|
Zaman Yolculuğunu
Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL -
GSM:+90 05366063183 - Turkey / Denizli
1-METAFİZİK-FİZİK
Evrenin Enerji Yapısı
Enerji bir madde değil, kendini hareketle
gösteren bir kuvvettir. Örneğin, bir kar fırtınasında kar tanecikleri
görülebilir ama bir çeşit enerji olan rüzgar görülemez, sadece hissedilir.
Dünyamız katı maddelerden oluşmuş gibi görünmesine rağmen aslında deniz gibi
hareket halinde olan akıcı bir enerjiden oluşmuş ve onunla çevrelenmiştir.
Modern bilim, insan organizmasının sadece fiziksel bir yapı olmayıp tüm
evrende olduğu gibi normal gözle görülemeyen bir enerji alanına da sahip
olduğunu doğrular.
Basit şekliyle evrende canlı ve cansız diye tanımladığımız her oluşum
moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise atomaltı parçacıklardan
oluşmuştur. Canlı ve cansız ayrımı belki de çok şanssız bir tanımlamadır.
Tüm madde ve varlıkları oluşturan temel yapıtaşı aynı olduğu ve bu yapıtaşı
sürekli bir devinim ve saf bir “enerji” olduğuna göre aslında evrende
“cansız” hiçbir şey yoktur. İşte varlıkları özde aynı temele bağlayan ve
aynı kaynaktan besleyen bu oluşumun bütününü evrenin yaşam enerjisi olarak
tanımlamak mümkündür. Doğal olarak bu enerjinin kaynağı yaradılış noktası
olarak tanımlanabilir.
Bu demektir ki, biz saf enerjiyiz.
Evrenimizi oluşturan atomlar ve atomaltı parçacıklar hakkında öğrenilecek
daha çok şey olduğunu herkesten önce bilim adamları kabulleniyor. Her yeni
keşifle, aslında bildiklerinin ne kadar az olduğunu anlıyorlar.
Kuantum kuramı
1900'de Alman fizikçi Max Planck (1858-1947), “gama ışınlarının” dalga
olmadığını, küçük enerji parçacıklarından, kuantuınlardan oluştuğunu öne
sürdü. Planck'in önerisi, beş yıl sonra yayımlanan Einstein'in fikirleriyle
birleştirilince sonradan kuantum mekaniği denilecek yeni bir kuram doğmuş
oldu. Bu kuram, maddenin parçacık ya da dalga olarak davranabileceği
düşüncesini temel alıyor. Birçok bilim adamı bu devrimci fikirlerin klasik
fizikten modern fiziğe geçiş noktası olduğuna inanıyor.
Parçacık çeşitleri
Proton, elektron ve nötrondan başka birçok atomaltı parçacık olduğu
biliniyor. Bunların bazılarının varlıkları kanıtlanmış, bazılarınınsa
birtakım olguları açıklayabilmek için yapılan hesaplar sonucu var
olduklarına inanılmış. Şu anki bilgimizle, parçacıklar üç sınıfa ayrılıyor:
Temel parçacıklar, karma parçacıklar ve bozonlar. Temel parçacıklar da kendi
içinde İki gruba ayrılıyor: Leptonlar ve kuarklar.
Leptonlar
Diğer temel parçacıklar gibi lepton sınıfındakilerin de İç yapıları olmadığı
düşünülüyor. Leptonlar yalnızca kendilerinden oluşuyor. Bu parçacıklar
arasında elektron da var. Elektron bazen bir dalga gibi davranabilen
parçacıklara iyi bir örnek. Bulut modelinde elektronun hareket etmekte olan
bir buluta, bir lekeye benzediği düşünülüyor. Bazı bilim adamları elektronun
hareketinin Mobius şeridine benzediğine inanıyor. Mobius şeridi, kendi
içinde kıvrılan ve tek taraflı, sürekli bir yüzey oluşturan bir halkaya
benziyor.
Üç lepton daha var: Muon, tau ve nötrino. Bir nötron, bir proton ve bir
elektron vermek üzere parçalandığında bazen bir nötrino da açığa çıkıyor.
Nötrino o kadar küçük ki, galaksimizi 12.000 kere bir baştan diğerine kat
etse bile, başka bir şeyle tepkimeye girme olasılığı yalnızca % 50. Üç tür
nötrino olduğu düşünülüyor.
Bilim adamları evrende bizim görebildiğimizden daha fazla madde olduğuna
inanıyor. 1980'lerde ortaya atılan bir kuram, görünmez, ya da "karanlık"
maddenin milyonlarca ufak nötrinonun buraraya gelmesiyle oluşan bir kütle
olduğunu öne sürüyor. Daha yeni kuramlarsa, başka olasılıklar getiriyor.
Kuarklar
Evrendeki tüm diğer parçacıkların (leptonlar hariç) yapısında var olan
ikinci temel parçacık kuark. Bu parçacıkların varlığı ilk kez 1964'te iki
ayrı bilim adamınca, birbirlerinden bağımsız olarak ortaya atıldı. Bu bilim
adamlarından biri olan Amerikalı fizikçi Murray Gell-Mann (1929 - ) yeni
parçacıklara "kuark" adını verdi. Altı çeşit kuark olduğu düşünülüyor.
Bunlara Aşağı, Yukarı, Tuhaf, Cazibe, Alt, Üst adları verildi. Kuarkların
elektrik ya da manyetik bir yük dışında, bizim bilmediğimiz bir tür yük
taşıdıkları kanıtlandı. Bu yük çeşidine "renk" deniyor ve "gölge" adı
verilen üç farklı biçimde olabiliyor.
Antimadde
Bilim adamları antimadde diye birşeyin gerçekten var olduğunu ve anti
parçacıklardan yapıldığını öne sürüyor. Her temel parçacığa karşılık gelen
bir antiparçacık olduğu düşünülüyor. Örneğin, nötrinonun bir anti-nötrinosu,
kuarkın da bir anti-kuarkı var. Anti-parçacıkların kütlelerinin kendilerine
karşılık gelen parçacıklarla aynı kütleye, fakat tümüyle zıt enerji
düzeylerine sahip oldukları söyleniyor. Aslında bu fikri doğru dürüst
açıklayabilmek için koca bir kitap yazmak gerekir.
Karma parçacıklar
İsminden de anlaşılacağı gibi, karma parçacıklar çeşitli temel parçacıkların
bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bunların arasında proton, nötron ve pion
var. Pion, varlığı öne sürüldükten 12 yıl sonra, 1947'de keşfedildi. Bir
kuark ve bir anti-kuarktan oluştuğu düşünülüyor.
Bozonlar
"Parçacık" terimi genellikle küçük bir madde parçasını belirtir. Maddeyle
enerji arasındaki farklardan biri, enerjinin tersine maddenin kütlesinin
olmasıdır. Bu noktada bozonlar işi karıştırıyor; bozonlar bir parçacık
çeşidi, fakat bazı bozonlar enerji dalgaları içeren paketlerden oluşuyor.
Foton, en tanınmış bozonlardan biri. Einstein, yüklü parçacıklar arasında
elektrik ve manyetik kuvvetleri taşıyanın foton olduğunu söylemiştir.
Radyoaktif atomlar enerji saldıkları zaman, ışık da açığa çıkar. Işık
dalgalardan oluşmuştur. Dalgacıklar halinde ilerler; fakat su dalgalarının
tersine, ışık dalgaları "paketler" içinde hapsolmuştur. Foton, ışık
dalgaları içeren bir pakettir. Bunu bir torbanın içinde sürünen bir yılan
olarak düşünebilirsiniz. Yılan, dalga, torba da yılanı sarmalayan pakettir.
Işık dalgaları
Işığın çeşitli renkleri vardır. Aynı renk ışık, aynı frekansta titreşen
fotonlardan yapılmıştır. Tüm renklerdeki ışığın hızı aynıdır, ancak farklı
renklerdeki ışık dalgalarının enerji düzeyleri farklıdır ve eşit uzaklıkları
kat ederken farklı frekanslarda titreşirler.
Parçacıkları parçalamak
Bilim adamlarının maddeyi daha basit biçimlerine parçalamakta kullandıkları
bir makine var. Bu makineye parçacık hızlandırıcı deniyor. Bu makinelerin
bazıları kilometrelerce uzunlukta yapılmış. Hızlandırıcının içinde çok
yüksek hızlardaki parçacıklar birbirleriyle çarpıştırılıyor. Bazen belirli
bir parçacık hedef olarak kullanılıyor ve başka parçacıklar tarafından
bombardımana tutuluyor. Bazen de parçacıkların birbirleriyle kafa kafaya
çarpışmaları sağlanıyor. Parçacıkların parçalanmasına yol açan bu
çarpışmalar, birçok heyecan verici buluşa yol açıyor ve bilim adamları
evrenin yapısını araştırmayı sürdürüyor.
İnsanın kuantum mekanik bedeni
Maddenin en küçük parçacığının atom olduğu zannediliyordu; sonra atomun,
nötron, elektron ve protondan oluştuğu, en sonunda da maddenin olabilecek en
küçük taneciklerinin kuantum tanecikleri olduğu saptandı. Kuantum
tanecikleri "kuanta" adı verilen çok yüksek titreşimler halinde duruyor;
verilen uygun bir dürtüyle maddeye, adet kanamasından, kirpiğe, kahkahadan
gözyaşına, hormonlara kadar her şeye dönüşebiliyorlar. Zihin beden bütünlüğü
de burada ortaya çıkıyor. Zihin de kuantum titreşimleri halinde enerji yüklü
bir potansiyeldir ve uygun gördüğü emirlerle düşünceyi, maddeye
dönüştürebilir.
Kuantum titreşimlerinden, kuantum tanecikleri, onlardan proton, elektron,
nötron, atom, onlardan da molekül, hücre, dokular, organlar ve tüm birey
ortaya çıkıyor. Basit bir örnek verecek olursak bir yolda yalnız yürürken,
karşınızdan gelen bir köpek saldırganca size yaklaşırsa, bir anda, saniyeden
daha kısa bir zaman içerisinde, korku ve endişe sonucu bedeninizde adrenalin
salgılanır, sempatik sinir sistemi bir anda hâkimiyete geçer, kan basıncı
artar, kalp hızlanır. Bütün bunların hepsi bir saniyeden az bir zaman
içerisinde gerçekleşir. Görmenizle kaçmanız bir olur ve korku, sizde
adrenalin denilen bir moleküle, maddeye dönüşür. Bu kaba örnek bile madde
olmayan, zihin düzeyindeki bir düşüncenin nasıl maddeye dönüştüğünü
göstermektedir. Korku, adrenaline dönüştüğü gibi mutluluk, üzüntü, hepsi
maddeye dönüşür. Bu yüzden kuantum-mekanik beden olduğumuzu bilmemiz çok
önemli. Günümüzde de tıp ilerledikçe insanın sadece organlardan oluşmadığı
da araştırılıyor ve anlaşılıyor.
Kaynaktan (her şeyin bir ve aynı olduğu birleşik alandan) koptuğunuz zaman,
kuantum düzeyiyle olan bu ilişki bozulur; kuantum mekanik bedene hâkim olma
özelliği zayıflar. Fizyolojinizin organizasyonu, derin, kuantum düzeyinden
değil, daha kaba düzeyden akar. Kendinizi tek ve ayrı bir canlı olarak
düşünüp her şeyin "bir" olduğunu kavrayamaz; yaradılışın gerçek yasalarını
çiğnerseniz, hatalı yaşar, davranır ve beslenirseniz, kuantum mekanik beden
bağlantınızı, zihin-beden ilişkinizi kaybetmiş olursunuz.
Oysa, beden programımızı kuantum düzeyden yeniden organize edebilir, evrenin
yaşam enerjisinin bedenimizi beslenmesini sağlayarak daha sağlıklı ve uzun
bir yaşama sahip olabilir, tekrar iç doğamıza dönerek, kendimize yardım
edebilir, mükemmel ruh ve beden bütünlüğünü yaratabiliriz
Çakralar
Çakralar insan bedeninde bulunan yaşamsal enerjiyi tüm vücuda dağıtan enerji
merkezleridir.
Çakralar şu şekilde çalışır: Bedenimizdeki enerji dikey olarak hareket eder
ve omurga boyunca yukarıdan aşağıya omurilikte dolaşır. Başta ve kuyruk
sokumunun en ucunda söner. Çakranın kalbi işte bu omurilikten beslenir ve
daha sonra bu enerjiyi yönetimi altındaki vücudun diğer bölümlerine dağıtır.
Çakralar canlıların bedeninde bulunan enerji odaklarıdır ve 7 temel çakra
vardır. Bunlar vücudumuzun ön tarafında, orta kısımda aşağıdan yukarıya
doğru sıralanmışlardır. Ayrıca 40 kadar ikincil çakra vardır. Bunların çoğu
dalak, ense, avuç içi ve ayak tabanlarında bulunur. Bunlar da önemli
işlevlere sahiptirler.
Canlıların beden, zihin ve ruhlarının uyum içinde çalışabilmeleri için
çakraların da birbirleriyle uyumlu ve belli bir denge içinde olmaları
gerekir. İşte Reiki özel pozisyonlar yardımıyla çakraların dengelenmesini
sağlar.
TEMEL ÇAKRALAR
Taç Çakra
Üçüncü Göz Çakrası
Boğaz Çakrası
Kalp Çakrası
Solar Pleksus
Hara Çakrası
Kök Çakrası
ÇAKRALARIN FONKSİYONLARI
ÇAKRA 7: Vücudun tüm fonksiyonlarını kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Beyin ve sinir sistemi, iskelet sistemi, kaslar
Bağlı hastalıklar:
- Kemik, eklem ve kas ağrıları,
- Akıl ve sinir hastalıkları,
- Uykusuzluk, depresyon, aşırı duyarlılık
- Baş ağrısı
ÇAKRA 6: Sezgiyi kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Sinir sistemi
Bağlı hastalıklar:
- Yolculuk hastalıkları (vapur, uçak tutması.)
- Zeka geriliği
- Unutkanlık, korku, stres
ÇAKRA 5: Solunum sistemi ve 5 duyuyu kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Burun, ağız, boğaz, nefes borusu, akciğerler,
- Kulaklar, gözler, cilt
Bağlı hastalıklar:
- Öksürük, alerjiler, grip, astım, görme bozuklukları, cilt hastalıkları,
işitme sorunları
- Tepkilerde yavaşlama, huzursuzluk
ÇAKRA 4: Kan dolaşım sistemini kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Kalp, damarlar, lenf bezleri
Bağlı hastalıklar:
- Kolesterol, yüksek tansiyon, düşük tansiyon,
- Kalp ve damar hastalıkları
- Sevgisizlik, anlaşılamama korkusu, kendine acıma
ÇAKRA 3: Sindirim sisteminin tüm fonksiyonlarını kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Mide, pankreas, safra kesesi, karaciğer, bağırsaklar,
- Böbrekler, dalak, mesane
Bağlı hastalıklar:
- Mide ülserleri, karaciğer hastalıkları, sindirim bozuklukları,
- İshal - peklik, pankreas iltahapları, böbrek enfeksiyonları
- Tatminsizlik, maddiyata bağlanma, aşırı sinirlilik
ÇAKRA 2: Cinsel organları kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
Erkekte
- Penis
- Prostat
- Testisler
Kadında
- Vajina
- Yumurtalıklar
- Rahim
- Fallop tüpleri
Bağlı hastalıklar:
- Prostat iltihapları, cinsel sorunlar, rahim enfeksiyonları
- Cinsel soğukluk, iktidarsızlık, ağrılı ve düzensiz regller
- Erken boşalma
- Özgüven eksikliği
ÇAKRA 1: Enerji sisteminin merkezi.
İlgili sistem ve organlar:
- Tüm fizyolojik ve psikolojik beden, bağışıklık sistemi
Bağlı hastalıklar:
- Fiziksel ve psikolojik direncin kırılması
- Duygularda belirsizlik ve kararsızlık
Eterik beden nedir?
Eterik beden şekil ve boyut olarak fiziksel bedene benzer ve hayat
enerjisini mide çakrası yoluyla güneşten, ve kök şakra yoluyla dünyadan
alır. Bu enerjiyi depolayarak çakralar ve kozmik enerji taşıyan 350.000
görünmeyen enerji odaklarına dağıtır; bunlar da bu enerji ile sürekli olarak
fiziksel bedende akan enerji şebekesini besler.
