|
Zaman Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183
-Turkey/Denizli
RUHSALLIK ve ERDEM
EVRİM NEDİR
? |
Ruhsal öğretilerde
varlık, bütün yaratılmış olanlardır (Tin). Her şeyin özü ruh yani
tindir. Madde de ruh da varlıktır. Ve aynı Bütün’ün değişik
yansımalarıdır. Ama ruh varlığı tüm maddî ortamlara canlılık ve
hayatiyet kazandırarak, belli bir zaman-mekân kesişmesi içinde çeşitli
gelişim ortamlarının canlanmasına, ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Ruh ve Madde topluluğu hâlinde olan bütün
canlılar da varlıktır. Buna insan ve tüm canlılar da dahildir.
Özellikle şunu belirtmek gerekir ki, varlıkları birbirinden ayırt
eden, onların varlığını kimliklendiren
nitelik, onların varlığını oluşturan unsurların genel toplamıdır, yani
ruhsal varlıkla maddesel varlık birbirini birçok noktada destekler.
Varoluşları birbirlerini gerektirecek kadar sıkı irtibat hâlindedir.
EVRİM
AŞAMALARI
Varlıklar arasında evrimsel gelişim
anlamında daima bir bağlantı mevcuttur. Bu bağlantı evrenseldir. Her
varlık kendisinden daha üstün bir varlık sisteminin sevk ve yönetimi
altında evrimleşir. En kısa tanımla varlık çeşitleri için şunu söylemek
mümkündür:
Tüm canlıların yanı sıra açığa çıkan, kendini gösteren ve belli eden
her olay dahi başlı başına bir varlık sayılabilir, yani olaylar da
kendine has bir ruhsallığı ve maddiyatı olan şeyler olarak kabul
edilir. Çünkü her olayın kendisine özgü bir sebebi ve hedefi vardır.
Ruhsallıkta etkinliği olan her şey de
varlık olarak kabul edilir. Örneğin zihinsel varlıklar da vardır.
Tamamen sübjektif olgular olmalarına rağmen yine de varlık sayılırlar.
Bir edebiyatçının romanında yarattığı kişiler, bir ressamın vizyonları,
bir müzisyenin içinde hissettiği melodiler gibi. Ruhsal bir varlık maddî
ortamlarda tezahür edemediği sürece, kendisi hakkında herhangi bir
bilgiye sahip olamaz. Madde içinde sürekli tezahür ederek kendi
kimliğini meydana getiren nitelikleri öğrenmek zorundadır. Tekrar
tekrar bedenlenmenin
nedeni;maddi ortamlardaki evrimi tamamlamak, sonsuzlukta ve sonsuz bir
sürecin bilinmeyen bir noktasında özüne dönerek, beş duyu ile
sınırlanmış bir gezegende daha fazlasını asla anlamayacağımız daha
yüksek süreçlere doğru süzülmektir.
Ruh varlığı yaradılışından ötürü
mükemmeldir ama onun maddi dünyalarda ve o dünyaların şartları içinde
ruhsallığını açığa çıkarması, yaşaması ve yaşatması gerektir. Yani
aslında tüm ruhsal öğretiler uygulamaya yönelik öğretilerdir.
Öğrendiklerimizi uygulayamıyorsak, entelekt
düzeydeki bilgilerin kütüphanecilikten hiç bir farkı yoktur. Bu nedenle
yaşam her ortamda kendine has yapısıyla bir sonsuzluk ifade eder.
BEN KİMİM,
AMACIM NEDİR?
“Ben kimim?”
“Nereden geldim?” “Nereye gidiyorum?”
sorusunun yanıtı evrimleşmek, gelişmek ve kapasitesinin aşabildiği kadar
aşmak isteyen insanoğlunun temel sorusudur. Ve ruhsal yol, bu tip
soruların samimiyetle sorulup yanıt aramaya başlamasından sonra açılır.
Bu sorulara sadece ruhsal yönden yanıt vermek ve yaşamdan uzak kalmak
bizi istediğimiz olgunluğa ulaştıramayacaktır.
Maddeyle evrimleşmeye doğduk ve ancak maddeyle olan ilişkimizden doğan
birtakım sonuçlar, bizim kimliğimiz ve niteliğimiz hakkında bazı
bilgiler verebilir.Bazı halk deyişleri uygulamanın önemini kendi sade
anlatımlarıyla çok güzel ifade ederler ve derler ki: ‘Sözle peynir
gemisi yürümez’ ya da ‘Ayinesi
iştir kişinin lafa bakılmaz’.
Yaşam evrenin her tarafında mevcuttur ve yaşamı sürekli bir şekilde
maddenin bilgisini alıncaya kadar tekrar etmek zorundayız, ki buna
tekrar doğuşlar diyoruz. Pratik anlamda da bedene bağlanmış
ya da bedenini terk etmiş, maddeye doğmuş
ya da madde ötesine doğmuş ruha da varlık
demekteyiz. Bizim gibi… |
RUHSAL
ÖĞRETİ VE TİN |
Tinimizin yetkinliğini
aramak insanlığımıza layık tek uğraştır.
Don Juan
Matus
Spiritüel
yani ruhsal öğreti ya
da Tin’in bilgisi, anlayışı; binlerce yıldır ona ne isim verirseniz
verin, anlamını ve derinliğini hiç kaybetmeden insanoğlunun bu gezegende
neden var olduğu ve ne yapması gerektiği sorularına yanıt vermeye devam
ediyor. İlk ademden bu yana hiçbir ruhsal öğreti, insanı dar kalıplar,
üç boyut ve beş duyu varlığı olarak kabul etmedi; kendini bilme, tanıma
ile ilgili sorularını ruhsal bilgilerle yanıtladı. En ilkel kabul
ettiğimiz topluluklarda bile kendi anlayışlarına uygun ruhsallık
düşüncesi mutlaka vardır. Ki bazen o ilkel dediğimiz kavimlerin uygulama
ve astronomi bilgileri açısından bizden çok daha üstün verilere sahip
olduklarına da şahit olabiliyoruz. Dogon
kabilesi bunun en güzel örneklerinden biridir. Astronomiyle ilgili,
bizim çok yakın zamanda keşfettiğimiz bazı bilgileri nasıl elde
ettikleri hala sırrını korumaktadır.
İnsanoğlunun bir yanı gerçekten de maddîdir. Et, kemik ve kandan
oluşmuş bir fiziksel bedeni vardır ama onun göksel olan sonsuz ve
sınırsız yanını da göz ardı edemeyiz.
“İnsanın ayakları yerdedir ama başı
göklerdedir.”
Bizim asıl
benliğimiz, özümüz, aslımız görünenden çok farklıdır. Aslında bedenimiz
de ruhun görünüş şekli. Beden, madde gibi görünür ama aslında o da ruhun
uzantısıdır. Beden; ruhsal varlığın dünya ortamında büründüğü
şekil,formu da oldukça güzel. Beden bildiğimizi sandığımız katı maddeden
oluşmuş bir bütün değil ki. 21. yüzyılın ilk çeyreğine doğru yani
önümüzdeki yıllarda beden hakkındaki tüm bilgilerimiz bilimin de
katkıları ve buluşlarıyla daha spiritüel-bilimsel
bilgilerle donatılacak kaçınılmaz olarak. İnsanoğlunun araştırma
konusundaki evrimi öyle bir hızla gelişiyor ki, keşke ruhsal
değerlerimize sahip çıkan yönümüzde aynı hızla gelişseydi; dünyamız
cennete dönerdi.
Tanrılık Akla, Evren Zekâsına sahip olan ruhsal enerji bu tanrılık
aklını ve tanrılık zekâsını değişikliklere uğrata
uğrata bedene indirger. Bu indirgemeyi birbirinin içinden çıkan
teleskobik borulara benzetebiliriz. Çeşitli
isimler takarak anlamaya çalıştığımız bu enerji kuşakları
ya da şuur alanları ruhsal enerjinin bir tür
saçaklanmasına benzetilebilir.
Yeryüzüne
doğmak, birbirinin içinden çıkan teleskobik
boruların bir uzantısı gibi Tanrılık Akla ve Evren Zekâsına sahip
Kızılderililerin andığı gibi Yüce Ruh’un madde içinde görünür hâle
gelmesinden başka bir şey değil. Fiziksel bir ortamda yaşadığımız için
bu zeki ve tanrılık enerji, gücünü indirgeye
indirgeye beden hâlinde gözüküyor. Ama bu enerjinin maddî beden
içinde tam anlamıyla görünmesi mümkün değil ki! Ruhsal Enerjinin bu
teleskobik uzantısını
ya da saçaklanmasını bitkilerdeki tropizme de benzetebiliriz. Ruh
varlığı da bedenlenmek için suya veya ışığa
ulaşmaya çalışan bir bitki gibi bu tropizmi kullanır.
Ruhsal
Enerjinin beden içine bu akışı, renk tayfına da benzetilebilir. Bir
titreşim skalası gibi en koyudan en açığa
doğru renkler kendi içinde karışmadan bir akış hâlindedir.
Ya da bir gökkuşağının koyudan açığa giden
renkleri gibi uzanırız bu bedenli yaşamlara.
Aslında hepimiz tek bir okyanustaki su damlaları gibiyiz. Bazen
hepimiz gözlemlemişizdir: Açık denizlerde, deniz suyu dalgalar hâlinde
çevredeki kayalıklara doğru uzanır. Kayaların oyuklarına gizlenir. Bir
süre orada kalır ve geri çekilir. Yeryüzüne doğuş olayı da buna benzer.
Yeryüzündeki tüm
uygulamaların,uğraşıp didinmelerin,günlük yaşamın ve onun tüm kaotik
olaylar zincirinin tek amacı varlığın kendi tanrısal aklını, Tin'in
gücünü fark etmesi, evrensel enerjileri, şuurlu bir biçimde kullanır
hâle getirmesidir. |
POZİTİF
ENERJİ UYGULAMASI NASIL YAPILIR? |
Düşünce, insanın temel yaratıcı
yeteneğidir. Düşünce ve imajinasyon
(tahayyül-hayal etme gücü) hareketten önce vardır. Her düşünce belli bir
etkiye sahip olan yaratıcı bir süreçtir.
Hayatımızı iyiye doğru yöneltmek istiyorsak eğer, gereken olumlu
sebeplerin oluşması için bir tür aşırı çaba göstermeliyiz.
İmajinasyon gücümüzün,
hayatımızı her an
yeniden yapılandıran bir yaşam sanatçısı olduğunu
unutmayın.
Eğer bir insan,
“Pozitif düşünüyor ve davranıyorum, ama
yansımalar asla pozitif
değil.”
diye düşünüyorsa,
yanılıyordur. Pozitif düşünce, bizi sevindirmeyen, mutlu kılmayan ve
onaylamayan olayları dikkate almamak anlamına gelmez ki; aksine,
“Gerçek pozitiflik, her durum ve şart
altında elinden gelenin en iyisini yapmaktır.”
Günlük hayatta yeni zorluklarla
karşılaşmak engellenemez. Zaten bu tür değişimler ve meydan okumalar
bize atak yaptırır. Gelişmek, değişmek, güçlenmek ve karşılaştığımız
zorlukları olumlu olaylar hâline getirerek çözümlemek insan hayatının
amacı ve anlamıdır. Hayatın acılıkla, katılıkla, negatiflikle sunduğu
her şeyi tatlandırmak, güzelleştirmek ve pozitif enerjinin pırıltılı
ışığıyla yıkamak için buradayız. Her zorluk onu aşmamız için bize bir
olanak sağlar ve “ruhsal
farkındalığımızı”
artmasına neden olur.
“Yaşamanın”
öncelikle “öğrenmek”
anlamına geldiği gerçeğinin tam olarak şuuruna varırsak, hayatla ilgili
görevlerimizi de hakkıyla yerine getiririz.
Düşüncelerimizin her biri bir yaratma eylemidir. Hepimiz de buraya
yaratıcı yönümüzü geliştirmek için geldik. Düşüncelerimizle yaratıcı
enerjiye şekil veriyoruz. Ve daha sonra bu eylemimiz, hayatımızda bir
durum veya olay olarak ortaya çıkıyor.
Pozitif düşünmek ve pozitif enerjiyle uygulama yapmak, üstelik bu
olumlu enerjiyi başkalarına da yansıtmak demek, tüm deneyimlerin
özellikle de acı ve ıstırap dolu deneyimlerin bize
“Öğrenmek ve Uygulamak”
için olanaklar sunduğunu fark
etmek; geçmişin tüm acı anılarını affetmek, onları sevgiyle kendimizden
uzaklaştırmak demektir.
Şuurlanmanın
ve gelişimin hangi aşamasında bulunursak bulunalım, insan olmanın
erdemli vazifesini bilgece yerine getirme şansına eşit olarak sahibiz.
Kim olursak olalım, büyük küçük demeden ne hizmet yaparsak yapalım,
hizmetimizi pozitif enerjinin verdiği güçle olumlu ve doğru yapmak
olanaklarıyla donatılmış durumdayız.
Yeter ki,
“Pozitif enerjinin tüm
varlığımızdan yansıyabilmesi için sadeleşmeyi ve terki göze alalım ve
pozitifin bilgisine gönül kaplarımızı açalım.”
|
FİZİK VE
FİZİK ÖTESİ |
İnsan
fizikle fizik ötesi arasındaki aracılık ve iletkenlik gücünü yasaları
tanımak, uygulamakla elde ediyor. Kendi içimizdeki tanrısallığı ne kadar
çok fark eder, vicdanımızın sesini ne kadar çok duyarsak, yardımlaşmanın
ve hoşgörünün önemli bir yasa olduğunu da o kadar iyi anlarız. Vicdanın
sesini duymak için, mikro kozmos olan
bedenin tutku ve duyumları kontrol altına alınırsa, doğru düşünceden
kaynaklanan sezgisel akışların algılarımıza sızmasına izin vermiş
oluruz.
Akıl yürütme ve analitik düşünce maddî ortamın gerekli işlerinde
kullanılmalı, ama algılamalarımızı ve vicdan sesimizi örtmemeli…
Fizikle
fizik ötesi arasında iletken olan insan, duyular üstü bir dünyanın
ruhsal bilgi kapılarını ancak doğru düşünce ve saf sezgiyle açabilir.
Algılamalardaki artış bu iki duyunun gelişimine bağlı ve onlar
geliştikçe tüm fizik duyuların da tümüyle bize hizmet etmek üzere
arıtılması söz konusudur. Sadece analitik düşünceyle içimizdeki ışığa
kavuşamayız. Bu mükemmelliğe ulaşmak isteyen kişi, birisine
ya da bir şeye bağlanmamalı… Bağlı olduğu
her şeyi gerektiği anda bırakıp gidecek ve her şeye yeniden başlayacak
gücü olmalı ki, ruhsallığımı da maddi dünyanın şartlarını da doya
doya yaşıyorum diyebilsin. Herhangi bir şeye
bağlanmak ilâhî kudretin ışığını zayıflatır. Bağımlılık yaratmadan da
çok güzel birliktelikler paylaşılabilir. Ne geçmiş ne gelecek ne de
şimdinin endişesini taşımadan hem içimizdeki ışığın arayıcısı olabilir
hem de çevremizde olup biteni tam hakkını vererek yaşayabiliriz ki bu
gerçek farkındalıktır.
Ölüm-doğum çemberine tâbi olarak bir tür yanılgılar ve illüzyonlar
âleminde yaşayan bizler bu yanılgının dışına ancak
farkındalık ve anın getirdiklerini doğru değerlendirmekle
çıkabiliriz. Yani günlük yaşamın, aklın, mantığın, sezgilerin,
algıların, rüyaların sentezinden oluşan bir zihin yapısıyla elde edilen
bir kimya ya da isterseniz buna simya
diyelim bu karışım, bu sentez evrimleşmenin temel basamağıdır.
YENİ
ANLAYIŞ BİZDEN NE İSTİYOR?
Yeni bir düşünce
sistemine, yeni bir görüşe, farklı bir algılayışa nasıl da susadık değil
mi? Bu dar kalıplardan çok sıkıldık, bir bunaltı, bir daralmadır
gidiyor. Nedeni de tıpkı bir simyacının
laboratuarında çeşitli elementlerden altın elde etme çabası gibi
bu bileşimi, önce düşüncede bu sentezi bir türlü yakalayamamak…
Yeni anlayış, yeni çağ bizden,hem eril hem dişil yönlerimizi
kullanmamızı, hem ruhsallığı yaşayıp hem maddi dünyanın da tüm
gereklerini yerine getirmemizi yani günlük yaşam dilinde söyleyecek
olursak; hem popüler hem ciddi, hem renkli hem sade, hem
statükocu hem her yeniliğe alabildiğine
açık, hem ağırbaşlı hem neşeli, hem prestijli
hem iddiasız, hem basit hem gizemli olmamızı bekliyor.
İşte bu
anlayış,”Yeni
Çağın Başarı
Simyasının”
formülünü içeriyor. Kolaylık ve zorluğu aynı anda kendinde barındırarak.
Tıpkı atom altı kozmosunun kuantum parçacıkları gibi.
Her şey aynı anda iç içe saklı, gözlemeyenin
tercihine göre bazen parçacık bazen de dalga oluveriyor. Tercih bizim…
Ama bu çok zor demeyelim, bu bilgi bizim atom
altı parçacık düzeyinde zaten var.
DNA'larımız, hücrelerimiz bu bilgiyi sessizce kullanıp duruyor…
Tek yapacağımız şey fark etmek ve bizde var olanı, sevgiyle, istekle,
neşeyle, coşkuyla harekete geçirmek…
BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR
Yeni yapılan
bilimsel araştırmalar evrenin birleşik, bütün ve kendi kendine enerji
sağlayan otonom bir sistemden oluştuğunu gösteriyor ve kendi kendini
yaratan bir bütünlükten söz ediyor. Bu bütünlüğün parçaları temelde ayrı
değil, sadece o bütünlüğü oluşturan birbiri için gerekli unsurlardan
meydana gelmiş. Evrende büyük bir denge var ve her olay diğer tüm
olayların toplam sonucu.
Özellikle 19. yüzyılın sonlarında William
Hamilton ile Karl
Gustav Jacobi,
“birbirleriyle etkileşim
hâlindeki dalgalardan oluşan bir evren kavramını”
ileri sürdüler. Yüz yıldan fazla süreden beri bilinen bu kavram bilim
adamları tarafından yeni yeni ciddîye
alınmaktadır.
Hamilton-Jacobi
evreninde şeyler ve olaylar
ayrı realiteler değil, birbiri içinden bağlantılı bir bütünde
birbirleriyle etkileşen dalgaların sonucudur. Bu nedenle bireysel
olaylar uçsuz bucaksız bir deniz üzerindeki küçük teknelere benzerler.
Onların hareketleri o denizi saran tüm dalgaların birbirlerine
karıştıkları noktalar tarafından belirlenmektedir.
Günümüzde
evrenin bu bütünselliği yeniden keşfedilmiş durumda. Bütünün üstünlüğü
yeni kozmolojide temel önem taşıyor.
Sezgi, ruhsal şuur, kozmik iletişim kavramları Yeni Çağ insanının
temel kavramları olacak… İnsan bu gerçeklerin farkına vardıkça
yaşamında bir denge meydana gelir. Hem dünyasal şartların tam hakkını
veren hem de ruhsal şuurluluğu olan bir varlık özgürdür. Çünkü kendi
içindeki Evrensel Tanrı Enerjisini ya da
Tanrı Kudretini kendi kapasitesi oranında tanımaya ve kullanmaya
başlamıştır. Bu uygulamanın halk dilindeki tanımı,
‘Her işinin rast gitmesi’
şeklinde olmuştur… |
YÜCE BENLİK |
Aslında
Yüce Benlik, Dünya Zihninin sonsuz bir görüntüsüdür. Bunun için Kutsal
Kitap’ta Tanrı’nın insanı kendi görüntüsünde yarattığı yazılıdır. Bu
tümce insanın sıradan görünümü için değil, sonsuz ölçüde daha yüksek
olan görünümü için geçerlidir. İnsanların kendilerinden vazgeçmeleri,
hatta kendilerini kurban etmeleri olgusu, onlarda bu kişiden farklı bir
şeyin varlığını gösterir, Yüce Benliği düşündürür.
Demek ki her insanın iki yüzü vardır; biri aşağıya yeryüzüne dönük,
öbürü yukarıya Dünya Zihnine dönük. Birincisi
“kişi” ikincisi
"Yüce Benlik" tir.
Kıpırdatmayan sınırlanmışlıklarımızı,
utanç verici zayıflıklarımızı, ölüm korkumuzu neden o denli dokunaklı
biçimde duyumsarız? Çünkü her zaman içinde bulunduğumuz aşkın bir bakış
açısını şuursuzca taşırız ve benliğimizin ne denli dar olduğunu
anlayabilecek durumdayızdır. Çok ince bir biçimde sonsuz olana bağlı
olduğumuz içindir ki sonlu yaratıklar olduğumuzun şuurundayızdır.
Kısacası, yalnızca sınırlı kişilik
dışavurumunun ardında Yüce Benlik bulunduğu içindir ki kişilik çok
sınırlı olduğunu kavrayabilir kolayca ve çabucak yapılan doyumlar,
bağlandığımız gerçeklik bile, eğer doğru anlarsak, bizdeki Yüce Benliğin
biz farkına varmadan bize aktardığı yüksek doyumunun, gerçek
ölümsüzlüğün ve sezgisel gerçekliğin simgesel vaatlerinin uzak
yansımalarından başka bir şey değildir. Bunlar bize, yalnız gizlice ne
olduğumuzdan değil, açıkça ne olabileceğimizden söz ederler. Ya da
içimizdeki gizli hazinenin varlığından.
Her birey, sınırlı olması
olgusundan ötürü ister istemez eksiktir. Hangi yönde olursa olsun bütün
girişimleri, eksiksiz durumu şuursuzca arayışının, kendini bütünleme
yolunda sürekli araştırmasının dışa vurumlarıdırlar. Öyleyse bütün
özellikleri Yüce Benliğinkilerle aldatıcı bir benzerlik taşırlar, zaten
başka türlü de olmaz, çünkü o şuursuzca ve sık sık da bozulmuş bir
biçimde, gerçekte kendisine ait olan anlatmaya çabalar. Yüzeydeki
benliğin sınırlandırmalarının geçici olduğunu düşünürken, saklı ve
boyutsuz zihnin bunun merkezini oluşturduğu anlayışına kapı açıyoruz. Bu
zihinde oluşan ayrımlar, burada doğan sayısız düşünce biçimleri, onu ne
küçültür ne de tüketirler. Her beşeri bedenlenmeyi, sonsuz bir okyanusun
yüzeyindeki minicik bir dalgaya benzetmek yararlı olabilir. Bu küçük
dalgaların her birinin kendine özgü bir biçimi vardır, ama hepsi de tek
bir deniz üzerinde biçimlenirler. Her biri bu küçük dalgalardan biri
olduğunu, başka da bir şey olmadığını ya da denizin kendinden ayırt
edilmeyen bir dalga olduğunu düşünebilir.
Buna benzer biçimde, bedenlenmiş her yaratık da asıl yapısı bakımından
Yüce Benlikten ayrı olmadığını anlamayı reddederek boş yere kendini
sınırlandırır. Oysa her biri potansiyel olarak sandığından çok daha
büyüktür. Eğer insan, yaşamının er ya da geç kaçınılmaz bir biçimde
varoluş okyanusunda silinecek olan bir dalgacıktan başka bir şey
olmadığı konusundaki zor dersi yavaş yavaş öğrenirse geriye bu dalgacığı
oluşturan su kalır.
Evrende var olan her şeyin
sonsuzca devinime, sonsuzca değişime yazgılı olduğunu biliyoruz. Bu her
şeyin kendi kimliğini sürekli değiştirdiği anlamına gelir. Beşeri
varlıkların durumunda düşünceler ve duygular öyle çabuk değişirler ki,
birkaç dakika önceki şuurlu varlık şimdiki ile yanı değildir artık,
kimlik değişimi yalnızca önüne geçilemez değildir, geriye de dönülemez.
Zihinsel durum ya da duygusal hava, asla daha önce olduklarına
dönemezler. Ne yaparsak yapalım, sonsuzca değişen bir kimliğimiz
olabilir ancak. Sürekli olarak bir anının “benlik”ini ardından gelene
bırakmak zorundayızdır. O zaman neden bir şeyin ardından neden boş yere
koşmalı?
Bu evrensel gerçeği anlamak, bunun değişmez dersini kabul etmek,
yalnızca kişiliğin geçici kimliğine bağlanmayı bırakmak, kısacası kendi
üzerinde haksız yere egemenlik kuran ve asıl düşünene baskın çıkan
“benlik” düşüncesine karşı çıkmak, “benlik” in ötesine var olanın
bulunmasıyla aramıza giren ağır kapının açılması için zorunlu bir
başlangıçtır.
