Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli 

 

                                                            

YUNUS EMRE

 Yaşamı

Sanatçı Kişiliği

Yapıtları

 

MEMET FUAT

(BENGÜ)

DE Yayınları/İkinci Baskı: Nisan 1979

 

 

Yunus Emre
blank.png

 

Türk halk şair ve düşünürlerinin öncülerinden olan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir. Aynı şekilde 1320 yıllarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetler gibi.


Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, "gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder.

11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre... Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. 

Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür. Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar.
 

 

YAŞAMI:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950’ye kadar doğum ölüm yılları bile kesinlikle bilinmiyordu.

Eski kaynaklarda, Yunus’un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler verilir. On dördüncü yüzyılın ortalarında ya da sonlarında yaşadığı söyleyenlerin yanı sıra, 1439’a kadar yaşadığını ileri sürenler de vardır. Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarihlerin yanlış olduğunu belgelerle kanıtlıyorlar.

Örnekse, Yunus Emre’nin olgunluk dönemi şiirlerinden olan Risâlet-ün Nushiyye adlı mesnevisinin 1337’de yazıldığı yapıttaki bir dizeden anlaşılıyor.

Başka şiirlerinde de, 1273’de ölen Mevlânâ Celâleddin’i gördüğünü, onun “söz ile işret” (musiki ile içki) toplantılarında bulunduğunu belirttiği için, Yunus’un XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın başlarında yaşadığı kesinlikle ortaya çıkıyor.

Ayrıca, şiirlerinde daha önceki sofileri (Tasavvuf ulularını) sık sık andığı halde, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden hiç söz etmemesi de bu görüşü desteklemekte.

Uzmanlar bu gibi bilgilere dayanarak Yunus’un 1320 ile 1334 yılları arasında ölmüş olduğunu söylüyorlar.

1950 yılında ise Beyazit Kitaplığı’ndaki XVI. Yüzyıldan kalma bir “mecmua”da (derleme) şöyle bir kayıt bulundu: “Vefat-ı Yunus Emre sene 720 – müddet-i ömür 72”. Verilen ömür tarihi hicri 720. Bundan 72 çıkartırsak, doğum tarihi olarak hicri 648’i buluruz. Demek ki Yunus Emre hicri 648 ile 720 yılları arasında 72 yıl yaşamış. Bugün kullandığımız miladî tarihe çevirince iki yıllık bir oynama oluyor. Hicrî 648, miladî 1250’dir; 720 ise, 1320. Kısacası, Yunus emre miladî 1250-1320 yılları arasında 70 yıl yaşamış.

Uzmanların çoğu Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeyi benimsiyorlar, çünkü verilen tarihler onların şiirler üzerinde çalışırken tahmin ettiklerine uyuyor. 1250’de doğduysa, 1273’de Mevlânâ öldüğü zaman Yunus 23 yaşındadır, toplantılarında bulunabilir; olgunluk dönemi şiirlerinden Risâlet-ün Nushiyye’yi yazdığında, 1307’de 57 yaşındadır, bu da uygun, 1320'de öldüyse, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden söz edemez. 70 yıl yaşamış, şiirlerinden de böyle uzun bir ömür sürdüğü anlaşılıyor.

Bütün bu denk düşmelere karşın, Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeye de şüpheyle bakan, başka belgelere dayanarak, Yunus Emre’nin 1320’den daha sonra öldüğünü, XIV. Yüzyılın ortalarına kadar yaşadığını ileri süren uzmanlar gene de vardır. Üstelik bunlar Yunus Emre’nin yaşamı üzerine yeni, değişik tartışmalara yol açan bilgiler de veriyorlar.

Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Yunus Emre XIII. Yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. Yüzyılın birinci yarısında Anadolu’da yaşadı.

 

Selçuklu Devleti’nin yıkılmakta olduğunu görerek 1299’da bağımsızlığı seçen Osmanoğulları, bir yandan Bizans topraklarını alıp Balkanlar’a yönelirken, bir yandan da Anadolu’daki beylikleri ortadan kaldırarak Selçuklular’ın bir türlü kuramadığı siyasal bütünlüğü sağlama yoluna girdiler. Osmanoğulları’na boyun eğmeyen tek beylik Konya dolaylarındaki Karamanoğulları olmuş, XV. Yüzyıla kadar direnmişlerdir. Osmanoğulları’nın bu üstünlüğü yalnızca savaşma yeteneğinden değil, yasa anlayışlarından, halkın dertlerine önem veren yönetimlerinden geliyordu. (Osman Bey’in bir ahilik geleneği olan ve Anadolu’da yaygın, ustalık belirtkesi “önlük” takma olayını anımsayın. /mg.özgeç) Bu özellik XIV. Yüzyılda Anadolu halkının en çok özlemini duyduğu şeydi.

İşte Yunus Emre böyle bir dönemde, kargaşalıklar, kan dökmeler, kıyımlar, açlıklar içinde, insanların çok acı çektiği bir dönemde yaşadı.

YAŞADIĞI YER:

Yunus Emre’nin nerede doğduğu, yaşadığı kesinlikle bilinmiyor. Bektaşi Vilayetnâmesi’ne dayanarak, bazı uzmanlar, onun Sakarya çevresinde Sarıköy’de doğduğunu söylerler. Şeyhi Taptuk Emre’nin de Sakarya dolaylarında yayamış olması Vilâyetname’deki bu kaydı doğrulamaktadır.

Son yıllarda bazı başka uzmanlar bu görüşe karşı çıkmışlar, yeni belgelere dayanarak Yunus’un Karaman’da doğduğunu, yaşadığını, öldüğünü, mezarının da orada olduğunu savunmuşlardır.

SOYU, ÇOCUKLARI:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine bilgiler genellikle şiirlerinden çıkarılırdı. Örnekse, bir şiirindeki şu dizeler, evliliği üzerine bilgi veriyor:

 

Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin

Bir ev ile birkaç huri hevesim yok kaçmağ için

Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift-ü halâl

Andan dahi geçti arzum benim âhım didâr için

 

(Uçmak: cennet. Mümin: inanan. Müslüman. Yeltediğin: meylettirdiğin, heveslendirdiğin. Huri: cennetteki güzel kızlar. Kaçmak: kucaklamak, sarılmak. Bunda: burada. Dahi: da. U: ve. Halâl: nikahlı kadın. Çift-ü halâl: nikahlı iki çift kadın. Andan: ondan. Âhım: yanıp yakınmam, özlemem. Didâr: sevgilinin yüzü, Tanrı.)

 

Bu şiirden Yunus Emre’nin iki karısı, oğulları, kızları olduğunu anlıyoruz.

Ama Yunus’un yaşamı üzerine bilgi veren bu gibi şiirleri fazla değildir. Onun Karaman’da doğup yaşadığını savunan uzmanlar yaşamıyla ilgili bazı belgeler de bulup çıkardılar. Buna göre:

Yunus Emre’nin ailesi Karaman’a Horosan’dan gelmiş, yerleşip kendi adlarına bir köy kurmuşlardır. Babasının adı İsmail’dir. Yunus göçten çok sonra, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Kendisi Kirişçi Baba olarak tanınmış, oğullarından birine de İsmail adını koymuştur.

 

ÖĞRENİMİ:

Yunus’un “ümmi” olduğu, yani okuma yazma bilmediği üzerine bir menkıbe vardır. Ayrıca, kendi de şiirlerinde şöyle der:

 

“Gönül kitabından okur

Eline kalem almadı.”

 

“Biçare Yunus ne bile

Ne kara okudu. Ne ak.”

 

“Ümmi benim, Yunus benim.”

 

Bunlara dayanarak halk arasında Yunus’un öğrenim görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen bir kimse olduğu inancı yayılmıştır. Halkın büyük bir bölüğü okuma yazma bilmediği, ağızdan ağza geçen sözlü bir kültürün egemenliğinde yaşadığı için, öğrenim görmemiş bir şairin böylesine derin sözler söylemesi, uzun yıllar yadırganmamış, hattâ bir iç zenginliği gösterdiğinden, bundan hoşlanılmıştır da. Okuma yazma bilmediğine inanılan bir şairin ulaştığı yücelik, okuma yazma bilmeyen insanlara bir teselli, bir umut olmuş, onu kendilerine daha yakın görmelerine, kendilerinden saymalarına yol açmıştır.

Ama uzmanlar Yunus Emre’nin okuma yazma bilmediği görüşüne, kendi sözlerine karşın, katılmıyorlar. Şiirleri üzerinde yapılan çalışmalar, onun iyi bir öğrenimden geçtiğini gösteriyor: Medrese’de okumuş, felsefe, tefsir (Kuran’ı yorumlama bilimi), fıkıh (İslâm Hukuku), Arapça, Farsça biliyor, Yunan Mitolojisi’ni, İran Mitolojisi’ni biliyor, Tasavvuf Tarihi, tarih, coğrafya, ilm-i nücum (astronomi), ilm-i usul (yöntem bilim) biliyor, aruzla şiir yazıyor.

Öyleyse niçin şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemiş?

Önce şunu belirtelim: Yunus Emre, şiirlerinde, okuma yazma bilmediğini söylediği gibi, genellikle bilgilerini küçümsemek isterken, neler okuduğunu da ortaya vurmuştur. Şöyle sözler eder: “Dilimde ilm-i usul”, “Dört kitabın mânasın okudum tahsil ettim”, “Okudum yedi musafı”. Gene şiirlerinde âyetlerden (Kuran surelerinin parçaları), hadislerden (peygamber sözleri) alıntılar yapmış, Mevlânâ’nın bazı kalıplaşmış sözlerini kullanmış, Şirazlı Sadi’nin bir şiirini Farsça’dan Türkçe’ye çevirmiştir.

Şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemesinin nedeni medrese öğreniminden sonra Tasavvuf yolunu seçmesindendir. Tasavvuf anlayışına göre: tarikata, Tanrı yoluna girenlerin, kitaplardan edindikleri bilgilerden sıyrılıp, doğrudan doğruya Tanrı’dan gelecek bilgiye açık olmaları gerekir. Tanrı’ya kitap bilgileri ile değil, Tanrı aşkıyla ulaşılır. İnsanın kitaplardan öğrendikleri arttıkça bilmedikleri de artar, bu yoldan gerçeğe, yani Tanrı’ya ulaşmak olanaksızdır. Gerçeğe, yani Tanrı’ya ulaşmanın tek yöntemi Tanrısal aşktır.

Demek ki “ümmi”lik, okuma yazma bilmemek, kitap bilgilerinin dışında olmanın, kendini bütünüyle Tanrısal aşka vermiş olmanın en keskin belirtisidir. Dervişlerin bu konudaki alçakgönüllülüklerinin aslında Tanrı’ya yakınlıklarını gösterdiği anlaşılıyor.

Yunus Emre’nin kendini okuma yazma bilmez göstermesi, halkla birleşmek, onlar gibi olmak özlemi diye de yorumlanabilir. Bu yakıştırma, ama şairin genel havasına çok uygun düşen yorumun tersi ise, kanımızca, yüzde yüz doğrudur: Türk halkı onun okuma yazma bilmez olmasını, kendi gibi olmasını istemiştir.

 

 

YUNUS’UN TARİKAT ZİNCİRİ:

Yunus Emre’nin şeyhi birçok şiirinde andığı Taptuk Emre’dir. Taptuk Emre’nin şeyhi Barak Baba, Barak Baba’nın şeyhi Sarı Saltuk, Sarı Saltuk’un şeyhi ise Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Bu zincir Yunus’un Bektaşi Tarikatı’ndan olduğunu gösteriyor. Hacı Bektaş-ı Veli de Babalılar Ayaklanması sonunda öldürülen Baba ishak’ın halifesidir. Böylece Yunus emre Babalılar’a bağlanmış oluyor. Nitekim bir şiirinde Taptuk Emre’den Baba Taptuk diye söz eder.

Şiirlerinden öğrendiğimize göre, Yunus Taptuk Emre’nin tekkesinde hizmet etmiş, onun düşüncelerini yaymak için gurbete çıkmış, Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı dolaşmış, Şam’a gitmiştir. Taptuk’un kapısında piştikten sonra da halkı kendi adına tarikata çağırmaya girişmiş, şeyh olmuştur.

 

Bektaşîlik (Türk): XIII. Yüzyılda kurulan büyük Türk tarikatı. Hacı Bektaş* Veli’nin kurduğu ve halifesi Balım Sultan’ın düzenlediği en ünlü ve etkili Türk tarikatıdır. Türklerin melâmet*  anlayışının ürünüdür. Düşünce kaynakları Yesevîlik*, Babaîlik,* Şîa-i* isnâ aşariyâ’ya  dayanır. Türk halklarında hiç sönmeyen eski Türklerin dini Şâmânlık’ın* özlemiyle Sünnî Müslümanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Zamanla aynı yolda yürüyen Kalenderîlik*, Haydarîlik*, Abdallık* ve Hurûfîlik gibi çeşitli Türk tarikatlarını içine çekmiş ve eritmiştir. Eşitlik, kardeşlik ve mallarda ortaklaşacılık güden toplumcu yanı, Bâtınî* karakterini belirtir. Ayrıca, Ahîlik’in* de izlerini taşır. Gizli ve kapalı bir tarikattır, ancak bağlılarının bildiği sırları vardır. İlkelerine göre, her insan gereken bilgiye erişmiş değildir, gereken bilgi ve olgunluğa erişen kutup adını alır. Nasıl değirmen taşı kutup adı verilen ortadaki demirin çevresinde dönerse, evren de öylece kutupların çevresinde döner. Sayısı pek çok olan bu kutupların içinde en yetkini kutuplar kutbu (Ar. Kutup al-aktâb)’dur. Onun bir yanında sağ imam, bir yanında da sol imam oturur (Ar. İmâmâm). Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk gelir (Ar. Evtâd-ı Erbaa). Dört direği abdallar rütbesi izler, bunlar direklerle birlikte beşler adını alırlar. Daha sonra yediler ve üç yüzler gelir. Evren bu örgenlerle yönetilir (Ar. Saltanat-ı İlahîyye). Bektâşîliğin ayrıcı niteliği yedi yüzyıl boyunca birtürdenliğini korumuş ve kendisinden hiçbir kol ayrılmamış olmasıdır.

 O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s100

 

*Bektaş (Türk): bendeş>eş, benzer, emsal; denkdeş/denkdaş/dekdeş/dendeş>eş , benzer;
TDK/Yeni Tarama Sözlüğü/Cem Dilçin

 

*Melânet (İslâm): Tasavvufa karşı çıkan bir tasavvuf tarikatı… Arapça kınanmak, aşağılanma ve hor görülme anlamındaki levm sözcüğünden türemiştir. Melâmiyye adıyla da anılır. Melâmilik (İslâm) Hiçbir özel bilgi, özel kılık, özel tören, özel toplantı yeri gereksememekle gerçekleştirilmiştir. Sünnî Müslüman Türklerce geliştirildiği ve IX. Yüzyılda Horasan(da kurulduğu için Horasânîler ya da Horasan Erenleri adıyla da anılırlar. Levm sözcüğü, tarikatın başlıca ilkesini açığa koyar: Kişiliği hor görmek ve aşağılamak. Kendi kendilerini kınadıkları ve hor gördükleri gibi başkalarının da kendilerini kınamasını ve hor görmesini isterler. Kendini üstün görme, böbürlenmek. İkiyüzlülük gibi kötü eğilimlerin böylelikle yok edileceği kanısındadırlar.
O.Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.391

 

*Yesevîlik (Yeseviyye, İslâm) : XII. Yüzyılda Ahmet Yesevî tarafından kurulmuş. Özellikle Türkistan Türkleri arasında yayılmış bir tarikattır. XV. Yüzyıldan sonra Anadolu’da da bağlıları çoğalmıştır. Tanrı adını hırıldanma (zikir) yönteminde bir özellik gösteren tümüyle Sünnî, kitaba ve peygamber sözlerine bağlı bir tarikattır. Daha sonra Bektâşîler, Ahmet Yesevî’yi kendilerine maletmişlerdir. Nakşibendîler de onun Tarik-i bâcegân (Hocalar yolu) adı verilen özel zikir yöntemini benimsemişlerdir.

O.Hançerlioğlu/İnanç sözlüğü/s.696

 

 

 Anadoluda Aşk

İslamiyetten önceki dönemde aşk önemli bir yer tutmaz. İslamiyetle birlikte gelişen edebiyatta özellikle gazellerin mesnevilerin başlıca konusu aşktır. Mutasavvıf şairler ise sevgililerinde tanrının bir aksini görürler çeşitli tarikatlar ilahi aşk fikrini ve idealini geliştirmişlerdir. Fuzuli, Şeyh Galip gibi şairlerde dini ve ulvi aşkı tasvir etmişlerdir.Leyla ile Mecnun Hüsn-ü Aşk buradan doğmuştur.

