|
Time Travel Research Center © 2005 Cetin BAL -
GSM:+90 05366063183 - Turkey/Denizli |
Işık Nedir? Dalga mı Parçacık mı? What is the light?
-Young's Two-Slit Experiment with Laser Light -
Turn
the laser on and
off by
clicking on the power switches. Adjust the gap between the slits using
the slider.
Dalga parçacık ikiliği
Dalga-parçacık-ikiliği, fizikte elektromanyetik
dalgaların aynı zamanda parçacık özelliğine sahip oldukları ve parçacıkların
da (mesela elektronların) aynı zamanda dalga özelliklerine sahip oldukları
anlamına gelir. Başka bir deyişle, ışık ve madde aynı anda hem parçacık hem
dalga özelliklerine sahiptirler; ne başlı başına bir dalga ne de başlı
başına bir parçacıktırlar.
Klasik olarak madde ve parçaçık modelleri tahayyül edilebilen iki farklı
varoluş tarzıdır. Işığın ve maddenin küçük taneciklerden mi oluştuğu, yoksa
uzaya yayılmış bir dalga olarak mı görülmeleri gerektiği sorularının kökeni
çok eskiye dayanır. 19. yüzyılın sonunda, kuantum kuramının gelişmesinden
hemen önce J. C. Maxwell'in electromanyetik kuramı ışık için çok sağlam bir
dalga modeli sunuyordu. Aynı zamanda atomların keşfi ile maddenin küçük
taneciklerden oluştuğu fikri de netlik kazanmıştı. Böylece ışık için dalga
modelinin, madde için ise tanecik modelinin geçerli olduğu düşünülüyordu.
Kuantum kuramının gelişmesiyle, hem ışığın foton denilen taneciklerden
oluştuğu hem de atomu oluşturan parçaçıkların aynı zamanda dalga
özelliklerinin olduğu keşfedildi. Böylece ne ışık için, ne de madde için
belli tek bir modelin geçerli olamayacağı görüldü. Her ne kadar insan
tahayyülünün dışında da olsa, madde ve ışığın hem parçacık hem de dalga
özelliklerinin bulunduğu sonucuna varıldı. Dalga parçacık ikiliği, madde ve
ışığın bu ikili doğasına verilen isimdir.
Gerçekte dalga ve tanecik modelleri birbirlerini dışlayan varlık biçimleri
olduğundan, bir nesnenin bir anda hem dalga hem de parçacık olarak görünmesi
mümkün değildir. Dalga parçacık ikiliğinden kasıt madde veya ışığın belli
koşullarda dalga, belli koşullarda ise parçacık özellikleri göstermesidir.
Dalga olarak mı yoksa parçacık olarak mı görüneceği ise bizim onu nasıl
gözlediğimize bağlıdır. Madde parçacıkları, eğer konumunu ortaya çıkaran bir
gözlem de bulunursak parçacık gibi, momentumunu (hızını) ortaya çıkaran bir
gözlem de bulunursak dalga gibi görünmektedirler.
Maddenin bu ikili karakteri yalnızca atom seviyesindeki gözlemlerde (mikroevren
de) ortaya çıkmaktadır.
|
|
|
|
|
Çift yarık deneyi
Çift yarık deneyinde ışık iki ince yarıktan geçirilerek, yarıkların
arkasındaki ekrana yansıtılır. Ekranda girişim deseni denilen aydınlık ve
karanlık çizgilerden oluşan desen görülür. Klasik fizikte parçacık olarak
bilinen elektron, proton ve nötronlarla yapılan deneylerde de aynı neticeye
ulaşılır.
1805 yılında Thomas Young, Çift yarık deneyini ışığın dalga özelliklerini
kanıtlamak için gerçekleştirdi. 1927 yılında Clinton Davisson ve Lester
Germer elektronların da dalga özelliklerine sahip olduklarını kanıtladılar.
Deneyin neticeleri
Yarıkların biri kapatılırsa girişim deseni kaybolur ve yarığın arkasında
sadece bir aydınlık çizgi gözükür. Herhangi bir yöntemle ışığın hangi
yarıktan geçtiğini ortaya çıkarmaya çalışıldığı an da girişim deseni
kaybolur.
Deneyin gerçekleştirilebilmesi için önşartlar
Yarıktan geçirilen ışığın tek renkli, yani mümkün olduğunca aynı dalga
boyunda olması gerek. Çünkü eğer farklı renkli yani farklı dalga boylu
ışıklar kullanılırsa ekranda sürekli kayan bir girişim deseni oluşur.bu da
karanlık ve aydınlık sacakların net olarak farkedilememesine neden olur.
Girişim
Işığın dalga özelliğini en iyi açıklayan olaylardan birisi girişim
olayıdır...
Girişim olayını su dalgaları örneği ile açıklayabiliriz. Suya bir taş
atarsanız
iç içe halkalar oluşur, benzer olarak suya daldırılmış iki çubuk düşünelim,
bunlar elektrikli bir motor sayesinde devamlı iç içe halkalar oluştursun, o
zaman bu iki kaynaktan gelen yuvarlak dalgalar birbirlerini bir çok noktada
keser.
Burada üç önemli olasılık
vardır:
1. Dalga tepeleri üst üste gelince en yüksek noktalar oluşur,
2. Dalga çukurları üst üste gelince en çukur noktalar oluşur,
3. Bir dalganın tepesi ile diğerinin çukuru üst üste gelirse
orada herhangi bir dalga hareketi gözlenmez
Bu olay dalgaların genel bir özelliğidir...İki
dalga bir birini
nötrleyebilir... Işığın dalga olduğunu iddia etmemizdeki temel neden ışığın
dalgaların özelliklerini göstermesiydi..eğer iki eş (frekansları aynı) ışık
kaynağını düzgün bir deney sistemi oluşturup bir perdenin önüne koyarsak
perdede
birbirini takip eden karanlık ve aydınlık çizgiler görürüz... İşte burada
karanlık yerler ışık dalgalarının birbirini yok ettiği yerleri gösterir...
Çok
aydınlık yerler ise ışık dalgalarının birbirlerini güçlendirdikleri yerleri
belirtir...
Frekansları farklı ışık kaynakları
bizim algılayamayacağımız
kadar hızlı değişen girişim örneği vereceğinden adi ışık kaynakları ile
girişim
deneyleri yapamayız. Bunun çaresini ilk defa 1801 yılında İngiliz fizikçisi
Thomas Young buldu.
Işığı ilk önce tek bir yarıktan
geçiririz .. Küçük bir yarıktan
ışığı geçirirseniz o yarık bir ışık kaynağı gibi davranır.. Böylece elimizde
bir
ideal bir ışık kaynağımız olur. Ancak girişim gözleyebilmemiz için 2 tane
birbirlerinin aynı ışık kaynağına ihtiyaç vardır. Bunu sağlamak için üstünde
iki
tane yarık bulunan bir levhayı birincisinin önüne koyarız.. ve bu iki yarık
iki
farklı ışık kaynağı gibi davranır. Bu iki ışık kaynağının önüne bir perde
koyarsak girişim desenini görebiliriz..
Çift yarık deneyi Dr. Quantum
Dr.Kuantum: Çift Yarık Deneyi 'Kuantum Fiziği'
Dr. Kuantum'un Türkçeleştirilmiş hali ile
yayınlanan çift yarık deneyine ilişkin anime videosunda kuantum fiziğinin
temel taşlarından çift yarık deneyinin daha iyi anlaşılması
sağlanabilmekte...
Çetin
BAL: 'Yukarıda linkini verdiğim video ünlü fizikçiler, nörobiyologlar,
doktorların rol alıp fikirlerini belirttiği ‘’What the bleepdown the rabbit
hole’’ isimli filmin tanıtım sayfasında yer alan elektronların davranışı ile
ilgili bir fizik deneyinin çizgi film olarak anlatılmasıdır. Bu kısa video
ya daha iyi anlaşılabilmesi için türkçe dublaj yapılmıştır.
-Veee, işte karşınızda kuantum tuhaflığının dedesi; çok detaylı ve anlaması
zor çift yarık deneyi!
-Bu deneyi anlayabilmek için önce parçacıkların veya küçük madde toplarının
nasıl davrandıklarını görmemiz gerekli.
(Filmde bir makine görüyoruz, üzerinde ‘’marble
machine= mermer makinası’’ yazılı’’ oradan mermer toplar atılıyor)
-Eğer, biz karşıdaki ekrana gelişigüzel bir cisim atarsak, örneğin mermer
gibi, ekranın arkasındaki duvarda bir desen oluştuğunu görürüz. Bu desen
mermer parçalarının yarıktan geçerek duvara vurdukları yerde oluşuyor.
-Şimdi, biz öndeki ekrana ikinci bir yarık daha eklersek atılan mermer
parçacıkları buradanda geçer ve biz arkadaki duvarda aynen birincisi gibi
ikinci bir desen bantı daha görürüz. Zaten beklediğimiz şeyde budur.
-Gelin şimdi de dalgaların hareketine bakalım. (Film
de durgun bir su, tek yarıklı ekran ve gene aynı duvar görünüyor.)
Suya bir mermer parçası bırakıldığında dalgalar oluşuyor, ekrana çarpıyor,
yarıktan geçiyor ve büyük bir yoğunlukla duvara vuruyor. Ortaya çıkan desen
yarıkla aynı hizada.
En arkada duvardaki çizginin düzgünlüğü çarpmanın şiddetini gösteriyor. Bu,
aynen duvarda mermerlerin meydana getirdiği düz çizgi halindeki desene
benziyor.
-Ancaak, öndeki ekrana ikinci bir yarık daha eklediğimizde daha farklı
birşey oluşuyor.
Meydana gelen dalgalardan birinin tepe noktası diğerinin dip noktası ile
karşılaştığında birbirlerini yok ediyorlar.
Böylece arkadaki duvardada bir girişim deseni oluşuyor. Her iki dalganın
tepe noktalarının kesişme yerlerinde yoğunluk en yüksek durumda ve bunları
parlak çizgiler olarak görüyoruz. Fakaaat, dalgaların birbirlerini yok
ettikleri yerlerde ise hiçbirşey yok.
Dolayısıyla, iki yarıktan içeri katı cisimler attığımız zaman duvarda iki
bant elde ediyoruz, ama gene aynı iki yarıktan dalgalar geçtiğinde pek çok
dalganın oluşturduğu bir girişim deseni meydana geliyor.
-Evet, buraya kadar herşey çok iyi.
Şimdi de kuantuma gidelim. (Yaşlı dede buraya ulaşmak
için kolundaki bir düğmeye basıyor ve başlıyor anlatmaya):-
-Bir elektron çok çok çok küçük bir madde parçasıdır, sanki çok küçük bir
mermer top gibi. Şimdi bu elektronu ekrandaki tek yarıktan geçecek şekilde
ateşleyelim.
-Bu elektronlarda aynen biraz önce gördüğümüz mermer parçaları gibi
davranıyor ve arkada tek bir bant oluşturuyor.
O halde biz elektronları iki yarıktan geçecek şekilde ateşlersek arkada
mermer toplarda olduğu gibi iki bant elde etmemiz gerekiyor.
-Ama o da nesi! Bir girişim deseni!!! Biz elektronları, yani çok çok küçücük
cisim parçalarını her iki yarıktan geçecek şekilde ateşledik ve mermer
topların meydana getirdiği desene değilde dalgaların oluşturduğuna benzer
bir desen elde ettik .
-Peki nasıl oluyorda madde parçacıkları sanki dalgaların yaptığı gibi bir
girişim deseni meydana getirebiliyorlar ? Bu hiç akla yatkın değil.
- Fakaat, fizikçiler zekidir. Atılan o küçük parçacıkların (topların) belki
de birbirlerine çarptıklarını ve bundan dolayı dalga gibi bir girişim deseni
meydana getirdiklerini düşündüler. Bunu engellemek içinde elektronları birer
birer ateşlemeye karar verdiler. Bu şekilde birbirleri ile temas etmeleri
mümkün olmayacaktı. Ama, ateşleme işleminden bir saat sonra duvarda gene
aynı girişim deseni ortaya çıkmaya başladı.
Sonuç kaçınılmazdı.
-(Ekranda bir elektronun değişik noktalara çarpması
görülüyor)
Elektron atıldığı anda bir parçacık olarak harekete başlıyor, daha sonra bir
parçacıklar dalgası haline dönüşüyor, her iki yarıktan geçiyor ve kendisiyle
girişim yaparak duvara bir parçacık gibi vuruyor.
Fakat, matematiksel olarak durum daha da tuhaf. Her iki yarıktan geçiyor ama
hiçbirinden geçmiyor ve bir tanesinden geçiyor ve de sadece öbür yarıktan
geçiyor.
-Bütün bu olasılıklar birbirleri ile bir süperpozisyon oluşturuyor. İşte bu
sonuç fizikçileri çok şaşırttı ve zorladı, dolayısıyla elektronun hangi
yarıktan geçtiğini gözetlemeye karar verdiler.
-Yarıklardan birinin yanına bir ölçüm cihazı yerleştirdiler (ekranda
yuvarlak bir başı olan ölçüm cihazı görülüyor) ve elektronun
hangi yarıktan geçeceğini tesbit etmeye çalıştılar. (Ha, ha, ha kahkahalar)
Ancaak, kuantum dünyası onların hayal edebildiklerinden çok daha esrarengiz.
-Gözledikleri zaman elektron küçük bir mermer tanesi gibi davranıyordu.
Elektronlar aynen mermer top deneyinde olduğu gibi iki düzgün banttan oluşan
bir desen meydana getirdiler ve tahminlerin aksine çoklu bir girişim deseni
meydana gelmedi.
-Ölçüm veya gözlemleme işlemi elektronun sadece bir yarıktan geçtiğini ve
her iki yarıktan birden geçmediğini gösterdi. Elektron, sanki
seyredildiğinden haberi varmış gibi davranışını değiştirdi.
-İşte, bu noktada fizikçiler sonsuza dek kuantum olaylarının tuhaf dünyasına
adım atmış oldular. Madde nedir? Mermer toplarmı yoksa dalgalarmı ve neyin
dalgaları ve de bir gözlemcinin bunlarla ilişkisi nedir?
-Evet, gözlemci, sadece gözlemleyerek dalga fonksiyonlarını çökertmiş
oldu!!!
Işığın dalga ve parçacık yorumuna dair felsefi
yorumlar:
Kuantum fiziği ve
İnanç Evreninde bir gezinti
Gerçek, Biz
Ona Baktığımız Zaman Oluşur
Ne zaman bir kuantum sistemini gözlemlemeye kalksak, karşımıza çok garip
aynı zamanda da. can alıcı öneme sahip bir şeyin çıktığını, kuantum kuramı
daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren göstermiştir. Gözlemlenmemiş kuantum
olayı gözlemlenmiş olandan tamamıyla farklıdır. Bu Schrödingerin kedisiyle
ilgili olgunun ana noktasıdır. Önceden dalga ve parçacık halinde bulunan
gözlemlenmemiş elektronlar, gözlem ya da ölçüm anında dalga veya parçacık
haline gelirler. Önceden, dar iki yarıktan aynı anda geçmeyi gizemli bir
şekilde başaran görünmeyen foton ışınlan, birdenbire ya birinden ya da
ötekinden geçmeyi seçerler; karışmış kedilerin durumunu da buna
bağlayabiliriz. Kısacası, sonsuz ve çok olasılıklı kuantum dalga fonksiyonu
görüldüğü yada kaydedildiği anda tek ve sabit bir gerçeklik olarak çözünür.
Schrödingerin kedisini, ona baktığımızda ölü bulmadık, kimsenin anlayamadığı
garip bir şekilde, kedi biz ona baktığımız için öldü. Gözlem kediyi öldürdü.
Gözlem ya da ölçüm olayıyla ilintili olarak kuantum dalga fonksiyonunun
çöküşü bir kuantum gerçeğidir ve bu gerçek birçok başka soruna adaydır. Bu
açıklamasız bir gerçek olduğu, aslında da açıklanmaması gerektiği için tüm
ilginç soruları yanıtsız bırakır. Ayrıca bizi anlaşılır derecede yeterli bir
kuantum görüşüne sürüklerken, azımsanmayacak bir kuantum kargaşasına da
bulaştırır. Daha doğrusu, en azından şeylerden birinin kuantum sistemi
üzerinde bu etkiyi yaptığını biliyoruz. Başka şeyler de olabilir, çünkü
dalga çöküşüne yol açan şeyler henüz bilinmemektedir.
ŞUURUN FİZİĞİ VARDIR
Şuurun fiziği vardır ve bu fizik bize, kendimizle fiziksel gerçeklik
arasındaki bağ hakkında çeşitli önerilerde bulunur. Az sayıda fizikçi,
kediyi öldürenin fiziksel bir güç olmadığını kuantum kuramı açıkça
gösterdiğinden, kedinin ölümünü açıklayacak fizik-dışı bir açıklamanın
olması gerektiğini ileri sürerler. Sanki düzeneğin dışından bir güç, fizik
kurallarına uymayarak sırf Schrödinger ve kedisini kurtarmak için ortama
müdahale eder ve bizi de diğer olasılıkları dikkate almak zahmetinden
kurtarır. Bu metafiziksel gerçeklik birimi, gözlemcinin ölçüm aygıtı
olmadığı gibi, Schrödingerin denkleminde yer alan, tümüyle fiziksel
olan,gözlemcinin gözü ya da beyni değildir. Bu yüzden, kediyi öldüren
gözlemcinin kendisi olmalıdır, bu da gözlemcinin cismani olmayan, bedensiz
şuurudur.
Kuantum fizikçileri John Archibald Wheeler ve Eugene Wigner tarafından ileri
sürülen bir görüşe göre, elektronların garip dünyasıyla her gün yaşanan
gerçeklik arasında olması gereken en önemli bağ insan şuurudur.
Dalga fonksiyonunun, fizik-dışı doğası nedeniyle şuur tarafından
çökertildiği sonucuna varanlar aslında kendilerini ve kuantum fiziğini,
zihinle maddeyi ayrı iki varlık olarak gören eski Kartezyen görüşe bağlamış
kişilerdir. Bu anlayıştaki kişiler şuuru fizik dünyanın dışında, tıpkı
"makinedeki hayalet" örneği fizik dünyaya yabancı bir şey olarak görürler.
Aynı zamanda, "gerçeklik kavramının salt zihinde olduğunu" savunan
anti-realist görüşler ve ''birisi bakmadıkça dünya yoktur" düşüncesi de
yeterince doğru değildir.
" Başlangıçta burada hangi şuurlu varlık vardı da ilk dalga fonksiyonunun
çökmesini sağladı?" sorusu ise bizi asıl gerçeğe götürecek metafizik bir
sorudur.
Kuantumla her günkü yaşam arasında şuurun önemli bir bağ oluşturduğu
şeklindeki düşüncenin başlangıç noktası ise çok farklıdır. Yeni bir
"Kuantum-kişi" tanımlama projesi, kuantum fiziğinin ve belki de özellikle
kuantum mekaniğindeki şuur modelinin kendimizi yani ruhlarımızı doğanın "hem
içinde hem dışında" doğanın işleyişinin gerçek yardımcıları olarak görmemizi
sağlamasına dayanır. Böyle bir uslamlama, biz şuurlu yaratıkların evrendeki
her şeyle nasıl ilişki içinde olduğunu anlatır. Fakat şuurun kuantumla
ilgili işlemler üzerindeki etkisi daha da ileriye gider ve metafizik
yorumlarla desteklenmesi gerekir. Şuurun spiritüel açıdan kuantumla ilgisini
ele alacak olursak şunları söylemek mümkündür. Maddenin organik düzeyini
hazırlayan evren kimyacıları (ruh varlıkları) diğer ruh varlıklarının
tekamül ihtiyaçlarına göre bu aracı yenileştirmek, eğitmek, yetenekli hale
getirmek için sürekli etki değişimi uygularlar. İhtiyaç sahibi ruh varlığı
da değişen her araçta gücünü, bilgisini dener ve özünde14 bilginin
kullanabilirlik oranını arttırır ve maddeyi geliştirmeye devam eder.