Bir insan, kendi kişiliğinin
ayakları üzerinde sağlamca durmazsa, bu dünyada rolünü nasıl
oynayabileceği ve toplum karşısındaki zorunluluklarını nasıl yerine
getirebileceği sorulacaktır belki de. Bu soruyu, bu yüksek kavrayışa
ulaşanın fizik varoluşunu değiştiremeyeceğini söyleyerek yanıtlayacağız.
Pratik yaşamda aynı kalacak, toplumda aynı rolü kaçırmayacak, tam
tersine, bulduğu yer, ahlaki değerini önemli ölçüde arttırtacak ve
dışsal yaşantısını daha iyiye götürecektir. Ondan kişiliğini değil, bu
konuda taşıdığı ve pratik yaşamdaki bunca yanlışın, ahlaki günahların ve
toplumsal haksızlıkların kaynağı olan “körlüğü” ortadan kaldırması
istenmektedir.
Ondan, benliğin gereksinimlerini boğması değil, bunları başkalarının
zararına doyuma ulaştırmaması istenmektedir. Böyle bir insan sonuçta ne
yitirir? Kişiliği ortadan kalkmamıştır, yalnızca sadeleşmiştir. Şuuru
tutsaklaşmamış, yalnızca kendisini daha iyi anlamak üzere düzene
girmiştir. Görevlerinden kaçmaz, onları çok daha onurlu bir biçimde
yerine getirir. Elindekileri saçıp savurmaz, tersine bunların tadına
daha bilgece varmak üzere daha iyi toparlar.
Dünya zihni her yerde hazır ve
nazır olduğundan, her bireysel varlık da onun ışını olan Yüce Benlik
kanalıyla, çok küçük bir ölçüde de olsa, onun yaşamına ve şuuruna ortak
olur. Dışsal olarak farklı gibi görünse de, içsel olarak hiç kimse ondan
ayrı değildir. Onunla mistik bir bütünlükte, gizli bir uzam zaman
evrenselliğinde kalırız. Dünya Zihni ile yakın ilişkilerimiz konusundaki
bu bilgi, en karanlık yaşama bile taze bir yarar kazandırır, en yorgun
olana yeni bir atılım sağlar. Çeşitliliklerine ve farklılıklarına
karşın, beşeri varlık kalabalıklarının en saf zihinsel özü Yüce Benlik
dolayısıyla, paylaşılan bir varoluştur. Bundan sonra yaşam daha zengin
bir anlam kazanır, artık tanrısallığın kuklaları değil, ayrıcalıklı
çalışma arkadaşlarıyızdır. Bu insana büyüklük bağışlayan bir düşüncedir.
Bütün varoluşların karşılıklı
bağımlılığı anlaşıldığı zaman, bireysel kurtuluş peşinde koşmanın
yanıltıcılığı da ortaya çıkar. “Tek başına kendim için değil, herkes
kurtulmak zorunda olduğu için kurtulacağım”, takınılması gereken doğru
tutum budur. |
YÜCE BENLİK-Paul Brunton- Ruh ve Madde Yayınları |
BÜYÜK DEĞİŞİM
BÜYÜK
DEĞİŞİM |
İçinde
bulunduğumuz dünya gezegeni ve onun üzerindeki milyarlarca varlıktan
oluşan insanlık ailesi çok çeşitli alanların meydana getirdiği bir bütün
hâlindedir. Bu çok çeşitli ve girift görünümlü alanlar değişik
enerjilerin bir araya gelmesinden oluşmuş
bir örgüye benziyor. Ve hepsi ellerinden gelen en yüksek hızla,
“Büyük Değişim”
yönünde hareket ediyorlar. Bireyselliğin ve tüm bireysel anlayışların
hükmünü kaybedeceği yepyeni bir yüzyıla, bütün dünyanın tek bir plân
hâlinde yükselebilmesi, yeni bir enerji plâtformuna sıçrayabilmesi için
hepimiz elbirliğiyle çalışmaktayız. Hepimiz bu büyük organizasyonumuzu,
zaman ve mekânın, yani fizik plânın ortaklaşa meydana getirdiği bir alan
içinde gerçekleştiriyoruz. Hem kendi varlığımızın bedensel alanı,hem de
zaman ve mekânın bizim içimizde meydana getirdiği psişik alanımız
birbirini tamamlar şekilde çalışıyor.
Bir alanın oluşabilmesi için çok
değişik unsurlar bir araya gelir ve sonuçta
bir etki alanı oluşur.
Varlık,
deneyim ve uygulamalarıyla etki alanını daima bir üst titreşim değerine
doğru yükseltmek için çaba içerisindedir. Böylece daha yüksek enerjileri
kullanabilme özgürlüğünü arttırmak için olaydan olaya
geçerek realitelerini yani anlayışlarını
yükseltirler ve sonsuz yolculuklarına devam ederler. Bu kozmik
yolculukta asla geri dönüş yoktur. Ancak bu evrensel gidişe hız vermek
için enerji alanının titreşim seviyesini daima yükseltmek gerekir…
Bazen
hepimiz öyle sarsıcı, şaşırtıcı ya da şok
edici olaylarla karşılaşırız ki, içinde bulunduğumuz hâl bize bir düşüş
gibi gelebilir. Oysa böyle iniş veya duraklama hâli içerisine giren
varlıklar, o ana kadar almış oldukları bilgileri hazmetme, özümseme
fırsatı bulmuş olurlar. Ya da içinde
bulundukları realitelerinin tüm gereklerini yerine getirerek, yükselme
imkanını hazırlıyorlardır. Alanlarının enerji seviyesini yükseltmek için
duraklamış gibi görünüyorlardır…
Alan çalışması ile organizasyon
ya da plân çalışması aynı şeydir.
Demek ki,
fizik plânda çokluk hâlinde bulunan ve çok çeşitli olaylar dizisiyle
sürekli olarak kendini aşmaya, özgürlüğünü arttırmaya çalışan bizler tek
ve bütünsel bir enerjinin sonsuz yoğunluk
skalalarından birinde kendimize ait birimin işlerini yerine
getirmekteyiz. Yani hangi şuur seviyesinde bulunursak bulunalım tek bir
enerjiye aitiz. İşte böyle bir yansımanın sonucu olan bizler dünya
yaşantımız esnasında olaylar aracılığıyla denenmekte,
realitemizi-anlayışımızı yükseltmekte, enerji alanımızı
yoğunlaştırmaktayız.
ENERJİ ALANLARIMIZ
Ruh özündeki
bilgiyi fizik ortamlarda, maddenin derinliklerine kadar taşımak ve
özündeki bilgiyi dışlaştırarak maddenin enerji düzeyini arttırmak üzere
yine maddeyi araç olarak kullanır. Her olay ruhun etkisini, yani enerji
alanının gücünü arttırmak içindir.
Öyleyse tüm ıstıraplı olaylar ve yaşam sınavlarıyla enerji-bilgi
seviyemizi yükseltmek için karşılaşırız. Çünkü görünenin ardındaki
görünmeyende bizler gökkuşağı gibi çeşitli renklerde titreşen enerji
bütünleriyiz. Gören gözler bu enerjileri
dengeleyerek ve kontrol ederek bizimle bağlantı kurarlar.
|
|
NEDEN BİR
ARADAYIZ ? |
Neden
bu gezegende bir arada yaşıyoruz? Daha az olsaydık daha iyi olmaz mıydı?
Gibi sorular sık sık sorulur. Yanıtlar da
vardır ama bir türlü tatmin edici değildir…
Neden
gerçekten?
Büyük bir aile gibi dünya gemisi
adını verdiğimiz bu biraz eski yıldız gemisinde karşılaşmamızın bütünsel
evrim açısından elbette büyük bir önemi var. Dünyada üstündekilerle
birlikte başlı başına bir organizasyon.
Biliyoruz ki, bir organizasyon içinde çeşitli enerji alanlarının
oluşturduğu bütünlükler ancak belli bir düzen, ahenk ve amaçla hareket
ederek kozmik vazifelerini yerine getirebilirler. Yani gruplar, ortak
alanlar, birlikler halinde daha kolay evrimleşiyor. Sürekli birbirimizin
deneyim ve bilgilerinden yararlanıyoruz. Tıpkı
Internet bilgi ağı ile dünyanın öbür ucundaki bir bilgiye ulaşma
imkanı gibi.
Düzensizlik ve
kaos bedende kanser gibi hastalıklara, gezegende de terör ve şiddete yol
açmıyor mu? Örneğin, insan bedeni bütün organların tam bir ahenk içinde
çalıştığı bir ortak alandır. Bir aile ortak alandır. Belli meslek
gruplarının, işyerlerinin, sanatsal işlevlerin, sportif faaliyetlerin
kendilerine has ortak alanları vardır. Ortak alanlarımızı sevgiyle
genişletebiliriz. Ülkeler de birer ortak alandır. Ülkelerin toplamından
oluşan Dünyamız daha büyük bir ortak alandır. Samanyolu galaksisi,
içinde yer alan plânetleriyle bir ortak alandır. Nihayet milyarlarca
yıldızı ve galaksisiyle bütün evrenlerin toplamı en büyük ortak alan,
Bütünsel bir alandır.
Ortak
alanın işleyişine en iyi örnek insan bedenidir. İnsan
mikro kozmostur. Makro
kozmos olan evrenin küçük bir modelidir. Onun işleyişindeki
harikulâde dengeyi ve düzeni inceleyerek makro
kozmos, yani evren hakkında daha kapsamlı bilgiler elde edebilir
ya da bir biliş hâlinin bizde uyanmasını
sağlayabiliriz. Çünkü Tanrı ve evren ancak hissedilir. Sonsuzu anlamaya
çalışmak boşuna... Bu noktada insanoğluna verilmiş olan en büyük
hediyeyi, yani hislerimizi ve duygularımızı kullanabiliriz. Tanrı’yı ne
kadar hissediyorsak bizim için O, o kadardır. Sevgide de aynı
şey vardır. Sevgiyi kimseye öğretemezsiniz. Sevgiyi ancak hissedersiniz,
anlatamaz, dokunamazsınız ama vardır. Onu ancak varlığın kendisi
hissedebilir.
Bizi
bizden alıp kurtaracak, yani içimizdeki küçük benin ölmesine yardım
edecek, sevgiye; kozmik yasalara uygun yıldız diliyle
‘Gezegenlerin Çekim Alanına’
bir başka adıyla
‘Sempati Yasasına’
kendimizi bırakmamızı sağlayacak
bir yol bulabiliriz belki. Neden olmasın?
Tek başına uyanmak sanıldığı kadar kolay değil. Hele tek başına
evrimin adeta imkânsız olduğunu anladıktan sonra, ortak alanlar hâlinde
Organizasyonlara şuurlu bir şekilde katılmaya çalışmak için
cehit göstermek, aklımızı, mantığımızı,
sezgimizi bu yolda seferber etmek ne güzel olurdu… |
ALAN
ETKİLEŞİMLERİ |
Evrende her şey iç içe alanlardan
oluşur. Bu alanlar sürekli olarak birbirlerini etkilerler ve iletişim
hâlindedirler. Fizikte de bu alan etkileşimleri çeşitli teoriler ve
formüllerle açıklanır.
Örneğin suya taş attığınız zaman bu taşın yarattığı etki, kendi gücü
kadar halkalanmalar yaratır. Yani suyun bir
noktasına yapılan etki her tarafına aynen iletilir. Küçük bir etkiyle
birkaç halka meydana gelir. Çok daha güçlü bir etkiyle meydana gelen
dalgalanmaların yayılım gücüyse çok farklıdır.
Tıpkı örnekteki gibi her insanın da
kendine has alanının bir etki gücü vardır. Hepimiz çeşitli bilgi
alışverişleriyle ait olduğumuz grubu,alanı etkileriz ve bir yanıt
alır,uygulamaya devam ederiz. Bütünsel anlamda evrenin her noktası
birbirinden haberli alanlardan oluşmuştur. Son zamanlarda fizik
biliminde yapılan son araştırmalarda da aynı bütüncül sonuçlara doğru
gidilmeye başlanmıştır.
Maddenin en son yapısıyla ilgili temel
araştırmalar derinleştikçe daha da temel parçacıkların olduğu ortaya
çıkmaktadır. İlk başlarda ayrı farz edilen parçacıkların birbirleriyle
bağlantılı olduğuna dair hipotezler ortaya atılmaktadır. Canlı
sistemlerde kendi kendine organize olan bir gücün var olduğuna dair
güçlü kanıtlar belirmektedir. Hastalanan canlı organizmaların kendi
kendilerini onarma özellikleri, döllenmiş tek yumurtadan canlı bir
organizmaya geçiş gibi çeşitli örnekler vermek mümkün.
Bu alan girişimlerini en kaba seviyeden
en süptil (ince) seviyeye kadar
yükseltebiliriz. Ve alan içinde kendi gücümüz oranında eylem hâlindeyiz
ve onu sürekli geliştiririz.
İNSANLIK OLARAK ÇEŞİTLİ ALANLAR HALİNDEYİZ
Birbiriyle
iç içe geçmiş alanlar hâlinde olduğumuzu fark etmenin
“ Birleşik İnsanlık
Ailesini”
ni
oluşturmak bakımından çok yararı vardır.
Günümüzde, tek bir ortak alan olduğumuzu fark ettirmeye yarayacak pek
çok toplumsal olay ve doğal afetle karşılaşan gezegenimiz bize
uzaklıkların pek de önemi kalmadığını onlar diye bizden çok yabancı
gruplar, ülkeler değil; aynı gezegenin yolcuları olduğumuzu ve birimiz
hepimiz için sloganının günümüze çok yakışacağını çeşitli olayların
diliyle anlatıyor. Biz süre sonra da bu kulaklarımızın dibinde bağırmaya
başlarsa hiç şaşırmayalım…
Amaç
şoklarla da olsa bizi bir araya getirmek.
Hiç olmazsa,
“ Bugün onaysa yarın da bana.”
Demek için bütün olup bitenler…
Dünyamız yeni bir döneme
giriyor!Bu dönemde yeni bir manyetik alan oluşturmasından, kutuplarında,
eğiminde, ekseninde yeni düzenlemeler olmasından daha doğal ne olabilir!
Bu tip ortak alanlar süreci
oluşturan unsurlardır. Ama sürecin kendisi Birliğe gidiş olarak her
türlü olayı yönlendirir. Ortak Alanlar insanlığın bir amaç için
birleşmesini, sevgi ve iyilik dolu bir sabahın doğmasını temin etmek
bakımından çok önemlidir… |
POZİTİF
DÜŞÜNCE ve YENİ ÇAĞ |
Dünyanın gelişim akışını değiştirme
yeteneğine sahip olan son neslin bizim neslimiz olduğu söylenmektedir.
Bu nedenledir ki neslimiz, küresel değişimi yönlendirme ve
gerçekleştirme gibi eşsiz bir fırsata sahiptir ve bu fırsatı da tam
zamanında gerçekleştirme sorumluluğunu taşıyor.
Eski düzen her gün çökmektedir. Yeni bir dünya anlayışı ve yeni bir
küresel ilişkiler sistemi yayılmaktadır. Ama bu noktada sorulması
gereken önemli bazı sorular var; sivil topluma, bireyin gücüne ve
değişime inanıyor muyuz? Uyumlu yeni bir dünya anlayışının kurulmasına
itici güç olacak bir kamuoyu sağlayabiliyor muyuz? Yeterince örgütlendik
mi? Dünyayı küresel evimiz olarak algılayabiliyor muyuz? Ve her birey
bizim için bu büyük evin aile bireyleri mi?
Şunu önemle vurgulamak gerekir ki,
Küresel dünya anlayışının yaratılması, New Age-Yeni
Çağ görüşünün yaygınlaşması her gün yüzlerini televizyonlarda görmeye
alıştığımız insanların işi değil. Bu süreç şimdi her zaman olduğundan
daha fazla, sıradan bireylerin heyecan dolu çabalarına, idealizmine,
isteklerine ve sıkı çalışmalarına bağlıdır.
Pozitif düşünceler, iyi niyet ruhu ve
yüksek ideallerle hareket eden bir kamuoyu kendi toplumunu değiştirir.
Bireyler, yani bizler
sivil toplum üyeleri, sürdürmekte olduğumuz yaşam biçimiyle, birlik ve
sevecenlik anlayışımızla, başkalarına katılma biçimimizle
‘Yeni Bir Dünya’nın gerçek
yaratıcıları olduğumuzu acaba fark ediyor muyuz?’
‘Zaman Tüm İyi Niyet Sahibi İnsanların
yeni yüce ideallere hizmet etmeye davet edildikleri zamandır’.
Dünya bizi dünya barışının sağlanması ve
dünyanın yenilenebilmesi için yüksek ideallere hizmet etmeye çağırıyor.. |
KÜRESEL
BAKIŞ
NEW AGE
KÜRESEL DÜNYA ANLAYIŞI |
Yeni
Dünya anlayışı, dünyamızda hızla yayılmakta olan küresel ilişkiler
sisteminin adı. Kaynağını ruhsal görüş ve bütünlükten alıyor; birlik,
dayanışma, sevgi ve aydınlanmanın birey olarak her insanın doğal hakkı
olduğunu anlatıyor. Küresel anlayışın en temel özelliği, bireysel
faaliyete, bireysel değişime önem vermesi. Değişimin bireyden
başlayacağına inanıyor ve
"bütün" adına hepimiz
birbirimizden sorumlu olduğumuz için
“bireysel değişime”
çok önem vermeliyiz diyor. Yeni Dünya anlayışının en büyük ideali
insanlık yaşamını bütünleştirme, bütün insanlığı bir bütün
ya da dünya ailesi olarak ele alma
idealidir. Son zamanlarda, Yeni Dünya anlayışı, Küresellik, Bütünsel
Düşünce ya da Yeni Çağ Akımı adı verilen New
Age’den söz ediliyor.
Yeni Çağ
akımının başta gelen en temel özelliği bireyin değişimini ön plâna
almasıdır. Bu yüzden de New Age akımının ana
sloganlarından biri “küresel
düşünce, mahallî eylem”
dir. Yani
“bütünsel düşün ama bu bütünsel
düşünceyi bireysel olarak kendi çevrende hemen yaşama uygula.”
Şu anda dünyamız üzerinde yaşamakta
olan milyonlarca iyi niyet ve sağlam görüş sahibi insan; BİRLİK,
YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA İLKELERİNİN YAYGINLAŞTIĞI BİR ANLAYIŞA ÖZLEM
duyuyor. Sizler de bu özlemi taşıyorsunuz. Bu anlayışa duyduğumuz özlem
ve istek arttıkça da “kritik
sayı” adı verilen bir
noktaya ulaşma şansımız artıyor. Yeni Dünya Anlayışının en büyük
özelliği düşünce hayatının özgür olmasıdır. Çünkü
anlayış ve seziş kabiliyetimiz ancak özgür düşünceyle derinleşebilir,
genişleyebilir.
KÜRESELLİKTE BÜTÜNLÜK
Küresel anlayışta
bütünsellik ön plânda yer alıyor. Ve insan hem iç dünyasına hem de dış
dünyaya eşit oranda açılıyor. Bölünmüş bir dünya anlayışı yerine daha
bütünsel bir yaşam için çaba sarf ediyor. Bölünmüş bir zihnî yapıya
sahip olan insan kendisini diğer varlıklardan ayrı bir bütün olarak
görür. Kendini çevresinden, doğadan, dünyadan ve içinde bulunduğu
galaksiden ayrı bir varlıkmış gibi algılar. Oysa evrende her şey bir
bütünlük arz etmektedir. Zaten hiçbir varlık tek başına var olamaz.
İnsan,
Varlığın Birliği İlkesinden kaynaklanan evrenin özündeki, evrensel
yardımlaşma ve dayanışma yasasını uygulayamamaktan dolayı uyumsuz bir
varlık oluyor ve bütünden kopuyor. 90'lı
yıllarda Stockholm’de toplanan Ortak Sorumluluk konferanslarında
“Uluslararası Küresel Yönetim Komisyonu kurulmalı”
önerisi bildirilmişti. Ve ivedi
olarak Dünya Küresel Yönetim zirvesinin oluşturulması
istenmişti. Gezegenimizde hala o noktaya gelinmemiş olması oldukça
üzücü… Gezegenin bu noktaya gelmesi için bireysel olarak yapacağımız çok
şey var…
Öncelikle
davranışlarımız, düşüncelerimiz değişmek zorunda. Yani kendimizi daha
iyi tanımalıyız. Kendimizi tanıdıkça, hem dışımızdaki diğer insanları
hem doğayı hem de evreni daha iyi anlamaya başlarız ve şikâyet ettiğimiz
bu düzensizliklerin, düşüncede meydana gelen kirliliklerin fizik dünyaya
yansımasından başka bir şey olmadığını fark ederiz. Çevrenin
temizliğinden önce, zihinlerimizde ve düşüncelerimizde meydana gelen
kirliliği temizlemeliyiz. Çünkü bazı düşüncelerimiz zarar verici ve
yıkıcıdırlar. Kendi rahatımız ve konforumuz için çevreye zarar vermekten
vazgeçmede tüm dünyada bir şeylerin değişebileceğini ummak çok yanlış
olur. İnsan, zihninde şekillendirdiği, düşündüğü şeyleri hareketlerine
yansıtır. Yani her şey ilk önce bizim düşüncelerimizde meydana gelir.
İnsan düşüncelerinden sorumludur. Bu yüzden düşüncelerimizi kontrol
etmeliyiz.
Tüm ayrımcı fikirler, kendimizi üstün ya da
alçak görmeler, korkular, endişeler, negatif düşünceler, kıskançlıklar,
gurur ve nefretler zihni ve düşünceleri kirletmektedir. Sürekli bencil
istekler içinde olan insanlar isteklerinin gerçek ihtiyaçları olup
olmadığını düşünmezler. İsteklerimizi yerine getirirken başka
varlıkların yaşama hakkını çiğniyor muyuz?
DOĞA
HAVA SU KİRLENDİ
Doğa, hava, su kirlendi, hayvan nesli tükeniyor, insan yerleşim
düzenlerimiz bozuk derken, bütün bunların sorumlusunun biz olduğumuzu
nasıl unutabiliriz? Dış çevrenin temizlenmesi ve yerleşim düzenlerinin
yeniden yapılanmasıyla sorunları çözeceğimizi zannedebiliriz, ama bu
yanlıştır. Çözüm, insanın kendini tanımasında ve düşüncelerini
temizlemesindedir. Kendini bilmek; sorumluluklarının farkına varmak,
ölçüsüz isteklerin önüne geçmek, fizikî
konfor uğruna şuursuz davranışlarda bulunmamakla başlar. Sevgi,
karşılıklı hoşgörü, yardımlaşma ve dayanışma içinde olan insan,
çevresine ve diğer canlılara karşı davranışlarında daha ölçülü olmaya
başlar.
Bizler dünyada olgunlaşan, evrimleşen varlıklarız.
“Bana ne, bu benim işim değil.
Kimse bana karışamaz, istediğimi yaparım.”
ya da
“Herkes yapıyor ben niye yapmayayım
ki” gibi sözler insanlığa
karşı sorumluluğunu hissedememiş insanın sarf edeceği sözlerdir. Oysa
bizler bu gezegende bir arada yaşıyoruz ve
şunu biliyoruz ki, “Her
koyun kendi bacağından asılmıyor.”
Düşünce ve duygularımızın şekli konusunda tüm insanlığa ve kendimize
karşı çok büyük bir sorumluluğumuz var.
ŞEFKAT
SEVGİ GÜZELLİK ve UYUM
Ürünlerimiz şefkat, sevgi, merhamet, karşılıklı yardım, gerçekler,
güzellik ve uyum gibi yüce ideler olursa dünyanın görünen ve görünmeyen
atmosferine sağlıklı katkıda bulunuruz. Düşmanca ve kötü şekillenmiş
idelerle atmosferi kirletiriz. Negatif ideler belirli bir kritik kütleyi
aşarlarsa kıyamet adını verdiğimiz büyük yıkıma neden oluruz. Pozitif
idelerin belirli bir kritik kütleyi aşması ise Yeni Çağın temel insanlık
derslerinin hepimiz tarafından çok daha kolay anlaşılır ve uygulanır
olmasını sağlayacaktır. Eğer insan hırs dolu ve kaba bir yapıya sahipse,
onun arzular bedeni diye anılan bedeni astral plânın en kaba maddesinden
oluşmakta ve rengi koyu olmaktadır. İstek ve iradenin hem
enerjetik bedenlerin hem de düşüncelerin
oluşmasında çok büyük bir önemi vardır. Örneğin, ihtiras veya çok
şiddetli nefsanî bir arzunun tezahür edişine
göre irade tarafından kirli yeşil, kırmızı, kahverengi gibi renkler
oluşturulmaktadır.