Organizmanın enerji ihtiyacı tam olarak karşılanmışsa, eterik beden aşırı
enerjiyi çakralardan ve deri gözeneklerinden dışarıya verir. Gözeneklerden
çıkan enerji akımı 5 cm. kadar uzakta durur ve auranın bir parçası olan
eterik aurayı oluşturur. Bu ışınlar fizik bedeni koruyucu bir tabaka gibi
kuşatır. Hastalık yapıcı mikropların ve zararlı maddelerin bedene girmesini
engeller ve aynı anda çevreye sürekli bir yaşam enerjisi yayar.
Bedenin doğal ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan bir yaşam tarzı (stres,
sağlıksız beslenme, aşırı alkol, nikotin ve ilaç kullanımı) ile birlikte
olumsuz düşünceler ve duygular da eterik yaşam gücünü harcayıp enerji
yayılımının kuvvetini ve yoğunluğunu azaltır. Böylece aurada bir takım zayıf
bölgeler oluşur. Usta biri auradaki bu hastalık yapıcı mikropların bedene
girmesine neden olan gedikler ve çatlakları görebilir. Ayrıca, yaşam
enerjisi bu çatlaklardan dışarı sızabilir. Bu yüzden eterik beden sağlık
aurası olarak da bilinir ve hastalıklar daha ortaya çıkmadan yapılan bir
eterik beden taramasında teşhis ve tedavi edilebilirler.
AURA NEDİR?
Aura , Yunanca’da ‘soluk’ anlamına gelen ‘avra’ kelimesinden gelmektedir.Aura,
canlıların bedenini saran yüksek enerji yüklü alana verilen addır ve
bedenimiz üzerinde yaklaşık 3 mm.lik bir manyetik alan oluşturur. Biz buna
evrensel enerji alanı diyoruz. Bu enerji alanının madde ve tüm cisimler
üzerinde düzenleyici bir etkisi vardır. Aura normal insan gözü tarafından
algılanamaz; ancak duyuların geliştirilmesiyle çıplak gözle görülebilmesi
mümkündür.
İnsanın enerji alanı gücünü sürekli olarak evrensel enerjiden alır ve
kullanıldıkça yerine yenisi konulur ve çoğalır. Evrensel enerjiden kendimizi
beslemek ve böylece ışık saçan bir varlığa dönüşebilmek için istediğimiz
kadar alabiliriz.
1900 yılından beri bir çok bilim adamı yaptıkları tıbbi araştırmalar sonucu
aurayı keşfetmiş ve onun yardımıyla bir çok hastalığı teşhis
edebilmişlerdir.
Kendi auranızı nasıl görebilirsiniz?
Loş bir odada rahat bir koltuğa oturun. Ellerinizi hızla 20 saniye kadar
birbirine sürtün; ellerinizi avuçlarınız birbirine bakacak şekilde 5 cm
kadar aralıklı tutun. Aralığı bozmadan ellerinizi ileri geri oynatmaya
başlayın. Bu arada avuçlarınızın arasına gözlerinizi odaklamadan bakmaya
başlayın. Auranız soluk renkli bir duman seklinde görünmeye başlayacaktır.
Bu çalışmayı sıkça tekrarladığınızda, aurayı çok daha süratli
görebildiğinizi fark edeceksiniz. Bu durumda artık ellerinizi birbirine
sürtmenin gereği kalmaz ve sadece aurayı görmeye konsantre olmanız yeterli
hale gelir. Bu yolla vücudunuzun diğer uzuvlarının da aurasını
görebilirsiniz. Sağlıklı aurada çeşitli renkler göreceksiniz.
Başkasının aurasını nasıl görebilirsiniz?
Auranızı görmeye alıştıktan sonra başkalarının da aurasını görebilirsiniz.
Bunun için gene loş bir ortamda aurasını görmek istediğiniz kişinin yaklaşık
2m uzağında durarak gözlerinizi odaklamadan bakın ve aurayı görmeye
odaklanın. Bir süre sonra kişiyi çevreleyen duman şeklinde haleyi fark
edeceksiniz. Bunu değişik kişilerde deneyerek tecrübenizi arttırabilirsiniz;
Pek çok kişi oldukça sağlıksız bir yaşam sürdürdüğünden auraları çok dar,
kırıklı ve gri renkli olur. Ancak ruh ve beden sağlığı yerinde ve hayat dolu
kişilerde auranın geniş, kesiksiz ve renkli olduğunu göreceksiniz.
Yapacağınız pratikler, zamanla karşınızdakinin sağlık durumu ve rahatsızlık
bölgeleri ile ilgili fikir sahibi olmanızı sağlar.
Eterik beden nedir?
Eterik beden şekil ve boyut olarak fiziksel bedene benzer ve hayat
enerjisini mide çakrası yoluyla güneşten, ve kök şakra yoluyla dünyadan
alır. Bu enerjiyi depolayarak çakralar ve kozmik enerji taşıyan 350.000
görünmeyen enerji odaklarına dağıtır; bunlar da bu enerji ile sürekli olarak
fiziksel bedende akan enerji şebekesini besler.
Organizmanın enerji ihtiyacı tam olarak karşılanmışsa, eterik beden aşırı
enerjiyi çakralardan ve deri gözeneklerinden dışarıya verir. Gözeneklerden
çıkan enerji akımı 5 cm. kadar uzakta durur ve auranın bir parçası olan
eterik aurayı oluşturur. Bu ışınlar fizik bedeni koruyucu bir tabaka gibi
kuşatır. Hastalık yapıcı mikropların ve zararlı maddelerin bedene girmesini
engeller ve aynı anda çevreye sürekli bir yaşam enerjisi yayar.
Bedenin doğal ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan bir yaşam tarzı (stres,
sağlıksız beslenme, aşırı alkol, nikotin ve ilaç kullanımı) ile birlikte
olumsuz düşünceler ve duygular da eterik yaşam gücünü harcayıp enerji
yayılımının kuvvetini ve yoğunluğunu azaltır. Böylece aurada bir takım zayıf
bölgeler oluşur. Usta biri auradaki bu hastalık yapıcı mikropların bedene
girmesine neden olan gedikler ve çatlakları görebilir. Ayrıca, yaşam
enerjisi bu çatlaklardan dışarı sızabilir. Bu yüzden eterik beden sağlık
aurası olarak da bilinir ve hastalıklar daha ortaya çıkmadan yapılan bir
eterik beden taramasında teşhis ve tedavi edilebilirler.
MİKRO VE MAKRO DA UZAY BOŞLUĞU VAR MIDIR? |
Bir atom çekirdeğinin, bir futbol topu
büyüklüğünde olduğunu varsayarsak, elektronlar bunun çevresinde, çapı 5
kilometre genişlikte bir çember üzerinde dönebilir. Eğer, Güneş
Sistemi'nin bütününü düşünürsek orada da benzer bir düzen vardır. Tüm
gök cisimlerinin arasındaki boşluğa ise
"uzay boşluğu" dendiğini hepimiz biliyoruz.
Elektronlar yani atom altı parçacıklar arasındaki alana da
"boş uzay" denir. Boş
uzay olarak adlandırılan bölge ne işe yarıyor ? Olmasaydı ne olurdu diye
sorabiliriz? Öncelikle bu boş uzay olmasaydı her şey inanılmaz derecede
küçülürdü.
Örneğin bir insanı meydana getiren atomların, insana asıl ağırlığını
veren çekirdeklerini bir araya getirmek mümkün olsaydı, insan, gözle
görülemeyecek kadar küçük bir zerre haline gelirdi. Fakat ağırlığı yine
o insanın ağırlığına eşit olan bir zerre. Boş uzay da bulunan her
parçacık, kendi yasalarına değil, o alanın yasalarına tabiidir. O halde
atom, katı bir birim olmayıp aralarında belli uzaklıkların bulunduğu
parçacıkları içeren boş uzaydan meydana gelmiştir. Bu parçacıkların
şaşılası özelliklerinden biri de ikili özellik göstermeleridir. Yani
bazen parçacık, bazen de uzayın derinliklerine uzanan dalgasal yapıya
sahiptir. Dalgasal yapıları nedeniyle tüm uzayı doldurmaktadırlar ve bu
yüzden aslında boş uzay diye bir şey yoktur. Tüm evren; enerji ve bu
enerjinin belirli bölgelerde yoğunlaşmasından oluşmuş maddi sistemlerle
doludur. Yok oluş değil yoğunlaşma ve çözülme vardır.
Madde, küçük ama
birbirinden uzak damlalar halinde yoğunlaşmış enerjidir. Madde ve enerji
tek bir şeydir ve sürekli olarak birbirine dönüşmektedir. Aynı
gerçekliğin iki farklı tezahürünü oluşturmaktadır. Buradan da anlıyoruz
ki gerek atomun organizasyonu yani mikro evren diyeceğimiz oluşum
gerekse makro evrenimizin organizasyonları arasında benzerlik,
paralellik vardır. Bu organizasyon, anlamsızlığa değil, bilimsel
ilerlemeler sayesinde, bizim adım adım keşfettiğimiz bir anlama
sahiptir. Kuantum kuramını anlamak için atom modelini kavramak çok
önemlidir. Mikro kozmosta geçerli olan yasaları kavramak makro kozmosun
yasalarını ve işleyiş düzenini kavramamıza da neden olacaktır.
Ne enteresandır ki yüzlerce yıl önce yaşamış ve çok çeşitli kültürlere
damgasını vurmuş mistikler de maddenin yapısı ve özü hakkında bugün yeni
fiziğin ortaya koyduğu gerçeklere son derece yakın tanımlamalarda
bulunmuşlardır. Bu bir tesadüf olabilir mi? Örneğin, Çin bilgeleri
evrenin "Chi"
denilen gaz veya eterden oluştuğunu söyler.
"Chi",uzayda hareket
eden, yoğunlaşınca madde olan hayati enerjidir. Hinduizm'de Brahman,
Budizm'de dharmakaya sözcükleri aynı anlama gelir. Bu enerjinin hem
ruhsal hem de maddesel özellikte olduğu kabul edilir.
Yeni fiziğe göre maddeyi oluşturan atom, bizim sert, tek ve bütünmüş
gibi algıladığımız kum tanesi gibi katı değildir. Bir kum tanesi
milyonlarca atomdan oluşur. Her atom ise yüzlerce mikroskobik parçacığın
sürekli devindiği bir küçük evrendir. Nasıl ki Samanyolu galaksisinde
sayısız yıldız, gezegen ve çeşitli gök cisimleri varsa, bu cisimlerin
birbirine göre hareketi, uzaklığı, etkileşimi, birbiri üzerinde
yarattığı çekim kuvvetleri varsa, bir atomun yapısındaki parçacıklar
arasında da buna benzer bir yapısal düzenleme ve dinamizm vardır.
Atom altına, yani maddenin derinliklerine indikçe anlaşılan,
"temel yapı taşları"
değil, bütün parçacıklar arasında varolan karmaşık ilişkiler dokusudur.
Parçacıklar arasında karşılıklı etkileşim ve bütünsel bir davranış
vardır. Birinin yarattığı bir etki tümünü ilgilendirir. Atomu bir mikro
evren dünyamızı da bir makro evren olarak kabul edersek aslında mikroda
geçerli olan yasalar makro da da geçerlidir.
Örneğin ailemizdeki bireylerden birinin yaşadığı, iyi veya kötü olarak
nitelendirdiğimiz
bir olaydan hepimiz şöyle ya da böyle bir şekilde etkilenmiyor muyuz?
Bunu daha da genişletirsek şehrimizdeki, ülkemizdeki, dünyamızdaki
çeşitli olaylar ve haletlerden de benzer şekilde etkilenmiyor muyuz?
İşte bu atom altında geçerli olan bir yasanın yani etkileşim ve bütünsel
davranışın günlük hayatımızda da geçerli olmasıdır. |
|
YENİ BİR METAFOR VE DÜNYA
GÖRÜŞÜ |
Klasik fizik, Ortaçağ ve Yunan Felsefesinin ve kökleri eski Mısır’a
kadar uzanan kadim bilgeliğin yaşayan, canlı, amaç ve zeka dolu, tanrı
sevgisinin insanın yararına kullanıldığı kozmosunu almış, ölü, tıkır
tıkır işleyen cansız-ruhsuz bir makineye dönüştürmüştür.
Kopernik devrimi dünyayı yerinden oynatmış, dolayısıyla insanları da
dünyanın merkezi olmaktan çıkarmıştır.
Newton’un devinim üzerine üç kuralı ve oluşturduğu mekanik güneş
sistemi modeli tamamıyla cansız bir yaşam taslağıdır. Nesnelerin hareket
ediyor olmalarının nedeni belirli ve sabit kuralları izliyor olmaları,
soğuk sessizlik, bir zamanların coşkulu ve büyülü anlayışının üzerine
gölge düşürdü. İnsanın, yaşamın evrim süreçlerinin ve bilincin tüm
kozmosa yayılabilen etki alanının sanki bu koskoca mekanik makinenin
çalışmasıyla hiçbir ilgisi yoktu…
Tarih boyunca kendimiz ve evren içindeki yerimizle ilgili algılayışımızı
günün geçerli fiziksel kuramlarına dayandırmanın bedelini şu anda da çok
pahalı ödüyoruz ve ödemeye de devam edeceğe
benziyoruz…
Tam 300 yıldır, fizikçi olsun olmasın herkesin kişisel felsefesi,
kimlik arayışı, diğer insanlar ve dünyayla ilişkisi, kasvetli-mekanik
Newtoncu görüşün izini taşıyor.
Marx’ın tanımladığı tarihin değişmez yasaları, Darwin ’in kör evrimci
mücadelesi ve Freud ’un insan ruhunun her sorunu salt cinselliğe
indirgemesi; tümü de, büyük ölçüde ilhamlarını Newton ’nun katı fizik
kuramından alarak, bizi kendimizden ve evrenden kopuşa ve yalnızlığa
mahkum etti.
Günlük yaşamımızın her evresiyle ilişkide olan o bir sürü teknolojik
araç gereç, bilincimize öyle derin nüfuz etmiştir ki hepimiz kendimizi
bu mekanik aynalarda görmeye başladık. Bu nedenle de insani sorunlar
büyümeye; sevgi, anlayış, şefkat, yardımlaşma, dayanışma gibi ruhsal
yasaların yeryüzündeki uygulama alanları daralmaya başladı.
Depresyon ve
Mekanistik Anlayış
Günümüz insanının çok sık şikayet ettiği depresyon, stres, yaşamın
anlamıyla ilgili sorulara yanıt bulamama, amaçsızlık, sıkıntı ve
yabancılaşmanın artmasının asıl nedeni; bölen, ayıran, parçalayan
mekanistik anlayışların tümüne aittir.
Kutsal olan hiçbir şeye hürmet göstermeyen büyük çoğunluktaki çağımız
insanının bu anlayışı, evren ahengiyle uygun olmayan hesapsız işleri;
sayıları gittikçe artan maddi yapılaşmayla katılaşarak birleşti.
Bilinçten ve maddenin asıl anlamından kopmamıza neden oldu.
Mekanistik dünya görüşü yaşamlarımızı ve düşüncelerimizi hala böyle etki
altında tutarken Newtoncu fiziğin heyecanının da çoktan geçmiş olması
ironik bir durumdur. Tabii ki hala dinamoları çalıştıran, insanı uzaya
gönderen fizik Newtoncu fiziktir ama artık yaratıcı fiziksel düşüncenin
ön planında değildir.
Günümüzde Newtoncu fiziğin daha alt seviyede bir fen bilgisi eğitimi
olduğu düşünüldüğünden önde gelen üniversitelerde klasik fizik dersi
verilmemektedir. Onun yerine şimdi fizik biliminin uygulanışını kökünden
değiştirmiş olan “Yeni Fizik”, Einstein ’in görelilik kuramı ve kuantum
mekaniği var.
Görelilik ve Kuantum
Kuramı
Görelilik kuramı fizik biliminin uygulanmasına önemli katkılarda
bulunmuş olsa da yeni bir dünya görüşüne öncü olamamıştır. Einstein ’in
yanlış yorumlanması, tarih ve antropoloji alanında
‘görelilik’
(rölativite) adlı bir akımın çıkmasını sağlamışsa da görelilik kuramı
yüksek hız ve çok büyük uzaklıklar fiziğiyle ilgilidir, ancak kozmolojik
ölçekte kendini gösterir ve yere bağımlı günlük yaşantımızda hiçbir
şekilde yeri yoktur. Kuantum fiziği ise farklıdır. Atom taneciğinin
içindeki mikro dünyanın fiziği olarak bize, gördüğümüz her şeyin iç
işleyişini ve en azından fiziksel olarak ne olduğunu anlatır.
