümün
acılığını gidererek:
Teferrüç eyleyi vardım
Sabahın sinleri gördüm
Karışmış kara toprağa
O nazik tenleri gördüm.
………………………
Boşanmış damar akmış kan
Yaylalar yaylamaz olmuş
Bar tutmuş söylemez olmuş
Ağızda dilleri gördüm.
Soğulmuş şol kara gözler
Belirsiz olmuş ay yüzler
Kar toprağın altında
Gül derer elleri gördüm.
Ölüler dünyası daha güzel anlatılamaz demeyin;
belki şunu daha güzel bulacaksınız:
Sana ibret gerek ise
Gel de bir gör bu sinleri
Taş olsan da eriyesin
Bakıp göricek bunları.
Onlar ki çoktu malları
Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onun da yoktur yenleri.
Bunlar bir gün beyler idi
Kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin
Bey hangidür ya kulları.
Ne kapı vardır giresi
Ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi
Dün olmuştur gündüzleri.
Yoksa şu mu en güzeli:
Geldi geçti benim ömrüm
Bir yel esip geçmiş gibi
Miskin adem oğulları
Ekinlere benzer gider
Kimi biter kimi yiter
Yere tohum saçmış gibi.
…
Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.
İşte Yunus Emre bu kadar içten ve derinden
duyduğu ölüm gerçeğinin içinden yükselip kavuşuyor dostuna, insan
düşüncesinin ölümsüz katına. İnsanın içinde insanı, tenin içindeki canı
bularak, sözün özüne giderek kurtuluyor ölüm korkularından ve ağıtları
sevinç türkülerine dönüveriyor:
Benim canım
bir kuştur
Gövdem onun
kafesidir
Dosttan haber
geliceğiz
Bir gün uçar
kuşum benim.
S. Eyüboğlu/Yunus emre/Cem Kit./1980/s. 39>
Yunus ve Dervişlik:
Yunus Emre’nin dervişliği şairliğinden
ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama üslubunun dile
gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır
Yunus. Nice şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir
yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve halkın hizmetinde olanların
yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok
dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık
disiplinidir diyebiliriz. Ana ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye
özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint felsefelerine kadar
giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği
yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe
olmasıdır. Bu bakımdan dervişler çağımızın existentialistlerini –varoluşçularını*-
uzaktan andırır. Existentialisme de yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün
sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğretilerine
karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor
ki, Anadolu’da bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı
deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar çevrelerini şaşırtmış,
yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve
sayılmış insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü
olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim
dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına, padişaha,
hatta Tanrı’ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan
elini eteğini çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu
kıldan ince, her kadere boyun eğmiş insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak
disiplinine girip ölüm korkusunu yenen
Epikurosçuların* sonradan keyif düşkünü sayılmaları, Yunus’un
çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam tersine
başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa
da işkenceye boyun eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa’dır. Benim
bu su götürür, yadırganabilir görüşümden sonra dervişliğin ne olduğunu da
önce masallara sonra Yunus’a soralım.
Peygamber Tanrı’nın sevgili kulları olan
dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış,
açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca
peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar.
Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal
kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye sormuşlar
dervişler. Bu sefer de ben Tanrı’nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara
sığmaz, hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı.
Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden: Ya Muhammed, dön bir daha
dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine
kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince
kapı sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var
deyip içeri almışlar. Muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere:
Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz,
demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden
kan aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş
Muhammed. Bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin
kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi imtihan etmek sırası
dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi,
bunu bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah’ım, bir
üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail’e:
Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili Muhammed’ime götür;
üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta
üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu
şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve Muhammed’i de aralarına alıp dönmeğe
başlamışlar. Dönerken Muhammed’in başından sarığı düşüp dağılmış. Dervişler
bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.
Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne
saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün bir edebiyatın
konusu olmuştur Anadolu’da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski
Anadolu efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını
kurtarırlar, buna karşılık aldıkları altınları yoksullara dağıtırlar. Altın
Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz’i aşarlar;
ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları
yerden su çıkar; yüce dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar,
karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir üfürmeyle denizlerde
fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar
uzar canavarların gözünü oyar.
Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü
nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini yenerek, küçük
kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini
dizginleyerek.
Kısacası insanüstü gücü derviş insanın içinde
buluyor.