Işık dalgaları gibi hareketinden ötürü adına "dalga" denilen süptil
karakterde ve "parçacık" adı verilen kaba karakterde olmak üzere iki önemli
unsura sahip olan elektron-parçacıkları, ayrı olmalarına karşın her biri
zaman ve mekan içinde kendilerine özgü kesin bir yer kaplamaktadırlar.
Maddeyi oluşturan, parçacıklardır ve Newton fiziğinde de parçacıklar temel
unsur olarak düşünülmüştür. Dalga paketi olarak bilinen bu Dalga/Parçacık
ikilisinin adı, Kuantum gizemidir. Dalga paketi üzerinde yapılabilmesi en
ümit edilecek şey; paketin, pozisyon ve hızının belirsiz okunmasıdır.
Tübitak Yayınları içinde parçacık ve
dalga kavramına yaklaşım
Işık bazen parçacık, bazen
da dalga şeklinde davranıyor. Benim merak ettiğim bunun günlük yaşamımızdaki
önemi nedir? Mesela sadece parçacık ya da sadece dalga şeklinde davransaydı
neler olurdu? Ya da olmazdı? Hangi araçları kullanabilir ya da hiç
kullanamazdık? İlginize şimdiden teşekkürler. (Hüseyin Efeoğlu)
Bu sorunun çok anlamlı olduğundan emin değilim çünkü ışığın her iki özelliği
göstermesi, doğanın nasıl çalıştığını belirleyen kuantum yasalarının bir
sonucu. Sadece dalga veya sadece parçacık olsaydı dediğimizde bu kuantum
yasalarının geçerli olmadığı anlamına geliyor. Kuantum yasaları da
çevremizde gördüğümüz doğayı tamamen belirleyen şeyler. Örneğin kuantum
yasaları doğru olmasaydı atomlar var olamazdı (geçen yüzyılın başında
farkına varılan bu problem, kuantum yasalarının geliştirilmesinde itici
güçlerden biri olmuştu). Atomlar olmasaydı, bildiğimiz anlamda madde olmazdı
ve sonuçta biz de olamazdık. Veya bütün sıcak cisimler sonsuz miktar ışıma
yaparlardı (ısıtılınca akkor haline gelen cisimlerin yaydığı ışıma türü).
19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkarılan bu problem de kuantum kuramının
geliştirilmesine neden olmuştu. Normalde yüksek enerjili fotonların
yayınlanma olasılığı düşüktür ve bütün cisimler sonlu miktarda ışıma
yayarlar. Ama ışık dalga olsaydı, toplamda sonsuz miktarda ışık yayınlanması
gerekirdi. Bu da bütün cisimlerin sahip oldukları bütün ısıl enerjilerini
bir anda kaybetmeleri ve aniden mutlak sıfır sıcaklığına düşmeleri demek.
Ama, bu kadar derine inme dersen ancak bir kaç tane önemsiz şey
sıralayabilirim. Eğer ışık dalga olmasaydı CD’ler ve sabun köpükleri renksiz
görünecekti. Işık parçacık olmasaydı neler olurduya şu an için basit bir
örnek bulamadım.
Sadi Turgut
Kuantum
Etkisi
Atom altı parçacıklar arasındaki nükleer etkileşime
'kuantum etkisi’ denir. Kuantum kuramı bu etkileşimlerin dilini çözmeye
çalışır. Kuantum, enerji paketleri yada ışıma birimlerine verilen isimdir.
Kuantum sözcüğü aynı zamanda, hem parçacık hem de dalga terimiyle eş
anlamlıdır. Yani kuantum, ikili özellik gösteren, statik olmayan bir şeyi
anlatır. Bir şeyin iki farklı gerçeklikte tezahür edebildiğini ifade eder.
Örneğin, Zen Budistleri ayı göstermek için bir parmağa ihtiyaç olduğunu,
fakat bir kere ayın farkına vardıktan sonra parmakla canımızı sıkmamamız
gerektiğini söylüyorlar. Parmak, ay temel düşüncesini anlamak için bir
semboldür. 'Parçacık' ve 'dalga' ve 'aynı' ve farklı' sözcükleri de maddenin
doğasını anlatmak için birer semboldürler. Bütün sözcüklerin sembol olduğunu
düşünüp bu anlamda, sınırlarının ötesine geçmeye çalışabiliriz.
Görünürün ardındaki görünmeyen, yeni fizikle metafizik arasındaki köprülerin
kurulması için anlayışların esnemesi gerekiyor. Artık yapılan son çalışmalar
bizleri öyle bir noktaya getirmiştir ki, hem fizikçi hem de mistik için
kavram halindeki bilgi'nin sınırlarını belirlemeye çalışmak gittikçe
zorlaşmıştır. İşin gerçeği budur.
Zen ve Taocu düşünce gibi mistik düşüncenin de kozmik ve billur kollarının
uzantıları yeni fizikle kendini bütünlemektedir. Sembollerin işaret ettiği
yeni anlayışa ya da bilgiye kavuşup, sentezlerimizi yaptıktan sonra da
sembolü terk edip, Hakikatin ya da bilgeliğin özüyle meşgul olabilmeliyiz.
Bu Tao'cu bilge çuang çu'nun sözlerine de benzemektedir: 'Balıkçı sepetleri
balık tutmaya yarar; ama balığı tuttu mu insan sepeti unutur. Kapanla tavşan
tutulur ama tavşanı tuttu mu insan kapanı unutur. Sözler düşünceleri ifade
etmeye yarar, ama düşünceler kavrandığı zaman insan sözleri unutur.'
KUANTUM KURAMI NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
19. yy'ın sonlarına doğru Max Planck, atom altı parçacıklarının
tamamlayıcılığına benzer bir olay keşfetti. Isı ışımasındaki enerjinin
sürekli yayılmayıp kendini kesikli birimler şeklinde yahut enerji paketleri
şeklinde gösterdiğini buldu. Einstein, bu ışıma birimlerini 'kuanta' diye
adlandırdı. Bu yüzden ismini Kuantum Teorisi koydu. Einstein daha sonra,
ışık dahil bütün ışıma biçimlerinin hem dalga hem de kuanta biçiminde
yayılabileceğini ileri sürdü. Gerçektende daha sonra ışığın daha çok,
parçacık yahut 'foton' gibi davrandığı ve sürekli olmayan kuanta biçiminde
yayıldığı keşfedildi. Bununla beraber elektronlardan farklı olarak
fotonların kütlesiz olduğu ve daima ışık hızıyla hareket ettiği ortaya
çıktı. Kuantum teorisini daha iyi anlamak için atomu incelemekte büyük yarar
var. Atomun iç yapısı bu teoriyi anlamak için bize ışık tutacak.
ATOMUN İÇ YAPISI
Kuantum teorisinin ortaya koyduğu gerçeklerden biri atomun iç yapısıdır.
Tabii ki bu keşif sadece maddenin özelliklerinin deşifre edilmesiyle
kalmamış, bugüne kadar gerçeklik olarak kabul ettiğimiz birçok kavramın da
sorgulanmasına neden olmuştur. Madde, zaman, uzay, şuur, evren gibi
kavramların daha gerçekçi yaklaşımlarla anlaşılması için bu teoriden
yararlanmak mümkün olacaktır. Atomun MÖ. 400 lü yıllarda Demokritos
tarafından yapılan tanımı da artık geçersizdir. Demokritos maddenin daha
fazla bölünmesi mümkün olmayan en küçük parçasına yunanca bölünemez
anlamında "atom" demiştir. Maddelerin gerçekten de atomlardan oluştuğunu ise
ilk kez, 1808'de John Dalton ispatlamıştır. Günümüz fizikçileri yakalamaya
ça1ışhkça bizden kaçan soyut atom modelini ele almakta ve atomun belirli bir
şeklinin dahi olmadığını savunmaktadırlar.
Kuantum teorisine göre atomlar; proton, nötron ve elektronlardan meydana
gelir. Nötron ve protonların her biri kuark adı verilen üç küçük parçacıktan
oluşur. Çekirdek içinde ayrıca 206 çeşit atom altı parçacık olduğu
keşfedilmiştir. Bu parçacıklar, ışık hızına yakın hızlarda hareket ettiği
için bir "nükleer kuvvet kuantum etkisi" yaratır. Elektronlar ise bu nükleer
kuvvet nedeniyle çekirdeğin etrafındaki çeşitli yörüngelerde dans eder.
Elektronlar, hem kendi etraflarına hem de çekirdek etrafındaki yörüngelerde
spin hareketi ile döner. Spin hareketi, Dünyanın da hareketidir. O da bir
elektron gibi hem kendisinin hem de güneşin etrafında döner. Bir elektronun
bir atom da nerede olduğunu bildiğimizi söylememiz, bir gezegenin güneşin
etrafında nerede olduğunu bilmemizle aynı değildir. Klasik bir yörüngeyi
takip etmesi için bir elektronun belli bir anda tam olarak hem yerinin hem
de hızının belirli bir değeri olması gerekir. Oysa ki Heisenberg'in
belirsizlik prensibi'nin ortaya koyduğu gibi elektronun yörüngesini
belirlemek için yapılan her ölçüm onu o kadar bozar ki hangi yörüngeyi
izlemekte olduğunu belirleyemeyiz.
Elektronların atomda bir yörünge izleyip izlemediklerini söylemek için bir
yol yoktur ve buna inanmak için de bir neden yoktur. Bu ölçümdeki bir
zorluktur. Bir elektronun yerini katı olarak belirlediğimizi düşünsek bile,
bizi aldatıp tamamen başka bir yerde olabilir. Elektronlar sadece parçacık
olarak davranmazlar. Bazen uzayda küçük bir bölgeye yerleşmiş gibi
görünürler, bazen de daha geniş bir bölgeye yayılıdır. Elektronlar
nesnelerin var olduğu gibi varolmazlar. Ancak 'varolma eğilimi' gösterirler
ve bir elektronun yerinin çok hassas bir ölçümünü yapmış olsak bile bu,
elektronun büyük bir ihtimalle orada bulunabileceği anlamına gelir.
Elektronlar hem bir parça hem de dalga paketinin özelliklerini taşıdıkları
için bir yaprak ya da bir deniz kabuğu gibi kabul edilmezler. Hiçbir fizikçi
onu görüp dokunamaz çünkü henüz elektronu kavramlarımızla ve dilimizle
açıklayacak durumda değiliz.
Evren yalnızca düşündüğümüzden daha gizemli değil, fakat düşünebildiğimizden
de gizemlidir. Kuantum fiziği daha da ileri giderek aslında dalga ve
parçacık tanımlarının ikisinin de tek başına doğru olmadığını söyler.
Varlıkların dalga ya da parçacık gibi olduğunu düşünmek, onların doğasını
anlamaya çalışırken bizim için önemli olacaktır, ama asıl en önemlisi
temeldeki ikiliği anlamaktır. Yani temelde kuantum denen bu 'şey' aynı anda
hem dalga hem parçacıktır.
DALGA VE
PARÇACIK İKİLİĞİ
Kuantum
fiziğinin maddenin doğasıyla ve belki de kendi varoluşuyla ilgili önermesi
en devrimci ve bizim açımızdan da en önemli olanıdır. Önermenin temeli
dalga/parçacık
ikiliğine dayanır. Dalga/parçacık ikiliği bütün varlıkların atom-altı
seviyede ya çok ufak bilardo topları gibi parçacıklardan ya da deniz
üzerindeki dalgalar gibi dalgalardan oluşma durumudur.
Kuantum kuramının öne sürdüğü parçacıklar aynı anda hem dalga hem
parçacıktır önerisinin Newton fiziğine uygulanabilmesi mümkün değildir.
Newton fiziğinde gözle gördüğümüz tüm varlıkların en küçük ve bölünmez
parçasına atom dendiğini ve bunların birbirlerini çekip, ittiğini ve sürekli
birbirlerine çarptıklarını biliyoruz. Bunlar her biri uzay ve zamanda
kendine ait yeri kaplayan, birbirinden ayrı, katı oluşumlardır. Diğer
yandan, dalga hareketleri ise, ışık dalgalarında olduğu gibi eterimsi uçucu
bir zemindeki titreşimler gibidir. Newton'un fiziğinde hem dalgaların hem de
parçacıkların rolü vardır, ama parçacıkların daha temel olduğu ve her bir
parçacığın maddeyi oluşturduğu düşünülmüştür.
Kuantum fiziği için ise, hem dalga hem de parçacık aynı derecede temel
unsurlardır. Her biri maddenin beliriş yollarından biridir ve maddeyi ikisi
birlikte oluşturur. Hiçbiri kendi içinde tamamlanmış değildir ve ikisi
birden bize bir gerçeklik tablosu çizmek durumundadır. Bu da, asla ikisine
birden aynı anda net bir şekilde bakamayacağımız anlamına gelir. Bu durum,
kuantum kuramında Tamamlayıcılık ilkesi kadar önemli olan Heisenberg'in
Belirsizlik ilkesinin özüdür.
BELİRSİZLİK
İLKESİ
Belirsizlik ilkesine göre dalga ve parçacık tanımlamaları birbirlerine engel
olurlar. Varoluşun tam anlamıyla anlaşılması için her ikisinin de aynı anda
ulaşılır olması gerekirken, belli bir zamanda ancak birisine ulaşmak
mümkündür. Bu durumda, ya elektron parçacık konumundaysa onun kesin
durumunu, ya da dalga konumundaysa momentumunu (hızını) ölçebiliriz. Fakat
asla ikisini birden aynı anda ölçemeyiz.
Elektronların çoğu ve atom altı varlıklar, ne tam anlamıyla parçacık, ne de
dalgadırlar; onlar daha çok "dalga
paketi"
diye adlandırılan, ikisinin muğlak karışımıdır. Bu nokta, dalga ve parçacık
ikiliğinin ve kuantum gizeminin devreye girdiği yerdir. Dalga ya da parçacık
değerlerini ölçerken ulaşmak istediğimiz asıl ölçü, ikiliğin ortak değerleri
nedeniyle her zaman için gözden kaçacaktır. Dalga paketinin ölçümünden
umacağımız en iyi sonuç, durumu ve hızıyla ilgili tam olarak belirlenemeyen
bir değer olacaktır.Bu belirlenemezlik olgusu Belirsizlik ilkesinin
kaynaklandığı yerdir. Koca bir kazan çorba içerisindeki şeyler gibi, hiçbir
şeyin sabit ve tam anlamıyla ölçülebilir olmadığı ve her şeyin belirsiz,
sanki hayaletvari, kolay anlaşılamayacak olma olgusudur ve Newtoncu
determinizmdeki her şeyin sabit, belirli ve ölçülebilir olma olgusunun
yerine konmuştur.
Nasıl başka bir insanı asla tam anlayamıyor, ne kadar düşünsek de onun
özünü bir türlü kavrayamıyorsak temel parçacığı da anlayamayız. Bazı kuantum
kuramcıları, ki bunlar arasında Niels Bohr ve Heisenberg gibi çok önemli
kuramcılar da vardır. Gerçekliğin temelde belirsiz olduğunu, bilinen günlük
yaşamımıza bir taban oluşturacak sabit ve net hiçbir şeyin olmadığını ileri
sürmüşlerdir.
Gerçeklikle ilgili her şey bir olasılıktır ve öyle kalmaya da mahkumdur. Bir
elektron bir parçacık olabilir, bir dalga olabilir, ya da falanca yörüngede
olabilir, yani her şey olasılık dahilindedir. Böyle şeyleri ancak verili bir
durum içindeki genel sınırlandırmalar dahilindeki en mümkün olasılıkları
dayanak alarak önceden tahmin edebiliriz.Gerçekliğin aslında birçok olasılık
içerdiğine dayanan bu görüşle bizler kuantum kuramının yanıtlanmamış ana
sorusuyla baş başa kalmış oluyoruz:
"Bu
dünyada herhangi bir şey nasıl olur da hakiki ya da sabit olabilir?"
Bu
Newton'un, yeni olan hiçbir şeye yer olmayan, bir makine gibi tıkır tıkır
işleyen evrenindeki açmazın tam tersidir. Newton'u okurken,
"herhangi bir şey nasıl olur?"
diye
sormamız gerekir. Kuantum mekaniğinin Bohr-Heisenberg yorumundaki en büyük
sorun ise,
"herhangi bir şey nasıl varolur?"dur.
Oysa ki, salt katı mekanistik bir evren olamayacağı gibi, gerçeklikle ilgili
her şeyin olasılık kapsamında olduğu tesadüfi bir evren de yoktur. Yaratıcı
Gücün yasalarıyla belirlenmiş, yaratılmış ve kendi kendini olağanüstü bir
düzenle koordine eden "Ruhsal Evren" kavramını algılamaya çalışmakta ve onun
günlük yaşamdaki izlerini bulup, uygulamaya çalışmakta büyük yararlar
vardır.
Einstein'ın izinden giden bir grup coşkulu kuantum kuramcısı, böylesine
belirsiz ve olasılığa dayalı bir gerçekliğin insanın algılama sınırlarının
ötesinde olduğunu savunmuşlardır. Einstein
"Tanrı evrenin
varoluşu üzerine zar atmaz",
diyerek evrenin bilinmez kurallarla işlemesine izin vermeyeceği görüşü
oldukça gerçeğe yakın ve aslında metafizik bir görüştür. Bilimle metafizik
arasındaki köprülerin kurulması bu yüzden çok önemlidir. Bilim varoluşla
ilgili temel sorulan açıklayamaz. Bu sorulara yanıt aramak bilimin disiplini
dahilinde değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, bilimin laboratuarda elde
ettiği sonuçlar ancak ruhsallıkla birleşirse bir anlam ve derinlik kazanır.
Dalga Parça ve Kimya Fizik
AYDIN SARIKAYA
Quantum kimyası ve fiziği…Parçacık ve
dalga…Geleneksel idea ve madde ikileminin bir sürekliliği olarak ele
alınabilir mi? Buna göre, materyalizm bir parçacık teorisi olarak ele
alınırsa ne olur? |
1- idea/madde
Quantum kimyası ve fiziği…Parçacık ve dalga…Geleneksel idea ve madde
ikileminin bir sürekliliği olarak ele alınabilir mi?
Buna göre, materyalizm bir parçacık teorisi olarak ele alınırsa ne olur?
Esasta materyalizmin ideolojik sistem kurguları hep olumsuzlanan bir
sürecin parçacığı niteliğini yansıtır. Her ne kadar ana parçacık niteliği
gibi olsa da bu parçacık aslında bir taşıyıcı kurgu niteliğindedir.
İdealizmin buna göre dalgacık olma konumu ne olur?
Dalga sisteminin işleyişinde ideaların kendi etkinliği ele alınabilir…
Materyalizmin buna göre parçacık oluşu ile, idealizmin de esas olarak
dalgacık olma durumunda , organik hayat nereye oturtulabilir?