Divan edebiyatında ise Nedim müstehcen aşk şiirleriyle tanınmıştır. Halk ise Aşık denilen kimselerle duygularını ezgisel anlatımla dile getirmiştir. Karacaoğlanın aşk memleket hikayeleri, Kerem ile Aslının hasreti gibi halkın içinden çıkan hikayelerde ruhani ve romantik aşk beraber işlenir.

Gelelim Yunus Emreye nefes ile vakıf insanın kemale ermesi için mistik aşkı ortaya koyan Mevlana gibi lirik anlatımlarıyla ve felsefeleriyle halen tüm dünyayı etkilemektedirler. Tasavvufi aşk nefse hakim olarak Allahta yok olma mertebesine ulaşmak için bir basamaktır. Mevlana Mesnevisinde şöyle der :Aşk öyle bir ateştirki bir parladımı sevilenden başka herşeyi yakar.

Aşk insanı gerçek güzelliğe ilahi kayra götürür.

Mutasavvuflar dünyanın ve canlıların yaradılışını aşk ile açıklarlar onlara göre Allah bilinmek için sevilmek için bu evreni yaratmıştır. Hadiste şöyle der: Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve canlıları yarattım.

 

                                                  Maharet nardadır saçta değil

                                                  Keramet baştadır taçta değil

                                                  Her ne ararsan kendinde ara 

                                                  Mekkede, kudüste, haçta değil

 

 

HALKIN GÖNLÜNDEKİ YUNUS:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine çeşitli menkıbeler vardır. Bunlardan bazıları Bektaşî Vilâyetnamesi, Hüdayî’nin Vâkıât’ı gibi yazılı kaynaklara geçmiş, pek çoğuda ağızdan ağza günümüze kadar gelmiştir. Bu menkıseleri birleştirerek halkın yarattığı Yunus Destanı’nı şöyle özetleyebiliriz:

 

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaradılmışı hoş gördük

Yaradandan ötürü.

 

diyerek okuldan ayrılmıştı. İşte bu Yunus bir kıtlık yılında pek bunaldı. Kırşehir yakınlarında Sulucakarahisar denilen yerde Hacı Bektaş adında bir ermişin yaşadığını, yoksullara yardım ettiğini duymuştu. Gidip ondan buğday istemeye karar verdi. Dergâha eli boş gitmemek için de yol boyunca dağlardan alıç (yaban bir ağacın buruk yemişi) topladı, öküzüne vurduğu heybelere doldurdu. Hacı Bektaş’a Yunus’un geldiğini, alıç getirdiğini, çok sıkışık durumda olduğundan biraz buğday istediğini söylediler. Dergâh’a eli boş gitmek istemeyen yoksul köylü Yunus’un bu gönül yüceliği Hacı Bektaş’ın hoşuna gitti. Dervişlerinden biriyle ona sordurdu:

--- Buğday mı verelim, yoksa nasip mi?

Yunus nasibi ne yapsın, evde çoluk çocuk aç:

--- Buğday isterim, dedi.

Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

--- Alıcın herbirine bir hasip verelim.

Yunus’un aklı evinde:

--- Çoluk çocuğum aç, nasip karın doyurmaz, buğday versin de gidelim, dedi.

Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

--- Alıcın herbir çekirdeğine on nasip verelim.

Yunus’un aklı evinde:

--- Çoluk çocuğum aç, dedi. Buğday versin de gidelim.

Bunun üzerine dervişler Hacı Bektaş’ın emriyle Yunus’un öküzüne dilediğinden de fazla buğday yüklediler.

Yunus dağlardan eve dönerken, düşündü düşündü, yanıldığını anladı. Bu kişi çok yüce bir kişi olmasa, nasip istemediğime kızar, bana böylesine cömertçe buğday vermezdi, dedi kendi kendine. Hem nasip alsam, istediğimde buğdayı da bulurdum. Çevirdi öküzün başını, vardı dergâha, buğdayı kapının önünü indirdi.

--- Alın buğdayınızı, bana nasip verin, dedi.

Dervişler içeri gidip Hacı Bektaş’ın şu sözüyle geldiler:

--- İş işten geçti artık. Biz o ihsanın anahtarını Taptuk Emre’ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın.

Yunus boynu bükük döndü, vardı Taptuk Emre’ye.

Bu Taptuk Emre bir güçlü ermiş idi. Hacı Bektaş uzak illerden Anadolu’ya geldiğinde erenlerden saygı, sevgi görmüş, yalnız Emre adında bir ermiş semtine hiç uğramamıştı.

--- Hepimiz Hacı Bektaş katına varırız, sen niye bizimle gelmezsin, diye soranlara:

--- Bütün erenlerin buluştuğu dost divanında nasip bağışlanırken Hacı Bektaş adlı bir kimse görmedik, derdi.

Hacı Bektaş bunu duyunca bir dervişini gönderip Emre’nin, tekkesine gelmesini sağladı. Gelince de sözünü düşürüp ona erenler arasına nasıl girdiğini sordu. Şöyle dedi Emre:

--- Yeşil perde ardından bir el çıkıp bütün erenler nasip bağışlarken orada Hacı Bektaş adında birini görmedim.

Hacı Bektaş sordu:

--- Yeşil perde ardından uzanan eli görsen bilir misin?

Emre:

--- Bilirim, dedi. Ayasında yeşil bir ben vardı.

Hacı Bektaş ayasında yeşil ben olan elini uzatınca, Emre:

--- Taptuk Hünkârım taptuk, diye üç kere tekrarladı.

(Taptuk: tanıdık, bildik / tanıdım, bildim / anlamına)

Böylece adı Taptuk Emre’ye çıktı. Hacı Bektaş’ın sözcüleri arasına katıldı.

İşte Yunus boynu bükük, Taptuk Emre’ye gidip başından geçenleri anlattı. Taptık Emre:

--- Hizmet et, nasibini al, dedi.

Yunus’a dağdan odun kesme işi verdi. Yunus kırk yıl dağdan tekkeye odun taşıdı, ama bir kere bile eğri odun getirmedi.

--- Dağda eğri odun yok mu, Yunus? diye soranlara,

--- Bu kapıdan içeri odunun bile eğrisi giremez, diye cevap verdi.

Yunus dağa odun kesmeye şeyhin kızıyla birlikte giderdi. Bunu duyan Hacı Bayram Velî:

--- Nasıl olur, ateş ile pamuk bir arada nasıl durur, gelinlik kızla bir erkek her gün dağa birlikte nasıl gider? diye söz etmiş.

Taptuk Emre bunu duyunca bir tutam pamuğun içine korlu bir kömür parçası sarıp Ankara’ya, Hacı Bayram Velî’ye gönderdi. Pamuğun içinde, pamuğu tutuşturmadan, nar gibi yanıp duruyordu ateş parçası.

Yunus’un şeyhine canla başla hizmet edişini gören bazı dervişler de:

--- Yunus şeyhin kızını seviyor da ondan böyle canla başla çalışıyor, diye yalan söylediler.

Taptuk Emre onları yalancılıktan kurtarmak için kızını Yunus’a verdi. Ama Yunus:

--- Ben şeyhimin kızına göre değilim, diyerek ömrünün sonuna kadar ona dokunmadı.

 

Bu kız kuran okurken akarsular bile dururmuş.

 

Bir gün tekkede bir erenler toplantısı yapılırken Yunus-î Gûyende adında ünlü bir ilâhiciden ilâhi okuması istendi. Taptuk Emre bu isteği üç kere tekrarladıysa da  Yunus-î Gûlyende’den ses çıkmadı. Taptuk Emre, bunun üzerine, Yunus Emre’ye dönüp:

--- O hazinenin kilidi açıldı artık, vakit tamam. Nasibini al. Sen söyle, dedi.

Yunus Emre’nin gönlü, dili açıldı, ilâhiler okumaya başladı. O günden sonra da kimsenin söyleyemeyeceği güzellikte şiirler söyledi.

Yunus Emre Taptuk’un kapısında otuz yıl canla başla hizmet ettiği halde, feyze eremediğini, gizli âlemin kendisine açılmadığını sanarak umutsuzluğa kapıldı, bir gün tekkeyi bırakıp kaçtı. Yolda dervişlere rastladı, onlara yoldaş oldu. Akşamları dervişlerden biri dua ediyor, gökten bir sofra yemek iniyordu. Sıra derviş Yunus’a gelince ellerini göğe açıp:

--- Tanrım, dedi, bende feyz yok, ama bunların yanında benim yüzümü kara çıkarma, onlar kimin yüzüsuyu hürmetine senden yemek istiyorlarsa, o kişinin hakkı için yemek gönder.

O akşam, her akşamkinden daha çok, iki sofra dolusu yemek geldi. Dervişler merak edip Yunus’a:

--- Kimin yüzüsuyu hürmetine dua ettin? diye sordular.

Yunus:

--- Önce siz söyleyin, dedi.

--- Biz, dediler, Taptuk Emre’nin kapısında otuz yıl hizmet eden Yunus Emre’nin yüzüsuyu hürmetine dua ediyoruz.

Yunus böylece feyze ermiş olduğunu anladı, hemen geri dönüp sabaha karşı Taptuk’un tekkesine vardı.

Doğru şeyhin karısı Ana Bacı’ya başvurup kendisini bağışlamasını diledi. Taptuk artık çok yaşlıydı, gözleri görmez olmuştu. Ana Bacı, Yunus’a:

--- Sen eşiğe yat, dedi. Şeyh sabah namazına çıkarken ayağı sana takılınca, “Kim bu?” diye sorar. Ben “Yunus.” derim. “Bizim Yunus mu?” diye sorarsa, anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına kapan, seni bağışlamasını dile. “Hangi Yunus?” diye sorarsa anla ki gönlünden çıkmışsın, git derdine başka bir yerde derman ara.

Yunus Ana Bacı’nın dediğini yaptı. Taptuk Emre:

--- Bizim Yunus mu? Diye sorunca ayaklarına kapanarak suçunu bağışlattı.

Taptuk onun suçunu bağışladı ama:

--- Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, dedi. Artık yanımda kalamazsın. Asâmı (dervişlerin sopası) atacağım, nereye düşerse, git orada Tanrı’ya kavuş.

Taptuk Emre bu sözü söyleyince, asâsını pencereden dışarı attı. Yunus Emre, bir söylentiye göre beş yıl, bir söylentiye göre yedi yıl dağ taş demeden ilâhiler söyleyerek şeyhinin asâsını aradı. Ama bir türlü bulamadı. Taptuk Emre’ye asâsını bulamadığını bildirmek üzere geri dönerken Sarıköy’ün orada dinlenmek için bir taşın üstüne oturdu. Bir de baktı ki ilerde kavak gibi bir nur havaya doğru uzanıyor. Yanına gidince şeyhinin asâsını tanıdı. Eline alıp orada öldü.

 

Yunus Emre, şeyhinin asâsını bulup Tanrı’ya kavuşmak için, ilâhiler söyleyerek dağ taş dolaşırken öylesine bir üne erdi, öylesine güzel sözler etti ki, sarayların, okumuşların gözdesi Mevlânâ Celâleddîn bile onun için:

--- Nereye vardıysam bu Türkmen kocasının izlerini önümde gördüm, dedi.

 

Yunus’un ise “Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” diye yücelttiği Mevlânâ Celâleddîn’e “Mesnevi”ye duyduğu hayranlığı belirtirken:

--- Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam:

 

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

 

Derdim, olur biterdi, diye takıldığı söylenir.

 

Gene bir halk söylentisine göre, Yunus Emre’nin şiirleri böyle üç yüz beş yüz tane değildi. Üç bin şiiri vardı. Bunlar bir kitapta toplanmıştı. Bu kitap Molla Kasım adlı bağnaz bir hocanın eline geçti. Bu hoca bir akarsu kıyısına oturup şiirleri okumaya başladı. Dine aykırı gördüklerinden bin tanesini yaktı, bin tanesini de suya attı. İki bin birinci şiire gelince şu sözlerle karşılaştı:

 

Derviş Yunus bu sözü

Eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeker

Bir Molla Kasım gelir.

 

Bunu okuyunca Yunus’un ermişliğine inanan Molla Kasım son kalan bin şiiri sakladı. Ama yakılanlarla suya atılanlar da yok olmadı. Yakılanları gökte melekler, suya atılanları suda balıklar okuyor. Elde kalanları da biz insanlar okuyoruz.

 

Halkımızın Yunus Emre üzerine anlattığı menkıbeleri birleştirip özetleyerek derlediğimiz bu destan, onun yüzyılların ötesinden nasıl günümüze ulaşabildiğini göstermesi bakımından çok ilginçtir. Tekke edebiyatının kurucusu sayılan Yunus Emre bütün tarikatlarca ulu tanınmış, halkın gözünde, dilinde bir masal kahramanı haline gelmiştir. Sarayın, okumuşların küçümsediği bu şairi, tarikatların ilgisi, halkın sevgisi yaşatmıştır.

 

Burada da Sabahattin Eyüboğlu’nun sesine kulak verelim:

 

…… Bu destan dindar olmaya, şu ya da bu peygambere inanmaya değil, insan olmaya çağırır bizi. Yunus, halkımızdan yana, halkımız Yunus’tan yana olduysa bunun nedeni gerçek şiirle gerçek insanlığın birbirinden ayrılmaz oluşudur. Yunus haktan yana oluşla halktan yana oluşun bir araya gelmesidir. Bütün büyük şairler gibi Yunus da hak için halktan, halk için haktan yana olmuştur. Yunus softalara yobazlara karşı, bu dünyayı hiçe sayıp öbür dünyayı övenlere karşı, bu dünyada adam olmak, kendi kendisini, küçük çıkarlarını yenmek isteyenlerden, miğdecilere karşı ülkücülerden yanadır. Yunus’un dindarlığı su götürmez, ama onun dindarlığı softaların cennetine, sırat köprüsüne değil, insanlığa, insan yüreğine, doğruluğa ve fakir fukaranın mutluluğuna çevriktir. Hiçbir şiiri dünyayı sömürenleri övmez, hemen her şiiri dünyayı sömürenlere karşı bir seslenmedir. Nasıl öyle olmasın ki bütün dünyanın büyük şairleri hep, ama hep aynı şeyi söylemiş, aynı sömürgenliğe karşı isyan etmiştir. Kurdun kuzuyu paralayıp yemesinde güzellik bulan bir tek dünya şairi göremezsiniz.

Sabahattin Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem yay.;İst.1980;s22-23

 

YUNUS’UN ORTAYA ÇIKARILIŞI:

Yunus Emre’nin divanlarca küçümsendiğini, Alevî-Bektaşî tekkelerinde yapılan ayinlerde okunan şeriata sığmaz şiirleri yüzünden medreselileri de öfkelendirdiğini biliyoruz. Onun nefeslerini okuyanlar için ölüm fetvası bile verilmiştir.

Bu gibi çekişmeler yüzünden Yunus Emre’nin ortaya çıkarılışı, bilim dünyasına tanıtılışı çok gecikti. XIII-XIV. Yüzyıllarda yaşamış olan bu şair için ilk sözü edilmeye değer çalışmalar, XX. Yüzyılın başında yapıldı.

1913’de Rıza Tevfik ile Fuat Köprülü birkaç makale yayımladılar.

1918’de Fuat Köprülü “Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar” adlı yapıtıyla Yunus’u bilim dünyasına tanıttı.

1933-34’de Burhan Toprak Yunus’un Divan’ını üç cilt olarak yayımladı.

1936’da Abdülbaki Gölpınarlı Yunus’un Divan’ını bilimsel bir çalışma süzgecinden geçirerek yayımladı.

 

Otuz yıl süren bu araştırmalar sonunda Yunus Emre’nin şiir alanındaki önemi anlaşılmış, bir tarikat ulusu olmanın ötesinde, “şairliği” değerlendirilmiş, yapıtları üzerine birçok inceleme yapılmıştır.

 

 

Sabahattin Eyüboğlu:

……

 

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun.