S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 43>
Şimdi Yunus Emre’ye soralım dervişleri:
Dervişlik der
ki bana
Sen derviş
olamazsın
Dövene elsiz
gerek
Sövene dilsiz
gerek
Derviş
gönülsüz gerek
Sen derviş
olamazsın
Bu dervişlik
dedikleri
Taze açmış
güle benzer
Dokunduğunu
tazeler
Seherd’esen
yele benzer
Yedilerle
kırklarla
Ak sakallı
pirlerle
Yüzü balkır
nurlarla
Bize dervişler
geldi
Derviş adın
edindim
Derviş donun
donandım
Yola baktım
utandım
Her işim
yanlış benim
Dervişlik bir
bişedir
Hırkacığı
meşedir
Çok canavarlar
yürür
Donunda
dervişlerin
Her insan gibi dervişin içinde de canavarlar
vardır. Üstelik bir ormana benzeyen dervişliğin yeşil hırkası altında bu
canavarlar daha da kolay saklanır. Zor iş, çok zor iş derviş olmak,
çağımızda gerçek demokrat olmak kadar zor:
Dervişlik
dedikleri
Hırka ile taç
değil
Gönlünü derviş
eyleyen
Hırkaya muhtaç
değil
Hırkanın ne
suçu var
Sen yoluna
varamazsan
Var git
yolunca yürü
Er yolu kalmaç
değil
Dirsin şeyhin
aşkına
Yalın ayak baş
açık
Er var dirlik
diriltmiş
Yalın ayak aç
değil
Durmuş marifet
söyler
Erene Yunus
Emrem
Yol eriyle
yoldadır
Yoluma yoldaş
değil
Dervişlerin yolu erenlerin, Tanrılığı insan
içinde, kendi özlerinde bulanların yoludur. Erenlerse dünya ötesinde,
varılmaz yerlerde değil, her yerdedir, arayan bulur onları:
Bilir misin ey
yarenler
Gerçek erenler
kandedir
Kande baksan
anda hazır
Kande istesen
andadır.
Allah benim
dediğine
Vermiş verir
aşk varlığın
Kimde bir
zerre aşk ola
Çalap varlığı
andadır.
Hakkı nasıl
bulursun
Hakka kul
olmayınca
Erenler
eşiğine
Yaslanıp
yatmayınca.
Bir bağ ki
viran ola
İçi dikenle
dola
Ayıklamak
neylesin
Ateşle
yanmayınca.
O doğruluk
güneşi
Doğar birlik
burcundan
Işık vermez
Yunus’a
Perdeler
kalkmayınca.
Bu şiirde dervişin çabasını ne güzel özetliyor
Yunus. Derviş inandığı bir insanın ardından, sevgi ateşiyle içini temizleyip
gerçek varlıkla, doğrulukla arasındaki perdeleri kaldırmaya çalışır. Kendini
bilmek ve yenmek isteyen dervişin yolu hacının hocanın yolu değildir;
cennetten umudu, cehennemden korkusu yoktur:
Uçmaktan umusu
yok
Tamudan
korkusu yok.
Derviş şarap içerek de gidebilir yoluna:
Ben oruç namaz
için
Sücü içtim
esridim
Tespih seccade
için
Çalarım şeşte
kopuz.
Şeşte kopuz altı telli saz demektir. Halk
şairlerimizin hâlâ çaldıklarını bildiğimiz saz. Dervişin din karşısındaki
davranışı şaşılacak kadar laikçedir:
Bana namaz
kılmaz diyen
Ben kılarım
namazımı
Kılarısam
kılmazısam
Ol hak bilir
niyazımı.
Hak’tan başka
kimse bilmez
Kâfir Müslüman
kimdürür
Ben kılarım
namazımı
Hak geçirdiyse
nazımı
O hak
dergâhlardan geçer
Manâ şarabını
içer
Perdesiz can
gözün açar
Kendisi siler
gözünü
Yunus’un kötüleri yermesi ne kadar acıysa
iyileri övmesi de o kadar tatlıdır: Gerçek derviş kendini kurtarmakla
kalmaz, çevresine ışık saçar:
Her kime kim
dervişlik bağışlana
Yüreği ak pak
ola gümüşlene
Nefesinden
misk ü amber tüte
Budağından il
ü şar yemişlene
Yaprağı dertli
için derman ola
Gölgesinde çok
hayırlar işlene
Aşığın göz
yaşları bir göl ola
Ayağından saz
bitip kamışlana
İşte böyle insancadır Yunus’un dervişliği;
yaşanan, insanlığa hayrı olan bilginin, bilimin böylesine dostu, yaşanmayan
ezber bilginin, yobazlığın, sahte peygamberliğin, çıkarcı dervişliğin
böylesine düşmanıdır.