Duyumsal işleyişler ve bellek olgusu bir enerji alanı olarak idealizmin
veya dalga kuramının kurgusu olabilir mi?
Maddenin veya parçacığın kendi işleyimindeki dalgalanma veya ideal olma
konumları bir yönelim veya yön olgusunu gerektirir. Yön
eylemcilik…İdealizmin esas olarak kendi terminolojisindeki mistifikasyon
ve terminolojilerin doğası aynı anda bir enerji işleyimi olarak karşımıza
çıkar. Sezgiciliğin veya altıncı duyumun veya telepatinin bir bellek ve
enerji akışı olarak belirlenimi veya nitelenmesi gibi.
Parçacık ve
dalga….
1-*İdealizmin ve materyalizmin ve haliyle bunlara temel olan beden –
bilinç olgusunun kendi işleyiminde dönüşümleri olarak karşımıza çıkan
oluşumlar olur.
2-*Burada önemli bir belirlenimin kendiliğinden açığa çıkışı ise, bilinç
sorununun aynı anda bir geleneksel felsefe veya bilim alanı içinde kalan
bir olgu oluşu, ancak quantum alanı içinde bunun bir muamma olmaktan öte,
beyinin bir elektrodinamik işleyim modeli olarak belirlenim altında
kalışıdır.
Ancak,
3*Gelenekselin içinde kutsanan veya pasifize edilen bellek ve haliyle buna
dair anımsama veya unutma olguları ise, quantumun kendi gelişimi içinde ki
teknolojinin ortasında yer alan belirleyici bir değer niteliğinde
olmaktadır.
4*İdealizmin ve materyalizmin buna bağlı olarak içerdiği bilinç ve öğrenme
olgularına dair paradigmaları ve bunların yöntemsel belirlenimini yansıtan
özne olarak ilişki sistemleri haliyle bir quantum olgusu olmaktan öte, üç
boyutlu sistemin kendi işleyimini yansıtır.
5*Ancak ilişkinin ne’liği üstüne süregelen paradigmalarla yaşanan
zayıflıklar için üretilen kayıt sistemleri ve bunların teknolojik olgu
olarak kendi dillenmesi halindeki bellek teknolojisi ve bunların proğram
sistemleri, ilişki olgusunu olumsuzlayıcı ve pasifize edici hale
getirirken, kayıt teknolojisinin gelişimi ve işleyimi ilişki olgusunun
öznesi haline gelir.
Veya da , geleneksel ilişkinin ve haliye onun için üretilmiş olan
idealizm ve materyalizm kategorilerinin birer komut türüne dönüşümünü
oluşturur.
6*İlişkinin ve haliyle bilincin ve öğrenmenin doğası olarak gelişen
paradigmaların buna göre esas kaynağı veya hedefi niteliğindeki insan
anatomisinin doğasına dair dönüşümün gelişimini ele almak gerekirse?
Bunun tarihsel ipucu olarak idealizmin ve materyalizmin bir devlet modeli
halinde yapılaştığı amerikan ve sovyet bilimlerinin kurumları arasında
çekişme ile yansıyan ‘gen’ araştırmaları başlangıcı ile ele alınabilir.
7*Genetik bilimin gelişen bellek teknolojisi ile birleşimi ile gelişimi
görülebilecek olan bioquantum olgusunun, evrim kuramınıda nasıl bir dalga
parçacık ikilemi üstünde temellendirdiği anlaşılır -anlaşılabilir-.
8*Geleneksel evrim kuramının –darvinvari- idea ve madde biçiminde taşıdığı
paradigma, -din ve bilim gibi..- quantum evrimi halinde iken nasıl bir
paradigma oluşturur?
Geçmiş zaman söylemi içindeki öyle miydi böyle miydi nasıl başladığı konu
olan organik yaşam türünün kendi işleyimi içindeki günümüzde olan konumu
ise, quantum teknoloji ve olgularının insan sonrası bir yaşam türünün
nasıl olması gerektiğine dair uygulamaları ile varsayımlar olarak
karşımıza çıkar .
Daha da önemlisi buna bağlı olarak gelişen insan kopyalama, organ nakli
veya sibernetik bilinç veya organik sisteme eklemlenen çip olguları, buna
göre evrimi, günümüz toplumsal gelişimin öznesi kılan bir olgu haline
getirir.
Nasıl bir toplumsal belirlenim ile nasıl bir evrim olgusunun
üretilebileceği?
9*Bu anlamda ilişki olgusu ve öğrenme ve bilinç sorunsalları, bir kurgusal
misyonla aktifleştirilmesi gereken olgular haline dönüşür. Ancak bu
durumda belleğin ve işleyimi gereken proğramları taşıyıcı olarak quantum
bilgi teknolojisi ve haliyle bunlara dair toplumsal varoluş biçimi
kendiliğinden bir belirleyici misyon haline gelir.
10*Bu durumda idealizmin ve materyalizmin ve bunlara dair bilinç ve
öğrenme kategorileri, kendi işleyiminde bir bellek teknolojisi ve bunların
proğramlama sistemleri karşısında nasıl dönüşüme uğrar.?
11*Bu tarz bir dönüşümün kendi işleyiminde toplumsal oluşumları
belirleyici olan olgu nedir?
Bunların kaynağı olan temel belirlenim aslında fizik ve kimya alanlarına
dair bir oluşum olarak ele alınabilir mi?
Fiziğin ve kimyanın buna göre yöntemsel belirlenim altında etkinliği
tarihsel olarak nasıl ele alınabilir?
İdealizmin ve materyalizmin buna göre işleyiminde taşıyıcı olan esas olgu
fizik ve kimya olarak ele alınabilir mi?
Duyum(sama)lar bunların temelinde mi?
2: kimya /
fizik
12*Quantumun öncesinde gelişen bilimler arası yöntem olgusu kendi
ikilemini buna göre bu alanlara dayatır…fizik mi kimya mı? Materyalizmin
değişim kanunları fiziği esas olarak görür…evrimin işleyiminde de fizik
olgusu temeldir…bundan hareketle diyalektik olgusu da bir fizik
yasasıdır..kimyanın işleyişinde ise esas olarak bilincin ve haliyle
organik hayatın bir ırkçılık (gencilik ) olgusuna dayanan dönüşümü
karşımıza çıkar…nihayetinde idealizm ve materyalizmin kendi gölgeleri
olarak yalnızca ad ve sıfat gibi dilsel terimsel belirenimi değil, aynı
anda fizik ve kimya olarak belirli bir ikilemi taşıyıcıdır….
Ancak,
13*Quantum olgusunun kendi işleyişinde de başlangıç noktası olarak
karşımıza çıkan bu ikilem, quantum kimyası mı quantum fiziği mi olarak
gelişirken, gene esas olgu, kendiliğinden bir bilinç ve öğrenme sorunu
olarak yapılaşmaktan öte bir olgu değildir…
Oysa quantumun kendi işleyiminde atom altı parçacık niteliği ile gelişen
hem organik hem de inorganik ayrışımı yok eden ve aynı anda ikisinide
kurgusal olarak belirleyici kılabilen bir durum karşısında ne olacak?
14*Bu gün için quantumun kendi işleyimindeki , terminolojik veya yaklaşım
farklılaşımları esasta fizik ve kimya alanlarının etkisinden kaynaklanıyor
denebilir mi?
Ancak her durumda da , her ikisi de atom üstü bir belirlenimin, yani atom
düzeyinin kendisiyle kalan olgular olmaz mı?
Eğer cevabı evet dersek, geleneksel olanın kendi içindeki yok oluş atom
bombasının işleyiminden de daha acıklı olmaktadır…acı….
15*Quantumun buna göre belirleyici olarak etkinliğini bulabileceğimiz
olgu, kendiliğinden bu teknolojinin toplumsal varoluş için kurgusal
nitelikte belirlenimleri ve planlanışları olur…bunun etkinliğini ise, bu
teknolojide karşımıza çıkan bellek olgusunda bulmak ve haliyle bu belleğin
kendi işleyimindeki proğram türdeşliği içinde bulmak sanırım daha da
önemli bir alan olarak karşımıza çıkar..
İnsan ve özellikle de düşünen ve bilinçli insan türü için karşımıza çıkan
tarihsel idealizm ve materyalizm paradigmaları içinden bakıldığında, bu
aşama kolay kırılabilecek bir durum değil..Veya da ancak insan ötesi bir
varlığın doğum sancısı gibi durmaktadır…fiziksiz ve kimyasız bir yaşam
türü…
16* Hem fiziğin hem de kimyanın bireşimi olan bir alan olarak bioloji….
Quantum bioloji olarak elektromagnetik işleyimlerin doğası ne kimyasal ne
de fizikseldir..ancak her ikisidir..bu durumda da biolojik olarak
gelişimin kendi doğasının işleyimindeki elektromagnetik olguların kendi
dili kendiliğinden bir bilinç veya öğrenme olgusu olmaktan öte, bir bellek
olgusudur ve ay.n/r.ı bir bellek verisi olma sorunu…
Zaten geleneksel olandaki bilinç olgusunun doğasındaki işleyiminde ,
bilginin doğası ve işleyimi temel veya belirleyici doğasını kendin(de)lik
sisteminde açığa çıkarır.
Sen seni bil
sen seni bilmezsen
ya nice bilmektir,
gibi
…
(2003-Aralık)
Kuantum Fiziğine Felsefi Bir Bakış
Yirminci yüzyılın başlarından günümüze kadar, özellikle son elli yıl içinde,
bilimdeki gelişmeleri izledik ve sonuçlarından yararlandık. Bu gelişmeler
içinde fizik alanındaki aşama bir devrim niteliğindedir. Bu yeni bir çağın
açılışı, yani klasik fiziğin bitip, modern fizik kavramının oluşması çapında
bir değişimdir.
Bu elli yıl içinde, en önemli ve devrim niteliğinde olanlar, Özel ve Genel
Rölativite yasaları, Kuantum Mekaniği, Hologram ve Molöküler Biyoloji
alanında öne sürülen kuramlardır.
Kuantum Fiziği ( Mekaniği ) benim yoğun ilgi alanım olmadığı için, konuyu
felsefi açıdan ele alıp, düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Kuantum
olgusuna daha farklı bir pencereden bakmakla, düşünce ufkumuzun
genişlemesinin bizlere yarar sağlayacağı kanısındayım.
Konunun teknik yönü kadar felsefi yönünün de çok zor ve tartışmayı
tetikliyecek nitelikte olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle konuya ünlü bir
iki fizikçinin kuantum mekaniği hakkındaki düşünceleriyle bu işin ne denli
çetin bir ceviz olduğunu vurgulamaya çalışacağım.
Bristol üniversitesi fizik bölümünden Robert Gilmore'un Alis Kuantum
Diyarında adlı yapıtının önsözüne şu sözlerle başlıyor.
" Yirminci yüzyılın ilk yarısında evren anlayışımız tümüyle alt üst oldu.
Eski klasik fizik kuramlarının yerini, dünyaya bakış açımızı değiştiren,
kuantum mekaniği aldı. Kuantum mekaniği, yalnız eski Newton'cu mekaniğin
ortaya attığı düşünceleri değil, sağduyumuzla da pek çok açıdan uyuşmazlık
içindedir. Yine de bu kuramların en şaşırtıcı yanı, fiziksel sistemlerin
gözlenen davranışını önceden haber vermedeki olağanüstü başarısıdır. Kuantum
mekaniğinin bize saçma geldiği anlar olabilir. Fakat doğanın izlediği yol
budur. Biz de buna uymak zorundayız."
İkinci fizikçi Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünden Prf. Rıchard Feynman.
Feynman kuantum mekaniği ile ilgili öğrencilere verdiği bir konferansta,
konuya şu espiri ile başlıyor.
" Fizik yasalarının özelliklerini bilmek istiyorsanız, bu özel konunun
anlatılması zorunludur.
Bu zor olacak. Ancak gerçekte bu zorluk psikolojik. Kendinize sürekli " ama
bu nasıl olabilir " diye sormanızın yarattığı sıkıntıdan kaynaklanır.
Sorduğunuz her soru, onu anlaşılmış bir şeyler cinsinden görmek arzusunun
dışa vurumudur. Onu alışılmış bir şeye benzeterek açıklayacak değilim.
Yalnızca açıklayacağım.
Bir zamanlar gazetelerde " Görecelik " teorisinin sadece oniki kişi
tarafından anlaşıldığı yazılmıştı. Hiçbir zaman öyle bir dönem olduğunu
sanmıyorum. Onu yalnız tek bir kişinin anladığı bir dönem olabilir, çünkü,
daha kaleme almadan önce bu teoriyi fark eden kişiydi o. Ancak onun
çalışmalarını okuyan birçok kişi Görecelik teorisini şu veya bu şekilde
anladı. Buna karşın, kuantun mekaniğini kimsenin anlamadığını rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu nedenle, anlatacaklarımı gerçekten anlamanız gerektiğini
düşünerek dersi ciddiye almayın; Gevşeyin ve keyfini çıkarın. "
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Beni yüreklendiren temel düşünce, kuramsal
bilimlerin bir yerde felsefe ile iç içe oluşudur. Çünkü felsefi düşünce,
bilimsel tezleri yaratır, deney ise kanıtlar. Felsefe yine de bununla
yetinmeyip konuyu sürekli irdeler. Hiçbir şeyi kesin ve son olarak kabul
etmez. ( Bu kuşkuculuk Descartes Mantığıyla karıştırılmamalıdır. ) Bu görüş
aynı zamanda bilimin temelidir ve buna bilim felsefisi diyoruz.
Kuantum Mekaniğinin öyküsü kısaca şöyle gelişti. 1900 yılında kuantum
teoremini ilk ileri süren Max Planck'dır. Eintein 1905 yılında
fotoelektriksel etki konusunu ileri sürdü. Bu konuda Planck'ın kuantum
önermesinden yararlandı ve ışığın parçacıklara bölündüğünü savundu. Halbuki
Planck başta olmak üzere tüm fizikçiler ışığın dalga biçiminde
düşünüyorlardı. Sonuçta ışık kuantaları düşüncesini kullanarak
fotoelektriksel etkiyi tamamlayan bir denklem kurdu. Daha sonra gelişmeler
sonucu FOTON kavramı kabul gördü. İşin ilginç yanı, Einstein, Nobel ödülünü
Görecelik Kuramıyla değil, ışık kuantasını önermesi sonucu aldı.
Işık teorisini çok daha gerilerden aldığımızda, ilk önceleri ışığın yağmur
gibi, tüfekten atılan mermi gibi, bir parçacıklar, tanecikler sağanağına
benzer şekilde davrandığı varsayılıyordu. Daha ileri araştırmalar sonucu
bunun doğru olmadığı, ışığın gerçekte dalga gibi, örneğin sudaki dalgalar
gibi davrandığı ortaya çıktı. Sonra 20. Yüzyılda, ışığın bir çok yönden
gerçekten parçacıklar gibi davrandığı izlenimini uyandırdı. Fotoelektriksel
etkilerle bu parçacıklar sayılabiliyordu. Şimdi onlara foton diyoruz.
Zaman geçtikçe elektronların nasıl davrandıkları konusunda giderek artan bir
şaşkınlık başgösterdi. Dalga mı? Parçacık mı?, Parçacık mı?, Dalga mı?.
Eldeki veriler ikisine de benzediklerine işaret ediyordu. Gittikçe artan
kargaşada, 1925-26 yıllarında kuantum mekaniği için doğru denklemlerin
bulunmasıyla çözüme kavuşuldu.
Hepimizin bildiği gibi atom sözcüğü Yunanca atomos " kesilemeyen "
sözcüğünden gelmektedir. Bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan
oluşmaktadır. Çekirdekte ise proton ve nötron yer alır. Proton artı elektrik
yüklüdür. Nötronun ise elektrik yükü yoktur. Elektron ise eksi elektrik
yüklüdür. Proton Yunanca "ilk" anlamındadır. Işık elektromanyetik bir
olaydır ve foton şeklinde kuantize olmuştur. Fotonlar tüm elektromanyetik
etkileşmenin " taşıyıcısı " olarak davranırlar. Son yıllarda bulunan bir
parçacık da PİON dur.
Çekirdek fiziği atomltı parçacıklarını araştırır. Yeni bulunan bir parçacık
da kütlesinin proton ve nötron arasında olması nedeniyle, Yunanca orta
anlamına gelen " Mezon " denildi. Lepton "zayıf", Hadron "güçlü" , Baryon "
ağır" adlarını Yunanca'dan almaktadırlar. Bu gün için 100 ün üzerinde
atomaltı parçacığı bilinmektedir.
Birçok parçacığın ömrü o kadar kısadır ki, onları görebilmek için
İsviçre'deki CERN gibi hızlandırıcı tünellerde, hız verilip ömürleri
uzatılarak görülebilmekte ve filmleri çekilebilmektedir. 1970 yılına kadar
bilinen ve ömürleri 10 üstü -20 saniyeden uzun olan 22 temel parçacık
saptanmıştır.
Şunu da hatırlamak gerekir ki, atom kavramı yeni çağların doğa bilimlerinden
çok daha eskidir. Kökleri Antikçağ doğa felsefesine uzanan Leukippos ve
Demokritos tarafından öğretilen maddeciliğin temel kavramıydı. Yine M.Ö.600
lü yıllarda Hint'li bilge Buda'nın, atom kavramı üzerine çok doğru ve geniş
bir bilgi birikimiyle karşılaşıyoruz.
Yine günümüze döndüğümüzde, Rutherford'un deneyleri, atomların sert ve
parçalanmaz olmadıklarını, tersine içlerinde küçük parçacıkların hareket
ettiği büyük boşluklardan meydana geldiğini göstermektedir.
Buna göre atomaltı öğeler, ikili bir görünüme sahip, soyut varlıklar
gibidir, onları bazen parçacık bazen de dalga biçiminde algılamaktayız.
Einstein, ışığın ve genelde elektromanyetik ışınımın yalnızca
elektromanyetik dalgalar halinde değil aynı zamanda kuantalar olarak da
ortaya çıkabileceğini savunmuşur.
Bunun sonucu olarak, atomaltı düzeylere inildikçe tam olarak belirli bir
kesinliğe sahip olunamadığı görülüyor. Yani atomaltı bir fenomenin nasıl
gerçekleştiğini hiçbir zaman önceden belirli bir kesinlikte bilemeyiz.
Heisenberg'in " Böylece modern fiziğin vardığı sonuçlar bizleri gerçeklik,
uzay, zaman gibi temel kavramları yeniden tartışmaya zorladığından, modern
düşünce tarzına böylesine yakınlaşma ve uyma çabası, bizleri sonuçlarını
önceden kestiremeyeceğimiz yepyeni düşün aşamalarına götürebilir." Yaklaşımı
düşünce ufkumuzu açıp derinleştirmekte ve aynı zamanda bizleri
yüreklendirmektedir.
Yine Heisenberg'e göre " Gerçeklik hakkındaki tasarılarımızın, en güçlü, en
yoğun değişikliklere uğradığı alan kuantum teorisi alanıdır.
Kuantum mekaniğinin, belirsizlik ilkesi, Newton mekaniğini, dolayısıyla
19.yüzyıl bilim ve felsefesini temelinden sarsmaya başladığını görüyoruz.
19. Yüzyılın düşünceleri bilim ve felsefede büyük atılımlar yaratan
düşünceler ileri sürerken bile uygurlıkları mekanik prensipler nedeniyle "
Determinist " bir görüş sahibidir.