 

Yalnız bu insanlık ve şiir yüklü, Homeros’un deyimiyle bu kanatlı söz tek başına Yunus Emre’nin bir olgun kişi olduğunu, özlü sözü bulduğunu, düşüncenin ve sanatın yüce katlarına ulaştığını anlatmaya yeter. Yunus’a merak salmaya başlayan Batılı edebiyatçılar bana: Kim bu Yunus, diye sordukları zaman, kendilerine Yunus Emre uzmanımız Abdülbâki Gölpınarlı’nın kitaplarını salık verdikten sonra ben yalnız bu sözü çat pat Fransızca’ya, İngilizce’ye çeviriyorum. Her seferinde bu söz, Türkçe’de nefes alır gibi söylenen bu söz, çeviride bütün rahatlığını yitirdiği halde, Batılı aydının da hemen can kulağını kabartıyor. Neden? Çünkü bu sözde bir insan, bütün kinlerin, ayrılıkların ötesinde, bütün insanlara kardeşçe sesleniyor. Acıyı tatlıya, umutsuzluğu umuda, ölümü yaşamaya çeviren bir büyü var bu sözde. Ardından gelen sözler uzak yakın, değişik yankılar gibi tekrarlıyor onu. Gelin okuyalım bu güzelim şiiri:

 

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun.

Bizim için hayır dua

Kılanlara selâm olsun.

 

Ecel büke belimizi

Söyletmiye dilimizi

Hasta iken halimizi

Soranlara selâm olsun.

 

Tenin ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile

Bizi bir âsan veçhile

Yuyanlara selâm olsun.

 

Eceli gelenler gider

Küllisi gelmez yola gider

Bizim halimizden beter

Soranlara selâm olsun.

 

Derviş Yunus söyler sözü

Yaş doludur iki gözü

Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun.

 

Yunus ya da Yunusça konuşan Anadolu halkı, bu şiirde, dünyanın ve başka bir halkın şiiriyle buluşuyor. Yunus’tan yüz elli yıl kadar sonra onun gibi belâlı, kanlı, kargaşalı bir çağda yaşamış Fransız şairi François Villon’un kendi milletinin edebiyat tarihindeki yeri, Yunus’un bizimkindeki yerini andırır. Yunus nasıl Arapça ve Farsça’ya karşı Türk halkının dilini yüceltmişse, Villon’da Lâtince ve Yunanca’ya karşı Fransız halkının dilini yüceltmiştir. Dante’nin, Shakespeare’nin, Cervantes’in yaptığı da aynı şeydir aslında: Halkın diliyle söylenemez sanılan yüksek duydu ve düşünceleri halkın diliyle bal gibi söylemek. Ne var ki, ah ne yazık ki, biz Yunus’un ardından gitmemişiz. Batılılarsa yalnız Yunus gibilerin ardından gitmişler. İşte bu Yunus gibilerden biri, Villon bakın, Orhan Veli’nin çevirisiyle nasıl Yunusça sesleniyor:

 

ASILMIŞLARIN BALADI

Ey dünyada kalan insan kardeşler,

Olmayın bu kadar katı yürekli;

Allah da sizden razı olur belki

Sizler acırsanız bizlere eğer;

 

Şurada asılmışız üçer beşer;

Kuş sütüyle beslenen şu bedene

Bir bakın, dağılmada günden günü;

 

Bakın kül olan kemiklerimize;

Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

 

…..

 

Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

 

Görmedik bir gün olsun rahat yüzü;

Yağmur sularında yıkandık yunduk;

Kurda, kuşa yedirdik kaşı, gözü;

Gün ışıklarında karardık yandık;

Kuş gagalarıyla kalbuda döndük.

 

…..

 

Dostlar görüyorsunuz halimizi;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

 

Fransız şairi, Villon’un ardından gittikçe daha halkçı olurken biz Yunus’u halka bırakıp Sarayların kapalı, yapmacıklı ve kısır şiirinden yana gitmişiz; büyük şairlerimizin soluğunu altına, gümüşe boğmuş, süslü duvarlar içine kapamışız. Villon’un ardından Tanrının dili bile halkın diline çevrilirken Yunus’un ardından halkın dili küçümsenip Yunus’la birlikte yüzyıllarca kültür dışı, kaba Türk işi sayılmış.

 

Atatürk’le birlikte Türk Devleti’nin halka yönelmesinden önce Yunus Emre, halk türküleriyle birlikte analarımızdan öğrenip ciddiye almadan söylediğimiz, okullara, sanat, edebiyat çevrelerimize yakıştıramadığımız, olmasa da olur dediğimiz, halı yanında kilim, ut yanında saz, konak yanında kulübe saydığımız kaba halk antikaları arasındaydı.

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst. 1980;s.7>

 

 

YUNUS’UN DÜŞÜNCE DÜNYASI:

 

Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır. Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de, yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Tanrı’ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur sanırız. Bunda bağnazlığa karşı Tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu bir gerçektir.

 

Tasavvuf Nedir:

Köklerinin Eflâtun (Platon)’da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı’nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?

Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı’nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün” emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak’ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı’nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.

Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?

Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.

Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk’ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.

İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

 

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak” (ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Burada “devir”, devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Alem-î Gayb’dan Alem-î Şühud’a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.

Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?

Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil’e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.

Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.

Tarik” Arapça’da “yol” demek, ama “tarikat” şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.

İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz, yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.

Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?

Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.

Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.

Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.

Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

 

Tasavvuf Niçin Yayıldı:

Tasavvuf felsefesi Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde niçin yaygındı?

XIII. Yüzyıl Anadolu’nun karmakarışık olduğu bir dönemdi. Devlet yetkesi yoktu. Daha doğrusu, durumu sarsıntıda olan, insanlara yük olan, dış güçlerin haraca bağladığı, bir yaşam düzeni sağlayamayan devletler vardı. Halk korunamıyordu. Kimse yarınından emin değildi. Moğol akınları, beylikler arasındaki savaşlar ardı arası kesilmez yağmalar, kıyımlarla son buluyordu. İçinde yaşadığı dünya çekilmez duruma gelince insanoğlunun gözlerini başka dünyaya çevirmesi, çaresizlik içinde öbür dünyanın mutluluklarını düşünmeye başlaması doğaldır. Tarihteki bütün bunalım dönemlerinde dinsel inançların güçlenmesi bir gerçektir.

Bu sözler XIII. Yüzyılda insanların niçin dinsel inançlara dört elle sarıldıklarını gösterir. Tarikatlara, Tasavvufa yönelmelerinin nedeni neydi?

Medrese düşünüşüne, İslâm şeriatını izleyenlere göre, Tanrı ili evren ayrı varlıklardır. Tanrı evreni, canlı varlıkları, insanları yaratmış, ama kendisi onların üstünde kalmıştır. Üstün bir güçtür. Yargılar, kötüleri cezalandırır. Kargaşa dönemlerinin güçsüz devletleri dinden yararlanmak, insanları din baskısıyla bir düzen içinde tutmak isterlerken, bağnaz din adamları aracılığıyla Tanrı’yı büsbütün acımasızlaştırır, korku salan, uzak, tek umut olan öbür dünyayı da cehenneme çeviren bir yüce varlık olarak gösterirler.

Din adamları, medreseliler, şeriatçılar, insanı hiçe sayan Tanrı’larıyla, vergi almaktan, halkı soymaktan başka bir işe yaramaz olmuş devletin yanındadırlar. Tarikatlar ise halkın içinde, halkın yanındadır. Tasavvuf felsefesinin gölgesinde, korkuya karşı sevgiyi önerir, hoşgörüyü, bağışlamayı, insanların zaten elde edemedikleri şeyleri özlememenin üstünlüğünü savunur, Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösterirler. İnsan yüksek bir yere konmuş, öbür dünyanın mutlulukları herkese açılmış, Tanrı bu dünyada bile varlığına girebilecek kadar yaklaştırılmıştır.

Halkın tarikatları seçmiş olmasına şaşmamak gerekir.

Ayrıca şu da var: İnsanlar bir dinden başka bir dine geçtiklerinde, önceki dinlerinin etkilerinden bütünüyle kurtulamazlar. Türkler de Müslümanlığı kabul ettikten sonra, önceki dinleri Şamanlığın etkilerinden bütünüyle kurtulamamışlardır. Tarikatlarda Şamanlığın izleri bulunması Türk insanını saran bir yön olmuştur.

Devletleri içten yıkmak için kullanılmaları, siyasal oyunlara araç edilmeleri bir yana, halkın açısından bakılırsa, aslında, bir karşı koyma, bir başkaldırma, Tanrı’yı devletin elinden alıp halkın yanına çekmektir tarikatların yaptığı.

Ama bu dinsel düzeyde kaldığı kadar insanlara umut kapılarını açmaktan öteye geçemezdi. Tarikatların siyasal kavgalara araç olmaları, insanları bir araya getirme, birleştirme güçlerinin büyüklüğünü görmelerinden sonra, bir bakıma kaçınılmaz bir şeydi.

 

Yunus’un Felsefesi:

Yunus Emre Tasavvuf felsefesi çerçevesinde düşünmüş, dünya, öbür dünya, Tanrı, dünyanın yaratılışı, insan-Tanrı ilişkileri gibi konularda hep bu din felsefesinin verdiği bilgilerle yaklaşmıştır. Ama şaşırtıcı gözlem gücü, bağlandığı Tasavvuftan gelen hoşgörüsü, insan sevgisi, insana verdiği önem, bazı düşünürlerin onu başka felsefelere yaklaştırmalarına da olanak sağlamıştır. Örnekse, Yunus’da hümanizma felsefesinin özünü bulanlar vardır: İnsanı insanla barıştırmak, kendini bilmek, başkalarından ayırmamak. Bir şair olarak Yunus Emre’nin bağlandığı felsefe kuramını zorladığı, yaşadığı dönemde Anadolu halkının gerçeğini, ülküsünü yansıttığı doğrudur. Ama daha ileri gitmek, halkın yanında yer almış, halktan yana olmuş bir şairi, kendi çağrışımlarımızla donatmak, dayandığı din felsefesinin, Tasavvufun dışında değerlendirmek, mistikliğinden sıyırmak bilimsel görüşe aykırıdır.

Ne var ki çağdaş okurlar bunu yapacak. Yunus’un Tanrısal aşkını insansal aşk olarak, dost özlemini arkadaş özlemi olarak göreceklerdir. Çünkü şiir okurunu bilim adına kendi dünyasından, kendi çağrışımlarından ayırmak da olanaksızdır.

Yunus Emre bir şiirinde “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” diye dört bilgi derecesinden söz eder. Birincisi İslâm dini kuralları, ikincisi tarikat kuralları, üçüncüsü şeriatla tarikatın arasını bulmak, dördüncüsü de en yüksek bilgi, yani gerçeğin, Tanrı’nın sırrıdır.

Biri dış, yani Zâhirî, öbürü iç, yani Bâtınî, olmak üzere iki Âlem vardır. Dış dünya ile ilgili bilimler, zâhirî bilimler, dış dünyanın varlıklarını, olaylarını anlatmaktan öteye geçemez.En yüksek bilgi derecesine, gerçeğin, yani Tanrı’nın sırrına yönelen bilimler, iç bilimler, Batınî bilimlerdir. Tanrı’ya ulaşmak, gerçeğin sırrına ermek için, bütün din dışı bilimlerden, hatta şeriat bilimlerinden vazgeçilmelidir. Çünkü bunlar Tanrı ile kulun arasına girer, ikiliği destekler. Aklı aşıp gönüle yönelmek, aşk yolunu seçmek gerekir. Aşkın, yani Tanrısal aşkın, kendisi de bir bilimdir, hem de en yüksek bilim.

Görüldüğü gibi, Yunus Emre’nin bilim anlayışı XX. Yüzyıl insanının anlayışına çok ters düşüyor.

Ama sonunda, aşk bilimiyle Tanrı’ya ulaşınca, gerçeğin sırrına erince varılan mertebede neler elde edilecek? Kendini bilen insanın, en yüksek bilgiye ulaşan insanın dünyasında din, mezhep, ulus ayrımları yok, mevki ya da sınıf ayrımları yok.

İşte burada, Yunus’un özlemiyle, daha doğrusu, Yunus’u besleyen mistik felsefenin özlemiyle XX. Yüzyıl insanının özlemi arasında bir benzerlik doğuyor. Şairin birçok şiirini günümüz insanına coşkuyla okutan biraz da bu benzerlik.

 

 

Burada da Sabahattin Eyüboğlu’na yine söz vermek istiyorum:

 

Nedir bizim Yunus’un inancı? Yoksulu bay, kuruyu yaş, ayağı baş eden bu yaman insan gücünü hangi inanıştan alıyor Yunus? Bu sorunun karşılığını Yunus’un söylediklerinde ve söylettiklerinde aradığımız zaman bir hayli şaşırarak görürüz ki Yunus bütün dindarlığına, Müslümanlığına karşın hiçbir dinin adamı değil, hatta bir din adamı bile değil, tersine bütün dinlerin ötesinde, camilerin, kiliselerin dışında, hele softaların yobazların düpedüz karşısında, kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamıdır. Bu inancın tek kuralı, yasası, dogması sevgidir, en geniş, en sınırsız, en insanca anlamıyla sevgi. Dinini, Tanrısını sordunuz mu Yunus’a aşk der ve dost der size, başka şey de söylemez. Diyeceksiniz ki, daha doğrusu insanoğlunun inanma güçlerini ille de insan ve dünya ötesine kaydırmak isteyenler diyecekler ki, Yunus’un aşk dediği Ferhat ile Şirin arasındaki aşk değil, Yunus’un Dost dediği senin bu dünyada rastlayıp candan sevdiğin insanlar değildir. Onun aşkı da, dostu da, şarabı da, sarhoşluğu da gerçek ötesi varlıkların rumuzlarıdır ve ancak öldükten sonra ruhlarımızın kavuşacağı gerçeklerdir. Evet ama, Yunus Emre şiirlerinde bu kavramları ne kadar yüceltirse yüceltsin, dünyayı ne kadar hor görürse görsün, ne insanın ne dünyanın dışına çıkarmıyor inandığı değerleri. İnsanın dışında değil, içinde buluyor Tanrısını, bakın nasıl:

 

Bu tılsımı bağlayan

Türlü dilde söyleyen

Yere göğe sığmayan

Sığmış bu can içinde.

 

Çok aradım özledim

Yeri gökü aradım

Çok aradım bulmadım

Buldum insan içinde.

 

Yunus Emre göklerde değil yerde buluyor aradığını, rahmet ve bereket yağmurları bile topraktan yağıyor şiirinde.

 

Bir dem yüzüm süre duram

Her dem ayım yeni doğar

Her gün bir bayramdır bana

Yazım kışım yeni bahar.

 

Onun nuru karanlığı

Sürer gönül hücresinden

Karanlık ile aydınlık

Bir hücreye nite sığar.

 

Ben ayımı yerde gördüm

Ne işim var gök yüzünde

Benim gözüm yerde gerek

Bana rahmet yerden yağar.

 

Sözüm el gün için değil

Sevenlere bir söz yeter

Sevdiğimi söylemezsem

Sevmek derdi beni boğar.

 

Cennetin yeryüzünde, gerçeğin toprakta saklı olduğunu daha ne kadar açık söylesin Yunus altı yüz elli yıl önce ve köyde. Bugün Sivrialan köyünde yaşayan Aşık Veysel de:

 

Hakkın gizli hazinesi toprakta

Benim sadık yarim kara topraktır.

 

Diyor ve bir çekirdeğe karşı dört bostan veren, kazma ile bel ile üstüne yürüyeni gül’le karşılayan toprağa çağırıyor cenneti dünya ötesinde arayanları.

Yunus dünyaya kızar, ne güzel kızar hem de, yalancılığını vurarak yüzüne, ölümlerin öcünü alarak dünyadan:

 

Yürü yürü, yalan dünya

Yalan dünya değil misin?

Yedi kere ıssız kalıp

Dolan dünya değil misin?

 

Ateş bıraktı özüme

Dumanı girdi gözüme

Bu gözle bugün yüzüme

Gülen dünya değil misin?

 

Aynı dünya için aynı Yunus şunu da söyler:

 

Bu dünya bir gelindir

Yeşil kızıl donanmış

İnsan böyle geline

Bakar bakar doyamaz.

 

Dünyayı bütün insanlarıyla birlikte benimser Yunus:

 

Dünya beni rızkımdır

Halkı benim halkımdır.

 

İnsanlardan istediği düpedüz insanca bir sevgi ve iş birliğidir. Dinleyin ne kadar açık seçik olarak söylüyor bunu:

 

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.

 

Dünya hem hepimizin, hem hiçbirimizindir Yunus’a göre. Günahların günahı bir insana kötülük etmektir dünyada:

 

Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil.

 

İnsanın içindeki şeytan, asıl şeytan kimdir Yunus’a göre:

 

Adımız miskindir bizim

Düşmanımız kindir bizim

Biz kimseye kin tutmayız

Kamu alem birdir bize.

 

Sen sana ne sanırsın

Ayruğa da onu san

Dört kitabın manasın

Budur eğer var ise.