İşte böylesine bir dervişlikle şairliği, yani
söyleme sanatını, özü söze çevirme gücünü, düşünceyi elle tutulur gibi,
kulakla duyulur gibi somutlaştırma, duyulara sunma yeteneğini bir araya
getirmiş bir insanoğlu ve bir Türkmen kocası, bir Anadolu köylüsüdür Yunus
Emre ve bu topraklarda yaşamış bütün insanların, Hitit, Pagan, Hıristiyan,
Müslüman bütün yurttaşlarımızın sözcüsüdür.
Şimdi bakın sözün ne demek olduğuna da nasıl
biliyor Yunus Emre’miz. Birçok şiirinde sözün değeri, niteliği, sözünü
bilmenin üstünlüğü, sözünü bilmemenin düşkünlüğü, az ve öz sözün değeri, çok
ve boş sözün değersizliği üstünde durmuştur:
Az söz erin
yüküdür
Çok söz hayvan
yüküdür
Bilene bu söz
yeter
Sende güher
var ise.
S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 47>
Derviş yolu bilginlerin, daha doğrusu bilgin
geçinenlerin Yunus’un Farsça’yı Türkçe’leştiren deyimiyle danışmanların (danişmentlerin)
yolu da değildir.
Danışmanını cahili
Anlamaz dervişleri
Derviş ile danışman
Yaman vuruşkan olur.
Dosttur bizi okuyan
Üstümüzde şakıyan
Şimd’ üç buçuk okuyan
Derin danışman olur.
Bu dervişlik beratın
Okumadı müftüler
Onlar nerden bilecek
Bu bir gizli varlıktır.
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.
Okumanın manâsı
Kişi Hakkı bilmektir
Çün okudum bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir.
Dört kitabın manâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsen
Bu nice okumaktır.
Yunus Emre der: Hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.
Bir başka şiirinde gerçeğe ulaşamayanları şöyle
anlatır:
Çoklar geldi kapıya
Kapıyı tuttu durur
İçeriye girüben
Ne varmış bilmediler.
Dervişin yolu içeri, hep daha içeri,
kapılardan, perdelerden, kalıplaşmış bilginlerden içeri gider.
Ben seni severim candan içeri
Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat marifet andan içeri
Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleymandan içeri
Beni bende demen sende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
Unuttum din diyanet kaldı benden
Bu ne mezhepdürür dinden içeri
Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Derviş böylece hiçbir sınır dinlemeden,
kuralları kalıpları yenerek yoluna gider. Hiçbir yerde durmaz, hiçbir halde
kalmaz, bir göklere çıkar, bir yere iner, bir çamura batar, bir tertemiz
olur, bir ağlar bir güler, ama hep yürür ve bilgisini geliştirir: Yaşanan
bir bilgidir onunki, ezberlenip tekrarlanan bir bilgi değil. Başlıca
dört kapıdan geçer. Her birinin içinde küçük küçük kırkar kapı olan bu dört
kapının birincisi şeriat kapısıdır. Burada derviş hocanın dediğine uyar,
ezber bilgiler edinir, anlamadan öğrenir. İkincisi tarikat kapısıdır, orada
inandığı bir insanı seçip onun ardından sevgiyle, merakla yolunu arar, kendi
kişiliğini geliştirir. Ateşli, coşkun bur kapıdır bu. Üçüncüsü marifet
kapısıdır. Burada derviş gerçek bilimi tadar; kendini ve dünyayı anlamaya
başlar ve burada bulduğu anahtarla dördüncü kapıyı açar, bu kapı artık son
kapı, hakikat kapısıdır. Orada artık insan varlıkla, yaratılış ve yaradanla,
doğa ile bir olmuş gibidir. Şimdi, bakın Yunus dervişin geçtiği bu kapıları,
bu oluş dönemlerini halkın kavrayacağı imgelerle ne rahat anlatıyor:
İlk kapı şeriattır
Emri nehyi bildirir
Yula günahlarını
Her bir kuran hecesi
İkincisi tarikat
Kulluğa bel bağlaya
Yola doğru varanı
Yargılaya hocası
Üçüncüsü Marifet
Canın gözünü açar
Bu manâ sarayının
Arşa değer yücesi
Dördüncüsü Hakikat
Eren her şeyi bula
Bayram ola gündüzü
Kadir ola gecesi.