Bedenlerimiz de dahil madde dünyası atomlardan ve onların daha küçük
bölümlerinden oluşmuştur ve bu temel gerçekliğin küçük parçalarını
yöneten yasalar günlük yaşamımızın her yanına yayılmıştır. Bir tek foton
ya da ışık parçacığı optik sinirin duyarlığını etkiler. Belirsizlik
ilkesi, yaşlanmaya katkıda bulunan genetik hataların birikmesinde ve
bazı kanser çeşitlerinin gelişmesinde ve hatta evrimin oluşumunda da
aynı ölçüde rol oynayan elektronları yönetir. Benzetme düzeyinde,
kuantum fiziği imge yönünden günlük yaşamın deneyimlerine
uyarlanabilecek kadar zengindir. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi çoktan
sosyolog ve psikologların diline girmiş; kuantum sıçraması deyimi artık
her türlü ani değişiklik durumunu tartışırken kullanılan bildik bir
deyim haline gelmiştir.
Belirsizlik İlkesi
Belirsizlik ilkesine göre dalga ve parçacık tanımlamaları birbirlerine
engel olurlar. Varoluşun tam anlamıyla anlaşılması için her ikisinin de
aynı anda ulaşılır olması gerekirken, belli bir zamanda ancak birine
ulaşmak mümkündür. Bu durumda, ya elektron parçacık konumundaysa onun
kesin durumunu ya da dalga konumundaysa momentumunu (hızını)
ölçebiliriz. Fakat asla ikisini birden aynı anda ölçemeyiz.
Yeni
bir metafor ve dünya görüşü
Kuantum fiziğinin fiziksel ve ruhsal dünya hakkında söylediklerinden
doğal olarak yeni bir metafor ve dünya görüşü kaynaklanır. Bu dünya
görüşünün özellikleri; yeni fiziğin niye yeni olduğunu tartıştıkça ve
yeni fizik bilinciyle bakarak, insan felsefesine ve insan ilişkilerine
yani psikolojiye nasıl uygulandığını gördükçe daha da netleşecektir.
Kuantum kuramı şimdiye dek ortaya atılan en başarılı fizik kuramıdır.
Deney sonuçlarını ancak birkaç desimal nokta kaymasıyla doğru olarak
önceden hesaplayabilir. Fakat her nasılsa bu ön tahminleri ve sonuçları
açıklayamadığı için genel denklemlerden yeni gerçeklik ortaya çıksa da,
buluşlarıyla insanın hayal gücünü canlandıran bu ‘yeni dünya görüşü’
henüz yeterince anlaşılmış değildir.
Kuantum Kuramı ve
Günlük yaşam
Kuantum kuramının tamamlandığı son altmış yılda kuantum fizikçileri
arasındaki yaygın görüş, kendilerinin gerçek dünyayla ilgili ne bir şey
söyleyebilecekleri, ne de söylemeleri gerektiğidir. Yapabilecekleri en
emin şeyin denklemler sonucu tahminlerde bulunmaya devam etmek olduğunu
söylerler. Ve bu katı söylem kuantum kuramıyla günlük yaşam arasında
yapılacak yeni sentezlerin oluşumunu aksatmaktadır. Bu aşırı bilimsel ve
“gerçekçi olmayan”
görüş, Danimarkalı
fizikçi Niels Bohr tarafından yapılan kuantum kuramının Kopenhag yorumu
olarak bilinir.
Fizik, her şeyin olasılıklar denizinde yüzdüğü ve hiçbir şeyin sabit
bir yerde varolduğundan söz edilemeyen, kuantum seviyesindeki olayların
garip ve belirsiz doğasından etkilenerek bu görüşü şiddetle savunmuştur.
Bu görüş kuantum kuramcıları ve onların felsefi izleyicileri arasında
atom-altı parçacık seviyesinde gerçeklik olmadığı, hatta bazı durumlarda
gerçeklik diye bir şey olmadığı şeklinde saçma ve asılsız söylemlerin ya
da teorilerin oluşmasına da neden olmuştur ki tamamen yanlış anlaşılmış
faraziyelerdir. Oysa nesnelerin varolduğu gerçek bir dünya vardır ve
bizler o gerçek dünyada her gün soluk alıp-vermekteyiz. Kuantum
kuramının yeni metafor oluşturması ve çağımızın ana felsefesi olabilmesi
için, hakkında günlük yaşamın gerçekleriyle ilgili olarak çok
konuşulması ve çok örnek verilmesi gerekir. |
|
YENİ EVREN ANLAYIŞINDA ELEKTRON |
Yeni evren anlayışı dalga/parçacık ikiliği üzerine kurulacağa benziyor.
Çok temel olduğu ve başka hiçbir şeye ya da işleme indirgenmediği için
dalga/parçacık ikiliği, zihinselle fizikselin kökenini ve bunların her
biriyle neyi kastettiğimizi görmemizi sağlar. İki ya da daha fazla
parçacıklı herhangi bir kuantum sisteminde, her parçacık
"hem şeylik hem de bağıntılık"
özelliğine sahiptir. Birincisi parçacık olmasından, ikincisi de dalga
olmasından kaynaklanır. Dalga özelliği yüzünden kuantum sistemleri
bileşen üyeleriyle aralarında klasik sistemlerde olmayan yakın ve
tanımsal bir ilişki sergilerler.
Örneğin, eğer elimizde Newton'un bilardo toplarından bir kutu olsa,
bunların birbirleriyle bir çeşit ilişki içinde olduğunu söyleriz.
Birbirlerine çarpıp, birbirlerinin durum ve momentumlarını
değiştirirler. Aynı zamanda birbirlerini yerlerinden oynatırlar.
Yerçekimi gücüne göre birbirlerini çekerler ve eğer elektrikle
yüklenirseler birbirlerini yüklerine göre çeker ya da iterler. Eğer
bazıları daha yükseğe ve daha çok sıçrıyorsa bunlar daha alçağa sıçrayan
az hareketliler üzerinde baskın çıkarlar.
Ancak bunların hepsi dışsal ilişkidir. Topların davranış biçimlerini
etkiler fakat içsel özelliklerini değiştirmezler. Aralarında cereyan
eden güçlere rağmen, yuvarlaklıklarını, sıçrama özelliklerini koruyup
her biri kendi kütle, durum ve momentumuna sahip olan ayrı birer bilardo
topu olarak kalır.
Fakat benzer bir kutudaki sıçrayan elektronlar birbirleriyle farklı bir
şekilde ilişkiye geçerler. Çünkü elektronlar aynı anda hem dalga hem de
parçacıklardır (aynı anda her biridirler).
Dalga yönleri birbirine karışacak, iç içe geçip birleşecek ve içsel
özellikleri (kütle,yük,dönüş hızı, durum ve momentum) diğer
elektronlarla birbirlerinden ayrılmayacak bir hale gelecek varoluşsal
bir ilişkiye gireceklerdir. Hepsi bu ilişkiden etkilenecek, ayrı birer
şey olmayı bırakıp bir bütünün parçaları olacaklardır.
Bütün, bir bütün olarak, belli bir kütle, yük, dönüş hızı, vs.ye sahip
olur. Fakat bu oluşuma hangi elektronun katkısının ne olduğu tamamıyla
belirsizdir. Aslında artık bireysel özelliklere sahip bileşen
elektronlardan söz etmek anlamsızdır. Bütünün gereklerini yerine
getirmek üzere sürekli biçim ve konu değiştiren elektronlardan söz etmek
hem yeni fiziğe hem de metafizik ilkelere daha uygun olacaktır. |
ELEKTRONUN ŞUURU VAR MI ? |
Modern biyoloji
bilgisini dikkate alıp, Alfred North Whitehead ve David Bohm gibi
felsefeci ve fizikçilerin en temel atom-altı parçacıkların bile
içlerinde çekirdek düzeyinde şuur özellikleri taşıyabileceklerini ileri
sürdükleri önermeleri ciddiye alırsak, bu gibi sorular sormamak
olanaksız olur.
Yeni fizikçilerin dünyanın zihinsel ve maddi yönlerinin ortak kaynağı
olan daha temel bir gerçekliği tanımlaması, bilinen kuantum gerçekliği
ve dalga/parçacık ikilemine çok uygun düşer ve bu görüş ileri gelen
kuantum fizikçilerince paylaşılır.
Örneğin fizikte uzun yıllar kariyer yapmış olan David Bohm, Spinoza ve
Whitehead spiritüel düşünce biçiminden etkilenmiş, yeni bir evren
tasarımında ruhsallığın önemini fark etmiş bilim adamlarıdır.
"Şuur ve madde, tek
bir sürecin uygulamada değil düşüncede ayrılan biçim ve içerik gibi iki
yönüdür. Daha doğrusu tüm gerçekliğin temeli olan bir tek enerji vardır.
Bu sürecin zihinsel ve maddi yönleri arasında hiçbir zaman kesin bir
ayrılık yoktur"
diyen yeni fizikçilerin yüzyılımızı etkilememeleri pek mümkün olamayacak
gibi gözüküyor.
Her ne kadar bazılarımız
bu yeni gerçekliğe gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatıyorsak da, değişim
rüzgarları fizik yönünden de esmeye başladı. Hem Bohm hem de ondan önce
Whitehead ve Chardin için, oluşu halindeki bu gerçeklik görüşü, parçacık
fiziği seviyesinde şuur öncesi özelliklerin varlığını göz önüne
almalarına yol açmıştır.
Yeni fiziğin yaptığı modern araştırmalarda, bir elektron ya da bir
foton (ya da
herhangi bir başka temel parçacık)
garip bir şekilde etrafındaki değişimleri fark edip ona göre davranıyor.
Bu en azından deneysel koşullar altında doğrudur ve bu durum gözlem
sorunun daha gizemli sonuçlarından biridir.
David Bohm atom-altı parçacıkların
"bilme"
özelliklerini örneklemek için güzel ve anımsatıcı bir benzetme kullanır.
Elektronun laboratuardaki hareketlerini bale yapan dansçıların müzik
eşliğinde dans edişleriyle kıyaslar. Partisyon, her bir dansçının
adımlarına rehberlik eden ortak bir bilgi havuzu gibidir.
Carl Gustav Jung
"Kolektif Şuuraltı"
kavramıyla bu ortak bilgi havuzunu ya da bir tür bilgi bankasını
anlatmak istemiştir.
Bohm 'a göre "söz
konusu elektronlar olunca, partisyon tabii ki dalga fonksiyonudur.
Elektronlar, klasik fizik kurallarına uygun olarak birbirlerini mekanik
bir biçimde itip çekecekleri yerde tıpkı dansçılar gibi aynı bilgi
hazinesine dayalı olarak eylem dizisine katkıda bulunurlar."
Her bir elektron sadece kendi dalga paketinde, partisyonda kendisine
düşen bölümde gizli bilgi ya da anlam karşısında hassas olmakla kalmaz,
aynı zamanda kuantumun karşılıklı etkileşimine bağlı olarak bütün bu
durumdaki gizli bilgiye; diğer elektronların hareketlerine, deneysel
cihazların tasarımına ve hatta fizikçinin şuurlu niyetlerine belli bir
yerden olmamak koşuluyla yanıt verir. Bohm 'a göre bu paylaşılan bilgi,
bu ortak "bilme"
elektronun temel,
şuurlu farkındalığını gösterebilir.
Öyle anlaşılıyor ki kuantum olaylarında bu anlamlı olasılıklar varsa,
yeni fizikte de bizim maddi dünyaya bakışımızı değiştirmeye çalışan
ruhsallık var.
Elektronun temelde şuurlu bir farkındalığı ve bizim şimdi
anlayamadığımız bir tür biliş halinin oluşu, spiritüel bilgilerin
aktarmış olduğu
"META BİLGİYE"
danışmayı gerektiriyor. Fizik ötesi meta bilgilere göre;
"Atom altı parçacıklar da
aslında bütüne hizmet etmektedir. Bir tek atom bile parçacıkların
organizasyonuyla oluşmuş şuurlu bir sistemdir.Ve bu şuurlu sisteme insan
da, şuur enerjisiyle katılımcı olmaktadır. Yani maddeyi şuurdan ve
insandan yalıtık göremeyiz."
Newton fiziğinde,
'insan doğal olayları sadece gözlemleyebilir'
anlayışı vardı ve bu inanç
atom fiziğindeki keşiflere kadar sürdü. Ancak atom fizikçileri atom altı
dünyanın sırlarını anlamaya çalışırken son derece şaşırtıcı bir gerçekle
karşılaştılar. Atom altı parçacıklar deneyi yapan bilim adamının şuuruna
tabi oluyordu ve o kişi onları nasıl görmek isterse öyle
davranıyorlardı. Bilim adamı parçacık olarak görmek isterse parçacık
tezahür ediyordu, dalgasal görmeyi isterse dalgasal özelliklerini tespit
ediyordu. Üstelik aynı deney, aynı şartlarda ve aynı optik cihazlarla
yapıldığı halde deneyi yapan bilim adamı değiştikçe sonuçlarda farklı
oluyordu.
Bu örneğe günlük yaşamda da rastlamak mümkün. Aynı kişilerle aynı
ortamda birbirine benzer olaylar dizisi yaşamak her zaman mümkündür. Ama
bu olaya katılan kişilerin bilgiyi algılama, uygulama kapasiteleri her
an değişmekte olduğundan aynı olayı iki kere benzer şekilde yaşamak
mümkün değildir.
Heraklaitos bu konuda
"Aynı ırmakta iki kere
yıkanamayız"
demiştir. Hiçbir şey bilinir ve önceden saptanır değildir. Katılımcılar
ve gözlemcilerle her olgu sürekli bir değişime ve yenilenmeye tabidir.
Atom altında kesinlikle olması gereken fenomenlerin, önceden bilinir
tezahürler yoktur; çünkü atom fiziği, insan ile madde arasındaki
ilişkinin önemini ortaya çıkarmıştır. Bu ilişkide en önemli aktörlerden
biri de gözlemcinin kendisi yani deneyi yapan kişinin beklentisi,
düşünce gücü ve şuurdur. Aynı şartlarda hazırlanan deneyin sonuçları,
gözlemciden gözlemciye farklılık gösterir, çünkü farklı beklentiler
farklı tezahür süreçlerini doğurmaktadır. Bu durumu,
"Belirsizlik ilkesini"
öne süren fizikçi Werner Heisenberg şöyle açıklar:
" Gözlemci,
gözlediğini sırf gözleme eylemiyle başkalaştırır. Bu ise şuurun fiziki
evrende rol oynadığının kabulüdür. Yeni fiziğin ortaya koyduğu en
şaşırtıcı gerçek budur.Yeni fiziğe göre, bir fizikçinin aynı yöntem ve
araçları kullansa bile diğer fizikçilerin deney ve gözlemlerinin
aynısını elde etme zorunluluğu yoktur. Çünkü deney gözlemcinin şuuruna
tabidir. Bu nedenle
'gözlemci' değil
'katılımcı'
vardır denmektedir. Atom
altı fenomenler parçacık ve dalga özelliğinden dolayı önceden kesinlikle
tahmin edilememekte birde katılımcı faktörü eklenince ancak belli
olasılıklardan söz edilebilmektedir. Yani Alice Harikalar Diyarını ya da
Bin bir Gece Masallarını andıran bu sihirli dünyada önceden bilirlik
olamaz. Katılımcı etkin bir güçtür ve insanın katılımcılığım ne yönde
kullanacağı bir anlamda hem bireysel hem gezegensel geleceğimizi
oluşturur. " |
ORGANİZE
EVREN |
Sebebe dayalı bir evrenden varlığı gayeli bir evrene geçmek, bütün
teşkil eden bütün parçaların iddia edilen iç bağımsızlığı, Burr 'ün yer
çekiminin bütün olayların düzenlenmesine hükmeden bir asıl alan olduğu
iddiası klasik fiziğe ait temel düşüncelere tamamen aykırı görüşlerdir.
Felsefeci Geoffry Chew 1968'de 'kendi
kendine ayakta durma felsefesi' diye
adlandırdığı dünya görüşünde böyle kökten bir hareketi formüle etti.