 

Ne demek bu? Şu demek ki, Yunus’a göre bütün din kitaplarının bir tek anlamı olabilir olsa olsa, olmalıdır ya da: O da insanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten, kendini bilmek ve başkalarından ayırmamak. Hümanizmanın özü de budur işte; hümanistlerin özlemi de insanın bütün insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla, bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst.;1980;s.28>

 

 

Yunus’un aşkına gelince, bu aşk da, elbet cinsel aşktan başka türlü bir duygudur, ama yine de insanca bir sevgi, bir coşku, bir kendinden geçme, kendini aşmadır bu. Bütün gözyaşlarına karşın, gariptir, daha çok sevinçli, iyimser, aydınlık bir aşktır Yunus’unki:

 

İşitin ey yarenler,

Aşk bir güneşe benzer

Aşkı olmayan gönül

Bir kara taşa benzer.

 

Taş yürekte ne biter

Dilinden ağu tüter

Nice yumuşak söylese

Sözü savaşa benzer.

 

Bakın aşk kavramı da Yunus’ta insanlıkla nasıl kaynaşıyor, daha doğrusu ona dökülüyor: O kadar ki birçok şiirinde aşk coşkunluğunun hemen ardından sevgisizliklerin, kalleşliklerin yergisi, gerçek aşıkların övgüsü geliyor:

 

Aşkından yanır yüreğim

Yandığım bana hoş gelir

 

Söyler isem sözüm savaş

Söylemezsem ciğerim baş

 

Bu dünya dop dolu kalleş

Her birinden bir taş gelir

 

Hakkı gerçek sevenlere

Cümle âlem kardaş gelir...

 

Aşk insanı nefsinden, bencilliğinden kurtaran bir tapınmadır Yunus’ta. Ama iki özelliği var bu tapınmanın. Biri şu: Yunus, bizim o dertli, yoksul çaresiz Yunus, gözü yaşlı, bağrı başlı Yunus, bir köşeye çekilip kendi aşkıyla yetinecek ve kendi cennetini sağlamaya çalışacak yerde, ki birçok dünya ermişlerinin, dünya bencilliğinden kurtulmak için ahret bencilliğine düşen keşişlerin yaptığı budur, hayır böyle yapacak yerde, Yunus yiğitçe atılıyor ortaya, birden bırakıp ağlayıp sızlanmayı kelleyi koltuğa alıp yürüyor dünyanın üstüne:

 

Ey dost aşkın denizine

Girem, garkolam yürüyem

 

İki cihan meydan ola

Devranım sürem yürüyem

 

………………

 

Başımı alıp elime

Yolumu verem yürüyem.

 

Bir başka şiirinde Yunus, kim bilir kaç Anadolu şairine bir yiğitçe sesleniş biçimi kazandıracak olan ve aşkın bile görece bir mutluluk olduğunu kabul edecek kadar ileri giden şu yaman sözleri söyler:

 

Bu denize düşen ölür dediler

Ölür ise ko ki ölsün nolisar.

Aşk gelicek cümle eksikler biter

Bitmez ise ko ki kalsın nolisar.

 

Aşkın bir susuzluk, bir doymaz ülkü özlemi olduğunu söylerken sesi hiç de ağlamaklı değildir Yunus Emre’mizin:

 

Yedi deniz geçer isem

Yetmiş ırmak içer isem

Susuzluğum kanmaz benim

Dost şerbetiyle kanayım.

 

Al gider benden benliği

Doldur içime senliği

Gel, sen burada öldür beni

Gidip orda ölmeyeyim.

 

Beyler azdı malından

Bilmez yoksul halinden

Çıkmış rahmet gölünden

Nefs derdine dalmıştır.

 

Şimdi gelelim Yunus Emre’mizin dostuna. Kimdir bu dost, yüzlerce, binlerce şiirinde çağırılan dost? Çok sevdiği Taptuk Emre’mi? O değil diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Hacı Bektaş mı? O değil diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Muhammed, Muhammed’in sevdiği Ali mi? Onlar değil diyemezsiniz. Bütün insanların bütün minarelerden ve çan kulelerinden çağırdığı Tanrı mıdır? Değildir diyemezsiniz. Yunus’un dost dediği, o6nun ardından bütün Anadolu saz şairlerinin dost dediği varlık, dost sözüyle anlattığı boz bulanık ülkü gerçek insanlık değil midir? Değildir diyemezsiniz. Yunus Emre’nin dost dediği üstün gerçek bugün Aşık Veysel’in dost dediği ülkünün benzeri değildir diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Yunus Emre bu milletin, Anadolu halkının hem gerçeğini hem ülküsünü, kendi çağının en atılgan, en savaşgan diliyle söylemiştir. Onun dost kavramında yalnız Tasavvufun mutlak güzelliğini, soyut sevgisini değil, halkın bütün özlemlerini bulur gibi oluruz. Dost deyince bir İranlının (sanırım dost sözcüğü Farsça olduğu için böyle söylemiş) aklına neler gelir bilmem, ama biz Anadolu Türkleri dost deyince derinden duygulanır, küçük kaygıların, çıkarların üstünde, uğruna can feda edilen, insanın en temiz yanını, insanlığın özünü yansıtan bir varlık düşünürüz. Dosta inanır, dosta güvenir, dosta açılır insan. Tanrının insanlığı, insanın Tanrılığı gibi bir şeydir dost. Dost dünyanın tadı, yüreğin gözbebeğidir. Dost hem içinde, hem dışındadır insanın, hem çok uzaklarda hem yanı başımızdadır. İşte dost sözüne bu zenginliği, bu insan sıcaklığını ve Tanrı yüceliğini veren şairlerimizin başında Yunus gelir, o Yunus ki şöyle seslenir dostuna:

 

Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım dünü günü

Bana seni gerek seni.

 

Ne varlığa sevinirim

Ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum

Bana seni gerek seni.

 

Sofilere sohbet gerek

Ahilere ahret gerek

Mecnunlara Leyla gerek

Bana seni gerek seni.

 

Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni.

 

Eğer beni öldüreler

Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra

Bana seni gerek seni.

 

Dosta yaşarken kavuşmak ister Yunus, öldükten sonra değil:

 

Yoldaş olalım ikimiz

Gel dosta gidelim gönül

Haldaş olalım ikimiz

Gel dosta gidelim gönül

 

Ölüm haberi gelmeden

Ecel yakamız almadan

Azrail hamle kılmadan

Gel dosta gidelim gönül.

 

Dünya dostun bahçesidir Yunus için.

 

Halvetlerde meşgul olam

Daim açılır gül olam

Dost bağında bülbül olam

Ötem hey dost deyu deye

 

Mecnun oluban yürüyem

Yüce dağları bürüyem

Mum olubam eriyem

Yanam hey dost deyu deyu

 

Günler geçe yıl çevrile

Üstüme sinlem devrile

Ten çürüye toprak ola

Tozam hey dost deyu deyu.

 

………..

 

Dost yüzünü görmez isem

Bu gözlerim nemdir benim

Dilim şeker gövdem kamış

Bu söyleyen nemdir benim.

 

Dost sözünün yerini bazı şiirlerde, belki değişmiş olanlarda Mevlâ sözü alır; ama şiirin havası, dostçalığı değişmez:

 

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım mevlam seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım mevlam seni

 

Yunus okur diller ile

Bir sürü bülbüller ile

Haktan yana kullar ile

Çağırayım mevlam seni.

 

Muhammed’e, Ali’ye, Hasan ile Hüseyin’e seslendiği zaman da Yunus’un ya da Yunusların dostluk duyguları pek değişmez:

 

Aşık Yunus neyler dünyayı sensiz

Adı güzel kendi güzel Muhammed.

 

Araya araya bulsam izini

İzinin tozuna sürsem yüzümü

 

…………….

 

Hak nasip eylese görsem yüzünü

Ya Muhammed canım arzular seni

 

Yunus övdü durdu seni dillerde

Dillerde dillerde hem gönüllerde

Ağlaya ağlaya gurbet ellerde

Ya Muhammed canım arzular seni.

 

……….

 

Yüce sultanım

Derde dermanım

Bedende canım

Hu demek ister

 

Kerbelâ’nın kuzuları

Şehit olmuş gazileri

Fatma’nanın kuzuları

Hasan ile Hüseyin’dir.

 

Hazret Ali babaları

Muhammed’tir dedeleri

Arşın iki küpeleri

Hasan ile Hüseyin’dir.

 

Kerbelâ’nın ta içinde

Nur balkır gökçek saçında

Yatarlar nurlar içinde

Hasan ile Hüseyin’dir.

 

Anadolu böyle sever işte sevince, böyle içten, böyle türkü söyler gibi.

Ama Yunus’un da Dostunun yerini herkesin Tanrısı alınca hava değişir. Onunla artık dostça değil bir kulun padişahla konuşabileceği, daha doğrusu hiçbir zaman konuşamayacağı gibi konuşur; baş kaldırır ona, adaletinden şüphe eder:

 

Ben sana zulm eyledim ettim günah

Neyledim nettim sana ey Padişah..

Kıl köprü gerersin geç diye

Gel seni sen duzağımdan seç diye

 

Ya düşer ya dayanır ya uçar

Kıl gibi köprüden adem mi geçer.

Kulların köprü yaparlar hayriçin

Hayr budur kim geçerler seyriçin.

 

Böylece eleştirir Yunus Tanrı’yı: Hem beni yaratırsın, her yapacağımı da bilirsin sonra da günahlarımı tartıp beni yakmak istersin. Teraziyi bakkallar kullanır, sana yakışır mı der ve şöyle bitirir sözünü:

 

Geçmedi mi intikamın öldürüp

Çürütüp gözüme toprak doldurup

Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan

Sen bilirsin aşikâre ve nihan

Bir avuç toprağı bünca kıl-ü kal

Neye gerek ey Kerim-i zül celâl

 

Yunus Emre Tanrı karşısındaki davranışları pek az dünya şairinde görülecek kadar değişik, karmakarışıktır. Bu Türkmen Kocası Anadolu halkıyla birlikte türlü inanç köprülerinden geçmiş, baş kaldırmadan boyun eğmeğe, Tanrıyı insanlaştırmadan insanı Tanrılaytırmaya kadar bütün hallerden geçmiştir. Çünkü, unutmayalım, Yunus’un yaşadığı topraklar bütün Tanrıların iz bırakıp geçtiği topraklardır. Bu konuyu değiştirmeden iki şiir daha okuyalım:

 

İster idim Allahı

Buldum ise ne oldu

Ağlardım gündüz gece

Güldüm ise ne oldu?

 

Erenler sohbetinde

Deste kızıl gül idim

Açıldım ele geldim

Güldüm ise ne oldu?

 

Alimler ulemalar

Medrese buldular

Ben harabat içinde

Buldum ise ne oldu?

 

Aynı şair, belki de bütün umutlarını Tanrıya bağlayan, ölüm karşısında güz yaprağı gibi titreyen insanların ağzından şu kanatlı sözleri söyler:

 

Açıldı gökler kapısı

Rahmet doludur hepisi

Sekiz cennetin kapısı

Açar Allah deyu deyu.

 

…..

 

Sensin rahim sensin kerim

Allah sana sundum elim.

 

Dilim tetiği buruldu

Canım gövdeden üzüldü

Gören gözlerim süzüldü

Allah sana sundum elim.

 

Yunus’un Savunduğu Ahlâk:

Yunus Emre olgunluk döneminde yazdığı Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı) adlı şiirinde ahlâk anlayışını açıklamıştır. Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra kısa bir düzyazı vardır. Bu düzyazıda aklın, imanın çeşitleri anlatılır, insanda toprak, su, ateş, yel niteliklerinin can ile birleştiğine, toprak ile suyun cennet, ateş ile yelin cehennem öğeleri olduğuna değinilir. Arkasından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, Haset, Cimrilik, Akıl. Toprak ile su iyiliklerin, ateş ile yel kötülüklerin simgeleridir. İyilikler şunlardır: Tanrı özlemi, Tanrı’ya güvenmek, sabır, onurunu korumak, iyi huy, halka iyilik etmek, temiz yüreklilik, cömertlik, kanaat, utanmak, dürüstlük. Kötülükler de şunlardır: düzenbazlık, gösterişçilik, acelecilik, kibir, şehvet, kıskançlık, iki yüzlülük, öfke, cimrilik, kin, dedikodu, adam çekiştirmek.

Yunus’un iyi ya da kötü dediği şeyler, genellikle, günümüzde de iyi ya da kötü denilen şeyler. Ama hepsi birleştirilip bir ahlak anlayışı çizilirse, bunun çağımızdaki anlayışa ya da önemli bir noktada uymadığı görülür. Yunus dayandığı mistik felsefenin etkisiyle sabrı, katlanmayı, boyun eğmeyi, Tanrı’ya sığınmayı savunmuştur. Günümüzün ahlâk anlayışları ise boyun eğmemeyi, haksızlıklara direnmeyi, kötülüklere karşı ayaklanmayı erdem sayar, bu dünyanın sorunlarını bu dünyada çözmek gerektiği görünüşüyle edildiği yerer.

Yunus’un günümüz insanına hoş görünen ahlâk anlayışı daha çok, şiirlerinde sergilediği, sürekli olarak yinelediği gönül kırmama ilkesidir. Bu ilkeyi, düşüncesinin kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin etkisiyle, şeriat kurallarının üstünde tutar.

Şöyle sözler eder:

 

Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

(…)

 

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise

(…)

 

Yüz Kabe’den yeğrektir bir gönül ziyareti

(…)

 

Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca

Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir

(…)

 

(İki cihan: bu dünya ile öbür dünya. Bedbaht: mutsuz, kara talihli. Yüz Kabe: (yüz kere hacca gitmek). Yeğrektir: daha iyidir. Bin var hacca: bin kere git hacca).

 

Şeriat kurallarına uymayan ya da uyamayan, uyma olanağı bulamayan bugünkü insan için, bu iyilik etme, gönül kırmama ahlâkı, belli belirsiz bir iç rahatlığı nedenidir. Çünkü çoğu insanda, aldığı eğitime, yaşadığı çevreye göre, çok ya da az, bir dinsel suçluluk duygusu, din kurallarına uyamamanın verdiği bir tedirginlik vardır.

 

Yunus’un Din Anlayışı:

Dini insanları uyuşturmak için, korkutmak, manevî bağlarla bağlamak için, yönetici zümrelerin, sömürücü sınıfların yarattığı, yaydığı görüşünü benimseyen öğretilerden yana olanlar da, Yunus Emre’nin şeriata karşı sözlerinden kendilerine yakın anlamlar çıkarabilirler. Bilimsel yönden bütünüyle yanlıştır bu görüş ama, daha önce de söylediğimiz gibi, okurların şiirlere kendi çağrışımlarıyla yaklaşmalarına engel olunamaz.

Gerçek şudur: Yunus emre de bütün mistikler gibi bağlı olduğu dinin ruhuna, kurallarına saygılıdır, kesinlikle karşı değildir. Ama şeriat adamlarıyla tarikat adamları arasında sürüp giden çekişmenin içindedir. Birinciler devletin yanında, bağnaz, hoşgörüden yoksun, suçlayıcıdırlar, ikincilerse halkın yanında, özgür, hoşgörülü, bağışlayıcıdırlar. Birinciler ikincileri kâfirlikle suçlayıp din dışı sayarlar, fırsatını buldular mı asarlar ya da derilerini yüzerler. İkinciler de birincilerin kitap okumakla, namaz kılmakla Tanrı’ya ulaşamayacaklarını durmadan yüzlerine vururlar.

Bu çekişmelerin altında, çok etkili bir yönetim aracı olan dini kendinden yana çekmek isteyen siyasal kaygıların bulunduğuna şüphe yoktur. Nitekim bazı beyler de tarikat şeyhleriyle işbirliği yapmışlardır. Yunus’un Karaman Sarayı’nda sayılan bir kişi olduğunu söyleyenler, asker toplamakta hükümdara yardım ettiğini ileri sürenler, bunun konumuzun içindeki bir örneğini veriyorlar. Daha sonraki yüzyıllarda, İran Sarayı’nın Anadolu’daki tarikatları Osmanlılara karşı kullandığını, Safavî şahları ile Osmanlı padişahları arasındaki siyasal çatışmaların, Alevîlerle Sünnîleri birbirine düşürdüğünü biliyoruz.