İşte bu son kapı nice Anadolu dervişlerinin
başını yiyen netameli kapıdır. Oraya varmanın sevinci içinde erenler Tanrı
olduklarını söyler ve çok kez hakikati, insan ve dünya gerçeğini
bulmalarıyla darağacını boylamaları bir olur.
Yunus Emre’de Hakikata ulaşma bir mucize, bir
Tanrı vergisi değil, bir insan sevgisi ve çabasıyla olur. Yunus bunu bir
şiirinde açıkça ve büyük şairlere yaraşır bir rahatlıkla söyler:
Çeşmelerden bardağın
Doldurmadan kor isen
Bin yıl dahi beklesen
Kendi dolası değil.
Yunus’ta dervişlik ayağı yerden kesilmeyen,
yalancılar, yobazlar, sahte peygamberlerle savaşan bir bilgeliktir, bir
köşeye çekilip etliye sütlüye karışmayan bir uysallık, uyduluk, neme
lâzımcılık değil. Yunus’u ve dervişliği böylesi sananlar iyi dinlesinler
şunları:
Ben dervişim diyenler
Hiç haram yemeyenler
Haramın yenmediği
Ele geçmeyinceymiş
Götürmedi kimesne
Kimesnenin yükünü
Yük götürürüm diyene
Eli değmeyinceymiş
…
Çalış kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Yüz kâbeden yeğrektir
Bir gönül ziyareti
Kerametim var diyen
Halka salusluk satan
Kendin Müslüman etsin
Var ise kerameti
…
Haram ile hamir tuttu dünyayı
Fesat işler gören hürmetli oldu
Peygamber yerine geçen hocalar
Bu halkın başına zahmetli oldu
Fakirler miskinlikten çekti elin
Gönüller yıkuben heybetli oldu
…
Danışman okur tutmaz
Derviş yolun gözetmez
Bu halk öğüt işitmez
Ne sarp zaman olusar
Gitti beyler mürveti
Binmişler birer atı
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olusar
Kara cahilliğin, bilmediğini bilmezliğin
amansız düşmanıdır Yunus’umuz:
Kara taşa su koyarsan
Elli yıl ıslatır isen
O taş yine kas katıdır
Hünerli taş olur değil
Taştan çıkar türlü sular
Ayağında neler pişer
Cahil gönül taştan beter
Yola gelmez gelir değil
Boz yapalak devlengece
Ekmek verme gündüz gece
Onun işi köstebektir
Salıp ördek alır değil
S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 51>
Gerçek derviş ne kadar güçsüz de kalsa
köstebeklerin, küçük çıkarlarının ardına düşmez:
Şah balaban şahin doğan
Doğru öğmüş onu öven
Doğan zayıf olsa bile
Doğanlıktan kalır değil
Doğanla, çaylakla, köstebekle, ördekle
düşüncesini nasıl somutlaştırdığını da görün bu arada Yunus Emre’nin.