Gelişmiş bir insanda ise bu beden, astral maddenin en ince tonlarından
oluşmaktadır, renkleri parlak ve arı görünümlüdür. Arzunun egemenliği
altında olan insanların yarattıkları düşünce formları, mantal plânın,
mantal enerjinin yüksek seviyeli, berrak ve pırıl
pırıl enerjilerinden mahrumdur. Arzular, dualar, iyilik dolu
pozitif düşünceler, üzerlerine gönderdiğimiz kişilere etki ederek
onların etrafında koruyucu bir hale oluştururlar. Kötü düşüncelerimiz de
aynı etkiyi negatif yönde oluşturarak, bizim çeşitli zamanlarda hiç
ummadığımız geri dönüş şokları yaşamamıza neden olabilir. |
|
NEW AGE BAKIŞ NEW AGE UYGULAMA |
Dünyamızda ve çevremizde olup biten
olaylara daha dikkatli, araştırıcı ve küresel (global) bir gözle bakacak
olursak görürüz ki, her olayın ayrı bir dili var ve şu aralarda meydana
gelen bütün olaylar aynı ortak dili paylaşıyor ve sanki bizlere şunları
söylüyor:
“Yeni bir çağ başlıyor, değişmek ve
yeni çağa ayak uydurmak istiyorsan, bağımlılıklarından kurtul, rölatif
değer yargılarına gerektiğinden fazla kapılma ve hiç durmadan değişime,
yeniye açık ol.”
Bugün artık milyonlarca kişi,
varlığın özü, aslı, doğa ve metafizik üzerine ciddî sorular sormaya
başladılar. Bir değişim müjdesi, iç varlıklarından dışarıya doğru
taşarcasına bugüne kadar ihmal ettikleri madde ötesi
ya da duyular dışı
algılamalarla ilgili konulara yöneliyorlar. Araştırıyor, düşünüyor ve bu
konularla ilgili bilgi alışverişinde bulunmak istiyorlar.
İnsanın bu ataklığına, bu gelişme ihtiyacına kim
ya da kimler cevap verecektir? Bu hızlı değişime kılavuzluk
edecek, yol gösterecek olan bazı kurumlar da aynı hızla değişiyor mu?
Yoksa insan, iç varlığını tanımak istediği bu dönemde ortada mı kalacak?
Tabiî ki hayır! Yeni bilgiye hazır olunduğunda, yeni ile karşılaşma
zamanı geldiğinde, bu ihtiyaç, top yekûn bir
şekilde evrenin kendine has metotlarıyla her
zamanki gibi değişik bilgi aktarma metotları kullanılarak karşılanacak…
Şimdilerde de bugüne kadar uygulaması yeterince ciddiye alınmamış
bilgilerle karşılaşmak daha doğrusu, onları uygulamak zorunda neden
kalınmasın ki…
Her gün biz farkında olmasak bile
yaşamımızda öyle çok değişiyor ve bizi şaşırtıyor ki… Üstelik çoğu
radikal değişimler ya da bugüne kadar hiç
cesaret edemediğimiz değişimler ama ne kolay yapıveriyoruz değil mi?
Günümüz insanı son
derece zor şartlar altında yoluna devam etmeye çalışıyor. Uyanış öncesi
yaşanan büyük karmaşa her yanımızdan bizi sarıp sarmalamakta ve iç
varlığımızın ihtiyacı olan bilgiyi, ne sadece ruhsal öğretiler ne de
bilim verememektedir. Kendi kendimize çeşitli formüller bulmaya
çalışıyoruz ama bilgi eksikliğinden ötürü hep tökezliyoruz.Şu dönem
içinde yapabileceğimiz en güzel araştırma, iç varlığımızla ve kendimizi
tanımakla ilgili araştırmadır.
Kendini ve Maskelerini Tanıma
Acaba kendimizi ne kadar tanıyoruz?
Maskelerimiz nelerdir? Hangi yönlerimiz zayıf, hangileri güçlü? Neleri
değiştirebiliriz? Neleri şimdilik değiştiremeyiz ama hiç olmazsa
gözlemleyebiliriz?
Bütün bu iç araştırmalar bizi şu anda bulunduğumuz karmaşa ve
kargaşadan en az birkaç adım ileriye götürecek
newage araştırmalardır. İç varlığını araştırmaya yönelen insan,
kendisi ile her karşılaşmasında başkaları ile olan sorunlarını da çözer,
çünkü karşısındaki insanda gördüğü kusurun
aynı zamanda kendi içindeki kusur olduğunu fark eder.
Karşımızdaki insanların bize hep cephe aldıklarını sanırız. Oysa bu
menfi alanın aslında bizim tarafımızdan yaratıldığını görmek, kendini
tanımada atılacak en büyük adımdır. Sorunları, etrafında dans edercesine
ya da bir matadorun kızgın boğayı son derece
esnek bir ayak hareketiyle dışlaması gibi halledemediğimiz sürece işimiz
zor.
Kuşkusuz her insanın etrafında kendini araya katmadan rahatlıkla
dolaşabileceği alanları vardır, ama bunların sayısını arttırmak çok
önemli! İki partnerin, dönüşün ve bir oluşun farkına vardıkları nokta o
dansın merkezî noktasıdır. Yaşam da buna benzer, yaşam bizim
partnerimizdir ve yaşamla aramızdaki dansa kendimizi rahatça
bırakabilmemiz için belli merkez noktalarını iyi kavramamız gerekir.
Bizce burada yapılacak en iyi şey, kendimizle yüz yüze gelmekten
korkmamak!
Kendimizi, bastırılmış duygularımızı ve komplekslerimizi tanıdığımız
takdirde üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir engel yoktur. Yapacağımız şey
basit: Bir an için duygularımızı tartıp ne durumda bulunduğumuzu
kendimize itiraf etmek gerekiyor.
Bizler elde etmek istediğimiz iç denge ve huzuru bir dış etkinin
birdenbire oluşturacağı kimyasal bir tepki gibi algılarız. Birine aşık
olursak,iyi bir işe girersek ya da iyi bir
doktora rastlarsak sanırız ki sorunlar bir ilâç
almışçasına düzeliverecek. Halbuki her değerli şey gibi, iç
dengenin sağlanması da sürekli bir çaba ve özen ister. Değişmek
istiyorsanız, kişiliğinizin yeni keşfettiğiniz özelliklerini sürekli
olarak düşünmelisiniz. Bıkmadan, usanmadan yeniden gözden geçirmeli,
tartmalısınız. Duygusal olarak dengede kalabilmek ve stresten kurtulmak
tıpkı fiziksel form tutmak gibi sürekli çaba isteyen bir uğraştır.
|
Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle
dolu bir
yaşam
sürmeni diliyorum;
Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar
güneş
diliyorum.
Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar
yağmur
diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar
mutluluk
diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar
acı
diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar
kazanç
diliyorum.
Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek
kadar
kayıp
diliyorum.
Son ‘Elveda’yı
atlatmana yetecek kadar merhaba
diliyorum.
İŞ DÜNYASINDA BİREYSEL GELİŞİM |
Bir iş
yerinde ruhsal bir savaşçının ve hatta böyle kimselerden oluşmuş bir
grubun bulunmasının o işe ne gibi bir faydasının olacağı hemen
anlaşılamayabilir. İş yerindeki yöneticilerin çalışanlarını ölmekte olan
bir
“ejderha çocuğu”
yeniden yaşama döndürmede bir rol oynamaları için Galler bahçesine
göndermeleri, eldeki imkanların sonuna kadar kullanılması gibi de
görülebilir. Ve bir hurda yığının üzerinde Zen meditasyonu yapan
yöneticilerin olması, bir sonraki satış bağlantısını yapmakta veya işi
kapmak ihtiyacı ile alakası olmayan bir şeymiş gibi de görünebilir.
Büyük şirketler artık başka türlü düşünmeye başlıyorlar. Uluslar arası
Hisse Senedi Borsası, American Express, Olivetti, Shell, IBM ve Nestle
gıda imparatorluğunun yan kuruluşu Rowntree Machıntosh gibi şirketler,
“Yeni
Çağa”
uygun New Age iş eğitim
sistemini uygulamaya başlayanlar arasında. Hatta İngiltere’de
Savunma Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu Bürosu bile bunlar arasında,
çalışan başına 1000 sterline kadar günlük bir ücretle, şirket müdürleri,
çamurlar içinde bir takım efsanelerin peşine düşüyorlar.
“Yeni Çağ”
ın öncülerine göre, insanlık, her şeyi kapsayan
bir ruhsallığa ait yeni bir düzenin öncülüğünde bir değişime uğradığını
ilan etmeye hazırlanıyor.
“Yeni Çağ Eğitimi”
ve
“Dönüşümsel İş
Seminerleri”,
katılımcıları
“Kendini Keşfetme”
yolculuğuna çıkarmayı amaçlıyor. Yeni Çağ uygulayıcılarının
iş dünyasındaki müşterileri, yöntemlerinin kendi faaliyet alanlarına
uygulandığında, olumlu kişisel gelişme ve de ortak yürütülen çalışmalara
olan olumlu katkılarından söz ediyorlar.
İngiltere’deki Roffey Park Yönetim Geliştirme Koleji’nin müdürü Ian
Cunningham gibi diğerleri de bu konuda dikkatli olunmasını öğütlüyorlar.
“Bu kursların kişileri ya da şirketleri
geliştireceğine pek emin değilim, belki edindikleri deneyimleriyle bir
ilerleme kaydedebilirler, fakat her şey uzun vadede beli olacak.
Seksenli yıllarda her şey çok karmaşıklaşmış ve ayrıntılara bölünmüştü.
Şimdilerde ise insanlar bu ayrıntılardan kurtulmaya ve sorunlarına acil
cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Oysa kendileri için yararlı olan şeyleri
araştırıp bulmak
zorundalar”
diyor.
Eğer yeni
çağın düşünceleri kuşkulu karşılanıyorsa bunun nedeni de, anlamsızlık
sınırlarını zorlayan abartmalı bir dille ifadeleri olsa gerek. SKC
şirketinden Branton Kenton kendisini
“İnsan teknolojisi
danışmanı” olarak adlandırıyor. Ona
göre Yeni Çağ ürünleri esasında mistik ürünlerdir.
“Biz insanlara, eski devirlerdeki şamanlar
ve gizli ilimlerle uğraşanlar gibi istedikleri biçimde bir yaşam
yaratacak potansiyellerine uygun bir yolla ulaşabilmeleri için planlı
fırsatlar tanıyoruz”
diyor. Londra’daki pek çok
danışmanlık kuruluşlarından biri olan Karar Geliştirme Şirketi’nin büyük
ortaklarından biri olan Lynn McGregor, hizmet verdiği kimselerin, her
şeyde var olan ve özellikle kendi içlerinde bulunan ilahilik ile irtibat
kurmayı geliştirerek, birer ruhsal savaşçı olacaklarını umuyor.
Müşterileri arasında American
Express, İnternational Stock Exchange, Rowntree Machintosh ve İngiltere
Bakanlar Kurulu Bürosunun bulunduğu BKC şirketi, farklı bir biçimde dışa
yönelik kurslar veriyor. Öğrenciler bazen düridler veya büyücüler gibi
giyinmiş halde mitolojik birtakım araştırmalar yapmaya gönderiliyorlar.
Örneğin, Rowntree Machintosh çalışanları, ölü olan bir ejderha çocuğu
tekrar diriltecek sihirli bir iksiri bulmaya gönderildiler. Kenton’un
dediğine göre, tüm bunlar, onlara, çağlarının büyük yaratıcıları ve öncü
insanları olduklarını öğretmede yardımcı olmaktadır.
Galler bölgesindeki bir yerlerde bir mağaranın
içinde Kenton, bu yıl sonuna doğru ortaya çıkacak, mitoloji-yönetim
karışımı prometeus programının son rötuşlarını yapıyor. Bilindiği gibi
Prometeus (Yunan Mitolojisindeki Titan) çamurdan yarattığı insan için
tanrılardan ateşi almış ve de bu yüzden Tanrı Zeus’un korkunç cezasına
maruz kalmıştı. BKC bu efsaneden şöyle bir ders çıkarıyor:
“Şu kesin olarak belli
olmuştur ki, Henry Ford’dan Anita Rodick’e kadar bütün başarılı
müteşebbisler yaptıkları işe inanıyor ve onu büyük bir şefkat ve sevgi
ile yapıyorlardır. Bu yılların çetin koşulları içerisinde o tutkuyu
ortaya çıkaracak anahtar belki de Prometeus ’un gösterdiği merhametin
altında yatıyor.”
Bundan önceki
bir kurs da, Rowntree Machintosh’un personel müdürü Jean Gentry’i böyle
bir tecrübenin faydalarına ikna etti. Bayan Gentry,
“Bu kurs,
fertleri, kendilerindeki tüm potansiyeli anlamaya kelimenin tam
anlamıyla zorluyor, bunu anlayabilmiş olan herkes kendi çalışma
sahalarında büyük gelişme kaydetti. Bu kimseler daha yaratıcı, daha
kendinden emin ve daha cesaretli oldular”
diyor.
Karar Geliştirme Şirketi’nden bayan McGregor ise
daha da ileri giderek,
“Biz burada birtakım
fikirler veya teknikler ile ilgilenmiyoruz, fakat katılımcıların ruhsal,
heyecansal ve yaratıcı tarafları ile meşgul
oluyoruz”
diyor. Kendisine müracaat edenler arasından İngiltere Ulusal
Bankası. Meşrubat ve çikolata üreticisi Cadbury-Schweppes grubu,
Londra’da bulunan uluslar arası bir reklam ajansı olan Lowe
İnternational’in yönetim kurulu başkan yardımcısı David Jonis
sayılabilir.
Jones, kullananların rüyalar ve çeşitli haller ile
kendi iç dünyalarına ulaşabilmelerini mümkün kılan bir “efsun
çemberine”(içinde şifalı otlar bulunan uzun saplı piponun sırayla
dolaştırılması) katılmış durumda, Jones,
“Bu tür
bir meslekte, kesin olarak kim olduğunuz hakkında düşünmeye son
verebilirsiniz. Bu deneyim, beni kendime daha yakından bakmaya yöneltti.
Bana nasıl çalıştığımı gösterdi ve kendime, birlikte olduğum insanlarla
nasıl çalıştığıma dair soruları sordurdu. Sonuç olarak daha iyi bir ekip
çalışması yapabilmemizi sağladı”
diyor.
Yeni Çağ meraklıları, personelinin
bir yeni çağ eğitim kursuna devam ettiği Trafalgar nakliye şirketinin
yükleme bölümündeki deneyime dikkat çekiyor. Kurstan sonra, “mezunlar”
kendilerine hedef olarak, şirkette yılda bir milyon sterlinlik bir
tasarruf yapmayı seçmişti. 1.5 milyondan fazla bir tasarruf yapıldı. Ama
yine de eski bir çalışanın iddiasına göre bu, derin ruhsal uyanışın
değil, kullanılmayan, eski vagonların satışının bir sonucuydu.
Bazı
şirketler kendilerini “yeni çağ”
akımı türünde eğitmeye başladılar bile. IBM’in
“Geleceğe
Uyum
Sağlama”
seminerlerinde, çalışanlara içsel sezgiler ve dışsal olayları
birbirine bağlayarak geleceği tahmin etmekte kullanılan çok eski bir Çin
yöntemi olan Yi-King metodu öğretiliyor.
IBM’in
araştırma geliştirme bölümü müdürü olan Tom Jennigs,
“Yi-King sihirli bir
çalışma yöntemidir ve kullananın kendini daha iyi anlamasına yardım
eder” diyor ve ekliyor.
“Başlangıçta seminere
katılanların çoğu Yi-King’in gücünden şüphe ediyorlardı, ama daha sonra
yöntemin kendilerine ne kadar uygun sonuçlar verdiğini gördüklerinde
kesinlikle çok etkilendiler ve tamamen kani oldular.”
Mesleği
“Geleceğe Yönelik İş Danışmanlığı”
olan Francis Kinsman, iş dünyasına
sunduğu gücü
“ruhsallık”
olarak tanımlıyor. Kinsman, 13 ülkede
500 üyesi bulunan Business Network’un kurucularından. Bu birliğin
üyelerinin büyük bir kısmı şirketlerin ve çalışanların performanslarını
arttırmak için kuruluşlara
“Yeni Çağ”
yaklaşımları sunarak danışmanlık hizmeti veriyor.
Diğer kalan kısmı ise “Yeni Çağ”
düşünceleri ile ilgilenen işadamlarından oluşuyor.
Business
Nevtwok’un haber dağıttığı firmalar arasında Olivetti, Courtaulds
Tekstil Grubu, Cathay Pasific, BASF, Esso ve Britisp Gas sayılabilir.
“Biz ruhsal bir yenilenme kursu sunuyoruz”
diyor Kinsman.
İnsanın iç varlığında özel bir kuvvetin olduğuna inanıyor ve ekliyor:
“Bu nötr kuvveti inanılmaz
derecede
olumlu amaçlar için kullanmak mümkün”
diyen Kinsman, sayısı her gün
artan ruhsal iş danışmanlarını karanlıkların örtüsü altından gizli gizli
ilerleyerek iç dünyasını değiştirecek bir
“gizli
kuvvet”
olarak tanımlıyor.
Yeni Çağ
kurslarında tam olarak ne öğretildiğini belirleyebilmenin zorluğu, belki
de, bu akımın pek çok taraftarının
“ruhsal dile”
başvurmalarından dolayıdır. İskoçya Clyd Esdale
Bankası’ndan pek çok çalışanın katıldığı kurslarına iştirak edenlerden
biri de bankanın pazarlama servisleri müdürü Greame Anderson.
“Bu
kursların ne içerdiğini tam olarak söyleyebilmek aslında oldukça güç.
Tümü insanın kendisiyle ilgili”
diyor Anderson.
Kendileri
üzerinde çalışan kursiyerler, diğerlerinin önünde birtakım değişik
roller oynamaya teşvik ediyorlar. Bazılarının sonuca ulaşması
diğerlerinden daha uzun sürebiliyor.
“Oraya ulaşabilmek için cehennemden geçtiler, yaptıkları deneyimi asala
unutmayacaklar. Artık olayları farklı bir ışık altında görecekler bundan
böyle yollarının üzerinde hiçbir engel yok”
diyerek Anderson sözlerini tamamlıyor.
Yaratıcı
Öğrenme Danışmanlığı’nın kurucu müdürlerinden olan Roger Evans
kursiyerlerin bu
“farklı ışığı”
fark etmelerinin, zihni örten
perdelerin kalkması için temel teşkil ettiğini söylüyor. O ve çalışma
arkadaşı Peter Russelt, IBM, Shell, Taylor Woodrow ve İsveç İskandinav
Enshilda Bankası’dan katılımcılarla çalışıyorlar.
Evans,
kullandıkları egzersizlerin, insanların,geleceğe yönelik olarak,yaratıcı
imajlarla çalışmalarından ve çalışanların birbirleriyle nasıl iletişim
kurduklarını gözlemlemelerinden, renkli kağıtlar üzerine eğilmiş
kafalara tüm düşünceleri yerleştirmeye kadar her şey olabildiğini ifade
ediyor.
Evans’a göre bu gibi kurslar gitgide çelişen bir
saha niteliğinde
“Bu yılların devrimi bizim
yaptığımız gibi seminerler ve eğitim çalışmalarında olacak. Büyük bir
değişim süreci devam ediyor. İnsan kaynaklarının geliştirilmesi şimdiye
kadar yönetim tekniğinde daima ikinci planda kalmıştı. Fakat önümüzdeki
yıllarda bu konu tekrar gözden geçirilip yeniden düzenlenecek. Yönetimin
esas konusu ise kişilerin kapasitelerinin nasıl arttırılacağı temelinde
olacak, hatta daha ileri bir konu, bu yüksek kapasiteli kişilerin
yaptığı çalışmaların nasıl toplanacağı ve kanalize edileceği konusunda
olacak.
”
Yeni Çağ akımına gösterilen ilginin gün geçtikçe
arttığı görülüyor. Geçen yılın Ekim ayında yapılan bir haftalık
“Sezgisel Liderlik: Dış
hareket ve kararlarda İç Sesin Dinlenmesi”
kursu; Ericcson Telecom, Digital Equipment ve Hewlett-Packard gibi
firmalardan çok sayıda yöneticiyi çekti.
“Birleşen Güçler: Organizasyonlarda Ruhsallık Anlayışı ile Çalışmak”
adlı konferansa ise IBM, Shell ve İngiltere kökenli, plastik ve
reçine üreticisi Scott Bader gibi şirketlerden çok sayıda uzman katıldı.
Yeni Çağ işadamları ile ilgili tüm haberler iyi fakat eğer Roffley
Park’tan Ian Cunnigham haklıysa pek çok firma sorunlarına ivedi çözümler
arıyor. |
(İnternational
Management Dergisi’nden çeviri- Tarık Arikdal- RM ciltlerinden) |
DÜŞÜNCE
GÜCÜ
DÜŞÜNCENİN
GÜCÜ |
Düşüncelerimizin fizik
plânda formüle edilmesi, psişik plânda inanç ve güven, sözel plânda
telkin, hitabet sanatı ve mantık gücü olarak gerçekleşir.
Düşüncenin gücü
sınırsızdır.
Düşünce gücünün doğumsuz ve ölümsüz olan
evrensel enerjinin bir dokuması gibi Bütün’e iştirak edebilmesi ve
sahibine pozitif sonuçlar getirebilmesi bu düşüncelerin, güven,
doğruluk, sadakat, merhamet, sevgi ve şefkat dolu titreşimlerle uyum
içinde olmasına bağlıdır. Örneğin, çok sevilen bir kimseye doğru
yöneltilmiş olan sevgi ve esirgeme arzusu dolu bir düşünce, o kimseye
yönelip onun aurasında koruyucu kalkan
misali bir form meydana getirmektedir.
Bu koruma işlemi tam anlamıyla şuurlu ve iradî bir şekilde olmasa da
düşünce şeklini yaratan itici güce, impulsa
bağlı olarak yarı otomatik şekilde faaliyetini sürdürür. Böylece sevgi
düşüncesi gönderilen kişinin aurasında
iyileştirici akımları etkileri güçlendirmekte, var olabilecek zararlı
akımlarıysa zayıflatmaktadır.
Bizler, olumlu ve pozitif
düşüncelerimizle, sevdiklerimizin yanı başlarına gerçek koruyucu
melekler yerleştirmiş oluruz. Bu yolla uzaklardaki yavrusu için dua eden
nice anne evlâtlarının çevresine aşılmaz barikatlar inşa etmişler,
dualarının koruyuculuk-esirgeyicilik açısından gerçekleşmesini
sağlamışlardır.
DÜŞÜNCENİN
TAŞIDIĞI YARATICI GÜCÜ KULLANMAK
Tüm evren düşüncenin
yaratılışından başka bir şey değildir. Bizler evreni temaşa eden şuurun
bir parçasıyız. Düşüncelerin üretilmesine ve formülleştirilmesine neden
olan zihnimiz evrenin oluşumuna yol açan evrensel düşüncenin bir
bölümüdür. Bu da herkesin, düşüncenin yaratıcı gücünün bir cüzüne sahip
olduğu anlamına gelir ki düşüncenin formülleştirilmesinde psişik ve
sözel ifade şeklinde tezahür eder.
Düşüncenin formülleştirilmesindeki psişik
ifade şöyle izah edilebilir: Her alanda negatif türden zihinsel
tasarımlarımızda negatif olaylara, pozitif türden tasarımlarımız da
pozitif olaylara hayat vermektedir.
Kişinin düşündüğü, hayal ettiği,
umduğu, şüphe ettiği veya tasarladığı her şey, tahakkuk ettirici bir
güce sahip olduğu, her düşünce bir realiteye tohum sağladığı için, güven
ve inanç dolu, iyimser, pozitif düşünceler üretmeye, karamsar ve
kötümser olmamaya özen göstermeliyiz. İyilik, neşe ve güven dolu olumlu
düşünceler, sözel ifade olarak telkinle, iyi bir hitabet sanatıyla başka
insanları da olumlu düşünmeye; aklı, mantığı, vicdanı
bir arada kullanmaya teşvik ettirecek güce
sahiptir.
Olumlu düşünceler, olumlu eylemlerin ortaya çıkmasına neden olurken,
kişinin kendisini dayanıksız veya hastalanma rizikosu altındaymış gibi
düşünmesiyse psikosomatik yankılanma yoluyla bedeninde elverişsiz bir
alanın oluşmasına neden olur. Düşüncenin bu yaratıcı gücünü şuurlu
olarak kullanmak, onun kudretini ve etkisini hissedilir ölçüde
arttırmak, ruhsal şifacılığın da temelidir. Düşüncenin aktif ve etkili
yaratıcı gücünü inkâr etmek mümkün değildir. Ama unutulmamalıdır ki,
kaçınılmaz şekilde insanın gücü yine kendi şuur alanının gücü
oranındadır ve belli sınırlar içinde bir etkileme alanına sahiptir.