Yunus’un şiirlerinde şöyle sözler vardır:

 

Sen olmadığın gönülde din ile iman gerekmez

(…)

 

Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet

Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyanet

(…)

 

Gökten inen dört kitabı günde bin kez okur isen

Erenlere münkir isen didâr ırak senden yana

(…)

 

Sen sana ne sanırsan

Hem ayruğa anı san

Dört kitabın mânası

Budur eğer var ise

(…)

 

(Sen olmadığın: senin bulunmadığın, Tanrı’nın bulunmadığı. Ü: ve. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan. Hacet: gerek. Harâb: Tanrı aşkıyla sarhoş. Diyanet: dindarlık. Dört kitap: Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an. Erenler: velî, evliya, Tanrı’ya ulaşanlar. Münkir: inkâr eden, inanmayan. Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Irak: uzak. Sen sana ne sanırsan hem ayruğa anı san: kendini nasıl tutarsan, başkalarını da öyle tut.)

 

Bunlar dine ya da şeriata karşı sözler değil. Tasavvuf felsefesi çerçevesinde, tarikat anlayışının savunulması, Tanrısal aşkın yüceltilmesi için söylenmiş sözlerdir. Tanrısal aşk karşılığında önemsizliği belirtilmektedir.

 

Yunus’un Dünya Anlayışı:

Yunus için dünya çabucak geçiliverilecek sir köprüdür. Dünyadaki her şey değersizdir, dünya malına özenmemek, dünyaya bel bağlamamak gerekir. Dünyada oyalananlar Tanrı’ya ulaşamazlar.

Şöyle der:

 

Bize didâr gerek dünya gerekmez

(…)

 

Yunus gerçek âşık isen

Mülke suret bezemegil

(…)

 

Şunlar ki çoktur malları

Gör nice oldu halleri

Sonucu bir gömlek giymiş

Anın da yoktur yenleri

(…)

 

Bir imaret göster bana kim sonu viran olmaya

Kazanagör sen ol malı kim senden geri kalmaya

(…)

 

(Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan, Mülke suret Bezemegil: dünya malının görünüşteki güzelliğiyle oyalanma. Gömlek: kefen. Anın: onun. Yen: giysi kolu. İmaret: mamur yer, yapı. Viran: yıkık, harap. Kazanagör: kazan, kazan bakalım. Ol: o. Kim: ki. Senden geri kalmaya: arkanda kalmasın.)

 

Yunus Emre’nin Tasavvuf felsefesinden kaynaklanan bu görüşleri, mala mülke değer vermeyişiyle hoşa gitse de, günümüz insanının benimseyebileceği görüşler değildir. Katlanma, boyun eğme, umutlarını öbür dünyaya bağlama anlayışı düşünüşünün temelinde yatmaktadır.

Ama bağlandığı felsefenin çerçevesinde de olsa dünyanın güzelliğini yansıtmadan edemez:

 

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış

Kişi yeni geline bakubanı doyamaz

 

(Bakubanı: bakınarak, bakmakla)

 

Yani dünya güzeldir, ama dünyanın güzelliğine kanmamak, bu güzellikle fazla oyalanmamak gerekir.

Buraya kadar açıkladıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Yunus Emre’nin düşünce dünyası, XX. Yüzyıl insanına çok uzaktır. Ne var ki,yaşadığı çevreyle somut ilişkiler içinde yazmış olması,eşsiz gözlem gücüyle, yaşam karşısında, bağlandığı din felsefesinin sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşması, onu çağdaş okurlar için de ilginç kılıyor, halkçı, insancı yanlarıyla benimsenmesine yol açıyor.

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay; İst.1980;s.30>

 

Sanatının Özellikleri:

Şiiri “sözün yoğunlaştırılması” diye tanımlayanlar vardır. Yunus’un da anlayışta olduğu görülüyor. Bir şiirinde şöyle der:

 

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür

 

Yunus Emre’nin yaşamını destanlaştıran da gözünden kaçmamış onun bu özelliği. Mevlânâ’ya “Mesnevî”si için : Çok uzun yazmışsın, ben olsam:

 

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

 

Uzmanlar arasındaki bu anlaşmazlık yüzünden Yunus Emre’nin şiirleri bazı kitaplarda dörtlükler biçiminde, bazı kitaplarda ise gazel biçiminde yer alıyor.

Yukarıda “Yunus bir halk şairi sayılmadığından” dedik. Bu konuda uzmanlar birleşiyorlar. İyi öğrenim görmüş, dünya bilgileriyle yetinmemiş. Tasavvuf alanında en yüksek mertebeye ulaşmış bir İnsan-ı Kâmil olduğunu, Tanrı’nın varlığında eridiğini kabul ederek, onun için, şöyle diyorlar: Yunus halk şairi değildir, ama halkın şairidir.

 

Dil:

Yunus Emre Oğuz lehçesiyle. Çağının konuşma diliyle yazmıştır. Selçuklu Devleti’nde saray dili Farsça iken halkın konuştuğu dili seçmesi şiirlerini halk için yazdığını gösterir. Kullandığı sözcüklerin bütünü Türkçe değildir. Bugün unutulmuş olan Türkçe sözcüklerin yanı sıra, Arapça, Farsça sözcükler de kullanmıştır. Ayrıca, Farsça dil kurallarına uyduğu, isim, sıfat takımları kurduğu, Türkçe sözcükleri yabancı bağlaçlarla bağladığı da görülür. Dili üzerinde Tasavvufun etkileri açıktır. Bazı sözcüklerin hem Türkçe’sini, hem Arapça’sını ya da Farsça’sını birlikte kullanmıştır.

Bir geçiş, bir kargaşa döneminin bütün bu izlerine karşılık, Yunus’un şiirlerinde Oğuz lehçesinin olağanüstü bir anlatım gücüne, benzeri az görülmüş bir uyum güzelliğine ulaştığı da bir gerçektir.

 

Mecazlar, Mazmunlar:

Uzmanlar Yunus Emre’nin kullandığı mecazlarla mazmunlarda (=nükteli, sanatlı ince söz/Büyük Türkçe Sözlük; TDK Sözlük Kolu Uzmanları; F. Devellioğlu, N. Kılıkçını; Rafet Zaimler Kitapevi; 1975)da tutarsızlık bulurlar: Halk Edebiyatı’nın ortak mecazlarının, Dede Korkut Kitabı’ndan gelen söyleyişlerin, halk ağzında yaşayan deyimlerin, atasözlerinin yanı sıra Divan Edebiyatı mazmunlarına da düşkünlük göstermesi yadırganır.

 

YUNUS’DAN YUNUS’LARA:

Yayıldı Yunus adı” dizesinden anlaşıldığına göre, Yunus Emre’nin ünü yaşadığı çağda yayılmış, gene, “Okuyalar bu benim divanımı” dizesinden anlaşılacağına göre de, yaşarken şiirleri bir araya toplanıp divanı düzenlenmiştir.

Türk halkının Yunus’a bağlılığı, sevgisi çığ gibi büyümüş, sonraki yüzyıllarda yaşayan birçok şair onun adını almış, onun gibi yazmış, onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmişlerdir.

Bugün uzmanları düşündüren, kararsızlıkta bırakan birçok şiir vardır: Yunus’un mu, sonraki Yunus’ların mı?

Ayırmak için tek ölçü ise şiirlerin eski yazmalarda bulunup bulunmaması. Yunus Emre’nin sağlığında düzenlediği divanı ortada yoktur. Onun şiirlerini içeren en eski yazmalar XIV., XV. Yüzyıllardan kalmadır. XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki yazmalarda başka şairlerin şiirleri Yunus’unkilerle karışmaya başlar.

Bu yüzden Yunus Emre’nin Divan’ı bilimsel bir çalışmayla yeniden düzenlenirken, eski yazmalarda bulunmadığı gerekçesiyle, halkımızın Yunus diye okuyup sevdiği pek çok şiir kitabın dışında kalmıştır. Bazı vazgeçilmez şiirlere ise “eski yazmalarda yoktur, ama Yunus’un olsa gerektir.” Diye not düşülmüştür.

Aralarında kimi uzmanların bulunduğu şiir gönüllüleri ise, bu şiirlerin Yunus'dan koparılamayacağını, Yunus yazmamış bile olsa, onları Yunus’un kabul etmek gerektiğini söylerler. Bir uzman yaptığı seçmeler kitabını iki bölüme ayırıp birinci bölüme Yunus’un olduğuna kesin gözüyle bakılan, ikinci bölümüne de başka Yunus’larca yazıldığı sanılan şiirleri koymuştur. Kimileri de bu ölçüye hiç aldırmaz, şiir nitelikleriyle Yunus’a yakıştırdıklarını, onun olduğuna halkça inanılan bütün şiirleri seçmelerine alırlar.

 

YAPITLARI:

Yunus Emre’nin iki yapıtı vardır:

1. Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı vardır. Ardından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu destanların aruz ölçüsüyle yazılmadığını, “mefâilün mefâilün feûlün” ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma yapmak gerektiğini, hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla yakın göründüğünü söyleyenler de vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt oluşu, çağımızda geçerliği bulunmayan görüşleri savunması yüzünden uzmanlardan başkasının pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki “Söze tarih yedi yüz yediydi” dizesinden hicrî 707’de, yani miladî 1307 ya da 1308’de yazıldığı anlaşılıyor. Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği Yunus Emre Divanı’nın başına koymuştur.

2. Divan : Yunus’un sağlığında düzenlenen divanı bulunamamıştır. Eldeki divanlar çeşitli yazmalardan şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle düzenlenmiştir. 1904’de birinci, 1924’de ikinci basımları yapılan Divan-ı Âşık Yunus Emre'den sonra, 1933-34 yıllarında Burhan Toprak Yunus Emre Divanı’nı üç cilt olarak yayımladı, 1943’de iki cilt olarak ikinci basımını yaptırdı. Gene 1943’de bilimsel bir çalışmaya dayanan ilk Yunus Emre Divanı’nı Abdülbâki Gölpınarlı yayımladı.

 

BU KİTAP:

Memet Fuat burada, kitap hakkında açıklama yazısı yaptıktan sonra hangi derlemelerden yararlandığını ekliyor.

 

Uzmanlar halkımızın Yunus’un şiirlerini sürekli olarak yaşayan dile dönüştürdüğünü, dil değiştikçe, ölçü ya da uyak zorlamasıyla değiştirilemeyenler dışında, sözcüklerin hep günün konuşma diline uydurulduğunu söylüyorlar. Tekkelerde de Yunus’un şiirleri yaşayan dille, günün konuşma diliyle okunurmuş. XIII. Yüzyıldaki Oğuz lehçesini bilimsel bir yanılmazlıkla saptamak olanağı da zaten yok. Bu bakımdan, uzmanlar, Yunus’un şiirlerini yazarken, ışk yerine aşk; degül (ya da değül) yerine değil; yatur yerine yatar; yürüyenin yerine yürüyeyim; benven yerine benim demekten çekinmiyorlar.

Örnekse bilimsel bir çalışma ürünü olan Divan’da:

 

İy âşıkan iy âşıkan ışk mezheb-ü dindür bana

Gördi gözüm dost yüzini yas kamu duğündür bana

 

Diye yazılı olan bir beyiti,başka bir uzmanın derlemesinde şöyle yazılmış bulabilirsiniz:

 

Ey âşıklar, ey âşıklar

Aşk mezheb-ü dindir bana

Gördü gözüm dost yüzünü

Yas kamu düğündür bana

 

Gene, örnekse, Gölpınarlı Divan’da:

 

İlâhi bir ışk vir bana, kandaluğım bilmeyeyin

Yavı kılayın ben beni isteyüben bulmayayın

 

Diye yazdığı bir beyiti, öğrenciler için derlediği seçmeler kitabına şöyle alabiliyor:

 

İlâhi, bir aşk ver bana, nerdeyim hiç bilmeyeyim

Kaybedeyim de ben beni, istesem de bulmayayım.

 

Elinizdeki kitapta ise ortalama bir yol tutuldu. Örnek ise, bu son beyit şöyle yazıldı:

 

İlâhi bir aşk ver bana

Kandalığım bilmeyeyim

Yavu kılayım ben beni

İsteyüben bulmayayım.

 

Böylece Yunus Emre’nin kullandığı lehçeye daha yakın kalınmaya çalışıldı. Noktalama işaretleri de kullanılmadı, çünkü günümüzün okuru şiirde noktalama işareti arayan bir okur değil kanısındayız. Ayrıca, Yunus’un şiirleri, yaşadığı çağda kullanılmayan bu noktalama işaretleri olmadan da rahatça anlaşılıyor.

Çoğu şiirlerde dörtlük biçimi seçmemiz ise uzmanlar arasındaki tartışmada yan tuttuğumuzdan, bir savımız olduğundan sanılmasın. Yalnızca, “Halk şairi değildir, ama halkın şairidir” denilen Yunus’un böyle daha aydınlık, daha sıcak, daha halka yakın görüldüğüne inanıyoruz.

 

Kitabımızda, Yunus Emre’nin olmadığı, başka Yunus’larca yazıldığı sanılan şu şiirlere de yer verdik:

 

Yalancı dünyaya konup göçenler,

Şol cennetin ırmakları,

Ey dost senin yolundan,

Dervişlik der ki bana,

Bir köprü yaratmışsın,

Ben dervişim diyene,

Biz dünyadan gider olduk…

 

Memet Fuat / Yunus Emre kitabından aktardığımız bilgileri, adı geçen şiirlerle sürdürelim:

 

Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Kiminin başında biter ağaçlar

Kiminin üstünde sararır otlar

Kimi masum kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Toprağa gark olmuş nazik tenleri

Söylemeden kalmış tatlı dilleri

Gelin duadan unutman bunları

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Kimisi dördünde kimisi beşinde

Kimisinin tacı yoktur başında

Kimi altı kimi yedi yaşında

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Kimisi bezirgân kimisi hoca

Ecel şerbetini içmek de güce

Kimi ak sakallı kimi pir hoca

Ne söylerler ne bir naber verirler

 

Yunus der ki gör takdirin işleri

Dökülmüştür kirpikleri kaşları

Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

(11 hecenin çeşitli durakları)

 

Yalancı dünya: bu dünya. Göçmek: öbür dünyaya göçmek, ölmek, yok olmak. Türlü: çeşit çeşit. Bitmek: ortaya çıkmak, belirmek. Masum: suçsuz, günahsız, yazıksız. Gark olmuş: batmış. Ten: vücut. Duadan: (dualarınızda). Unutman: unutmayın. Taç: dervişlerin giydiği başlık. Bezirgân: tüccar, (dünya alışverişine düşkün kimse). Hoca: Tanrı yolunda bilgili kimse. Ecel: ömrün alında yazılı olduğuna inanılan sonu. Güce: (güçtür). Pir: tarikat kurucusu. Koca: yaşlı. Takdir: takdir edilen, alınyazısı. İşlerin: (işlerini). Hece taşları: mezar taşları.

Sayfa: 66-67

 

Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyi

Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyi

 

Salınır Tuba dalları Kur’an okur hem dilleri

Cennet bağının gülleri kokar Allah deyi deyi

 

Kimi yiyip kimi içer hep melekler rahmet saçar

İdris nebi halle biçer diker Allah deyi deyi

 

Altındandır direkleri gümüştendir yaprakları

Uzandıkça budakları biter Allah deyi deyi

 

Aydan arıdır yüzleri misk ü amberdir sözleri

Cennette huri kızları gezer Allah deyi deyi

 

Hakk’a âşık olan kişi akar gözlerinin yaşı

Pür-nur olur içi dışı söyler Allah deyi deyi

 

Ne dilersen Hak’tan dile kılavuz ol doğru yola

Bülbül âşık olmuş güle öter Allah deyi deyi

 

Açıldı gökler kapısı rahmetle doldu hepisi

Sekiz cennetin kapısı açar Allah deyi deyi

 

Rıdvan’dürür kapı açan İdris’dürür hulle biçen

Kevser şarabını içen kanar Allah deyi deyi

 

Miskin Yunus var yârine koma bugünü yarına

Yarın Hakk’ın didârına varır Allah deyi deyi

 

Şol: şu. Deyi deyi: diye diye. Salınır: (sallanır). Tuba: cennette bulunduğuna inanılan kökü yukarıda dalları aşağıda büyük bir ağaç. Bütün cenneti gölgelendirir, çok tatlı yemişler verirmiş. Bağ: bahçe. Rahmet: Tanrı’nın merhameti. Nebi: peygamber. İdris nebi: İdris peygamber. Hulle: cennet giysisi. İdris nebi hulle biçer: cennette giyilen giysileri İdris peygamberin diktiğine inanılır(Not: Günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi yaşadı.Bu terzi, yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir düşünceydi. Beş bin yıldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı vardır. Terzi, Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis ya da üç kez bilgin anlamına Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar, Hermes-ül Haramise adıyla anmaktadırlar. Kur’an’a göre o, Âdem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris’dir….. Terzi Hermes’in öğretisi, eski Mısır’da Tep ve Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. O. Hançerlioğlu/Düşünce Tarihi/Remzi Kit./1977/s.34, 36). Direk: ağaçtan yapılan uzun, kalın destek (ağacın direk yapılan gövde bölümleri). Uzandıkça: (uzadıkça). Budak: dal. Biter: belirir, ortaya çıkar. Arı: temiz. Misk: Asya’nın yüksek dağlarında yaşayan bir tür erkek ceylanın (misk keçisi de denir) karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde. Ü: ve. Amber: güzel kokulu bir çiçek, (güzel kokulu bazı maddelere verilen ortak ad). Huri kızları: cennetteki güzel kızlar. Hak: Tanrı. Pûr: dolu. Nur: aydınlık, ışık, parıltı, (Tanrı’dan vuran ışık). Pûr-nur: nur dolu. Kılavuz: yol gösterici. Gökler: (göklerin). Hepisi: (hepsi). Sekiz cennet: cennetin sekiz bölüm olduğuna inanılır. Kapısı: (kapısını). Rıdvan: cennet kapısını bekleyen melek. Rıdvan’dürür: Rıdvan’dır. İdris’dürür: İdris’dir. Kevser: cennetteki Kevser suyu, çok tatlı olduğuna inanılır.Kevser şarabı: sofîler Kevser’i irfan olarak görürler, yani bu sudan içen Tanrısal bir feyz alarak evrenin sırlarını öğrenecek, Tanrı’nın varlığında kendinden geçecektir, sarhoş olacaktır. Şarap: (insanı esrikleştiren içki, Tanrısal aşk). Kanmak: bir isteğini yeterince karşılamış olmak. Miskin: yoksul, zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığına ermiş kimse). Yâr: sevgili,(Tanrı). Var yârine: Tanrı’na ulaş. Koma: bırakma. Didâr: sevgilinin yüzü, (Tanrı’nın yüzü).