Doğanın ve kendi yaşamımızın geçmişten geleceğe tamamen önceden belirlenmiş
olduğunu kabul eden bir dünya görüşü olan determinizmin, belirsiz bir
dünyada belirlilik gereksinimini yaratır, klasik fiziğin de bunu
desteklediğini görüyoruz.
Max Planck " En keskin bilimsel araştırmalar bile hayal gücümüzün yaratıcı
yeteneği olmaksızın bir adım ileri gidemez. Bir insan " Nedensellik Yasasına
" aykırı şeyler üzerine bir kez olsun kafa yormazsa, onun uğraştığı bilimden
bir zerrecik olsun yeni bir düşünce beklemek boşunadır." Der.
Planck, rasyonalistler için de şu yaklaşımları dile getiriyor. "
Rasyonalistler en yukarıda, kendilerine mutlak görünen bir dayanağa, tanrıya
başvurdular ve kendilerini ilgilendiren ana sorunlara buradan, tanrının
kendisine yakıştırdıkları özelliklerden yola çıkmakla yanıt aradılar. Başka
bir deyişle, her felsefe sisteminde, sistemin yaratıcısında özel bir dünya
görüşü yansıyordu.
Kuanta teorisinin Kopenhag yorumuna bazı fizikçilerin karşı çıktığını
biliyoruz. Bunların en ünlüleri Einstein ve Schrödinger'dir,
Belirsizlik kuramıyla, determinist görüşün atomaltı fiziğinde geçersiz
olduğu kanıtlanırken, bunun doğal sonucu olarak bir çok değer yargısı ile
birlikte, kuramın temelinden sarsıldığını görüyoruz. Öyle ki, bunun kolayca
kabullenilebilecek şey olmadığı başta Einstein olmak üzere din, felsefe ve
bilim tarafından dirençle karşılanmış ve hala karşılanmaktadır. Einstein ,
olayların kapsamlı bir tanımının yapılması için yeterli belirleyici
yanlarını tamamen olanaksız olduğunu görüşünü kabul etmiyordu. "Sevgili
tanrı zar atmaz" cümlesi bu tartışmalarda ondan duyulan cümleydi.
Yakın dostu Paul Ehrefest, Einstein'a bir gün dayanamayarak şunları söyler.
" Einstein, senin adına utanıyorum. Çünkü yeni kuantum teorisine senin
karşıtlarının görecelik kuramına karşı ortaya koydukları kanıtlarla karşılık
veriyorsun. " Ama Eintein, kuantum teorisi fiziğin önemli bir dalı olduğunda
bile görüşünü değiştirmedi.
Her şeye karşın Einstein'in şu düşüncesini de paylaşmak ona karşı bir şükran
borcu olacaktır.
" İnsanın kendisi, doğasından gelen sınırlamalar ve yetersizlikleri olan
kimliğinden özgür hissettiği anlar vardır. Böyle anlarda, küçük bir
gezegenin bir noktasında, ebedi, anlaşılmaz olanın soğuk ama derinden
etkileyici güzelliğine, hayretler içinde bakarak durduğunu hayal eder; yaşam
ve ölüm içine akar ve ne evrim ne de kader yoktur, yalnızca var olmak
vardır."
Şimdi bu kuramların maddeye getirdiği yeni bakış açılarına bakalım.
Wıllıam Crookes, içinde çok az bir gaz bulunan cam borudan elektrik akımı
geçirerek bilimsel bir deney yaparken, elektrotların bir ucu olan Katot'tan
bazı ışınlar çıkıyor ve karşısına gelen cama çarparak flüoresan bir ışık
yolu meydana getiriyordu. Bu cam boruya bir mıknatıs yaklaştırılınca,
katot'tan çıkan ışın demetlerinin saptığını gördü. O güne kadar katı, sıvı
ve gaz olarak bilinen maddenin yepyeni bir durumu ortaya çıktı. Bu duruma
RADİON adı verildi.
Bu basit sonuç, bilimdeki akıl almaz sıçramaların başlangıcı olacaktır.
Röntgen bu yoldan hareketle adıyla anılan filmi bulmuştur. 1911 yılında
Rutherford, atom çekirdeğini bonbardıman etmesiyle, atomun bir yapıdan başka
bir yapıya dönüştüğünü kanıtlarken, bu gerçek aynı zamanda Mendelyeff'in
ünlü atom ağırlıklarına göre sıralanan cetvelini de geçersiz kılmıştır. Aynı
prensipten yola çıkan Curie'ler radyoaktif elementler olan Polonyum ve
Radyumu buldular. Bu elementlerin yaydığı alfa-bata-gama ışınlarının
yanında, böyle bir enerji halinde bir gaz yani RADON yayıldığı görüldü.
Radyumdan yayılan bu radonlar için Rutherford şöyle diyordu. "
Radyoaktivite, atomların ölümü demektir. Radyumun atomları ölüyor ve bu
atomların cesetlerinden RADON atomları doğuyor"
1935 yılında Einstein, Podolski ve Rosen paradoksuyla kuntum mekaniğinin
gizemi simgeleştirildi. Uzun zaman sonra 1982yılında Richard Feynman
sistemlerinin işlemleme-hesaplamada kullanılabileceğini öne sürdü. 1985
yılında Davit Deutsch, evrensel kuantum bilgisayarı tanımladı ve kuantum
kuramının buna olanak verebileceğini ortaya koydu. Son yıllardaki
çalışmalarla bir adım daha ileri gittik, kuantum hesaplaması iyice anlaşılır
hale geldi. Ancak, bugün temelde nasıl yapılacağı bilinmesine karşın,
kuantum bilgisayarını gözle görmek için henüz daha erken.
Konunun başında da belirtildiği gibi, zor olan bu değişimlerin düşünce
kalıplarımıza etkileridir. Dogma dediğimiz ve insanının gelişmesini
engelleyen bu çemberi kırmak ve küçüklüğümüzden bu yana beynimize işlemiş
soyut kavramlardan kurtulmak çok zor. Bu saplantı bilim adamları için bile
geçerli. Bertnant Russell, buna " AYDIN KÖRLÜĞÜ " diyor.
Binlerce yıldır, evren-insan-tanrı konularındaki çeşitli inançların, dinler
ve mitoslar kanalıyla beynimize kazınması, belki de insanlığın en trajik
yönüdür. Eski Mısır, Sümer, Hint, İyon ve Yunan düşünürleri, zaman akışı
içinde bireyi, dolayısıyla toplumları derinden etkilemiştir. Bu gün bile bu
düşüncelerin artıklarıyla dopdoluyuz. İnsanın doğası yeniden olandan,
bilinmeyenden korku yönüne (güvence açısından) programlanmıştır. Belirli bir
eğitim almış birisi için bu mazeret geçerli olamaz.
Planck'a göre,Yeniçağ felsefesinin çoğu kez babası diye anılan Rene
Descartes'da tanrı, doğanın akıl-ruhun tüm yasalarını kendi özgür iradesiyle
yaratmıştı ve bu yaratıştaki amaç öylesine yüce ve uluydu ki, insan
düşüncesinin onu tüm kapsam ve anlayışla kavraması olanaksızdı. Böyle olunca
Descartes sisteminde mucizeye de yer vardı,esrarengiz olaylara da.
Baruch Sipinoz'nın tanrısı ise buna tam karşıt olarak uyuşum ve düzen
sağlayan bir tanrıdır. Evrensel fenomene öylesine müdahale eder ki, genel
nedensellik bağımı ve yasası bile tanrısal bir niteliktir. Böyle olunca
Spinoza'nın evreninde ne rastlantı vardır ne mucizeye.
Leibniz'in tanrısı ise tüm evreni kendi yüce bilgeliğine yakışan bir ön
plana göre bir bütün olarak korur. Teker teker her nesneye kendi özel
etkinliğinin yasalarını daha baştan ve bir defasında aşılar. Böylece her şey
öbür şeylerden bağımsız olarak ve kendi niteliklerine göre davranarak
gelişir.
Buraya kadar değindiğimiz oldukça safdil akılcılık karşısında İngiltere'den
Emprist adı altında daha kuşkucu veya eleştirel davranan bir akım
başlayınca, önemli bir ilerleme elde edildi. Bu akımın temel öğretisi,
ruhumuzun doğduğu anda bomboş bir yazı tahtası gibidir. Onu işaretlerle
dolduran şey sadece deneylerimizdir.
Planc konuyu şöyle noktalıyor. " Görüldüğü gibi ne kadar filozof varsa o
kadar teori var. Böyle olunca da bir adım ileri gitmemize olanak kalmıyor.
Yine Planck'a göre. Bir insanın kimi davranışları ilk bakışta hiç nedensiz,
esrarengiz veya keyfi ya da kapris gibi gözükse bile, daha yakından
incelendiğinde, bunların çoğu zaman koşullanmış davranışlar olduğu,
nedenlerinin insanın karakter yapısında, o andaki duygusal durumunda ya da
çevresinin özel koşullarında yattığını görürüz.
Geride kalan durumlar için de pekala diyebiliriz ki nedenler bulmakta güçlük
çekiyorsak, bu güçlük herhangi bir gerekçenin olmadığından değil, tam
tersine durumun ayrıntılarına özgü bilgilerimizin noksanlığından ileri
gelmektedir.
Her davranış, yalnız ardındaki gerekçe tarafından nedensel olarak
koşullanmakla kalmıyor, aynı zamanda kendisi de daha sonraki bir davranışın
gerekçesi oluyor. Gerekçe ve davranışların birbirini ard arda
etkilemelerinden böylece sonsuz bir zincir meydana geliyor. Manevi
yaşantımızdaki bu zincirin her halkası, hem bir önceki hem de bir sonraki
halkayla kesin nedensel bir bağlam içinde yer alıyor. ( Hint düşüncesindeki
KARMA anlayışı)
Peki dünyada kimse nedensellik ilişkisi diye bir ilişkiyi kavrayacak durumda
olmadıktan sonra, bu tür ilişkilerden söz etmenin ne anlamı olabilir sonucu
akla gelebilir. İşte nedenselliğin gerçek niteliği de özellikle burada su
yüzüne çıkıyor. Evet, bu tür ilişkilerden söz etmenin anlamı vardır. Çünkü
yukarıda belirttiğimiz gibi nedensellik transandantaldır, araştırmacının
zihinsel yapısına bağımlı değildir. İnsanoğlunun bu dönemdeki zihninin en
üstün zihin olmayıp, başka bir dönemde ya da başka bir yerdeki yaratıklar
bizden çok daha gelişmiş bir zihne sahip olabilirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, günümüzün bilimsel bulguları ışığında tüm
galeksilerin büyük bir hızla birbirinden uzaklaştığını ışık tayflarından
biliyoruz. Genişleyen evrenle birlikte galeksilerdeki bir çok yıldız
yakıtını bitirip, kütlesine göre ya patlamakta ya da cüce yıldıza
dönüşmektedir. Patlayan yıldızların tozundan da yeni yıldızlar oluşmaktadır.
Habıl teleskopunun dünyaya gönderdiği görüntüler bunu kanıtlıyor.
Bu bir anlamda evrenin bir akış, değişim ve dönüşüm içinde olduğunun kanıtı
olmaktadır. Hiçbir şey sonsuza kadar aynı kalamayacağı gibi, nasıl bir
gelişme göstereceğini de bilemiyoruz belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
İnsanın uzay-zaman içindeki yaşam süreci tıpkı bir kısım atomaltı
parçacıklarının ömrü kadar 10 üstü -20 saniye. Belki daha da az, çünkü
bundan daha kısa ömürlü parçacıklar da var.
Bu nedenle, evren, nedensellik ve varoluş hakkında düşüncelerimizin
değişebileceği gerçeğini unutmamak ve unutturmamak zorundayız.
İnsan için bir çok ölüm tarzı vardır. Birincisi biyolojik ölümdür. İkincisi
saplantılar nedeniyle düşünmemekten doğan (düşünce) ölümüdür. Üçüncüsü ise
hem ölüm hem ölümsüzlüktür, dostlarının belleğinden silinen gerçekten o
zaman ölür. Ölümsüzlükse insanlığa kazandırdığı eserlerle oluşur. O nedenle
Hermes-Tot 4600 yıl önce " İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılar da ölümsüz
insanlardır. Bunlardan birisi olmak elinizdedir" demekle, düşüncesinin de
ölümsüzlüğünü kanıtlıyor.
Heinz Pagels'in şu sözleri kanımca konuya yeterince açıklık getirip sonuca
bağlamaktadır
" Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından
kavranışıdır. Biz doğanın bir parçası olduğumuz ölçüde, biz de mükemmeliz,
mükemmel olmayan şey insanlığımızdır. Kusursuzluk ve hata konusundaki
kapasitemiz nedeniyle biz özgür yaratıklarız, hiçbir taş ya da hayvanın
zevkine varamayacağı bir özgürlüktür bu. Hata olasılığı ve kuantum
teorisinin ifade ettiği GERÇEK BİLİNEMEZLİK OLMADAN İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ
ANLAMSIZLAŞIR.
ZAR ATAN TANRI BİZİ ÖZGÜR KILMIŞTIR.
Fizikle
felsefenin iç içe geçtiği bir alan olan Kuantum Fiziğini genel hatları ile
inceleyelim.
Kuantum, bir olasılıklar fiziğidir. Kuantum fiziği
inanılması güç, şüpheyle beslenen, bir konu gibi gözükse de yaşamın
varlığını ve dogmatik konular üzerinde kafa yorması yüzünden ilgi çekicidir.
"Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana insan derim." der Muhammed
İkbal. Kuantum Fiziği, atom altı dünyaya inerek, oradaki gerçekliğin kendi
algı dünyamızdan çok farklı olduğunu keşfeden, böylece evrende bağımsız tek
tek nesneler olmadığını bize anlatarak, evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı
ve birbirine özdeş olduğunu ortaya koyan bilimdir.
Kuantum fiziğine göre atom nesne değildir, sadece bir eğilimdir. Yani
nesneler üzerine değil, olasılıklar üzerine düşünmeliyiz. Hepsi bilincin
olasılıklarıdır. Kuantum mekaniği, elektronların hareketlerinin bildiğimiz
fizik kurallarının hiçbirine benzemediğini keşfeden bilim adamlarının
çalışmalarına verilen addır. Kuantum düzeyinden bakıldığında evrende hiçbir
şey asla bir diğer şeyden ayrı veya kopuk değildir. Kuantum düzeyinde
evrendeki her şey bir kumaşın dokuları gibi birbiriyle ilintilidir.
Newton Fiziği'nin, maddelerin bilardo topu gibi katı, sert, ölçülebilir ve
birbirinden bağımsız nesneler olduğu varsayımı da yıkılmış oluyordu.
Aslında, madde dediğimiz şey, bir tür olasılıklar demetiydi. Böylece
maddenin düşünceye, düşüncenin de maddeye dönüştüğü bir başka gerçeklik
çıkıyordu ortaya. Kuantum gerçeklik alanında, sonsuz olasılıklarla dolu bir
belirsizlik söz konusuydu. Atom ve atom altı parçacıkların bildiğimiz fizik
kurallarına uymayan ayrı bir dünyası olduğunun anlaşılmasından sonra
oluşturulmuştur. Kuantum fiziği "hiçbir şey gözlemlenmedikçe gerçek
değildir" der.
Doğayı ve sistemi değil insani esas alır. Bir varlığı gözlerken onun mutlaka
bir değişime uğradığını savunur. Kuantum fiziği ve Rölativite kuramı, atom
altı dünyaya inerek, evrende bağımsız ve tek tek nesneler olmadığını, her
şeyin birbiriyle bağlı ve özdeş olduğunu ortaya koymuştur. Hatta Hologram
Teorisine göre, bütün varolanların aynı bütünün parçaları olduğu,
dolayısıyla hepsinin özlerinin bir ve özdeş olduğu, her birimin, bütünün
bilgisini içinde taşıdığı ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam
görüntüsünü yansıtabileceği öne sürülmektedir. Albert Einstein "Evren, bir
bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki
şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. Geçmiş,
şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibarettir, ne
kadar kalıcı olsa da" demiştir. Esasında Newton fiziği, maddenin katı ve
sert olduğu gerçeğinden yola çıkıyordu. Dokunduğumuz her şey, duvarlar,
ağaçlar, eşyalar... Her şey maddenin katı ve sert halini gösteriyordu. Oysa
göz değil de bir elektron mikroskobuyla baktığımızda orada gördüğümüz şey, %
99 boşluk % 1 ışıktan ibaretti. Bu şartlarda hakiki gerçeklik nedir?
Gözlemci tarafından gözlenen ve görünüşe göre olan nesnel dünya mı, yoksa
kamera/beyin tarafından kayıtlanan girişim desenlerinden oluşan leke midir?
Bu dünya bize ayna olabilir. Dolayısıyla kendimizi tanıyarak ve kuantum
kuramına göre atom altı parçacıkların dünyasına nüfuz ederek; yani mikrodan
hareket ederek makroyu tanımlayabiliriz. Kuantum dünyasında gözlemci yoktur,
katılımcı vardır. Kuantum fiziği, Newton fiziğinin ezoterik yaklaşımıdır.
Newton ve ardından gelenler bizlere bu evrenin zahirî yönlerini açıklar ve
formüle ederken, Kuantum fizikçileri atom taneciğinin içindeki dünyanın,
bunun iç işleyişinin ne olduğunu anlatmaya çalışmışlar ve bizi Batınî
yorumlara itmişlerdir. Eğer Evren Holografik bir şekilde organize olmuşsa;
Uzay-Zaman koordinatlarının ötesine geçilmiş olacaktır. Böyle bir planda;
Geçmiş-Şimdi-Gelecek aynı yerde ve zamanda bulunmaktadır Kuantum Kuramı şu
savı doğrulamıştır: "Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o
yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir
biçimde devam eder." Evrende birbirinden bağımsız iki ayrı şey yoktur,
sadece tek vardır. "Sen ve ben" veya "siz ve biz" ayrımı, Kuantum düzeyinde
geçerliliğini yitirmektedir. Bu evren, sadece onu oluşturan tek’in yaşamının
eseridir. Dr. Fred Alan Wolf " Evrenin, hem madde hem de şuuru tek bir alan
halinde içeren dev bir hologramdır." der.
Kuantum mekaniği, sorumluluğu kucağınıza bırakır ve kesin, açık, rahatlatıcı
yanıtlar da vermez. Der ki "Evet, dünya çok büyük bir yer ve çok gizemli;
yanıt mekanizma değil ama sana yanıtı da söyleyecek değilim; çünkü sen kendi
kararını verebilecek yaştasın." Dünya bilim tarihinde buluş sahiplerinin
çoğu ezoterik akımlara dahil insanlardır, çünkü sebepleri araştırırlar.
İsa’nın "Bir hardal tohumu Cennetin Krallığından daha büyüktür" sözlerini
açıklamaya en çok yaklaşan bilim Kuantum Fiziğidir.
Kıssadan Hisse...
Kuantum mekaniği, dünyanın otomatik bir düzenekten ziyade bir çeşit
organizma olduğunu gösterdi. Dünya bir çeşit pek çok açıdan bağlantılar
barındıran organizma türü bir yapı ve uzay ve zaman sayesinde genişliyor.
Kâmil insan olma yolunda gerekli olan, evrene ve kendine mikro kozmik açıdan
bakarken, aynı anda makro kozmosu da görebileceği bir hologramı, zihninde
yaratabilmektir.