"Evren kendi kendine ayakta durmaktadır."
Kendi kendine ayakta durma felsefesi Newton
tarafından öne sürülen kabulden mekanik dünya görüşüne bir ret teşkil
eder. Artık dünyaya, temel özellikleri olan temel unsurlardan var
edilmiş olarak bakamayız.
Bilimsel
anlamda alan nedir?
Yeni bir bilim olan Psiko nöromünoloji, telkinin
vücuttaki bağışıklık sistemini nasıl harekete geçirdiğini inceler. Beyin
fizyolojisini ayrıntılı olarak ele alan araştırmacılar fikir ya da
inançtan, nöronlara uzanan sebep-sonuç zincirini izlemeye çalışıyorlar.
Öyle ki bir fikir ya da inancın etkisiyle nöronlar, hastalık ve
dengesizlikle savaşmak üzere beyaz kan hücrelerini arttıran bağışıklık
sistemini harekete geçirecek sinyalleri hipotalamusa ve hipofiz bezine
göndermektedir. Bir düşünce nöronlar vasıtasıyla kaslara ve organlara
iletilen bir biyoelektrik sinyale nasıl dönüştürülmektedir? Cevap
muhtemelen tüm canlıların bir parçası olduğu keşfedilen biyoelektrik
alanların yapısında yatmaktadır.
Chi denen eski Çin'deki vital (hayatsal) enerjinin Mesmer'in canlısal
manyetizmin, Reich'ın orgon enerjisi'nin, Harold Burr tarafından
keşfedilen L-alanları 'nın ya da Rus bilim adamları tarafından bio
plazmik, Çekoslovak bilim adamları tarafından psikotronik denen
biyoelektrik enerjinin, aynı gerçekliğin farklı adlarla ifadesi olduğu
bir gün anlaşılabilir. İngiliz Matematikçi G.D. Wasserman bu enerjiye
"morfo genetik alanlar"
ya da "M-alanları"
dedi. Bu terim Rupert Sheldrake tarafından
geliştirildi. 1981 'de yayınlanan Yeni Hayat Bilimi (New Science of
Life) adlı kitabında bu alanları, mümkün, yapısını ve rolünü ana
hatlarıyla anlatır. Morfo genetik terimi, yani
"varlık haline gelen şekil",
bedenin alana göre şekillendiğini, alanın bedenden
yayılmadığını ifade etmektedir. Alan bedensel (maddesel) tezahürden önce
gelir, büyüme akışını yönlendirir ve bedeni değiştirir. Evrende dev
zihinsel bir alan neden olmasın ? Evren empresyonist bir resimdeki boya
darbelerinde olduğu gibi bağımsız, toplama parçalar olarak anlaşılamaz.
O bir hologramdır, içinde, ağın her parçasının bütünün yapısını
belirlediği, birbiriyle bağlantılı olayların faal olduğu bir ağdır.
Bilim
dünyasında kuantum gerçekliği
Kimse bakmadığı zaman atomun ne yaptığı sorusunu
açıklamak ve kuantum ölçme problemini çözmek için bilim dünyasında en
azından sekiz farklı kuantum gerçekliği resmi öne sürülmüştür. Bir
kuantum sıçraması sırasında gerçekten ne olur?
Derin
gerçeklik yoktur
İlk olarak ünlü kuantum öncülerinden biri olan
Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından formüle edilen kuantum
gerçekliği sadece olayların "gerçek"
olduğunu savunur. Olaylar ağaç, kaya, yıldızlar ve
fizikçinin ölçüm aletleri olan Geiger sayaçları, balon odaları gibi
gözümüzle gördüğümüz şeylerdir. Bunlar hiç kuşkusuz gerçektir. Ancak,
atomların kendileri bu kadar gerçek değildir. Onları sadece ölçümlerin
sonuçlarından dolaylı olarak biliyoruz.
Fizikçiler atom dünyasıyla kurulan bu dolaylı ve eksik temaslara göre
atomun neye benzediğini resimlemek için tıpkı kör bir adamın fili tarif
etmeye çalışması gibi çok uğraşmışlar ve bu görünmez dünyanın sıradan
bir resmini oluşturma girişimlerinde amaçlarına ulaşamamışlardır.
1920'lerin sonlarında Bohr atom dünyasının ağaç, kaya ve taşlar gibi bir
gerçekliğe sahip olmadığı için insanlar tarafından asla
resimlenemeyeceğini savunmuştur. Bohr 'un inancına göre, atomların var
olduğu kesindi, fakat var olma şekilleri, yalnızca olaylar dünyasında
yaşamakla sınırlı olan insanlar tarafından asla kavranamazdı. Ayrıca,
atomları resimlemekte yetersiz kalmamız atomlar hakkındaki bilgimizin
çok az olmasından değil, çok fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
Bohr 'un meslektaşı Werner Heisenberg bu fizikçileri, dünyanın düz
olduğuna inananlara göre atom dünyasının resimlenmesi araştırmasına
devam eden Einstein ve Erwin Schrödinger'le karşılaştırıyor;
"Yeni deneylerin bizi uzay ve zamandaki nesnel
olaylara götüreceği umudu, dünyanın ucunun Antarktika'nın keşfedilmemiş
bölgelerinde keşfedileceği umudu kadar iyi temellenmiştir."
Heisenberg'in sözleri bir kehanetin özelliklerini taşıyor. Altmış yıl
sonra, kuantum dünyasını Einstein'ın tahayyül ettiği sağduyuyla
resimleme konusunda her zamankinden daha ilerideyiz. |
|
KUANTUM
KURAMI VE GÜNDELİK YAŞAMA UYGULAMALARI |
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Kuantum kuramının getirmiş olduğu yeni bakış
açısı klasik fizik kavramlarına ters düşen bir yaklaşım içerir. Bu yeni
bakış açısı yeni bir paradigma olarak görülmelidir. Yeni paradigmalar
ise ancak eski paradigmaların geçersiz veya yetersiz oldukları
durumlarda ortaya çıkarlar.
Eski (klasik fizik dünya görüşü) paradigmaları hangi noktalarda
yetersiz kalmıştır? Bu soruyu yanıtlamak için 18 ve 19. yüzyıllarda
ortaya atılan birtakım varsayımlara bakmak gerekir. Bu varsayımlar sanki
birer “evrensel gerçek”
veya “tartışmasız kabul edilmesi gereken
ilke” oldukları inancı içinde tüm dünyada
ve özellikle bilim çevrelerinde kabul görmüşlerdir.
Esas itibariyle 4 adet temel varsayım vardır.
1. Nesnellik
(objectivity), 2.
Pozitifçilik
(pozitivism), 3.
Yerellik (locality)
ve 4. İndirgeyicilik
(reductionizm).
Nesnellik:
Evrenin birbirlerinden kopuk nesnelerden oluşmuş olduğu varsayımı.
Böylece nesneleri çevrelerinden yalıtıp inceleyerek özelliklerini
belirlemenin mümkün olduğu inancı.
Pozitiflik:
Evrenin ölçülebilir olduğu varsayımı. Böylece her türlü bilimsel
yaklaşımın sayılara dökülerek ifade edilebileceği inancı.
Yerellik:
Etkileşimlerin sadece yerel nedenlere dayalı oldukları varsayımı.
Böylece uzaktan ve anında etkilerin bulunamayacağı inancı.
İndirgeyicilik:
Nesneleri anlamak için onları bölüp parçalamanın gerekli olduğu
varsayımı. Böylece en temel yapı taşlarına ulaşılabileceği inancı.
Günümüzde tüm bilimsel çabalar bu dört varsayıma
dayanarak sürdürülüyor. Bu yaklaşım teknik ve teknolojinin gelişmesinde
büyük yarar sağlamıştır. Bu yarara bakarak bilim çevrelerinde büyük bir
özgüven gelişmiş ve bu varsayımlar tartışılmaz tabulara dönüşmüşlerdir.
Oysa ki tüm çabalara rağmen ve elde edilmiş birçok başarıya rağmen bu
varsayımların geçersiz olduklarını ileri süren bir fizik kuramı gelişmiş
ve deneysel olarak da doğruluğu defalarca kanıtlanmıştır. Bu kuram
Kuantum Kuramıdır.
Bu kurama göre yukarda belirtilen 4 varsayımın
her biri tartışılır hale gelmiştir. Nesnellik varsayımı Kuantum
kuramında geçerli değildir. Her nesne aynı zamanda dalgasal bir yapı
olduğundan artık birbirlerinden kopuk ve bağımsız nesnelerden söz
edilemez.
Pozitiflik varsayımı da tartışma konusudur. Kuantum kuramına göre
gözleyen ve gözlenen birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Bu etkileşim
bağımsız ölçüm yapmayı da şüpheli hale dönüştürmüştür. Mikro alemde
ölçüm yaparken ölçülen nesne özellik değiştirmekte ve bu bakımdan ele
geçen veriler o nesneyi tanımlamakta yetersiz kalmaktadırlar. Aynı
sorunla insan-insan ilişkilerinde de karşılaşıyoruz.
Yerellik varsayımı Newton fiziğinde de yoktur. Kuvvetler uzaktan ve
anında etki edebilmektedirler. Daha sonra Einstein ışık hızının bir üst
limit hız olduğunu iddia ederek yerellik varsayımını güçlendirmiştir.
Ancak etkilerin ışık hızından daha yüksek hızlarda oluşabileceği ve
bütünsel ilişkilerin bulunabileceği Kuantum kuramı tarafından ileri
sürülmüş ve deneylerle kanıtlanmıştır. Bu kurama göre
“Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş
ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel
olmayan bir biçimde devam eder.” Bu görüş
hem nesnellik varsayımını hem de yerellik varsayımını yıkmaktadır.
Böylece son varsayım olan
indirgeyicilik varsayımı da yıkılmaktadır. Çünkü bir bütün istendiği
kadar parçalara bölünüp indirgensin yine de parçalar arası iletişim,
ışık hızından daha hızlı bir şekilde gerçekleşmeye devam etmektedir.
Bu
durumda artık eski varsayımlar yetersiz kalmakta olup yeni bir dünya
görüşünün gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten günümüzde var olan
dünya sorunları göz önüne alındığında yeni bir paradigmanın gerekli
olduğu da kaçınılmaz olarak belirmektedir. Sorunun temelinde yatan bizim
ikilemli dünya görüşümüzdür.
Günümüzün modern bilimi varlığın bölünmez bütünsel bir teklik olduğunu
kabul etmektedir.
Her nesnenin hem parçacık hem dalga oluşu, kendi başına, her üç
varsayımı sorgulamanın ilk adımını oluşturmuştur. Doğayı kesin ve
determinist bir yaklaşımla anlamak mümkün değildir. Çünkü doğada kesikli
değişimler ve belirsizlik içeren bir karmaşa vardır. Ancak, bu karmaşa
nesnelerin ve olayların dış görünüşü ile ilgilidir. Dış görünüşte
görelilik vardır. Fakat insan, bir tin beden bütünlüğü olduğuna göre
sadece doğayı değil, aynı zamanda kendini ve kendi kaynağını da anlama
gayreti içindedir. Kendini anlamak ise doğayı anlamaktan daha zor ve
daha çetin bir uğraştır. Bu uğraşa bir ad koymak gerekirse kısaca
“Farkındalık” demeyi uygun görüyorum.
Farkındalık bir bakıma, kaynağa ulaşma
çabasıdır.
Modern bilim kuramlarının getirdiği farklı
görüşlerin yerleşmesi için klasik yapının bozulması gerekir. Bu durum
Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın
meşhur ettiği “Yapı bozumculuğu”
kavramı ile ilgilidir.
“Yapı bozumculuğu” yıkım değildir, analiz hiç değildir. Daha çok batı
düşünce sisteminin klasik kavramlarını yeniden ve güncel bilimin ışığı
altında yorumlamak için başvurulan bir bakıştır.
Bu bakımdan hem Aristo mantığının kabullerini
hem de batı felsefesinin temel varsayımlarını yeniden yapılandırmak
gerekmektedir. Derrida’nın esas saldırı hedefi ikili (karşıt)
kavramlardır.Kuantum kuramının yaklaşımı, Aristo mantığının ikili
yaklaşımının yetersiz olduğu
göstermiştir. Kuantum kuramının yeni yaklaşımında şu tercihler öncelik
kazanıyor:
-
Gözlem yerine katılım,
-
Anlamsız yerine anlam,
-
Bağımsız yerine
bütünsel,
-
Nesne yerine enerji,
Burada gözlemden vazgeçelim
demiyorum. Ancak, her gözlemin belli bir ölçüde katılım içerdiğini
bilmek ve bunun farkındalığı içinde olayları ve durumları anlamlandırmak
gerektiğini savunuyorum. Farkındalık ancak katılım sayesinde
güçlenebilir. Farkındalık arttıkça ikilemli mantığın kısıtlayıcı
yapısını bozmak ve dolayısıyla yeni bir anlayışa ulaşmak mümkün
olabilir.
Böylece gündelik yaşam içinde bakış açımızı nesnellikten ve
yerellikten kurtarıp, bütünselliğe ve tümel birliğe doğru yöneltmeyi
gerçekleştirebiliriz. Olayları incelerken onları parçalara ayırıp
indirgemek yerine onları en geniş açıdan değerlendirerek tümel bir bakış
açısı ile bütünsel olarak incelemeyi başarabilmeliyiz. Ayrıca, her olayı
veya olguyu sayısal olarak ifade etmeye çalışmak yerine, sezgi içeren
bakış açılarını küçümsemeden düşünce yapımızı genişletmeye gayret
etmeliyiz.
KRİTİK ETKİ YASASI |
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Günümüzde pozitif bilim olarak tanımlanan fizik bilimi öncelikle
bir felsefi bakış açısı olarak görülmelidir. Çünkü doğayı anlamak
gayreti içinde olan insan gözlediklerini yorumlamak durumundadır.
Doğaya bakan eski insanlar iki ayrı âlem (gerçeklik alanı)
görmüşlerdir. Bunlardan biri dünya ve dünyada olan çeşitli
değişimler, hareketler ve ilişkilerdir. Diğeri ise gökte
gördükleri uzak nesneler ve onların hareketleridir. Böylece ay
altı ve ay üstü evreni ayırmak fikri doğmuştur. Çünkü ay altındaki
evreni yakından tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da
edebiliyorlardı. Oysa ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar)
tümüyle insanların kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan,
uzak bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi.
Bu iki evreni
ayırınca insanlar ay altı evreni inceleyen disipline
“Fizik”, ay
üstü evreni inceleyen disipline de
“Metafizik” dediler. Metafizik,
fizik-ötesi anlamını taşır. Ay altına yöneliş ve dünyadaki
nesnelerin özelliklerini inceleyiş ise Fizik biliminin veya daha
doğru bir tanımla Fizik felsefesinin konusu olmuştur. Fizik
felsefesi ile ilgilenen eski düşünürler özellikle madde kavramı
üzerinde görüş geliştirmişlerdir. Örneğin,
Demokritos
(MÖ.5. yüzyıl) maddenin bölünemeyen en küçük parçasına
atom adını
koymuştur. Bu iddia aslında oldukça önemli bir mantıksal
önermedir.
Eğer
madde sonsuza kadar bölünebilse sonuçta sıfır kütleli ve sıfır
hacimli bir varlığın geriye kalması gerekir. Sıfır kütleli ve
sıfır hacimli bir varlığın olabileceğini bugün biliyoruz. Foton
denen ışık paketçiği kütlesizdir ve hacmi de yoktur. Fakat bundan
2500 yıl önce varlığın mutlaka hacmi ve kütlesi olması gerektiği
düşüncesi hakimdi. Bugün bile “nesne” deyince akla hacmi ve
kütlesi olan bir varlık akla geliyor. Oysa ki bu görüş artık
geçerli değildir. Her nesne bir enerji yumağıdır. “Nesne”
kavramında, canlı-cansız ayırımı yapılmamalıdır.
Aristoteles
(MÖ. 350 li yıllarda) varlığın kategorilerinden söz etmiştir.
Aristo bu kategorilerin birbirlerine indirgenemeyeceğini
söylemiştir. Örneğin renk bir kategoridir. Ağırlık ayrı bir
kategoridir. Bir nesnenin rengini o nesneyi tartarak bulamayız.