Yunus’un dünya şairlerine verdiği ders,
dervişlikle yani insanlıkla şairliği birleştirir, ama bu dersle yetinmeyip
söz ustalığının sırrını da söyler:
Söylememek harcısı
Söylemenin hasıdır
Söylemenin harcısı
Yüreklerin pasıdır
Sözü doğru desene
Hak söyle dedi çalap
Bugün yalan söyleyen
Yarın utanasıdır
Bu gönüller pasını
Yıkayıp gidermeğe
Öyle bir söz söyle kim
Sözün hülâsasıdır
Ne diyor Yunus? Doğruyu söyle, ama kestirmeden
söyle; az söyle öz söyle, bize insanlığımızı anlatan, düşünceyi duyularla
birdenbire kavratan bir deyişle söyle:
Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise
Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da anı san
Dört kitabın manâsı
Budur eğer var ise
Yunus’da söz de insanlığın emrindedir. Sözünü
bilme kendini bilmenin sonucu ve değerlendirmesidir:
Sözünü bilen kişinin
Yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin
İşini sağ ede söz
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Balıla yağ ede söz
Kişi bile söz demini
Demeğe sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağ ede bir söz
Yunus’un söze verdiği bu önem, sözde gördüğü bu
yaman güç, cehennemi cennete çeviren büyük dervişlikle şairliği niçin
birleştirdiğini anlatıyor. Nice Anadolu dervişlerini zahitlerden ayırıp
şairliğe götüren de budur. Sözün insandan ayrılamayacağına, insanın ta
kendisi olduğuna inanmak. Şeyh Galip: “Söz candır eğer bilirse insan,”
demekle aynı düşünceyi dile getirmiştir. Aslında bütün dinlerde Tanrı’nın ta
kendisi bile sözden pek ayrılmaz, hatta, sözün ta kendisi olur. Öylesine
kutsal bir niteliği vardır sözün ve şairin insanlık tarihinde. Gelgelelim,
sözü sözlükten çıkarmak, anadilimizden ayırmak, peygamberlerin halkın
diliyle, insanca söylediklerini, sözün tam tersi olan anlamsız seslere,
Türkler için Arapça’ya, Araplar için İbranice’ye, İsrailliler için
Lâtince’ye, Lâtinler için Yunanca’ya, Yunanlılar için Lâtince’ye çevirmek,
anlama aracını anlamama aracı haline getirmek insanların çok garip, ama
nedenleri çözülmeye başlayan çok eski bir âdetidir. Bugün az çok anlamaya
başlıyoruz ki, bütün dinler, bütün inançlar en temiz insan diretişleriyle,
değişme istekleriyle doğmuş, s6nra bu dinler ve inançlar birtakım insanların
geçim aracı olmaya başlayınca sözün anlaşılmaz olması, yani Musa’nın
Firavun’a kafa tutan Musa, İsa’nın Roma imparatoruna kafa tutan İsa,
Muhammed’in halkla birlikte Mekke eşrafına kafa tutan Muhammed olmasının
bilinmemesi gerekmiştir. (Not: Bu bilinmezlik yalnız bu nedenden mi
kaynaklanıyor? Aklıma yine Hermes-Tut’un öğretisi ve onunla birlikte
“bilginin” gizilliği geldi. Birçok inanış, tarikat ve mezheplerde bilgiye
ulaşmak için katlanılması gereken zorlu yolu aşan isteklilerle yürütülen
süreklilik, bilginin niye diğer insanlara aktarılmaması ya da aktarılamaması
konusunda gelip düğümleniyor. Yunanlıların –o zamanlar Yunan yok, belki
kendilerine Helen demeğe başlamışlardır- bu zorlu yolları aşıp, yaptığı
satkınlık sonucu “Osiris’in Bilgisi’ne” ulaşıyoruz: “Ufaklıklar, ki büyük
çoğunluktur, ya aptal ya kötüdürler. Aptalsalar, bu gerçek karşısında
akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak
büsbütün kötülük ederler. Gerçeği –yani bilgiyi- gizlemekten başka çıkar yol
yoktur. Bilmek, bulmak, susmak gerek.” İstekli dışında bilgi, hiç kimseye
verilmiyor, hiçbir papirüste yazmıyor. Yalnızca tapınak duvarlarında
simgelerle belirtiliyor ve bilgiyi hak eden isteklilere rahipler tarafından
anlatılıyor. Tibet Lamalarından tutunda, çini ustalarına dek bilgiler hep
gizlenmiş. Bazen öyle gizlenmiş ki, “Turkuvaz” denilen “Türk Mavisi”nin
bileşimi, o ustalarla, tarihin sayfalarında kalakalmış.) Yarın insanlık bu
gerçeği apaçık görecek ve herkese gösterecektir. Ama biz Yunus’umuza
dönelim. Yunus söze değer verirken sözü halkının, köylünün sözü olarak
düşünmüş ve kullanmıştır. Yunus’ta Tanrı bile Anadolu köylüsünün diliyle,
değirmeni, şiniği, yaylası, devlengeci, köstebeği, karıncası, sütü, balı,
alıcı, yağmur anlamındaki rahmeti, kara toprağı, ak yüzü, kel dikeni,
çarşısı, pazarı, sazı, kamışı, haldaşı, kardaşı, yoldaşıyla konuşur.
