Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli
"Enerji tektir. Her din,
felsefe ve kültür ona kendi elbisesini giydirir". Çetin BAL - 2007 -Denizli
İnanç Sözlüğü/
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi/1. Basım Mayıs 1975
Tasavvuf
(İslâm): Bireysel dincilik… İslâmsal disiplin içinde oluşmuş bulunan
tasavvuf deyimi, genel olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan
birincisi varlıkbirliği (Ar.
Vahdet-i vücut)
felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme
eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslâmsal tasavvufun başlangıcında
geçerli değildiler, akıma zamanla katılmışlardır. İslâmsal tasavvuf, ilkin,
Batı’da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan
gizemcilik (Fr.
Mysticisme)’le
başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel
olarak ve ruhsal yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu sofular,
varlıkbirliği felsefesinden habersiz oldukları gibi kutsal kitabın açık
anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de
duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya işlerinden
el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti. Nitekim
İslâm peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir yaşam
sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten başka
bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı
korkusuyla titreyerek (Bkz.
El-Isfahânî, Hilyet-ül Evliyâ, cilt II, s. 131),
Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (Bkz.
Şa’rânî, El Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72)
geçiriyordu; varlıkbirliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli
anlamlar arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve
yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet’e de
mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü Mukaddime’sinde
şöyle der (s.328):
Tasavvuf, bir şeriat bilimidir. Temeli, ashâb (peygamberin
yakın dostları) ve
tâbiin (bu yakın
dostların dostları)
ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidâyete uyan hâlleridir ki kendini
Allah’a vermek, tapımla uğraşmak, dünyanın her türlü işlerinden ve
süslerinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el etek
çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibâdete dalmaktır”. Bir
başka İslâm bilgini Sühreverdî de Avârif-el-Maarif adlı
yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnet’ten olduklarını, tapımı şeriata uygun
olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta derinleşerek
dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir
inana kavuştuklarını yazmaktadır. İslâmsal bilgilerde çok yetkili bir kişi
olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında açıkça söyleyen
Abdülbâki Gölpınarlı bile bir yapıtında: “Hiç şüphe yok ki Sûfîler içinde
şeriata harfi harfine riayet edenler vardır” demektedir (Bkz.
A. Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s.97).
Zamanla tasavvufa katılmış bulunan panteist (Yunan
kamu tanrıcılığı…)
Bâtınîlik (İslâm dinini
usçu bir açıdan yorumlayanların yolu…),
bu akıma, iki temel özelliği olan varlıkbirliği anlayışıyla yoruma dayanan
içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşamalara
ulaşmıştır: İlmelyakîn aşamasında dini olduğu gibi, eşdeyişle,
herkes gibi görür, uygular. Aynelyakîn aşamasında görünenden
görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakîn
aşamasında dinin gerçek amacına varır ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda
ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdâdî şöyle tanımlamaktadır:
“Tasavvuf, tanrının seni senden öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır”. Tasavvuf
sözcüğünün de hangi kökten türediği de tartışılmalıdır. Genel olarak
bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden
türediği ileri sürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak
bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslâm
düşünürlerinden çok önce kullanıldığı sanılmaktadır. Bîrûnî’nin Tahkik-i
ma lil-Hind adlı yapıtında ileri sürdüğü (s.16)
bu sav, doğru olması gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça
yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri yüzünden bu adı almış
olmaları olanaklıdır.
Tasavvuf, güzel ahlâktır. (İ. Kettânî) Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terk etmektir. (Ebû Hüseyn Nûrî) Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî) Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütûf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir. (Ahmed Şirbâhî) Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde : Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı. Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir. Ebu Said Miheni : Tasavvuf Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır. Tasavvuf Nedir:
Cömertliktir, zariflik ve temizliktir. Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür : İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar. Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar. Şeytanın Vesvesesi
TASAVVUF I. Bu bölümde amacımız, sûfiliği eksiksiz bir tarzda ve bütün ayrıntılarıyla ele alıp incelemek değil, -başka yazarlar bunu az ya da çok başarıyla yapmışlardır- fakat "tasavvuf"u genel görünümü ve çerçevesi ya da evrenselliği içinde ele alıp incelemektir. Dolayısıyla burada sadece İslam'a özgü bir dil kullanmayacağız. Bu çok genel açıdan bakılınca, "tasavvuf" herşeyden önce "öğreti" ve "yöntem" kutupsallığı olarak ya da temaşa ve tefekkür yoğunluğunun eşlik ettiği metafiziksel bir hakikat olarak görünmektedir. Kısacası herşey şu iki ögeye indirgenebilmektedir: Taakkul ve tecemmu' (intellection et concentration), yani Akletme ve yoğunlaşma; ya da basiret ve tevhid, yani ileriyi görme ve birlik. Metafiziksel hakikat bizim için, -biz ki nisbilik içindeyiz, çünkü varız ve düşünüyoruz- herşeyden önce Reel ile irreel ya da "en az Reel" arasındaki ayrımdır. Yoğunlaşma ya da ruhun fiili, -yani en geniş anlamıyla dua- bir bakıma bize sunulan hakikate bizim verdiğimiz cevaptır; bilincimize giren ve belli bir derecede varlığımızca özümlenen Vahiydir. İslam'a göre ya da daha açıkçası İslam'ın özü olan sufiliğe göre, metafiziksel öğreti, birçok kez söylediğimiz gibi şudur: "Tek Hakikatten başka hakikat yoktur"; ayrıca, alemin ve kendimizin varlığını hesaba katmak zorunda olduğumuza göre, "Kozmos hakikatin tezahürüdür" Bir kez daha tekrar edelim, Vedantistler "Bu dünya yalandır, Brahma hakikidir", fakat "herşey Atma'dır" derler. Uhrevi bütün hakikatler ikinci ifadede bulunmaktadır. Biz bu ikinci ifade gereğince kurtuluruz. Birinci ifadeye göre, mümkünün yansımalar alanında "varolsak" bile, biz "var" değiliz, sanki önceden kurtulmuş gibiyiz, çünkü biz var değiliz, yani faniyiz ve gene çünkü "sadece Vechullah baki kalacaktır." Reel ile irreel arasındaki fark bir anlamda Cevherle arazlar arasındaki farkla çakışır. Bu cevher-araz ilgisi dünyanın "daha az reel" -ya da irrel- özelliğini kolayca anlaşılır kılar ve fenomenlere mutlaklık atfetme yanlışlığının yararsız olduğunu, bunu anlayabilecek düzeyde olanlara gösterir. Üstelik "cevher" sözcüğünün günlük kullanımı da "ara cevherler" olduğunu açıkça göstermektedir, ki bunlar saf Cevhere göre "arızi cevherler"dir, fakat bununla birlikte kendi arazlarına cevher rolünü üstlenirler: bunlar da aşağıdan yukarıya doğru giden bir sıraya göre şunlardır: Madde, esir, hayat cevheri, supra-formel ve makrokozmik cevher-"meleki" denilebilir- son olarak da evrensel ve metakozmik cevher gelir, ki Varlığın kutuplarından biridir veya Varlığın "ufki boyutu" ya da "dişil görünümü"dür. Asura'ların antimetafiziksel yanılgısının nedeni, arazları "gerçek" zannetmeleri ve cevheri "irrel" ya da "soyut" olarak niteleyerek onu inkar etmeleridir. Dünyanın irreel -ya da "en az reel" ya da nisbi reel- olduğunu görmek demek, aynı anda fenomenlerin sembolizmini görmek demektir. Sadece "Cevherlerin Cevheri"nin mutlak reel olduğunu bilmek demek -kesin olarak söyliyecek olursak, dolayısıyla tek gerçek odur-, bütün arazlarda Cevheri görmek demektir. Realite hakkında edinilen bu ilk bilgi sayesinde, dünya metafiziksel olarak "saydamlaşır". "Bodisatva" sadece mekana bakar, muhtevalarına değil; ya da mekan olarak şunlara bakar denilince, bu "O sadece Cevheri görür" anlamına gelir. Cevher ise dünyaya göre, bir "boşluk" gibi gözükür. Burada sürekli olarak birbirine ters düşen iki "boşluk" ya da iki "bütünlük" vardır, tıpkı kum saatindeki iki bölmenin aynı anda boş ya da dolu olmadığı gibi. Su ile su damlaları arasındaki ilginin, Cevher ile dünyanın muhtevaları olan arazlar arasındaki ilgiyi dile getirdiği anlaşılırsa, arazların "aldatıcı" özelliği hiç bir kuşkuya yer bırakmaz ve hiçbir zorluk arz etmez. Eğer İslam'da, yaratıklar Tanrı'yı kanıtlamaktadır denilmişse, bu, fenomenlerin mahiyeti "arazlar"ın mahiyetinin aynısıdır, buna göre de onlar nihai Cevherin belirtileridir, demektir. Su ile yapılan bu benzetmenin şu kötü yanı vardır: Su Cevherin aşkınlığını göz önünde bulundurmaz; fakat madde bundan daha az eksiksiz bir imge sağlayamaz, çünkü aşkınlık, yansımalarda ele alınan plan arazlık içine girdiği ölçüde silinmekte, belirsiz olmaktadır. Arazlarla Cevher arasında bir kopukluk vardır, gerçi Cevherden arazlara doğru giden çok ince bir süreklilik vardır, şu anlamda söylüyoruz, tamamen reel olan sadece Cevher olduğundan arazlar zorunlu olarak onun görünümleri olmaktadır. Fakat bu durumda onlar bir başka ilgi altında değil sadece sebeplerine bağlı olarak değerlendirilir ve böylece ilgi değişmez ve bozulmaz olarak kalır. Bir başka ifadeyle, o zaman araz cevhere indirgenir; araz olarak o "Cevherin dışa vurması"dır; nitekim Allah'ın ez-Zahir ismi de buna tekabül eder. Dünya ve Tanrı hakkındaki tüm yanılgılar ya bu kopukluğun dolayısıyla aşkınlığın "natüralist" inkarında yatar -oysa ki bütün bilimleri bu aşkınlık üzerine bina etmek gerekir- ya da metafiziksel ve "yukarıdan aşağıya doğru inen" sürekliliğin anlaşılmasında yatar. Bu metafiziksel süreklilik, nisbiden gelen kopukluğu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. "Brahma dünyada değildir." fakat "herşey Atma'dır." "Brahma baki, dünya fanidir" ve "O Brahma'dır" Bütün irfan bu ifadelerde gizlidir, tıpkı irfanın şehadet kelimesinde ya da hem kelime-i şehadette hem de kelime-i tevhidde ya da Hıristiyan misterlerinde saklı olduğu gibi. Ayrıca bu kavram çok önemlidir: Bütün kapsamıyla metafiziksel hakikat bizzat akıl cevherindedir; hakikatı inkar etmek ya da taklit etmek demek, her zaman için aklı inkar etmek ya da taklik etmek demektir. Aklı tanımak demek, aklın eştözlü (hem cevheri, consubstantiel) muhtevasını ve böylece eşyanın tabiatını tanımak demektir. İşte bunun için şöyle denilmiştir: "Sen kendini tanı" (Yunan irfanı); ayrıca "Tanrı'nın mülkü sizin içinizdedir" (İncil) ve aynı şekilde "Kim kendini tanırsa, Rabbini tanır" (İslam) Vahiy aklın nesnelleştirilmesidir. İşte bunun içindir ki Vahiy Aklı, günahla kararmış -fakat ortadan silinmemiş- aklı diriltme gücüne sahiptir. Bu kararma ancak arızi olabilir, temel olamaz ve bu durumda akıl, ilke olarak irfana yönelir. Eğer temel inanç bilinçli olarak ve açıkça külli hakikate ulaşamıyorsa, bunun nedeni, onun da kendine göre aklı sınırlamış olmasıdır. Nitekim o, zorunlu olarak ve hatta paradoksal olarak belli bir rasyonalizme katılır; -bu konuda Vişnuizm de Batı gibi aynı durumu arz eder- ama gene de bizzat imandan kopmadıkça rasyonalizmin içinde eriyip kaybolmaz. Durum ne olursa olsun, nisbi durumlara mutlak özellikler atfeden bir bakış açısı -Semitik zahircilikte olduğu gibi- zihin yönündem tam olamaz; fakat zahirden söz etmek aynı zamanda batından söz etmek demektir yani zahirin açıklamaları batının simgeleridir. Zahircilik, Tanrı hakkında olsun, evren ya da insan hakkında olsun, metafiziksel hakikatten görünümler ya da fragmalar aktarır. Metafiziksel hakikat külli hakikatten başka birşey değildir. Zahircilik insanda, herşeyden önce hırs sahibi ve sosyal bireyi görür. (Kainatta da sadece bu bireyi ilgilendiren şeyi farkeder) Tanrı'da ise, dünyayı, yaratılışı, insanı ve selameti ilgilendiren hususları görür. Durum böyle olunca, -bunu çok tekrar etmiş olsak da ısrarla diyoruz ki- zahircilik ne insanı aşan ve ilahi alanda insanın önündeki engelleri aşan saf aklı, ne beşer öncesi ya da sonrası kozmik çevrimleri, ne de her tür nisbiliğin ötesinde olan, dolayısıyla Muhalefetün li'l-havâdis olan Varlık-üstü Varlığı hesaba katacaktır. Böyle bir bakış açısı, gökyüzüne kare, yuvarlak ya da daha başka bir şekil veren bir pencereyi düşündürmektedir: Bu görüş içinde göğün görünüşü eksiktir, ama bu durum gene de odanın içini gökyüzünün ışıkla ve hayatla doldurmasını engellemez. "İradecilik" üzerine temellendirilmiş dini görüş açısının tehlikesi şudur: Bu görüş açısı, neredeyse imanın maksimum bir irade ve minimum bir akıl ihtiva ettiğini ileri sürmektedir. Gerçekten de akıl, hem bizzat kendi tabiatıyla değeri küçülttüğünden dolayı hem de altadıcı olarak değerin öneminimi ve aynı zamanda gerçekte ulaşılamayan bir bilgiyi kendine mal ettiğinden dolayı, eleştirilir. Ne olursa olsun, dinler konusunda şunu söyleyebiliyoruz: "Böyle insanın böyle Tanrı'sı olur" yani insanı ele alma biçimi Tanrı'yı ele alma biçimini etkilemektedir; duruma göre tersini de söyliyebiliriz. Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: Metafiziksel hakikatin ya da bu hakikatin derinliğinin ölçüsü, ifadenin karmaşalığında ya da zorluğunda değil fakat özel bir anlayış kapasitesini ve düşünce stilini göz önünde bulundurarak o ifadenin sembolizminin niteliğinde ve etkililiğinde yatar. Hikmet kelimelerin anlaşılmazlığında değil, niyetin derinliğindedir; ifade zor ve güç anlaşılabilir olabilir ya da olmayabilir de. Bu noktaya geldikten sonra da daha ileriye gitmeden önce, biraz konumuzun dışına çıkacağız, şöyle ki: Bugünkü gençliğin büyük bir kısmı artık ne dinden ne felsefeden ne de herhangi bir öğretiden söz edilmesini istiyorlar, denilmektedir. Bütün bunların artık tükenmiş ve değerini kaybetmiş olduğu duygusu ifade edilmektedir. Bugünkü gençliğin "somut" olan ve "yaşanılacak" şeylere hatta "yeni" olan şeylere karşı duyarlı olduğu söylenmektedir. Bu zihinsel çarpıklığa karşı verilecek cevap çok basittir: Eğer "somut"un bir değeri varsa, bu değer ne sahte bir tutum ve davranışla -yani her tür öğretiyi elinin tersiyle geri tepmeden ibaret olan davranışla- uyuşabilir ne de tamamen yeni olabilir. Daima dinler ve öğretiler olmuştur, bu durum dinlerin ve öğretilerin varlığının insan tabiatında olduğunu kanıtlamaktadır. Binlerce yıldan beri, insanların en iyileri öğretiler ilan etmişler, bu öğretileri yaymışlar, onlar için yaşamışlar ve onlar için ölmüşlerdir. Hastalık kuşkusuz her öğretinin farazi hiçliğinde değil, fakat sadece pek çok insanın ya hakiki öğretileri geçmişte izlememiş ya da şu anda izlemiyor olmaları gerçeğinde ya da tam tersi, pek çok insanın sahte öğretileri izlemiş ya da şu anda izliyor olmaları gerçeğinde yatmaktadır. Öyle ki pek çok tutarsız ve yanıltıcı kuramlarla beyinler iyiden iyiye kızışmış, kalbler düş kırıklığına uğramış. Geveze ve zararlı sayısız yanlışlıklar hakikatin üzerine çullanmış, onu değerden düşürmeye çalışmıştır. Hakikat da tabii ki kelimelerle ifade edilir; hakikat her zaman meydandadır; ama hiç kimsenin ona baktığı yok. Hatta pek çok insan, düşünce nedir, düşüncenin değeri ya da işlevi nedir, bunu bile bilmiyor. Her zaman için mükemmel ve kesin dolayısıyla kendi içinde eksiksiz ve etkili kuramların olduğunu ve eski bilgelere, onları anlamaktan ve çaba göstermekten başka ekleyecek hiçbir şey olmadığını akıllarına bile getirmiyorlar. Eğer biz de beşeri varlıklarsak, düşünmeden edemeyiz ve eğer düşünüyorsak mutlaka bir öğretiyi seçeriz. Umudu kırılmış ve materyalist bir gençliğin bezginliği, hayal gücünden yoksunluğu ve çocuksu küstahlığı, kendini beğenmişliği bu konuda hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Eğer bugünkü gençliğin acı çektiği anormal ve düş kırıcı, aldatıcı durumları modern bilim doğurmuşsa, bunun nedeni bizzat modern bilimin anormal ve düş kırıcı, aldatıcı olmasıdır. Kuşkusuz bize, "İnsan nihilizminden sorumlu değildir, tanrıları bilim öldürdü" denilecektir, fakat burada da bir zafer, bir şeref payesi değil de bir zihinsel güçsüzlük itirazı bulunmaktadır, çünkü tanrıların ne ifade ettiğini bilen kişi fiziksel keşiflerle ve ayrıca temelsiz varsayımlarla ve psikolojinin yanlışlarıyla kendinin yoldan çıkmasına izin vermeyecektir. -Bu fiziksel keşifler sadece hissedilebilen simgelerin yerlerini değiştirir, fakat onları tümden ortadan kaldırmaz -Varlık, bazı açılardan, canlı bir organizmaya benzeyen bir realitedir. İnsanların bilincinde ve hareket tarzlarında zarara uğramadan kendi tabiatını ihlal edecek ölçülere indirgenemez. "Akıl dışı" alanın kalb atışları her yandan onu kuşatır. Demek ki, din ve hikmetin her türü15 bu "akıl dışı" alana aittir, eğer bir matematikçinin önyargısıyla basiretimiz körleşmemişse, bu "akıl dışı" alanın varlığını her yerde saptayabiliriz. Varlığı salt matematiksel ve fiziksel bir realite olarak ele almak istemek, onu bize göre ve kendi içimizde değiştirmek, kısacası onu paramparça etmek demektir. Buna yakın bir düşünce alanında, akıl kavramı konusunda yapılan bir yanlışlığı da burada belirtmemiz gerekiyor. Bize göre, nasıl ki aşkın konusu sadece güzellik ve iyilikse, aklın konusu da sadece hakikattir. Kuşkusuz yanlışda da akıl olabilir -çünkü akıl mümkünle karıştırılır ve mümkünle tabiatı bozulur; ve gene çünkü yanlış kendi içinde hiçbir şey değildir; bu yüzden ruha daima ihtiyacı vardır- ama her halükarda aklın kendi içinde ne olduğunu asla gözden kaçırmamak gerekir ve yanlışlıkla yapılan bir işin sağlıklı ve hatta aşkın bir aklın ürünü olabileceğini zannetmemelidir. Hele hele hile ve kurnazlığı saf akıl ve saf tefekkürle asla karıştırmamak gerekir. Akıllılık özünde bir "samimiyet" görünümü içerir. Öyleyse aklın mükemmel samimiyeti çıkar gözetmemezlikten ayrı olarak düşünülemez. Tanımak görmektir; görmek ise süjenin objeye, öznenin nesneye tam bir uygunluğudur, yoksa tutkusal bir edim değildir. "İman" ya da hakikatin kabulü samimi, yani kalbi olmalıdır: Çünkü, doğru olsun yanlış olsun, insanın maddesel olarak ya da duygusal olarak bir çıkarı olduğu zaman bir düşünceyi kabul etmesi başka şey; o düşüncenin doğru olduğunu bildiği ya da ona inandığı zaman onu kabul etmesi başka şey. TASAVVUF II. Bu kitabın başında gördük ki, İslam eşyanın tabiatı üzerine kurulmuştur; şu anlamda söylüyoruz, İslam kurtuluş koşulunu bizim Tanrı suretinde oluşumuzda yani beşeri aklın bütünsel niteliğinde, sonra da irade hürriyetinde ve son olarak da kelam nimetinde görmektedir, ancak "nesnel" ilahi bir müdahale sayesinde, bu melekelerin karşılıklı olarak itmi'nanı, ahlaki dengeyi ve tevhide ulaştıracak duayı yansıtmaları koşuluyla. Gene aynı şekilde gördük ki, Tanrı suretinde olmanın bu üç şekli ve bunların muhtevaları İslam geleneğinde kısaca şu üç terimle ifade edilmiştir: İman-İslam-İhsan. Demek ki, Tanrı suretinde olmadan söz etmek, İlahi Tabiata özgü niteliklere ait olmak demektir. Gerçekten de Tanrı "Nur"dur, "Hayat"dır ya da "İrade"dir ve "Kelam"dır. Bu Kelam, Yaratıcı "Kün", "Ol!" kelimesidir. Fakat Tanrı katında yaratıcı güç olan, insan katında şekil değiştirici ve yüceltici (defiante) bir güç olacaktır. Eğer İlahi Kelam yaratırsa, ona cevap veren beşeri kelam, yani "Allah" adını zikretmek de tekrar Tanrı'ya döndürmektedir. İlahi Kelam, bir şeyi önce yaratır, daha sonra meydana çıkarır, haber verir; beşeri kelam ise, birşeyi önce ortaya çıkarır daha sonra onun şeklini değiştirir; beşeri kelam hakikati ortaya getirir ve Tanrı'ya başvurarak, yönelerek, insanın biçimini değiştirir ve Onun Tanrı suretinde varlık olmasını sağlar. Beşeri iletim İlahi Vahye, Tanrı suretine çıkarış da Yaratışa tekabül eder. Demek ki, insan katındaki kelamın tek fonksiyonu hakikatin iletilmesi ve insanı Tanrı suretine çıkarmasıdır, ister hakikat bildirisi ister dua olsun böyledir. Bu öğretinin bütününü birkaç cümlede özetlemek istiyoruz. Kutsal kitap olarak Kur'an'ın anlamını anlayabilmek için, Kur'an'ın kelam nimetinin yaratılmamış bir prototipi olduğunu ve Allah'ın ezeli ve ebedi kelamı (Kelamullah) olduğunu ve Allah ve insanın vahyedilmiş kitapta yani "Logos"da kelamda biraraya geldiğini bilmek gerekir. Logos, beşeri dil aracılığıyla insanın, Ezeli ve Ebedi olan Varlığın Mutlak ve kurtarıcı Kelamını yeniden bulması beşeri dilin farklılaşmış şeklini üstlenmiştir. Bütün bunlar "Tanrı kelamı"nın sonsuz, kurtarıcı ve ilahi kudreti yansıtacak ve bir yığın günahı yok edecek kapasitesini açıklamaktadır. Bu bölümün başında da değindiğimiz gibi, tasavvufun ikinci temeli tefekkür ve murakabenin yoğunlaşmasıdır ya da bütün şekilleriyle ve her derecedeki ibadettir yani duadır. Bu tefekkür yoğunlaşmasının ya da temel özle ilgili duanın, ibadetin dayağı İslam'da "zikir"dir. Zikrin Kur'an tilavetinden tutun da Allah isminin son harfi olan "hu" ya da "hüve" zamirinin ilk harfi olan "hu" ya kadar geniş bir kapsamı vardır. İlahi isim olarak söylenebilen herşey -Örneğin, "Allah'ın zikrinden başka, yeryüzünde herşey lanetlidir" ya da "Allah'ın gazabından, insanı zikirden başka hiçbir şey uzaklaştıramaz" gibi ifadeler- kalbden, içinden ve aklından ayrıca metafiziksel düşünceyle veya derin bir tefekkürle söylenebilir. Biz kalbde Saf Varlıkla, akılda ise Külli Hakikatle birleşmiş durumdayız; her ikisi de Mutlak Varlık'ta çakışır. İslam'da tefekkürün yoğunlaşması dua ve ibadette "ihlas" olarak gözükür. İbadet ancak "ihlaslı" olmak koşuluyla geçerli olur; zikri "başlatan" bu ihlastır, dolayısıyla tefekkürün temerküzüdür, yani zikrin sınırsız bir etkisi olmasını ihlas sağlar. Zikir şeklinde yapılan dua kolaydır ve ağızdan yapılan bir şeydir, dolayısıyla ne binlerce günahı silebilir ne de binlerce iyi amel değeri taşıyabilir, diye bir itiraz yapılacak olursa, gelenek buna şöyle cevap verir: İnsan açısından duanın bütün değeri önce bize duayı yaptıran niyetin içinde -çünkü bu niyet olmasa, duayı yapamayız sonra da murakabeye dalmamızda, dolayısıyla Tanrı'nın Huzurunda duyduğumuz "huzur" içinde gizlidir. Fakat nimet karşısında bu değer hiçbir şey değildir. İnsanın "Tanrı'yı zikretmesi" aynı zamanda kendisini unutmasıdır. Tersinden söyleyecek olursak, ego, Tanrı'nın unutulmasının bir tür kristalleşmesi, netleşmesidir. Beyin bu unutmanın organı gibidir. Beyin egonun hem dağıtıcı hem de karartıcı eğilimlerinin dünyası olan dağılma ve ağırlık dünyasının resimleriyle, hayalleriyle dopdolu bir sünger gibidir. Kalb ise "ben"imizin en derin yerinde saklı olan, Tanrı'nın gizli zikridir. Duada adeta kalb su yüzüne çıkmış halde beynin yerini alır; ve o andan itibaren insanı tevhide ulaştıran ve hafifletip huzur veren rahat bir uykuya dalar. Bunun en açık belirtisi o anda insanda meydana gelen huzur ve sükundur. "Ben uyurum ama kalbim uyanıktır" der Hz. Peygamber. Eğer İbn Arabi ve daha başkaları -Kur'an ve Sünnete uygun olarak- zikir öncesinde ve sonrasında "Allah'ın azametine dalınmasını" istiyorlarsa, burada sadece kökü muhayyilede olan bir saygı hareketi ve duygusu değil fakat aynı zamanda bütün varlığımızla "Hareketsiz hareket ettirici güç"de bütünleşme, yani kısaca normatif arketipimize "Tanrı suretinde yaratılmış" saf insani maddemize bir dönüş söz konusudur. Bu da doğrudan doğruya saygınlıkla ilgilidir. Ayrıca, bu işlev kralların ve papazların işlevlerinde açık olarak gözükür: Papaz ve kral, her ikisi de ilahi Varlığın huzurunda, halkın üstünde dururlar, eğer deyim uygun düşerse onlar aynı zamanda "Tanrı'nın herhangi bir şeyi"dir. Bir anlamda, zakirin yani zikredenin saygınlığı Tanrı'nın, onun hesabına üstlendiği "suret" ile birleşir; bir başka deyişle bu saygınlık, -bu "Kutsal sessizlik" ya da bu "hareketsizlik" -aynı zamanda İlahi İlkenin de bir imgesidir. Budizm bu imgenin özellikle somut bir örneğini sunmaktadır: Buda'nın kutsal imgesi hem "ilahi şekil"dir hem de "beşeri mükemmellik"tir. Buda'nın kutsal sureti dünyevi varlıkla semavi varlık arasındaki birleşmeyi belirtir. Ama bütün bunlar sadece ve sadece tefekküri duayla ilgilidir yani bütün bunlar ancak sufilerin zikirleri söz konusu olduğunda söz konusudur. Kur'an'da bulunan bütün ifadelerin özünü oluşturan Allah ismi şeddeli lam ile birleştirilen iki heceden meydana gelir. Bu iki hece tıpkı ötedünya öncesi meydana gelen bedensel ölüm ile öldükten sonraki diriliş gibidir ya da aydınlatmayı başlatan manevi ölüm ve velilik gibidir. Bu benzetme, ister ontolojik, varlıkbilimsel olsun ister çevrimsel olsun evrene uyarlanabilir: Gerçekliğin iki derecesi arasında, -bunlar ister bir silsile bakımından ister ardarda geliş bakımından ele alınsın- her zaman bir tür yok olma vardır. Şehadet kelimesindeki "illa" sözcüğünün de ifade ettiği şey budur. Allah isminin ilk hecesi, kabul edilen bir yoruma göre, ilahi tezahürler olarak, dünya ve hayatla ilgilidir; ikinci heceyse Tanrı ve ötedünyayla ya da ölümsüzlükle ilgilidir. Oysa ki Allah ismi sükunla