İnsan kozmik yasaların işleyişini,
zihninde oluşturduğu kişisel tasarımları vasıtasıyla değiştiremez.
Kişinin zihni, evrene hayat vermiş ve vermekte olan kozmik zihnin,
evrensel düşüncenin bir parçasıdır. İşte bu yüzden de kozmik zihnin
bütünü tarafından tasarımlanmış olan şeyi değiştirememektedir.
Düşüncelerimiz, daima var olan, her şeyi kaplayan ölümsüz evrensel
enerjinin bir parçasıdır. Evren, etkileşim hâlindeki dalgalardan oluşmuş
bir sistem, en küçük bir düzensizliğin etkisinin tüm alan içinde
yayıldığı bir denizdir. Bu kozmik denizi, yeni fizik bilimleri şöyle
tanımlıyor: Evrenin Temel dokusu, madde, düşünce, fizik
ya da psişe gibi
farklı ve bağımsız gerçeklere ayrılamaz.
Yeni fiziğin de ele aldığı gibi new
kozmolojilerdeki gerçekçi yorumlara göre evreni oluşturan bir tür deniz
vardır ve bu da henüz mahiyetini tam olarak tanımlayamadığımız evrensel
enerjidir.
Evrensel enerji, sonsuz mükemmel ve
mutlak olan Enerjinin bir başka adıdır. Bu enerji, evrenin kudreti, her
şeyi içine alan Tanrı gücünün kaynağıdır. İşte düşüncelerimiz yaratıcı
güçlerini ve etki yapabilme kudretlerini bu sonsuz güçten almaktadırlar. |
DENEYİMLENEN
ALANLAR |
Evrende
ve dünyamızda oluşmakta olan her fizik olayın ve oluşumun ardında onu
üstten kavrayan daha kapsamlı bir yasa olduğu gibi, her olay ve fenomen
de özde “Varlıksal
İlkelere”
ve yasalara bağlıdır. Temellerinde daima şuurlu ve amaçlı sebepler
yatar. Tüm evreni ilke ve yasalar çevrelemiştir. Evrendeki muhteşem uyum
ve düzen, bu ilkeler sürdüğü için geçerliliğini sürdürebilmektedir.
Ruh
Varlığı İlke Varlığı’dır. Evrendeki sonsuzluğa doğru yayılışını ve
şuurluluğunu ilke ve yasalarla yürütür. Özündeki
AŞKIN
bilgiyi madde evreninde uygulamak, bilgisini açmak ve genişletmek
göreviyle yeryüzünde bedenli olarak tezahür etmiştir. Her olay ve
tezahür belli bir ilkenin yansımasıdır.
Varlık
özündeki AŞKIN
bilgiyi madde evrenlerinde uygulayabilmek için bedenler edinir. Ve bu
araç sayesinde de çeşitli ortamlarda bilgi uygulaması yaparken değişik
türde olaylarla karşılaşır. Tek bir enerjiden hareket ederek, var
olanları oluşturan ruh varlığı, sonsuz çeşitlemeler içerisinde, sonsuz
yoğunluklarda odaklaşarak, sonsuz şuur alanları ve sonsuz olaylar dizisi
yaratır.
Bu çeşitli şuur alanları sahip oldukları titreşimsel enerji
değerlerine uygun deneyimler oluştururlar. Titreşimsel değer, varlığın
titreşim seviyesinin ve enerji alanının kapsam gücünün bir
göstergesidir. Titreşim seviyemizi arttırmak yani enerji beden olarak
daha hızlı ve daha ince, daha yüksek düzeylerde titreşmek için büyük bir
mücadele, evrim ve gelişim arzusu içindeyiz.
Ruh
varlığının madde evrenleri üzerinde yaptığı uygulamaların kozmik hâle
gelmesi evriminin de bir göstergesidir.
Evrim, daha yüksek bir
enerjiyi kullanabilme hakkıdır.
Ruh varlığının aslî vazifesi uygun ortamlarda enerjilerini yükseltme ve
yeni dengeler kurmaktır.
Varlığın içsel ve dışsal özgürlüğüyle enerji dengeleri arasında sıkı
bir bağ vardır. Eğer gerçek manada olaylara egemen olmak ve içsel
özgürlüğü elde etmek istiyorsak, daha doygun ve yüksek seviyeli enerji
taşıyan alanlarla iletişime geçmeliyiz. Bu
tıpkı genç bir insanın kendi seviyesini düşürmemek kötü alışkanlıkları
olan arkadaşlardan uzak durması ya da
kendine ruhsal, entelektüel yönden olgun arkadaşlar araması gibi bir
şeydir… ‘Kör ile yatan şaşı
kalkar’ atasözümüzdeki gibi
iletişim içinde olduğumuz alanlar bizi ya
aşağı çeker ya da yukarı doğru sıçratır.
Seçim her zaman özgür iradeye bağlıdır…
Bünyemize
aldığımız enerjileri işleyip dışarı veremezsek enerji sirkülasyonunun
yetersizliği, onarılması gereken yeni olaylar ve
eprövler (yaşam sınavları) dizilerinin hazırlanmasına yol açar.
Evren durağan enerjileri hiç sevmez, onları canlandırmak için elinden
geleni yapacaktır. |
YAŞAMI
OLUMLAMAK |
Mutluluk arıyorsan,
düşüncelerinde katı ve sert olma.
Zaman içinde, zamanla beraber,
değişikliklerle yoluna devam et...
Çoğumuzun günlük
yaşamı aşamayacağımızı sandığımız sorunlarla
doludur. Sorunla karşılaştığımızda kendimizi dünyanın en mutsuz insanı
sanırız. Talihimize küser, yaşamla bağımızı
kısa bir süre içinde olsa koparır, acımıza konsantre oluruz. Oysa olup
bitenlere, bir de madalyonun öbür yüzünden bakacak olursak, sarsıcı bir
etki yaşadığımız o anlar bizim evrimimiz için en kıymetli anlardır.
Yaşamı olumlamak, içimize dönmek ve yeni bir sorgulama yapmak için
olağanüstü kıymetli bir kıymetli bir fırsatla karşı karşıya olduğumuzu
bir anlasak, ‘Ben’imizin attığı çığlıklara bakıp biz bile şaşırabiliriz.
Yeni
dönemeç
İşte yeni bir dönemeç, yeni bir basamak…
Yaşam sevgi dolu serüvense, bu da bir mucize… Böylesine sarsıcı
olayların yaşandığı durumlarda kendini ve duygularını tanımak isteyen
bireyler; acılarının, huzursuzluklarının köklerine
dönebilmek için yeni bir ruhsal deneyim fırsatı ile
karşılaşırlar.
“Büyük bir problemi içsel gücümüz ile kontrol altına aldığımızda
başarı ile sonuçlanan bir yol izleriz..Bir problemin üstesinden gelmek,
‘Bu problem benim gelişmem için bir fırsattır’, düşüncesi ile başlar.
Unutmamalısınız ki, problemi çözdüğünüz zaman çözüm yolu sizi,
bulunduğunuz yerden daha iyi bir duruma getirecek veya daha büyük bir
tehlikeden koruyacaktır. Bu düşünce tarzı sizi, yaptığınız her işte
başarıya götürecektir. "
Chao,Hsiu
Che
Yaşam
bizden olumlama bekliyor
Canımızı
sıkan, bizi üzen, rahatımızı kaçıran ya da
haksızlığa uğradığımızı düşündüren olaylarla karşılaştığımızda, bu zorlu
olayların olumlu yönünü göremeyiz. Ve kendimizi gereksiz dirençlerle çok
yorar, yıpratırız. Şimdi konuya bir başka açıdan bakalım: Bizi üzen,
sinirlendiren veya haksızlığa uğramışız duygusu veren olay, belik de
yararımız için karşımıza çıkmıştır. Bazen şans kendini, sevmediğimiz
yüzüyle de karşımıza çıkarır. Aslında objektif
olabilirsek, zorluk adını verdiğimiz olayların birer minik mucize
ya da sihir özelliği taşıdığını fark
edebiliriz. Aslında yaşam, büyüleyici ve
sihirli bir serüvendir. Onu ödül ya da ceza
olarak kabul etmek, sadece bizim bir illüzyonumuz.
Ata
sözümüz ne der: “Her işte bir hayır
vardır.”
“Eksik bir
yönümüzle karşılaşıyoruz. Eksik bir yanımız bizden kabul ve olumlama
bekliyor. Tepkimiz ise olayı pozitif bir şekle dönüştürmek için bizi
varoluşa katılımcı olmaya davet ediyor.”
Geçmişte
benzer bir olaya dilediğimiz ya da bize
yakıştığını düşündüğümüz şekilde yanıt verememiş olabiliriz. Olsun! İşte
yeni bir fırsat daha…Şikayet etmeyi, sızlanmayı seçmek mi istersiniz
yoksa derin bir soluk alıp, kararlı bir şekilde olayı çözümlemek için
üstüne gitmeyi mi?... Geçmişe ve Yarına doğru yanıt verebilmek için
ayakta kalmalıyız. Çözünceye kadar yeniden yeniden
karşılaşmak zorunda olduğumuz sorunları OLUMLAMAKTAN daha yararlı ne
olabilir ki?
“Olması gerektiği
gibi olmazsanız talihsizliklerle karşı karşıya kalırsınız. Bu durum
sizi, yapmanız gereken işlerden alıkoyar.” Chao-hsiu
Chen
Uyum sevgi yoludur.
Uyumsuzluk kendi nefsini onaylama yoludur. Sevgiyi, gerçek ve daimi
iyiliğin kaynağını inkar edenler, giderek yorgun düşer,sinirli olur ve
zamanından önce yaşlanırlar.
Zihninizi sürekli ‘Başaracağım!’ demeye eğitin. Ancak o zaman sizden
istenilen şeyi nasıl başaracağınızı düşünürsünüz. Çünkü çok fazla mantık
yürütmek endişe, şaşkınlık ve şüpheyi doğurur. Sonunda irade gücünüz o
kadar işlemez duruma gelir ki, herhangi bir hareket yapmakta aciz
kaldığınızı anlarsınız. |
POZİTİF
DÜŞÜNCE ve *ÖZ KONUŞMA |
Olumlu Davranışın Gücü Nedir?
Jeff Cohen
Çeviren: Okay AÇİL |
Şimdi size çok garip bir şey soracağım. Birkaç dakikanızı ayırın ve
düşüncelerinizi dinleyin. Zihninizde ne tür düşünceler var?
Onları pozitif veya negatif olarak
sınıflandırabilir misiniz?
Diyelim ki zihninizde bu düşüncelerle caddede yürüyorsunuz. Sizce
etrafınızdaki insanların, içinizden hangi düşüncelerin geçtiği hakkında
herhangi bir fikirleri var mı?
Birinci sorunun cevabı size bağlı, fakat ikinci sorunun cevabı oldukça
açık. İnsanlar tam olarak ne düşündüğünüzü bilemeseler de, aşağı yukarı
nasıl hissettiğiniz hakkında bir fikirleri vardır.
İşte başka bir soru. Arkadaşlarınızla dolu bir partiye katıldığınızda,
içeri girdiğiniz anda herkes sanki korkunç bir şey olmuş gibi bir
sessizliğe bürünür mü? Herkes sanki heyecan verici bir şeyin olmasını
bekliyormuş gibi neşeli görünür mü? Tüm bu soruların cevapları, ruh
halinize bağlıdır.
Düşünceler çok güçlüdür.
Genel
davranışlarınızı etkilerler. Takındığınız tavır, görünüşünüzde kendini
yansıtır. Bununla da kalmaz. Olumlu ya da olumsuz davranışlarınız ayrıca
etrafınızdaki insanları da etkiler.
Olumlu düşüncelerin zindelik verici bir etkisi vardır. Olumlu düşünen
bir kişinin etrafındaki insanlar genellikle onun davranışlarından enerji
alırlar.
Öte taraftan, olumsuz düşüncelerin, diğer insanlar üzerinde tüketici
bir etkisi vardır. Umutsuz ve üzgün görünmenize neden olur. Olumsuz
düşünceler bir şenliği bir cenaze törenine çevirebilir.
Olumsuz bir davranış insanları kendinden uzaklaştırırken, olumlu bir
davranış kendine çeker. İnsanlar olumsuz davranışları olanlardan uzak
durma eğilimindedirler.
Yayınlanmış çalışmalar göstermiştir ki, olumlu davranışlar
sağlığınızın iyileşmesine katkıda bulunur. Ayrıca, olumlu davranışa
sahip olanlar stres ve problemlerle olumsuz davranışları olanlara göre
daha iyi baş ederler.
Olumlu davranış, kendiniz için sağlıklı bir kişisel imaj yaratmayla
başlar.
Eğer halinden memnun, güvenli ve kendinden eminsen, çevrendekilerin de
benzer şekilde hissetmesine neden olursun.
Bazen, arkadaşlarınız iyi hissetmiyorken, onlara tavsiyeler vermeye
çalışırsınız. Halbuki onların ihtiyacı olan yanlarına oturup onları
dinleyecek biridir. Eğer olumlu biriyseniz, herhangi bir şey söylemeye
gerek kalmadan onları neşelendirebilirsiniz.
Öte taraftan olumsuz bir davranış da, bunun tam tersi bir etki
yapacaktır. Olumsuz davranışın itici etkisi de iki türlüdür; kendinizi
kötü hissedersiniz ve diğerlerinin de aynı şekilde hissetmelerine neden
olursunuz.
Medyanın olumsuz düşünceler dışında başka bir şey sunmadığı
bugünlerde, olumlu bir mizacı devam ettirmek zor olabilir. Bir
araştırmanın ortaya koyduğuna göre, ebeveynlerin çocuklarına
söyledikleri 14 sözden yalnızca bir tanesi olumludur. Üzücü değil mi?
Olumsuz şeylerden uzak durmak imkansız olsa da, yine de hayattaki iyi
ve olumlu şeylere odaklanarak olumlu bir davranış biçimini devam
ettirebilirsiniz.
Peki eğer olumlu davranmak bu kadar harika ise, neden insanlar bunun
yerine olumsuz davranışları benimsemeyi seçiyorlar? Olumsuz davranışları
olan biri aslında dikkat çekmek için işaret gönderiyor olabilir. Üzgün,
kızgın ya da umutsuz hissetmek yanlış değil. Ancak, bu düşünceleri çok
uzun süre sürdürürseniz, sağlıksız bir hal alır. Sağlıklı ve olumlu bir
davranışı benimsemek herkesin kazançlı çıktığı durumlar yaratır.
|
|
*Öz-konuşma: Dünyaca ünlü psikoterapist Albert Ellis'in,
'içselleştirilmiş cümleleri' kendi kendimize tekrarlayıp durduğumuz bir
iç diyalog için kullandığı terim. |
Yayın Tarihi: 28.Aralık.2007 |
ZAMAN
LİNEER ve
ÇEVRİMSEL ZAMAN -I-
Haluk
Özden
(Ruh ve Madde Dergisi S:
474-475-476,:C:40)
ZAMAN, kainatta, kozmosta
mevcut dört büyük güçten bir tanesi. Eskilerin ateş, hava, su ve toprak
olarak sembolleştirmiş oldukları dört büyük kudretten birisi. Ruh varlığının
iradesine tabi olarak, hayat enerjisi üzerinde meydana getirdiği etkinlik
ile, mekanların yaratılmasına sebep olan enerji.
Birçok kişiye göre zaman, kolundaki saatin ibresinin mekanının değişmesi,
daire çizerek belli bir merkez etrafında dönmesi veya gün, sabah, öğlen,
akşam, gece, ay, yıl, mevsimler, olayların birbiri ardına dizilişi olarak
nitelendirilebilir. Zaman nedir derseniz, size belki böyle bir tanım yapar.
Ayrıca, olayların birbiri ardına dizilişi dediğimiz zaman, doğal olarak
bunun içine her şey giriyor.
Dünya üzerinde,
kainatta, bizim beş duyumuzla algılayabildiğimiz, sürekli, hiç durmayan,
durması diye bir şey söz konusu olmayan, en durağan, hareketsiz göründüğü
anda bile içsel bir devinimin devam ettiği bir akış var.
Bedenimizdeki faaliyetler de bunun bir örneğidir. Sakalımızı kestiğimiz
zaman ertesi gün uzamış oluyor ya da saçımız uzuyor. Ya da bir insan, bebek
durumundayken, belli bir süre geçtikten sonra yetişkin bir insan haline
gelebiliyor; anlayışımıza göre on yıl, beş yıl, otuz yıl sonra vs.
Burada, doğadaki bir işleyişi görüyoruz. Yani bizim şuurumuzun dışında bir
mekanik çarkın işleyişi var. Daha önceden tasarlanmış, düzenlenmiş mükemmel
bir organizasyon halinde bir işleyiş var.
Buranın şartlarına tabi olarak gelmiş varlık da bunun dışına pek
çıkamıyor. Yani siz, doğduktan beş yıl sonra yetişkin bir astrofizikçi
olarak hayata atılamıyorsunuz. Onun için yirmi beş senenizi harcamanız
gerekir. Ayrıca bazı branşlarda bu süre, özellikle daha da kısalabilir veya
uzayabilir. Seçtiğiniz branşa, o branşın ifade ettiği realiteye ve o
realitenin mekandaki yoğunluğuna bağlı olarak ona harcanması gereken zaman,
varlık için değişkenlik arz ediyor.
Doğumlar ve zaman
Siz, bir ruh varlığı
olarak buranın zamanına uygun bir plan tanzim etmek zorundasınız.
Varlığınızın etkinliğini buranın tasarlanmış büyük planına uydurmak
zorundasınız. Bazı istisnalar yok mu? Var! Ama onlar da bir üst planın
yasalarını göstermek, bir üst planın mevcudiyetini ve insanın isterse o üst
planla şuurlu olarak irtibatta olabileceğini göstermek üzere, insanlığa
sunulmuş birtakım örnekler şeklinde, gayet nadide bir kimlik arz ederek
günlük yaşantıda gelip geçiyor ve çoğu da insanların geneline mal olmuyor
zaten.
Örneğin, bitkileri hızla büyütebilen Hint fakirleri var. Ve de aynı anda
iki yerde birden bulunma gibi fenomenleri meydana getirebilen insanlar var.
Burada, üst bir planın yasalarının alt bir plana, fizik plana hakim olması
söz konusu. Yani üst plandan örnekler sergileniyor. Ruh varlığının kudreti,
istenirse şuurlu olarak çok farklı tezahürler meydana getirebilir, şeklinde
gözler önüne seriliyor.
Enerji Yoğunlukları
Zaman dediğimiz bu
enerjinin yoğunlukları çeşitli planlarda, değişik mekanlarda farklılıklar
gösteriyor. En basitinden, şu anda İstanbul’daki zaman ile Ankara'daki
zaman, güneye gittikçe Antalya, Kıbrıs, belki Meksika ve Ekvator'a yakın
bölgelerinde Afrika'nın zamanları arasında büyük farklılıklar var. Buradaki
çok hızlı bir akış, orada son derece yavaş bir yaşam şekline dönüşebiliyor.
Örneğin Meksika’da ya da Ekvator'a yakın bölgelerde öğlen bir çalışma
saatinin ardından siesta yapmak bir adettir. İnsanlar orada iki-üç saat
dinlenirler ve oradaki hayat aksamaz. Oranın iş düzeni, ekonomik düzeni,
insanların hayattan beklentileri, duygusal, bedensel ve mantal durumları
zamanın bu yoğunluğuna göre ayarlanmıştır. Hiçbir şey aksamadan mükemmelen
işler. Ama oradaki sistemi İstanbul’a, New York'a ya da Paris'e uygulayın,
her şey alt üst olur. Büyük toplumsal kargaşalar meydana gelebilir, sistem
çöker.
Görüldüğü gibi, orada doğanın kozmik yapısının, çok önceden tasarlanmış bu
planın işleyişine uygun olarak varlık bir tavır almıştır. Zaten orada bunun
üstüne çıkabilmesi mümkün değildir. O zaman beden işleyişinde, beden
yapısında, onun zamanında birtakım aksaklıklar meydana gelecektir.
Bu sefer yine sistem çökecektir. Onun için belli bir tavır almıştır. Hayat
enerjisi çok yoğundur ve dikkat edilecek olursa, özellikle tropikal ve
ekvatoral bölgelerde bitkiler, hayvanlar devasa boyutlardadır. Hayat
enerjisi fizik plana etki edecek şekilde yoğunlaşmıştır. Zaman enerjisi
orada, ruh varlığının mantal bir faaliyet göstermesine yetecek miktarda
bulunamamaktadır.
Zaman enerjisinin büyük
bir bölümü, hayat enerjisini bu tipte fizik planda meydana gelecek
değişikliklere yöneltmiştir. Hareket, zaman enerjisinin adeta bir tezahürü
olmaktadır. Her şeyde bir hareket var.
Bir
iskemlenin içinde de, atomlarında, elektronlarında büyük bir hareket var. O
duruyor gözükse bile... Bizler şu anda sürekli hareket halindeyiz. Oturuyor
olsak bile düşünüyoruz, kanımız dolaşıyor. Alyuvarlar sürekli olarak
hücrelere, dokularımıza hayat enerjisi taşıyor.
Hiç farkına varamadığımız, asla şuuruna varamayacağımız büyük bir devinim
içerisindeyiz. Farkında olsak da, olmasak da, bedensel, zihinsel ve duygusal
olarak çeşitli tesir kademelerine girip çıkıyoruz. Ve bu hareket, adeta,
zaman enerjisinin bir tezahürü olmaktadır. Akış, zaman enerjisiyle
gerçekleşebilmektedir. Aksi halde atalet olur ki, bu da evrenin hiçbir
noktasında mevcut değil. Ve hayat enerjisiyle birleştiğinde bu canlılık ve
mekanlar hasıl oluyor. Şu anda fizik plan, ruh varlığının, hareketi meydana
getiren zaman enerjisini kullanıp, hayat enerjisine yaptığı etkiyle meydana
getirilmiş durumda.
Şuurluluğu, maksatlı hareketi gördüğümüz zaman da, zaten burada ruh
varlığının iradesine hemen hükmedebiliriz. Bizim zamanımız,
algılayabildiğimiz kadarıyla lineer, yani doğrusal, ufki bir hat izler
şekilde akıp gitmektedir. Durmayan, sürekli ileri doğru belli bir maksada
yönelik şekilde akıp giden bir görünüm göstermektedir.
Farklı
boyutların zaman enerjileri
Ancak, zaman zaman da bu özellikten
dışarı taşılmaktadır. Örneğin transa girildiğinde. O andaki fizik planda
varlığın kendisine yansıyan hadiselerin birbiri ardı sıra dizilişi, bir
yerde askıya alınmış olduğundan, o zamanın enerjisinin etkisinden varlık
dışarı çıkmakta ve farklı bir boyutun zaman enerjisine tabi olmaktadır.Astral
planın zaman enerjisine tabi olmaktadır. Oradaki zaman ise, adeta bizim
buradaki, kaba plandaki zaman akışına göre zamansızlık denecek kisveye, bir
niteliğe sahiptir. Nasıl oranın maddesi varlığın imajinasyonuna göre, bu
kaba plandakine nazaran çok daha çabuk, hatta daha çabuk ifadesi bile yavaş
kalıyor, anında bir tepki veriyorsa (burada 12 katlı bir binayı, iyi bir
müteahhit seçilmiş ekibiyle çalıştığı zaman bir senede bitirmekte), anında
iş oluyorsa, zaman enerjisi de varlığın şuur durumuna göre bir üst boyutta
bir tepki vermektedir. Yine orada yaşamakta olanların şuuruna aksetmekte
olan etkisine göre de, zaman buranın beş dakikası, oranın beş bin yılı ya da
oranın beş bin yılı buranın beş saniyesi gibi olabilir veya hiç zaman
geçmemiş, anında olmuş gibi de olabilir.
Örneğin, ekminezi
çalışmaları bunu göstermektedir. Orada, şu an ile bundan elli yıl öncesi
adeta birbirine bitişmektedir, yapışmaktadır, bir bütünlük oluşturmaktadır.
Tabi ki orada,mekan da zamana bağlı olarak aynı etkiyi vermektedir.
Bir duru görü
hadisesinde, örneğin Stephan Ossowiecky'nin Marlenbad dinlenme mahallinden
400 mil ötede, bir gazetecinin kuma çizdiği imajı anında algılaması, bilim
adamları tarafından da doğruluğu saptanmış, asla bir hilesi olmayan bir
deneyimdir; buna benzer birçok deneyim var. Yani mekan da ortadan kalkıyor.