Bilgi güçtür, güç ise sorumluluk taşımayı gerektirmektedir. Benim
düşüncelerim dünyayı etkiler bilincine sahip bireyler düşüncelerinden de
sorumlu olurlar. Sahip oldukları bilincin kendilerine verdiği büyük
sorumluluğu da iradeleri ile iyi, doğru ve güzele ulaşmak için çalışmada
kullanırlar.
Bunları bir düşünün!
Berk Yüksel
HOLİSTİK BİRLİK |
Tüm evrendeki varlıklar
arasında, bütünsel holistik bir ağ, bir iletişim ve etkileşim varsa, hem
şuursal hem fiziksel ilişkilerde de bir
holizm var demektir.
Modern fizikçilere göre şuur, varoluşun dalga/parçacık ikiliğinde
dalga tarafını, yaşamın fiziksel yanı da parçacık tarafını oluştururlar.
Şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görmek mümkün müdür?
Başlangıçta ayrı ve tek tek olan şeyleri bir araya getirerek yeni bir
şey yaratan kuantum ilişki tarzı çok önemlidir ve fizik felsefesinde
yeni bakış açılarına kapı açar. Ancak, önemi fiziğin de ötesine geçer,
evrensel boyutlara taşar. İnsan şuurunun kuantum mekaniksel doğasını
anlayarak yani şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görerek, zihinsel
yaşamımızın kökenini geriye, onun parçacık fiziğindeki köklerine dek
izleyebiliriz; bu tıpkı fiziksel varlığımızın kökenini araştırmak
gibidir.
İnsandaki zihin/beden
ikiliği, tüm bu sorunsalın altında yatan dalga/parçacık ikiliğinin bir
yansımasıdır. Böylece insan varlığı kozmik varlığın ufak bir
mikro-kozmosudur. Hepimizin temel varlığında aynı şey vardır ve
evrendeki her şeyi açıklayan tek bir dinamikle birleşmiştir. Evrenin de
bizimle aynı hamurdan yapılmış ve aynı dinamiklerle bir arada tutuluyor
olması, oluşun büyüklüğüdür.Şuuru kuantum dalga mekaniği tarafından mümkün kılınmış bir çeşit
yaratıcı ilişki olarak yorumladığımızda, hem şuurun hem de beynimizde
olduğu gibi maddeyle olan ilişkisinin anlaşılmasında birçok şey yerli
yerine oturur. En önemlisi, eğer materyalizmle ve onun indirgeyici
düşünce yapısıyla savaşmak istiyorsak, bu içgörü, zihnin sadece beynin
işleyişinin bir yan ürünü olmadığı konusunda tartışmamızı sürdürmemize
izin verir.
Nasıl dalga fonksiyonları birbiri içine geçmiş iki elektron bağıntısı
tek bir elektrona indirgenemezse şuurun yoğunluğunu oluşturan dalgaların
bağıntısı da titreşen molükellerin tek tek gösterdikleri eyleme
indirgenemez. Yoğunluk kendi içinde bir şeydir, bileşenlerinin sahip
olmadığı özellik ve niteliklere sahip olan yeni bir şeydir.
Arlaton Timaeus'da şöyle
der: "İki şey bir üçüncüsü olmadan başarılı
bir şekilde birleşemezler; aralarında birbirlerini çeken bir bağ olması
gerekir. Bütün bağlar içinde en iyi olan kendini ve bağladığı tarafları
tam anlamıyla bir birlik içine getirebilendir."
Şölen'de de birbirine aşık olan iki insan için
benzer bir yorum yapmıştır. Böyle bir durumda artık sadece seven ve
sevilen yok, bir de aralarındaki aşk vardır der; Martin Buber. Buna,
"aradaki", Ben'le Sen'i bir arada Ben-Sen yapan bağlayıcı güç, demiştir.
Alman Filozof Martin Heidegger estetik üzerine yazdığı denemede tüm bu
bütünlük, hakikat ve varlık'ın açığa çıkışı arasında bir ilinti kurar.
Bu açığa vurulmanın özü Varlık'ın kendisine aittir. Şuurun birliğinin
özü olan ilişkisel holizm aynı zamanda sanat ve hakikatin da özüdür.
Böyle bir bütünlükle fiziksel dünya arasındaki köprü (zihin,
hakikat ve güzellik, maddi dünya arasındaki köprü)
sonunda her birinin dalga/parçacık ikiliği içinde kökenine inilerek
anlaşılabilir. Bu en birincil seviyede, ne dalgalar ne de parçacıklar
birbirlerine indirgenebilir. Beraber oluşturdukları varlık geriye
dönülmez bir birliktir. Romalı filozof Lucretius bunu şöyle ifade
etmiştir.
"Ortak köklerle birbirine bağlanmış ikili için ayrılık bir felaket
yaşamadan mümkün değildir. Nasıl bir esans yumrusunun kokusu onun doğası
yok edilerek alınamazsa, zihin ve ruh da bedenin çözülmesine yol açmadan
ayrılamaz. Çünkü onların kökeni daha ilk andan beri onları oluşturan
atomların birleşmesiyle ortak bir yaşamla yüklenmiştir. Bu tıpkı
bedenimizi tutuşturan sezgi-şuur ateşi gibi birleşmiş ikilinin
karşılıklı eylem etkileşimidir." Lucretius
ruhun "ruh atomlarından"
oluştuğuna inanırdı. Geleneksel terminolojiye göre materyalist olarak
sınıflandırılır, fakat söz ettiği "ruh
atomları", "ruh
dalgaları" olarak ele alınabilir.
Eğer Lucretius kuantum
fiziğinden ve dalga/parçacık ikiliğinden haberdar olmuş olsaydı, zihinle
beden arasındaki ince birliğe tutkulu inancı, burada geliştirilen fikre
çok benzer olurdu. Belki de bugünkü materyalistler de buna benzer bir
dönüş gösterebilirlerdi. Tabii eğer modern fiziğin gelişmelerinden
haberdar olsalardı. Bu aynı zamanda, birçok ruhçunun ileri sürdüğü 'şuur
bir kuantum alansal ilişkisidir, hiçbir şekilde maddenin bir özelliği
olamaz' görüşünün takipçisidir.
Şuura, maddenin temel bir parçası gibi davranmak mümkün değildir,
kökenine inilemez, çünkü ortada iki ya da daha fazla parçacığın ilişkisi
söz konusudur. Şuur özünde ilişkiseldir yani bağıntısaldır ve
oluşabilmesi için en azından iki şeyin bir araya gelmesi gerekir. Yani
bu dünyada zihinselliğin en temel biçimi ancak dalga fonksiyonları
birbiri içine geçmiş iki parçacıkla ilintili çok ilkel bir şuur
olabilir. Bundan daha yüksek seviyede olan her şey, şuurun birçok
aşaması ve derecesi birçok tür ve derecede ilişkiye bağlı olacaktır. Bu
da onların, bu duruma karşılık, birçok tür ve derecede yapıya bağlı
olması demektir.
Öyleyse, bizim insan şuurumuz, daha temel yaşam biçimi ya da temel
maddeyle ilintili bilinçten tür bakımından değil, sadece derece ve
karmaşıklık açısından farklıdır. Aslında, doğada parçacıklar iki temel
çeşitte vardır: Fermionlar ve Bozonlar.
Fermionlar maddeyi oluşturmak için birleşen parçacıklardır
(elektronlar, protonlar ve nötronlar) ve bunlar anti-sosyaldirler.
Bunların dalga fonksiyonları kısmen birbiri içine geçer ama asla
tamamıyla bir geçiş sağlamazlar. Bunlar her zaman bir dereceye kadar tek
başlarınadır. Diğer taraftan bozonlar fotonlar ve sanal fotonlar, eksi
ve artı W parçacığı ve nötr Z parçacığı, gluonlar ve gravitonlar ilişki
parçacıklarıdır. Bunlar evreni birbirine bağlayan, gücü taşıyan
parçacıklardır ve temelde toplu halde bulunurlar. Bunların dalga
fonksiyonları öylesine iç içe geçer ki tamamıyla birbirleriyle
birleşirler. Birbirlerinin kimliklerini paylaşıp kendi
bireyselliklerinden vazgeçerler.
Dalga ve
Parçacık İkiliği
Kuantum fiziğinin maddenin doğasıyla ve belki de kendi varoluşuyla
ilgili önermesi en devrimci ve bizim açımızdan da en önemli olanıdır.
Önermenin temeli dalga/parçacık ikiliğine dayanır. Dalga/parçacık
ikiliği bütün varlıkların atom-altı seviyede ya çok ufak bilardo topları
gibi parçacıklardan ya da deniz üzerindeki dalgalar gibi dalgalardan
oluşma durumudur.
Kuantum kuramının öne sürdüğü parçacıklar aynı anda hem dalga hem
parçacıktır önerisinin Newton fiziğine uygulanabilmesi mümkün değildir.
Newton fiziğinde gözle gördüğümüz tüm varlıkların en küçük ve bölünmez
parçasına atom dendiğini ve bunların birbirlerini çekip, ittiğini ve
sürekli birbirlerine çarptıklarını biliyoruz. Bunlar her biri uzay ve
zamanda kendine ait yeri kaplayan, birbirinden ayrı, katı oluşumlardır.
Diğer yandan, dalga hareketleri ise, ışık dalgalarında olduğu gibi
eterimsi uçucu bir zemindeki titreşimler gibidir. Newton'un fiziğinde
hem dalgaların hem de parçacıkların rolü vardır, ama parçacıkların daha
temel olduğu ve her bir parçacığın maddeyi oluşturduğu düşünülmüştür.
Kuantum fiziği için ise, hem dalga hem de parçacık aynı derecede temel
unsurlardır. Her biri maddenin beliriş yollarından biridir ve maddeyi
ikisi birlikte oluşturur. Hiçbiri kendi içinde tamamlanmış değildir ve
ikisi birden bize bir gerçeklik tablosu çizmek durumundadır. Bu da, asla
ikisine birden aynı anda net bir şekilde bakamayacağımız anlamına gelir.
Bu durum, kuantum kuramında Tamamlayıcılık ilkesi kadar önemli olan
Heisenberg'in Belirsizlik ilkesinin özüdür.
BELİRSİZLİK İLKESİ
Belirsizlik ilkesine göre dalga ve parçacık tanımlamaları birbirlerine
engel olurlar. Varoluşun tam anlamıyla anlaşılması için her ikisinin de
aynı anda ulaşılır olması gerekirken, belli bir zamanda ancak birisine
ulaşmak mümkündür. Bu durumda, ya elektron parçacık konumundaysa onun
kesin durumunu, ya da dalga konumundaysa momentumunu (hızını)
ölçebiliriz. Fakat asla ikisini birden aynı anda ölçemeyiz.
Elektronların çoğu ve atom altı varlıklar, ne tam anlamıyla parçacık, ne
de dalgadırlar; onlar daha çok "dalga paketi" diye adlandırılan,
ikisinin muğlak karışımıdır. Bu nokta, dalga ve parçacık ikiliğinin ve
kuantum gizeminin devreye girdiği yerdir. Dalga ya da parçacık
değerlerini ölçerken ulaşmak istediğimiz asıl ölçü, ikiliğin ortak
değerleri nedeniyle her zaman için gözden kaçacaktır. Dalga paketinin
ölçümünden umacağımız en iyi sonuç, durumu ve hızıyla ilgili tam olarak
belirlenemeyen bir değer olacaktır.
Bu belirlenemezlik olgusu Belirsizlik ilkesinin kaynaklandığı yerdir.
Koca bir kazan çorba içerisindeki şeyler gibi, hiçbir şeyin sabit ve tam
anlamıyla ölçülebilir olmadığı ve her şeyin belirsiz, sanki hayaletvari,
kolay anlaşılamayacak olma olgusudur ve Newtoncu determinizmdeki her
şeyin sabit, belirli ve ölçülebilir olma olgusunun yerine konmuştur.
Nasıl başka bir insanı asla tam anlayamıyor, ne kadar düşünsek de onun
özünü bir türlü kavrayamıyorsak temel parçacığı da anlayamayız. Bazı
kuantum kuramcıları, ki bunlar arasında Niels Bohr ve Heisenberg gibi
çok önemli kuramcılar da vardır. Gerçekliğin temelde belirsiz olduğunu,
bilinen günlük yaşamımıza bir taban oluşturacak sabit ve net hiçbir
şeyin olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Gerçeklikle ilgili her şey bir olasılıktır ve öyle kalmaya da mahkumdur.
Bir elektron bir parçacık olabilir, bir dalga olabilir, ya da falanca
yörüngede olabilir, yani her şey olasılık dahilindedir. Böyle şeyleri
ancak verili bir durum içindeki genel sınırlandırmalar dahilindeki en
mümkün olasılıkları dayanak alarak önceden tahmin edebiliriz.
Gerçekliğin aslında birçok olasılık içerdiğine dayanan bu görüşle bizler
kuantum kuramının yanıtlanmamış ana sorusuyla baş başa kalmış oluyoruz:
"Bu dünyada herhangi bir şey nasıl olur da hakiki ya da sabit olabilir?"
Bu Newton'un, yeni olan hiçbir şeye yer olmayan, bir makine gibi tıkır
tıkır işleyen evrenindeki açmazın tam tersidir. Newton'u okurken,
"herhangi bir şey nasıl olur?" diye sormamız gerekir. Kuantum
mekaniğinin Bohr-Heisenberg yorumundaki en büyük sorun ise, "herhangi
bir şey nasıl varolur?"dur. Oysa ki, salt katı mekanistik bir evren
olamayacağı gibi, gerçeklikle ilgili her şeyin olasılık kapsamında
olduğu tesadüfi bir evren de yoktur. Yaratıcı Gücün yasalarıyla
belirlenmiş, yaratılmış ve kendi kendini olağanüstü bir düzenle koordine
eden "Ruhsal Evren" kavramını algılamaya çalışmakta ve onun günlük
yaşamdaki izlerini bulup, uygulamaya çalışmakta büyük yararlar vardır.
Einstein'ın izinden giden bir grup coşkulu kuantum kuramcısı, böylesine
belirsiz ve olasılığa dayalı bir gerçekliğin insanın algılama
sınırlarının ötesinde olduğunu savunmuşlardır. Einstein "Tanrı evrenin
varoluşu üzerine zar atmaz", diyerek evrenin bilinmez kurallarla
işlemesine izin vermeyeceği görüşü oldukça gerçeğe yakın ve aslında
metafizik bir görüştür. Bilimle metafizik arasındaki köprülerin
kurulması bu yüzden çok önemlidir. Bilim varoluşla ilgili temel sorulan
açıklayamaz. Bu sorulara yanıt aramak bilimin disiplini dahilinde
değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, bilimin laboratuarda elde ettiği
sonuçlar ancak ruhsallıkla birleşirse bir anlam ve derinlik kazanır.
Kuantum Teorisinin Felsefesi
Ünlü kuramcı Bohr, "Kuantum teorisiyle şok olmayan kimse, onu
anlamamıştır" der. Gerçekten de matematiksel olarak açık bir şekilde
ifade edilmesine karşın bu teorinin felsefi alanda yorumlanması ve
oluşturduğu problemlerin çözümlenmesi bir hayli zor görülüyor.
Kuantum teorisi bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirmiştir.
Şimdi, bu yenilikleri görebilmek için klasik ve kuantumlu anlayışın
belli başlı özelliklerini ortaya koyalım. Öncelikle klasik fiziğin
felsefi dayanaklarına bakarsak:
1) Klasik fizikte, bir cismin hızı, ivmesi, enerji ifadeleri gibi tüm
nicelikler cismin konumunun zamana göre diferansiyelleri ile ifade
edilir.
2} Yukarıda sözü edilen momentum. enerji gibi fiziksel büyüklüklerin
bütün olarak ele alındığı görülür.
3) İrdelenen olaylar belli bir kesinlik, belirlilik taşır ve istenilen
doğrulukta ve aynı anda bütün fiziksel büyüklükler ölçülebilir.
4) Evrenin geçmişinde oluşan olaylar incelenerek, geleceğe ilişkin bir
yordama yapılabilir. Sözgelimi, Jüpiter Gezegeni şu zamanda,
yörüngesinin şurasında ve bize bu kadar uzaklıkta olacaktır,
denilebilir. Gözlem ve deneylerde küçük hatalar çıkabilme olasılığına
karşın tahminlerimiz büyük ölçüde doğrulanır.
5) Klasik fizik ile incelenen her sistem ya da olay birbirinden bağımsız
olarak düşünülür; bu sistemi oluşturan ve birbiri İle iletişim olanağı
bulunmayan varlıklar bütünüyle ayrı olarak ele alınır.
6) Klasik olarak incelenen olay, gözlemci ve kullanılan deney aleti ile
değişiklik göstermez.
Kuantum görüşünün kabul edilen temel olguları ise:
a) Olayların incelenmesinde kompleks yapıda ve bir olasılık denklemi
olan Schrödinger dalga denklemi kullanılır. Bu denklemden vj/ dalga
fonksiyonu bulunup işlemlerde konarak, konum, momentum ve diğer
nicelikler elde edilir.
b) Fiziksel nicelikler kesikli parçalı yapıda ele alınır.
c) Kuantum teorisi fiziğe kuşku götürmez bir biçimde belirsizlik
(indeterminizm) olgusunu sokmuştur.
d) Parçacıklar söz konusu olduğunda her büyüklük olasılıklarla
belirlenir ve gelecekle ilgili tahminler olasılıklara dayanarak
yapılabilir. Örneğin ışığın yapı taşı olan fotonların, uzayda bir yerde
bulunması ancak olasılıklarla belirlenir.
e) Birbiriyle hiç iletişim olanağı bulunmayan iki varlık arasında
"bağlılaşım-correlation" görülebilir. Örneğin aynı kaynaktan çıkan
fotonların karşıt doğrultularda göstermiş olduğu davranışları, birbiri
ile uyuşum halindedir.
f) Kuantumda; gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti birbiriyle bir bütünlük
oluşturur. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez.
Görüldüğü gibi klasik fizik ile kuantumcu düşünce birbirinden bir çok
noktada farklılık gösterir. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak göz önüne
alındığında şu yorumlar yapılabilir:
Kuantum teorisinin önemli buluşlarından birisi belirsizlik bağıntısıdır.
1927'de Heissenberg tarafından ortaya konulan bu bağıntıya göre mikro
boyutta tanımlı bir parçacığın, eş zamanlı olarak konum ve momentumunun
tesbit edilmesi en az Planck sabit (h) kadar bir hata içerir. Aynı olgu
eşzamanlı olarak, parçacığın enerjisi ile bu enerjiyi taşıdığı zaman
için de söz konusudur. Örneğin bir elektronun bulunduğu uzayda konumunun
tesbiti İçin, elektronun üstüne büyük frekansta ışık göndermeliyiz. Aksi
halde elektronu gözlemleyenleyiz. Bu durumda yüksek frekanslı ışık
elektronun konumunu belirler. Ancak elektrona bir hız verir. Dolayısıyla
konumun belirlenmesiyle beraber parçacığın hızını ve momentumunu
yitirmiş oluruz . Tersi olarak; elektronun momentumunu belirlemek İçin
küçük frekanslı ışık kullanırız, bu durumda da konum belirlenemez.