hemze arası bir boşlukla başlıyor, tıpkı "creatio ex nihilo", yoktan yaratılış, gibi simgesel olarak Sonsuz varlık üzerine açılan sınırsız bir nefes çıkışıyla bitiyor, yani son harf olarak "he" varlık üstü bir "ikiliksizlik"i belirtmektedir. Ayrıca bu, eşyanın ilk yokluğuyla aşkın Yok-Varlık arasında simetri olmadığını da göstermektedir. Öyleyse "Allah" adı, Mutlak Varlık'tan tutun da en küçük bir toz parçasına kadar "var olan" herşeyi kapsamaktadır. Oysa ki "hüvet" zamiri yani "O" Allah kelimesindeki son "he"yi zamir olarak belirtmektedir; sözde anlatılamaz aşkınlığı ve akıl ermez sırrı içinde, o şekliyle Mutlak Varlığı belirtmektedir. Bizzat ilahi isimlerde zorunlu olarak bir etkililik garantisi vardır. Amidizm'de büyü yapmanın kurtarıcı inancı Amida'nın "İlk dileği"nden ileri gelir; bu da temelde şu anlama gelir: Başka geleneksel şekillerde benzeri bir uygulamada bu inanç "mantra"nın ya da İlahi İsmin kapsadığı anlamda çıkar. Böylece eğer Şehadet, Amida'nın "ilk dilek"iyle hidayeti kapsıyorsa, bizzat içeriği gereğince öyledir, çünkü şehadet Hakikatin en üstün şekilde ifade edilişidir ve gene çünkü Hakikat bizzat tabiatı gereği insanı kurtarır. Hakikatle özdeş olmak, onu varlığımıza akıtmak, varlığımızı ona aktarmak; hatanın, günahın ve kötülüğün etkisinden kurtulmak demektir. Demek ki Şehadet, Allah isminin öğretisel dışa vurumundan başka birşey değildir. Tevrat'taki "Alevli Çalı"nun "Eheieh esher Eheieh" ine, (Tevrat Çıkış III, 14; Ve Musa Allah'a dedi: Ben, BEN olanım; veya Ben, O, olanım) tam olarak tekabül eder. Bu tür ifadelerle Tanrı "kim olduğunu" dolayısıyla kendi adının ne anlama geldiğini bildirmektedir. İşte bunun için benzeri ifadeler -böyle "mantra"lar -Tanrı'nın isimleri kadar çoktur. Az önce Allah isminin anlamının "La ilahe İllallah" olduğunu söyledik. Şöyle ki: Kozmik tezahür hayalidir, metakozmik ilke ise reeldir. Söylediklerimizi daha açık anlatmak için, Kitabımızın Kur'an bölümünde değindiğimiz bir hakikati burada tekrar etmemiz gerekiyor: çünkü zuhur açısından -var olduğumuza göre bizim açımızdır- dünya hiç kuşkusuz belli bir realiteye sahiptir; onu olumlu yönde ilgilendiren hakikatin birinci Şehadetin içinde olması gerekir. Oysa ki ikinci Şehadette yani "Muhammedü'r Resulullah" da bulunmaktadır. Bu da birinci kısma ait "illa" kelimesinden çıkmaktadır. Zuhurun ilkeyi yansıtan nisbi bir gerçekliği olduğunu göstermektedir. Bu şehadet fani, geçici şeylerin -deyim yerindeyse "arazlar"ın -toptan inkarının karşısına nisbi bir tasdik koyar; bu tasdik de ilahi yansıma olarak zuhurun, bir başka ifadeyle ilahi tezahür olarak dünyanın tasdikidir. "Muhammed" mükemmellik bakımından ele alınan dünyayı temsil eder. "Resül" ise nedensellik ilgisini belirtir ve böylece dünyayı Tanrı'ya bağlar. Akıl Mutlak realite düzeyine konunca, nisbi hakikat adeta külli hakikat tarafından emilir: Sözlü simgeler açısından, o zaman nisbi hakikat kendini metafiziksel bir "şart kipi" içinde bulur, ki bu da "illa" kelimesidir. Allah'ın dışında hiçbir şey olmadığına göre, dünya da O'nda anlaşılmalıdır ve "O'ndan başkası" (gayruhu) olamaz: İşte bu nedenle zuhur "İlkedir", İlke bu haliyle "ez-Zahirdir"; öte yandan İlke aynı zamanda "el-Bâtındır" Böylece Allah ismi var olan her şeyi ve ayrıca var olan her şeyi aşan her şeyi içermektedir. Frithjof Schuon Türkçesi :Mahmut Kanık ( Bu yazı Frithjof Schuon; "İslam'ı Anlamak" -İz Yayıncılık, İstanbul 1996- adlı kitabın "Tasavvuf" bölümünden dipnot açıklamaları alınmayarak ve kısaltılarak aktarılmıştır.) TAOİZM - BUDİZM - İSLAM "Müslümanlar Dünya üzerinde niçin geri kalmış toplumlar hâline gelmişlerdir İslâmiyet en mükemmel "DİN" anlayışı ise?" Çokça sorulan soru bu bana! Ve dahi şu soru gene aydınsı çevrelerden
gelen bana: Niçin bu böyleye gelince... Sorun şu... Olayı, evrensel boyutlarda sorgulayan beyinler, evrensel gerçeklik içinde, böyle bir tanrısallığın asla sözkonusu olamayacağını fark ettiler! Gökte yerleşik bir tanrı olamaz, anlayışının ta asırlar öncesindeki bir açığa çıkış şekli de Çin'deki Taoizm'dir! Varlık, göz denen mekânizmaya göre her ne kadar çokluk halinde olsa da; gerçekte, tüm varlık tekil bir yapıdır; bilinç, bu tekil yapının kendine bakan gözüdür! Bilinç kendi hakikatini algılayabildiği ölçüde, kendi özünü tanır ve bu tanımanın sonu, hakikati olan "HİÇ"liğe çıkar! Olayın sonu "HİÇ"likte "hiç" olduğunu hissediştir! Buda ise, insanlara "NİRVANA"ya ulaşmalarını önerdi son nokta olarak... Kendini et-kemik çuvalı kabullenip; ölümle toprak olup yokluğa karışacağını sananlara, kendilerinin bir bilinç varlık olduklarını; bedenin toprak olmasından sonra yaşamın devam edeceğini, "Tek"ten varolmuş "tek"ler olduklarını; beden değil kutsal ruhlar olduklarını, ruhlarını arındırırlarsa "Nirvana"ya ulaşarak kutsal ruhlar şeklinde o teklik ruhunda yaşayacaklarını anlattı... Henüz Türkiye'de bilinmeyen, fakat Dünya üzerinde yüz milyondan fazla müntesibi olduğu söylenen; Amerika'da da yayılan bir inanç türü ise gene Çin kaynaklı Falun Dafa'dır. Derinliklerinde Taoizm, açığa çıkış şeklinde ise Budizm öğretisi görüntüsü veren Falun Dafa'ya göre, bilinç ve madde aynı şeydir. Düşünce her an maddeyi, madde ise her an düşünceyi etkiler. Ana ruh her an beyni etkileyerek kendindeki özellikleri açığa çıkartır. İnsan beyni dalga olmayan bir tür madde yaratır. Dünya üzerindeki varolan her canlı sudan meydana gelmiştir. Su hayat kaynağıdır. Evren dahi sudan meydana gelmiştir der bu anlayışın 1992 deki kurucusu Shifu Li Hongzhi. Esasen siyasetle hiç bir ilgisi olmadığı söylenen bu hareket, halen Çin'de hükümete karşı en büyük muhalif güçtür ve mensupları Çin'de çok sıkı takip edilerek, yakalandıklarında işkencelerle öldürülmektedir. Olayın kökeninde ise algıladığımız kadarıyla yaşadığımız dünya görünmezlerinin bilgi yönlendirmesi mevcuttur. Hazreti Musa öğretisi olan "DİN" anlayışının düşünsel derinliğini oluşturan ve Yahudi mistisizmi olan "Kabala" anlayışı ise, zâhirdeki şekilci ve kavimci anlayışın ötesinde; varlığın tekilliğini, insanların ruhunun tek bir ruhtan geldiği anlayışını müntesiplerine yaydı... Esas itibariyle bu tekilliği idrak edip, bundan dolayı, ötede bir tanrı kabul etmeyen bu anlayışın, bir yaşam ve dillendiriliş şekliydi Hazreti İSA aleyhisselâmda dillendirilen "Babam RAB'tır" tanımlaması, gerçekte, fiziksel bir tanrı-oğul ilişkisini anlatmıyor; "kabala" öğretisindeki Tek RUH'un bireysel ruhlar şeklinde algılanışını ve o TEK RUH'tan meydana gelişini anlatıyordu. Göklere yönlendirmenin anlamı, bilinç boyutunun derinliklerinde; yaratıcı mertebe hakikatini, ruhunun şuurunun derinliklerinde hissedip yaşamak olayını sembolize ediyordu... Hazreti İsa aleyhisselâmın "Sen insanca düşünüyorsun Yaratan Rab gibi değil" söyleminin anlamı, "beşeri şartlanma ve değer yargılarına dayalı düşünce şekli yerine evrensel gerçekler doğrultusunda olayları değerlendir" hitabıydı. Yahudiliğin özündeki "seçkin kavim" anlayışı, esas itibariyle, tüm Yahudilerden doğmuşları değil "kabala öğretisini kabullenip yaşayabilecek düzeyde yüksek anlayışa sahip olanlarını" ifade ediyordu... (ki bu anlayışın gelişimi Masonluğun temelini oluşturmuştur.) Buraya kadar anlattıklarımızın çıkış noktaları ve bir kısım doğru tesbitleri olmasına rağmen en büyük eksikleri ve yetersizlikleri dünyevi yaşamda yapılması gerekenler ve ölümötesi yaşam süreci için verdikleri bilgi konusudur. İnsan yapısının nasıl bir mekanizma olduğunu, beynin işlevini, ölüm ötesi yaşam şartlarına göre insanın beynini nasıl değerlendirip geleceğe dönük neler ortaya koyması gerektiğini hiç birisi söyleyememektedir. Ölüm ötesi sonsuz yaşamın aşamalarını kimse verememektedir. Oysa insan için en önemli şey ölüm ötesinde mutlu olması için neler yapması gerektiğidir. Son NEBÎ, dünyanın kıyâmetinin Güneş'in Dünya'yı kuşatıp yutması suretinde meydana geleceğini anlatırken; bunun ötesinde, Kur'ân-ı Kerîm'de yıldızların düşmesi şeklindeki tasvirlerle Galaktik kıyâmet dahi açıklanmaktadır 1400 küsur yıl evvel! Biz bugün artık biliyoruz ki Samanyolu Galaksisi içindeki tüm yıldızlar yörüngelerinden çıkacak ve dünyadan bakışa göre düşüyorlarmış görüntüsü vereceklerdir bir süreç sonra. Bu da şu anda Samanyolu galaksisi üzerine hızla gelen Andromeda Galaksisinin, bizim galaksi ile çarpışması sonucu olacaktır! Esasen, en önemli ve farkına varılması zorunlu gerçek, çeşitli ölüm=dönüşümlerle sonsuza kadar yaşayacak olan insanın, ancak Dünya'da iken neleri nasıl kazanabileceği hususudur ki bunu da yalnızca adı "İSLÂM" olan Allah indindeki tek "DİN" açıklaması ile son NEBÎ Muhammed Mustafa aleyhisselâm yapmıştır. Totemizm, ise tüm bu anlattıklarımız yanısıra süregelmiştir dünyada... Totemistler yalnızca Afrika veya Amerika yerlileri arasında değil, tüm dinlerin mensupları arasında yer almışlar ve yaşamlarını devam ettirmişlerdir yapıları gereği. İnsansı yaradılışları gereği olarak, totemistler, derin düşünce ve varlıklarının hakikatlerini sorgulama araştırma, kendi hakikatlerini hissedip yaşama imkânına sahip değillerdir. Daima kendilerini ve tüm varlığı madde olarak düşünürler. Ötede bir yerde; yeryüzünde veya uzayda, aşağıda veya yukarıda bir tanrı düşünüp, ne yapıyorlarsa o tanrı için yaparlar... Yerler içerler, çoğalırlar, tapınırlar, öldürürler hep o kendi dışlarında bir yerlerde olan tanrıları uğruna! Ya da hiç bir şeye inanmazlar, totemleri kendi bedenleridir! Etiketlerinde yazılı din veya mensubiyet adını kaldırırsanız, hiç farkı yoktur bakış açılarının birbirlerinden; giysi, görünüş ve lokal şartlanmalar dışında. Onlar tanrıları adına iyi bir şey yapacak, itaatkâr olacak ve sonuçta da tanrılarının vereceği nimetler içinde yiyip içip seks yaparak ebediyyen yaşayacaklardır. Aksi halde tanrıları onları cehennemine hapsedip orada ebediyyen azap çektirecektir. Bu arada, her birinin "tanrı" tahayyülü, bir diğerinden değişik olduğu için de, birbirlerinin tanrısını sorgulayıp yargılayanlar, beğenmeyip inkâr edenler ve hatta bu yüzden savaş baltalarını çıkartanlar pek çoktur! Çünkü bunlar Allah Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâmın "LA İLAHE = TANRI (dolayısıyla tanrılık kavramı) YOKTUR" mesajının anlamını ya duymamışlar ya da duyup üzerinde düşünmemişlerdir! Çoğunluğu ses kaydeder beyinlidir! Ezberler ve tekrar ederler! Söylediklerinin anlamını düşünebilme yetisine sahip değillerdir yaratılışları sonucu! Totemistlerdir işte bunlar da! "Şirk ehli" diye de adlandırılmışlardır... Şirk kalkmadan da "tevhid" gerçekleşmez! Sonuçta açık veya örtülü, olay aynıdır. Kişi ve ÖTESİNDEKİ tanrısı! Esasen, yukarıda sıraladığımız görüşlerin tümü de eksik, yetersiz ve insanın geleceği açısından işlevsizdir İslâm adıyla anılan "DİN" öğretisi yanında. Çünkü, "İSLÂM" adı ile işaret edilen "DİN" anlayışında açıklanan "sünnetullah" vurgulaması ve açıklaması hiç birinde yoktur! Dolayısıyla "Sünnetullah"a dayalı bir biçimde SON NEBİ'den gelen insanın geleceği açısından çok önemli teklif ve uygulamalar hiç bir anlayışta bulunmaz. Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin, kişilik ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu Allah kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâmın bildirdiği adı İslâm olan tek gerçek "DİN" anlayışını kavramış ve benimsemiş olan Müslümanlara gelince... Onlar ötelerinde, yukarıda, gökte, uzayda bir tanrıya değil; O yüce Rasûl'ün, "ALLAH" adıyla işaret ettiğinin, Kur'ân-ı Kerîm'le açıklanan özelliklerine iman ederler... Bu konuda yakîne erip ikân sahibi olmaya çalışırlar! Bu konuda elde ettikleri yakîn yanısıra, "sünnetullah"ı fark edip, anlayıp gereğini yaşamaya çalışırlar! İŞTE GELDİK BUNDAN ÖNCEKİLERLE EN ÖNEMLİ AYIRIM, FARK NOKTASINA! Evet, geldik Allah Rasûlü ve son Nebî'si Muhammed Mustafa aleyhisselâm ile kendisinden öncekilerin en önemli fark ve ayırım noktasına... İslâm adıyla tanıtılan "DİN" anlayışının düşünsel temellerini fark etmek isteyen kişiler ister istemez tasavvuf diye isimlendirilmiş alana girerler. Bu sorgulama ve ötesindekileri idrak yolculuğu, ismi "ALLAH" olanı tanıma ve idrak yolculuğunun birinci bölümüdür. Tasavvufî tabiriyle "fenâfillah" denilen bu yolculukta, kişi kendisinin ve evrenin "var"lığının gerçekte ismi "Allah" olan indinde, "yok"luktan ibaret olduğunu; "Yok"tan yaratılmış olduğunu; gerçekte yalnızca "var" olanın "ALLAH" ismiyle işaret edilen olduğunu fark eder... Bu fark ediş, sonuçta kendi "yok"luğunu, "HİÇ"liğini fark etmesi realitesine erer! İdrak veya anlayışının "yok" olduğu noktadır bu! "Vahdet" anlayışından çıkılarak yürünülen "seyri afâkî"de ise, önce kademe kademe tüm varlığın gerçekte "birimlerden oluşmamış tek bir varlık olduğu" yani "tekillik-vahidiyet" fark edilir; sonra kapasite elverirse bu anlayış "ahadiyyet" yani "HİÇ"likte noktalanır! Sonuç, mutlak karanlık yaşantısıdır; "âmâ"dır bilinç açısından! İsmi "ALLAH" olanın, "ahadiyyet" yani "HİÇ"lik sıfatı dolayısıyla, tefekkürün söz konusu olmadığı bu mertebenin yaşantısından dahi söz edilemez! Ve bundan sonra nasiplileri için "bakâbillah" kemâlâtı başlar... "Sünnetullah"da yaşam! Algılanan ve algılanamayan tüm yapıyı, ilminde ilmî suretler halinde kendi sıfat ve esmasıyla yaratan, "yok"tan "var" kılan; onların, her an yeni bir şe'n (oluş) ile sonsuza dek kulluklarını ortaya koymalarını dilemiştir. Bu nedenledir ki, evren içre evrenler, belli bir sistem ve düzen içinde açığa çıkmışlardır; ve dahi varoluş amaç ve sistemlerine göre de varlıklarını oluşturan sıfat ve esmâ varoldukça yaşayacaklardır! İşte bu "sünnetullah" kapsamında, dünya üzerinde açığa çıkmış insan bilinci, bir yandan varlığın ve varlığının hakikatini anlamaya çalışırken; diğer yandan da, varlığını nasıl ve ne şekilde sürdürmesinin, yarını için nasıl daha hayırlı ve olumlu olacağını sorgulamak durumundadır! Buna cevap ise, en mükemmel şekliyle Allah Rasûlü ve son nebisi Muhammed Mustafa aleyhisselâm tarafından gelmiştir. Vahye dayanan Muhammedî öğreti; tanrısal kökenli olmadığı içindir ki "LA İLAHE = TANRI (tanrısallık kavramı) YOKTUR" ile başlamış; ve "illâ ALLAH" diyerek devam etmiştir! Tanrısallık kavramı yoktur yalnızca ismi "ALLAH" olan vardır, ki bu yüzden de bir dış varlığa tapınma söz konusu olmayıp; "sünnetullah" gereği yapılası uygulamalar yani "ibadet" gereklidir; denmiştir anlam itibariyle. Evet, geçmişteki bazı tesbitlere artı olarak gelen "sünnetullah" bilgisi, konunun, ismi "ALLAH" olanı fark ettikten sonraki, en önemli bölümüdür. İnsanın yaşamını ve geleceğini cennet edecek olan da; cehennemi yaşatacak olan da, kişinin "sünnetullah"ı değerlendirip değerlendirmemesine bağlıdır. Yaratılışı elverenler, "sünnetullah"ı değerlendirirler ve yaşamları, gelecekleri cennet adıyla tanımlanan mutluluk ve huzur ortamı olur! "Sünnetullah"ı değerlendirmeyenler de yaşadıkları günden başlayarak türlü şekillerde yanma ortamı içinde ömür sürerler. Yani, tüm öncekilerle adı "İSLÂM" olan yegâne "DİN" arasındaki en önemli fark, ismi "Allah" olanı fark ettikten sonra, "sünnetullah"ı fark edip, ona göre, yaşayıp yaşayamama farkıdır! Çünkü, ismi "ALLAH" olanı tanımakla, varlığın, kişiliğin, bilincin, suda şekerin eriyip yok olması gibi, asla yok olmamaktadır! Taoizm'in sözettiği "HİÇ"liğe eren de; Nirvana'ya ulaşan da, Yehova'yı bulan da; ismi "Allah" olanın idrak edilemeyecek bir ahadiyyet, derûnundaki özündeki "hiç"lik mertebesi olduğunu farkedip hisseden de, sonsuza kadar, kişilik sahibi bir ruh olarak yaşamak durumundadır dünya yaşamında ayrıldıktan sonra; adı "ölüm" olan dönüşüm ile; gideceği hangi ortamda olursa olsun! Bu yüzdendir ki kişi, hakikatini ne düzeyde fark ederse etsin, sonuçta, SON NEBİ'nin bildirdiği Sistem ve düzen gerçeklerine göre yaşantısına ve uygulamalarına yön vermek zorundadır. Ki bunun bir adı da "sünnetullah"ı anlayıp ona göre yaşamaktır! Yaratış Sistemi gereği, herkes, yalnızca kendisinden açığa çıkanın (elleriyle yaptıklarının) sonuçlarını yaşayacağı ve yaşamakta olduğu içindir ki; SON NEBÎ Muhammed Mustafa'nın ne anlatmak istediğini kavramak herkes için en önemli yaşam gerçeğidir! Şimdi geliyoruz bu sohbetimiz başındaki ilk sorunun cevabına. Niçin pek çok Müslüman toplum bugünün en geri kalmış ülkeleridir yeryüzünün sorusunun cevabına. Bir kısım toplumlar tanrıya inanmadıkları için, ötelerindeki tanrıdan bir şeyler beklemedikleri için, iş başa kalmış; kendi özlerindeki kuvveleri harekete geçirerek yepyeni atılımlar yapmışlardır. Diğer bir bölüm toplumlarsa, yetiştikleri ekollerden gelen, "güç senin varlığında, dışarıdan bekleme, kendindekini kullanmasını öğren" düşüncesiyle, bütün gayretleriyle kendilerini geliştirmeye çalışmışlardır... "Sen varlığındaki Yaratının sıfat ve isimlerinin kuvveleriyle pek çok şeyi başarabilirsin; iş ki o kuvveleri keşfet" tasavvufî öğretisinin geçerli olduğu devirlerde, Müslüman toplumlar pek çok alanda Dünya'nın öncüleri olmuşlardır. Ne yazık ki, zaman içinde "DİN" anlayışı, yalnızca yukarıdakini memnun edip onun rızasını kazanmak diye kabul edilip; ibadeti, yukarıdakine tapınmak diye değerlendiren anlayış yaygınlaşınca, olay rayından çıkmış ve "her şeyi yukarıdakinden beklemek" düşünsel sapmasını oluşturmuştur. Böylece de bir kısım Müslüman toplumların gerileme devri başlamıştır. Kendi özündeki Yaratanın sıfat ve esmâsından kaynaklanan kuvvelerle yarınını inşâ etmek anlayışı keşfedilmediği; her şey, gerçekte var olmayan yukarıdakinden beklendiği sürece, bu anlayışın yaşandığı toplumların diğerleri yanında geri kalması doğaldır. Ahmed Hulûsi KENDİNİ BİL (Bu yazı Rene Guenon; "Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar" -İnsan Yayınları, İstanbul, 2000- adlı kitaptan alınmıştır.) İNSANIN DERUNİ DÖNÜŞÜMÜ İster "Varlığın Birliği"
şeklinde isterse "Semâvî Eşitleme" şeklinde olsun, "Çokluğun Birliği" [ya da
"Kesrette Vahdet"] olarak isimlendirilen felsefî âleme bakış açısı en
azından sıra-dışı bir bakış açısıdır. Bunun sıra dışı bir âleme bakış açısı
[dünyâ görüşü] olması sıra dışı bir insanın bizzât yaşayarak zevkine vardığı
sıra dışı bir Varlık tasavvurunun ürünü olduğu içindir. Bu türden bir
felsefenin en karakteristik vasfı Varlığın gerçek derinliğinde, onun
"mutlak" olarak Mutlak olduğu düzeyde vâsıtasız bir sezgisel idrâk sonucunda
harekete geçen bir faaliyet olmasıdır. Her zaman ve her yerde sayısız
filozofun başlıca konusu olmuş olan varlık meselesine bir takım farklı
düzeylerde yaklaşılabilmekte ve idrâk edilebilmektedir. Bu konuda Aristocu
tavır Taocu filozoflarla mutasavvıfların takındıkları tutumun tam zıddını
temsîl etmektedir. Çünkü bir Aristo için varlık, öncelikle somut kevnî
"realite" [şee'niyyet] düzeyinde ferdî "nesneler"in mevcûdiyeti demektir.
Onun bu konudaki felsefî faaliyeti sağduyu düzeyinde bütün insanlar
tarafından paylaşılan Varlık yaşantısından hareket etmektedir. Daha önce de ifâde etmiş
olduğum gibi, süreci üç safhaya bölen İbn Arabî de bu mânevî "arınma"nın
göze çarpıcı İslâmî bir versiyonunu vermektedir. Bunun birinci safhası
"fenâ-i sıfat" [sıfatların ifnâ edilmesi, ortadan kaldırılması]dır. Bu
safhada insan bütün "beşerî" sıfatlarını ifnâ etmiş ve bunların yerine kendi
sıfatları olarak İlâhî Sıfatları üstlenmiştir [1]. Toshihiko Izutsu * * *
Dipnotlar: (Bu Yazı Toshihiko Izutsu'nun Taoculuktaki Anahtar Kavramlar adlı eserinden alınmıştır.) NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR Bir önceki bölümden, bizâtihî Hakk'ın asla
bilinemeyeceği (yâni Gayb-ı Mutlak olduğu) ve insân-ı Kâmil'e has mistik
"keşif" ve "zevk"de bile Hakk'ın karanlık bir sır olarak kaldığı anlaşılmış
olmaktadır. Hakk, ancak tecellîlerinin büründüğü sûretlerde bilinebilir.
Aynı keyfiyet, biraz değişik bir biçimde, insanın Hakk'ı ancak O, "Allah"
mertebesine nüzûl ettiği vakit bilmesinin mümkün olduğunu söylemekle de
ifâde edilebilir. Bu bölümde, bu bilgiye vukuf kesbetmenin yapısı
incelenecektir. Bunun can alacak noktasını da: "Gayb-ı Mutlak, nasıl ve
nerede Allah olarak gözükür?" sorusu oluşturmaktadır. Bu paragrafta kastedilen mânâ şudur. Eğer
kendini sonsuz sayıda faklı sûrette göstermesi imkânı olmasaydı, olduğu
şekliyle bizâtihî Hakk'ın mâhiyeti ebediyyen meçhûl ve bilinemeyen bir şey
olarak kalacaktı. Genel olarak "Esmâ" (yâni ilâhî isimler) ve Sıfatlar diye
bilinen şeyler, temelde, Hakk'ın tecellîsinin sonsuz sayıdaki mümkün
sûretleri için kullanılan teolojik bir ifâde tarzından başka bir şey
değildir. Başka bir deyimle Esmâ ve Sıfatlar, âlemde Hakk'ın hâzır ve kaim
oluşu sonsuz sayıdaki bağıntı ve nispetlerin bir sınıflandırılmasıdır.
Hâlbuki bu bağıntı ve nisbetler, Hakk'ın kendinde kaim oldukları sürece
bilkuvve (yâni zuhûru mümkün, potansiyel olarak) mevcûdturlar; bilfiil
mevcûd değildirler. Bunlar ancak bizde, yâni yaratılmışlarda, somut sûretler
olarak gerçekleştikleri vakit bilfiil mevcûd olurlar. Kaşânî'nin Şerhi bu noktayı iyice
açıklamaktadır. [6] İbn Arabî'nin kastettiği, ulûhiyyet sıfatıyla
nitelendirildiği sürece Zât'ın, kendini ilâh'ı olarak izhâr edeceği bir
nesne olmaksızın bilinemeyeceğidir... Hiç kuşkusuz, aklımız Zorunlu Varlığın
(Vâcibü-l Vücûd'un) mevcûdiyetini yalnızca Varlık fikrinden hareketle
çıkartabilir ki Zorunlu Varlık zâten ezelî ve ebedî olan Zât'tır; zîrâ Zât'ı
itibâriyle Allah kendi kendine yeten bir varlıktır. Fakat ilâhî isimler'e
kıyasla durum böyle değildir. Bu son hâlde, ancak O'nun ilâh'ı olduğu nesne
O'nun Ulûhiyetine delil olur. Bununla beraber, bütün bunlar, bilfiil bu
hâlleri yaşadıktan sonra düşünerek verilmiş olan felsefî bir açıklamadır.
Tadılan bu mistik zevkte insan yalnız Hakk'ın Allah olduğunun bilincine
varır. Yaratılmış olan âlemin Hakk'ın bir tecellîsinden başka bir şey
olmadığının bilinmesi ise ikinci merhaleye aittir. Bu hâl de İbn Arabî
tarafından şu şekilde tasvîr olunmaktadır: [7] Toshihiko Izutsu [1]: "Men a'rafe nefse-hû fekad a'rafe
Rab'be-hû". (Bu yazı Toshihiko Izutsu'nun "İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar" -Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999- isimli kitabından alınmıştır) TASAVVUF: IŞIĞA DOĞMAK Tasavvufa dair tespitlerimizi aktarmadan evvel öncelikle şunu söylemeliyiz ki; biz şu an için sahih bütün geleneklerin kişiyi hakikate ulaştıracağı düşüncesindeyiz. Neden tasavvufun bizim için önemli olduğunu açarsak; bunun sebebi hızla devam eden yozlaşma nedeniyle mevcut yollar arasında en az zararı gördüğüne inandığımız İslam?ın geleneksel ifadesi oluşudur. Çünkü tasavvuf, evrensel açıdan gerek modern çağa/ahir zamana dönük olarak kozmik döngüde ve insani çevrimde son devreye tekabül eden konum ve realitesi ile, gerek yozlaşma sürecine en son dâhil oluşu ve gerekse yatay ve dikey planda hakikatin tüm derinliğini kapsıyor olması ve bütün bunların yanında yerel açıdan da mevcudatımızdaki kültürel, psişik ve manevi etkisi nedeniyle tahakkuku en mümkün olandır. Bunun yanı sıra esasta aynı kozmik döngünün tesirlerine dayanarak açığa çıkan bir gerçeklikle "ruh'ül Muhammedi"nin varoluşsal niteliği - insan-ı kâmil ve hatemü'l enbiya oluşu- ve onda açığa çıkan Kur'an'ın mutlak bir muhafaza altında tutuluyor olması gibi daha dini yahut şer'i realiteler de bizim için tasavvufu -diğer gelenek biçimlerini tenzih ederek söylersek- daha makbul ya da geçerli kılmaktadır. Bununla birlikte hemen şunu da söyleyelim ki nihayetinde bu sebeplerle teveccüh alanımızın odağı olan tasavvufun kapsamına dönük kuşatıcı bilgi elbette ki onun özel metoduna dâhil edilmiş bir akıl tarafından elde edilebilir. Bu da zaten "bağlanmayı" ayrıca gerekli kılmaktadır. Araştırmak ya da bilgisel aktarımlar asla bir bağlanma sayılamayacağı için esas itibariyle biz burada sadece tasavvufa dair nazari bazı meseleleri incelemekle ve tasavvufi ıstılaha ait bazı kavramları açmakla yetineceğiz. Evvela tasavvufun etimolojik olarak "sophia" kökünden geldiği söylenmelidir; muhakkak ki tasavvufa dönük araştırma yapanların neredeyse hiçbiri kelimenin etimolojik köküne dair net bir ifade kullanamamakta ve tasavvuf sözcüğünün, Hz. Nebi zamanında evsiz barksız olarak yaşayan ve ihtiyaçları Rasul kanalıyla ve sahabe vasıtasıyla Allah tarafından karşılanan "ehl-i suffe"den, ilk sufilerin giydikleri "suf"tan, temizlik ve arılık anlamındaki "safa"dan ya da başka bir yerlerden gelmiş olabileceğini beyan etmekteler. Bir kısım ise bunun "sophia" yahut onunla bağlantılı olarak "philosophia" sözcüğünden türediğini düşünmektedir. Biz de "sophia" kelimesinin içerdiği mana derinliği ve genişliği sebebiyle tasavvufa etimolojik olarak kaynaklık ettiğini düşünüyoruz. Her ne kadar Arapçanın kendine has çerçevesi içerisinde sufi sözcüğünün başında bulunan "s" harfinin farklılığından ötürü bazıları bunu pek olasılı görmese de "tasavvuf" sözcüğünün geleneksel bir ilim olan cifr ilmine göre sayısal değeri ile "hikmet'ül ilahiyye" (ilahi hikmet)'e denk olması bazılarınca bir işaret olarak değerlendirilmiştir. (1) Bunun esas nedeni ise "sophia" sözcüğünün genelde yüklenen felsefi çerçevesi değil ezoterik anlam içeriğidir. Şöyle ki; hikmet manasına gelen sophia, eşyanın aslına vakıf olma ilmidir ve bu yönüyle zahiri yönü mevcutsa da esasen tamamen batınidir. Nitekim Esma'ül Hüsna'daki el-Hakim ismi Allah'ın bu veçhine