Aynı şekilde ağırlığını da sadece uzaktan bakarak tayin edemeyiz.
Ancak günümüzde kategoriler da kesin sınırlarla ayrılmıyorlar.
Örneğin radyasyon dediğimiz elektro magnetik dalgalar hangi
kategoriye girerler? Işık ve tüm elektro magnetik dalgalar hem
parçacık hem de dalga özelliği gösterirler. Yani nesneleri
parçacık ve dalga kategorilerine ayırmak mümkün değildir. Modern
fizik kavramları ile yakından ilgili olan kişi kesin
kategorilerden söz etmekten kaçınır. Günümüzde kesinlik büyük
çapta yerini belirsizliğe bırakmış gibi görünüyor. Hatta
canlı-cansız ayırımı bile kesinliğini kaybetmiştir.
Fakat
belirsizliği iyi tanımlamak gerekir. Belirsizliğin güncel
hayattaki kavramını
“rastlantı”
sözünde
buluyoruz. Evrende iki türlü rastlantı vardır.
1-Düzensiz rastlantılar:
Bu tür rastlantıları bir kurala bağlamak mümkün olmamıştır ve
ilerde bir kurala bağlanabilecekleri de şüphelidir.
2-Düzenli rastlantılar:
Bunların bir kurala bağlı olarak ortaya çıktıkları saptanmış olan
rastlantılardır.
Fizikçiler için
“rastlantı” kavramı ancak düzenli ise araştırılmaya değer. Çünkü
düzenli rastlantıların altında yatan daha temel kurallar vardır ve
onların bulunup açığa çıkarılmaları gerekir. Örneğin meyve dalında
olgulaşınca düşer. Ne zaman düşeceğini bilemeyiz. Çünkü düşüşünde
bir düzen (kural) yoktur. Ama her olgunlaşan meyve düştüğüne göre
bu rastlantısal yapının altında bir düzen vardır. İşte bu düzeni
sağlayan kurallardan bir tanesi
“Yerçekim
Yasası”
olup Newton
tarafından ifade edilmiştir. Ancak yerçekimi yasası meyvenin yere
nasıl çekildiği ve hangi hızla yere düştüğü hakkında bize bilgi
verir, neden düştüğü hakkında bilgi vermez. Çünkü “nasıl?”
sorusuna yanıt aramak kolaydır ama “neden, niçin?” sorusuna yanıt
bulmak çok zordur.
Deminki örnekte olgunlaşan meyvenin “neden yere düştüğü” sorusu
çok daha derin bir yasadan dolayıdır. Bu yasa da
varlığın
varlığını sürdürme yasası
olarak ifade edilebilir. Yani, var olan bir nesne tümüyle yok
olmaz. Ancak şekil değiştirir ve bir yolunu bulup varlığını
sürdürür.
Kimyacı
Lavoiser
(1743-1794)
“Hiçbir şey yoktan var olmaz
ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz”
demişti. Bugünkü anlayışımıza göre
“Her nesne enerjidir ve enerji
yok olmayıp dönüşür”,
diyebiliriz. Fizikçilerin araştırma alanına
Enerjinin dönüşüm ortamı
da diyebiliriz. Çünkü nesnelerin etkileşimleri
incelenirken, aslında enerji türleri ve onların birbirlerine nasıl
dönüştükleri incelenmektedir. Fizikçi bu incelemeyi de doğayı
sorgulayarak ve aldığı yanıtları yorumlayarak sürdürür. Fizikçi
yorumlarını tutarlı bir yapıya dönüştürmekle kalmaz, kurduğu
yapıyı sürekli sorgulayarak yeni gözlem ve deneyler karşısındaki
başarısını da sınar.
Bu yaklaşıma
deneme-yanılma metodu diyebiliriz. Ortaya atılan her yeni fikir
veya eylem yeni bir deneme olarak görülmelidir. Fikren ortaya
atılan yeni paradigma yeni bir deneme metodudur. Modelin
öngörüleri deney ve gözlemler tarafından desteklenirse yanılmamış
demektir. Yok eğer deney ve gözlemler tarafından destek görmüyorsa
yanılmış demektir.
Deneme-yanılma
metodunun özünde bilgi-varlık ilişkisi bulunmaktadır. Yeni bir
düşünce modeli yeni bir bilgi demektir. Çünkü doğaya yeni bir
bakış açısıyla baktığımızda yeni bilgi üretmiş oluruz. Bu bilgi
varlığın yeni bir yüzünü bize gösterir. Varlık bin bir yüzlü bir
elmasa benzer. Siz bir yüzünü aydınlatsanız da bin tane daha
bilmediğiniz yüz karanlıkta kalır. Bilim varlığın bir yüzünü
aydınlattığında, o yüze yakın olan birkaç yüzün de kenar
bölgelerini aydınlatmış olur. Kenar bölgelerde yeni bilinmeyen
varlıklar ortaya çıkar. Yani, bilgi varlık üretir. Bu durumda
bilim ortaya çıkan bu yeni varlık türlerini anlamaya çalışır ve
yeni modeller üretir. Dolayısıyla, bilgi varlık üretirken varlık
da yeni bilgilere yol açar. Bu yumurta-tavuk ilişkisi sürer gider.
Ontoloji-Epistemoloji
Bilgi-varlık
ilişkisi eskiden beri sorgulanmış ontoloji-epistemoloji sorununa
dayanır. Ontoloji varlık bilimi, epistemoloji ise bilgi bilimidir.
Bilimin esas dayanağı, dış dünyadaki nesneler ve olgular mıdır,
yoksa insan düşüncesi midir? Bunlar birbirlerini üretirler ama bu
üretme bir örtülü gerçeği gün yüzüne çıkarmak mıdır, yoksa dış
dünyayı açıklamak isteğini somutlaştırmak gayreti midir? Bir diğer
ifadesi
“Biz dış dünyayı açıklamaya
çalışırken dış dünyayı keşif mi ediyoruz, yoksa icat mı ediyoruz?”
Bilimin dış dünyayı açıklamak
gayreti içinde olduğunu kabul ettik. Fakat bu arada bilimin ileri
sürdüğü yeni nesnel varlıklar yeni gerçekliklere de yol açarlar.
Bilim mikro dünya ile makro dünyayı açıklamakta birtakım
zorluklarla karşılaşıyor. En büyük zorluk da deney ve gözlemlerin
birtakım temel engellerle karşılaşmış olmasıdır. Bir elektronun
yerini saptamaya çalıştığımız anda hızı (momentumu) hakkındaki
kesin bilgimiz kayboluyor. Yani, yerini bilsek dahi ne tarafa
doğru hareket ettiğini bilemiyoruz. Dolayısıyla deterministik
(belirlemeci) görüş geçerliliğini yitirmiş oluyor. Aynı durum
sonsuz uzak gök cisimleri için de söz konusudur. Uzak gök
cisimlerinden gelen ışık bize o gök cisminin milyonlarca yıl
önceki durumunu yansıtıyor. Eğer eski durumunu yansıtıyorsa
şimdiki durumu nedir? Bunu hiçbir bilim adamı kesinlikle
söyleyemiyor. Çünkü milyonlarca yıl içinde evrende oluşan gelişim
ve etkileşmeleri tümüyle bilmeye olanak yok. Demek ki belirlemeci
yaklaşım makro evren boyutunda da yetersiz kalıyor.
Kritik
Etki Yasası
Öyle anlaşılıyor ki bilimsel
düşünce olaylara ve olgulara belirleyicilikle, determinist olarak,
yaklaştığında neyin ne zaman oluşacağı konusunda çaresiz kalıyor.
Nedeni ise doğanın temel yapısında belirsizliğe izin veren bir
yasanın bulunuşudur. Bu yasaya
Kritik Etki
yasası adını verebiliriz...
Bir olayın veya olgunun (fenomenin) ortaya çıkabilmesi için kritik
bir etkinin bulunması gerekir. Doğa genelde bu şekilde
çalışmaktadır. Eğer bu kritik etki oluşmuyorsa olay gerçekleşmez.
Yani varlığın hem oluşumunda hem de dağılımında kritik etki
yasasından söz edebiliriz. Dolayısıyla, hem düzenli hem de
düzensiz rastlantıların gerisinde duran yasa
Kritik Etki
yasasıdır.
Örnek
vermek gerekirse atomdaki elektron sıçramalarını düşünelim. Belli
bir Eşik Enerjisine
sahip fotonları atom üzerine yollamadıkça elektronu bir yörüngeden
diğerine sıçratamazsınız. Fakat elektron, almış olduğu foton
enerjisini derhal geri verip eski yörüngesine döner. Bu arada iki
yörünge arasındaki enerji farkına eşit bir foton salar. Böylece
atom var olmaya devam eder. Demek ki “kritik etki” hem niceliksel
hem de niteliksel olarak varlığın var olmasında önemli bir rol
oynar.
Mikro alemi açıklayan
Kuantum Kuramı
istatistiksel bir kuramdır. Yani tek bir nesneden söz etmez. Pek
çok nesnenin ortak özelliklerini ortalama bir değer olarak verir.
Kuantum Kuramı kritik etkilerle ortaya çıkan durumların kuramıdır
da denebilir. Kuantum kuramı yukarda sözünü ettiğim mikro evrenin
“Düzenli
Rastlantıları” ile
ilgilenir. Düzenli rastlantılar ile kritik etki arasındaki
ilişkiyi göstermek açısından güncel hayattan alınan basit bir
örnek sunmak istiyorum.
Bir
futbol maçında izleyici olarak tribünlerde 30,000 kişinin
bulunduğunu düşünelim. Bunların yarısı (15.000 kişi) A takımını,
yarısı da B takımını destekliyor olsun. Maç süresince her seyirci
farklı bir davranış içinde olabilir. Bir yandan maç izlerken bir
yandan da sandviç yiyebilir. Veya yanındaki ile konuşabilir....vs.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Her bir seyircinin davranışı bizim
için düzensiz bir rastlantı olarak tanımlanabilir. Fakat maçta bir
gol oldu mu aniden o takımın taraftarları bir anda “Goool” diye
ayağa fırlar. Demek ki gol olayı tüm taraftarların ortak bir tepki
vermelerine neden olmuş, seyircileri polarize etmiştir. Polarize
etmek kutuplaştırmak demektir. Gol olayı ile birlikte seyirci
gurubu kutuplaşmış ve zaten gizli olan kutuplaşma aniden ortaya
çıkmıştır. Artık bu davranış türü düzenlidir ve kurala
bağlanabilir. Maç süresince golün ne zaman olacağını bilemeyiz.
Fakat gol olduğu andaki tepkiyi bilebiliriz. Gol olayı hem bir
kritik etki oluşturmuştur hem de bu etki düzenli bir sonuç
yaratmıştır.
Bu
örnekte çok parçacıklı sistemlerin davranışı incelenmiştir
denilebilir. Futbol maçındaki seyirciler çok parçacıklı bir
sistemi oluştururlar. Belli şartlar altında çok parçacıklı
sistemlerin davranışını tahmin etmek mümkündür. Örneğin
Termodinamik bilimi belli şartlar altında gaz ve sıvıların
davranışını inceler. Statistik mekanik de çok parçacıklı
sistemleri inceleyen bir fizik kuramıdır. Aynı şekilde Kuantum
kuramı da çok parçacıklı sistemlerin kuramıdır. Kuantum kuramı
mikro alemde bize bu gol anındaki tepkiden, yani
“düzenli rastlantılardan”
söz eder. Kutuplaşma gizli iken ölçülebilir bir durum yoktur. Ama
kritik etki oluştuğunda ani ve süreksiz bir olay gelişir ki buna
fizik dilinde
“simetrinin aniden kırılması”
denir. Futbol seyircileri
örneğinde taraftarlar A ve B gurubu olarak eşit ve dengededir.
Yani gizli bir simetri (bakışıklık) söz konusudur. Fakat gol
olduğunda bu bakışıklık aniden kırılmış olur. Çünkü taraftarların
yarısı bağırırken diğer yarısı suskun kalır.
Artık yirmi birinci yüzyıla
girmiş bulunuyoruz. Bu yüzyılın fizik kuramları birçok yerleşik
görüşü değiştirmekte, eski fikir ve varsayımlar geçersiz
olmaktadırlar. Bu yüzyılın bakışı bütünsel bir bakıştır. Tek
başına ve çevresinden yalıtık nesne inancı bir soyutlamadan
ibarettir. Her nesne, içinde bulunduğu ortam ile birlikte ele
alınıp incelenmesi gerekir. Daha doğrusu, tek bir nesneden söz
etmek yerine nesneler topluluğundan söz etmek daha anlamlı
gelmektedir. İnsan da bu açıdan yaşadığı topluluğun parçasıdır ve
o toplumun değerleri ile yoğrulur. İnsanı yaşadığı kültür
ortamından soyutlayıp bağımsız ve tümüyle özgür bir varlık olarak
değerlendirmemek gerekir. Yani bir bakıma, özgür irade dahi
tartışılması gereken önemli bir kavramdır.
Bir sanatçıyı ele alalım.
Kendi özgür iradesi ile yaptığı bir sanat eseri aslında yaşadığı
çağı yansıtmaktan öteye geçemez. Sanatçı için yaşadığı çağı aşan
ve geçerli kültürü sorgulayan, hatta değiştiren kişi olduğu
düşünülür. Oysa ki her yenilikçi sanatçı çağının yeni kültür
değerlerini sezen ve o yönde eser veren kişidir. Olaya yeniden bir
yumurta-tavuk ilişkisi içinde bakmak gerekir. Yani, toplum
sanatçıyı etkilerken sanatçı da toplumun değişimine katkıda
bulunur. Nasıl ki her nesne hem dalga hem parçacık ise, sanatçı da
hem birey olarak özgürdür hem de toplumun kültüründen kopuk
değildir. Aynı durum bilim adamı için de söz konusudur. Doğayı
anlamaya çalışan bilim adamı doğadan birtakım veriler alırken bir
yandan da bu verileri yorumlar. Yani hem doğadan etkilenir hem de
doğayı etkiler. Bir yanda kendi dışında olan bir gerçeği
kabullenirken, diğer yanda o gerçeği kendi bilinci ile
dönüştürdüğünü bilmektedir. Zira insan hem doğanın hem de içinde
bulunduğu çağın ve kültürün bir parçası olup, ne çağından ne de
kültüründen kopuk ve bağımsız bir nesne değildir.
Sadece insan
toplumlarında değil, hayvanlar aleminde Kritik Etki yasası önemli
bir yer tutar. Örneğin,
Neo-Darwinizm
denen yeni bir modele göre türler birbirlerinden sürekli küçük
değişimlerle oluşmamışlardır. Ani ve kritik etkilerle birdenbire
ortaya çıkmışlardır. Yani insan yavaş yavaş maymundan dönüşmüş bir
tür değildir. Ani bir sıçrama ile yepyeni bir tür olarak
belirmiştir. Bu görüş Kuantum kuramının
Eşik Enerjisi
veya sözünü ettiğim Kritik Etki
yasası ile de örtüşüyor.
Kritik Etki
Yasası hem Kuantum Kuramına konu olan mikro sistemlerde, hem de
canlılardan oluşmuş makro sistemlerde geçerlidir. Bu yasa ile uzay
cisimlerinin, yıldızların gelişimi ve ölümü dahi açıklanabilir.
Ayrıca yasada öyle bir tümel bakış vardır ki canlı-cansız ayrımı
yapmadan her türlü sisteme uygulanabilir.
|
GÖZLEM BİLGİSİ İLE KATILIM BİLGİSİ |
Doç. Dr. Haluk Berkmen
İnsanlar en eski dönemlerden beri
bilgilerini arttırmak ve sistematik hale getirmek gereğini
duymuşlardır. Yaşadıkları ortam hakkında bilgileri arttıkça,
kendilerini güvende hissetme duyguları paralel ve doğru orantılı
olarak artmıştır.
Ancak bilgi, sadece dış dünyayı gözlemekle oluşmuyor. Sosyal
çevrenin ve bu çevrede oluşmuş olan kültür ile bu kültürün içerdiği
her türlü değerin etkisi altında gelişiyor. Günümüzde değer üreten
ortam aile veya okul ortamı olmak yerine
“Televizyon kültürü”
olarak adlandırabileceğimiz, yüzeysel
değerlerin üretildiği bir ortam oluşmuştur.