Aynı şekilde telepati hadiselerinde, düşüncenin zihinden zihne anında
aktarımı var. Geleceğin algılanması da bu kapsama girmektedir. Burada, bir
ay, bir sene, beş yüz sene sonrasının o an içinde algılanması söz konusu.
Varlık tamamen üst boyutun yasalarına tabi olan bir algılama, bir şuur
hali içerisinde.Onun için ortaya, gayet rahat bir şekilde 800 yıllık kehanet
listesi çıkartabiliyor, Nostradamus gibi.
2000-3000 yıla kadar varabilen geniş bir zaman skalası içinde varlık, o an
içerisinde gezinip bunun kanıtlarını size gayet rahat, belirgin bir şekilde
aktarabiliyor.
Örneğin
Pascal Fortune'a, 1920'Ii yıllarda, bir sinema
salonunda herhangi bir koltuğu gösteriyorlar. Diyelim 10. sıranın 20
numaralı koltuğu. Bir ay sonraki konferansta oraya kimin oturacağını,
isminin ne olduğunu, o kişinin yakın zaman içerisinde planladıklarının neler
olduğunu ve belli bir geçmiş içerisinde de yaşamış oldukları.nın neler
olduğuna varıncaya kadar, gayet detaylı bir şekilde birtakım açılımlar
yapabiliyor.
Aynı şekilde Gerard Croiset de böyle, ki kendisinden aynı zamanda polisler
de büyük ölçüde yararlanmışlar. Bunlara Ingo Swann'ı da katabiliriz. O da
gezegenler arası bir astral projeksiyon yapıyor ve Jüpiter'den o anda, o
zamanda ve mekan içerisinde algılanması mümkün olmayan birtakım verilerle
geliyor. Bunun, zaman ile olan ilgisi şöyle: Dünya'dan Jüpiter'e ulaşmak
için uydu ile ne kadar zaman gerekecekse, diyelim bu bir yıl, iki yıl
olabilir, Ingo Swann için bu mesafe o andır. Kendisi Florida'da yine
konsantrasyona geçip, Antarktika'daki bilim adamlarının o anda kurmakta
oldukları çadırı tarif etmiştir,
"Şu
anda sarı renkte çadır kuruyorlar"
gibi. Aynı zamanda bu, radyo ile de teyit
edilmiştir. Görüldüğü gibi, Florida'dan Güney Kutbu'na ulaşmak için günler
gerekir, fakat zaman ve dolayısıyla ona bağlı olarak da mekan o an
içindedir, sıkışmış durumdadır.
Zaman akışları
Bundan da anlaşılıyor ki,
zaman enerjisi, ruh varlığının kullanımına bağlı olarak kendisini
gösteriyor. Astral alem zamanı, yani spatyom planının zamanı oranın
realitesine; fizik planın zamanı ise buranın realitesine uygun olarak akış
içerisindedir. Zamanı tek bir merkezi enerji olarak düşünürsek aynı
niteliktedir; fakat varlığın titreşimsel seviyesi, frekansı onu farklı
göstermekte, onun algılayışında fark meydana gelmektedir. Biz bunu günlük
yaşantımızda da zaten görüyoruz. Bizim için bazen bir saat bir gün gibi
geçebilir, bazen de bir gün bir saat kadar kısa kalabilir. İçinde
bulunduğumuz mekandan hoşlanmamıza bağlı olarak şuur durumumuzda birtakım
değişiklikler meydana geliyor ve zamanı algılayışımız değişiyor. Tabı ki
burada, maddi ortamın özelliğinin etkisi de var. Ayrıca hepimizin zamanı da
değişiktir. Çünkü hepimizin şuur ve idrak durumu da değişiktir. Kimimiz
için,belli bir mekanda geçirilecek bir yarım saat hiç tahammül edilmez
olduğunda şuur ve idrak durumumuza göre çok uzun olabileceği gibi;kimimiz
içinse bir an gibi geçer, hatta “ne çabuk geçti zaman, anlayamadık.” deriz.
Spatyomun, yani astral
alemin alt kademelerinde ise çok enteresan, binlerce yıl önce ölmüş olup da
kendisini hala, yaşadığı zaman ve mekan dilimi içerisinde zanneden
varlıklarla görüşülmüştür. Bunlar da birer kanıt olarak ortadadır. Örneğin
bir Asur kralı, kendisini hala tahtında oturuyor, ülkesini yönetiyor olarak
da tasavvur edebilir ve medyoma bu imajı verebilir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi dünyada zaman, olayların art arda gidiş
biçimini ifade etmektedir; çocuğun doğması, büyümesi gibi. Örneğin buğdayın,
önce tohumunun ekilmesi, sonra başak haline gelmesi ve biçilmesi. Ağacın
meyve vermesi ya da tohum halinden ağaç haline dönüşmesi vs. gibi...
Dünya adı verilen bu
mavi kürede lineer gibi gözüken bu zaman akışı aslında dairesel, yani
çevrimsel, devresel bir akış içerisindedir. Bunun en belirgin örneklerinden
bir tanesi, ezoterik kaynaklara dayanarak verilen bilgilere göre, kıtaların
birbiri peşi sıra batması veya çıkmasıdır. Çok öncelerde, Mu ya da Lemurya
Kıtalarının sulara gömülmesi neticesinde Atlantik Okyanusu'nda Atlantis
Kıtası'nın belirdiği ifade edilmektedir. Daha sonra onun suların dibine
gömülüşüyle birlikte, daha önce deniz olan pek çok bölgede karaların
yükseldiği ve oraların, bugün üzerinde insanların yaşadığı, ulusları,
ülkeleri ve kültürleri barındıran birer mekan haline geldiği ifade
edilmektedir. Bunlardan bir tanesi de Gobi çölüdür. Zamanında Gobi Denizi
idi, ki zaten yapılan araştırmalarda milyonlarca yıl önce burada yaşamış
olan deniz hayvanları fosillerine rastlanmıştır.
LİNEER ve ÇEVRİMSEL ZAMAN -II-
Haluk Özden
(Ruh ve Madde Dergisi
S: 474-475-476,:C:40) |
Ezoterizmde
hayat enerjisinin,
doğudan batıya doğru bir akış içerisinde olduğu ifade edilmektedir;
enerjinin dairesel bir şekilde adeta dünya turu yaparcasına yaptığı
akış; medeniyetlerin de birbiri peşi sıra, doğudan batıya doğru hayat
enerjisinin parlak ışığının yayılışı olarak açıklanır. Doğu bir zamanlar
dünyanın kültür ve uygarlık beşiğiyken bu enerji ve bu manyetik alan
yavaş yavaş batıya doğru kaymıştır. Aynen güneşin izlediği yolu izler
bir şekilde. Ve sırasıyla Mısır, İran, Kalde, daha sonra Yunan, Roma,
Avrupa ve Amerika... Günümüzde de, tekrar doğuya doğru gideceği ve
Japonya'ya ve Asya'ya sirayet edeceği ifade edilmektedir, ki zaten
günümüz doğusunda yani Asya'sında, Japonya'sında, özellikle bunun
belirgin tezahürlerini görmekteyiz.
Kutupların da yer değiştirmesi söz konusudur, ki daha önce bu
hadisenin birçok kez meydana geldiği bilim adamlarınca da elde edilen
bulgularla saptanmıştır. Örneğin Jeolog Charles Hapgood, kutupların daha
önce, yüz bin yıl içerisinde üç kere yer değiştirdiğini saptamıştır.
Ayrıca, Hugh Brown hayatı boyunca hükümetleri tehlikeye karşı uyarmış,
ama bu oluşum zaten dünyanın kendi doğal yaşamı olduğu içinde insanoğlu
kaymaların pek önüne geçebilecek durumda değil. Antarktika'daki aşırı
buz birikiminin durumu ilginç. 1930 yıllarında oraya dikilen 35 metrelik
bir radyo kulesi var ve 1960'lı yıllarda oraya gidilip bakıldığında, bir
metrelik bir bölümü dışarıda kalmış şekilde, tamamen buzlara gömülü
olduğu görülmüş. Ve Brown şöyle devam ediyor:
“Antarktika gibi muazzam
bir alanı düşünün; tümüyle birlikte 30 metre yükselecek kadar bir buz
birikimine sahne oluyor. Bu buz birikimi, artan bir hızla devam
etmektedir, mutlaka ve mutlaka dünyanın dengesini bozacak ve bir gün
kutupların yer değiştirmesine neden olacaktır. Zaten dünyanın manyetik
ekseninde de bir kayma saptanmaktadır."
Çevrimsel Zamanın Ezoterik Açıklaması
Dünyanın
da kendine göre bir soluk alıp vermesi vardır. Kalbimizin açılıp
kapanması, kanın bütün vücudu dolaşıp birazcık değişmiş olarak ve
aslında tekamül etmiş olarak, her ne kadar kirlense bile yine aynı
merkeze dönmesi, yine çevrimsel bir zaman akışını göstermektedir. Bazı
araştırmacıların, okültistlerin, özellikle Teozofi Cemiyetinden Charles
Leadbater, Anne Bassent, Max Heindel'in verdikleri bilgiler bu konunun
ezoterik yanını anlatmaktadır.
İnsanı üçlü bir sistem olarak ele alıyorlar (beden, ruh ve aradaki
astral bedeni veya spiritüalizmdeki terimiyle perisperi), bu sistem yedi
yıllık devreler halinde gelişmektedir. Bir çocuğun esiri bedeni yedi
yaşına kadar olgunlaşmaktadır. Ve yedi yaşından itibaren faaliyetini
göstermektedir ki, bu hayati beden, fizikteki aşırı gelişmeyi temin
eder. Esiri beden hayat enerjisinin belli başlı taşıyıcısıdır. Nitekim,
dikkat edilecek olursa çocuklar 7 yaşından itibaren çok hızlı bir
gelişime tabi olurlar.
Astral beden yine 7 yıllık bir siklus içinde olgunlaşır ve 14 yaşından
itibaren devreye girer diyorlar. Ve 21 yaş
mantal bedenin, zihin bedenin olgunlaşmasıdır, ki nitekim
insanın zihinsel faaliyeti 21 yaşından itibaren giderek doruğa yükselir.
Bu şekilde 7'şer yıllık devreler halinde insan varlığının gelişimini
izah etmeye çalışmışlardır. Fransız araştırmacı Claude Bernard'ın
araştırmalarına göre, insan vücudundaki bütün hücreler, devresel olarak
yine 7 yılda bir komple yenilenmektedir. Siz bir arkadaşınızla, son
gördüğünüzden 8 yıl sonra rastlaşabilirsiniz. Ama o artık, o 8 yıl
önceki insan değildir. 8 yıl önceki Ahmet'ten veya Mehmet'ten, o insanda
eser yoktur. Çünkü hücrelerinin hepsi değişmiştir. Tabi o insanı bir
fizik madde olarak, elementlerden oluşmuş bir madde olarak ele
alırsanız, yine de fazla bir fark göremezsiniz. Çünkü aslında o maddeye
etkin olan ruh varlığıdır. Ona tabi olarak değişen de o insanın astral
kalıbıdır, perispirisidir. Hücrelerin hayatlarını çok çabuk
kaybettikleri ve sürekli yenilendikleri bilinmektedir. Araştırmacının
ifadesine göre, 7 yıllık devrelerde komple bir yenilenme vardır.
Çevrimsel Zaman
Akışında Yükseliş-Çöküş
Bu çevrimsel zaman
akışında 520 yıllık bir saptama Kaptan Bruck tarafından yapılmıştır.
1800'Iü yılların sonlarında yaşamış
Belçikalı bir araştırmacı
olan Bruck'un ifadesine göre, bir toplumun ya da medeniyetin
yükselişinde 520 yıllık bir ilk safha vardır ki bu, yükselişe kadar
götürür. Bu 520 yıldan sonra ikinci bir 520 yıl daha vardır, bu da
çöküşün başlangıcıdır diyor. Yani bir merkezden çıkıp doruk noktaya
ulaşma, sonra tekrar aşağıya düşme. Tabi bu bütün toplumlar için böyle
değil. Uygarlığını çok uzun süre sürdürebilmiş toplumlar için bu
gözlemlenebilir, ki bunu Fransız medeniyetinde gözlemişler. Araştırmacı,
“520'yi 16'ya, 36'ya vs. bölerek alt bölümleriyle de aynı sonuçları elde
etmek mümkündür”, diyor.
Ancak bu hayatın akışı, yani hayat enerjisinin dünya üzerinde doğudan
batıya doğru akışı ve belli bir süre sonra, belli bir medeniyetin beşiği
olan yöreyi terk edişi neticesinde bir çöküntü meydana getirmesi bu
periyodik sisteme göre doğaldır ama orada yaşayan toplumlarda, bu
yozlaşma olayının tek istisnası Mısırlılardır.
Mısırlılar Atlantis
Kolonisi
Mısırlılar, eski
Atlantis kolonisi olmaları nedeniyle atalarından miras olarak devralmış
oldukları çok gizli, okült bazı bilgileri kullanarak bu hayat
enerjisinin uzun süre, neredeyse 5000 yıldan fazla -belki çok daha
eskilere de uzanıyor olabilir- orada kalmasını sağlayabilmişlerdi. Zaten
Mısırlıların yapılarından, hayat biçimlerinden ve tapınaklarındaki
çeşitli papirüslerden, çeşitli duvar resimlerinden bizlere yansıyan
yaşamları, kültürleri, inanç uygulamaları, kültleri, tapıncaları, kozmik
enerjilerle iç içe olduklarını ve bunları kullanabildiklerini
göstermektedir. Bunların en belirgin özelliklerinden birisi mumyalama
yöntemidir.
Mumyalama yönteminin başlıca fonksiyonlarından birisi, vücudun
hayatiyetini sağlamakta olan esiri bedenin vücuda en yakın kısımlarının
mümkün olabildiği kadar uzun bir süre vücut yöresinde bulunmasını
sağlamaktır, ki bunu sağlamanın tek çıkar yolu da, vücudun bozulmasını
önlemektir.. Yani bizim şimdiki tarihçilerimizin aktardığı gibi,
Mısırlılar, o adamın günün birinde kalkıp, yaşamını tekrar o bedende
sürdüreceğine inanmıyorlardı. Öte alemi çok iyi tanıyan insanlardı ve
bir bedenin işi bittikten sonra onun bir daha kullanılamayacağını
biliyorlardı. Beyni, sindirim sistemini, bağırsakları çıkararak bedeni
kullanılmaz hale getiriyorlardı, ama genel kalıp gayet sağlıklı bir
şekilde muhafaza edilmekteydi. İnkalar ve Güney Amerika uygarlıkları,
onlar da Atlantis kökenli olmaları itibarıyla, aynı tradisyona bağlı
olarak aynı işlemi uygulamaya çalışmışlar, fakat tabi ki Mısırlılar
kadar başarılı olamamışlardır.
Dünya
canlıdır
Dünya da bir
solunum yapıyor. Onun hayati yapısı da belli bir soluk alıp verme
içerisindedir. O da canlı bir varlık. Hatta gündüz, güneş ışığına tabi
olan yarı kürenin nefes alma, yani hayat enerjisini kendi bünyesine
çekme sürecidir. Gece karanlığının hakim olduğu, güneşten gelen o hayat
enerjisine muhatap olmayan yöresinde ise, dışarı nefes verme, yani
kullanılmış olan enerjinin atıklarının dışarıya atılması işlemi
sürmektedir. Bu, bizim bir günümüzdür. Bizim bir günümüz, dünya için bir
soluk alıp vermedir. Hatta birtakım ilginç saptamalar da yapılmış.
Örneğin: Bizim bir günümüz Dünya'nın bir saati ve Güneş'in bir dakikası;
bizim bir ayımız Dünya'nın bir günü, Güneş'in bir saati; bizim bir
yılımız, yani 365 günümüz, Dünya'nın bir ayı, Güneş'in bir günü deniyor.
Hindularda bu makro kozmik düzene ilişkin çok ilginç zaman saptamaları
var. Onlarda da bir güneş yılı bizim 360 yılımız ediyor. Yani 360 güneş
günü. Yine Hindularda büyük soluk var. Kozmosun
ya da bizim
ya da Dünya'nın soluk alış
verişinin belli bir zamanı var. Tabi bu soluk alış verişi, sadece
bedenin ciğerlere hava alıp vermesi olarak da göremeyiz. Bunun üstün
örtüleri daha açıldığı zaman da belli bir enerjinin içe çekilip tekrar
dışarı verilmesi ya da
merkeze dönüş ve merkezden uzaklaşma hareketinin, evrenin her hücresinde
mevcut olan bu hareketin bir yansıması görülebilir. Hindular bunu makro
kozmosa uygulamış ve kendilerine göre birtakım zaman dilimleri
saptamışlar. Büyük soluk ya
da büyük soluk alma pralaya
ve soluk verme mamantar
olarak adlandırılmış. ki bunun ikisi, onların deyimine göre
bir kalpa
meydana getiriyor. Bu da 8.640.000 yıl ediyor. Bizim için
tabi ki tasavvurların ötesinde bir zaman dilimi. Görüldüğü gibi, burada
zamanı kullanış varlığın şuur durumuna ve mekana göre değişiklikler
göstermektedir.
Dünyamız dengesi henüz oturmamış bir planet. Zaten eksenindeki eğiklik
ve elips durumunda bulunuşu da bunu göstermektedir. Yine bazı bilgilere
göre, dünya astrali
diğer planetlerle kolaylıkla irtibata
geçememektedir. Bu, faz eksikliğinden dolayı deniyor.
Tekamülde, gelişimde bir ağırlık vardır. Başka planet/ere kıyasla
dünyamız üzerindeki yaşam biraz ağırdır ve ağır bir zaman süreci
içerisinde cereyan etmektedir. Ve dolayısıyla varlıkların, yüksek
şuurlarıyla olan irtibatları kararmıştır, daha seyrektir. Diğer bazı
gezegenlerdeki yaşam tarzı ile arasındaki en belirgin fark ilk başta bu
olmaktadır. Ancak, bu yoğun ve ağır tekamül şartlan içerisinde Dünya
üzerinde yaşayan varlıkların hisleri gelişmektedir.
Dikkat edecek
olursak bizler günlük yaşantımızda hislerimiz, duygularımız vasıtasıyla
bir eğitime tabi tutulmuş ya da kendi kendimizi eğitiyor
durumdayızdır. Bu epröv ortamına, sınava, laboratuara bunu bilerek
girmiş varlıklar olduğumuz için, bu da bizim onayımızla gerçekleşen bir
olaydır.
Üst
şuurumuzla, öz benliğimizle irtibatımız son derece seyrektir. İçinde
bulunduğumuz mekan, o mekanda olup bitmekte olanlar, o mekanın bize
verecek oldukları, bizi oraya getiren sebeplerin ne olduğu, şu andaki
pozisyonumuz, bir saat sonra hangi duygular içerisinde olacağımız ya da
bir saat önce hangi durumda olduğumuz gibi tüm hayatımız boyunca gayet
dar kapsamlı bir algılama içerisindeyizdir. Göremeyiz, on dakika sonra
ne olacağını bilemeyiz.
On dakika
önce olmuş olanların da bizim için gerekliliğini, varlığımıza neler
kazandırdığını tam manasıyla idrak edemeyiz. Yine bedenden ötürü, yine
bu ağır zaman ve mekan şartlarından ötürü unutkanlığımız vardır. Bir
saat önce söylemiş olduğumuz şeyleri unuturuz, eşyalarımızı kaybederiz
vs. Hepimiz kendimizden birçok örnek bulabiliriz. Fakat bu ağır şartlar
içerisinde hislerimiz gelişiyor. His adı verilen o mekanizma sayesinde,
dünya maddesinin bütün etkisini içimize alıp, varlığımıza, bünyemize
sindirebiliyoruz.işte bu, zaten Dünya'nın özel bir okul, özel bir eğitim
merkezi olmasından kaynaklanmaktadır.
Dünya maddesi
gelişmiş değildir. Dolayısıyla, dünya üzerinde yaşayan insanlık
realitesi de ağır gelişmektedir. Fakat özellikle komando eğitimini
hatırlayacak olursak, orada da varlık, içinde yaşadığı rahat mekandan,
sıcak sulu, belki de jakuzili banyosundan alınıp, şehrin bütün
olanaklarından koparılıp bambaşka bir mahrumiyet mekanına götürülüyor.
Askerlik eğitimi içerisindeki yoğun komando eğitiminde şartların birkaç
kat daha ağırlaştırılarak, zamanın ve mekanın işleyişi birkaç kat daha
yoğunlaştırılarak, bedensel olarak birçok olanağın kısıtlandığı bir
ortam meydana getirilmektedir ve bundan da kasıt, varlığın
kapasitesinin, tahammül gücünün genişlemesidir, esnekliğinin
gelişebilmesidir. Bir insan, duygusal olarak değerlendirdiğinde
kendisinin layık olmadığı, kendisine çok kaba gelebilen ortamlara, zaman
boyutlarına dalabildiği zaman, onun üst varlığında otomatikman bir
gelişme meydana gelmektedir.
Bir varlığın
gelişmişlik derecesi, onun ne kadar yukarıdan, ne kadar aşağıya
inebildiğiyle ölçülmektedir. Bu yüzden Dünyamız, hayat enerjisinin ve
zaman enerjisinin akışı bakımından her ne kadar yoğun şartlarının,
varlığın üst şuuruyla irtibatını zayıflatmış olduğu bir mekan olarak
değerlendirilse de, özellikle yüksek ruhi kudretlerin bir deney yeri
olduğu ruhsal tebligatlarda ifade edilmektedir. |
ZAMAN
ÜZERİNE |
Günün
penceresini daha önce de belirttiğimiz gibi olguların, olayların,
kavramların ötesine geçmek için açtık.
Zaman mı?
O da nesi? Zaman üstüne düşünmeye değer mi? Demeyin sakın!
Zaman kavramı, üzerinde durulması, çeşitli yönlerinden irdelenmesi
gereken çok, ama çok önemli, hayati ve temel bir
olgu. Yeni Dünya anlayışı için, bizim için, çağı ve kendimizi daha
yakından gözleyebilmek için zaman olgusunu biraz irdelememiz gerekiyor.
Zaman
deyince ne anlıyoruz?
Bizde yarattığı ilk izlenim; zamanın fiziksel bir olgu olduğudur. Bu
fiziksel zaman bizde, Güneş Sistemi'ne dahil olan gezegenimizin, güneşin
etrafında dönmesi, bu hareketlere göre yıl kavramı; dünyamızın kendi
etrafında dönmesi ve gün kavramı, saat kavramı, saatin kendi içindeki
bölümleri dakika, saniye, salise; tüm bu hareketlere göre şekillenen
dünya üzerindeki canlılığın genel periyodik hareketleri, iklim
değişimleri tarzında bir izlenim yaratır. Hemen ardından mekanlar arası
hareketler, iki mekan arasındaki uzaklık-yakınlıklar, bu mesafeler
arasındaki gidip gelmeler de bu fizik zamana göre belirlediğimiz ikinci
bir zamanı kavrayabilme unsurumuzdur. Zamanı fiziksel bir olgu olarak
ele almamızın bir diğer temel nedeni de, dünyadaki yaşam süremizdir.
İnsan, her şeyi olduğu gibi zaman anlayışını da bedenli yaşamına göre
şekillendirir.
Peki! Günün penceresinden soruyoruz! Zamanın bu sınırları tanımları
size yetti mi? Konuyu ya da olguyu anlamış ve kavramış oldunuz mu?
GÜNLÜK
YAŞAMDA ZAMAN
Zaman bizim içinde bulunduğumuz şuur seviyesine göre değişen önemli
bir kavramdır. Örneğin, gün içerisinde sayısız şeyi zaman kelimesini
kullanarak anlatırız.
"Ne zaman geleceksin?"
dediğimizde Hangi saatte geleceksin mi demek
isteriz? Yoksa hangi günde mi? Peki, "Zaman
zaman içim sıkılıyor" derken buradaki
zamanlarla neyi kastederiz? Geçmişi mi, şimdiyi mi, yoksa geleceği mi?
"Uygun bir zamanı bekliyoruz"
derken, burada beklenilen uygun zamandan kasıt nedir?