işaret eder. Bu değerlendirme ile de tasavvufun etimolojik olarak bu mevzu bahis hikmetten kaynaklandığı bizce açıktır. Yine de şu ilave edilmelidir ki tasavvuf sözcüğü tıpkı "kabala" sözcüğü gibi bütün geleneksel öğretileri kapsar bir tarzda kullanılabilirse de uygun olan bunu İslami çerçevede tutmaktır. Ayrıca şunu da hemen belirtmeliyiz ki aynı "sophia" sözcüğü "philosophia"ya yani felsefeye de kaynaklık etmektedir. Fakat tasavvufla özelleştirdiğimiz batıni öğretilerin felsefe ile etimolojik köken haricinde -doğrudan demek kaydıyla- hiçbir ilişkisi yoktur ve olamaz. Çünkü tasavvuf hikmet öğretisiyken intelekt'e -saf akla- dayanmakta felsefe ise rasyonel -değer katılmış profan (din dışı) akla- dayanmaktadır. Bu ayrımı biz farklı yazılarda zaten ele almıştık, burada ayrıca değinmeyi gerekli görmüyoruz. (2) Bununla beraber felsefenin kaynağının Doğu seyahatleri yapan Batılı gezgin bilginler olduğu da bilinmektedir; özellikte Mısır'daki hermetik okulların öğretilerini inisiyatik sürecin içinde veya dışında kalarak öğrenmeye çalışan bu bilginler elde ettikleri zahiri ilimler ve düşünce biçimleriyle Batı'da yeni bir ekol yaratmış ve bu -hermetizmden- sapma neticesinde bugün felsefe dediğimiz düşünce üretimleri ortaya çıkmıştır. Felsefenin -aslında modern süreci de tetikleyen derin- bir sapma olarak ele alınmasının -ki bu bize has bir düşünce değildir- sebebi ise hermetik ilimlerdeki aşkınlığın (transandantal etkinin) felsefede kesinlikle bulunmaması ve tamamen profan akla dayanmasıdır. Zaten zihne dayanan ikili akıl ayrımı da burada ortaya çıkmaktadır; inisiyatik bilgi sadece ve sadece -modern anlamı dışında- entelektüel sezgi diyebileceğimiz intelekt (müdrike) ile idrak edilebilir ki bu da "Hızır etkisi" istisna olmak üzere -ki aslında o da tüm rehberlerde olduğu gibi batıni bir etkidir- inisiyatik silsile sahibi bir rehberin aktaracağı manevi etki ile mümkündür. Çünkü felsefeyi besleyen akıl (raison) kıyas ve karşılaştırma haricinde öğrenme yeteneğine sahip değildir; metafiziğe ait bilgilerin ise kıyas edilebilecek bir halleri söz konusu olamaz. Bu nedenle de bu tür öğretilerde çok güçlü bir sembolizm ayrı bir dil biçimi olarak tercih edilmiş ve en yüce sırlar bile bu semboller aracılığıyla veya mecazi ve teşbihi anlatımlarla aktarılmıştır. "Konuşulan Tao, Tao değidir." Bunun ötesinde gerek tasavvufa gerek İnisiyasyona ve gerekse diğer ezoterik tüm alanlara dahil kabul edilerek aktarılan bilgi ise sadece teorik bir ifade olmanın ötesine geçemez. Bu kısa ön değinmelerden sonra tasavvufun tarihselliği yahut biçimliliğine değil mahiyetine bakarsak karşımıza çıkan ilk şey "hakikat" ifadesi olur. Çünkü tasavvuf hakikati arayışın kendisi ve bu haliyle bir yol olarak hakikatin de kendisi olur. Bunu daha anlaşılır kılmak için hemen şu belirtilmelidir: Tasavvufun ortaya koyduğu -ister teori denilsin, ister metod- hakikatin her şeyi ikmal eden, bütünleyen bir tek hal olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Hissedilebilir dünya da dâhil olmak üzere her şey "tek" (Vahid'ül Ahad) olanın tezahürleri veya kaba bir ifadeyle yansımalarıdır. Bunu ifade manasıyla denilmiştir ki: "Varlık bir harftir, sen onun anlamısın."(3) Ancak burada anlamamız gereken kesinlikle bir parça-bütün ilişkisi ve ikiliği değildir, sadece öz ve arazın ikiliksiz ilişkisidir. -Bu haliyle aslında bir teklik'ten ziyade Taoculuktaki gibi "ikiliksizlik" söz konusudur.- Ki zaten parça-bütün ikiliği panteizm adı altında ortaya konulmuş sözde mistik bir düşünce olmakla beraber; sufiler Allah'ın varlığı adına kâinatın varlığını dahi inkâr ederlerken panteistler tam aksine varlıkla kâinat arasında cevheri bir devamlılık icat edip kâinatın varlığı adına Allah'ın Mutlak Aşkın Varlığını inkâr etmektedirler. Kendisi panteizm de dâhil olmak üzere birçok şeyle suçlanan ve Varlığın Aşkın Birliği'ni (Vahdet-i Vücud) teorik bazda ortaya koyan İbn Arabî bu öz-araz ilişkisine şöyle değinir: "Anla ki ister girmek ister çıkmakla olsun O (Hüve) ne bir şeydedir, ne de bir şey O'ndadır. İşte O'nu böyle bilmen gerekir; bilgiyle, zihinle, anlayışla, hayalle, duyuyla, algıyla değil. O görülmez ancak O'nu O görür. İdrak edilmez O'nu ancak O idrak eder. O kendisiyle kendisini görür ve kendisiyle kendini bilir. O'ndan başka kimse O'nu göremez ve O'ndan başkan kimse O'nu idrak edemez. O'nun perdesi Birliğindendir, O'nu O'ndan başka hiçbir şey perdeleyemez. O'nun perdesi niteliksiz olarak Varlığın Birliğinde gizlenmesidir.? (4) Şu durumda açıktır ki Varlığın Aşkın Birliği, Allah ile kâinatın bütünleşmiş hali demek değildir. Aksine kâinat ve içindekiler aşkın olanın varlığından açığa çıkan ve bu nedenle hakiki manada bir varlığa sahip olmayıp bu aşkın olan varlığın bazı oluş hallerinden ibarettir. (5) Bu nedenle Allah için Vücud (Varlık) lafzı caiz görülmüşken kâinat ve şeyler için mevcut (varoluş) lafzı kabul görmüştür. Nitekim bunun İslami ifadesi "la ilahe illallah"tır ki manası "hiçbir ilah yok, sadece Allah"tır. (6) Tüm hakikat yönelişleri gibi ya ilim ya aşk yoluyla -bilgi yolu-sevgi yolu- ortaya çıkan tasavvuf açıktır ki asla mistik bir hareket yahut mistisizm değildir. Kimilerince "İslam Mistisizmi" diye adlandırılması cehaletten kaynaklanmaktadır. Ki sufiler tarih boyunca Kur'an ve hadislerin haricinde evvelki sufilerin beyanlarından, kazandıkları ilhamdan ve diğer yollardan zahiri ve batıni arayışlarıyla bu ilme tüm varlıklarıyla yönelmiş ve "beni yer gök sığdıramadı, mümin kulumun kalbine sığdım" kudsi hadisi ışığında "kendini tanıma"ya çalışmışlardır. Esasta tasavvufun aslı ve hakiki dayanağı Hz. Rasul'ün "men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu" (kendini bilen rabbini bilir) hadisinden hareketle kendini tanıma eylemliliğidir ki bu kendini tanıma hali marifetullah -Allah bilgisi- diye adlandırılır. Marifet ehilleri de arif sıfatıyla anılır ki bu hal tasavvufta bir gaye ve ilk menzillerden birisidir. Nihai hedef ise yukarıda söylendiği gibi hakikattir: bununla birlikte "şeriat" denilen İslam'ın zahiri tespitleri, "tarikat" denilen tasavvufun meşrebi eylemlilik yolu ve "marifet" denilen ilk kendini bilme makamı bu hakikat için birer vasıta ve vesiledir. Sufiler için insanın varoluş nedeni açıktır: Kur'an'da yazdığı gibi "ahsen-i takvim"e uygun olarak Allah'ın yeryüzündeki halifesi olmasıdır bu. Bunun anlamı ise her şeyi kendinde bulduğu manaların bireşimleri olarak yaratan Allah'ın tüm sıfatlarının insanla tecelli edişidir. Yani insan sadece ontolojik bir aynadan öte başka bir şey değildir ki marifet sırrı da buna, bu aynanın manevi yansıması olan hilafet ahlakına dayanır. Yani bir anlamıyla da Allah her bir ismiyle tek tek veya terkibi bir biçimde tezahür etmiş ve tüm isimlerinin tecellisi ile evreni var etmişken ez-Zahir ismiyle de kendisi zahir olmuştur ve bu zuhur insan vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Şu halde ez-Zahir'in "ilke" olduğu ortadadır. Kozmolojik açıdan var kabul edilse bile hiçbir şeyin hakikatte bulunmayışının açıklaması dahi budur; "başlangıçta sadece Allah vardı" hadis-i şerifi zamansızlıkla örtülmüş olan Zat için doğal olarak şimdiki zamanı ve geleceği de kapsar. Zaten hakiki bilme işi de O'na aittir; tüm varoluş O'nun kendini bilmesinden ibarettir. Her türlü tanımlama ve kavramlaştırmalardan münezzeh olsa da Zat'ın bu ilk bilişi tasavvufta "O'nun kendi kendiyle bir modelleşmeye yönelişi" demek olan "taayyün-i evvel"dir. Böylece Zat kendini ve kendinde gördüklerini bilmiş, tayin etmiştir. Nitekim "kün" emri O'nun ilminin kendince seyrinden başka bir şey değildir. Bu seyirde Zat'ın seyrettiği kendiliği ilk yaratımı da ortaya çıkarmıştır ki bu "İlk olarak aklı yarattım ve aklı sevdim" kudsi hadisinde söz edilen "akl-ı evvel"dir. Akl-ı evvel görüldüğü üzere kendiliği'ne çevirmiş olduğu İlim sıfatından başka bir şey değildir ki yani akl-ı evvel Allah'ın kendini bilmesidir. O'nun kendini bilmesi insan zihni tarafından doğal olarak bir ikilik anlayışı yaratır; bilen ve bilinen. Gerçekte var olmayan ve sonradan akıl tarafından kıyas yoluyla icat edilen bu ikilik aynı zamanda Allah-evren ikiliğinin de kaynağıdır. Şimdi gerçekte olmasa da kesret âleminde var vehmedilen bu ikiliğe değinirsek; bu ikilik aynı zamanda tevhid inancından bir sapma olarak insanın Allah'ı bilmesi önündeki en büyük engeldir ve hatta salt bu nedenden ötürü de şirk adı verilen en büyük bir günahtır. Bunun ötesinde hemen şu da ilave edilmelidir: bugün varoluş olarak algıladığımız tüm bu kâinat yukarıda denildiği gibi Zat'ın bilinen kendiliğidir ve bu bilinme süreci de doğal olarak kendinden bir tasnifi, düzeni de içinde barındırır ki kozmos lafzı buna işaret eder. Bu durum denildiği gibi yaratımın başlangıcıdır ve birçok gelenek tarafından ışıkla sembolize olunmuştur. İslam geleneğindeki ifadesi ise "nur'ül Muhammed"dir; Allah ilk olarak Hz. Muhammed'in (s.a.v.) nurunu yaratmıştır. "Ben nebi iken Âdem henüz suyla balçık arasında bir şeydi" hadisi bunu tanımlar. Yine farklı bir açıdan akl-ı evvel diye anılan ilk akıl dahi O'dur: Nitekim akl-ı evvel'in kapsamına işaret eden "akl-ı küll"ün "nefs-i küll" ile birlikte diğer adı "hakikat-ı muhammediyye"dir. Bunların hepsi ontolojik ayna diye tabir ettiğimiz Zat'ın bilinen kendiliğinin farklı yönlere işaret eden isimleridir ve esasta hepsi bir ve aynı şeydir ki kâinatın ruhunu oluştururlar. Zaten varlıksal oluşumlar da bu "ruh" ile varolurlar. Tasavvufun Batı'da ilgi görme sebeplerinden birisi olan "tüm eşyayı canlı, bilinçli ve ruh sahibi" kabul eden bu evrensel tespit elbette anlaşılacağı gibi diğer kadim geleneklerdeki "logos" ilkesinin de "kelam"la birlikte tasavvuftaki ifadesidir. Ki bu logos "insan-ı kâmil"dir. Yani Allah'ın en yüksek manada zahir oluşudur ki bu nedenle "hamd yalnız O'na mahsustur." Çünkü O'nu hakkıyla sadece O bilebilir. Bunun ötesinde tasavvufun bireye dair öğretisi ise insanın egoya/maddeye/ikiliğe dönük değerlerden arınma sürecini kapsar. Yukarıda denildiği gibi ikilik fikri şirktir -şirk-i hafi- ve "müşrikler ancak birer pisliktirler." Şu halde arınmanın aslı şirkten kurtulmaktır. Bu elbette imanla gelen teorik bilginin yaşama uygulaması demek olan salih amelle mümkündür. Zaten şeriat kapısını müteakip gelen tarikat kapısının gerekliliği buradır. Kendi nefsinin hakikatine dönük olarak "zalim ve cahil" olan insan, aşkın ilkelerin uyumlu uygulayıcısı olan bir rehberin yardımıyla böylece "yol"a girer ve bu "yeniden doğuşla" beraber bu çok zor yolda yine O'nun manevi nazarı ve teveccühü altında ilerleyerek nefsini arındırmak suretiyle saflaşıp tekliğine erer. Bu rehber elbette modernlerin anladığı manada bir eğitmen ya da öğretmen değil kendisi de aynı inisiyatik süreçten geçmiş olan insan-ı kâmil olarak O'nun sıfatlarıyla sıfatlanmış bir "mürşid"tir. (7) Tarikat kapısına gelerek hakikate talip olması nedeniyle "talip" ya da "mürid" diye anılan öğrenci manevi etkiyi de kapsayan inisiyatik bilgi aktarımına tabi tutulur ve "istidat" denilen varoluşsal nitelikleri ve "kabiliyet" denilen bu istidatı kullanma yeteneği ölçüsünde belli bir zamanda saflaşma istikametinde tekâmül eder. Bu tekâmül süreci çeşitli tasavvufi ekollerce farklı farklı derecelendirilmişse de temelde dört menzil barındırır:
Nefs-i Emmare:
Kişinin henüz egoya dönük olarak yaşadığı süreçtir. Son olarak şu söylenebilir ki; tasavvuf, insanın "O'ndan O'na" olan yolculuğunun Mutlak Bilinçle bilinmesi ve bu biliş ile O'nun sıraladığı derecede tahakkudur denilebilir. Ama bu tanımlama onun sözcüklerle ifade edilişi anlamına gelmez elbette; sadece sembollerle gösterilen sırların ilkine yani "sizi tek bir nefsten yaratan"ın bilinebilmesi için insana "kendini bilme"yi öğretme metodunun anlaşılabilme sınırıdır. (8) Es?Semavi Dipnotlar: HAKİKAT ve HAKİKATİN KAVRANILIŞI
Olmak ve bilmek:
Vücud bahsi:
Hakikat:
Öyleyse O'nun "Sübhan" oluşu da açıklanmıştır. O'nu kimse -hiçbir birim- bilemez, özdeşlik olmaksızın birimselliği söz konusu ise. Bu noktada da bilen-bilinen, gözleyen-gözlenen ikiliği olamayacağı için sübhaniyyet zorunludur. Bu konunun ayrıca belirtilme maksadı ise bir takım okumuş kesimin tasavvufu salt felsefe düzeyinde değerlendirerek ya da onu en fazla mistik akımlardan biri ya da panteist bir görüş sanmasıdır.
Allah'ın kendini tanıması demek olan ilmi; kendinde bulduğu manaları ile oluşmasını istediği manaların irade sonucunda yine kendi enerjisi ile açığa çıkışıdır. Hakikat O'nun kendine olan kendi ilmidir ve bu manasıyla Hakikatin aslı O iken her şey yine oluş olarak hakikate dayanır. Ama O sübhandır.