Ama Yunus Emre sadece belli bir inancın
sözcüsü, belli bir sözün usta tekrarlayıcısı mıdır? Hayır. Yunus Emre bütün
sözlerin bittiği yerde, dilsiz, kulaksız da olsa insanın insan kalacağına,
susmasının konuşma olacağına inanır. Paul Valéry’nin en büyük şiiri susmada,
ama insanın susmasında bulduğu gibi. Bakın Yunus halkımızın diliyle şairin
varabileceği en yüce katı ne güzel anlatıyor;
Dilsizler haberini
Kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün
Can gerek anlayası
Anlamadan dinledik
Dinlemeden anladık
Gerçek erin bu yolda
Yokluktur sermayesi
Sermayenin yokluk olması ne demek? İnsanın her
şeyi bulduktan sonra bırakması, çok sözden az söze, hatta susmaya, sözden
daha anlatıcı olan insanca susmaya gelmesi demektir. Susurken söyleyecek,
söylerken susacaksın. Ne zor şey bu! Zor, çok zor iş şair olmak, Yunus
olmak:
Bir toy toylamak gerek
Bir soy soylamak gerek
Bir söz söylemek gerek
Melekler bilmez ola
Bir kuş olup uçmak gerek
Bir denizi geçmek gerek
Bir şaraptan içmek gerek
İçenler ayrılmaz ola
Yunus Emre’nin türlü bakımdan oğullarından
saydığım Orhan Veli der ki:
Bir yer var biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum
Anlatamıyorum.
Yunus’ta da şiir böylesi bir hale, söz
ustalıklarını aşan bir çeşit sessiz duyarlığa, anlatılmaz, akıl dışı bir
kavrayışa ulaşır.
Bu halinde şair doğa ile, evrenle bir görür
kendini ve Yunus gibi sözleri kanatlandıran bir insan olursa o şair şöylece
söyler bunu:
Ay oldum geceye doğdum
Bulut oldum yere ağdım
Yağmur olup yere yağdım
Nur oldum güneşe doğdum
Ne gariptir, yine Orhan Veli’de de dünya ile
böylesi bir kaynaşma vardır:
Gökyüzünü ben boyarım her sabah
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Diyeceksiniz ki Orhan Veli bu şairce yaşantıya
Yunus’tan çok başka yollardan gelmiş, Elbette öyle olacak, apayrı iki çağda.
Ama türlü yollardan gerçek şairler doğa ile kaynaşıyorlar günün birinde.
Bütün sanatçılar az çok yaşar bu hali. Çağımızın ünlü ressamı Paul Klee bir
ağaca benzetir kendini, ağacın yaprak açmasına benzetir kendinin resim
yapmasını, kendi biçimlerini ortaya koymasını. Her güçlü sanatçı az çok
panteist (=kamutanrıcı; Tanrının
doğada içkin bulunduğu inancı;bk. O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/Remzi Kit;
1975;s.295) oluyor. S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 57>
YUNUS’DA GÜLEN DÜŞÜNCE:
Yunus Emre’nin hem derviş, hem şair olarak,
Anadolu halk kültürüyle de ortak bir özelliği üstünde duralım, bu tükenmez
insandan ayrılırken. Yunus emre inançlarına ne kadar bağlı, sevgisinde ne
kadar coşkun olursa olsun, dervişliği ve şairliği ne kadar ciddiye alırsa
alsın, gülmesini unutan bir insan değildir. Hatta gülmesini unutmuş asık
yüzlü, çatık kaşlı din adamlarının nitelendirdiği bu türlü insanlar,
softalığın, bağnazlığın artmasıyla Anadolu’yu sarmış, kadınların ve
çocukların gülmesini günah sayıp yasaklamakla kalmayarak başkalarının, hele
büyüklerin önünde gülmeyi bir saygısızlık saymışlardır. İnsanı insanlıktan
çıkaran, aslında bilgisizliğin bir kalkanı olan bu kara gülmezlikten bu
sahte vakardan milletimiz çok çekmiş hala da çekmektedir çok yerlerde. Ama
ne kadar uzun sürmüş olursa olsun bu gülme düşmanlığı, bazı batılıların
görünüşe aldanıp sandığı gibi milletimizin bir özelliği değil, bir baskının
yaratmış olduğu bir maskedir. Nasrettin Hoca ve Bektaşi hikayeleriyle
halkımız öteden beri bu baskıya karşı koymuştur. Halkımızın asıl özelliğini
bu karşı koymada aramak daha doğrudur. Gülen düşüncenin, gülen masalların en
eskilerinin bu topraklarda yetişmiş, Ezop’un Anadolu’da doğmuş ve ölmüş
olduğu unutulmamalıdır. Tarihimizin en trajik çağlarından birinde, insan
kelleleriyle yığınlar yapıldığı korkunç, karanlık yıllarda yaşayan en büyük
halk şairimizin sık sık gülerek düşünmesi, düşünerek gülmesi, Tanrı’nın,
ölümün, padişahların, beylerin, hacı hocaların karşısında bile gülmeyi
unutmaması çok anlamlı bir gerçektir. Aynı şeyi, başka bir açıdan, başka
koşullar içinde gülmenin yolunu bulan Evliya Çelebi için de söyleyebiliriz.