Pozitif bilimler dış dünyanın maddi yönünü incelerken manevi
değerleri tümüyle dışlamışlardır. Günümüzün değerlerini yönlendiren
iki temel özellik vardır. Hemen her değerde aranan özellikler yaşama
fayda sağlayıcı olmaları ve yaşamı kolaylaştırıcı
olmalarıdır. Herhangi bir ürün veya kültürel yapıt, ister maddi
ister manevi olsun, fayda sağlayıcı ve yaşamı kolaylaştırıcı olduğu
oranda kabul görmekte ve destek bulmaktadır. Ancak, neyin faydalı
neyin faydasız olduğu konusu toplumları yöneten güçlerin kontrol
edip yönlendirdiği bir araç niteliğine dönüşmüş durumdadır.
Günümüzde geçerli olan faydacı bakış açısı
“ahlak” denen
değerler toplamını da büyük çapta zedelemiş durumdadır. Ahlak
kavramı her şeyden önce adalet ve sorumluluk
kavramlarını kapsamalıdır. Kısa vadeli faydayı gözeten çıkarcı bakış
açısında ise ne adalet duygusu ne de sorumluluk bulunmaktadır.
Adalet duygusu insanı kendi dar çerçevesinden çıkarıp daha geniş ve
bütünsel bakmasını sağlar. Sorumluluk duygusu ise yetki ile el ele
gitmelidir. Bir insan ne derece fazla yetkiye sahipse o derece ileri
bir sorumluluk hissi ile hareket etmelidir.
Adalet ve sorumluluk hisleri yüksek olan bir kişi gerçeğin tek
olmadığını ve faydacı görüşle hareket etmenin yetersiz kaldığını
bilir. Bu bakımdan “mutlak gerçek”
kavramı yerine her olayda “göreli ve
potansiyel bir gerçek” bulunduğu
bilinci içindedir.
GÖZLEM BİLGİSİ VE GERÇEK
Hepimiz için gayet doğal olan ve mutlak olarak varlıkları kabul
edilen “mekân”
(uzam) ve “zaman”
kavramları dahi mutlak olma özelliklerini
kaybetmişlerdir. Uzam ile zaman tek başlarına, birbirlerinden
bağımsız birer kavram olmak özelliklerini yitirmiş durumdadırlar.
Einstein tarafından ileri sürülmüş olan Görelilik kuramına göre uzam
ile zaman birbirlerine bağımlı bir bütün oluşturmaktadırlar. Bu
bütünlüğe “Uzam-zaman örgüsü”
de denmektedir. Uzam-zaman örgüsü içinde her nesnenin bulunduğu
gözlem noktasına göre ve bu noktanın hareket hızına göre hem uzam
hem de zaman farklı değerler alabilmektedirler. Şu halde gözlem
yapan kişi için mutlak bir zaman veya mutlak bir uzam olamayacağı
gibi, mutlak bir gerçeklik de olamaz. Görelilik kuramı gerçekliğin
göreli olduğunu kanıtlarken, Kuantum kuramı fazladan ancak
potansiyel bir gerçeklikten söz edilebileceğini savunmaktadır.
Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından ileri sürülmüş olan bir
bakış açısına göre gerçeklik ancak potansiyel olarak vardır ve bizim
yorumumuz ile şekil kazanmaktadır. Hem duyu organlarımızla hem de
aletlerin yardımıyla yaptığımız gözlemleri yorumlayarak
kavrayabilmekteyiz. İşin içine yorum girdiğine göre göreli bakış
açısı kaçınılmaz olmakta ve kültürel etkiler
“gerçek” olarak kabul edilen olguları
şekillendirmektedirler. Bu durumun sonucu olarak gerçeklik
anlayışımız yerel etkiler altında dar bir çerçeve içine sıkışıp
kalmaktadır.
Oysa ki evrenin her noktası, diğer her
nokta ile gizli ve bütünsel bir ilişki içindedir. Bu durumu sağlayan
da yukarıda sözü edilen uzam-zaman örgüsünün sonsuz ve bütünsel
yapısıdır. Her nesne bu örgünün düğümlerinden oluşur. Düğümleri göz
önüne getirmek mümkün olmasa da iki boyutlu bir balık ağının
düğümlerine benzetebiliriz. Aslında uzam-zaman yapısı 4 boyutlu (3
uzam ve 1 zaman boyutu) olarak ileri sürülmüş olsa da bu örgünün
Fraktal
bir yapıda olduğu ve kesirli boyutlar içerdiği görüşü gittikçe
kuvvet kazanmaktadır. Fraktal sözü de zaten
“fractional”
(kesirli) sözünden türetilmiştir.
Evrende gizli ve yerel olmayan bir ilişkinin bulunduğu 1982
yılında deneysel olarak kanıtlanmıştır. Alain Aspect adlı bir
Fransız fizikçinin yapmış olduğu deneye göre başta bir bütün
oluşturan herhangi bir sistem parçalara ayrılsa dahi bu parçalar
arasında ışıktan hızlı bir haberleşmenin sürdüğü gerçeği ortaya
çıkmıştır. Bu haberleşme parçaların aralarındaki mesafe ne olursa
olsun anında gerçekleşmektedir. Daha sonra bu deney defalarca ve
daha hassas aletlerle tekrarlanmış her seferinde aynı sonuç elde
edilmiştir. Demek ki etkilerin yerel olarak ve ışık hızından yavaş
bir şekilde yayıldıkları varsayımını terk etmek durumundayız.
Evrende fraktal bir yapı vardır ve bu
yapının sonucu olarak karmaşa ortaya çıkmaktadır. Ancak bu karmaşık
durumdan kaos oluşsa da sonuçta her kaos içeren olgu yeni bir
düzenli durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu duruma
“Kaos-Kozmos ilişkisi”
de diyebiliriz. Kozmos düzeni ve Kaos karmaşayı ifade etse de her
ikisi birlikte bütünsel gerçekliğin oluşumuna katkıda
bulunmaktadırlar. Bir başka ifade ile, karmaşada gizli bir düzen ve
düzende gizli bir karmaşa bulunmaktadır.
Bu durumdan haberdar olmak ve oluşabilecek karmaşayı önceden
sezebilmek bilgiden öte bir bilgelik boyutu içerir. Artık günümüzün
bilim adamları sadece doğayı araştırıp yeni bilgiler üretmekle
yetinmemeli, ayrıca ürettikleri bu yeni bilgilerin sorumluluğunu da
yüklenmelidirler.
BİLİMSEL SORUMLULUK
Genelde bilim adamları ürettikleri bilgilerin sosyal etkilerini
tartışmaktan kaçınırlar. Kendi görevlerinin sadece araştırma
yapmakla sınırlı olduğunu ve ürettikleri yeni bilgilerin
sorumluluğunun kendilerine ait olmadığını savunurlar. Oysa ki her
faydalı girişimin bir de zararlı yanı vardır. Bu zararları zamanında
görüp toplumu uyarmak da bilge bilim adamlarına düşmektedir. Her
yeniliğe sadece fayda gözlüğü ile bakmak yeterli değildir. Zararlı
durumlar oluşmadan bu zararları tartışmak ve gerekli önlemleri
alabilmek için toplumda yakın bir iletişim ve sorumluluk duygusundan
kaynaklanan etkin bir girişim mekanizması bulunmalıdır.
Karar verme durumunda bulunan politikacılarla bilgi sahibi olan
bilim adamlarının karşılaşıp fikir alış-verişinde bulunabilecekleri
enstitü veya platform türü ortamlara gereksinim vardır.
Günümüzde, tarihin herhangi bir zamanından daha fazla bilim
yapılmakta ve dolayısıyla, sonuçların topluma getireceği etkiler
artmaktadır. Fizik, biyoloji ve genetik alanlarında yapılan
araştırmalar kısa sürede toplumların sosyal ve kültürel yapısında
etken olmaktadırlar. Bilim adamlarının bilimsel anlayışı besleyen ve
bilimin toplum üzerindeki etkisini şekillendiren ortamlarda yer
almaları her zamankinden daha fazla gereklidir. Ayrıca, radyo ve
televizyonlarda yapacakları konuşmalarla ve gazetelerde
yayınlayacakları makalelerle görüşlerini geniş halk topluluklarına
aktarmalarında büyük fayda vardır.
Artık günümüzde, gerçeğin mutlak ve tek olmadığını, her yeni
buluşun artıları ve eksileri bulunduğunu, bu durumun farkında olan
kişilerin toplumu aydınlatmak konusunda sorumluluk taşıdıklarını
kabul etmek durumundayız.
KATILIM BİLGİSİ
Bilim adamlarının araştırıp ortaya koydukları bilgiler önemli
olsalar da her insanın kendi içinden kaynaklanan
“Öz bilgisi”
denebilecek farklı türde bir bilgi de bulunmaktadır. Bu bilgi kitabi
değildir. Gözlemle de pek ilgisi yoktur. İçimizdeki kaynaktan taşan
bir tür sezgisel bilgidir. Onu en güzel şekilde ortaya koyabilen
insanlar sanat ile uğraşan kişilerdir.
Sanat ile uğraşan kişilere
“sanatçılar” demek istemiyorum. Çünkü
sanatçı denen kişi sanatı meslek olarak sürdüren ve bir gelir
kaynağı haline getirmiş olan kişidir. Oysa ki,
“sanat ile uğraşan kişi”
herhangi bir ödül, gelir veya lütuf
beklemeden, içinden geldiği gibi sanat eseri üreten kişidir. Bu
üretim ateşe konmuş suyun kabından taşmasına benzer. Ateş ise
insanın içi denebilecek bir kaynaktan türer ve tüm benliği sarar.
İşte o ateşin etkisi altında ortaya konan
sanat eserleri ayrı bir tat, ayrı bir renk, ayrı bir lezzet
taşırlar. Bu özellikleri içeren sanat eserlerinin manevi ve mistik
bir bilgi içerdikleri derhal anlaşılır. Fakat bu bilginin varlığını
sezmek başka, o bilgiye ulaşmak bambaşkadır. Sanat ile uğraşan
kişinin hâlini yaşamadıkça, yani onun hâli ile hallenmedikçe, sanat
eserini sadece gözlemekle kalırız. Sanatçının hâlini yaşamak için
ise gözlem yetmez. Katılım gerekir. İlgi, istek, yöntem ve eylem
aşamalarına tüm benliği ile katılan kişide sezgi gelişir ve aniden,
kendi de ne olduğunu anlamadan, kaynak bilgisi ondan taşmaya başlar.
Artık onun tüm yaşamı ve bizzat kendisi sanat eserine dönüşmüş olur.
Gündelik yaşamını bir sanat eserine dönüştürmeyi başarabilmiş
olanlar bu dünyanın en mutlu kişileridir. |
Doğadaki uyumlu
birliktelik ve bütünsel varoluş |
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Eski dönemlerden beri insan
yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler
üretilmiştir. Son bir iki asırdır tekniğin gelişmesiyle yeni aletler
insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük
mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler önüne
sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız
oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır.
Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte,
evrende ne büyük bir düzen bulunduğu ve her yaratılmış olanın ne
derece güzel olduğu anlaşılmaktadır.
Güzellik, biliyorsunuz insandan insana ve kültürden kültüre
değişir. Benim güzel bulduğumu siz bulmayabilirsiniz. Bir kültürün
güzel dediğine diğer bir kültür çirkin diyebilir. Oysa ki
‘estetik’ denince
evrensel bir güzellikten ve her insanda, her kültürde aynı etkileri,
aynı beğeni duygularını uyandıran bir güzellikten söz edilmektedir.
Soyut ve düşünsel bir “estetik”
kavramı çok eski dönemlerden beri ileri sürüle
gelmiştir. Mesela Eflatun (Platon) estetik değerin insandan bağımsız
bir ‘idea’ olduğu ve bunun soyut olarak var olduğunu ileri
sürmüştür. Güzellik kavramında bir değer yargısı vardır. Oysaki
estetik kavramında değer yargısından ziyada doğal bir yansıma
vardır. Her insan için algılanabilir bir güzellik kavramıdır
estetik. Eğer her insan estetiği kavrayabiliyorsa, demek ki
yaradılıştan estetiği algılama ve özümseme yeteneğine sahiptir.
İnsan doğa içinde var olan ve bulunduğu toplumun kültüründen
etkilenen bir varlıktır. Güzellik her ne kadar zamana ve mekana
bağımlı kültürel bir değer olsa da estetik denilen soyut kavramın
dışa vurmuş halinden başka bir şey değildir. İster doğal isterse
yapay olsun bir olguya güzel diyebilmemiz için mutlaka duyu
organlarımızın filtresinden geçmesi gerekir. Bir resmi görmeden ona
güzel diyemeyiz. Bir müziği duymadan ona güzel diyemeyiz. Şu halde
estetik ile güzellik arasındaki temel fark estetiğin soyut,
güzelliğin ise somut birer kavram olduğudur. Eğer birçok kişi
estetik konusunda anlaşıyorsa bunun nedeni kendi yaradılışlarında
bulunan bir estetik yapının zihinsel modellerine yansımış olmasından
dolayıdır. Güzellik kavramı her ne kadar çevre ve toplum tarafından
“ortak kültür”
olarak insana işlenmiş olsa da estetik kavramının yaradılıştan gelen
bir yapısı, bir özelliği de vardır. Şu halde evrensel bir yaklaşım
yapmak istersek kültürler arası veya farklı kültürlerde ortak olan
özelliği bulup çıkarmamız gerekir.
Günümüzün kültürü bizi doğal olandan uzaklaştırmaktadır. Ancak,
şuuru açık ve farkındalığı yüksek insanlar doğadaki her yaratıkta,
canlı veya cansız, derin bir estetik bulunduğunu algılamaktadırlar.
Kültürel değer yargılarından arınmış bu estetik anlayışının
temelinde yatan ortak özellik nedir? Kısaca ifade etmek gerekirse
her yaradılmış olanda bulunan temel özellik nedir? Bu özelliğe
Simetri
(bakışıklık) demek yerinde olur
sanırım. Önce bakışıklığın bir tanımını yapayım.
Eğer bir nesne veya olguya (fenomene),
uygulanan herhangi bir etkinin sonucunda değişmeyen, aynı kalan, bir
yapı varsa o yapıda gizli veya açık bir bakışıklık bulunması
gerekir. Birçok bakışıklık açıktır,
kolayca algılanabilir, ancak bazı tür bakışıklıklar gizli ve
örtülüdür. Kolayca algılanamazlar. Açık bakışıklığa örnek kar
kristalleridir.
Genelde 6 uçlu
olan kar kristallerinde 60 derecelik çevirme simetrisi vardır. Yani
her 60 derecelik çevirmeden sonra kristal gene eski halinde gözükür.
Nadiren kar kristallerinde 30 derecelik bir simetri görülür. Kar
kristallerinde herkesçe beğenilen estetik bir yapı olduğu
kuşkusuzdur. Ayrıca insan tarafından değil, doğa tarafından estetik
bir simetri içinde yaratılan ve süratle erimelerine rağmen her
gördüğümüzde bizi hayran bırakan bu kar kristalleri, simetri ile
güzellik arasındaki bağı açıkça ortaya koymaktadırlar.
Bir diğer açık
simetri güneş sistemi ile atom modeli arasındaki benzerliktir.
Gezegenler güneşin etrafında periyodik yörüngelerde dolanırlar.
Atomda da benzer şekilde elektronlar çekirdek etrafında dönerler.
Yani en küçük oluşum ile en büyük oluşumlardan biri olan güneş
sisteminde benzer bir yapı bulunmaktadır. Dönme hareketine rağmen
her ikisinde değişmeyen, aynı olan, bir yapı vardır. Bu bakımdan
atom ile güneş sistemi simetriktirler. Her iki sistemin en bariz
özelliği her ikisinde de dönme hareketinin bulunuşudur.
Sadece güneş sistemi
değil, içinde binlerce güneş sistemi bulunduran galaksiler de dönme
hareketi içerirler. Aynı dönme simetrisini galaksilerde de
bulmaktayız. Galaksilerdeki madde miktarının hesabı
yapılabilmektedir. Bu hesap sonunda galaksiyi bir arada dağılmadan
tutacak madde miktarının bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Ya
merkezde bizim göremediğimiz ‘kara
delik’ adını verdiğimiz bir ölü yıldız
olmalıdır veya başka bir kuvvettin iş başında olması gerekir. Bu
başka kuvveti oluşturan maddeye bilim adamları
‘karanlık
madde’
adını takmışlardır. Karanlık madde kara delik değildir. Zira ‘kara
delik’ den farklı bir yapıda olduğu sanılmaktadır. Maddenin görünen
kısmı çekici özelliğe sahiptir. “Gravitasyon”
adı verilmiş olan her maddede bulunan
çekici kuvveti hepimiz biliyoruz. Fakat, bir de görünmeyen madde
vardır ki ona “Karanlık madde” denmektedir. Karanlık madde doğrudan
görülmese de dolaylı olarak haritası çıkarılmıştır.