Es'Semavi
Dipnotlar: (1): Bu bilincin genel
modern anlamıyla hele hele Freud'un başlattığı psikanalitik
değerlendirmesiyle alakası olmadığı açıktır. Bilinç, kozmosla uyum için
gerekli aktifleşmenin ilk koşuludur ve kesinlikle mutlaklıkla kuşatıldığı
için değer ve ölçü kavramlarına yabancıdır. Varoluşa ve kendiliğe ait tüm
değerlendirmeler psişik alanda egonun birer
üretimidirler. EVRENSEL ÖZ ve ÖZÜMÜZ İnsanın, asla evrenden söz edemeyeceğini; "Evren" ismi altında anlatılmak istenen şeyin, ancak ve sadece kesitsel algılama araçları beş duyuya dayanan "insanın evreni" olduğunu anlatmıştık... Daha sonra da, "madde" diye bir şeyin gerçekte var olmadığını; "madde" tespitini dahi beş duyuya dayanan algılama araçlarının yaptığını; başka algılama araçlarının da başka "madde"ler tespiti yapabileceğini açıklamaya çalışmış; ve her algılama aracına GÖRE değişen sayısız "madde" alemleri vardır; ki onlar, bize göre, hep "madde ötesi" âlemlerdir, demiştik... İnsan, beş duyu verileriyle evreni tanıyamayacağına göre; insan, evren içi bir varlık olduğuna göre; Evrende, her şey madde ötesi dalgalardan, ya da kuantsal yapıya dayanan çeşitli frekanstaki, çeşitli anlamları kapsamında bulunduran birimler olduğuna, göre; bu takdirde özü itibariyle "insan" nedir? Gözden öze yönelebilenlere, gözden öze geçebilenlere, beyinlerini beş duyu verileriyle bloke olmaktan kurtarıp, derin ve kapsamlı düşünce yoluyla, madde sanısından "Evrensel Öz"e doğru, bilim artı sezgi gücüyle kullanabilenlere göre... Evrende mevcut olan her birim, yapısına ve algılama aracına göre yer aldığı katmanda, tüm evrensel özdeğerlere sahiptir. "Evrensel öz"e sahip bulunan her birim, kendi algılama araçlarının oluşturduğu katmanda yaşadığı sürece, o katman kendi "madde" dünyası olarak mevcuttur; diğer katmanlar ise, "yok" hükmünü alır algılama aracının kapasite yetersizliği dolayısıyla! Gerçekte, Evrende mevcut bulunan her şey, aynı özden meydana geldiği için, ister yaratan güç denilsin, ister günümüz deyişiyle "Salt Bilinç" diyelim bu Evrensel kudret ve ilim, halogramik bir biçimde, evrenin her katmanındaki her birimin her noktasında aynı şekilde mevcuttur! Evrene, aynı özden meydana gelmiş değişik terkiplerdeki sayısız türün algılama araçlarından bakışı bir yana koyup da; tüm algılama araçlarının kapasitesine sahip tek bir algılama aracıyla, Özden yapıya doğrultusunda bakabilirsek, algılarız ki, canlı, sonsuz, sınırsız, ilim ve kudret sahibi, kendi varlığı dışında başka bir şeyden söz edilmesi mümkün olmayan "TEK"ten başka bir şey mevcut değildir; ki artık siz, "O"na ne isim isterseniz veriniz! Bugünkü bilimsel değerlendirmeler, geçtiğimiz binlerle yıllık süreç içinde mevcut olmadığı için, o günün gözden öze yönelenleri, beş duyunun kesitsel verileri üstüne, beş duyu ötesi algılama sistemlerini de devreye sokarak, bu gerçeklere önemli ölçüde ulaşmışlar; ancak ne var ki, kendi lisanları ile, "mecaz yollu" bu gerçekleri dile getirmişlerdir. "Evrenin tek bir ruhtan meydana geldiğini", "herşeyin varlığının bu tek ruh ile mevcut ve devam etmekte olduğunu", "insanın, özünde mevcut olan bu ruhu, dışarıda aramasının boş bir şey olacağını" vurgulayan öze ermişler, ne yazık ki kendilerini gözle sınırlayanlar tarafından anlaşılamamışlardır. Evren, özü itibariyle tek
ve tümel bir bilinç ve güç olduğuna, gerçekte sonsuz-sınırsız yapısına, ve
her birimin kendi ilmi ve kudretiyle, ve gene kendi varlığıyla varolduğuna
göre, insan için evrenin gerçeğine vardırıcı tek yol, gene insanın kendi
bilinci ve özüdür. "Madde"miz, beşduyu verilerine göre mevcut olan bir katman olduğuna göre; algılama araçları değiştikçe "maddeler"de değişeceğine göre; bu hükmü veren bilinç, kesinlikle anlaşılır ki madde değildir! Bilinç, madde olmadığına
göre; "Evrensel Öz"den meydana gelmiş, "Evrensel Öz"le mevcut, ancak
yapısını henüz değerlendiremediğimiz, meçhul frekanslı dalgaboyudur!.. Beşduyu sınırlamaları dolayısıyla, "madde" diye isimlendirdiğimiz her şey dahi, değişik frekanslardaki ışınsal yapıdan başka bir şey değildir! Ne var ki, "Evrensel Öz"ü halogramik bir biçimde varlığında bulunduran; ve hatta o "Evrensel Öz"ün mevcudiyetiyle var olan; halogramik bir biçimde öz sahibi ışınsal yapı olan varlığımıza, bizden öncekiler "RUH" adını takmışlardır. Öyle ise, insan için, "yok olma" anlamında "ölüm" asla söz konusu olmayıp; olay, kişinin bilincinin, madde boyutundan, halogramik ışınsal beden boyutuna sıçramasıdır; ya da eskilerin tanımlamasıyla. "Ruhlar Âlemine geçiş" söz konusudur.. Ve bu halogramik ışınsal özellikli beden için, ışınsal evrende, eriştiği algılama kapasitesiyle, bu kapasiteye bağlı katmanda sonsuza dek yaşam mevcuttur. Ahmed Hulûsi (Bu yazı Ahmed Hulûsi, "Hazreti Muhammed Neyi Okudu" -Kitsan Yay. İstanbul, 1992- adlı kitaptan alınmıştır.) MUHYİDDİN İBN ARABİ Hayatı: Nam-ı diğer Şeyh'ül Ekber Muhyiddîn İbn Arabî'nin tam adı Ebu Bekr Muhammed İbn El- Arabi El- Hatimi Et-Tai'dir ve kendisinden sonraki sufilerce Sultanü'l-arafîn, Hatemü'l-evliya, Kutb-ü Hümam, İbn Sereka, Cenab-ı Şeyh, Hatm'ül Vilayet El-Muhammediyye gibi lakaplarla anılmıştır. İslam maneviyatının en etkili isimlerinden birisi olan bu muhterem zat sonrasında arifler tarafından "nimet günü" diye anılacak olan 17 Ramazan 560 (1165) pazartesi günü İspanya'nın güneyinde (Endülüs'ün) Mürsiye şehrinde Tayy kabilesine mensup bir Arap ailesinin çocuğu olarak doğdu. Hayatının ilk yıllarına dair en önemli kayıt, sekiz yaşında babasıyla beraber ilim tahsili maksadıyla Sevilla'ya (İşbiliye) gitmeleridir. Orada çeşitli üstadlardan başta hadis ve fıkıh olmak üzere İslami ilimleri tahsil etmiştir. Sonraki dönemde babasının varlıklı bir devlet memuru olması hasebiyle kendisini çeken manevi yolu rahatlıkla araştırmaya başlamış, görüştüğü erkek ve kadın mürşitlerden icazet alarak tasavvufa yönelmiştir; henüz yirmili yaşlarının başında derin zekâsı ve manevi içgörüsü sayesinde aydınlanabilmiş ve bu özelliği nedeniyle zamanın ünlü filozoflarından İbn Rüşd'ün dikkatini çekmiştir. İbn Rüşd yaşadığı dönem içerisinde Aristotales felsefesine yaptığı yetkin yorumlarla Doğu ve Batıda dönemin en dikkat çeken filozofuydu ve İbn Arabî'nin babasıyla tanışıklığı münasebetiyle onunla görüşmek istemişti. İbn Arabî aralarında geçen bu tanışma münasebetini şöyle anlatmaktadır: "eve girdiğimde filozof yerinde kalktı ve dostluğunu ve ilgisini gösteren bir şekilde yanıma gelerek beni kucakladı. Sonra "evet" dedi, ben de "evet" diye karşılık verdim. Bunun üzerine benim kendisini anladığımı düşünerek sevindi. Sonra onu sevince boğan şeyin bilincine vararak "hayır" diye ekledim. İbn Rüşd sarsıldı, yüzünün rengi değişti, düşündüklerinden şüpheye düşmüş gibiydi. Bana şu soruyu sordu: "ilahi ilham ve aydınlanmayla ne tür bir sonuca vardın bakalım?" Ben de şöyle cevap verdim: "Evet ve hayır. Evet ve hayır arasındaki ruhlar maddelerinden uçarlar ve boyunlar bedenlerinden koparılır." İbn Rüşd'ün rengi attı, titrediğini gördüm. Her zaman söylenen şu sözü tekrarladı, "la havle ve la kuvvete illa billah" (Allah'tan gayrı kuvvet sahibi yoktur.) Ne demek istediğimi, işaretimi anlamıştı çünkü." Bu görüşmeden sonra bir daha da görüşemediler. Ancak İbn Arabî 1199'da Kurtuba'da filozof İbn Rüşd'ün cenazesine katılmıştır. Yine bu ilk gençlik döneminde Endülüs'te kısa seyahatler yaparak kendi ifadesiyle üç yüz kadar şeyhle, mutasavvıf ve âlimle görüşerek istişarelerde bulundu. Birçok şeyhlerden istifade eden İbn Arabî'nin ilk şeyhi, okuması yazması olmayan fakat maneviyatta çok ileri mertebelere yükselmiş olan Ebu Cafer el-Uryani (k.s.)'dir ama o özellikle kitaplarındaki ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla derin etkisinde kaldığı ve kendisine "Ariflerin Sultanı" diye hitabeden Şeyh Ebu Meyden El-Mağribi (k.s.)'den hep övgü ve sevgiyle bahsetmiştir. Bu yıllarda yoğunlaşan ilhamlar ve içgörü neticesinde arş-ı ilahiyi müşahede etmiş ve kendisine seslenen bir kuşu dinleyerek Doğu seyahatlerine başlamıştır. 1201 tarihinde ilk defa olarak Mekke'ye gitti ve hac vazifesini ifa etti; tasavvuf tarihinin en kapsamlı ve derin kitabı olan ansiklopedik eseri Fütuhat-ı Mekkiyye'yi de Kâbe'yi tavaf ederken aldığı bir ilhamla burada yazmaya başlamıştır. Mekke?de bulunduğu sırada diğer taraftan fen ve din ilimlerinde de çeşitli âlimlerden ders almaya devam etmiş ve nihayet Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretlerinin rûhâniyetinden feyz alma derecesine yükselmiştir. Bu konuya dair bir rivayete göre Gavs-ül-azam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretleri, bir gün kendi hırkasını talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'ya vererek; "benden sonra benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin" buyurdu. Yûnus bin Yahyâ yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn İbn Arabî'yi tanıyarak hırkayı ona teslim etmiştir. Başka bir rivayete göreyse tasavvufi bir sembol olan ve Rasulullah'ın Veysel Karani'ye emanetinde anlam bulan bu hırkayı, ona dönem dönem görüşüp arkadaşlık ettiği Hızır (a.s) giydirmiştir. Zaten kendisi de daha sonra bu hırkayı üvey oğlu, manevi varisi ve talebesi olan aynı zamanda Arabi ekolün ve Vahdet-i Vücud anlayışının Doğu'da yayılmasında katkıları büyük olan kelam alimi, seçkin sufi Sadreddin Konevi (k.s)'e giydirmiştir. Sembolik bir ifade taşıyan bu hırka giymeye dair bir başka rivayet de; 1202 yılında kısa bir süre için Mısır'a gittiği ve Kahire'de Takiyyu'd-din Abdurrahman'ın elinden eserlerinde hep samimiyet ve hürmetle bahsettiği ve arkadaşım dediği Hızır'ın hırkasını giymesidir yine bununla ilgili bir başka rivayete göreyse 1204'te Musul'da Ali İbn Cami (k.s.) Hızır'dan aldığı bu hırkayı İbn Arabi'ye giydirmiştir. Mısır'da geçirdiği dönem içerisinde yaptığı konuşmalardan ötürü ölümle tehdit edilmeye başlayınca tekrar yaya olarak Mekke'ye dönmüş ve buradaki iki yıllık ikametin ardından Şam, Irak ve Anadolu'ya geçmiştir. Burada bir dönem Selçuklu Devletinin başkenti olan Konya'ya yerleşti ve hacdan sonra Anadolu'ya birlikte dönerek arkadaşlık ettiği Mecdu'd-din İshak'ın vefatı üzerine onun dul kalan hanımıyla evlenerek Sadreddin Konevi (k.s.)'yi evlat edinmiş ve Konevi'nin zahiri ve batıni ilimlerde hocalığını üstlenmiştir. Yaşadıkları dönem içerisinde Selçuklu Sultanından ikram ve hürmetler gördüyse de bunlara tamah etmeyerek elindekileri yoksullara bırakıp ilahi bir görev gibi gözüken seyahatine devam etmiştir. Anadolu'da bulunduğu sırada başta Konya olmak üzere Aksaray, Malatya ve Sivas'ta da bulunmuş ve nihayet 1223 ya da 1230'da Şam'a gelerek vefatına kadar buraya yerleşmiştir. Şam'da geçirdiği günlerin birinde Fütuhat-ı Mekkiye'yi henüz tamamlamışken mana aleminde Rasulullah (s.a.v)'ı elinde bir kitapla gördü. Rasulullah elindeki kitabı ona uzatarak "Bu Füsûs-ül-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını açıkla" buyurdu. İkinci büyük eseri Füsûs-ül-Hikem, böylece ilham yoluyla yazılmaya başlamış oldu. Uzun seyahatlerinin ardından tüm zamanını huzur ve sessizlik ile eserlerine adayan hadis ilminde sahib-i isnad ve fıkıh ilminde içtihad makamında olan Şeyh'ül Ekber 1240 senesinde Rabî'ul-âhir ayının 28'inde Cumâ günü manevi hayat üzerinde derin tesirler bırakarak 75 yaşındayken Şam'da vefat edip Sevgili'ye kavuştu. Vefatının ardından Kasiyun dağının eteğindeki Salihiye'ye defnedildi. Arif ve veliler haricinde Şam halkı kendisinden hoşlanmadığı için kabri kaybedilmeye çalışıldıysa da evvelce Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde beyan ettiği "Sin Şın'a girince Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" keşf-i ilhamını fark eden Yavuz Sultan Selim Şam'a gelince Kabrini bulmuş ve türbe haline getirerek yanına cami ve imaret yaptırmıştır. Eserleri: Hakikatin yorumlanışı ve ifşasını İnsan-ı Kamil düzeyinde ele alıp bu şekilde anlatan İbn Arabi küçük risalelerden ansiklopedik kitaplara kadar sayısı tam bilinmemekle birlikte beş yüzden fazla eser kaleme almıştır. Kendince geliştirdiği ve sonrasında bu ekole bağlı olanlarca da kullanılan terminolojisi ile yazmış olduğu tüm bu eserleri müthiş bir çeşitlilik gösterip metafizikten kozmolojiye, psikolojiden ahlaka, hadisten Kur'an tefsirine kadar uzanır. En büyük eseri Fütuhat-ı Mekkiye'dir ki bu 560 bölümlük dev eser; metafizik, kozmolojik doktrinler, cifr, simya ve astroloji gibi İslami ilimler, evvelce yaşamış sufilerin hayatları ve Şeyh'in manevi tecrübelerini kapsayan engin bir bilgi kaynağı olmasının yanı sıra kendinden önce ve sonra yazılmış tüm batıni kitapları kuşatan derin bir özet gibidir. Nitekim bu özelliğinden ötürü tüm İslami ilimler için bir kaynak kitap halini almıştır. Esasen İbn Arabî'nin en çok okunan ve tanınan eseri ise yirmi yedi bölümden teşkil Füsus'ul Hikem'dir. Hz. Nebi'in elinden alarak insanlara sunduğu bu eser tasavvufun ana doktrinini ele almış, nebi ve rasullerin bireysel manalarından evrensel bir bütünlemeye gitmiştir. İbn Arabi külliyatında bu iki ana eserin yanı sıra kozmolojiye dair İnşa'üd Devair (Kürelerin Yaradılışı), Uklet'ül Müstevfız (İtaatkar Kulun Bağı), Et-tedbirat'ül İlahiye (İlahi Yönergeler)'i, sufilere metod kitabı olarak Risalet'ül Ahadiyye (Tek'lik Risalesi), Risalet'ül Havle (Halvet Risalesi), el-Veseya (Vasiyetler), Ruh'ül Kuds, Endülüs Sufileri, Aşk-ı İlahi (İlahi Aşk) gibi eserleri ve Tercüman'ül Eşvak (Arzuların Tercümanı), Divan gibi şiir kitapları örnek olarak verilebilir. Bunların haricinde bazı eserleri şunlardır: Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn, Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ'lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr, Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk, El-Vahy, El-Ma'rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A'râf, Mü'min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân ve ayrıca Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. İbn Arabi'nin Tasavvuftaki Yeri ve Doktrini: İbn Arabî gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından sonra sürekli tartışılmış ve hatta neredeyse zahir-batın ilimlerinin ayrışma noktasındaki spekülasyonlarda her zaman odak noktası olmuştur. Bunun bir nedeni kendisinden önce dile getirilmemiş ya da sembolik ifadelerle örtülmüş marifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu kadar kendine has üslubunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olmasıdır. Belki bu nedenle üstadın kendisi eserlerini avamın okumasını men etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmıştır. Belki bu durumdan ötürü tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sufi olmayanlarca her zaman yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlama neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslam'ın dışında bilgelik atfederken batıni ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise onu zındıklıkla suçlayacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Hatta denilebilir ki yüzyıllar boyunca tasavvufa dönük neredeyse tüm eleştirilerin odağında İbn Arabî ve eserleri durmuştur. Bununla birlikte metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok geniş bir perdede eserler vermiş olsa da İbn Arabî'nin gözlemlenebilen en büyük etkisi kendinden önce net bir sistem taşımayan tasavvufu "Vahdet-i Vücud Teorisi" ile sistemleştirmesi ve böylece kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlamasıdır ki zaten kendisine sufilerce "Şeyh'ül Ekber" lakabının yakıştırılma sebebi de budur. Muhyiddin İbn Arabi'den önce ifadeleri olsa da onun tarafından sistematik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen "Vahdet-i Vücud Teorisi" varlığın aşkın birliğini ifade eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun marifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de yanlış anlaşılıp panteist, monist ve hatta tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Oysa ki "Vahdet-i Vücud"un ortaya koyduğu mana şudur; mevcudat varoluşunu Allah'ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal, yani aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam'da en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek demektir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan "mutlak hakikatten başka hakikat yoktur" manasına gelen "la ilahe illallah" (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir. Vahdet-i Vücud düşüncesinde; kendinden ibaret olan Zat her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak Mutlak Aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılahında taayyün denilen kendini belirleme halinde belirli modelleşmelere sahiptir. Yani esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sahipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara "O'dur" denilemeyeceği gibi, "O değildir" de denilemez. Bu İbn Arabî'nin şu ifadesinde gözlemlenebilir: "O, birliksiz bir (Vahid) ve tekliksiz tektir (Ahad)." İbn Arabi ile ilgili bazı Menkıbeler: "Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır (a.s) ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır (a.s.) olduğunu anladım. Daha sonra Hızır ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim." * * * "Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Nebi ve rasullerden meydana gelen mûcizelerle evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri yerdeki seccâdeyi alıp havaya doğru kaldırarak yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda onun Hızır olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu." * * * "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs
Mürsi hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında
beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan
hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile
karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu.
Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât
hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim.
Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru
olduğunu isbât etmek için Hızır (a.s)'dan yardım istedim" buyurdu. Bunun
üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve
tövbe ettim." * * * Konya'da kaldığı zamanların birinde Selçuklu Sultanı, Muhyiddîn İbn Arabî hazretlerine 100.000 dinar değerinde kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün evin kapısında otururlarken bir fakir gelip dedi ki: "Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, içerden cübbesini alıp evi o fakire terketti. * * * Bir kimse İbn Arabî'nin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde İbn Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden tebessüm ederek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve mağfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim." * * * "Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey" diye düşündü. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım" dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi" diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn İbn Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki Muhyiddîn Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. "Buyurun" deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn İbn Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi kendisine iâde olundu." * * * Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim?in ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devam edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ âyet-i kerîmesinde "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır" (Enbiyâ Sûresi-69) dedi. Ortada bulunan mangalı alıp içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin elbisesini ve ibn Arabî?nin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince filozof ellerini uzatır uzatmaz ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir" buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce getirerek müslüman oldu. * * * Evi, Muhyiddîn-i İbn Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. İbn Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu..." * * * Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-i Arabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm." * * * Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibn Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-ul aktab ve gavs'dır." İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur." * * * Kendisine bir gün "Ruhlar
ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç
şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek,
3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu. * * * [Bu yazı İbn Arabi'nin bazı kitaplarındaki kendi ifadeleri ve çeşitli biyografilerinin derlenmesi ile oluşturulmuştur.]
Tasavvuf ve ruhsal enerji
Bu bölümün başlığı Tasavvuf ve ruhsal enerji
olmakla beraber aslında sadece İslam tasavvufunu kastetmiyoruz. Burada söz
konusu olan şeyler, İslami Tasavvuf, Yahudi Kabala'sı (Bugün hemen hemen
sadece Israil'de uygulanan ve klasik Kabalada denilen tasavvufi ve majikal
ekol. Avrupa ve Amerika'da uygulanan ve modern Kabala da denilen
uygulamalara pek ilgisi yoktur), Eski Avrupa'daki bazı Pagan dinlerin
ritüelleri, Kızılderili dinsel ve majikal uygulamaları, Avustralya'nın
Aborgin'lerinin ritüelleri , çok şaşırtıcı olarak Orta Amerika'nın Vudu
ayinleri ve akla gelen her benzer uygulamadır. İslami tasavvufun ana örnek
olarak ele alınmasının nedeni Yaşadığımız ülkede yaygın olması ve hemen
herkesin az çok bir fikir sahibi olmasıdır. Bütün bu uygulamalar şekilsel
olarak da, edilen dualarla da, yapılan zikirlerle de birbirinden inanılmaz
derecede farklı olabilirler fakat özde, yapılan ve amaçlanan şey hep
aynıdır.
İslam geleneğinde değişik mezheplerin değişik
tarikatları vardır. Bunların ana yapılarını, birbirlerinden ayrılıklarını,
kullandıkları zikirleri ve zikir tarzlarını tek tek saymamız.? Evet
mümkündür fakat o zaman bir tasavvuf ansiklopedisi yazmış oluruz. En iyisi
burada sadece Zikir yapılmasını ve ne gibi bir anlam ve amaç taşıdığını
görmeye çalışmaktır.
Derviş kendi ait olduğu tarikatın gereken
şeylerini yerine getirdikten sonra (Bunlar tabii ki, abdest almak, namaz
kılmak, tövbe istiğfar gibi şeyler ve rutin dualardır.) oturup zikir yapmaya
başlar ya da başlarlar. Zikir kişinin evinde yapılıyorsa yani yapan tek
başınaysa bir tespihle sayarak zikri belli adette yapar. Yeri gelmişken
açıklamak gerekir ki, "Zikir", Anmak, adını anmak, söylemek anlamına gelen
bir kelimedir ve tasavvuf ve Havas terminolojisinde Tanrı'nın isimlerini
söylemek anlamındadır. Belli bir tanrı ismi seçilir. Bu isim müride şeyh
tarafından, onunla vibrasyonel olarak uyumlu kabul edilerek tavsiye edilmiş
bir isim olabilir. Her zikrin bir adedi vardır. Mesela Allah isminin değeri
66, Kahhar isminin değeri 306'dır. Bu isimler kendi değerleri kadar değil
tabii daha da fazlasıyla zikredilirler. 1000 defa 10 000 defa ya da sayısız
olarak. Gurup halinde yapılan zikirlerde genellikle tekke'nin devamlı
yaptığı zikirler yapılır.
Şekil olarak ne olduğu anlaşıldıktan sonra zikrin
iç anlamını anlamaya çalışabiliriz. Kişi mesela Rahman isminin zikrini
yapıyorsa gereken şartlar diğer isimlerin zikrinde olduğu gibi, zihni
dünyasal şeylerden arındırmak, ismi sadece kelime olarak söyleyip, teleaffuz
etmemek, onunla bütünleşmeye çalışmak gibi şeylerdir. Kişi sadece Tanrı'yı
ve onun, zikrini yaptığı isminin taşıdığı enerji ve anlama konsantre
olmalıdır. Günlük olaylar düşünülerek, dağınık bir zihinle yapılan zikir
geçersizdir.
Zamanla kişi aynı kelimeyi tekrarlaya tekrarlaya
ne söylediğini farketmez hale gelir. Kendi sesi kendi kulağına sanki bir
sürü kişi tarafından koro halinde söyleniyormuş gibi duyulmaya başlar. Zihin
uyuşur, değişik vınlamalar ve çeşitli sesler duyulur. Hatta bulunulan odada
fiziksel tezahürler, çatırtılar, cisimlerin kımıldaması gibi şeyler de
olabilir. Bunlar sadece aşağıda göreceğimiz bedensel enerjinin genleşmesidir
ve öyle cinlerle, perilerle, meleklerle filan ilgili değildir. Zikir
yapmakla asıl amaçlanan şey bir süre sonra gerçekleşir ve kişi söylediği
isimden başka birşeyi ne düşünür ve ne de zihninde birşey vardır. İşte bu
durumda Chi uygulamalarının veya Sholin rahibinin bir gonga yumruk atarak
ulaştığı duruma girilmiş olunur. Tabii bunun devamı da vardır. Bundan
sonraki aşama zikrin de durdurulmasıdır. Kişi ismi sadece zihnen tekrarlar
ve sonunda o da durur ve kişi kendisini bilmeden bir enerji akımının içinde
kalır. Bu enerji akımı zikir yaparken kullandığı ismin temsil ettiği
bilgilendirici, koruyucu, kahredici vs, türden olabilir. O anda kişi çeşitli
hayaller görmeye de başlayabilir. Mesela melekler gibi, şeytanlar gibi. Ama
bunlar bilincin bastırılmasından dolayı, bilinçaltından uyanıp, yüzeye çıkan
şeylerdir (Çoğunlukla). Bu durumun en pratik faydası kişinin evrensel
enerjiye bir olma halini, Hintçe Nirvana, Japonca Satori yaşaması,
blinçaltındaki pislikleri ve düğümleri temizlemesi ve zamanla da insanüstü
sayılan bazı vasıflar kazanmasıdır. Bunlardan yukardaki, Chi hakkındaki
bölümde bahsettik. Genellikle tekkelerde yapılan toplu zikirlerde bu duruma
giren bazı kişiler çırpınıp epilepsi nöbeti geçirirmiş gibi kendilerini sağa
sola atmaya başlarlar. Ağızları köpürür, tuhaf sesler çıkartırlar. Bu duruma
Cezbe ismi verilir (Günümüzde genellikle rol yapılır. Amaç tekkeye müşteri,
pardon mürid çekmektir). Tuhaftır ki bu durumda sağa sola fırlayıp, yerlerde
yuvarlanan, sağa sola sert şekilde çarpan kimseler hemen hemen hiç fiziksel
hasar görmezler. Bu durumda iken şeyhin yaptığı manyetik etki (Manyetik
etkiler ve manyatizasyon çalışmalrı aşağıda ele alınacaktır) yardımcı
olabilir.
Burada anlatılan durum, içinde yaşanılan zihinsel
yapı ve kişisel tecrübe yukardaki sayfalarda anlatılan durumlardan hiç
farklı değildir. Bundan çıkan sonuç şudur: "Enerji tektir. Her din,
felsefe ve kültür ona kendi elbisesini giydirir". VAHDET-İ VÜCUD Ahmet ÖZALP Tasavvufta, varlığın birliğini savunan öğreti. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilen öğreti, sadece Allah'ın varlığının zorunluluğu temeli üzerine kuruludur. Benimseyen mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan öğreti, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgı olarak nitelenir. Bazı İslâm bilginleri ve hukukçuları ise, tüm varlıkların tanrılaştırılması anlamı taşıdığı gerekçesiyle küfürle suçlarlar. Vahdet-i vücud öğretisi, Allah'ın varlığının zorunluluğu ilkesine dayanır. Buna göre özü gereği varolan varlık (vücud) birdir ve bu da Allah'ın varlığıdır. Bu varlık zorunlu (vâcib) ve öncesizdir (kadim, ezelî). Çokluk, parçalanma, değişme ve bölünmeyi kabul etmez. Biçimi (suret), sınırı (hadd) yoktur. Buna mutlak varlık (vücud-ı mutlak), saf varlık (vücud-ı baht) adı verilir. Mutlak varlık, varlıklar dünyasına nisbetle bir ayna gibidir, anlaşılır ve duyulur tüm nesneler onda görünür; diğer bir ifadeyle Allah zatı ile değil ama fiil ve sıfatları ile tüm varlıklarda, mutlaklık özelliğini yitirmeksizin ve kesinlikle değişime, bozuluşa uğramadan görünür (tezahür eder). Bu nedenle varlıklar da onun aynâsıdır. Tüm evren, Allah'ın varlığı nedeniyle var olur. Öyleyse evren Allah'ın dışlaşmış biçimi (zahiri), Allah da evrenin özü, gerçekliğidir (batını). Mutlak varlık, Allah'ın zatının aynıdır; varlığı, gerçekliği üzerine bir eklenti değildir. Diğer varlıklarda ise durum tersinedir. Nesnelerin varlıkları, gerçeklikleri üzerine bir eklentidir. Çünkü nesnelerin gerçekliği, ezelde Allah'ın ilmindeki beliriş ve biçiminden oluşur. Bu gerçekliğe ayan-ı sabite (sabit gerçeklikler) denir. Sabit gerçeklikler ya da ilmî suretler (suver-i ilmiye) varlığın kokusunu bile almamışlardır. Bu nedenle, bunlara verilen varlık, onların üzerine bir eklentidir. Varlığın Allah'ın sıfatlarından olması düşünülemez. Çünkü bu, varlığın zat ile varlık dışındaki başka bir şeyden oluşması anlamına gelir. Oysa her şey varlığa tabidir, o hiçbir şeye tabi değildir. Allah'ın varlığı, mutlak varlık olması bakımından bilinemez. Bilinebilecek olan şey, varlık ile var olan biçimlerdir. Allah'ın zatını, tüm belirişlerden (taayyün) aşkınlığı nedeniyle kavramak imkansızsa da varoluşun mertebelerinde (meratib-i vücud) haricî varlık kazanması nedeniyle kavramak mümkündür. İşte tasavvuf yolcuları bu kavrayışın peşindedirler. Evren, Allah'ın varlığıyla var olan ve Allah'ın varlığının aynasında görünen kimi geçici, yok olucu suretlerden ibarettir'. Bunların belirme ve görünüşleri akıl ve duyularla ilintilidir. Nesnelerin gerçeklikleri özleri gereği değil, Allah'ın varlığıyla sabittir. Nesnelerin aslı yokluktur (adem) ve bunlar sürekli bu aslî durumları üzeredirler. Olgunlaşmamış insanların akıl ve duyuları, varlığı nesnelerin bir niteliği olarak algılar. Ama bu yanılsamanın neden olduğu bir yargıdır. Nesneler, diğer bir deyişle Allah'ın varlığında görünen suretler, gerçekte bir hayal ve seraptırlar. Bunların kesif ve hatta varolmuş görünmeleri sadece akıl ve duyulara göredir. Allah bunların hayali olan varlıklarında, bu hayali varlıkların gerçeklikleri nedeniyle görünür. Gerçek varlığa sahip olan kendi zatı ile görünmez. Evren varlık dünyasına çıkmadan önce, Allah'ın zatı ile birlikte başka bir şey olmadığı gibi, şimdi de O'nunla birlikte varolan bir şey yoktur. Evren gerçek bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Gölge, kendisinin varlık nedeni olan kişi ya da nesnenin varlığından başka bir varlığa sahip olmadığı gibi, evren de Allah'ın varlığından başkâ bir varlığa sahip değildir. Nesnelerin görünen varlığı, hayali bir varlıktır. Nesneler sürekli değişmekte ve bozulmaktadır. Bir anda varmış gibi görünen suretin yerini, bir sonraki an başka bir suret almaktadır. Bu nedenle, insanın nesnelerin gerçekliğine hükmetmesi, duyularının bu sürekli değişimi algılamakta yetersiz kalışındandır. Evrenin varlıkla ilişkisi, su buharı, bulut ve karın su ile ilişkisi gibidir. Bulutun ve karın varlığı, hayali bir varlıktır. Bunların suyun varlığından başka bir varlıkları yoktur. Her biri, suyun bizim duyumlarımıza göre aldığı bir suretten başka bir şey değildir. Hayati olmayan, gerçek olan ise, bunların aslı olan sudur. Çünkü biçimleri değişmiş bile olsa, suya özgü gerçeklikle vardırlar. Eridikleri ya da yoğunlaştıkları zaman, ortada yalnız gerçek olan su kalır. Allah'ın ilminde, kendi zatının, fiillerinin, isim ve sıfatlarının suretleri vardır. Çünkü Allah, zatını, fiillerini, isim ve sıfatlarını bilmektedir. Allah'ın ilmindeki suretlere ayan-ı sabite (sabit gerçeklikler) adı verilir. Evreni oluşturan nesnelerin Allah'ın ilmindeki suretlerine de aynı şekilde ayan-ı sabite denir. Ayan-ı sabite, Allah'ın isim