Mevlânâ’ya bile takılmıyor mu Yunus? En ciddi konularda birden, hiç de ciddi
sayılmayan halk deyimlerine inivermiyor mu Yunus? Ayrıca Yunus Emre’miz,
bütün insanlığın da Yunus Emre’si, halk tekerlemelerinde de görülen bir
çeşit gülen şiir, gülen söyleyiş geleneğini kullanmış geliştirmiştir. O
kadar ki, şimdi okuyacağımız bu şiiri, gülen düşüncenin, kültürlü şakanın,
şaşırtarak düşündürmenin ve düşündürücü saçmalamanın en güzel örneklerinden
biridir:
Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu
Erik ağacında üzüm yiyen Yunus7u bostan
sahibinin ceviz çalmakla suçlaması anlamsız bir şaka değildir, ne kadar
mantıksız görünse.
Kerpiç koydum kazana
Poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana
Bandım verdim özümü
Bu da öyle. Kerpiç ve poyraz: Birbirinin tam
karşıtı olan bu iki varlığın birleşmesinden ne çıkıyor, bu sahada? İnsanın
ta kendisi, insan nefes alan çamur:
İplik verdim çulhaya
Sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar
Gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın
Kırk katıra yükledim
Kırkı dahi çekmedi
Şöyle kaldı kazını
Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu
Kaf dağından bir taşı
Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü
Bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış
Zift turşusu yemeğe
Leylek koduk doğurmuş
Anla şunun sözünü
Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Erenler meclisinde
Bürür manâ yükünü
O güzelim masal tekerlemelerimizin daha
bilgince bir örneği olan bu şiirden türlü anlamlar çıkarmak mümkün,
çıkarmışlar da. Ama Yunus ne söylemek istemiş olursa olsun sözün ayağını
yerden kesmiş, güler yüzlü bir fantazya örtüsüne bürünmüş. Halkımız bu türlü
şiirlerin türlü türlüsüne alışıktır. Kimini kendince yorumlayarak,
bilmeceler gibi çözerek, kimini hiç yorumlamadan, anlamsız, daha doğrusu
anlam ötesi oyunlarına, özgür çağrışımlara kapılarak tekerlemeler gibi tadar
ve seve seve, ezberleyip okur. Halk şiirimizin bu madenini Yunus gibi Orhan
Veli de işletir yine:
Bu ne acaip bilmece
Ne gündüz biter ne gece
Kime söyleriz derdimizi
Ne hekim anlar ne hoca
Kimi işinde gücünde
Kiminin donu yok kıçında
Ağız var, burun var, kulak var
Ama hepsi başka biçimde…
Bu düzen böyle mi gidecek
Pireler filleri yutacak
Yedi nüfuslu haneye
Üç buçuk tayın yetecek
Karışık iş vesselâm
Deli dolu yazar kalem
Yazdığı da ne? Bir sürü
İpe sapa gelmez kelâm.
Görülüyor ki yeni Türk şiiri Anadolu halkının
özü ve sözüyle gittikçe Yunus Emre’yle buluşur gibi oluyor. Dünya görüşümüz
ne kadar değişmiş olursa olsun kendi sesimizi bulmamıza yardım ediyor Yunus.