Karanlık maddenin önemli bir özelliği itici oluşudur. Yani, anti-gravitasyon
diyebileceğimiz itici bir kuvvet içermektedir. Bir bakıma evrenin
iskeleti de denebilir. Çünkü, karanlık madde sayesinde evren
genişlemekte ve karanlık madde sayesinde galaksiler bir araya
toplanıp büyük bir kütle oluşmaları engellenmektedir. Gökte
gördüğümüz bu yıldızlar, ki her biri milyonlarca yıldız içeren gök
adalarıdır, serpiştirilmiş olarak görülüyorlarsa karanlık madde
sayesindedir. Bu görülen resim
“Gravitasyon mercek” denilen özellik
sayesinde oluşturulmuştur. Resim göğün sadece belli bir bölgesini
içermektedir.
Şu halde evrendeki
düzenli yapıyı oluşturan simetrik ve gizli bir yapı bulunmaktadır.
Her boyutta ve her bölgede bu gizli simetri mevcuttur. Ancak, düzgün
bir çizgisellik içeren simetri kendi üzerine dönerek çoğaldığında
karmaşa ortaya çıkmaktadır. Demek ki, Kozmostan Kaosa ve Kaostan
Kozmosa sürekli bir geçiş bulunmaktadır. Eğer bu geçiş olmasa ne
çeşitlilik ne de gelişim olabilirdi.
Evrendeki bu
simetriyi veya bakışıklığı ilk görüp yaşama uygulayan
Mevlana Celaleddin Rumi
olmuştur. Türkistan'ın Belh şehrinde doğup (1207-1273) Konya’ya göç
etmiş olan Mevlana hem şiir söylüyor hem de müzik eşliğinde dönerek
dans ediyordu. Sema denilen bu dönüşte Mevlana ilahi simetriyi
yansıtarak, tüm evrende en temel hareketin dönme hareketi olduğunu
sezgisel olarak göstermiştir.
Mevlevilikte hem müzik, hem şiir hem, de dans vardır ama hepsi de
ilahi iletişim kurmak ve Hak’tan aldığını halka vermek içindir. Sema
ayininde dönen dervişler gezegenleri, yerinde sabit kalan şeyh ise
güneşi simgeler. Sema ayini adeta evrendeki simetrinin yer yüzündeki
yansıması gibidir. Bu simetriye ezoterik bir açıklama yapmak
gerekirse şöyle diyebiliriz: “Aşağısı
yukarıya, yukarısı aşağıya benzer.”
Yani yaradılış tek bir prensipten, tek bir kavramdan
kaynaklanmıştır. Diğer tüm yaratıklar o tek prensibin bir tekrarı
bir yansıması gibidir. Bu yaradılış olgusunu suya düşen bir taşın
oluşturduğu dalgalara benzetebiliriz. Nasıl ki suya düşen taştan
oluşan dalgalar halka halka hep aynı yapıda fakat farklı büyüklükte
iseler, aynı şekilde her yaradılmış olan aynı özelliklere sahiptir.
Sadece büyüklük farkları vardır. Ancak, temelde çok büyük bir
simetri, çok büyük bir benzeşme vardır. Bize parça gibi görünen,
aslında bütünün tüm özelliklerini taşıyan ve onun bilgisini içeren
bir oluşumdur.
Mevlana
insanlar arasındaki etkileşim ile insan ile yaradan arsındaki
etkileşim arasında bir simetri olduğunu görmüştür. Mevlana
“Evrende her varlığı bir arada tutan ve
aralarındaki ilişkilerin temelini oluşturan Aşk’tır demiştir.”
Bu aşk maddi bir bedensel istekten doğmaz. Tamamen ruhun bir
özelliğidir. Mevlana'ya şiir yazdırtan, sema yaptıran ve ney
çaldıran bu aşktır. Onu anlayabilmek için ruhsal enerjiyi
güçlendirmek gerekir. Genelde Mevlana’nın anlaşılamamış olmasının
nedeni insanların ruh enerjilerini kullanmak istememelerinden
dolayıdır.
Her insanda ruh
vardır. Dış şartlar ne olursa olsun insan ruhu değişmez. Dingindir
ve durudur. Sufilerin bir sözü vardır:
“İnsanda Tanrısal sırlar gizlidir. Bu nedenle kendini bilen Rabbini
bilir” sözü en küçük birimin dahi
bütündeki tüm bilgileri içerdiğini kast etmektedir. Evrendeki bu
gizli simetriye sahip olup onu yaşayabilmek için, bu simetriyi
kırmadan bütünsel olarak algılamak gerekir. Evrensel simetriyi
kırmadan algılamak demek o anı akıl ve mantık yürütmeden, çevremize
nesnel olarak bakmadan global olarak algılamak demektir.
Kendimize bir nesne olarak baktığımız sürece kendimizi
anlayamayız. Sadece kendimize değil topluma, dünyaya hatta evrene
dahi bu şekilde tümel (parçalara ayırmadan) bakabilmeliyiz. Bu
yeteneği geliştirmekte meditasyonun büyük yadımı vardır. Meditasyon
bir sabır denemesidir. Durumu olduğu gibi kabullenmek, ruhsal
kanalın açılmasını teslimiyet içinde beklemek gerekir. Kabul ve
teslimiyeti pasif bir tembellik değildir. Aksine, aktif bir gayret
göstererek farkındalık düzeyini yükseltmek demektir. Somut bir örnek
olarak Anadolu şairimiz Yunus Emre’den bir şiir aktarmak istiyorum.
Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim
Ahi
Bir siz dahi görün, Dostu bende gördüm Ahi.
Bende baktım bende gördüm, benim ile ben
olanı
Suretime can verenin kim idüğün bildim Ahi.
Ben isteyip buldum onu, ol ben ise ya ben
hani,
Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi.
Yunus kim öldürür seni, veren alır yine
cânı,
Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim Ahi.
Yunus Emre aktif bir gayret içinde “Ben
isteyip buldum onu” diyor ve Dost’u
kendinde görüyor. Ancak Dost kendisi ile birleşince kendi benliği de
kayboluyor. “Ol ben ise ya ben
hani” derken kendi benliğini
kaybettiğini, arayıp bulamadığını belirtiyor. Ardından da gizli
simetriye ulaşmış olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Seçemezem
ondan beni, bir kez ol oldum Ahi”.
İnsandaki gizli simetrinin canda değil ruhta olduğunu ise son
mısralarında belirtiyor. “Yunus
kim öldürür seni” derken “Yunus senin
ruhun ölümsüzdür” demek istiyor ve ölümle ruhun değil canın
öleceğini “veren alır gine canı” sözleriyle ifade ediyor.
İnsan bilincinin daha üst bir seviyeye çıkmasına
‘Kozmik Bilinç’
denmektedir. Kozmik bilince ulaşan insanlarda dürüstlük, olgun bir
kişilik ve ileri bir sezgi gücü gelişir. Sezgisel olarak ulaşılan
hakikatlere tereddütsüz bir güven vardır. Sufiler bu türden bir
bilgiye ‘İlm-i-Yakin’
demişlerdir. Bu bilgide şüphe, tereddüt ve
güvensizlik yoktur. Zira gözlenen bir gerçek değil bizzat yaşanıp
paylaşılan bir gerçek söz konusudur. Ancak böylesine bütünsel bir
gerçeği dile getirmek ve kavramlarla ifade etmek de pek mümkün
değildir. Bu bakımdan Kozmik Bilince sahip kişiler kendi
gerçeklerini sanatın yardımıyla ifade ederler. Sanatta yaradılışın
estetiğini yansıtmak mümkündür. |
Karmaşa Kuramı |
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Doğanın karmaşık yapısını
yansıtma gücüne sahip olan yeni bir bilim oluşmaktadır. Bu bilimin
adı Kaos Kuramı veya Karmaşa
Kuramı’dır. Hem görsel bir yanı bulunuşu, hem de
matematik ile yakından bağlantılı oluşu bu kurama ayrı bir çekicilik
veriyor. Kuramın temeli “Fraktal”
adı verilmiş olan birtakım matematiksel görsel yapılara dayanıyor.
Fraktaller bize doğanın dış görüntüsü hakkında ayrıntılı bilgi
veriyorlar. Aynı zamanda doğada her var olanın kendi üstüne
dönüşerek değiştiğini ve bu değişimin
süreksiz
‘iterasyonlar’
(tekrarlar) şeklinde oluştuğunu ortaya çıkarıyorlar.
Sağda görülen dünya ve ay
tamamen bilgisayarda tek bir matematik denklemden elde edilmiştir.
Resmin ortaya çıkışı kendi üzerine tekrar tekrar dönen süreksiz
adımlar sayesinde olmuştur.
İnsanlar eskiden beri doğada
gizli olan bir yasalılık ve düzen bulunduğunu, fakat bu düzenin
karmaşık bir görüntüye dönüştüğünü fark etmişlerdir. Günümüzde
Karmaşa Kuramı
sayesinde pek çok doğa olayı
açıklanabilmektedir. Karmaşa Kuramına göre varlığın varlığını
sürdürmesi için her an kendini yok edip yeniden oluşturması
gerekmektedir. Bu oluşturma asla fotokopi gibi olmamakta daima küçük
farklar ortaya çıkmaktadır. Farkların ortaya çıkabilmesi için kendi
üstüne dönüşerek değişen matematik fonksiyonun doğrusal olmayan bir
yapıda olması gerekmektedir.
Doğadaki var
olanların oluşumunda bulunan bu doğrusal olmayan yapı gizli bir yasa
gibi görülebilir. Kendi üzerine dönüşme olayını da varlık ile yokluk
arasında bir titreşim gibi düşünebiliriz. Böylece hem bilim hem de
felsefe açısından önemli olan
varlık-yokluk konusu çıkmaktadır. İnsan duyuları ile veya
duyularına yardımcı olan gözlem aletleri ile varlığın farkına
varmaktadır.
Var
olanları tanımlamak kolaydır. Fransız kimyacı
Lavoisier’den
biliyoruz ki hiçbir şey var iken yok olamaz. Var olan bir nesne yok
olamaz ancak dönüşür. Şekil değiştirir. Şekil değiştirmesine rağmen
nesnenin içinde kalan ve şekil değiştirmeyen, daima korunan bir
varlığın bulunduğu görüşünü ileri süren eski düşünürler
“Enerji”
kavramını üretmişlerdir.
Enerji önceleri insandaki iş yapma kapasitesi olarak, daha
sonraları nesnelerin iş yapma kapasitesi (yeteneği) olarak
tanımlanmıştır. Çeşitli enerji türleri vardır. En basit iki enerji
türü potansiyel ve kinetik enerjilerdir. Potansiyel enerji durum
enerjisi ve kinetik enerji hareket enerjisi olarak düşünülmelidir.
Her nesne bulunduğu noktaya göre bir durum enerjisine sahiptir. Buna
en genel anlamda E harfi ile tanımlarsak
E = mc2
bağıntısı ile Enerjinin nesnenin kütlesi ile doğru orantılı olduğu
Albert Einstein
tarafından gösterilmiş ve deneysel olarak da kanıtlanmıştır. Bu
denklemde c ışık hızı olup sabit bir değerdir. Şu halde cisim ne
kadar fazla kütleli ise o kadar fazla iş yapma kapasitesine
sahiptir. Fakat bu kapasite sadece potansiyel, yani atıl bir
kapasitedir. Önemli olan bu kapasiteyi açığa çıkarmak ve aktif hale
getirmektir.
Modern
bilim ve özellikle Kuantum Kuramı’na göre parçacıklar birer enerji
paketinden başka bir şey değildirler. Kuantum kuramına göre her
nesne enerji olup bu enerji miktarı nesneyi oluşturan dalganın
titreşim frekansı (titreşim miktarı) ile doğru orantılıdır. Yanı,
Kuantum kuramı sadece kavramsal olarak maddenin dalga olduğunu
söylemekle kalmamış, ayrıca bu dalganın taşıdığı enerjiyi sayısal
olarak da belirtmiştir. Bu şekilde Kuantum kuramının öngördüğü
sonuçlar pratik olarak deneylerle ölçülebilmekte sayısal olarak
büyük bir kesinlikle kanıtlanabilmektedir.
Kuantum kuramı enerjinin asla
yok olamayacağını da sayısal olarak ifade etmiştir. Bu kurama göre
enerji paketler şeklinde aktarılmakta ve bu bölünemez en küçük
enerji paketlerine de
“kuanta” (miktar)
denmektedir.
Resimde üç adet foton
görülüyor. Her biri titreşen bir dalga paketi olarak düşünülebilir.
Fotonlar bölünemez ve daha bileşenlerine ayrılamaz. Her foton ya tüm
olarak emilir veya tüm olarak yansıtılır. Altta görülen çizim
fotonları ideal olarak üç adet tek dalga gibi göstermektedir. Üç
tane foton aslında tek bir dalgadır ve bu dalganın düğüm noktaları
fotonların süreksizlik noktalardır. Yani, sürekli sandığımız dalga
bile bir var olur bir yok olur. Hareketi süreksiz ve kesiklidir. Her
türlü harekette aynı süreksizlik özelliği vardır, fakat bizim
fizyolojik yapımız süreksizliği sürekli hale dönüştürür. Düğüm
noktalarına “yokluk noktaları”
veya “dönüşüm noktaları”
da diyebiliriz. Bu bakımdan düğüm noktaları aynı zamanda dönüşüm
noktalarıdırlar.
Dönüşüm noktaları yeni
oluşumlara olanak sağlayan
“Kritik”
noktalardır. (Bakınız:
Kritik Etki Yasası
başlıklı yazım) Yeni oluşumlar ise benzerlikler halinde belirirler.
Benzerlikler daima bir belirsizlikle birlikte ortaya çıktıklarından
dolayı, olaylar ve olgular arasında katı nedensellik bağı değil,
olasılık (ihtimaliyet) bağı
vardır. Bu belirsizlik doğanın en temel ilkelerinden biri olup
Kuantum Kuramında Heisenberg tarafından
“Heisenberg’in belirsizlik
ilkesi” olarak
bilime mal olmuştur. Böylece kesin nedensellik, yani bire-bir
neden-sonuç ilişkisi de geçersiz olmaktadır. Bu ilke sayesinde
doğada çeşitlilik ve yenilik oluşmakta değişim ve evrim ortaya
çıkmaktadır.
İşte bu çeşitliliğin nedeni
Karmaşa kuramında bulunan çatallaşma özelliğidir.
Çatallaşma (Bifurcation)
hem cansız hem de canlı sistemleri etkileyen doğanın matematiksel ve
temel bir yapısıdır. Çatallaşma anında sistem bize iki olanak sunar.
Bu seçeneklerden birini tercih etmekle hem cüzi irademizi kullanır,
hem de belirsizlik yaratmış oluruz. Altta yatan ve gözlere gaip olan
bir yasa olmasına rağmen, evrendeki karmaşanın ve belirsizliğin
nedeni budur. |
|
KUANTUM KURAMI VE İNSAN
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Yirminci yüzyılın
başlarında geliştirilmiş olan Kuantum kuramına göre gözleyen ve gözlenen
birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Biz bir doğa olayını gözlerken ve
onun bir matematik modelini yaparak anlamaya çalışırken sadece kendi
yorumumuzu sergiliyoruz. Yani, akıl ve mantığımızı kullanarak doğanın
kendisini değil, kendimizi, kendi zihnimizi ortaya koymuş oluyoruz.
Örneğin, ışık ile yapacağımız bir tür deney bize ışığın dalgasal bir
yapıya sahip olduğunu söylerken, bir diğer farklı deney ise ışığın küçük
enerji paketleri olan ve parçacık gibi davranan foton’lardan meydana
geldiğini söyler. Şu halde ışık hem dalga özelliğine sahiptir hem de
parçacık.