Sayfa:72-73

 

Ey dost senin yolunda

Canım vereyim Mevlâ

Aşkını komayayım

Oda gireyim Mevlâ

 

Beni sana vereyim

Sensiz beni nideyim

Ben senin hazretine

Bensiz varayım Mevlâ

 

Benden bana yakınsın

Canımdan sevgilimsin

Ya ben seni isteyü

Kanda arayım Mevlâ

 

Vahdetin şarabından

Bir cur’a nûş edeyim

Enel-Hak çağıruban

Dâra gireyim Mevlâ

 

Ger beni senin için

Yetmiş gez öldüreler

Bin gez dahi ölmeye

Razı olayım Mevlâ

 

Yunus aydur benliği

Aradan tarh edüben

Senin ile bakayım

Seni göreyim Mevlâ

 

Dost: sevgili, (Tanrı). Mevlâ: Tanrı. Komayayım: bırakmayayım. Aşkını komayayım: aşkından vazgeçmeyeyim. Oda: ateşe. Nideyim: ne edeyim, ne yapayım. Hazret: huzur, kat, makam. Varayım: (ulaşayım). İsteyü: (isteyerek, isteyince). Kanda: nerede. Vahdet: birlik, Tanrı’nın varlığında erimek, kendinden geçmek. Şarap: (insanı esrikleştiren şey, Tanrısal aşk). Cur’a: yudum. Nûş etmek: içmek. Enel-Hak: ben Tanrı’yım, (ünlü sofi Hallac-ı Mansur’un vahdete erdiğini, Tanrı’yla dolduğunu, Tanrı’nın varlığında eridiğini belirtmek için söylediği bu söz asılmasına neden olmuştur). Çağıruban: çağırıp, çağırarak. Enel-Hak çağıruban: ben Tanrı’yım diye bağırarak. Dâr: darağacı. Dâra gireyim: (darağacına gideyim). Ger: eğer. Gez: kez, kere. Öldüreler: (öldürseler). Dahi: daha. Razı olayım: katlanayım. Aydur: der, söyler. Tarh edüben: çıkarıp, çıkararak.

Sayfa:82-83

 

Dervişlik derki bana

Sen derviş olamazsın

Gel ne diyeyim sana

Sen derviş olamazsın

 

Derviş bağrı baş gerek

Gözü dolu yaş gerek

Koyundan yavaş gerek

Sen derviş olamazsın

 

Döğene elsiz gerek

Söğene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek

Sen derviş olamazsın

 

Dilin ile şakırsın

Çok maniler okursun

Vara yoğa kakırsın

Sen derviş olamazsın

 

Kakımak varmışsa ger

Muhammedde kakırdı

Bu kakımak sende var

Sen derviş olamazsın

 

Doğruya varmayınca

Mürşide yetmeyince

Hak nasip etmeyince

Sen derviş olamazsın

 

Derviş Yunus gel imdi

Ummanlara dal imdi

Ummana dalmayınca

Sen derviş olamazsın

 

Dervişlik: dervişlik töresi. Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Baş: yara. Yavaş: yumuşak başlı. Elsiz gerek: (el kaldırmaması gerekir). Dilsiz gerek: (karşılık vermemesi gerekir). Ma’ni: mâna, anlam. Ma’niler okursun: anlamlı sözler söylersin. Kakırsın: öfkelenirsin, kızarsın. Varmışsa ger: olsaydı eğer. Var: (varken). Mürşit:doğru yolu gösteren, şeyh. Yetmek: ermek, ulaşmak. Hak: Tanrı. Nasib: düşerlik,talihten payına düşen. Hak nasib etmeyince: (Tanrı uygun görmeyince). İmdi: o halde, öyleyse. Umman: ucu bucağı, derinliği bilinmeyen deniz, (Tanrı aşkı).

Sayfa: 86-87

 

Bir köprü yaratmışsın kıldan incedir dersin

Kamuya salâ ettin mahlukat cümle geçsin

 

Geç dediğin kulların biri benim eksikli

İzzin hakkı geçmezem hazzı olanlar geçsin

 

Meğer inayet Hak’dan yardım ola Allah’dan

Hak’dan yardım olursa kim gerek ise geçsin

 

Bir tahta yaratmışsın halim anda yazmışsın

Ne yazdınsa meçhuldür bir kul anı ne bilsin

Eğer avrat eğer er eğer hayır eğer şer

O yazıda ağlayan ayruk ne yerde gülsün

 

Var yazından ağlama kendi canın dağlama

Madem yazın yazıldı dahi seven ne kılsın

 

Yedi tamu yarattın asilere arzettin

İzzin hakkı girmezem eksiği olan girsin

 

Sekiz uçmak yarattın müminlere arzettin

Kâfirler ana girmez ben kuluna ne dersin

 

Benim anda derdim yok girmekliğe fikrim yok

Kulağıma yapışma ko anı anda kalsın

 

Yüzüm kara elim boş bağrım başlı gözüm yaş

İnayet eyle Allah Yunus didârın görsün

 

Bir köprü: (Sırat köprüsü, cehennemin üzerinde bulunduğuna inanılan köprü, günahsız kullar bu daracık köprüden geçip cennete giderler, günahkâr kullar ise geçemeyip cehenneme düşerler). Kamu: herkes. Salâ: çağırmak, seslenmek. Kamuya salâ ettin: herkesi çağırdın. Mahlukat: yaratıklar. Cümle: hepsi, hep. Eksikli: kusurlu, günahkâr. İzzin hakkı geçmezem: (iznin olursa ben geçmeyeyim). Haz: hoşlanma. Hazzı olanlar: hoşlananlar. Meğer: ancak. İnayet: ihsan, lütuf, iyilik. Hak: Tanrı. Meğer inayet ola Hak’dan yardım ola Allah’dan: (ancak Tanrı lütfeder de yardım ederse). Kim gerek ise: kime gerekliyse. Bir tahta: (Tanrı’nın insanları yaratmadan önce, başlarına gelecekleri yazdığı tahta, alınyazısı tahtası). Halim: (başıma gelecekleri). Anda: ona. Meçhul: bilinmeyen. Anı: onu. Avrat: kadın. Er: erkek. Hayır: iyilik. Şer: kötülük. Ayruk: başka. Yazından: (alınyazın için). Dağlamak: acısı yüreğine işlemek. Dahi: (artık). Kılsın: etsin, (yapsın). Tamu: cehennem. Yedi tamu: (cehennemin yedi bölüm olduğuna inanılır). Asilere: Tanrı buyruğuna uymayanlara. Arzetmek: göstermek, sunmak. Girmezem: (girmeyeyim). Eksik: günah. Uçmak: cennet. Sekiz uçmak: cennetin sekiz bölüm olduğuna inanılır. Mümin: inanan, dini bütün. Kâfir: Tanrı buyruklarını yerine getirmeyen. Ana: ona. Anda: (onunla). Girmekliğe fikrim yok: girmek düşüncesinde değilim. Ko anı anda kalsın: bırak o orada kalsın. Başlı: yaralı. Didâr: sevgilinin yüzü (Tanrı’nın yüzü). Didârın: (senin yüzün).

Sayfa: 132-133

 

Ben dervişim diyene

Bir ün edesim gelir

Seğirdüben sesine

Varıp yetesim gelir

 

Sırat kıldan incedir

Kılıçtan keskincedir

Varıp anın üstüne

Evler yapasım gelir

 

Altında gayya vardır

İçi nâr ile pürdür

Varuban ol gölgede

Biraz yatasım gelir

 

Oda gölge dediğ’me

Ta’n eylemen hocalar

Hatırınız hoş olsun

Biraz yanasım gelir

 

Ben günahımca yanam

Rahmet suyuyla yunam

İki kanat takınam

Biraz uçasım gelir

 

Derviş Yunus bu sözü

Eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeker

Bir Molla kasım gelir

 

Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Ün etmek: seslenmek. Seğirdüben: seğirtip, koşup. Yetesim: yetişesim. Sırat: cehennemin üzerinde bulunduğuna inanılan köprü, (günahsız kullar bu daracık köprüden geçip cennete giderler, günahkâr kullar ise geçemeyip cehenneme düşerler). Keskincedir: keskindir. Anın: onun. Gayya: cehennemde bulunduğuna inanılan, düşenin içinden çıkamayacağı kuyu). Nâr: ateş. Pûr: dolu. Varuban: varıp. Ol: o. Oda: ateşe. Dediğ’me: dediğime. Ta’n eylemek: kınamak, yermek. Eylemen: eylemeyin. Günahımca: günahım kadar. Rahmet: Tanrı’nın merhameti. Yunam: yıkanayım. Takınam: (takınayım). Sigaya çekmek: sorguya çekmek. Molla Kasım: Yunus için anlatılan menkıbelerde adı geçen bağnaz hoca.

Sayfa:134-135

 

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun

Bizim için hayır dua

Kılanlara selâm olsun

 

Ecel büke belimizi

Söyletmeye dilimizi

Hasta iken halimizi

Soranlara selâm olsun

 

Tenim ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile

Bizi bir âsan veçh ile

Yuyanlara selâm olsun

 

Azrail ala canımız

Kurur damarda kanımız

Yuyucağın kefenimiz

Soranlara selâm olsun

 

Salâ verile kasdımıza

Gider olduk dostumuza

Namaz için üstümüze

Duranlara selâm olsun

 

Dünyaya gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

Bizim halimizden haber

Soranlara selâm olsun

 

Miskin Yunus söyler sözün

Yaş doldurmuş iki gözün

Bizi bilmeyen ne bilsin

Bilenlere selâm olsun

 

Hayır: iyilik, (iyilik dileyen). Büke: (büksün, büker). Söyletmeye: (söylemesin, söyletmez). Ten: Vücut. Açıla: (açılsın, açılır). Yakasız gömlek: (kefen). Biçile: (biçilsin, biçilir). Âsan: kolay, rahat. Veçh: tarz. Yuyanlara: yıkayanlara. Azrail: ölüm meleği, can alıcı melek. Ala: (alsın, alır). Yuyacağın: yıkayınca, ( yıkanınca). Kefenimiz: (kefenimizi). Salâ vermek: halkı cenaze namazına çağırmak. Verile: (verilsin, verilir). Kasdımıza: niyetimize, (bizim için). Dost: sevgili, (Tanrı). Gider olduk dostumuza: Tanrı’mıza gidiyoruz. Hergiz: asla, hiçbir zaman. Hergiz gelmez yol: (asla dönüşü olmayan yol). Miskin: yoksul, zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığında erimiş kimse). Sözün: (sözünü). Görün: (görünü).

Sayfa: 138-139

 

Memet Fuat’tan aktaracağımız bilgiler burada sonlanıyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun dilinden Yunus okumayı sürdürelim isterseniz:

 

Yunus ve ölüm:

Yunus Emre’nin bir insan ve bir şair olarak en büyük gücünü ve başarısını ölüm karşısında gösterdiğini söyleyebiliriz. İnsanların en ortak, en değişmez, en eski ve en yeni duygusu ölüm korkusudur. İnsana, ölümden korkan hayvan dense yeridir; çünkü ölüm yalnız ölümü düşününce vardır. Dinleri, bilimleri, sanatları ölüm korkusunu yenmek için, yenerek, yenemiyerek yaratmıştır insanoğlu. Onun için büyük şairler hep ölüm gerçeğine değinir, insanlığın bu bam teline dokunurlar. Onun için Yunus Emre’nin şiiri, ölümü hem insanın iliklerine dek işletir, hem de bu korkuyu dost ve insanlık sevgisinde eritir. Bunca insan yüreğini kazanması bundan olsa gerek her şeyden önce. Çağımızın büyük şairlerine bakın, onların en büyük kaygısı ve başarısı ölüm korkusunu yenmede, bir yeni dost bulmadadır. Garcia Lorca’nın ve Nazım Hikmet’in en büyük başarılarından biri, ölüm karşısındaki yeni duyuş ve davranışları dile getirmeleridir. Yunus der ki:

 

Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üstlerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

 

Bana rahmet yerden yağar diyen Yunus için ölüm toprağa karışma, çürümedir en çok. Yenmeğe çalıştığı korku, bir sıla sevincine çevirmek istediği korku insanın o mezardaki yürekler acısı somut halidir:

 

Sabahın sinliğe vardım

Gördüm cümle ölmüş yatur

Her biri çaresiz kalmış

Ömrün yavı kılmış yatur.

 

Vardım bunların katına

Baktım ölüm heybetine

Nice yiğit muradına

Ermeyüben ölmüş yatur.

 

Yemiş kurt kuş, bunu keler

Nicelerin bağrın deler

Şol ufacık naresteler

Gül gibice solmuş yatur.

 

Eksilmiş inci dişleri

Dökülmüş sarı saçları

Bitmiş kamu teşvişleri

Balçığa serilmiş yatur.

 

Doğru varırdı yolları

Kalem tutardı elleri

Bülbüle benzer dilleri

Danışman yiğitler yatur.

 

Gece gündüz oğlancıklar

Söyler iken kuşlar gibi

Ayrılmışlar anaları

Sinlerini bekler yatur.

 

Yunus kendisi ya da Yunuslar birbirleriyle yarışır gibi tekrar tekrar ineriz aynı mezarlara, Türkçe’nin tadıyla ölümün acılığını gidererek:

 

Teferrüç eyleyi vardım

Sabahın sinleri gördüm

Karışmış kara toprağa

O nazik tenleri gördüm.

 

………………………

 

Boşanmış damar akmış kan

Yaylalar yaylamaz olmuş

Bar tutmuş söylemez olmuş

Ağızda dilleri gördüm.

 

Soğulmuş şol kara gözler

Belirsiz olmuş ay yüzler

Kar toprağın altında

Gül derer elleri gördüm.

 

Ölüler dünyası daha güzel anlatılamaz demeyin; belki şunu daha güzel bulacaksınız:

 

Sana ibret gerek ise

Gel de bir gör bu sinleri

Taş olsan da eriyesin

Bakıp göricek bunları.

 

Onlar ki çoktu malları

Gör nice oldu halleri

Sonucu bir gömlek giymiş

Onun da yoktur yenleri.

 

Bunlar bir gün beyler idi

Kapıcılar korlar idi

Gel şimdi gör bilmeyesin

Bey hangidür ya kulları.

 

Ne kapı vardır  giresi

Ne yemek vardır  yiyesi

Ne ışık vardır göresi

Dün olmuştur gündüzleri.

 

Yoksa şu mu en güzeli:

 

Geldi geçti benim ömrüm

Bir yel esip geçmiş gibi

 

Miskin adem oğulları

Ekinlere benzer gider

Kimi biter kimi yiter

Yere tohum saçmış gibi.

 

 

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi.