ve sıfatlarının suretleri olması bakımından ilahî gerçekliklerdir; diğer yandan da varlıkların gerçeklik ve dayanaklarıdır. Bunların dış dünyada varlık kazanmaları, feyz-i mukaddes denilen Allah'ın tecellisi ile mümkün olur. Dış dünyada varlık kazanmamış sabit gerçeklikler yaratılmış değildir (gayri me'cul). Bu nedenle onlar da Allah'ın ilmi gibi ezelîdir, kadîmdir. Allah'ın ilmindeki sabit gerçekliklerin dış dünyada varlık kazanmaları, sayısız varoluş aşamasından sonra mümkündür. Meratib-i vücud, tenezzülat, tecelliyat gibi adlarla anılan bu varoluş aşamaları, küllî mertebeler halinde belirlenir. Böylece varoluşun dört, yedi, oniki ve kırk gibi çeşitli mertebesinden söz edilir. En yaygın görüşe göre yedi mertebeden oluşan varoluş aşamaları şöyle sıralanır: Lataayyün, taayyün-i evvel, taayyün-i sani, alem-i ervah, alem-i misal, alem-i şehadet ve alem-i insan. Hakikat-ı Muhammediye, vahdet, tecelli-i evvel gibi adlar da verilen taayyün-i evvel (ilk belirme) mertebesinde Allah, zatının gereği olarak tecelli eder ve tüm isim ve sıfatları ortaya çıkar. Allah, zatından ayrı olmayan bu isim ve sıfatları, diğer bir deyişle kendini, zatını bilir. Vahidiyet mertebesi de denilen taayyün-i sani (ikinci belirme) mertebesinde Allah'ın isim ve sıfatlarının gerektirdiği tüm külli ve cüz'i anlamların suretleri birbirinden ayrılır. Bunlar şehadet alemini oluşturacak nesnelerin sabit gerçeklikleridir. Bu mertebe ayrıca hazret-i rububiyet (rablık mertebesi), perde-i vahdet (vahdet perdesi), menşeü'l kesret (çokluğun kökeni) gibi adlarla da anılır. Âlem-i ervah (ruhlar evreni) denilen dördüncü mertebede sabit gerçeklikler (ya da ilmî suretler), birer basit cevher durumuna gelirler. Bu cevherlerin biçim ve rengi yoktur, zaman ve mekanla nitelenmiş de değillerdir. Cisim olmadıkları için ayrılana ve birleşme kabul etmezler. Bu mertebede her ruh kendini, kendi benzerini ve Rabb'ini bilir. Âlem-i misal (misal alemi) denilen beşinci mertebede varlık ayrılması, bitişme ve parçalanması mümkün olmayan latif cisimler halinde ortaya çıkar. Önceki mertebede ruhları beliren sabit gerçeklikler, bu mertebede, şehadet aleminde görüneceği sureti kazanır. Âlem-i şehadet (görünen dünya) mertebesinde varlıklar, görülen suretler biçiminde varlık kazanır. Böylece varlıklar evreni ortaya çıkar. Varlığın bu dünyadaki görünümü vücud-i izafî (göreli varlık), vücud-i zıllî (gölge varlık), vücud-i imkânî (mümkün varlık) gibi adlarla anılır. Görülen dünyanın ortaya çıkmasından sonra Allah, en mükemmel biçimde insan-ı kamilde (yetkin insan) tecelli eder. İnsan-ı kamil, görünen dünyadan ilk belirmeye (taayyün-i evvel) kadar tüm tecelli mertebelerini kendinde toplar. Bu nedenle kamil insana mertebe-i camla (toplayıcı mertebe) denir. Vahdet-i vücud öğretisi, varlık hakkındaki temel düşünceye bağlı olarak dinlerin birliği düşüncesini de içerir. Buna göre bütün dinler temelde birdir. Semavî ve beşerî dinler arasında bir fark da yoktur. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın birer tecellisidir, dolayısıyla tapınılan her varlıkta Allah'ın bir tecellisine ibadet edilmektedir. Böylece insanlar gerçekte çeşitli suretlerde görünen rek bir Allah'a ibadet etmektedirler. Bu düşünceye göre; "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın zatı oradadır" (el-Bakara, 2/115) âyeti de buna delalet etmektedir. Vahdet-i vücud öğretisi, en çok da varlık ve dinlerin birliği düşünceleri nedeniyle bazı mutasavvıflar, birçok İslâm bilgin ve hukukçusu tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Başta İbn Teymiye olmak üzere kimi bilginler daha da ileri giderek İbn Arabî ve izleyicilerini küfürle suçlamışlardır. Suçlamalar doğal olarak savunmayı ve karşı suçlamayı da beraberinde getirmiş ve tartışma, İslâm bilginlerinin büyük bir bölümünün susmayı yeğlemelerine karşılık, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Konu günümüzde de canlılığım korumakta, özellikle akademik düzeyde tartışma sürmektedir. ------------------------------------------------------------------ İbn-i Arabi Ahmet Fevzi Yüksel'in kaleminden 1165 yılında İspanya'nın Murcia kentinde dünyaya gelen büyük islam alimi İbn-i Arabi yazdığı yüksek düzeyli 500'e yakın eserinde, İslam'da gaye olarak bilinen "TEK"lik konusuna Vahdet-i Vücut teorisi ile çığır açmıştır. İbn-i Arabi'deki Tasavvuf anlayışı genetiktir. Öğrenimini Sevilla'da tamamlamıştır. Ömrünün büyük bir bölümünü yalnız olarak geçiren Arabi, düşünce yapısını Kuran'ın özü mahiyetindeki bilgiler üzerinde yoğunlaştırarak Vahdet-i Vücut kuramının temel taşlarından biri oldu. Şeriatla bağdaşmayan fikirlerinden dolayı başına gelmedik kalmadı. Son nefesinde söylediği bir söz Şam'da öldürülmesine neden oldu. Muhiddin-i Arabi'nin söylediği şuydu; "Sizin taptığınız tanrı benim ayaklarımın altındadır". Koyu bir Arabi hayranı olan Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde Arabi'nin öldürüldüğü yeri kazdırdı, neticede küpler dolusu altın ve ziynet eşyası bulundu. Sözün hikmeti buydu... Daha sonra Kasiyun dağının eteğinde türbesine gömüldü. Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinin yanında Hz.Adem ile Hz.Muhammed arasındaki Nebilerin özelliklerini ve temsil ettikleri görüşlerin anlatıldığı Fususu'l Hikem isimli eseri ve 7 gün içinde yazıp bitirdiği Tedbirat-ı İlâhiye isimli eseri en belirginleridir. Arabi'ye göre kainat ve özü, Allah'tan başlayıp Allah'ta sona eren bir seyirdir. Ona göre "O"ndan yola çıkıldıktan sonra, bir yetiştiricinin yol göstericiliğiyle Batın'ı Velayet mertebesi yani Velilik olan Hz.Muhammed (s.a.s.) efendimizin gerçeğine ulaşılır. Ona göre İnsan belirli bir şekilde programlanmıştır, bu programın değişikliği ve birimin olgunlaşması neticesinde birimin birimliliği kalkar. Esasen birimselliği izafidir. İzafi birimsel varlık kabulünün kalkması tasavvufun gerçek amacına ulaşılması demektir. Fenafillah adı ile de bilinen yaşam türü Vahdet-i Vücud'dur. Vahdet-i Vücud ile batıl bir görüş perspektifini yansıtan panteizm arasında kesinlikle bir bağlantı bulunmamaktadır. Şöyle ki; Vahdet-i Vücud görüşüne göre Allah her an kendi ilminde manalarını seyretmektedir. Bu seyrin tabii sonucu aslı olmayan, aslı hayal olan mevcudat oluşur. Mevcudatın aslı yoktur, yokluktan gelmiş, tekrar yok olacaktır. Dolayısı ile Kainat Allah'tır görüşü yanlıştır, hayal mahsulü bir varlık veya 5 duyuya göre varlıklar orjin olamaz, ancak varlığını da Allah'tan alır. Panteizm bakışı ise dar bir skala ile "mevcudat Allah'tır" kavramını oluşturur. Birimlerin oluşturduğu tüm veya küll görüşü realiteyi yansıtmaktan oldukça uzaktır. Vahdet-i Vücud görüşünü ortaya atan sadece Muhiddin Arabi değildir. İmam-ı Gazali de özellikle Mişkatül Envar (nurlar feneri) isimli eserinde bu konuya oldukça değinmiştir. Bırakınız Muhiddin Arabi veya İmam-ı Gazali'yi bugün maalesef zahir ehlinin büyük bir ayıpla inkar ettiği veliler ve tüm Rasûller Allah'ın "Tek" oluşunu ve Tek'ten başka hiç bir şeyin mevcudiyetinin olmadığını ifade etmişlerdir. Vahdet-i Vücud konusunu belki size tuhaf gelecek ama en iyi şekilde Kuran ve Hadis'lerde bulabilirsiniz. Hz.Muhammed'in, Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud görüşünün üstünde Şuhud-u Zat YAŞAMINA sahip olduğunu belirtmekte fayda var. Muhiddin Arabi nin yazdığı eserleri zevk alarak okumak ve yaşamak için oldukça geniş kapasiteli Tasavvuf ilmine ihtiyaç vardır. Tasavvuf Kur'anı analiz eden ve birçok sentezler çıkaran bir bilimdir, Allah ilmidir. Tasavvufi boyutta kullanılan mecazi isimler, Allah'a ulaştıran idrak basamaklarını yakalamaya vesiledir. Bir çok alanda olduğu gibi Kökeni Hz.İdris Nebi'nin ilmine dayanan burçlar konusunda da Muhiddin Arabi'nin orijinal görüşleri vardır, şöyle ki; " Dünya Yengeç burcunun etkisi altındadır, Berzah alemi ise Başak burcunun hükmündedir. Ayrıca bir de Dünyanın ateşe dönmesi durumunda sahibi Yengeç burcu olmaktan çıkar ve Terazi burcunun hükmüne girer... Cehennem ateşine düşenlerin azabı sona erdiğinde ise İkizler burcu Dünyayı teslim almış olur. Cennet ve Cehennem ehline nezaret hakkı da 12 burca verilmiştir. Cennetteki hükümler hep bu 12 burçtan çıkar " Enteresanı olanı bu ilime vakıf olamayanların Arbai hakkında ileri geri konuşmaları ve bu zatı dinden tard etmeleridir. Onlar Arabi'nin eserlerini yanlış yorumlamak zorunda kalanlardır İbn-i Arabi'ye yapılan saldırı - eleştirileri boynu bükük bir şekilde karşılıyoruz Ancak unutulmamalı ki Galile'yi " Dünya dönüyor" dediği için Engizisyon mahkemelerinde süründüren zihniyet benzer bir şekilde burada da kendini gösteriyor ve Arabi'yi mahkum ediyor. Ne diyebiliriz ki..! Şeyh Galib’ten bir şiir :
Muhyiddin ibn el-
Arabi’den : “…Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm
: “… varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi
kab’ının rengidir…” Muhyiddin
İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır : “ - İnne vücudu’l - hâdisati’l -
mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik” “El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef…” (Yukr. Adı geçen eser, s.21) Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur. - Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la
ruhu’l - evâni. Vahdet-i Vücûd: Arapça, varlığın birliği demektir. Allah’tan başka varlık olmadığının idrâk ve şuuruna sâhip olmak, bilmek. Vahdet-i Vücûd’u zevken elde eden sâlik, gerçek varlığın bir olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibâret bulunduğunu, Hakk ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir şeyin bulunmadığını bilir. Her şey, o Bir’in çeşitli şe’nlerinden (realitelerinden), görünüşlerinden, tecellîlerinden ibârettir. Vahdet-i vücud:
Varlık birliği. Vücud (varlık) nesnel varlık alnıdır, dolayısıyla
kesret’tir, Onda bir çokluk niteliğinde görünür. Bu bir yanılmadır. Gerçekte
bütün nesneler tanrıda , tanrı bütün nesnelerdedir. Ortada bir varlık
birliği(Vahdet-i Vücud) vardır. Vahdet-i Vücud yanlılarına göre , yalnız
tanrı varolduğundan, insan ben tanrıyım (Ene’l Hak) diyebilir. Çünkü böyle
söylemek “tanrı vardır” anlamına gelir. Tanrının varlığını, birliğini
söylemek ise, İslam dininin beş koşulundan biridir. Diyanet İşleri Eski
Başkanı Tasavvuf kelimesinin kaynağı
hakkında çeşitli görüşler varsa da en ağırlıklı görüş, bu kelimenin, yün
anlamındaki "sûf" kelimesinden türemiş olmasıdır Önder Özer adlı okurumun, üç sorusundan
ikisini dünkü yazımda cevaplamıştım. Okurumun üçüncü sorusunu, hatırlatmak
için bir kez daha veriyorum: "Tasavvuf kelimesinin anlamı, 'Tanrı'nın
niteliğini ve evrenin oluşumunu, varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla
açıklayan dini ve felsefi akım'dır. Varlık birliğinin anlamı ise,
'Yaratılanla yaratanın bir oluşunu, tek kaynaktan geldiğini savunan tasavvuf
görüşü, vahdet-i vücut'tur. 'Yaratılanla yaratan bir kaynaktan geldi' görüşü
dinimize uygun mudur?"
Hadisi Kutsi; Allahü Teâlâ "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de Beni bilsinler diye varlıkları yarattım. " kutsal hadisinin sırrı ile belirmiş ve kâinatı yaratmıştır. Bütün bu oluşumun sebebi aşktır. Aşk, Allahü Teâlâ'nın Zat'ına ait bir özellik, bir sır ve görüntünün de bir sembolüdür. Cenâbı Allah'a korku ile veya çıkar sağlama ile değil, ancak sevgiyle ulaşılabilir. İnsanların gerçek dostu, velisi, sevgilisi onları " Kendi sûreti üzre yaratan " ve halifelik veren Cenâbı Hakk'tır. Var oluşları gereği sevgi ile dopdolu olan kullar, yaratılanları güzel bulup sevebilirler. Özellikle kadınlara, oğullara, servete karşı sevgi duyulabilir. Bunlar, İlâhî Aşk yolculuğunun ilk hazırlığı olan mecâzî aşk (geçici aşk) devresidir. Ancak gerçek sevgi ise, Mutlak Varlık'a duyulandır. Ayette : " İman sahipleri, Allah'a sevgide çok şiddetlidirler. " diye buyrulmaktadır. Şiddetli sevgi ise aşktır. İnsanın insanı sevmesi, gönlündeki sevgi penceresinin açık olduğunun ve imanda yücelebileceğinin işaretidir. " Allah, sevdiği ve Kendisini seven " ayeti; Yüce Yaratıcı ile kul arasındaki ilişkilerin esasını sevginin oluşturduğunu belirlemektedir. İlâhî Aşk'ı hissetmenin temelinde, ana-babaya sevgi ve hizmet yatar. Onlara gösterilen şefkat, Allah'a gösterilmiş gibidir. İdrak için söze muhtaç olanlar ... İNSÂN-I KÂMİL VE TARÎKATLARYazan: seyyahin 25 May 2007
Tûr-i Sînâ’da değil, Hakîkat sînendedir
Artık derûnuna göç, keşfet bu avâlimi! Ganiyy-i Muhtefî İNSÂN-I KÂMİL VE TARÎKATLAR
İnsân YaratılmışlarınNeden En Şereflisidir?
Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar Makro Felsefe Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum 2150 A.D. (M.S.2150) M.S. 2150 H içbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli Ana Sayfa / İndex / Ziyaretçi Defteri / E-Mail / Kuantum Fiziği / Quantum Teleportation-2 Time Travel Technology / Kuantum Teleportation / Duyuru / UFO Technology |