"Çok uygunsuz bir zaman seçtiniz"
deki uygunsuz zamanla anlatılmak istenen nedir? Bir de
"Zamanı gelince o da olur"
deriz. Buradaki zamanı gelme meselesi de ne demektir? Zamanı gelmek,
zamanı gelmemek... "Bazen -bazı zaman-
içimi bir hüzün kaplıyor"la hangi zaman
anlatılmak istenmektedir? Peki ya "Zamanım
yok" Bu şekilde örnekleri çoğaltmak
mümkündür. Burada, günlük hayatımızda tamamen fiziksel bir zaman
sistemine göre yaşamamıza rağmen, zamanı, farkında olmadan çok daha
değişik anlamlarda kullandığımızı tespit etmeye çalıştık. Bütün bunları
toparladığımızda, ortaya çıkan sonuç şu: Bizim zaman anlayışımızı
belirleyen şey maddedir, fiziktir. Yani duyu ve duygularımızla
algıladığımız şeylerdir. Evet, bizim zaman anlayışımız bu kısıtlı
algılamalarımızla sınırlı olabilir. Fakat acaba
”ZAMAN” bizim bu
kısıtlı algılamalarımızla sınırlı olan bir şey mıdır? Elbette değil!...
ZAMAN
ENERJİSİ
Zaman, Dünya'yla veya Güneş Sistemimizle sınırlı bir olgu değildir.
Zaman bir enerjidir. "Zaman Enerjisi",
varoluştaki dört temel enerjiden (Ruh, Zaman, Hayat, Fizik) biridir.
Zaman enerjisi; varoluş enerjilerinden birisidir. Zaman enerjisi,
içinde enkarne olduğumuz sistemin işleyişini sağlayan yasaların meydana
getirircisi, meydana getirdiği yasaların uygulatıcısı ve bu yasaların
yenileyicisi durumunda olan başat bir enerjidir.
Zaman ve hayat enerjilerinin birleşmesinden meydana gelen fizik
enerji, bildiğimiz ve bilmediğimiz boyutları evrenleri ve varoluşları
meydana getirir. Bu üç enerji (Zaman,Hayat,Fizik) üstün enerji de
denilen Ruhi enerjilerin tasarrufundadır. Bu noktada bu kozmik
enerjilerden biri olan zaman enerjisiyle kastedilen şeyin, yüklenen
anlamın günlük zaman kavramımızla hiç bir benzerliği yoktur. Zaman
enerjisi adeta evrenlerin, mekanların iskeletidir, temel taşıdır. Bir
kudrettir. Çeşitli boyutların oluşturucusudur.
Bedenimizden gezegenimize, Güneş Sistemimize, galaksimize kadar her
şeyi kapsayan, tüm çeşitliliğiyle tanzim eden zaman enerjisidir. Yani
zaman enerjisini çektiğimiz anda ortada ne evren kalır, ne Güneş
Sistemi, ne de Dünya. Örneğin, Dünya'nın çok kısa bir müddet durduğunu
düşünelim. Ya da yerçekiminin birkaç dakika için değiştiğini düşünelim.
Ne dünya düzeni kalır, ne iklim, ne coğrafya ne de hiçbir şey. Her şey
ters-düz olur; tüm dengeler karışır.
İnsan vücudunu evrene benzetirsek, zaman enerjisini de kana
benzetebiliriz. İnsan vücudundaki tüm birimlerin arasındaki
koordinasyonu ve hayatiyeti sağlayan, tüm noktaları bir tek bütün haline
getiren, her sistemin birbirinden haberdar olmasını sağlayan, en büyük
ortak alandır kan. Belki bu örnekten yola çıkarak zaman enerjisi ile
ilgili farklı bir sezgiye ulaşabiliriz.
Ruhsal enerjinin varlıkları ve evrenleri yaratabilmesinde zaman
enerjisi çok büyük bir katalizör vazifesi görür, adeta fizik evrenin
kendisidir o. Zamana bağlı olmayan bir canlı tanıdınız mı? İster zengin
olsun ister yoksul, ister güzel, ister çirkin; En tepeden en aşağıya
kadar zaman enerjisinin, üzerinde tasarruf kullanmadığı ve bu gezegen
üzerinde zamanı sınırlı olmayan hiç kimse yok…
Peki sınırları aşabilir miyiz? Ruh zamanı daha farklı da kullanabilir
mi? İnsan düşüncesinin, psişesinin, ruhunun sınırı, önü-arkası var
mı?!...
Neden Olmasın?... |
ZAMAN YOĞUNLUKLARI |
Geçmişte ne varsa, gelecekte de
hepsi |
Kabuklarla ve unutulmuşun şekilsiz artıklarıyla saçılmış oraya
buraya |
Sonraki, hepsine taç giydirecektir |
Ve Zaman, şu şanlı ortak hüküm verici |
Her şeye bir nokta koyacaktır. |
Shakespeare
(Troillus ve
Cressida) |
Bizler zaman enerjisini
sadece kronolojik hareketlere göre değerlendirip, hep aynı lineer zamanı
kullandığımızı zannedebiliyoruz. Bu anlayış, şuurda sınırlamalar,
aşılması zor olan duvarlar, kalıplar oluşturuyor. Oysa zaman öyle
tanımlanamayan kozmik bir enerji ki, asla lineer akmıyor. Zaman
enerjisi, çeşitli yoğunlukları ve seyrelmeleriyle, her insanın kendi iç
zamanını yalnız kendine has bir şekilde yaşamasına neden oluyor.
Mitolojideki adıyla Kronos, (zamanın
yöneticisi) Gaia adı verilen dünya
gezegeninde şimdilik tam anlayamadığımız bir
düzen sahibi. Tıpkı mitolojik öyküsünde olduğu gibi…
Uranos’la Gaia’nın (astrolojide gökyüzü ile
yeryüzünün) son oğulları Kronos Titanlar
soyundandır ve babası Uranos’u erkeklikten
yoksun etmekle birinci kuşak tanrılarının egemenliğine son verip, ikinci
kuşağı başa getirmiştir. Beş erkek titan ve altı kız titan’ın doğuşundan
sonra Kronos ’un dünyaya gelişini
Nesiodos şöyle anlatır:
"Bunlardan sonra Kronos
geldi dünyaya, O art düşünceli tanrı, en belalısı
toprak oğullarının, ve Kronos diş
biledi yıldızlı babasına."
Kronos’tan sonra Toprak Ana Kyklopları ve
Hekatonkheir’leri doğurduğu halde,
Uranos hepsini gün ışığına çıkar çıkmaz
Gaia’nın karnına gerisin geriye tıkmakta,
böylece onu inim inim inletmekteydi.
Gaia bir düzen kurdu ve o düzeni oğlu
Kronos’un eliyle gerçekleştirdi.
Yani yeryüzünde, gökyüzünün yasaları ancak zaman enerjisi aracılığıyla
gerçek olabilmektedir. Zaman olmazsa fizik dünya da olmaz.
Zaman enerjisi, çeşitli yoğunlukları ve seyrelmeleriyle, her insanın
kendi iç zamanını yalnız kendine has bir şekilde yaşamasına neden
oluyor. Gidilecek bir yol var, siz o yoldaki gidiş hızınızı kendi ruh
halinize ve algılama kapasitenize göre
ayarlıyorsunuz.
Şöyle örnekleyelim:
Dışarıdan baktığımızda hepimiz
insanız. Doğuyoruz, büyüyoruz, okuyoruz, işe gidiyoruz, evleniyoruz,
çoluk çocuk, torun-tosun sahibi oluyoruz ve sonunda ölüyoruz gibi
gözüküyor ama zaman enerjisinin bizler tarafından kullanışı bireysel
kapasiteye bağlı ve farklı farklı
yoğunlukları var.
Bireysel kapasite arttıkça kullanılan zaman enerjisinin hızı artıyor,
yoğunluğu ters orantılı olarak azalıyor. "Ne hafif, ne neşeli, ne zarif
insan, işleri de kendi gibi akıp gidiyor, hafif ve rahatlatıcı" diyoruz
hızlı zaman enerjisi kullananlara…
Biz bazı konulardaki aşkın düşüncelerimizle bu zamanın 100 yıl
ötesinde de olabiliriz. 1500 yıl gerisinde de…
Eski realitelerden kopmak istemeyenleri bir düşünün! 600
lü 1500 lü
yıllara takılıp kalmış ama bugünde bizlerle yaşıyor ve onların bizimle
aynı zamanı kullandığını zannedebiliyoruz. Bu tip o kadar çok insan var
ki hepimizin çevresinde!...
İlkokul yıllarından bir sınıf arkadaşımıza rastlıyoruz. Tabii yıllar
geçmiş, saçlar kırlaşmış, kilolar alınmış vs. Biraz sohbet ediyoruz,
aaa bir bakıyoruz o arkadaş hiç değişmemiş,
hala o bıraktığınız yıllarda, kendi dünyasında kavrulup gitmiş… Sonra
bir gün bir başka arkadaşımıza rastlıyoruz.
Bir de bakıyoruz ooo neredeyse buralardan
çekip gitmiş. Pek çok şeyi sahiden yaşamış, hissetmiş, özümsemiş genel
bir tablo da çıkarmış ve zihnini alıp gitmiş, bu darlıklardan… Başka
geniş zaman aralıklarında yaşıyor yaşamının geri kalanını…
Bu ikisi de hepimizin en az bir defa
başına gelmiştir…
Zaman üzerinde görüşlerimizi paylaştıkça açılıyor, derinleşiyor hatta
hafif ve sempatik hale geliyor değil mi her şey? Ne güzel! |
ZAMAN VE ALGILAMA |
Zaman enerjisinin
zamanın kullanım alanlarının, insanın şuuru ve algılama kapasitesi ile
bağlantısı çok fazla. O yoğunluk, derinlik, hafiflik,
yatay/dikey/paralel akış, her insanın kullandığı kendine ait zaman
enerjisine bağlıdır. İnsanların kendisini ayrı bir fert zannetmesi,
küreselliği, bütünlüğü fark edip yaşayamaması da yine şuurunun tabi
olduğu zaman yoğunluğundan, kabalaşmasından kaynaklanmaktadır.
Bencillik, çok benlilik de yine insanın, zaman enerjisinin yoğun
etki alanları olan kaba seviyelerinden kaynaklanıyor. Yani insan,
hareketlerine, düşüncelerine ve meydana getirdiği şuur durumlarına göre
zaman enerjisinin farklı seviyedeki vibrasyonlarına, titreşimlerine tabi
oluyor. Zaman enerjisinin az yoğun bulunduğu alanlarda varlıkların şuur
seviyeleri çok genişlediği gibi, zaman enerjisinin çok yoğun olduğu
alanlardaki insanların şuur seviyeleri daralır.
Zaman enerjisinin
titreşimlerinin ince-seyreltik veya yoğun oluşuna göre yeni
"Enkarnasyon
(Doğum)
Yasaları"
devreye girmektedir. Zaman enerjisinin
yoğunluğuna bağlı olarak meydana gelen ortamların imkanlarına göre o
mekana doğacak olacak varlıklar belirlenir. Her varlığın kendine has bir
zaman yoğunluğu olduğu gibi, her evrim ortamının da kendine has genel
bir zaman yoğunluğu bulunur.
Buradaki zaman yoğunluğundan kastedilen şey, zaman enerjisinin
görünümleri, diğer enerjilerle olan kombinasyonudur. Ay'da mevcut olan
enerji yoğunluğuyla Dünya'daki enerji yoğunluğu farklıdır. Doğal olarak
başka bir gezegende yaşayan varlıklarla, Dünya gezegeninde yaşayan
varlıkların enerji yoğunlukları birbirinden farklıdır. Ama bu demek
değildir ki, ince seviyeli bir zaman enerjisinin baskın olduğu bir
mekanda yaşayan bir varlık dünya gezegenine adapte olamaz. Bu noktayı
anlamak için spiritüel açıdan
‘Doğum’
konusunu gözden geçirmemiz yararlı
olabilir.
Varlığın doğumuyla
beraber şuurunun daralması veya enerjisinin azaltılması. Aslında bu
kavramın altında yatan konu zaman enerjisiyle yakından alakalı olabilir.
Yani enkarnasyonu zaman enerjisi açısından
değerlendirdiğimizde, mekanını tam olarak bilemediğimiz ruh varlığı,
tabi olduğu zaman enerjisinin seviyesi yoğunlaştığı zaman dünyanın
spatyomuna konsantre olarak yeryüzüne
doğmayı seçer.
Dünyaya
doğmak, daha özgür bir tanımla varlığın zaman enerjisinin farklı
yoğunluklarındaki geçişleridir diye de
düşünebiliriz. O zaman şu soruyu soralım. Doğum her zaman fiziksel olmak
zorunda mıdır? Aynı beden içindeyken de farklı
farklı anlayışlara geçtiğimizde, her
birinde yeniden doğmuş olmaz mıyız?
Öyleyse “ölüm
yok, sürekli yeniden doğuşlar var”
diyen mistikler ve Doğu Bilgeleri
haksız mı?
Yaratılış enerjilerinin bir
bileşkesi olan insanın şuurunda meydana gelen küçük bir hareketin dahi
bizlere göre en basit, en sıradan olarak değerlendirilen bir hareketin
dahi içinde bulunduğumuz zaman yoğunluğundan çıkarılıp daha farklı zaman
enerjisi yoğunluk alanlarına aktarıldığında ya
da başka bir paralel evrenin zamanında, aklımızın alamayacağı
izdüşümleri olabileceğini hiç düşündünüz mü?
“Bir sineğin kanat
çırpışının, evreni titreştirmesini”
bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar
var. |
KENDİNİ TANIMA ve ZAMAN |
Günün Penceresine,“YENİ
DÜNYA VE ZAMAN”
kavramlarıyla başladık. Güne, zamana, daha doğrusu
kendi yaşamımıza sahip çıkmak istiyoruz değil mi? Öyleyse kendimize
çevremize ve olup biten her şeye yepyeni bir pencereden bakabiliriz.
Hiçte sanıldığı kadar zor değil. Üstelik daha hafif, daha neşeli, daha
uçucu...
Çağı geçmiş klasik kavramlar, bazen öyle ağırlık yapıyor ki
üzerimizde; ayağımıza bağlanmış pranga gibiler, sonra bir de soruyoruz
kendi kendimize, “Yahu ben neden
yürüyemiyorum? Neden takılıp kaldım bu bana ait olmayan dünya
görüşlerine?”
İşte onlar prangalar. Bir bir bu gereksiz ve ağır bağları çözüp, hafif,
yeni ve bu çağa yakışan bir dünya görüşüne doğru ilerlemek için
araştırıyoruz, uğraşıyoruz.
Yeniyi yapılamak, yeniyi oluşturmak aslında öyle zevkli ki, insan
tadını, hafifliğini, keyfini yakaladı mı, bir türlü bırakamıyor ucunu…
İsterseniz yeni sayfalar açmak deyin buna… İstediğimiz gibi hafif ve
rahat yürüyemiyoruz demeyelim de, yürüyelim birlikte. Dağların dağ,
ırmakların ırmak gibi olduğu ülkelere…
Zen Özdeyişi
“Bir kimse Zen öğrenmeye başlamadan ona dağlar dağ
gibi, ırmaklar ırmak gibi görünür; iyi bir ustanın öğretisinden
yararlanarak Zen gerçeğine bir iç görü kazanmaya başlayınca, ona artık
dağlar dağ gibi, ırmaklar ırmak gibi gözükmemeye başlar.Ama en sonunda
gerçekten tam aydınlanmaya ulaşınca gene dağlar dağ gibi, ırmaklar ırmak
gibi görünür.”
der. Hep aynı şeyleri yaşamak ya da hep aynı
şeyleri yaşadığımızı sanmak sadece saat zamanı içerisinde, fiziksel
şeylere göre yapılan bir değerlendirmedir; ki fiziksel olarak bile aynı
şeyin tekrarı mümkün değildir.
1 saat içinde 3 km yüründüğünü tespit etmek ve
bunu sürekli yinelemek varlığın gelişimi açısından bir önem arz etmez.
Önemli olan o 1 saatlik yürüyüş süresi içerisinde yaşanan hallerdir.
Varlığın şuurunda meydana gelen hareketlerdir, varlığın ruhsal
etkilerle, madde ortamıyla, hatta paralel evrenlerle kurduğu
bağlantılar, bilgi alışverişleri, zamanın değişik akmasını sağlar.Başta
kendi varlığımızı, çevremizi, doğayı, evreni anlayabilmede,
tanıyabilmede zaman konusu üzerinde durmak gerekir, çünkü zaman
görecelidir. Hala zamanı sürekli aynı şekilde akan bir süreç gibi kabul
etmek bizi yanılgıya götürür. İnsan faktörü ve onun düşünce yapısı,
tıpkı kuantum düzeyde olduğu gibi burada da çok etkindir ve insan kendi
kullandığı zaman enerjisini inceltmek, seyreltmek ya da yoğunlaştırmak,
başka zamanlara akmak, zamanda ileri ya da geri gitmek yetisi ile
donatılmıştır. ‘Yeni Dünya Anlayışında’,
bilinmeyen bu yönlerimizin bilinir
kılınması hatta kullanılması söz konusu. Zaman görecelidir derken, bir
insana göre gün 24 saattir, diğerine göre 28 saattir demek istemiyoruz.
Ama diyoruz ki, Kronostan kopmadan, fizik zamanı aşmadan yeni
çağrışımlara ulaşabilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle zaman deyince
sadece saat zamanını, takvim zamanını anlamamaya çalışmalıyız.
Zamana bakış açısında küçük bir açı
değişikliğine ne dersiniz?
Zaman enerjisi...
İnsanın böylesine aşkın bir bilgi karşısında düşünebildiği, sezebildiği
şeyler o kadar kısıtlı kalıyor ki… İçinde yaşadığımız. küremizin,
üzerinde yaşayan tüm varlıklarıyla birlikte tabi olduğu devreleri
düşününce zaman daha da derin bir anlam kazanıyor. Örneğin mevsimler;
Lineer olarak dört mevsim olarak nitelenen bu devreler küre üzerinde
yaşayan tüm varlıkların tabi oldukları devrelerdir. İnsan vücudundan
toprağa, havaya, suya, mikroptan hayvana bitkiye kadar tüm varlıkların
tabı oldukları bu sürecin arkasında yatan nedir acaba? Bütün bunlar
sadece küremizin Güneş etrafındaki dönüşüne göre mi oluyor? Doğan bir
bebeğin büyümesi, çocukluk çağının sona ermesi ve erişkin İnsan olması
ve bu devrede meydana gelen fiziksel, astral ve mantal değişiklikleri
meydana getiren nedir acaba? İnsanlara binlerce yıldır ruhsal alemden
gelen mesajlar, peygamberler, bilgi külliyatları, medyomluk, enkarnasyon,
ilkeler, yasalar, sevgi... Sanki bu zaman enerjisinin her şeyle, bir
bağlantısı, bir teması var gibi geliyor insana… Mutlaka insanlık olarak
yakın gelecekte bu konuda da daha kapsamlı açık ve sade bilgilerle
karşılaşacağız. |
RUH ve BEDEN
RUH ve BEDEN |
Ruhsal yasalara göre kendimizin dışındaki diğer varlıklarla
iletişim,ruhun öz bilgisini kullanılır hâle getirir. Ruhun gerçek
hazinesi, kendinde saklı bulunan bilgiyi yaşanır ve kullanılır hâle
getirince ortaya çıkar. Hepimiz özümüzde var olan bu bilgiyi
uygulayabilmek için buradayız ve ruhsal güce aracılık etmek için
bedenleniyoruz.
Bedenlenmedeki amacımız, ruhun özünde saklı bulunan bilgiyi
kullanılır hâle getirmekten ibaret. Hepimizde Bütünsel olana ait kudret
saklı olarak vardır. Ve beden aracılığıyla yaptığımız deneylerle evrene
katkıda bulunuruz. Her varlık bu kudret hakkında kendi anlayışına göre
bilgi sahibi olur.
RUH
NEDİR? RUHUN TANIMI YAPILABİLİR Mİ?
Ruhun tam bir tanımını yapmak mümkün değil. Ruh sonsuzdur. Tüm
kelimeler sonlu oldukları için en iyi şekilde bir araya getirilseler
bile yaradılıştan var olan kudreti tanımlamak için yine de yetersiz
kalırlar. Ruh sayısız görünümlerdeki yaşamın, o olmaksızın fonksiyon
göremeyeceği sınırsız evrenin sebebi olan kudrettir. Tüm yaşamların
özünü oluşturan Tanrı gücüdür.
Ruh, irade ve gücü nedeniyle uyum sağlayabildiği ortamlarda
bedenlenen, yaşam adını verdiğimiz olguyla
bilgi ve deneyimlerini arttıran bir cevherdir. (Töz) Yeryüzü fiziksel
bir ortam olduğu için, ruh adı verilen tanrısal enerjinin milyarlarca
varlığa iletilebilmesi ancak beden aracılığıyla gerçekleşir.
BEDENLENMEDEKİ AMAÇ
Ruh ve beden ilişkisinin asıl amacı
fizik ötesine taşar ve bireyi ruhun bilgisine uyandırmayı amaçlar. Yani
maddî ortamlarda yaşayan varlık, madde dünyası içindeyken de ruhsal
dünyayı tanımalı ve onun gereklerini; sevgiyle, isteyerek, sevinçle bir
denge içinde yerine getirmeli…
Bedenlenmenin
amacı kişinin kendi kendisini
şuurlandırmak isteği.Yani neyi,neden, niçin,
nasıl, nerede ve ne zaman yapacağını bilebilmenin,
uygulayabilmenin yollarını öğrenmektir yaşamak. Her olayıyla da
bizi bilgilendirdiği için yaşamı, insanı, varoluşu sevmek öyle önemli
ki!...
İLÂHÎ
TOHUM
Varlık ruhsal yapısının şuuruna
vardıktan sonra doğal mirasının bir parçası olarak içinde saklı olan
ilâhî tohum açılmaya başlar. Ve o andan itibaren kişi tüm evreni
kaplayan sonsuz yaratıcı gücün ortaya çıkmasındaki rolünü şuurlu olarak
yerine getirir. Kendini bizim aracılığımızla ifade eden kudret, tüm
evreni meydana getirmiş olan kudretin bir bölümüdür. Bu kudret tüm
gezegen ve yıldızları donatan kudrettir. Okyanuslara gelgit enerjisini o
verir. Milyonlarca çiçeğe renk ve kokusunu veren, yıldızlara güneşlere
enerji sağlayan kudrettir.
Bu kudret doğumsuz ve ölümsüzdür. Daima vardır ve her şey onun bir
parçasıdır. Evrensel kudret, var olan ya da
var olmayan şeyler kategorisine sokulacak bir kavram değildir.
Ölçülemez. Bir isimle, şekille veya entelektüel varsayımla sınırlı hâle
getirilemez. Evrensel kudreti şeklî hâle getirmeye çabalamak boşunadır.
Bizler ruhu tam olarak bilemeyiz ve tanımlayamayız. Çünkü insan aklı
sonsuzluk ifade eden ruhun niteliklerini kavrayamaz.Bu yüzden de kutsal
kitaplar siz ruhu tanımlayamaz ve onun hakkında çok fazla bilgi
edinemezsiniz demişlerdir. Biz onu ancak bazı modellerle anlamaya
çalışabilir, görünümlerini algılayabiliriz. Aynen elektrik örneğinde
olduğu gibi.
Elektriğin aslını tam olarak bildiğimizi kim söyleyebilir ki? Ama ısı,
ışık şeklindeki görünümlerini biliyoruz.Ruhun da ne olduğunu tam olarak
bilmemiz mümkün değil, ama görünüleni gözlem
ve deney yoluyla saptanabiliyor. Deneysel ruh bilimindeki gözlemlerin
artmasıyla birlikte 20. yy.ın başından beri ruh bilimi felsefe ve
dinlerin zorunlu konusu olmaktan çıkmıştır.Metapsişik deney ve
araştırmalar, spiritüel çalışmalar,
özellikle yurtdışı üniversite ve laboratuarlarda,
enstitülerde bilimsel metotlarla da
araştırılarak bu konudaki bilgi ve tanımları sağlayan bilim dalları
olarak, ruhun bilimine ilişkin anlayış ve kavramları
geliştirmektedirler. |
|
İNSAN |
Ruh ve beden ilişkisini daha iyi
anlatabilmek için önce insanı tanımlamakla işe başlayalım. İnsan
dediğimiz varlığın aslı nedir? İnsan sadece bedenden mi ibarettir?
Yoksa doğrudan doğruya ruhun yansıması mıdır? Beden ölümle çürümeye
başlayınca o insandan geriye kalan sadece bir avuç toprak mıdır?
İnsan ne salt bedenden oluşmuştur, ne de ruhtan. İnsan ruh ve bedenden
oluşmuş üçüncü bir varlıktır. Tıpkı sodyum ile
klorün birleşip sodyum klorür, yani tuz olması gibi bir
bileşkedir.
İnsanın bir bedeni vardır, bir de ruhu vardır diye kesin bir ayrım
yapılamaz. Beden ruhun uzantısıdır. Bedeni şekillendiren ruhtur.