 

İşte Yunus Emre bu kadar içten ve derinden duyduğu ölüm gerçeğinin içinden yükselip kavuşuyor dostuna, insan düşüncesinin ölümsüz katına. İnsanın içinde insanı, tenin içindeki canı bularak, sözün özüne giderek kurtuluyor ölüm korkularından ve ağıtları sevinç türkülerine dönüveriyor:

 

Benim canım bir kuştur

Gövdem onun kafesidir

Dosttan haber geliceğiz

Bir gün uçar kuşum benim.

 

S. Eyüboğlu/Yunus emre/Cem Kit./1980/s. 39>

 

Yunus ve Dervişlik:

Yunus Emre’nin dervişliği şairliğinden ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama üslubunun dile gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır Yunus. Nice şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve halkın hizmetinde olanların yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık disiplinidir diyebiliriz. Ana ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint felsefelerine kadar giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe olmasıdır. Bu bakımdan dervişler çağımızın existentialistlerini –varoluşçularını*- uzaktan andırır. Existentialisme de yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğretilerine karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor ki, Anadolu’da bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar çevrelerini şaşırtmış, yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve sayılmış insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına, padişaha, hatta Tanrı’ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan elini eteğini çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu kıldan ince, her kadere boyun eğmiş insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak disiplinine girip ölüm korkusunu yenen Epikurosçuların* sonradan keyif düşkünü sayılmaları, Yunus’un çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam tersine başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa da işkenceye boyun eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa’dır. Benim bu su götürür, yadırganabilir görüşümden sonra dervişliğin ne olduğunu da önce masallara sonra Yunus’a soralım.

Peygamber Tanrı’nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar. Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye sormuşlar dervişler. Bu sefer de ben Tanrı’nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara sığmaz, hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden: Ya Muhammed, dön bir daha dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince kapı sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var deyip içeri almışlar. Muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz, demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden kan aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş Muhammed. Bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi imtihan etmek sırası dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi, bunu bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah’ım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail’e: Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili Muhammed’ime götür; üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve Muhammed’i de aralarına alıp dönmeğe başlamışlar. Dönerken Muhammed’in başından sarığı düşüp dağılmış. Dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.

Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün bir edebiyatın konusu olmuştur Anadolu’da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski Anadolu efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını kurtarırlar, buna karşılık aldıkları altınları yoksullara dağıtırlar. Altın Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz’i aşarlar; ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları yerden su çıkar; yüce dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar, karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir üfürmeyle denizlerde fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar uzar canavarların gözünü oyar.

Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini yenerek, küçük kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini dizginleyerek.

Kısacası insanüstü gücü derviş insanın içinde buluyor.

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 43>

 

Şimdi Yunus Emre’ye soralım dervişleri:

 

Dervişlik der ki bana

Sen derviş olamazsın

 

 

Dövene elsiz gerek

Sövene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek

Sen derviş olamazsın

 

 

Bu dervişlik dedikleri

Taze açmış güle benzer

Dokunduğunu tazeler

Seherd’esen yele benzer

 

 

Yedilerle kırklarla

Ak sakallı pirlerle

Yüzü balkır nurlarla

Bize dervişler geldi

 

 

Derviş adın edindim

Derviş donun donandım

Yola baktım utandım

Her işim yanlış benim

 

 

Dervişlik bir bişedir

Hırkacığı meşedir

Çok canavarlar yürür

Donunda dervişlerin

 

Her insan gibi dervişin içinde de canavarlar vardır. Üstelik bir ormana benzeyen dervişliğin yeşil hırkası altında bu canavarlar daha da kolay saklanır. Zor iş, çok zor iş derviş olmak, çağımızda gerçek demokrat olmak kadar zor:

 

Dervişlik dedikleri

Hırka ile taç değil

Gönlünü derviş eyleyen

Hırkaya muhtaç değil

 

Hırkanın ne suçu var

Sen yoluna varamazsan

Var git yolunca yürü

Er yolu kalmaç değil

 

Dirsin şeyhin aşkına

Yalın ayak baş açık

Er var dirlik diriltmiş

Yalın ayak aç değil

 

Durmuş marifet söyler

Erene Yunus Emrem

Yol eriyle yoldadır

Yoluma yoldaş değil

 

Dervişlerin yolu erenlerin, Tanrılığı insan içinde, kendi özlerinde bulanların yoludur. Erenlerse dünya ötesinde, varılmaz yerlerde değil, her yerdedir, arayan bulur onları:

 

Bilir misin ey yarenler

Gerçek erenler kandedir

Kande baksan anda hazır

Kande istesen andadır.

 

Allah benim dediğine

Vermiş verir aşk varlığın

Kimde bir zerre aşk ola

Çalap varlığı andadır.

 

Hakkı nasıl bulursun

Hakka kul olmayınca

Erenler eşiğine

Yaslanıp yatmayınca.

 

Bir bağ ki viran ola

İçi dikenle dola

Ayıklamak neylesin

Ateşle yanmayınca.

 

O doğruluk güneşi

Doğar birlik burcundan

Işık vermez Yunus’a

Perdeler kalkmayınca.

 

Bu şiirde dervişin çabasını ne güzel özetliyor Yunus. Derviş inandığı bir insanın ardından, sevgi ateşiyle içini temizleyip gerçek varlıkla, doğrulukla arasındaki perdeleri kaldırmaya çalışır. Kendini bilmek ve yenmek isteyen dervişin yolu hacının hocanın yolu değildir; cennetten umudu, cehennemden korkusu yoktur:

 

Uçmaktan umusu yok

Tamudan korkusu yok.

 

Derviş şarap içerek de gidebilir yoluna:

 

Ben oruç namaz için

Sücü içtim esridim

Tespih seccade için

Çalarım şeşte kopuz.

 

Şeşte kopuz altı telli saz demektir. Halk şairlerimizin hâlâ çaldıklarını bildiğimiz saz. Dervişin din karşısındaki davranışı şaşılacak kadar laikçedir:

 

Bana namaz kılmaz diyen

Ben kılarım namazımı

Kılarısam kılmazısam

Ol hak bilir niyazımı.

 

Hak’tan başka kimse bilmez

Kâfir Müslüman kimdürür

Ben kılarım namazımı

Hak geçirdiyse nazımı

 

O hak dergâhlardan geçer

Manâ şarabını içer

Perdesiz can gözün açar

Kendisi siler gözünü

 

Yunus’un kötüleri yermesi ne kadar acıysa iyileri övmesi de o kadar tatlıdır: Gerçek derviş kendini kurtarmakla kalmaz, çevresine ışık saçar:

 

Her kime kim dervişlik bağışlana

Yüreği ak pak ola gümüşlene

 

Nefesinden misk ü amber tüte

Budağından il ü şar yemişlene

 

Yaprağı dertli için derman ola

Gölgesinde çok hayırlar işlene

 

Aşığın göz yaşları bir göl ola

Ayağından saz bitip kamışlana

 

İşte böyle insancadır Yunus’un dervişliği; yaşanan, insanlığa hayrı olan bilginin, bilimin böylesine dostu, yaşanmayan ezber bilginin, yobazlığın, sahte peygamberliğin, çıkarcı dervişliğin böylesine düşmanıdır.

İşte böylesine bir dervişlikle şairliği, yani söyleme sanatını, özü söze çevirme gücünü, düşünceyi elle tutulur gibi, kulakla duyulur gibi somutlaştırma, duyulara sunma yeteneğini bir araya getirmiş bir insanoğlu ve bir Türkmen kocası, bir Anadolu köylüsüdür Yunus Emre ve bu topraklarda yaşamış bütün insanların, Hitit, Pagan, Hıristiyan, Müslüman bütün yurttaşlarımızın sözcüsüdür.

Şimdi bakın sözün ne demek olduğuna da nasıl biliyor Yunus Emre’miz. Birçok şiirinde sözün değeri, niteliği, sözünü bilmenin üstünlüğü, sözünü bilmemenin düşkünlüğü, az ve öz sözün değeri, çok ve boş sözün değersizliği üstünde durmuştur:

 

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür

Bilene bu söz yeter

Sende güher var ise.

 

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 47>

 

Derviş yolu bilginlerin, daha doğrusu bilgin geçinenlerin Yunus’un Farsça’yı Türkçe’leştiren deyimiyle danışmanların (danişmentlerin) yolu da değildir.

 

Danışmanını cahili

Anlamaz dervişleri

Derviş ile danışman

Yaman vuruşkan olur.

 

 

Dosttur bizi okuyan

Üstümüzde şakıyan

Şimd’ üç buçuk okuyan

Derin danışman olur.

 

 

Bu dervişlik beratın

Okumadı müftüler

Onlar nerden bilecek

Bu bir gizli varlıktır.

 

 

İlim ilim demektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır.

 

 

Okumanın manâsı

Kişi Hakkı bilmektir

Çün okudum bilmezsin

Ha bir kuru ekmektir.

 

 

Dört kitabın manâsı

Bellidir bir elifte

Sen elifi bilmezsen

Bu nice okumaktır.

 

 

Yunus Emre der: Hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir.

 

Bir başka şiirinde gerçeğe ulaşamayanları şöyle anlatır:

 

Çoklar geldi kapıya

Kapıyı tuttu durur

İçeriye girüben

Ne varmış bilmediler.

 

Dervişin yolu içeri, hep daha içeri, kapılardan, perdelerden, kalıplaşmış bilginlerden içeri gider.

 

Ben seni severim candan içeri

Şeriat tarikat yoldur varana

Hakikat marifet andan içeri

 

Süleyman kuş dilin bilir dediler

Süleyman var Süleymandan içeri

 

Beni bende demen sende değilim

Bir ben vardır bende benden içeri

 

Unuttum din diyanet kaldı benden

Bu ne mezhepdürür dinden içeri

 

Dinin terkedenin küfürdür işi

Bu ne küfürdür imandan içeri

 

Derviş böylece hiçbir sınır dinlemeden, kuralları kalıpları yenerek yoluna gider. Hiçbir yerde durmaz, hiçbir halde kalmaz, bir göklere çıkar, bir yere iner, bir çamura batar, bir tertemiz olur, bir ağlar bir güler, ama hep yürür ve bilgisini geliştirir: Yaşanan bir bilgidir onunki, ezberlenip tekrarlanan bir bilgi değil. Başlıca dört kapıdan geçer. Her birinin içinde küçük küçük kırkar kapı olan bu dört kapının birincisi şeriat kapısıdır. Burada derviş hocanın dediğine uyar, ezber bilgiler edinir, anlamadan öğrenir. İkincisi tarikat kapısıdır, orada inandığı bir insanı seçip onun ardından sevgiyle, merakla yolunu arar, kendi kişiliğini geliştirir. Ateşli, coşkun bur kapıdır bu. Üçüncüsü marifet kapısıdır. Burada derviş gerçek bilimi tadar; kendini ve dünyayı anlamaya başlar ve burada bulduğu anahtarla dördüncü kapıyı açar, bu kapı artık son kapı, hakikat kapısıdır. Orada artık insan varlıkla, yaratılış ve yaradanla, doğa ile bir olmuş gibidir. Şimdi, bakın Yunus dervişin geçtiği bu kapıları, bu oluş dönemlerini halkın kavrayacağı imgelerle ne rahat anlatıyor:

 

İlk kapı şeriattır

Emri nehyi bildirir

Yula günahlarını

Her bir kuran hecesi

 

İkincisi tarikat

Kulluğa bel bağlaya

Yola doğru varanı

Yargılaya hocası

 

Üçüncüsü Marifet

Canın gözünü açar

Bu manâ sarayının

Arşa değer yücesi

 

Dördüncüsü Hakikat

Eren her şeyi bula

Bayram ola gündüzü

Kadir ola gecesi.

 

İşte bu son kapı nice Anadolu dervişlerinin başını yiyen netameli kapıdır. Oraya varmanın sevinci içinde erenler Tanrı olduklarını söyler ve çok kez hakikati, insan ve dünya gerçeğini bulmalarıyla darağacını boylamaları bir olur.

Yunus Emre’de Hakikata ulaşma bir mucize, bir Tanrı vergisi değil, bir insan sevgisi ve çabasıyla olur. Yunus bunu bir şiirinde açıkça ve büyük şairlere yaraşır bir rahatlıkla söyler:

 

Çeşmelerden bardağın

Doldurmadan kor isen

Bin yıl dahi beklesen

Kendi dolası değil.

 

Yunus’ta dervişlik ayağı yerden kesilmeyen, yalancılar, yobazlar, sahte peygamberlerle savaşan bir bilgeliktir, bir köşeye çekilip etliye sütlüye karışmayan bir uysallık, uyduluk, neme lâzımcılık değil. Yunus’u ve dervişliği böylesi sananlar iyi dinlesinler şunları:

 

Ben dervişim diyenler

Hiç haram yemeyenler

Haramın yenmediği

Ele geçmeyinceymiş

 

Götürmedi kimesne

Kimesnenin yükünü

Yük götürürüm diyene

Eli değmeyinceymiş

 

Çalış kazan, ye, yedir

Bir gönül ele getir

Yüz kâbeden yeğrektir

Bir gönül ziyareti

 

Kerametim var diyen

Halka salusluk satan

Kendin Müslüman etsin

Var ise kerameti

 

Haram ile hamir tuttu dünyayı

Fesat işler gören hürmetli oldu

Peygamber yerine geçen hocalar

 

Bu halkın başına zahmetli oldu

Fakirler miskinlikten çekti elin

Gönüller yıkuben heybetli oldu

 

Danışman okur tutmaz

Derviş yolun gözetmez

Bu halk öğüt işitmez

Ne sarp zaman olusar

 

Gitti beyler mürveti

Binmişler birer atı

Yediği yoksul eti

İçtiği kan olusar

 

Kara cahilliğin, bilmediğini bilmezliğin amansız düşmanıdır Yunus’umuz:

 

Kara taşa su koyarsan

Elli yıl ıslatır isen

O taş yine kas katıdır

Hünerli taş olur değil

 

Taştan çıkar türlü sular

Ayağında neler pişer

Cahil gönül taştan beter

Yola gelmez gelir değil

 

Boz yapalak devlengece

Ekmek verme gündüz gece

Onun işi köstebektir

Salıp ördek alır değil

 

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 51>

Gerçek derviş ne kadar güçsüz de kalsa köstebeklerin, küçük çıkarlarının ardına düşmez:

 

Şah balaban şahin doğan

Doğru öğmüş onu öven

Doğan zayıf olsa bile

Doğanlıktan kalır değil

 

Doğanla, çaylakla, köstebekle, ördekle düşüncesini nasıl somutlaştırdığını da görün bu arada Yunus Emre’nin.