İkinci önemli bulgu da "dalga/parçacık dualite'dir. Huygens'ten beri
ışığın kırınım ve girişim yaptığı biliniyordu.Örneğin ışık Young deneyi
düzeneğinden geçirilirse karşıdaki ekranda aydınlık-karanlık noktalar
oluşur. Yani girişim yapar. Yine yarım bardak suya sokulan bir kalemin
kırık olarak algılandığı görülür. Bu gibi olayların hepsi ancak dalga
modeliyle açıklanabilir. Einstein'ın fotoelektrik olayını açıklamasından
sonra ışığın parçacıktı yapıda olması gerektiği bulundu. Yine ışığın
cisimler üzerine uyguladığı anlık basınçlar ve Geiger sayacında
göstermiş olduğu etkiler bunu destekler. Sonunda Bohr, "Işığın dalgacık
mı tanecik mi olduğunu belirlenmesi ancak gözlemcinin sorduğu soruya
göre cevaplanabilir" diyerek gözlemcinin de vazgeçilmez biçimde teoride
yerini alması gerektiğini belirtir.
Amerikalı J.Davisson ve L.Germer adlı bilim adamları elektronların da
hızlı olarak bir kristal katıya çarptırıldıklarında dalga özelliği
gösterebileceğini buldular. Böylece düalite yalnızca ışık (elektromagnetik
dalga) İçin geçerli değil aynı zamanda maddesel parçacıklar için de
geçerliydi. Bu da Broglie'ın öne sürdüğü elektronlar için dalga
yapısının deneysel bir ispatıydı, aynı zamanda Kuantum teorisindeki
düaliteyi, 1915'te, X ışınlarıyla yaptığı çalışmalarından dolayı Nobel
ödülü alan VV.Bragg şöyle belirtiyordu. "Pazartesi, çarşamba ve cuma
günleri parçacık kuramını; Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri dalga
kuramını öğretiyorum."
Diğer önemli yenilik ise olasılık kavramıdır. Bir parçacığın bir uzay
bölgesinde bulunması ancak olasılıklarla bellidir. Parçacığın konumu
için kesin koordinatlar verilemez. Born bu düşünceden hareketle
Schrödinger'in ortaya attığı dalga fonksiyonunu yorumlamış ve y ile
gösterilen bu kompleks fonksiyon için, uzayda bir noktada beili bir anda
hesaplanan dalganın genliğinin karesinin, parçacığın o noktada o anda
bulunması olasılığını verdiğini belirtmiştir.
Belirsizlik ilkesi , dualite, olasılık tanımı ve gözlemci-gözlenen
bütünlüğü kuantum mekaniğine, Kopenhag yorumu olarak girmiştir ve
tartışmalara rağmen halihazırda kuantum teorisinin en etkin yorumu
olarak karşımıza çıkar. Kuantum felsefesinin ..sorunlarına bakıldığında
önemli tartışmaların temelde, Young deneyinin yorumlanmasından
kaynaklandığı görülür. Bilim adamları, fotonların iki ayrı delikten
geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak;
fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaktadırlar.
Bohr ve Kopenhag ekolü savunucuları fotonların, iki ayrı delikten
geçmelerini iki ayrı dünyada hareketleri olarak düşünüyor. Onlara göre
girişim bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her-birinin
birlikte hazırlanarak birbirinin üstüne çakış-masıyla ve birbirlerini
bütünleştirme siyle oluşur. Dolayısıyla sonuçta her iki dünyanın hakiki
bir melezi oluşur. Başta Einstein olmak üzere pek çok fizikçiye bu
melez-bütünleyici dünya yorumu pek sıcak gelmedi. 1935'te "Schrödinger
kedisi" yorumu ortaya atıldı. Bu görüşe göre her an zehirlenmesi
tehlikesi olan bir kedi kapalı bir kutudadır. Gözlemciye göre bu kedi
her an ölü ya da diri bir halde bulunmalı, iki ayrı olasılık eşit olarak
göz önünde tutulmalıdır. Bu aynı zamanda Young deneyinin iki ayrı
delikle oluşturulan farklı dünyalarına benzer. Farklı nokta ise; kedinin
ölü ya da diri olduğunu kesin belirleyene kadar kedinin iki durumunun da
yan yana bulunduğunun öne sürülmesidir. Yani kedi, yarı canlı-yarı
ölüdür, aynı zamanda.
Başka bir yorum da Everett'ten 1957'de gelir. Ona göre, birçok
gözlenemez paralel evren mevcuttu. Bunlara Everett, "alternatif kuantum
dünyaları" diyordu. Bütün olaylar bu dünyaların birinde, olasılıkların
hepsi gerçekleşecek biçimde olmaktadır. Sonuçta bütün olasılıklar
evrende varoluyordu.
ALEMLERİN
ASLI HAYALDİR
Adından sıklıkla bahsettiğimiz kuantumun nasıl bir şey olduğunu hiç
düşündük mü acaba?
Hayatımızın hangi noktalarında ön plana çıkar ve teknolojik olarak
nerelerde kullanırız? Kuantum felsefesinin dünyamıza katkıları neler
olmuştur?
Bugün Kuantum teorisinin yardımıyla atomların ve moleküllerin iç
yapılarına nüfuz edebilmekteyiz. Günlük hayatta kullandığımız
transistörlü radyo, dijital saat, elektronik hesap makinesi,
PC,Televizyon ve Bilgisayarların kalbi olan transistörler gibi sıradan
aletlerin yanı sıra modern biyoloji ve kimyanın temellerini, DNA üzerine
yapılan çözümlemeleri ve lazer teknolojisini yine bu teoriye borçluyuz.
Algıladığımız maddenin klasik fizikte sanıldığı gibi durgun bir
yapısının olmadığı, alt boyutlarına doğru inceleme yaptığımızda cansız
gibi görünen taşın dahi elementer parçacıklarının canlı özellik
gösterdiğini, yani hareket halinde olduğunu bu sayede öğreniyoruz.
Kısaca belirtmek gerekirse, atom altı parçacıkların tamamı kuantum
olarak nitelendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık
bulunmuş ve bulunmaya da devam edilmektedir. İçlerinde en fazla bilineni
elektronlardır diyebiliriz.
Kuantum adı verilen parçacıklar artık hepimizin bildiği gibi evrenin her
köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit olarak gördüğümüz bütün
maddelerin varlığı atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara
dayanmaktadır.
“Kuantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?” sorusunun cevabı çok
geniş skalayı içermektedir. Bugün her evde kullanılan televizyonlar,
bilgisayar ekranları, bilgisayarın kasa diye tabir edilen bölümünün
içindeki parçaların hemen hemen tamamı, telefonlar, radyolar, teypler,
kısacası, elektronik malzeme içeren bütün cihazlar hep kuantumların
belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak
oluşturulmuştur.
Bunlardan göze en çok hitap eden televizyonu ele alalım. Ya da
bilgisayar ekranını... Bunun televizyondan farkı, ekrana çıkaracağı
bilgileri hemen yakınındaki bilgisayar kasası diye tarif edilen kısımdan
alıp görsel bir hale getirmesidir. Televizyonda ise anten yardımıyla çok
uzaklardan alınan bilgiler bazı elektronik parçaların yardımıyla ekrana
bilgi olarak iletilir. Ekran da bu bilgileri tıpkı bilgisayar monitörü
gibi görsel hale getirir.
Televizyonun antenine gelen elektromanyetik dalgalar, yani hem manyetik
alan hem de elektrik alan taşıyan dalgalar, anten içinde bulunan
elektronları titreştirir. Tıpkı ses dalgalarının kulak zarını
titreştirmesi gibi... Titreşen bu elektronlar, gelen televizyon
dalgasıyla aynı frekansa sahip olacak şekilde salınırlar. Bu salınım bir
kablo boyunca televizyona taşınır ve televizyonda bulunan birtakım
elektronik aletlerle gelen frekans deşifre edilir. Ön hazırlık evresi
diyebileceğimiz bu deşifre etme kısmında ekranın hangi noktasına hangi
enerjiye sahip elektron düşürüleceği kararlaştırılır diyebiliriz.
Bu bölümde deşifre edilen bilgilere göre, halk arasında televizyon tüpü
denilen kısımda elektronlar ekranın farklı kısımlarına, çeşitli
enerjilerde fırlatılırlar. Kısacası bu tüp elektronların ekranın uygun
yerlerine gerekli enerjilerde düşürülmesini sağlayan bir aygıttır. Olay
bununla da bitmez, biz ekranda direkt elektronları görmeyiz. Çünkü ekran
flüoresans madde ile kaplıdır. Ve bu madde üzerine düşürülen
elektronlar, sahip oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farklı renkte
fotonlar meydana getirirler.
Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden
faydalanılarak elde edilmiş bir sonuçtur. Elektron sanki bir bilye gibi
yönlendirilmekte ve karşısındaki ekrana fırlatılmakta, böylece ekranda
nokta şeklinde bir görüntü oluşmaktadır.
Elektronların bir başka özelliği ise, yan yana bulunan iki yarığın
üzerine fırlatıldığında her iki yarıktan da aynı anda geçebilmesidir. Bu
olay bildiğimiz dünya değerleri için imkânsızdır. Bir bilyenin yan yana
iki yarıktan aynı anda geçebileceğini düşünmek mümkün değildir. Böyle
bir beceri elektronun dalga özelliğine işaret eder ve o sayede kuantum
olarak adlandırılmasına sebep olur.
Yani hem dalga hem de parçacık özelliği göstermesi, onun kuantum olarak
adlandırılmasını sağlamıştır.Kuantum fiziğinin en can alıcı yeri olan
dalga-parçacık ikilemini bir deneyle daha iyi açıklayabiliriz. Deney
düzeneğimiz bir foton kaynağı, bir çift delikli süzgeç bir tane de tek
delikli süzgeçten oluşuyor. Deneyimizi tek delikli süzgeçle yaptığımızda
foton kaynağından gelen ışık, tek bir noktada odaklanıyor. Bu bize
fotonun parçacık olduğunu söylerken, ardından çift delikli süzgeçle
yapılan deneyde foton kaynağından gelen ışık çift delikli süzgeçten
geçtikten sonra perdede tıpkı iç içe girmiş dalgaların deseni gibi
girişim deseni yapıyor.Bu da fotonun parçacık değil, dalga olduğunu
belirtiyor.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, elektronların parçacık
özelliği göstermesi sonucu televizyon elde edilmiştir. Ve televizyon
için sıralanan olayların hepsi, bizim algılamamıza kıyasla bir anda
gerçekleşmekte, böylelikle hiç kesintisiz ardı ardına gelen görüntüler
almaktayız.
Bu bilgiler,elektronların yani kuantum parçacıklarının elektrik ve
manyetik alanlarda gösterdikleri davranışların incelenmesi ile elde
edilmiş sonuçlardır.
Adı geçen diğer tüm aletlerde de yine elektronların yani kuantumların
değişik elektrik ve manyetik alanlara karşı gösterdikleri davranışlar
önemlidir.
Televizyonun elektromanyetik dalgayı algılayıp bunu görüntüye ve sese
çevirmesi olayı, aynen beyinde de mevcuttur. Beyin de dışarıdaki frekans
okyanusundan sadece veri tabanına uygun frekansları algılar!..
Algıladığı frekansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görüntü, koku,
tat ve dokunma ile algıladığımız oluşumlara çevirir. Aynı zamanda,
algıladığımız şeylerin dışarıda var olduğu zannını da oluşturmaktadır.
Nöronlar, yani beyin hücreleri gelen atmaları (impulsları) frekanslarına
ayırarak algılar. Fourier Analizi adı verilen yönteme benzer biçimde,
frekans analizörü (çözümleyicisi) olarak çalışan nöronlar, birer mini
hologram gibidirler. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir
dalgaboyu oluşturmaktadır.
Beş duyu ile algılanan bütün uyarı ve impulslar, elektrik akımı ve
elektriksel dalgalar olarak beyne gelirler. Beş duyu organlarımızca
dışarıdan alınan bilgiler, bizim var zannettiğimiz alemleri
oluşturmaktadır. Gözün retinasına düşen frekanslar enerjilerine göre
çeşitli renkler, şekiller, aydınlık ve karanlık algılarını beynimizde
oluşturur. Yine bir frekans analizörü gibi çalışan deri dışarıdan aldığı
frekansı,frekansın sahip olduğu enerjiye göre beyinde sert yada yumuşak
diye imgeleştirmektedir. Keza aynı şekilde çalışan kulak ve burun almış
olduğu frekansı, frekansın mevcut enerjisine göre algıladığımız kokulara
ve seslere çevirmektedir.
Asıl şaşılacak olay ise, sonsuz frekanslardan oluşan bir yapı olmasına
rağmen beynin dışarıda bulunan bu frekansları beş duyuya dayalı olarak
madde alemini nasıl oluşturduğudur.
“Acaba yaşadığımız, dünya neden dalga desenlerinden değil de,
nesnelerden oluşuyor?” sorusunun cevabını, Karl Pribram şu biçimde
veriyor: “Çünkü tüm duyu organlarımız şu veya bu şekilde mercekler
sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki mercek sistemi daha gelişmiştir;
ama kulaktaki helezon ve hatta derideki algılama kanalları da hep mercek
sistemine göre çalışırlar. Bekesy’ nin çalışmaları, tüm sensorik
yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştığını ortaya koymuştur.”
Eğer algılamanın önündeki beş duyu kaldırılabilirse, o zaman kendimizi
sırf frekanslardan oluşan sonsuz bir alemde bulabiliriz. Bu da gayet
ilginç bir sonuç; düşünebiliyor musunuz, iyi yada kötü diye
nitelendirdiğimiz her şey, sadece belirli enerjilere tekabül eden
frekanslar ve biz bu frekansları seyre dalmamız gereken yerde, onlarla
savaşarak ömür tüketiyoruz.
Nesneler veya bilgiler dünyası, bizlerin algılamaları ile
farklılaşmakta, dışlaşmakta, biçim bulup canlanmaktadır. Yani evrende
bir bütünlük , bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler ancak o
çok katlı ana planın dalgaboylarıyla rezonansa girdiğimiz oranda, o
frekansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mal
edebiliyoruz. Böylelikle de evrenin bazı “sırları” nı çözebilmekteyiz.
Kuantum fiziği her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı, madalyonun bir
de görünmeyen yüzünün olduğunu göstermiştir.
Asırlardır mistiklerin söylediği, “Alemlerin aslı hayaldir” sözü bugünkü
bilimin gerçekleri ile daha iyi anlaşılmaktadır.
Kuantum
Düşünce Tekniği Pratik Olarak Hayatımızda Ne Gibi Yararlar Sağlar?
Bizim gelişmemiz için gereken bütün araçlar: uygun iş, eş, yaşam
alanı,ev, bedenimizin sağlığı bu yüksek frekanslı enerjiden nasibini
alır.
Siz, sınırlayıcı, engelleyici düşünce kalıplarınızı fark edip bunların
yerine güçlendirici inançlarınızı koyduğunuzda hayatınız bu yeni
inançlarınız doğrultusunda değişmeye başlayacaktır. Sizin için en uygun
kişi, en uygun imkan,en uygun zamanda karşınıza çıkacaktır. Yapmanız
gereken şey uzanıp onu almaktır.
Doğuştan doğal olarak hakkınız olan mutluluğu, bereketi, bolluğu ve
sevinci yaşamanıza imkan tanımış olursunuz.
Kuantum Düşünce, sağlıklı ve güçlü bir beden için de uygun bir zemin
hazırlar. Bizim düşünce ve kabullenişlerimiz direkt olarak bedene etki
yapar. Bedenimiz aslında bir enerji okyanusundan başka bir şey değildir.
Korku,kaygı,öfke, suçluluk duyguları bütün hücrelerimizin beslendiği
enerjide azalmalar yol açar.
Kuantum Düşünce Tekniği; kendimizi tanımaya, başkalarını anlamaya,
evrensel sistemin işleyişini fark etmekten doğan bilgeliğe ulaştırarak
beden enerjimizi de düzene sokar. Kişiler daha güçlü canlı ve güzel
olurlar. Hayat misyonumuzu fark etmek ve ona adım adım ulaşmak yönündeki
çabalarımızı destekler. Kendi içsel kodlamanızdaki yapmanız gereken
işinizle ilgili ipuçlarını yakaladıkça adımlarınız hızlanır.
Kuantum Düşünce kişiler arası iletişimin enderin boyutunu sunar bize.
Ortak İnsanlık alanında gerçekleşen bu iletişim, derin ve etkili bir
uzlaşma sağlar. Beden dili ve sözel iletişimden daha da öte Kuantum sal
İletişimle düşüncelerimizin direkt muhataba ulaştığı bir yöntem
geliştiririz.
Kuantum Düşünce hayatımıza daha çok bolluk ve bereket çekmemizi de
sağlar. Kendimizle ilgili derin içsel vizyonumuzu değiştirdikçe daha çok
bolluk hayatımıza akmaya başlar. Genel anlamda zenginlik; sahip
olduğumuz şeylerle ruhsal varlığımıza kattığımız değerler arasındaki
dengeyi anlatır. Çok paraya sahip olmak tek başına zenginlik işareti
olmayabilir. Önemli olan bu parayla ne yaptığınızdır. Daha çok kahkaha,
daha çok dostluk, daha çok sevgi, daha çok deneyim ve daha çok hayır
üretebiliyorsanız o zaman zenginsiniz demektir.
Özetle Kuantum Düşünce Tekniği, yaşamın temel amacı olan sevinç
duygusunu yüreğimizde hissetmemiz için bize imkanlar sunar
Yaşam ve Kuantum
Bizim yaşadığımız günlük dünyayla kuantum fiziği dünyası arasında doğal
bir köprü vardır. Günlük yaşamın daha derin felsefi anlayışına inmek ve
kuantum kuramını daha geniş bir çerçeveden görmek için kozmosa ve kozmik
şuurun varlıklar düzeyinde oynadığı role yakından bakmak gerekiyor.
Şuurun modern tanımıyla bilincin ne olduğu insanoğlu için her zaman en
merak edilen soru olmuştur.
- Şuur Nedir?
- Dünyada şuur diye bir şey var mıdır?
- Şuur artar ya da azalır mı?
- Şuur aynı zamanda bir tür FARKINDALIK MIDIR ?
Bu soruların bazılarının yanıtları yaşamın amacının anlaşılması için
kaçınılmazdır.
En ilkel yaşam biçimine sahip amip'in bile nasıl “canlı” ve kendine göre
şuurlu olduğunun anlaşılması bu soruların yanıtlanmasına bağlıdır.
Daha geniş bir açıdan bakarsak, verilen bazı yanıtlar yaşamın anlamını
ve amacını aydınlatır. Bilim felsefesiyle günümüze dek bilinen antik
felsefenin, günümüzün modern felsefelerinin ve tüm ruhsal
araştırmaların, psikolojiyle birlikte yeni bir sentezi; kültürümüzün
niçin ve nereden geldiğini sorgulayan ve bireyin bu koskoca evrendeki
yeriyle ilgili sorularının yanıtları olabilir. Bu sentezin yapılması,
“Yeni Bir Şuur Anlayışına” kavuşmamız ve aynı zamanda ‘Bireysel Gelişim’
düzeyinde sıçrama yapıp; evreni, varoluşu kendi kapasitemiz kadar
algılayabilmemiz için şarttır.
Günümüz fizikçileri tıpkı madde gibi şuurun da kuantum dünyasında çok
önemli bir rolü olduğunu hatta o dünyadan çıktığını, birbirlerinden
farklı gözükseler dahi ortak verilerini kuantum gerçekliğinde
bütünleştirme olasılıklarının çok yüksek bir potansiyel içerdiğini ve
“şuur-madde bütünlüğü” kavramının yeni fizik açısından ciddiyetle
incelenmesi gerektiğini hararetle savunuyorlar.