Spatyomdaki(öte alemdeki)
imajinasyonunu anne karnındaki cenine
yansıtarak onu şekillendirir. Aslımız ruhtur. Beden ruhun amacına hizmet
eden çok kıymetli bir araçtır.
RUH BEDENİN İÇİNDE MİDİR?
Sonsuzluğu içinde barındıran o müthiş
ilâhî kudret maddî ortama doğrudan yansıyamaz. Ruh ve madde ilişkisinde,
ruh, beden içinde bir mekâna sahip değildir. Yani bedenin içine şişeye
doldurulmuş su gibi bir ruh varlığı kapatılmış değildir. Beden içinde
ruh aramak yanlıştır. Bu nedenle,
“Neşterimin ucuna ruh diye bir şey
dokunmadı.”
diyen bilim adamı fark etmeden bir gerçeği ifade etmiştir.
Ruh ne bedenin içindedir ne de tam manasıyla dışında. O bedeni etkisi
altında tutarak onu canlı kılar. Örneğin,
siz Ay’da araştırmalar yapmak isteyen bir bilim adamısınız. Önünüzde
harika bir ekran var. Ay’a bir robot yolladınız. Onun aracılığıyla çok
değerli araştırmalar yapıyor ve onu her an izliyorsunuz. Ama siz o robot
değilsiniz. O sizin sadece bir aracınız. Ve bağlantıyı kestiğiniz anda
hareketsiz kalmaya mahkûm. Onun hareketliliği ve araştırma yapabilme
yeteneği bizden kaynaklanıyor. İşte ruh ve beden ilişkisini de buna
benzetmek mümkün. Ruh maddesel enerjiyi yönlendirir ve idare eder.
RUH
NEDEN MADDEYE BAĞLANIR?
Ruh etki eden, madde etkilenendir.
Maddeden kendi kendine maksatlı hareketler yapması beklenemez. Maddesel
evrenler ruhun yaratıcı gücü ve kontrolü altında varlıklarını
sürdürürler. Ruh öz itibarıyla, yaradılışından ötürü bu güce sahiptir ve
maddeye onu harekete geçirecek, geliştirecek gücü sağlar.
Ruhun önündeki en temel bilgi, kozmik yasa ve ilkeleri doğru uygulama
bilgisidir. Ve tanrısal ilkeleri kozmosa yayma vazifesini yüklenmiştir.
Böylece hem maddeyi geliştirir, hem de kendi deney ve gözlemlerini
geliştirir.Bilgisi, görgüsü artar. Bir gün
yasaları kullanma yetisini elde etmenin adayı olarak var olmuştur ve bu
onurlu görevini yerine getirmek çabalar, çalışır, uğraşır, bazen
sevinir, bazen üzülür… Bu nedenle yaşam çok ama çok değerlidir…
Yaşamı iyi değerlendirmek ve hızla
yüksek titreşimli ortamlara geçebilmek
gayreti, insanoğlunun en güçlü ve en kutsal yönüdür… |
|
PERİSPRİ – ASTRAL BEDEN NEDİR? |
Ruh özündeki sonsuzluk ve ilâhî
kudret nedeniyle doğrudan doğruya maddeyle temas edemez. Zaten madde de
ruhun enerjisini doğrudan taşıyamaz. Arada başka maddî araçlar, bedenler
vardır. Bu ara vasıtalara, ara bedenlere ruhçulukta
perispri
adı verilir. Doğu
öğretilerinde bu bedenlere astral, mantal, kozal
gibi çeşitli adlar takılmıştır.
Perisprital
beden, astral beden
ya da diğer adıyla
süptil beden, asla ruhun kendisi değildir. Sadece daha ince
titreşimli bir maddeden oluşmuş bir bedendir. Ruhçulukta, maddenin
değişik vibrasyonel katmanlarından
oluşturulan bu bedenlere astral bedenler ya
da perisprital yapılar adı verilir. Bir
örnek verelim: Kor ateşi, maşa olmadan elle tutamayız
ya da elimize kalem almadan yazı yazamayız.
Ruhun da maddesel bedenlerle irtibat kurabilmesi için fevkalâde ince
bir maddeden meydana gelmiş ara bedenlere gerek vardır. Bu
perisprital bedenlere ruhun mantosu adı da
verilir. İnsan çeşitli enerji bedenlerden meydana gelmiş bir bütündür.
Ruhtan maddî ortama doğru, bir titreşimler skalası
gibi renk tayfının en koyusundan en açığa uzanışı gibi bir akış vardır
Bir örnek
verelim: Barajdan gelen elektrik evlerimizin içine direkt olarak
verilebilir mi? Ana kaynaktan 30 bin volt olarak çıkan elektrik çeşitli
trafolardan ve santrallerden geçe geçe 220
volta iniyor ve onu ancak bu indirgenmiş hâliyle kullanabiliyoruz.
Mutlaka bizi sarıp sarmalayan bir enerji bedenimiz vardır. Bu enerji
bedeni ışıklı bir kozaya benzetmek mümkün. Sanki ışıklı bir koza
içindeyiz ve çevreye ışık saçarız.
Enerji bedenimiz çevreye sürekli ışınım yayar.
Kirlian fotoğrafçılığı da
“aura“
adı da verilen bu ışık
bedenin resmini çeker. Astral bedenin yaydığı bu ışınım maddeden
kaynaklanmaz. Buna ruhsal ışınım veya biyomanyetik
ışınım da denir. Örneğin, halk arasında hayalet görmek olarak tanımlanan
fantom görmek, ruhu görmek değil, bu
süptil enerji bedenlerini görmektir.
RUH
GÖRÜNÜR MÜ?
Ruh görünmez. Bedensiz bir
varlık medyomsal özellikleri olan bir
kimseden çıkan ektoplâzmik maddeyi
şekillendirir. İşte bazen rastlanan ruh fotoğraflarında çıkan görüntü
böyle bir ruhsal yansımadır.
Ektoplâzma,
fizik medyomdan çıkan macunumsu veya
buharımsı bir ince titreşimli maddeler topluluğudur.
Ektoplâzma bazen
medyomla arasındaki ilişki hiç gözükmeden de tezahür eder.
Daha açıkçası ektoplâzma
medyom aracılığıyla astral maddenin veya
esirî maddenin üç boyutlu sistem içinde oluşumundan ibarettir. Bütün
hayalet olayları ve fantomik görüntüler
böyle meydana gelir. Demek ki, gördüğümüz fantom
ruh varlığının kendisi değildir. O çevrede bulunan
medyomsal özellikli bir şahsın yardımıyla astral maddenin bir
görüntü şeklinde oluşmasıdır.
Tekinsiz
evler, perili evler ve mezarlıklarda görülen
fantomlar genellikle otomatik tarzda oluşurlar ve yarı
ektoplâzmik tezahürlerdir. Uzakta ve
yakındaki astral veya ektoplâzmik
cevherlerden yararlanarak ortaya çıkarlar.Bu astral veya
ektoplazmik oluşumlardan korkmaya hiç gerek
yoktur. Unutmayalım ki, irademiz dışında hiçbir varlık veya varlık
sistemi bize zorla hiçbir şey yaptıramaz. Yeter ki, biz korkmayalım,
boyun eğmeyelim ve mücadeleden vazgeçmeyelim. Sonunda mutlaka kazanan
biz oluruz!.. |
RUH
BEDEN İLİŞKİSİ |
Fizik beden öldüğünde ruh
varlığı bedenle ilişiğini kesmiş demektir ve varlık astral beden
ya da perisprital
bedenle varlığını sürdürür.
Ruh-beden ilişkisinin bu kesilme şekline tıpkı elektrik düğmesinin
kapanması gibi diyebiliriz. Elektrik düğmesini çevirdiğinizde ortalık
bir anda kararır. İşte bunun gibi ruh, beden üzerindeki
konsantrasyonundan vazgeçtiğinde beden atıl kalır ve çürümeye mahkûm
olur. Ruh beden ilişkisi sürdüğü sürece o beden canlı hâldedir.Ölüm
olayıyla ruhsal varlık şuur projeksiyonunu başka bir ortama ve o ortamın
özelliklerine uygun bir bedene kaydırmış demektir. Bilindiği gibi bir
ömür boyu süren canlılık hâli içinde ruh-beden ilişkisi; uykuda, bazı
rahatsızlıklarda, baygınlık hâllerinde, trans
durumunda gevşer ve ölümle tamamen ortadan kalkar.
ÖLMEK
BOYUT DEĞİŞTİRMEKTİR
Ölümün bir son olmadığını anlamalıyız.
Bir varlık için ölüm bir realitenin bitimi, diğer realitenin
başlangıcıdır. Çünkü varlık için ölmek veya doğmak değişik iki boyut
arasında bir geçişten ibarettir. Ne ölüm ne
de doğum sanıldığı kadar büyük bir olay değildir. Bir boyut sistemi
içinde yatay şekilde hareket edildiği sürece daima birbirine sebep ve
sonuç bağlarıyla bağlı olan olaylarla karşılaşırız. Fakat dikey şekilde
hareket etmeye başladığımız zaman, bulunduğumuz realitenin başka bir
plân altında hareket ettiğini görmemiz mümkündür.
Bu düşünce bize ölüm ötesi hakkında bir fikir vermektedir. Kendimizi
bir kâğıdın yüzeyine yapışık olarak düşünelim. Kâğıdın üstündeki yazılar
da varlık olsun. Bu durumda sadece iki boyut söz konusudur. Üçüncü bir
boyuta geçebilmek için kâğıdın kalınlığının
olması gerekir. Ve biz üçüncü boyuta geçtiğimiz
zaman iki boyutlu sistemin bütün yasalarının dışına çıkmış oluruz. Aynı
şekilde üç boyut içinde yaşayan bizler, dördüncü boyuta
geçtiğimiz zaman dördüncü boyutun yasalarına
bağlanır, üçüncü boyutun bütün yasalarının dışına çıkmış oluruz.
Elbette ölümden sonra varlığımızı sürdüreceğiz. Fakat bu bedenli bir
var olma hâli değildir. Çünkü bedenimizi hiçbir yere götürmüyoruz. Beden
bir süre sonra bırakılması gereken, bizim yeryüzü görgü ve
tecrübelerimizi sağlayan, oldukça elverişli bir vasıtadan başka bir şey
değildir. Varlık, bedenini terk ettikten sonra varlığın var olma hâli,
şuurlu istekleri, şuurlu etkileme gücü ve şuurlu davranışları devam
eder.
Aslında ölüm diye bir şey yoktur. Doğuşlar
vardır. İnsan sürekli olarak yeniden doğar. Hem ölünce
öte âleme doğar, hem de bu hayatı içinde
realite değişimleri ile yeniden doğar. Demek ki, bilgili bir insan için
ölüm değil sürekli doğuşlar vardır, sürekli yenilenmeler vardır. Bir
atom bile kendi içinde yasaları uygulayarak belli bir düzen içinde
sürekli bir hareket, başka bir atomdan çözülme, başka bir atomla
birleşme ve yeniden doğuş içindedir.
Öldükten sonra spatyom adı verilen ince
titreşimli duyular dışı bir âleme geçilir.
Öte âlem tahayyül, yani
imajinasyon yoluyla geçilebilen bir
âlemdir. Duyular âlemimiz sınırlıdır ama duyular dışı âlemin sınırı
yoktur.
RUH GÜCÜ
Varlık, özündeki ilke ve
kanunların sahibi olduğunu tezahür âlemindeyken kanıtlamalıdır. Dünya
hayatında yaşarken Varlıksal İlke ve Yasaların öğrenimini yaparız.
İnsanoğlunun nefsaniyetini, düşüncelerindeki
kabalığı, anlayış azlığını yok edip, ruhunun gizli gücünü kullanabilmesi
için ruh gücünü tanıması ve bilmesi gerekmektedir.
Bizler, fizik bedene ait güçlerimizi fazlasıyla kullandığımız için,
düşünce ve eylemlerimiz kaba düzeyde kalmakta, yani dünyanın, insanın
spiritüel güçlerini aşağıya çeken
etkilerinden kurtulamamaktayız. Oysa varlık ancak ruh gücünü kullanma
oranını artırdığı ölçüde incelir, sezgileri artar ve
"Varlıksal
İlkelerin"
koruyucusu olmaya başlar. |
|
ZİHİN, beden VE RUH |
Günümüz Dünyasında Ruhsal Gelişimi Gerçekleştirme
Jeff
Cohen
Çeviren: Okay AÇIL |
Güç, para ve nüfuz ile tanımlanmış bir dünyada ruhsal gelişimi
gerçekleştirebilmek ancak Herkül’ün yapabileceği bir görev gibi
görünebilir.
Elektronik aletler, televizyon ve internet gibi modern zamana ait
konforlar, ilgimizi çoğunlukla fiziksel ihtiyaçlar ve isteklerle
sınırlama eğiliminde olmaya götürdü. Sonuç olarak, kendimize verdiğimiz
değer ve kendimize yüklediğimiz anlam anlayışlarımız karıştı.
Peki hayatımızın bedensel ve ruhsal yanları arasında nasıl bir denge
kurabiliriz?
1.Ruhsal olarak gelişmek içe bakmaktır
İç gözlem
bir gün, hafta ya da ay içerisinde olmuş olayları hatırlamaktan çok daha
öteye gitmektedir. Daha yakından bakmalı ve duygularınızı,
düşüncelerinizi, hislerinizi, inançlarınızı ve heveslerinizi
düşünmelisiniz. Periyodik olarak deneyimlerinizi, kararlarınızı,
ilişkilerinizi ve meşgul olduğunuz şeyleri incelemek hedefleriniz
üzerine yararlı anlayışlara ulaşmada size faydalı olur.
Dahası, size nasıl hareket etmeniz gerektiğinin ipuçlarını verir ve
herhangi bir durumda nasıl davranacağınız konusunda yol gösterir. Diğer
beceriler gibi, iç gözlem de öğrenilebilir. Tek gereken içinizdeki
gerçeği bulmak için göstereceğiniz cesaret ve istektir. İçinize bakarken
objektif ve kendinizi bağışlayıcı olmayı ve geliştirmeniz gereken
alanlarınız üzerine odaklanmayı unutmamalısınız.
2.Ruhsal olarak gelişmek potansiyellerinizi geliştirmek demektir
Din ve
bilim,
“ruh”
konusunda değişik bakış açılarına sahiptirler. Bilim, ruhu bireyin
farklı boyutlarından biri olarak görürken; din ise, insanları dünya
üzerinde geçici olarak yaşayan ruhsal varlıklar olarak görür.
Kendi kendini kontrol, hem Hıristiyan (Batı), hem de İslami (Doğu)
öğretilerde tekrar eden bir temadır. Bedenin ihtiyaçları ruhun
ihtiyaçlarının yanında ikinci sırada yerini alır. İnançlar, değerler,
ahlak, kurallar, deneyimler ve iyi çalışmalar ruhsal varlığın gelişimini
sağlayan birer plan temin ederler.
Psikolojide, kişinin tüm potansiyellerini anlaması, onu kendini
gerçekleştirmeye götürür. *Maslow’un
(*Abraham Maslow,
1943 yılında yayınlanmış bir çalışmasında ortaya attığı ve sonrasında
geliştirdiği bir insan psikolojisi teorisi olan Maslow teorisi veya
İhtiyaçlar hiyerarşisi teorisinin sahibi olan Amerikalı psikolog, Ç.N.)
teorisi
temel psikolojik ve duygusal ihtiyaçlar tatmin edildiğinde, ruhsal ya da
varoluşsal ihtiyaçların baş göstereceğini ifade etmektedir.
Bilim ile din arasındaki fark kişisel gelişim konusunda yatmaktadır.
Psikoloji kişisel gelişimi kendi başına bir amaç olarak görürken,
Hıristiyanlık ve İslam, kişisel gelişimi Tanrı’ya hizmet etme aracı
olarak görmektedirler.
3.Ruhsal olarak gelişmek anlam aramaktır
Hristiyanlık,
Musevilik ve İslam gibi Tanrı’nın varlığına inanan dinler, insan
yaşamının amacının her şeyin Yaratıcısına hizmet etmek olduğunu
varsaymaktadırlar.
Psikoloji alanındaki çeşitli teoriler, bizlerin eninde sonunda
hayatlarımıza anlam yüklediğimizi belirtmektedir. Doğduğumuzda
hayatımızın anlamını bilmeyiz, ancak insanlarla olan etkileşimlerimizden
ve olaylar karşısındaki hareketlerimiz ve tepkilerimizden gereken
bilgiyi ve bilgeliği kazanırız.
Hayatımızın anlamını keşfetme sürecimizde, reddettiğimiz ve
onayladığımız belirli inançlar ve değerler vardır. Yaşamlarımızın bir
amacı vardır. Bu amaç tüm fiziksel, duygusal ve zihinsel
potansiyellerimizi kullanmamızı gerektirir. Bu, zor zamanlarımızda bizi
ayakta tutar, bizi ileriye baktıracak bir nokta, ulaşılacak bir hedef
verir. Bir amacı ya da gayesi olmayan kişi, denizde sürüklenen bir
gemiden farksızdır.
4.Ruhsal olarak gelişmek bağlantıları
anlamaktır
Dinler, hepimizin yaradılış, yaşam ve ölüme ilişkin olduğumuzu
vurgulamaktadır. Bu nedenle, diğer insanları doğrudan bir kan bağımız
olmasa bile “kardeşlerimiz” diye adlandırırız. Hatta Hıristiyanlık ve
İslam gibi tanrı merkezli dinler, insanlar ile daha yüksek bir varlık
arasındaki ilişkiden bahseder.
Diğer taraftan bilim, diğer canlılarla olan ilişkimizi evrim teorisi
vasıtasıyla izah etmektedir. Bu akraba oluş, hiç kuşku yok ki canlılarla
cansız olanlar arasındaki etkileşim olarak tarif edebileceğimiz ekoloji
kavramında görülmektedir. Diğer herşeyle olan bağlantımızı anlamak bizi
insanlar, hayvanlar, bitkiler ve doğadaki diğer varlıklara karşı daha
alçakgönüllü ve saygılı yapar. Bizi insanlara yaklaştırır ve diğerlerine
hizmet eden bireyler haline getirir.
Gelişme bir süreçtir, bu nedenle, ruhsal gelişim bir günlük
karşılaşmadır. Bazılarını kazanır, bazılarını kaybederiz, ancak önemli
olan öğreniyor olmamızdır. Bu bilgi sayesinde ruhsal gelişim mümkün hale
gelir. |
Yayın Tarihi: 08.Ocak.2008 |
PSİ
YETENEKLER
PSİŞİK YETENEKLERİMİZ ve SEÇME
ÖZGÜRLÜĞÜ |
Tüm duyguların ve
bilgilerin olumlu kanallardan akacağı yeni bir yaşam tarzına kavuşmak
hepimizin hakkıdır. Yaşanır hâle getirilen bilgi, kullanım alanında
yepyeni oluşumların meydana gelmesini sağlar.
Yaşanmayan,
kullanım alanına sokulmayan bilgi, insanın gelişimine doğrudan katkısı
olmayan bilgidir. Bazen hepimiz, bizi sadece maddî yaşamla sınırlayan
beş duyumuzun dışına taştığımızı fark ederiz. Telefon çalar, kimin
aradığını bilirsiniz, o gün ısrarla anımsadığınız eski arkadaşınıza
yolda rastlarsınız. İlk kez karşılaştığınız bir yabancının, hayatınızda
önemli bir yere sahip olacağını algılarsınız. Yakınlarınızla ilgili
çeşitli haberci rüyalar görür, hatta onların geleceklerine ait
sezgilerin sahibi olabilirsiniz. Bütün bunlar sizin duyular dışı
algılama (DDA) yeteneğinizin olduğunu gösterir. Hepimizin değişik bir
şuur hâline açılan çeşitli pencereleri vardır. Şuurumuzu, şimdiki
farkındalığımızın ötelerine genişletme gücü,
tüm varlıkların içinde saklı şekilde mevcuttur. Bu güce
“Psişik Yetenek”
ya da
“Ruhsal Güç”
adını veriyoruz.
Ruhsal Gücümüz hemen
hemen her gün bizi sınırlayan beş duyumuzun
dışına taşmamıza neden olur ama “neden ve nasıl” sorularına yeterli
cevap veremediğimiz için bu potansiyel güç de, gizli bir hazine gibi
varlığımızın derinliklerinde saklı kalır. Ve yaşamda uygulama alanı
bulamaz
RUHSAL
GÜÇLERİMİZİ GÜNLÜK YAŞAMDA KULLANABİLİRİZ
Dünya yaşamı
hepimize sunulmuş çok büyük bir armağan ve kendimizi geliştirmek için
kullanılacak imkânlar dizisidir. Ruhsal Güçlerin, ilham ve önsezilerin
bize sağladığı en büyük fayda, yaşamı sadece biyolojik bir varoluş
biçiminden kurtarmaktır. Her şeyin ardında asıl sebebi saklıdır.
Görünenin ardındaki görünmeyeni görünür kılmak ve onun nimetlerinden
yararlanmak bizim doğuştan hakkımızdır.
Günümüzün modern insanı, yaşamın her alanında kendini aşmak ve duyular
dışı algılama gücünü geliştirmek ihtiyacı içindedir. Ruhsal Güçler
kullanım alanına sokuldukça, genişleyen algılar ve yeni olaylara egemen
olma gücünün artması, yaşamı daha canlı, daha heyecan verici ve daha
aktif bir hâle getirir. Kendimizin ve başkalarının yaşamını
zenginleştiren, duyular dışı algılamalarımız ve yeteneklerimiz
geliştikçe her konuda, her bakımdan yeni bir şuur, uyanıklık ve
farkındalık hâli elde edilir. Ve bu yepyeni
görüş açısından, yeniden yorumlanan ve algılanan gündelik yaşamımız da
bizim için yeni heyecan verici olaylar, insanlar ve karşılaşmalarla
dolar.
Gerçek
bilgi, yaşamımızdaki bazı
karşılaşmaların (coincidences),
rastlantı gibi gözüken olayların farkına varıldığında ortaya çıkar.
Ansızın birine rastlarız, gözlerimiz ısrarla biriyle karşılaşır,
ya da bir yazı okuruz, yeni bir yere
gideriz. Ve bir süre yepyeni olaylar dizisiyle karşılaşırız. İşte bütün
bu oluşların ve karşılaşmaların farkına varabilmek için sezgi gücümüzün
artmış olması ve âdeta kulağımıza yeni bir bilgiyle karşılaşmakta
olduğumuzu fısıldaması gereklidir. Aksi takdirde
Seçme Özgürlüğümüz
açısından yepyeni bilgilerin
alınması, çok daha verimli olayların yaşanması, arzu, istek ve
ihtiyaçlarımızın karşılanması için her zamankinden daha iyi sonuçlar
elde edilebilecek bazı imkânları görmemiş, yanından geçip gidivermiş
oluruz.
Doğru, sağlıklı ve verimli bir biçimde kullanılan ruhsal güçler, yaşam
plânımızla ilgili bazı temel arzu ve isteklerimizin karşılanması için
gereken gücü, enerjiyi ve olaylar dizisini de manyetik olarak
cezp edecek, kendine çekecektir.
Seçim
bizim bu güçleri insanlara baskı yapmak, onları kullanmak bir tür enerji
vampirliği ile enerjilerini çekmek için kullanmak da mümkündür ama
yasaların işleyiş prensipler; olumlu olumsuz her eylemin bize geri
döneceğini söyler. Yaşamımıza olumlu ya da
olumsuz güçleri çekmenin sorumluluğu ise sadece bize aittir. Çünkü iyisi
ile kötüsü ile bu yaşam bizim… Karma Yasası der ki:
“Ne ekersek onu biçeriz.”
|
PSİŞİK
YETENEKLERİN GELİŞTİRİLMESİ |
Bir insanın ruhsal
güçlerini (psişik yeteneklerini) geliştirmesi aslında doğal ve insanî
bir süreçtir. Bu süreçte gereksiz kuruntu, korku ve şüphelerle
oyalanmamak için psişik yeteneklerin ne olduğu ve nasıl
geliştirildiğiyle ilgili ciddî eserler okumanın veya ciddî araştırmalar
yapan kurumlara danışmanın büyük faydası vardır.ör: Astrolojiye
duyduğunuz büyük ilgi sizde potansiyel olarak saklı bir psişik yeteneğin
bir yerlerden dışarı çıkma arzusu olabilir. Ya
da çok gelişmiş bir telepati yeteneğiniz varsa, iç varlığınız size
psişik açıdan gizli kalmış yetenekleriniz olduğunu haber vermeye
çalışıyor olabilir…
Mucize ya da
kerametle hiç ilgisi olmayan psişik yeteneklerin, nasıl ve niçin
çalıştığı konusunda edinilecek sağlam bilgilerle, hayatınızda
zıtlaşmalar yaratan iç çatışmalarınızı çözmeye başlayabilirsiniz. Bugüne
kadar eksik ya da yanlış bildiğiniz
ruhsallıkla ilgili konularda da köklü bilgiler edinerek, kendiniz ve
dünya hakkında sizi gerileten olumsuz kabullerden de yakanızı sıyırmaya
başlayabilirsiniz.