Yunus Emre’nin dünyasında kendisinden,
Taptuk’undan izin almadan ve uzmanların hoşgörülerine güvenerek bir hayli
dolaştık. Gezimizi burada şimdilik bitirelim gayri. Bir şairin, hele Yunus
Emre gibi şairler şairi ve belki birçok şairlerin toplamı olan bir kişinin
dünyası nasıl olsa gezimlikle bitmez. Yarın bir başka gezdirici sizi Yunus
dünyasının hiç bilinmedik başka köşelerine götürebilir. “Ama ben sizi başka
şairlerin dünyasına ve Yunus’un başka rehberlerine bırakmazdan önce kendi
sorumluluğumu yüklenip sizi hangi Yunus’un hangi köşelerine niçin
götürdüğümü özetlemek isterim.
Birçoklarımıza göre Yunus Emre mistik, yani
insandan çok Tanrı’ya, bu dünyadan çok ötekine inanan ve hepimizi düşünmeden
boyun eğmeye, alın yazımızı gönül ferahlığıyla kabullenmeye çağıran bir
şairdir. Oysa ben sizi Yunus Emre’nin Tanrılıktan çok insanlıktan yana giden
yollarına götürdüm, çünkü Yunus Emre’nin gerek bir derviş, gerek bir şair
olarak Tanrı’dan çok insana inandığını ve bu inancı yaymak için çağının
kendisine verdiği bütün imkânları kullandığını ve bütün imkânsızlıklara da
karşı koyduğunu sanıyorum. Yunus Emre’nin nerede, ne zaman öldüğünü
bilmiyoruz. Ama onun gibi konuşanlardan, Tanrı’lığa karşı insanlıktan yana
giden, Padişaha karşı fakir fukaradan, Anadolu köylerinde kendi yağıyla
kavrulanlardan yana olanların darağaçlarında can verdiklerini, derilerinin
yüzüldüğünü biliyoruz. Softalar, din bezirgânları, devlet düşkünleri kim
ilir nerde nasıl sesini kesmiş, izini yitirmişlerdir koca Yunus’un. Halk Ana
bu değerli oğlunu bağrına gömmüş olmasaydı bugün ne adını bilirdik ne de bir
tek sözünü. Nice hacılar hocalar bugün bile, ellerinden gelse, Yunus’u ne
söyletir, ne yazdırırlar.
Bizim gezebildiğimiz Yunus dünyasında neler
gördük? Toprağa karışıp giden nazik bedenler, söylemez olmuş insan dilleri,
seller gibi coşup, yollar gibi tozan insan yürekleri, Tanrı’yı kendi
içlerinde, insan içinde bulan ve korkunun yerine sevgiyi koyan, sevmeyi tek
tapınma yolu sayan dervişler, tohumlar gibi savrulup bini biten bini yiten
insanoğulları, kazılan, üstünde çalışılan topraktan yağan rahmet, yediği
insan eti, içtiği insan kanı beyler, dünyanın tadına aç gözlü zenginden daha
çok varan yoksullar, varlıkta yokluğu yoklukta varlığı görenler, yetmiş iki
milleti kardeş bilenler, camilerin, tekkelerin dışında, tabiatın büyük
kitabında bulunan hakikat kapıları, cenneti, hurileri hiçe sayan dostlar,
karlı dağlardan aşan gurbet ve sıla yolları, ha demeden hayran olan, bir
ağlayıp bir gülen, yaz aylarında kışı, kış aylarında yazı yaşayan, bulut
olup göklere ağan, yağmur olup yerlere yağan bir gönül, suyunu alçaktan alıp
yüksekten döken insan değirmeni, erik dalında yenen üzüm, meleklerin
anlamayacağı kadar derin ve uçları olan insan sözleri, sabırla, çabayla,
çileyle insan olgunluğu… Bütün bunlarda dünya dışı, insan ötesi ne var?
Bütün din kitaplarını şöyle özetliyor: İnsan kendisi için ne düşünüyorsa,
başkası için de onu düşünmeli, istemeli. Yunus böylece ve açıkça bütün din
kitaplarının özünü insanlığa dönüştürüyor: “Her insanda bütün insanlık
vardır.” demek istiyor.
S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 63> Yunus Emre felsefesi Şiirleri -2
Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar Makro Felsefe Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum 2150 A.D. (M.S.2150) M.S. 2150 H içbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli Ana Sayfa / İndex / Ziyaretçi Defteri / E-Mail / Kuantum Fiziği / Quantum Teleportation-2 Time Travel Technology / Kuantum Teleportation / Duyuru / UFO Technology |