Yeni fiziğin kuantum kuramıyla ortaya attığı felsefi ve hatta zaman
zaman metafizik yorum, düşünce modellerimiz ve kendimizle, ötekilerle ve
tüm dünyayla olan ilişkimiz büyük ölçüde elektron ve foton dünyasını
yöneten yasa ve davranış biçimleriyle açıklanabilir; daha doğrusu bu
dünya bize ayna olabilir. Eğer zihnimiz yasalarını evren yasalarından
esinlenerek uyguluyorsa, (ki öyle) bu yasaları algılayışımız, doğanın ve
evrenin kendi ruhsal ve fiziksel gerçekliğini bir dereceye kadar
yansıtmak zorundadır.
Dolayısıyla kendimizi tanıyarak ve kuantum kuramına göre atom altı
parçacıkların dünyasına nüfuz ederek yani mikrodan hareket ederek
makroyu tanımlayabiliriz. Dünya kuruldu kurulalı hiçbir kuram kuantum
fiziği kadar bir yüzyıla böylesine belirgin bir damga vurmamıştır.
1900’da Max Planck’ın ‘kara cisim ışıması’ kuantumlaşmış enerji
yayımıyla açıklamasının fizikte yarattığı devrim temposundan hiç
yitirmeden 20 yüzyıl yeni kuşak bilim adamlarının olağanüstü düşünce
ürünleriyle zenginleşerek sürdü.
Atom altı ölçekteki evreni inceleyen kuantum mekaniğinin tersine, kozmos
ölçeğinde etkili kütle çekimi ve genel görelilik. Bu iki kuram birbirini
destekleyerek gelişti. Kuantum kuramının özünde saklı olan ‘Karşıtların
Birliği’ ve her iki durumun aynı anda üst üste çakışmış olma ilkesi
kısaca eşzamanlılık; bir şeye hiçbir zaman tam anlamıyla siyah ya da
beyaz demenin mümkün olmadığını anlatıyor.,
Nasreddin Hoca ve Kuantum
Nasreddin Hoca hikayelerinde sık sık sözü edilen, ‘sen de haklısın,
sende haklısın’ ilkesi kuantum fiziğinde Schrödinger’in Kedisi
teorisiyle anlatılan bir tür üst üste çakışma ve her iki durumu da kendi
bünyesinde barındırmayı ifade eder.
Klasik fizik ilkesi bağlamında bir olguya iki şekilde yaklaşabilirsin,
‘ya şudur-ya budur’. Yani ya siyahtır, ya beyaz, griye yer yoktur. Oysa
Kuantum Kuramı yepyeni bir şey söylüyor.
‘ Hayır hem o olabilir, hem de bu.’
Bilinç, Gerçekliği Yaratır
Yirminci yüzyılın en önemli entelektüel şahsiyetlerinden biri de
Macaristan doğumlu matematikçi John von Neumann'dır. Von Neuman saf
matematik alanındaki katkılarına ek olarak, rasyonel oyunlar olarak
yorumlanan ekonomik ve politik davranışlar çalışmasını başlatmış,
kendisi kopyalayan robotlar konusunda ilk teoriyi oluşturmuş ve saklanan
programlı bilgisayar kavramını icat etmiştir. Bilgisayar bilimi
alanındaki katkıları öylesine önemlidir ki, bir kerede tek komut
alabilen sıradan bilgisayarlara hala "Von Neumann makineleri"
denmektedir.
1930'ların başlarında Von Neumann matematiksel zihnini yeni gelişmekte
olan kuantum fiziğine yönlendirdi. Von Neumann, Bohr ve Heisenberg'in
gevşek atılmış ilmeklere benzeyen kavramlarını sağlam bir şekle soktu ve
kuantum teorisini, bugün hala bulunduğu, Hilbert Boşluğu denilen
incelikli bir matematiksel konuma yerleştirdi. (Sonsuz boyutlu Hilbert
boşluğu, sıradan üç boyutlu boşluğun tersine, bir atomun kuantum
olasılıklarının tamamını bir seferde içine alabilecek kadar geniştir.)
Von Neumann, birçok bilim adamı tarafından "kuantum teorisinin incili
olarak değerlendirilen “Kuantum Mekaniğinin Matematiksel Temelleri” adlı
kitabında, pek çok fizikçinin yüzleşmekten korktuğu veya çekindiği
kuantum ölçüm problemini teşhir etti ve açıkça saldırdı. Von Neumann
"kuantum İncil" inde Kopenhag görüşündeki dünyayı iki parçaya ayırma
fikrine karşı çıktı. Kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik
ölçüm aletleri (belirgin özellikler taşıyan gerçek nesneler). Von
Neumann, Bohr takipçilerinin dünyayı temel olarak farklı iki parçaya
ayırmakla yanlış yaptıklarına inanıyordu.
Von Neumann'a göre dünyamız tekti, ikiye ayrılmamıştı. Tek doğası vardı
ve bu doğa kesinlikle klasik değildi. Ancak, eğer dünya von Neumann'ın
düşündüğü gibi tamamıyla kuantum-mekaniksel ise, kuantum teorisinin,
fiziksel özelliklerinin her biri için her zaman kesin bir değer taşıyan
gerçek nesneler koleksiyonu olarak değil, olasılık dalgaları anlamında
açıklanması gerekir. Orada hiçbir şey gerçekten olmaz; her şey
gerçekliğin eşiğinde sonsuza kadar tereddütte kalır. Gerçek dünyayla
karşılaştırıldığında, klasik fizikteki eski moda kesin "evet veya hayır"
dünyasına göre kuantum dünyası belirsiz "belki" lerden kurulmuş bir
masal ülkesine benzer.
Von Neumann'ın bütünüyle kuantum dünyasındaki ölçüm problemini çözmek
için "dalga fonksiyonunu yıkacak", belirsiz kuantum olasılıklarını kesin
gerçekliklere döndürebilecek yeni bir şeyin eklenmesi gerekir. Fakat von
Neumann tüm fiziksel dünyayı olasılıklar olarak açıklamaya zorlandığı
için, bu belkilerden bazılarını gerçeklere çeviren süreç fiziksel bir
süreç olamaz.
Dalga fonksiyonunu yıkmak için fizik dışından yeni bir sürecin (olası
değil gerçek) dünyaya girmesi gerekir. Dalga fonksiyonunu yıkabilecek
gerçekten var olan ve fiziksel olmayan uygun bir varlık bulmak için
beynini zorlayan von Neumann sonunda bu işe uygun olacak bilinen tek
varlığın bilinç olduğu kararına tereddütlü olarak vardı. Von Neumann'ın
yorumuna göre dünya; herhangi bir bilinçli zihnin dünyanın bir bölümünü
her zamanki belirsiz durumundan gerçek var olma durumuna yükseltmeye
karar vermesi dışında, her yerde saf olasılıklar durumunda kalır. Von
Neumann'ın düşüncesi (fiziğe dayanan) Piskopos Berkeley'in düşüncesine
(teolojiye dayanan) çok yakındır. Dünyadaki hiçbir şey bir zihin
tarafından algılanmadıkça gerçek değildir. İrlandalı piskopos şöyle
demişti: "Dünyanın kudretli çerçevesini oluşturan bütün bu bedenler, bir
zihin olmadan öze sahip olamaz."
Von Neumann profesyonel bir matematikçi olarak onun mantıklı savlarını
nereye giderse gitsin cesurca takip etmeye alışkındı. Fakat burada kendi
mantığı özellikle tuhaf bir sonuca vardığı için profesyonelliği
açısından ciddi bir sınavdan geçiyordu. Fiziksel dünya tam anlamıyla
gerçek değildi, ancak çok sayıda bilinç merkezlerinin davranışları
sonucunda şekilleniyordu. İşin komik tarafı, bu sonuç zihnin
derinliklerini özel bir ortamda mistik bir şekilde inceleyen başka bir
dünyadan değil, oldukça başarılı ve dünyanın tamamen materyalistik
modelinin mantıksal sonuçlarını çıkaran dünyadaki en pratik
matematikçilerin birinden geliyordu yani Von Neumann’dan.
Kuantum Benlik
"Ben" diye ifade ettiğimiz kendimiz, yani kuantum benlik, yeterince
gerçek fakat zaman zaman net olmayan ve düzensiz değişen sınırlara
sahip, bir yerden bir yere kayan bir şeydir. Onun dinamiğinden söz
edebiliriz, fakat temel parçacığın pozisyon ve momentumunu etraflıca
belirleyemediğimiz gibi, onu da belirleyemeyiz. Tözü vardır ama bu töz
çeşitli yollarla elimizden kaçıp kurtulur. Belli bir kesinlikle 'ben
benim' diyebilirim, ama bu benlik demekse kim ya da ne olduğumu söylemek
zor olacaktır.
Temel parçacıkların bireysel kimlikleri an be an düzensiz değişime sahip
varoluşlardır. Bireysel bir elektron yükü, kütlesi, dönüşümü hakkında
her an değişik şeyler söyleyebiliriz ve bir elektronu diğerinden
ayırabiliriz. Fakat şuurlu bir maksatla uzun zaman koruyabildikleri
sabit bir kimlikleri yoktur. Eğer ayırt edilebilecek denli bireysel iki
elektron birleşip daha sonra ayrılırsa ortada yine iki elektron olacak
ama bunların hiçbir geçmişleri olmayacaktır. Hangisinin aslında hangisi
olduğunu sormak olanaksız hatta anlamsız olacaktır. Ancak, insan
şuurunun amaçlı ve bir maksada yönelik olarak kontrol altında tuttuğu
elektronlar seçme özgürlüğüyle bir maksada uygun harekete geçeceklerdir,
bu açıdan, insanı adeta bütünleşmiş tek bir elektron gibi kabul
edebiliriz.
"Şimdi", geçmiş içinde yok olup giderken o zaman Ben olan benlik, beynin
uzlaşımsal hafıza sistemine "geçmişte bir anı" olarak kaydedilir.
Kendisi yeni bir dizi nöron yolu oluşturup karşılığında yoğunluk
içindeki enerjileri geri beslenmeye başlar. Bu, hafızanın Parfit ve
diğer filozoflarca da sözü edilen bildik anlamıdır. Fakat kuantumsal
görüşe göre, bir an önce ben olan benlik her yeni deneyimin sonucunda
oluşan yeni dalga fonksiyonlarının kendi dalga fonksiyonuyla çakışması
yüzünden, aynı zamanda hem bir sonraki "şimdi" hem de gelecek benliğiyle
bağlantılıdır.
Sonsuz Şimdi
Aslında Kuantum Teorisinde anlatılan, birbiri içine geçmiş dalga
fonksiyonları şuur alanları ve şuur alanlarının inceden kabaya doğru
uzanan saçaklanmalarıdır. İç içe geçen ve sürekli yenilenen şuur
alanlarımızla hem "An" daki hem de gelecekteki oluşumları hazırlayan
bizleriz. Öyleyse bizler her zaman "Sonsuz Şimdi" 'de yaşarız.
Yani ben olan her bir benlik, an be an bir sonraki ana alınıp orada hem
uzlaşımsal anlamdaki hafıza, hem eski anılarıyla hem de yeni
deneyimlerle birbirine bağlanır. Geçmişle şimdi arasındaki bu bitmeyen
diyalogun dinamiği, yeni bir kuantum sistem biçimlendirilmesi için dalga
fonksiyonlarının iç içe geçtiği iki temel parçacığın dinamiğine benzer.
Sadece bu durumda biçimlenen şey yeni bir kuantum benliktir.
Ben kısmen dün olduğum kişiyim çünkü o kişi, şu an benim varlığımı
oluşturan şeyin içine katılmıştır. Kuantum mekaniksel terminolojide,
geçmiş şimdiyle bir geçiş ilişkisine girmiştir, çünkü hem geçmiş hem de
şimdi şuurun zemin durumunda dalga fonksiyonları üretirler.
Parçacıklar ve Benlikler
Parçacıklar ve benlikler vardır, eğer varolmamış olsalardı, kendi
dünyamız hakkında tartışmasız kabul ettiğimiz birçok şey farklı olurdu.
Hem parçacık hem de insan çeşitliliğinden ötürü bireyler varoluşlarıyla
ilgili seçimleriyle şeylerin ve olguların varolmasını sağlarlar,
sorumluluk taşırlar. Varoluşun iki ayrı uç noktasında da mikroskobik ve
insansal olarak bireyler, olayların ve farklılaşmanın odak noktalarıdır.
Eğer kuantumun benlikle ilgili görüşünü ele alırsak, temel parçacıklar
dünyasındaki kimliğin doğasının bize, kendi kişisel kimliğimizle
özellikle de ikiye bölünen beyin araştırmasında olduğu gibi, benliğin
ikiye bölünebilme ve şuurlu olarak anlamı olan bir benlik olabilme
dinamiğiyle ilgili söyleyeceği çok fazla şey vardır. Tabii ki ikiye
bölünmüş beyin olgusu benliğin ne Descartes'in iddia ettiği gibi ölümsüz
ve bölünmez bir bütün olduğunu ne de Newton fiziğinin sandığı gibi ufak,
katı ve bölünmez bilardo toplarına benzeyen parçacıklardan ibaret
olduğunu kanıtlamıştır. Hem benlikler hem de parçacıklar bundan daha
akıcı, ikisi de biraz daha kaygandır; varoluşun içine ve dışına akar, ya
tek başlarına dururlar, ya diğer benlikler ya da parçacıklarla
birleşirler ya da hep beraber yok olurlar.
Her an kendini yaratmaya devam eden 'Yeni Bireyin' sahip olduğu
özellikler, oluşturduğu ilişkilerin "alt bireyleri"nin özelliklerinin
etkisi altındadır. Her koşulda, bu, her yönden, kendi adına, kendi
dalgasal yönü ve kendi şartlarında daha başka ilişkilere gebe
kapasitesiyle yepyeni bir varlık olarak davranır. Bu zihin ve
bedenimizin birbiriyle ilişki biçimi olan "ilişkisel holizm" kavramıdır.
Kuantum ilişkisiyle yaratılan bütün, parçalarının miktarından daha büyük
ve kendi içinde yeni bir şeydir. Yeni ve daha büyük bütünlerin
yaratıldığı kuantum bütünlük işlemi öyle sonsuzdur ki evrendeki her
parçacık bir dereceye kadar diğer bir parçacıkla ilişki halindedir. Yeni
fiziksel gerçekliğe haklı olarak bağlanabilecek bölünmez bütünlük
özelliğini yaratır. Fakat bu bölünmez bütünlük, dünyanın şu anki haliyle
varolmasında çok önemli bir rol oynayan "taneli" bir yapıya sahiptir.
Bu, her biri kendi içindeki gözcükte kendi kimliğini taşıyan daha küçük
bileşen bütünlerden oluşmuştur.
Benliklerimiz, tıpkı parçacık sistemleri gibi alt benliklerle kısmen
bütünleşmiş olsalar da zaman zaman kendi kimliklerini ifade ederler.
Onların sınırları da içindeki desenlerin heyecanlanım sınırlarına
paralel olarak değişir ve kaybolur. Bazen daha parçalı daha çocuk ya da
yetişkin, daha uzlaşımsal ya da asi, daha huzursuz ya da huzurlu bazen
daha "bütün" oluruz ve daha fazla bütünleşmiş bir benlik alt benlikleri
birbirine daha iyi bağlar. Kuantum kişinin benliklerinin içindeki
benlikler bazen daha fazla, bazen daha az dalgalanır ve iç içe geçerler
her biri kuantum dalga fonksiyonudur. Birbirleri içine geçtikleri bölge
o anda "Ben" diye tanımlanır. "Ben", benim benliklerim arasında geçen
diyalogların tek tanığı ve benim çok sayıda olan tüm alt-birliklerimin
en yüksek birliğiyim. Şuurun kuantum mekaniksel doğası ve kuantum
birliklerinin ilişkisel holizmi nedeniyle bu bir yerden bir yere kayan
bileşik "Ben" ne hiçtir, ne de yanılsamadır. Bu, asla ne sadece bir ayrı
benlikler ne de ayrı beyin durumları dizisine indirgenebilir. "Ben"
kendimin ne asi tarafıyım, ne de uzlaşımcı tarafıyım; bunların ikisi de
benim iki farklı tarafımdır."Ben" nöron hücre duvarlarımdaki
moleküllerin titremesine neden olan değişik beyin dalgaları da değilim.
Kuantum benliğin birliği, kendi içinde, kendi adına varolan özlü bir
birliktir. Kuantum sistemleri daima dalgalanır, sınırları kayıp
değiştiğinden bütünlüklü benlik bir andan diğerine değişir. Bir şeye
dikkat etme eylemi zihinsel enerjimizin odaklanmasını sağlar. Böylece
seçici dikkat mekanizması yoluyla benliğin belli bazı yönlerine daha
fazla enerji yöneltebiliriz. Yani diğer yönler arka plana çekilirken
biz, benliğin bu yönünü aydınlatırız. Bazı zamanlarda
alt-benliklerimizin etki alanına girebiliriz.
Örneğin sevdiği bir insanla kavga eden kızgın bir insanın onun hakkında
hiç iyi bir şey düşünmemesi ya da bunalımda olan bir insanın sorunu
yüzünden acı çekerken, mutlu olmak için hiçbir neden bulamaması gibi.
Durum böyle olduğunda, kişiliğin kuantum dinamiği alanında bir tanımlama
terimi olarak, bu insan 'dengesiz' deriz. Varlıkların Seçme Özgürlüğü
Yasasına göre her an istediği yönü seçmekte özgür olduğunu biliyoruz.
Pozitif ya da negatif, olumlu-olumsuz, ruhsal yada maddesel, katı veya
dalga halinde olmak bizim seçimlerimize bağlıdır. Her gün, kozmostan
aldığımız enerjilerle oluşturduğumuz enerji alanımızın şeffaf ve akışkan
olması, sevgi enerjisi, coşku ve neşeyle dolması ve diğer insanların
sezgilerini ve ruhsal ışıklarını aydınlatır hale gelmesi, bizim seçme
özgürlüğümüzü ve irademizi kullanma gücümüze de bağlıdır.
Beynimiz ve Biz
Varoluşun Kuantum Boyutu
20 Ocak -2007
Prof. Dr. Metin Arık
Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Ethem Kocabaş
(Nöro Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi)
Evrendeki her şey insanlar, nesneler,
çiçekler, hayvanlar, su, gibi var olan her şeyin aslında atomlardan
oluştuğunu biliyoruz. Atomun yapısı hakkında da bilim bize şu bilgileri
veriyor. Atomun en alt parçacıklarını kuarklar oluşturuyor. Kuarklar bir
araya gelip baryonları, baryonlar çekirdeği, çekirdek elektronları,
elektronlarda atomları ve molekülleri oluşturuyor. Sonuçta da madde veya
canlı organizmalar meydana geliyor. Konuya atom boyutunda bakarsak, bir
insanın bedensel anlamda var oluşunun atom boyutunda bir nesnenin var
oluşundan farkı yok değil mi?
Evet öyle. Çok ilginçtir atomların da birbirinden
farkı yok. Atomlar da protonlardan, elektronlardan ve nötronlardan
oluşuyor. Tüm protonlar da ve elektronlar da birbirinin aynı ama bunlar
bir araya çok büyük sayılarda geldiği anda farklılıklar oluşuyor.