Bu süreçte yaşanan kimi olaylar, önceleri sizi hayli şaşırtsa da, bu
olayları bir gizem ya da korku atmosferi
içinde ele almanız, gelişimi aksatır ve zorlaştırır. Oysa psişik
yeteneklerin fizik duyularımızdan olan görme ya
da işitmeden hiçbir farkı yoktur.
PSİŞİK YETENEKLERLE
DONANMIŞ ŞANSLI İNSANLAR
VAR MI?
Herkeste az ya
da çok doğuştan bazı ruhsal güçler (psişik yetenekler) vardır. Fakat bu
yeteneklerin nasıl kullanılacağını ya da
kontrol edileceğini pek az kişi bilir. Beş duyunun dışına taşan psişik
becerilerimi neden geliştirmek isteyeyim ki diye sorabilirsiniz. Diğer
becerilerimizi hangi sebeple geliştiriyorsak psişik becerilerimizi de o
sebeple geliştiririz. Bu beceriler hayatımızın değerini arttırırlar.
Hayata daha önce tatmadığımız bir boyut ilâve ederler. Olaylara
hâkimiyetimiz artar. Günlük yaşamın çeşitli olaylarına direnme gücümüz
artar. Yaşama karşı duyduğumuz ilgi çoğalır. Daha önce asla mümkün
olamayacak pek çok şey gelişerek kendi geleceğimizi yaratmada bize
yardım eder.
Ruhsal Güçlerini (psişik yeteneklerini)
geliştiren bir kişi, çeşitli bilgi uygulamaları, sezgi ve ilham gücü ile
de önce kendi hayatını sonra da başkalarının hayatını zenginleştirir.
Fakat diğer becerilerde olduğu gibi psişik becerileri de başkalarını
etkilemek için kullanmaktan kesinlikle kaçınılmalıdır. Her yeteneğin
imana yüklediği bir sorumluluk vardır. Kendi kişisel gücümüz ve
yeteneklerimiz hayatımızı kontrol altına almayı sağlayabilir.
Başkalarının hayatını kontrol etmeye hiç hakkımız yoktur. Biz sadece
onlara kendilerini nasıl kontrol edebileceklerini gösterebilir ama onlar
adına bu işi biz yapamayız.
Herkes sadece kendisinden değil, başkalarından da sorumludur.
İnsanların vicdanlarını kullanmasına yardım etmek gerekir. Herkes bizim
gibi ihtiyaç sahibidir. Her varlık karşılıklı yardımlaşma, dayanışma
gereği birbirlerinin ihtiyaçlarına destek olmak zorundadır. Bir başka
insanın kendi vicdanî ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi için ona
yapılacak çok çeşitli yardımlardan bir tanesi de o varlığı ruhsal
dünyanın varlığından haberdar etmek, insanın psişik
yetenekleri de olduğunu bilmesini sağlamaktır. Zaman ve mekân ötesine
taşan duyular dışı algılamaların ve onlardan haberdar oldukça edinilen
bilgilerin, hayatı kolaylaştırmak, yeni bir bakış açısı oluşturmak ve
yerinde, zamanında doğru kararlar alabilmek bakımından da yararları
vardır.
Bazı insanlar diğerlerinin
algılayamadıklarını algılarlar. Düşündüklerimiz ve hissettiklerimiz
bizden çıkıp çevreye de yayılırlar. Bu duygu ve düşünceler mantal
seviyede bizden yayılırken geleceği de meydana getirir, daha sonra
oluşacak şartları yaratırlar. Biz çevremizi ne derecede etkilediğimizin
farkında değiliz. Doğru kullanılan psişik becerilerimizin gelişmesi,
yaşam sürecimizin şuurlu yönlendirilmesinde ve yaşamın verimli ve
bereketli kılınmasında bize faydalı olur. Fizikî dünya ile ruhsal dünya
arasında kurulan köprüler insan hayatına yepyeni bir anlam kazandırır. |
ALGILAR VE
SEZGİLER |
Bizler, çok boyutlu Holografik Bir
Evren’in sadece bu boyutunda yaşıyor; üç boyutlu bir dünyanın maddesini
inceltmek, geliştirmek ve şeffaflaştırmak için uğraşıyoruz.
Peki, iç içe geçmiş bir şekilde sonsuz bir skala
çizen öteki boyutlarla hiç ilişkimiz yok mu? Olmaz olur mu? Yoğun bir
konsantrasyon içinde düşündüğümüz her an, kendi şuur kapasitemizin
zenginliğine göre, boyutlar arasında dolaşır dururuz.
Algılamalarımız, sezgilerimiz ve içe
doğuşlarımız, bizlere çok uzak diyarların gizemini ve bilgisini taşır.
“Algılama ve
Sezgilerimizin keskin ve net olması ise, önyargısız olmamıza ve
kendimizi yeni bilgilere açık tutmamıza bağlı.
Farkındalık hâlimizi artırmak için anı değerlendirmeli, o günün,
o haftanın veya o kişinin taşıdığı mesajı algılamaya çalışmalıyız. Oysa
hepimizin kendi standartlarını korumak adına öyle kısıtlayıcı yargıları
ve korkuları var ki, bu korkular,bizi, bildiğimiz ve yaşadığımız şuur
hâlinin biraz dışına çıkaran her farklı şuur hâline direnç gösteriyor.
İş değiştirmek, taşınmak, yeni bir çevreye girmek, yeni bir bilgi veya
insanla karşılaşmak, hatta âşık olmak bile bizi çok derinden
sarsabiliyor ve hemen eski bildik hâlimize dönmek istiyoruz.
Algılama,
farkındalık ve değerlendirmelerle ilgili
şuur hâllerimiz doğum haritalarımızdaki farklılıklar nedeniyle de;(her
insan parmak izleri gibi eşsiz ve tektir) düşüncelerimiz ve
yargılarımızla oluşturduğumuz soyut bir plâtformda
ya gelişiyor ya da bizi çepeçevre
saran duvarlara dönüşüyor. Düşüncelerimizin ve yargılarımızın niteliği
ve değişimiyle birlikte kendimiz de o plâtformun üzerinde yükseliyor
veya yargıların daracık alanına sıkışıp kalıyoruz.Kendimiz ve olası
potansiyelimizden de habersizsek her şey
daha da zorlaşıyor.
‘Kısır bir döngünün çevresinde dönenip,
hiç kurtulamayacağımızı bile zannedebiliyoruz…’
Hepimizin yakın çevresinde, bu her iki
tipteki insana ait örnekler vardır. Kendi yargılarının sıkıştırdığı
duvarlar arasında âdeta bir kafese kapatılmış gibi yaşayan, kendi
düşüncelerinin mahkûmu matlaşmış insanlarla; her türlü yeniliğe açık,
değişimden korkmayan, önyargısız, yaşamın her anına ilgi duyan, canlı,
sıcak ve neşeli insanlar! En azından gözleriyle gülümsemeyi hiç
unutmayan, somurttuğu günler için üzüntü duyan insanlar…
Algılamak ve her
olayda kendimizi yeniden yaratmak için tek şansımız var. O da
“Anı Yaşamak” Yani
daha öz Türkçe'si, yaşamın getirdiklerine ve
götürdüklerine direnmemek… Ama en önemlisi, gülmeyi unutmamak… Hatta
bazen kendisine ve yaşama kahkaha dolu bir pencereden sıcacık bir bakış
atıvermeyi de hiç ihmal etmemek… |
PSİ GÜCÜ ve BÜTÜN’E UYUM |
Ortak alanların Bütün’e uyumdan başka
bir şey olmadığını daha iyi aktarmak için telepatiyi örnek olarak vermek
sanırız çok faydalı olacak.
Telepati:
Bilinen duyumlar
ya da herhangi bir araç kullanmaksızın, her
türden düşünce ve duygunun zihinden zihne
gönderilip alınması tarzında yapılan bir haberleşmedir.
Telepati zaman ve mekân bakımından sınır
tanımaz. Sizin zihninizin ve ruhsal enerjinizin etkinliği oranında
zaman-mekân içinde seyahat ederek telepatik etkileri her yöne
yönlendirebilirsiniz.
Telepatik olaylar, birbirinden ayrı
yerlerde bulunan iki kişi arasında ortaya çıktığı için günümüzde hâlâ
normal dışı olay olarak kabul edilmekte ve var mı,yok mu tartışması
yapılmakta…
Parapsikoloji bir bilim dalı olarak bu
fenomenleri laboratuarlarda deneylerle araştırmaktadır.
Zener kartları da bu deneylerden sadece bir
tanesidir. Ancak bu ayrılık tamamen bizim
beş duyuyla sınırlı algılayışımıza özgü bir ayrılıktır. Özde ve
varoluşta zaten ayrılık yoktur. Tam tersine Birlik ve Bütün olma hâli
vardır.
Birbirinden kilometrelerce uzakta
bulunan iki insanın birbirlerinin düşüncelerini algılayabilmeleri,
bizlerin bir Bütün’ün içinde olduğumuzu ve Bütün’ü oluşturduğumuzu
gösteriyor.
Kendisini o bütünlüğe adapte edebilen insanlar için zaman-mekân sınırı
söz konusu olamaz. Çünkü aslında bir yerden bir yere düşünce-duygu
aktarımı da değildir söz konusu olan. Beyinden beyine tesir akışı
yerine, ikisinin de içinde bulunduğu bir ortak alanın varlığını
anlayabilmek gerek. Önemli olan, Bütün’le Ortak Alan kurabilmek, o
titreşime bağlanabilecek derecede zaman ve mekâna hâkim olabilmektir.
Bütün bilgiler zaman ve mekândan
bağımsız olarak
“her an ve her yerdedir”.
Yalnız bilgi değil, sevgi de
böyledir. Her an her yerde var olan sevgiyi de alabilmek için bir Ortak
Alan kurmak gerekiyor. Dirençleri kırıp Bütünsel
Olan ’a kendi kapasitemiz oranında katılabildikçe bu enerjilerin
bizden akmasını sağlayabiliyoruz. |
EVRENSEL
İNSAN
EVRENSEL
İNSAN |
Evrensel İnsanlık
Anlayışı, insanlığın ruhsal, psikolojik, bedensel ve maddesel
bütünleşmesinin bir başka adıdır. Böyle bir bütünleşme ve
şuurlanma, yepyeni ve gerçekten insana
yakışan bir uygarlık ve kültürün yeryüzünde ortaya çıkmasına ve tüm
insanlık ailesine yayılmasına neden olacaktır.
Yeni bin yılın şafağındayız.
İki binli yıllar başlayalı çok olmadı ama
değişimleri sandığımızdan çok daha hızlı olacağa benziyor.. Işığın Altın
Çağı yaklaşıyor. Işık İşçileri görev başında. Galaksimizin yapısı ve
özellikle de manyetik alanı hakkında her geçen gün daha fazla şey
öğreniyoruz. İnsan evrendeki yerini, şuuruna göre düzenler. Şuuru neyi
aydınlatıyorsa algıları yerine bilgisi de ona göre değişir.
Gezegenimize hayat, enerji ve ışık getiren, son derece yüklü
parçacıklarla dolu enerjisini manyetik alan hatlarıyla tüm sistemimize
yayan spiritüel etkiyi daha yakından tanımak
zamanı yaklaşıyor. Samanyolu Galaksimize
“Işık Getireni”
tanımak, Bilgi ve Bilgelik yolunda
yürümek bizleri “Evrensel
Bilgilere” ulaştıracak ve
Işığı kendi iyiliğimiz için istemeyi öğreneceğiz. Karanlığı ışığa
yeterince tercih ettik zaten..
Işık yayılmak için iç
varlığımıza ihtiyaç duyar. İç varlığımızı genişletmenin tam zamanı...
Böylesine anlamlı tarihi bir fırsatla karşı karşıya olduğumuz için çok
şanslı sayılırız. Bizler ve bizden sonraki nesiller, yeni dengelerin
kurulduğu dönemleri yaşayacaklar.şu anda bile dikkatli gözlerle
gezegende olup bitenleri incelersek, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını
fark edebiliriz.
Işığı yaşamlarında var etmek isteyenler, aydınlığı karanlığa tercih
edenler; “Evrensel İnsanlık Anlayışının”
yayılması ve zihinlere “Işığın”
nüfuz etmesi için gayretle çalışıyor. Sessiz-sedasız,
gürültüsüz-patırtısız, iç varlığımızın gücüyle yapılacak olan bu
çalışmalar, koşulsuz sevgi ve yargılamasız, şefkatli anlayış ve uygulama
gerektirir. İyiye ulaşmak, “Bilgi Işığını”
yayabildiğimiz yere kadar yaymak hepimizin hakkı.
EVRENDEKİ
YERİMİZ
Ruh ve
bedenin bir arada bulunmasından oluşan üçüncü bir varlık olan insan,
şuur düzeyiyle evren içindeki konumunu belirler. Neyi idrak
edebiliyorsa, şuuru neyi aydınlatabiliyorsa, algıları da ona göre
değişir. İnsan, dünya ve evren içindeki yerini, şuur ışığının
projekte ettiği mekâna ve zamana göre
ayarlar. Şuur ışığımızı her an değişik noktaları aydınlatma gücü olan
bir projektör gibi düşünebiliriz. Ve bu projektör sabit değildir. Şuur
ışığımızı projekte ettiğimiz alan kadar
varız. Fizik evrende maddî bir beden kullanmak zorundayız ama şuurumuz
hiçbir maddî engelle sınırlanamaz ki... Şuur ışığımızı galaksimizin
istediğimiz her köşesine gönderebilmek, yeni bilgi enformasyonları
almak, bilgi taneciklerinin gücünü arttırmak istiyorsak; yıldız
tozlarını sürekli kendine doğru çeken,
“Büyük Yıldızlar” gibi saflaşmalı,
parlamalı, pozitif enerjiyi ve bilgi taneciklerini kendimize
cezbetmeliyiz.
ÖĞRENİLEN
BİLGİ
21. yüzyıl, her insanın
kendi yolunun taşlarını kendisinin oluşturduğu bir yüzyıl olacak. Her
birimizin içindeki çeşitli sıkıntılar, tartışmalar, isyanlar, duygu ve
düşünce alışverişleri, iç özgürlüğümüzü elde etme ve irademizi kullanma
konusunda gösterdiğimiz kararlılık, kendi yolumuzu yeniden yapılandırmak
istediğimizi gösteriyor. Eğitimin, ailemizin, gelenek ve göreneklerin
verdiği bilgiler öğretilen bilgidir. Oysa yaşayarak, deneyerek, severek,
kızarak, ıstırabını ve sevincini çekerek elde ettiğimiz bilgiler
öğrendiğimiz, deneyimlediğimiz, yaşamın
içinden alın teriyle çekip aldığımız bilgilerdir.
Evrensel İnsanlık anlayışına ulaşmak için tüm insanî değerlerin ruhsal
değerlerden kaynaklandığını; insanın psişik bir varlık olduğunu, ruhsuz
bir psikoloji olamayacağını, ruh hakkında bedenle karar verilemeyeceğini
ve ruhsallığın kendine özgü kanunlarını öğrenmek zorunda olduğumuzu
anlamalıyız. |
RUHSAL
ÖZGÜRLÜK |
Dünya toplumlarının ruhsal özgürleşme, birlik ve
beraberliklerini yeniden yapılandırma süreçleri hep olmuştur. Maddî
ortam plâtformundaki özgürleştirme ve birliğe ulaştırma faaliyetleri
yoğun baskılar altında olsa, da hem toplumsal hem de bireysel düzeyde
hepimizin gözlediği, aynı zamanda da istediği şekilde devam ediyor.
İçinde bulunduğumuz süreç, tüm insanlığı dünya üzerinde barışa, birlik
ve beraberliğe, iyi niyetle dolu olmaya davet ediyor. Ama bir başka
tarihî bir gerçek var ki o da; insan düşüncelerindeki çeşitliliğe ve
gelişmeye rağmen hoşgörüsüzlük ve sevgisizliğin giderek artması. Bugün
gereksinim duyduğumuz en ivedi yapısal düzeltme, yaşam biçimlerinin
düzeltilme gerçeğidir. İnsan yaşam biçimleriyle, gezegenin korunması
için gerekenler arasındaki uyum kurulmadığı sürece dünya üzerindeki
yaşam kalitesinin düşeceği uyarısı hâlâ bir tehdit niteliği
taşımaktadır.
Umut verici insan gelişiminin hızla yayılması için küresel bir eylemle
sürekli barış, birlik ve beraberlik çalışmaları yapmalı, önümüzdeki bu
biricik ve son fırsatı iyi değerlendirmeliyiz.
Birlik, Beraberlik, Özgürlük ve Barış dışarıda değil önce içeride
aranmalıdır. Özgürlük ve beraberlik özlemimizin nedeni, bütün bu
aradıklarımızın, iç varlığımızın derinliklerinde olan
“gerçeğe” ve
“ilkelere” ait
bilgilere ve uygulamalara bir an önce ulaşabilme, kavuşabilme arzusunda
saklıdır.
İÇ
ÖZGÜRLÜK
İç özgürlük, yaşamla barış, bütüne ait olduğunu
hissetme ve beraberlik duygusu, karşıtı bağımlılık olmayan ve hiçbir
şeyle sınırlandırılmayan yanımıza aittir ve şeffaftır. Hepimize sonsuza
ait olduğumuzu, hiçbir şeye gerektiğinden fazla bağlanmamamız
gerektiğini, bizi evrenle, insanla, yaşamla birleştirecek,
bütünleştirecek olan tek şeyin
Vazife, Yardımlaşma ve Dayanışma
olduğunu hatırlatan ruhsal yasalar daima işlemektedir.
Ruhsal yasalar bize
bölünme ve ayrılıklardan kurtulmak, birlik ve beraberliğe ulaşmak için
vicdanî kanaat ve düşüncelerde özgürlüğe muhtaç olduğumuzu hep
hatırlatır ve bize âdeta şunları fısıldar:
“Birey olarak, fert
fert değişmek zorundasınız. Hepinizin
varlığının özünde; paylaşmayı, işbirliğini, başkalarıyla birlikte iyi
niyetle ve uyum içinde yaşamayı isteyen, birlik ve beraberlik arzusu
vardır. Hepinizin her şeyden sorumlu olduğu bütünlük anlayışına olan
ihtiyacınız her geçen gün artıyor. Öyleyse birlik ve beraberlik için el
ele vermekten niye korkuyor ya da
kaçınıyorsunuz? Sizi Bütünle uyum içinde olmaktan alıkoyan ne olabilir
ki?” |
YENİ İNSAN |
Yeni
insan ortaya çıkmak için sabırsızlanıyor… Tüm dünya global-evrensel bir
insanlık anlayışının yaşanır hâle gelmesi için benzeri görülmemiş bir
“yenileme hareketi”ni
gizli gizli çağırıyor… Duyuyor
ya da hissediyorsunuz değil mi?
Her birimiz tek bir bütünün parçalarıyız. Düşünme sürelerimiz fiziksel
dünya ile şimdiye dek sanıldığından çok daha yakından ilişkili. Bizler
birer algılayıcıyız. Bizler birer farkındalığız.
Bizim hiçbir somut üç boyutlu nesnelliğimiz yok. Biz aslında sınırsız
varlıklarız. Ama ‘Sınırsız’
olduğumuzu bir türlü kabul
etmek istemediğimiz için kendi bütünselliğimizi, yaşamımız boyunca kısır
bir döngüde tutsak etmiş bulunuyoruz…
Tüm
şuurların bütünleşmesiyle, entegrasyonuyla yaratılmış olan gerçekliğin
var olduğunu biliyoruz. Gerçekliğin üstünde ve ötesinde hiçbir şey
yoksa, tüm sistemler hiyerarşik bir ahenk
içinde kendi kendini devamlı kontrol ediyorsa, holografik bir evren
bizim hem içimizde hem dışımızdadır. Ve tüm varoluş her an sınırsız
yöntemlerle ve yasalarla uyum kurarak yeniden ve yeniden
biçimlendirilir. Belki de bizler, bir yerden
“yok olup”,
başka bir yerde
“görünebilen” holografik
yansımalarız. Ölüm-doğum çemberini bu görüş açısı içinde değerlendirmek
21. yüzyıl insanına bir tür gezgin ruhu aşılayacaktır. Evrenin gizli
sahipleri olan bizler gezegenler arası
”kozmik enerji dönüştürme“
operasyonuna sürekli olarak katılan gezginler değil miyiz?
Şuurun,
yaşamın ve aslında her şeyin evrenin içinde, bir arada topluca bulunduğu
fikri, bir hologramın her bir parçasının bütünün imgesini taşımakta
olması gibi, evrenin her bir parçasının da tümünü içerdiğini anlatır.
İlke olarak tüm geçmiş ve tüm geleceğin imaları uzay ve zamanın en ufak
bölümüne varıncaya dek her yere yayılmış durumdadır. Bedenimizin her bir
hücresi, tüm kozmosu barındırır.Her yaprak,her yağmur damlası ve her bir
toz tanesi de öyle. William Blake de ünlü
şiirinde şöyle diyor;
‘Dünya’yı görmek
için bir Kum Tanesinde ve Cenneti bir Yaban Çiçeğinde,
Yakala sonsuzluğu avucunun içinde ve bir saatin içinde Ebediyeti.’
Eğer
evrenimiz daha derinlerdeki bir düzenin yalnızca soluk bir gölgesiyse,
kendi gerçekliğimizin karışık ve henüz tam çözülmeyen dokusu daha başka
hangi gerçekleri saklamaktadır? Yeni insan yeni yüzyılda
“Evrensel İnsanlık Anlayışına”,
“Evrensel İnsanlık Şuuruna”
ulaşabilmek için tüm bu kozmik ve gezegensel gerçekleri bir arada
öğrenecektir. Kozmik, galaktik ve gezegensel
bilgilerin bir ahenk içinde bütünleşeceği ve
kozmostaki yerimizin asıl lâyık olduğu yeri alacağı bir yüzyılın
ilk yıllarındayız.
Ünlü
bilim adamı David
Bohm’un bu konudaki görüşleri ise hayli derin ve açıklayıcı:
"
Uzayda boşluk yoktur. O
doludur, bir vakum değil, maddeyle dolu bir alandır ve biz de dahil her
şeyin var olduğu temeldir. Evren, bu kozmik enerji denizinden ayrı
değildir, evren bu denizin yüzeyindeki bir dalgacıktır, düşünülemeyecek
kadar engin bir okyanusun ortasında ona kıyasla ufak bir ‘uyarıcı
desendir’. Bu uyarıcı motif, göreceli olarak özerktir ve tezahürün üç
boyutlu belirgin düzenine yaklaşık olarak yinelenen, dengeli ve ayırt
edilebilir yansımalar yapmaktadır. Başka bir deyişle, görünürdeki
maddeselliğine ve dev boyutuna karşın evren, kendi içinde ve dışında var
olmayıp, daha geniş ve daha tanımlanamaz bir şeyin üvey çocuğudur. Daha
da ötesi, evren bu daha geniş şeyin başlıca ürünü değildir, o yalnızca
gelip geçen bir gölge, daha büyük tabloda yer alan bir hıçkırıktır
yalnızca...
Bu sonsuz enerji denizi, saklı düzen içinde gizlenen tek şey
değildir. Saklı düzen, evrenimizdeki her şeyi doğuran temel olduğuna, en
azından var olan ya da var olacak olan her
atom altı parçacığını da kapsadığına göre;
maddenin, enerjinin, yaşamın her konfigürasyonunu;
kuazarlardan Shakespeare’nin beynine,
çift sarmaldan galaksilerin büyüklük ve biçimini kontrol eden güçlere
kadar mümkün olan her şuurlu hareketi de kapsar. Ve hepsi bu kadar da
olmayabilir.”
Bohm, saklı
nesneler evreninin sonu olduğuna inanmak için hiçbir neden bulunmadığını
da kabul ediyor: “Bu
düzenin ötesinde akla sığmayacak başka düzenler, daha ileri aşamaların
sonsuz basamaklarına uzanmakta olabilir.”
Yeni insanın ortaya
çıkması için varlıksal yapımızın özü, ruh-beden ilişkisi ve Yeni Çağ
insanının nasıl anlaması, nasıl uygulaması daha doğrusu bir yaşam sanatı
içeren günlük yaşamı nasıl olumlu yaşayacağı hakkında, sade, basit,
doğal, sevinç getiren pratiklere ihtiyacımız var… |
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 - Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/
Astronomy
|
|