Yunus’un dünya şairlerine verdiği ders, dervişlikle yani insanlıkla şairliği birleştirir, ama bu dersle yetinmeyip söz ustalığının sırrını da söyler:

 

Söylememek harcısı

Söylemenin hasıdır

Söylemenin harcısı

Yüreklerin pasıdır

 

Sözü doğru desene

Hak söyle dedi çalap

Bugün yalan söyleyen

Yarın utanasıdır

 

Bu gönüller pasını

Yıkayıp gidermeğe

Öyle bir söz söyle kim

Sözün hülâsasıdır

 

Ne diyor Yunus? Doğruyu söyle, ama kestirmeden söyle; az söyle öz söyle, bize insanlığımızı anlatan, düşünceyi duyularla birdenbire kavratan bir deyişle söyle:

 

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür

Bilene bu söz yeter

Sende güher var ise

 

Sen sana ne sanırsan

Ayruğa da anı san

Dört kitabın manâsı

Budur eğer var ise

 

Yunus’da söz de insanlığın emrindedir. Sözünü bilme kendini bilmenin sonucu ve değerlendirmesidir:

 

Sözünü bilen kişinin

Yüzünü ak ede bir söz

Sözü pişirip diyenin

İşini sağ ede söz

 

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Balıla yağ ede söz

 

Kişi bile söz demini

Demeğe sözün kemini

Bu cihan cehennemini

Sekiz uçmağ ede bir söz

 

Yunus’un söze verdiği bu önem, sözde gördüğü bu yaman güç, cehennemi cennete çeviren büyük dervişlikle şairliği niçin birleştirdiğini anlatıyor. Nice Anadolu dervişlerini zahitlerden ayırıp şairliğe götüren de budur. Sözün insandan ayrılamayacağına, insanın ta kendisi olduğuna inanmak. Şeyh Galip: “Söz candır eğer bilirse insan,” demekle aynı düşünceyi dile getirmiştir. Aslında bütün dinlerde Tanrı’nın ta kendisi bile sözden pek ayrılmaz, hatta, sözün ta kendisi olur. Öylesine kutsal bir niteliği vardır sözün ve şairin insanlık tarihinde. Gelgelelim, sözü sözlükten çıkarmak, anadilimizden ayırmak, peygamberlerin halkın diliyle, insanca söylediklerini, sözün tam tersi olan anlamsız seslere, Türkler için Arapça’ya, Araplar için İbranice’ye, İsrailliler için Lâtince’ye, Lâtinler için Yunanca’ya, Yunanlılar için Lâtince’ye çevirmek, anlama aracını anlamama aracı haline getirmek insanların çok garip, ama nedenleri çözülmeye başlayan çok eski bir âdetidir. Bugün az çok anlamaya başlıyoruz ki, bütün dinler, bütün inançlar en temiz insan diretişleriyle, değişme istekleriyle doğmuş, s6nra bu dinler ve inançlar birtakım insanların geçim aracı olmaya başlayınca sözün anlaşılmaz olması, yani Musa’nın Firavun’a kafa tutan Musa, İsa’nın Roma imparatoruna kafa tutan İsa, Muhammed’in halkla birlikte Mekke eşrafına kafa tutan Muhammed olmasının bilinmemesi gerekmiştir. (Not: Bu bilinmezlik yalnız bu nedenden mi kaynaklanıyor? Aklıma yine Hermes-Tut’un öğretisi ve onunla birlikte “bilginin” gizilliği geldi. Birçok inanış, tarikat ve mezheplerde bilgiye ulaşmak için katlanılması gereken zorlu yolu aşan isteklilerle yürütülen süreklilik, bilginin niye diğer insanlara aktarılmaması ya da aktarılamaması konusunda gelip düğümleniyor. Yunanlıların –o zamanlar Yunan yok, belki kendilerine Helen demeğe başlamışlardır- bu zorlu yolları aşıp, yaptığı satkınlık sonucu “Osiris’in Bilgisi’ne” ulaşıyoruz: “Ufaklıklar, ki büyük çoğunluktur, ya aptal ya kötüdürler. Aptalsalar, bu gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeği –yani bilgiyi- gizlemekten başka çıkar yol yoktur. Bilmek, bulmak, susmak gerek.” İstekli dışında bilgi, hiç kimseye verilmiyor, hiçbir papirüste yazmıyor. Yalnızca tapınak duvarlarında simgelerle belirtiliyor ve bilgiyi hak eden isteklilere rahipler tarafından anlatılıyor. Tibet Lamalarından tutunda, çini ustalarına dek bilgiler hep gizlenmiş. Bazen öyle gizlenmiş ki, “Turkuvaz” denilen “Türk Mavisi”nin bileşimi, o ustalarla, tarihin sayfalarında kalakalmış.) Yarın insanlık bu gerçeği apaçık görecek ve herkese gösterecektir. Ama biz Yunus’umuza dönelim. Yunus söze değer verirken sözü halkının, köylünün sözü olarak düşünmüş ve kullanmıştır. Yunus’ta Tanrı bile Anadolu köylüsünün diliyle, değirmeni, şiniği, yaylası, devlengeci, köstebeği, karıncası, sütü, balı, alıcı, yağmur anlamındaki rahmeti, kara toprağı, ak yüzü, kel dikeni, çarşısı, pazarı, sazı, kamışı, haldaşı, kardaşı, yoldaşıyla konuşur.

Ama Yunus Emre sadece belli bir inancın sözcüsü, belli bir sözün usta tekrarlayıcısı mıdır? Hayır. Yunus Emre bütün sözlerin bittiği yerde, dilsiz, kulaksız da olsa insanın insan kalacağına, susmasının konuşma olacağına inanır. Paul Valéry’nin en büyük şiiri susmada, ama insanın susmasında bulduğu gibi. Bakın Yunus halkımızın diliyle şairin varabileceği en yüce katı ne güzel anlatıyor;

 

Dilsizler haberini

Kulaksız dinleyesi

Dilsiz kulaksız sözün

Can gerek anlayası

 

Anlamadan dinledik

Dinlemeden anladık

Gerçek erin bu yolda

Yokluktur sermayesi

 

Sermayenin yokluk olması ne demek? İnsanın her şeyi bulduktan sonra bırakması, çok sözden az söze, hatta susmaya, sözden daha anlatıcı olan insanca susmaya gelmesi demektir. Susurken söyleyecek, söylerken susacaksın. Ne zor şey bu! Zor, çok zor iş şair olmak, Yunus olmak:

 

Bir toy toylamak gerek

Bir soy soylamak gerek

Bir söz söylemek gerek

Melekler bilmez ola

 

Bir kuş olup uçmak gerek

Bir denizi geçmek gerek

Bir şaraptan içmek gerek

İçenler ayrılmaz ola

 

Yunus Emre’nin türlü bakımdan oğullarından saydığım Orhan Veli der ki:

 

Bir yer var biliyorum

Her şeyi söylemek mümkün

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum

Anlatamıyorum.

 

Yunus’ta da şiir böylesi bir hale, söz ustalıklarını aşan bir çeşit sessiz duyarlığa, anlatılmaz, akıl dışı bir kavrayışa ulaşır.

Bu halinde şair doğa ile, evrenle bir görür kendini ve Yunus gibi sözleri kanatlandıran bir insan olursa o şair şöylece söyler bunu:

 

Ay oldum geceye doğdum

Bulut oldum yere ağdım

Yağmur olup yere yağdım

Nur oldum güneşe doğdum

 

Ne gariptir, yine Orhan Veli’de de dünya ile böylesi bir kaynaşma vardır:

 

Gökyüzünü ben boyarım her sabah

Uyanır bakarsınız ki mavi.

 

Diyeceksiniz ki Orhan Veli bu şairce yaşantıya Yunus’tan çok başka yollardan gelmiş, Elbette öyle olacak, apayrı iki çağda. Ama türlü yollardan gerçek şairler doğa ile kaynaşıyorlar günün birinde. Bütün sanatçılar az çok yaşar bu hali. Çağımızın ünlü ressamı Paul Klee bir ağaca benzetir kendini, ağacın yaprak açmasına benzetir kendinin resim yapmasını, kendi biçimlerini ortaya koymasını. Her güçlü sanatçı az çok panteist (=kamutanrıcı; Tanrının doğada içkin bulunduğu inancı;bk. O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/Remzi Kit; 1975;s.295) oluyor.

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 57>

 

YUNUS’DA GÜLEN DÜŞÜNCE:

Yunus Emre’nin hem derviş, hem şair olarak, Anadolu halk kültürüyle de ortak bir özelliği üstünde duralım, bu tükenmez insandan ayrılırken. Yunus emre inançlarına ne kadar bağlı, sevgisinde ne kadar coşkun olursa olsun, dervişliği ve şairliği ne kadar ciddiye alırsa alsın, gülmesini unutan bir insan değildir. Hatta gülmesini unutmuş asık yüzlü, çatık kaşlı din adamlarının nitelendirdiği bu türlü insanlar, softalığın, bağnazlığın artmasıyla Anadolu’yu sarmış, kadınların ve çocukların gülmesini günah sayıp yasaklamakla kalmayarak başkalarının, hele büyüklerin önünde gülmeyi bir saygısızlık saymışlardır. İnsanı insanlıktan çıkaran, aslında bilgisizliğin bir kalkanı olan bu kara gülmezlikten bu sahte vakardan milletimiz çok çekmiş hala da çekmektedir çok yerlerde. Ama ne kadar uzun sürmüş olursa olsun bu gülme düşmanlığı, bazı batılıların görünüşe aldanıp sandığı gibi milletimizin bir özelliği değil, bir baskının yaratmış olduğu bir maskedir. Nasrettin Hoca ve Bektaşi hikayeleriyle halkımız öteden beri bu baskıya karşı koymuştur. Halkımızın asıl özelliğini bu karşı koymada aramak daha doğrudur. Gülen düşüncenin, gülen masalların en eskilerinin bu topraklarda yetişmiş, Ezop’un Anadolu’da doğmuş ve ölmüş olduğu unutulmamalıdır. Tarihimizin en trajik çağlarından birinde, insan kelleleriyle yığınlar yapıldığı korkunç, karanlık yıllarda yaşayan en büyük halk şairimizin sık sık gülerek düşünmesi, düşünerek gülmesi, Tanrı’nın, ölümün, padişahların, beylerin, hacı hocaların karşısında bile gülmeyi unutmaması çok anlamlı bir gerçektir. Aynı şeyi, başka bir açıdan, başka koşullar içinde gülmenin yolunu bulan Evliya Çelebi için de söyleyebiliriz. Mevlânâ’ya bile takılmıyor mu Yunus? En ciddi konularda birden, hiç de ciddi sayılmayan halk deyimlerine inivermiyor mu Yunus? Ayrıca Yunus Emre’miz, bütün insanlığın da Yunus Emre’si, halk tekerlemelerinde de görülen bir çeşit gülen şiir, gülen söyleyiş geleneğini kullanmış geliştirmiştir. O kadar ki, şimdi okuyacağımız bu şiiri, gülen düşüncenin, kültürlü şakanın, şaşırtarak düşündürmenin ve düşündürücü saçmalamanın en güzel örneklerinden biridir:

 

Çıktım erik dalına

Anda yedim üzümü

Bostan ıssı kakıyıp

Der ne yersin kozumu

 

Erik ağacında üzüm yiyen Yunus7u bostan sahibinin ceviz çalmakla suçlaması anlamsız bir şaka değildir, ne kadar mantıksız görünse.

 

Kerpiç koydum kazana

Poyraz ile kaynattım

Nedir deyip sorana

Bandım verdim özümü

 

Bu da öyle. Kerpiç ve poyraz: Birbirinin tam karşıtı olan bu iki varlığın birleşmesinden ne çıkıyor, bu sahada? İnsanın ta kendisi, insan nefes alan çamur:

 

İplik verdim çulhaya

Sarıp yumak etmemiş

Becit becit ısmarlar

Gelsin alsın bezini

 

Bir serçenin kanadın

Kırk katıra yükledim

Kırkı dahi çekmedi

Şöyle kaldı kazını

 

Bir sinek bir kartalı

Salladı vurdu yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

 

Kaf dağından bir taşı

Şöyle attılar bana

Öylelik yola düştü

Bozayazdı yüzümü

 

Balık kavağa çıkmış

Zift turşusu yemeğe

Leylek koduk doğurmuş

Anla şunun sözünü

 

Yunus bir söz söylemiş

Hiçbir söze benzemez

Erenler meclisinde

Bürür manâ yükünü

 

O güzelim masal tekerlemelerimizin daha bilgince bir örneği olan bu şiirden türlü anlamlar çıkarmak mümkün, çıkarmışlar da. Ama Yunus ne söylemek istemiş olursa olsun sözün ayağını yerden kesmiş, güler yüzlü bir fantazya örtüsüne bürünmüş. Halkımız bu türlü şiirlerin türlü türlüsüne alışıktır. Kimini kendince yorumlayarak, bilmeceler gibi çözerek, kimini hiç yorumlamadan, anlamsız, daha doğrusu anlam ötesi oyunlarına, özgür çağrışımlara kapılarak tekerlemeler gibi tadar ve seve seve, ezberleyip okur. Halk şiirimizin bu madenini Yunus gibi Orhan Veli de işletir yine:

 

Bu ne acaip bilmece

Ne gündüz biter ne gece

Kime söyleriz derdimizi

Ne hekim anlar ne hoca

 

Kimi işinde gücünde

Kiminin donu yok kıçında

Ağız var, burun var, kulak var

Ama hepsi başka biçimde…

 

Bu düzen böyle mi gidecek

Pireler filleri yutacak

Yedi nüfuslu haneye

Üç buçuk tayın yetecek

 

Karışık iş vesselâm

Deli dolu yazar kalem

Yazdığı da ne? Bir sürü

İpe sapa gelmez kelâm.

 

Görülüyor ki yeni Türk şiiri Anadolu halkının özü ve sözüyle gittikçe Yunus Emre’yle buluşur gibi oluyor. Dünya görüşümüz ne kadar değişmiş olursa olsun kendi sesimizi bulmamıza yardım ediyor Yunus.

Yunus Emre’nin dünyasında kendisinden, Taptuk’undan izin almadan ve uzmanların hoşgörülerine güvenerek bir hayli dolaştık. Gezimizi burada şimdilik bitirelim gayri. Bir şairin, hele Yunus Emre gibi şairler şairi ve belki birçok şairlerin toplamı olan bir kişinin dünyası nasıl olsa gezimlikle bitmez. Yarın bir başka gezdirici sizi Yunus dünyasının hiç bilinmedik başka köşelerine götürebilir. “Ama ben sizi başka şairlerin dünyasına  ve Yunus’un başka rehberlerine bırakmazdan önce kendi sorumluluğumu yüklenip sizi hangi Yunus’un hangi köşelerine niçin götürdüğümü özetlemek isterim.

 

Birçoklarımıza göre Yunus Emre mistik, yani insandan çok Tanrı’ya, bu dünyadan çok ötekine inanan ve hepimizi düşünmeden boyun eğmeye, alın yazımızı gönül ferahlığıyla kabullenmeye çağıran bir şairdir. Oysa ben sizi Yunus Emre’nin Tanrılıktan çok insanlıktan yana giden yollarına götürdüm, çünkü Yunus Emre’nin gerek bir derviş, gerek bir şair olarak Tanrı’dan çok insana inandığını ve bu inancı yaymak için çağının kendisine verdiği bütün imkânları kullandığını ve bütün imkânsızlıklara da karşı koyduğunu sanıyorum. Yunus Emre’nin nerede, ne zaman öldüğünü bilmiyoruz. Ama onun gibi konuşanlardan, Tanrı’lığa karşı insanlıktan yana giden, Padişaha karşı fakir fukaradan, Anadolu köylerinde kendi yağıyla kavrulanlardan yana olanların darağaçlarında can verdiklerini, derilerinin yüzüldüğünü biliyoruz. Softalar, din bezirgânları, devlet düşkünleri kim ilir nerde nasıl sesini kesmiş, izini yitirmişlerdir koca Yunus’un. Halk Ana bu değerli oğlunu bağrına gömmüş olmasaydı bugün ne adını bilirdik ne de bir tek sözünü. Nice hacılar hocalar bugün bile, ellerinden gelse, Yunus’u ne söyletir, ne yazdırırlar.

Bizim gezebildiğimiz Yunus dünyasında neler gördük? Toprağa karışıp giden nazik bedenler, söylemez olmuş insan dilleri, seller gibi coşup, yollar gibi tozan insan yürekleri, Tanrı’yı kendi içlerinde, insan içinde bulan  ve korkunun yerine sevgiyi koyan, sevmeyi tek tapınma yolu sayan dervişler, tohumlar gibi savrulup bini biten bini yiten insanoğulları, kazılan, üstünde çalışılan topraktan yağan rahmet, yediği insan eti, içtiği insan kanı beyler, dünyanın tadına aç gözlü zenginden daha çok varan yoksullar, varlıkta yokluğu yoklukta varlığı görenler, yetmiş iki milleti kardeş bilenler, camilerin, tekkelerin dışında, tabiatın büyük kitabında bulunan hakikat kapıları, cenneti, hurileri hiçe sayan dostlar, karlı dağlardan aşan gurbet ve sıla yolları, ha demeden hayran olan, bir ağlayıp bir gülen, yaz aylarında kışı, kış aylarında yazı yaşayan, bulut olup göklere ağan, yağmur olup yerlere yağan bir gönül, suyunu alçaktan alıp yüksekten döken insan değirmeni, erik dalında yenen üzüm, meleklerin anlamayacağı kadar derin ve uçları olan insan sözleri, sabırla, çabayla, çileyle insan olgunluğu… Bütün bunlarda dünya dışı, insan ötesi ne var? Bütün din kitaplarını şöyle özetliyor: İnsan kendisi için ne düşünüyorsa, başkası için de onu düşünmeli, istemeli. Yunus böylece ve açıkça bütün din kitaplarının özünü insanlığa dönüştürüyor: “Her insanda bütün insanlık vardır.” demek istiyor.

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 63>

Yunus Emre felsefesi Şiirleri -2

 

   
Makro Felsefe ve Atlantis

Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar      Makro Felsefe     Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum    

 2150 A.D. (M.S.2150)     M.S. 2150

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

 Ana Sayfa / İndexZiyaretçi Defteri /  E-MailKuantum FiziğiQuantum Teleportation-2

 Time Travel Technology /  Kuantum Teleportation / DuyuruUFO Technology 

 Roket bilimi / CetinBAL /Astronomy