Hücrelerin de birbirinin yaklaşık aynı olmasına karşın büyük yapılarda
birleşimlerinden farklı oluşumlar meydana gelebilmekte.
Örneğin bir kitabı ay kadar büyüttüğümüzde
içindeki atomlar bezelye büyüklüğüne ulaşabilir diye benzetebiliriz.
Atomun içerisindeki çekirdeğin ve elektronların kütlesel anlamda çok
küçük bir yer tuttuğundan bahsediliyor. Geri kalan kısımda büyük bir
boşluk var deniliyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yaklaşım elektronları noktasal olarak düşünmek mümkün olmadığından
tam olarak doğru değil. Elektronların belirsizlik özelliğinden dolayı
nokta olduğunu söylemek zor. Elektronları nokta olarak tanımladığımızda
nerede diye sorulması halinde yerinin gösterilmesi gerekir. Yeri tam
olarak belli olan bir elektronun hızı çok büyüktür ve bu nedenle her
yerde olabilmektedir. Elektronları nokta gibi düşünmek yerine, bulut
gibi düşünmek daha doğru olur.
Bulut görüntüsünü yaratan elektronun hızına
bağlı olarak her yerde olabilme özelliği herhalde.
Evet. Fizikte bir noktasal parçacık kavramı var.
Biz eğer o parçacığın içinde başka bir nokta yoksa onu noktasal olarak
tanımlıyoruz. Fizikte elektronlara noktasal parçacık diyoruz, çünkü
biliyoruz ki elektronlar başka parçacıklardan yapılmamıştır. Ama bu ben
bir elektronu alıp bir yere koyabiliyorum anlamına gelmez. Elektronu
alıp bir noktaya koyamazsınız. Aslında atomun içinde boşluk dediğimiz
bütün bölümü o elektron bulutu doldurmaktadır. Eskiden, kuantum fiziği
keşfedilmeden önce, Bohr atom modelindeki atom tasvirinde, elektron
noktasal olarak tanımlanıyordu. Şimdi biliyoruz ki arada böyle bir
boşluk yok, elektron bütün boşluğu doldurmakta. Belirsizlik prensibinden
hareketle her yeri doldurduğundan bahsedebiliriz.
Atomda elektronun ve çekirdeğin belli zaman
dilimlerinde kaybolup, tekrar gözlenebilmesi gibi durumlar oluyor mu?
Hatta bazı kuantum yaklaşımlarında buradan hareketle eş evrenlerin
varlığında bahsediliyor. Elektronların ve atomun diğer yapılarının bazen
gözlenemez olmasının nedeninin eş evrenler olduğuna atıf yapılıyor. Bu
konuya bakış açınız nedir?
Biz kuantum fiziğini iki türde ele alıyoruz.
Birincisi teorik, diğeri ise deneysel. Teorik olarak ele aldığımız zaman
matematik denklemleri kullanıyoruz ve ona inanıyoruz. Deneysel olarak
ele aldığımızda laboratuardaki deneylerden hareket ediyoruz ve ona
inanıyoruz. Biz bunları tasvir etmeye kalktığımız zaman, günlük hayatta
kullandığımız dile entegre etmek durumundayız. O dili kullandığımızdan
dolayı atomun yapılarının bazen gözlemlenip, bazen gözlemlenememesi
şeklinde bir tasvir yapılabilir. Ama günlük dili kullanarak bunun tam
tasviri mümkün değil. Bunun temeli çok detaylı matematiksel denklem ve
matematiksel fizik denklemlerine dayanıyor. Bunun deneyi de laboratuarda
yaptığımız deneye dayanıyor. Ama bu bahsettiğiniz yok olma olayı, günlük
hayatta maddenin yok olması olayından farklı. Bir takım matematiksel
denklemler bizleri belirttiğiniz sonuçlara ulaştırmakta. Bazı
matematiksel sonuçları günlük hayatta belirttiğiniz şekilde tercüme
etmek mümkün. Bu tasvirlerin bir takım ortalama tasvirler olduğunu
akılda tutmamız gerekir.
İnsanlar nesnelere veya canlılara
baktıklarında dolu olarak görmelerini iki şekilde tasvir edebilir miyiz?
Birincisi atomların sayılarının çokluğu ve sıklığına bağlı olan boyut,
diğeri de renklerin etkisidir diyebilir miyiz? Bu iki kavramdan dolayı
mı nesneleri ve organizmaları dolu olarak görmekteyiz?
Görmemizi sağlayan ışığın yansıması. Katı bir nesneye baktığımızda sudan
farklı olarak onu katı olarak algılamamızın sebebi de, aslında oradaki
atomların katı olması. Bir atomu elinize aldığınızı hayal edin, sıkmaya
kalktığınızda sıkmanız mümkün değildir. Neden sıkamıyorum? Aslında
klasik fizik yaklaşımıyla konuya baktığınızda proton pozitif yüklü,
elektron negatif yüklü zaten birbirilerini çekiyorlar. Hazır böyle bir
çekim varken bende sıktığım zaman sıkışması lazım gibi gözükse de bu
mümkün olamıyor. Kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesinden dolayı
aslında ikisinin arasında bir itme kuvveti oluyor. Çünkü elektron tek
bir noktada bulunamıyor. Belirsizlik ilkesinden dolayı elektron bulut
halinde bulunuyor.
Su için durum nedir?
Aslında sudaki atomda da bu katılık var. Fakat su
ortamında atomlar birbirilerinin etrafında kolayca kaydığı için su sıvı
özelliğine sahip oluyor.
Heiselberg ile ilgili bir söz okumuştum.
Diyor ki Heiselberg 'Atom nesne değil, eğilimdir.' Bahsettiğiniz
belirsizlik ilkesinden dolayı atomun eğilim olma özelliğinden
bahsedebilir miyiz?
Bu sözü ilk defa duydum ama atom tabii ki de nesnedir.
Bir de nesnel zeka olarak tanımlanan Morfik
alan kavramı var. Deniliyor ki genlerde atomlardan oluşmaktadır.
Dolayısı ile insanın şifresi genlerdedir yaklaşımı atom altı boyutta
derinleştirilebilir.
Atom altı boyutta zeka yok. Yani bir atom
boyutunda zeka yok. Bin atom boyutunda da zeka yok. Bekleniyordu ki bin
veya onbin atom ölçeğinde zeka olsun ama böyle bir birliktelikte de zeka
yok. Ancak milyon atom seviyesinde bir zekadan söz edilebilir belki de.
İlk kuantum fiziği çıktığı zaman zeka kavramının kuantum fiziğinden
çıkabileceğinden söz ediliyordu. İnsanlar yeni bir şey bulduklarında
hemen bunu bazı kavramlarla ilişkilendirmek istiyorlar. Ama zeka veya
düşünce kavramının çok daha büyük sistemlerde oluştuğu sonradan
anlaşıldı. Zaten bu nedenle de tek hücreli canlıların zekası olamıyor.
Ama bu konunun bir biyolog ile görüşülerek de analiz edilmesinde fayda
olduğu düşüncesindeyim. Bu benim yorum ve bakış açım.
Genlerin şifresi 10 üzeri 20 atom ve
genlerden önce atom birliğinden gelen bir şifre var herhalde.
Evet var. Sanıyorum bir gen aşağı yukarı 1000 atomdan falan oluşuyor.
Ama bir genin de zeki olduğu söylenemez. O bir takım şeyleri tetikliyor.
Genin de tek başına düşüncesi yoktur. Gen daha basit bir şey, onu
anlayabiliyoruz. Bütün mesele şu ki: büyükleri anlıyoruz, küçükleri
anlıyoruz ama ortadakileri anlayamıyoruz.
Süperpozisyon yaklaşımına göre, eş ikiz
evrenlere bağlı olarak olayların olasılıkları var ve biz bunlardan
birsini seçiyoruz. Böyle bir seçim varsa bu seçim elektron bulutundaki
belirsizlikten gelen bir seçim olabilir mi? Bakmadığında olasılık
dalgası olduğundan bakınca da nesnenin varlığından bahsediyor.
Bakmayınca pek çok top sahada pek çok noktada aynı anda var, bakınca
birisini seçiyorsunuz deniliyor.
Bakmadığınız zaman top orada yoktur
diyebilirsiniz. Kuantum mekaniği için bu doğru hakikaten. Yaşadığımız
dünyada da bu doğru aslında. Bir şeye bakmıyorsanız nasıl orada
diyebilirsiniz ki? Bir de ne zaman geri dönerseniz dönün orada olacağını
bilmek ve görmek var. Kuantum mekaniğinde parçacık dediğimiz olay
aslında parçacık değil. Bir dalga. Çünkü belirsizlik olduğu için küçük
bir parçacık bir nokta olur. Halbuki biz dalgalardan parçacık
yapabiliriz. Dalga noktanın etrafına yoğunlaşmış olur. Dalganın noktanın
etrafına yoğunlaşması noktayı orada algılamamızı sağlayabilir.
Dolayısıyla kuantum mekaniğinin esas temeli cisimlerin parçacık değil de
dalga olduğuna dayanıyor. Süperpozisyon dalgalarla yapabildiğimiz bir
şey, çünkü iki dalgayı toplayabiliriz. Denizdeki klasik dalgalarda
görürsünüz, tabii bunu kuantum dalgaları ile karıştırmamalıyız. Bir
benzetme olarak ele alırsak farklı yönden gelen dalgalar toplanıp daha
yüksek dalgaları oluşturuyorlar. Denizdeki dalgaların süperpozisyonundan
bahsedebildiğimiz gibi kuantum mekaniğinde de dalgaların
sürperpozisyonundan bahsedebilmekteyiz.
İnsanda bir dalga boyutu aslında.
Evet. Dolayısıyla örnek olarak Schrödinger'in kedi
probleminde kedinin iki durumu var aslında. Biri ölü durumu bir tanesi
de canlı durumu. Ölüm durumu ile canlı durumunu topluyorsunuz bunun
kuantum mekaniğinde bir anlamı var. Klasik fizikte böyle bir şeyin
anlamı yok. Kuantum mekaniğinde hakikaten bu süperpozisyonun anlamı var.
Evrendeki her atom Helyum atamonun
bir türevi midir?
Evrendeki atomlar yıldızlarda oluşuyor. Evren ilk
başta oluştuğunda içinde hidrojen ve bir miktarda helyum atomu var.
Büyük patlama teorisine göre evren çok sıcak başladığı için, sonrasında
soğuduğu zaman hidrojen ve helyum atomları oluşuyor. Bunlar kütle
halinde çökerek yıldızları oluşturuyorlar. Ondan sonra ağır atomlar da
bu yıldızların çekirdeklerinde hafif çekirdeklerin kaynaşarak daha ağır
çekirdekler yapmasıyla oluşuyorlar. Onun için tüm atomlar helyum
atomunun türevidir, helyum atomundan yapılmıştır diyebiliyoruz.
Einstein evrendeki genişlemeye karşın onu
dengede tutan bir güçten bahsediyor. Genişleyen evrende her şeyin
rasgele savrulmadığından bahsediyor ve hatta bu dengede tutan güce de
lambda sabiti adını vermiş. Bu yaklaşıma bakış açınız nedir?
Bu dediğiniz modelde evrenin belirli bir kurala
göre genişlemesi ve ondan hiçbir sapma göstermemesi fikri aslında bilim
adamlarının basit ve çözülebilir bir model yapma isteklerinden
dolayıdır. Çünkü doğayı en basit şekilde tanımlayıp denklemlerimizi
çözmek istiyoruz. Böyle yapıldığı zaman da teori çözülebiliyor
Einstein'da bunu yaptı. İlk önce bunu yapacaksınız. Kozmolojinin bu
denklemine göre evrenin zaman içinde değişen bir tek büyüklüğü var,
evrendeki gezegenleri, insanları, galaksileri ortalama bir madde
yoğunluğu olarak ele alıyoruz. Çünkü onları sanki tüm everene yayılmış
ve sabit bir madde yoğunluğu olarak düşünüyoruz. Dolayısıyla o bizim
seçtiğimiz bir basitlik. Ama yine de evrenin esas olarak o denklemlere
göre büyüdüğünü kabul ediyoruz. Lambda, yani kozmolojik sabit meselesine
gelince. Kozmolojik sabit olmadığında evren kapalı bir evren ise büyüyüp
belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra tekrar kapanması gerekir. Sonlu bir
evrense ve kozmolojik sabit varsa bu böyle olmayabilir. Şu anki ölçümler
gösteriyor ki bir kozmolojik sabit var. Kozmolojik sabit genelde evrenin
enflasyonla büyümesini sağlamaktadır. Eksponansiyel büyüme formu. Bugün
çok yavaş bir eksponansiyel büyüme var. Bunu ölçebilmek tabii ki de
deneysel kozmolojinin büyük başarısı. Doğrudan ölçemiyoruz ama çok
geçmişte de yine evrenin bir ara çok hızlı genişlemiş olması gerekiyor.
Aslında teoriden ziyade ölçülebilen değerlere göre hareket etmek lazım.
Bugün bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla artmasının nedeni
teori ve deneysel yaklaşımların birbirini destekler tarzda bir döngü
içinde gelişmesidir. Ülke olarak bizim de buna ayak uydurmamız gerekir
ama çok zor oluyor. Çünkü temel bilimde ne kadar iyi olsanız da alet
ihtiyacınız olduğunda dışarı bağımlısınız. Dolayısıyla bizim bu konulara
hızla entegre olmamız lazım.
Kuantum fiziğinde hiçbir nesnenin veya
canlının, başka nesne ve canlı ile sıfır aralıkla temasta bulunmasının
mümkün olmadığından bahsediliyor. Bu nedenle hiçbir şeye dokunmak mümkün
değildir deniliyor. Bu olaya da elektronların şarj yükleri arasındaki
itmenin neden olduğu söyleniyor bu doğru mu? Hiçbir şey ile tam temas
olamaz mı?
Tabi olamaz. Çünkü zaten elektron bir bulut. Atom boyutuna indiğiniz
zaman aslında hiçbir şeye tam olarak dokunmuyoruz.
Kuantum fiziği zaman kavramını nasıl
değerlendiriyor?
Kuantum mekaniğini yapabilmemiz için uzayı ve
zamanı düz uzay-zaman olarak sabitliyoruz. Ondan sonra o uzayın üstünde
kuantum mekaniği yapıyoruz. Halbuki uzayın kendisi de kuantum mekaniksel
bir obje olmalı. İşin bu boyutunu ele aldığınızda yapabileceğiniz bir
şey kalmıyor. Çünkü karşınıza sonsuzluklar çıkıyor. Uzayın içinde bir
parçacığın yeri belli diyoruz ve ona zamanı uyarlayabiliyoruz. Ama
uzayın kendisi belirsiz dediğimiz zaman işler sarpa sarıyor. İşte bu da
genel göreliliği kuantumlaştıramıyoruz denen büyük problem.
Hava'da atomların durumu nedir?
Havada atomlar çok seyrektir. Atomların olmadığı
yerde boşluk var. Belli bir hızla hareket edip birbirilerine
çarpıyorlar.
Genetik bilimi, kuantum fiziği ve nöroloji
geleceğin bilimleri deniliyor. Gelişmiş ülkeler bu konularda bilim
insanlarını bir araya getirmek suretiyle araştırma ve çalışmalar
yaptırıyorlar.
Kesinlikle ben bunun önemine çok inanıyorum.
Bizde bu konuda durum nedir?
Bizde olduğunu bilmiyorum ama olması lazım.
Rengin oluşumu hakkında bilgim
elektronlara çarpan foton ışınlarının, elektronun yörüngesini
değiştirmesi ve sonrasında yörüngesine dönen elektronun, tekrar dışarıya
bir enerji vermesi şeklinde. Bu dışa vuran enerji rengi oluşturuyor. Bu
tanımlama doğru mu ve bize biraz da rengin oluşumundan bahsedebilir
misiniz? Renk nasıl oluşuyor?
Atom seviyesinde bu şekilde renk oluşuyor. Molekül
seviyesinde moleküller ışığı emip tekrar veriyorlar. Beyaz ışık
dediğimiz şey kırmızı, mavi ve yeşil üç tane bileşenden oluşuyor. Işık
bir yere düştüğü zaman tüm dalga boyları emilirse siyah görüyoruz. Bir
kısmı emilir bir kısmı yansırsa renk farklılıkları oluşuyor. Bu ışığı da
emen aslında atomlar ve moleküller. Saydam olan suda oksijen ve hidrojen
atomları var. Dolayısıyla oksijen ve hidrojen atomları saydamdır
diyemezsiniz. Gaza baktığınız zaman onu da saydam görmenizin nedeni, çok
seyrek olması. Dolayısıyla hidrojen atomunun bazı enerji seviyeleri
bilinen renklere tekabül ediyor. Genelde etrafımızda gördüğümüz renkler
moleküler seviyelerle alakalı.
Yaşam bir algılama süreci aslında.
Beynin ve ruhun çevreyi algılama şekli. İnsan beyni gözüyle gördüğü ile
hayal ettiği arasındaki farkı algı düzeyinde ayırt edemiyor.
Evet algılama farklı değil. Işık dediğimiz olay
aslında bir takım elektromanyetik titreşimler. Elektromanyetik bir dalga
yani. Boşlukta gidebilen bir elektromanyetik dalga. Güneşten buraya
kadar gelebiliyor arada bir şey yok. Bu elektromanyetik dalganın frekans
dediğimiz bir büyüklüğü var. Saniyede kaç kere titreştiğini ifade ediyor
bu büyüklük. Biz insanlar çok küçük bir frekans aralığını görebiliyoruz
Gözümüz bunu ölçüyor. Dolayısı ile elektromanyetik dalga çok daha geniş.
Atom elektromanyetik bir olay. Proton ve elektronlar elektrik
kuvvetlerle birbirine bağlanıyor. İki atom arasında da elektriksel
kuvvetler var. Dolayısı ile buradaki enerji farklılıkları
elektromanyetik dalga olarak gözüküyor. Bu bizim algıladığımız aralıkta
ise biz bunu renk olarak görebiliyoruz. Dünyamızın atmosferi ancak bu
dalga aralığında gelen ışığı aşağıya geçiriyor. Buradan hareketle biz
başka bir gezegene gitsek kör olabiliriz. Görmeyebiliriz.
Atom yaşlanır mı?
Hayır.
O halde insanın fiziksel olarak
yaşlanma sürecinin de atom boyutunda açılımına baklamak lazım.
Bu konu biyologlarla konuşulmalı.
Aslında dünyada bilim alanında gelişmiş
ülkeler kuantum fiziğinin yaşamımız üzerindeki
önemi ve etkileri konusunda daha bilinçliler herhalde.
Onun için gelişmişler zaten bunların öneminin farkında oldukları için
gelişmişler. Bizde maalesef bilim zayıf ve özellikle deneysel bilim
desteklenmiyor. Ülke olarak daha henüz pozitif bilim çağına tam girmiş
durumda değiliz. Ama bu durum yavaş yavaş gençlerin sayesinde olumlu
yönde değişecek. Türkiye zaten bu pozitif bilimin, deneysel bilimin
doğuşuna seyirci kaldı. Eksiklik oradan kaynaklanıyor. Biz daha sonra bu
işin bir bilim olduğunun farkına vardık.
Sn.Prof.Dr. Metin Arık çok değerli
birikimlerinizi bizlerle paylaştığınız için egitimatolyesi.net sitesi
olarak size çok teşekkür ederiz.
|
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları
Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy) /Astronomy
|
|