Sadece ışık değil tüm ‘madde’ dediğimiz nesneler dalga ve parçacık
özelliği gösterebilirler. Zira her nesne aslında bir enerji türüdür.
Enerji türleri ise kesin hudutlarla belirtilemeyen ve sürekli değişim
içinde olan yapılardır. Kuantum kuramı maddeyi enerji olarak tanımlar ve
maddeler arası etkileşimleri enerji alanlarının etkileşimi olarak görür.
Demek ki tüm evreni birtakım enerji alanlarının ortamı olarak
görebiliriz. Hareket ise enerji alanları arasında bir çeşit alış-veriş
veya dalgalanma olarak açıklanabilir.
Aynı durum insanlar için de
söz konusudur. Her insan bir enerji alanıdır. Her insan çevresi ile
sürekli enerji alış-verişi yapmaktadır. Beslenmeden tutun da büyümeye,
hatta düşünmeye kadar her eylemimizde bir enerji alış-verişi vardır.
Fiziksel bedenin çevresinde de göze görünmeyen bir enerji alanı
bulunmaktadır. Bu alan da çevredeki diğer enerji alanları ile etkileşir,
titreşime girer ve rezonansa ulaşır. Bu olayı aynı titreşen bir
diapazonun diğer bir diapazonu da titreştirmesine benzetebiliriz. İki
diapazon aynı rezonans frekansına sahipse birine vurduğumuzda diğerinden
de ses gelir. İnsanlar da rezonansa girerek birbirlerini etkilerler.
Rezonans olduğunda bilgi içselleşir ve sadece bellekte değil, tüm
bedende kayıt olur. Buna
yaşam bilgisi
de diyebiliriz. Yaşam bilgisi tüm hücrelere yayılan holografik bir bilgi
türüdür.
Fizik alemde etkileşmelerin zaman farkı ile oluştuğu inancı hakimdir.
Kuantum kuramı içinse ‘zaman’ ölçülebilir bir büyüklük değildir. Mutlak
zaman diye bir şey yoktur. Zaman her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve
hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Önemli olan
‘an’dır.
Her olayın oluştuğu an önemlidir. Bizler sürekli an içinde varlığımızı
sürdürürüz. İşte, yaşam bilgisi anında harekete geçebilen ve etkinliğini
anında gösteren bilgi türüdür.
An kavramı ise noktaya benzer. Nasıl ki noktanın boyutu yoksa an’ın da
boyutu yoktur. Zaman ise bir süre içerdiğinden çizgi gibidir. Nokta
boyutsuz olup çizgi tek boyutlu bir yapıdır. Bunlar birbirine
indirgenemez. Aynı şekilde zaman da an’a indirgenemez. Fakat an denilen
noktasal zamanın sonsuzluğa açılabilen bir özelliği vardır.
Yandaki şekilde insan
denilen varlığın iki temel özelliğini gösteriyorum. Biri beden diğeri de
tin yapısıdır. Beden, bizim biyolojik yapımızı ve tin de psiko-sosyal
yapımızı ifade eder. Şu halde insan bio-psiko-sosyal bir varlıktır. Hem
tin hem beden tüm canlılarda bulunur. Ama insan tini onun edimleri ile
ilgili olduğundan diğer canlılara göre çok daha gelişmiş ve karmaşık
hale gelmiştir. Hem tin hem beden “cevher” denebilen bir kaynağa
bağlıdır. Bu kaynak da sonsuz ve bütünsel “Ruh” olarak tanımlanabilir.
Her insan bu sonsuz kaynaktan kendi payına düşen miktar kadar sebeplenir
ve yararlanır. Hem tin, hem beden boyutunun kökenine (orijinine)
ulaşabilenler bu kaynaktan bilgi aktarabilirler. Kuantum Kuramının şu
savı deneysel olarak da kanıtlanmıştır:
Eğer bir yapı başlangıçta
bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında
etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder.
Bu ifadenin anlamı şudur: Bütün parçalarından fazladır. Bütünü
oluşturan parçalar, bütünden ayrılsalar dahi bütünle etkileşmeye devam
ederler. Parçalar bütünden tamamen bağımsız bir varlık sürdüremezler.
Parçalar arası ve bütün ile parçalar arasında yerel olmayan bir
etkileşim vardır. Parçalarda hem bütünü hatırlayan (asıl yapıyı
unutmayan) özel bir
bellek vardır hem de yeni dış etkilerden
birbirlerini haberdar
etme yeteneği vardır. İnsan da sonsuz ve tümel ruh olan kaynaktan ortaya
çıkmış olduğundan onunla olan ilişkisi asla kopmaz. O ilişkiyi kuvvetli
tutup kopmasını önlemek her insanın iradesi dahilinde olan bir durumdur.
Nesneler da aynı kaynağa bağlıdırlar. Onların da bir dalgasal
boyutları, bir de parçacık boyutları vardır. Bu iki boyut tin-beden
boyutları gibi birbirlerine indirgenemeyen, birbirlerinden bağımsız olan
özelliklerdir. İşte, bu yüzdendir ki bir deney yapıldığında nesnelerin
ya parçacık veya dalga özellikleri ile karşılaşıyoruz. Oysa ki her ikisi
bir arada bulunur ve bu ortak özelliğin ortaya çıkışına
“Enerji”
adını veriyoruz. Bu enerji evrenseldir ve her var olan nesnenin
esas değişmez dokusudur.
İnsan istediği taktirde evrensel enerjiyi harekete geçirip yerel
olmayan bir iletişim kurabilir. Buna ‘İstek Yasası’ diyebiliriz. Bu
yetenek her insanda vardır, ama istek olmadıkça yetenek harekete geçmez.
İnsan kendini beş duyu ile kısıtlamadığı taktirde istek yasasını
harekete geçirerek birçok açıklanması zor olan işler başarabilir.
Öncelikle an içinde bulunmak ve trans (vecd) haline geçerek zaman
kavramından uzaklaşmak gerekir. İnsan istemedikçe kendisine hiçbir
ruhsal bilgi aktarılmayacaktır. Duyular ötesi algılama da aynı şekilde
istek yasası sayesinde gerçekleşir.
Fakat bu istek determinist yasalarla açıklanamaz. İnsan her istediğini
yapabilme yetisine sahip değildir. Bu kanıda olanlar aslında egolarına
fazlaca önem verenlerdir. Çünkü, görelilik ve belirsizlik doğanın temel
yapısında bulunmaktadır. Kuantum Kuramı “mutlak gerçek” kavramını
“muhtemel (olası) gerçek” kavramı ile değiştirmiştir.
“Olası gerçek”
görüşüne göre:
Deney yapıp (karar verip) sonuç ortaya çıkmadıkça gerçek hakkında bilgi
sahibi olunamaz.
Olası gerçek kavramına
“potansiya”, yani
“gerçekleşmesi mümkün olan fakat henüz gerçekleşmemiş olan” olarak da
bakabiliriz. Hepimizin bildiği “potansiyel enerji” kavramında
gerçekleşmemiş olan iş yapma kapasitesi gizlidir. Bu kavramın en genel
şekli olan “potansiya” kavramında “var olma kapasitesi” yatar. Şu halde
varlık
veya gerçek
dediğimiz oluşumu mutlak olarak değil, sadece göreli bir gizli kapasite
olarak düşünebiliriz. Bu kapasiteyi harekete geçirmek için, an içinde
tüm varlığımızla ve coşku ile olaylara katılmamız, fakat bu katılıma
asla bencil çıkarlarımızı dahil etmememiz gerektiğini bilmemizde fayda
vardır. |
2 -
KUANTUM GERÇEKLİĞİ
BİLİM DÜNYASINDA KUANTUM GERÇEKLİĞİ |
Kimse bakmadığı zaman atomun ne yaptığı sorusunu
açıklamak ve kuantum ölçme problemini çözmek için bilim dünyasında en
azından sekiz farklı kuantum gerçekliği
resmi öne sürülmüştür.
1- Derin gerçeklik yoktur 2- Gerçek gözlemle
yaratılır 3- Bölünmemiş bütünlük
4- Bir çok dünya yorumu 5- Kuantum mantığı
6- Neo Realizm
7- Bilinç gerçekliği yaratır 8- Çift katlı dünya
“Bir kuantum
sıçraması sırasında gerçekten ne olur?”
Bilim dünyasının araştırıp ortaya koyduğu bu sekiz gerçekliğe kısaca
bir göz atmak, kuantum fiziğini anlamak konusunda bize bilimsel bir açı
da sunacaktır. Kuantum gerçekliğini günlük yaşama indirgeyebilmek için
bilimin verilerini temel kaynaklarımız kabul ederek yola koyulmamız,
kuantum fiziğinin felsefi yorumlarını yapmak açısından çok yararlı ve
günümüz anlayışına uygun olacaktır. Önce bilimsel veri sonra bilim
felsefesi ve ardından günlük yaşama indirgeme; diğer disiplinlerle olan
bağlantıları çözme ya da yapılandırma, bir sıra takip ettiğinde kuantum
gerçekliğini anlama açısından araştırıcının da anlayışını kolaylaştır
diye düşündük.
1- DERİN GERÇEKLİK YOKTUR
İlk olarak ünlü kuantum öncülerinden biri olan Danimarkalı fizikçi
Niels Bohr tarafından formüle edilen kuantum gerçekliği sadece olayların
"gerçek"
olduğunu savunur.
Olaylar ağaç, kaya, yıldızlar ve fizikçinin ölçüm aletleri olan Geiger
sayaçları, balon odaları gibi gözümüzle gördüğümüz şeylerdir. Bunlar hiç
kuşkusuz gerçektir. Ancak, atomların kendileri bu kadar gerçek değildir.
Onları sadece ölçümlerin sonuçlarından dolaylı olarak biliyoruz.
Fizikçiler, atom dünyasıyla kurulan bu dolaylı ve eksik temaslara göre
atomun neye benzediğini resimlemek için tıpkı kör bir adamın fili tarif
etmeye çalışması gibi çok uğraşmışlar ve bu görünmez dünyanın sıradan
bir resmini oluşturma girişimlerinde amaçlarına ulaşamamışlardır.
1920'lerin sonlarında Bohr atom dünyasının ağaç, kaya ve taşlar gibi bir
gerçekliğe sahip olmadığı için insanlar tarafından asla
resimlenemeyeceğini savunmuştur.
Bohr'un inancına göre, atomların var olduğu kesindi, fakat var olma
şekilleri, yalnızca olaylar dünyasında yaşamakla sınırlı olan insanlar
tarafından asla kavranamazdı. Ayrıca, atomları resimlemekte yetersiz
kalmamız atomlar hakkındaki bilgimizin çok az olmasından değil, çok
fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
Bohr'un meslektaşı Werner Heisenberg bu fizikçileri, dünyanın düz
olduğuna inananlara göre atom dünyasının resimlenmesi araştırmasına
devam eden Einstein ve Erwin Schrödinger'le karşılaştırıyor:
"Yeni deneylerin bizi uzay ve zamandaki
nesnel olaylara götüreceği umudu, dünyanın ucunun Antarktika’nın
keşfedilmemiş bölgelerinde keşfedileceği umudu kadar iyi
temellenmiştir."
Heisenberg'in sözleri bir kehanetin
özelliklerini taşıyor. Altmış yıl sonra, kuantum dünyasını Einstein'ın
tahayyül ettiği sağduyuyla resimleme konusunda her zamankinden daha
ilerideyiz.
2-
GERÇEKLİK GÖZLEMLE YARATILIR
Eğer sadece olaylar gerçek olsaydı, bu durumda şu soruyu sormamız
gerekirdi. Ağaç gibi bir olayı, gözlenmeyen atom gibi daha az gerçek ve
gözlenir olmayan bir kavramdan ayıran şeyin temel doğası nedir?
Birçok fizikçiye göre her olayın kalbinde
"gözlem" yatar. Kuantum kuramcısı John
Wheeler, ünlü idealist Piskopos Berkeley'in sloganı
“olmak algılanmaktır"
çağrıştırarak, "Hiçbir olay gözlenmedikçe
gerçek bir olay değildir" diyor.
Piskopos Berkeley, ölümlüler gözlerini kapattıkları zaman hiç eksilmeyen
dikkatiyle dünyanın var olmaya devam etmesini sağlayan
"son durak algılayıcısı"
ve bizim "Tanrı"
dediğimiz o varlık dışında hiçbir şeyin
gerçekten var olduğuna inanmadı.
Wheeler ve diğer fizikçilerin çoğu insan-dışı gözlemleme sorusuyla
ilgili olarak Berkeley kadar ileri gitmediler; insan farkındalığı veya
ilahi farkındalığın gözlem yapmak için gerekli olduğuna inanmıyorlar.
"Gözlemci",
"kayıt yapan" herhangi biri veya herhangi
bir şeydir. Onların görüşüne göre, sıradan gerçeklik
"kayıtlar" şeklinde
insanlardan toplanan bilgiler, doğal dünyaya yayılmış geri dönüşü
olmayan değişiklikler ve daha az gerçek fon maddesinden kristalize olur.
Fizikçinin, kuantum olgusunun gerçekliğini oluşturma konusunda
gözlemin önemini vurgulaması, ormandaki gözlenmeyen bir ağacın ses
çıkarıp çıkarmadığı konusundaki eski felsefi görüşlere yeni bir soluk
getirmiştir. Fiziksel dünyayı bu garip kuantum yöntemiyle ele almanın
daha önce görülmemiş şekilde başarılı olması, meşhur gözlenmeyen ağaç
konusunu felsefe sınıflarının dışına atıp, bilinen en başarılı bilimsel
kuramın merkezine oturtmuştur. Şimdi sadece saf üniversite öğrencileri
değil, seçkin profesyonel fizikçiler de ormanın içindeki yalnız ağacın
düşmesi ile şaşkınlığa uğramaktadır.
Kuantum gerçekliği 1 ve 2 birlikte, Niels Bohr'un doğduğu yerin
adıyla, kuantum teorisinin “Kopenhag
Yorumu” olarak anılmaktadır. Ama bu yorum,
makroskopik nesnelerin gerçek varlığını zaten olması gerekiyormuş gibi
kabul edip, atom dünyası ve onun ölçme aletleriyle olan detaylı
etkileşiminin felsefi araştırmasını dışarıda bırakarak kuantum
gerçekliği sorusunu çözüme ulaştıramaz.
|
3-BÖLÜNMEMİŞ BÜTÜNLÜK
Modası geçmiş Newton fiziği dünyayı, yerçekimi, elektriksel ve manyetik
alanlar gibi "yerel güç alanları"
vasıtasıyla etkileşimde bulunan izole edilmiş partiküller koleksiyonu olarak
tanımlamıştı. Yerel alan, aracılığı etkileşim prensibine göre çalışır; bir
gücün, örneğin yerçekiminin bir kütleyi, ayı etkilemesi için, bu gücün
aradaki boşluğu ışık hızından daha yüksek olmayan bir hızla boydan boya
geçmesi gerekir. Eğer dünya aniden bir göktaşı tarafından yok edilirse, ay
dünyanın yokluğuna yaklaşık 0.5 saniye sonra tepki verecektir.
Bir yerel gücün zıttı, dünyanın ayı aradaki bir alanla doğrudan, ani ve
aracısız olarak etkileyebileceği bir etkileşim olabilir. Galileo'dan Gell-Mann'a
kadar tüm fizikçiler bu türden yerel olmayan etkileşimleri ters ve bilimsel
açıdan tatsız olarak görmüşlerdir.
Isaac Newton sağduyulu hiçbir filozofun birdirbir oyununa benzer bu tür
güçlerin doğada var olabileceğine inanmayacağını söylemişti.
Ancak, kuantum olasılık dalgasının ki Erwin Schrödinger'e göre kuantum
dünyasının klasik beklentilerden en fazla farklılaştığı yer; en çok göze
çarpan özelliklerinden biri de, iki kuantum sistemi etkileşimde bulunduğu
zaman olasılık dalgalarının birbirine geçtiği, böylece atom A dalgalarının
atom B dalgalarıyla karışarak atom A' daki bir eylemin atom B' de ani ve
aracısız bir değişikliğe neden olduğudur, dünyada değilse bile, en azından
matematikte böyle olduğu kabul edilir ama daha sonra başka bilim adamları
kuantum gerçekliğinin meta yorumlarında bunun da mümkün olabileceğini ileri
süreceklerdir.
Bu türden ani ve bölgesel olmayan etkileşimin klasik fizikte daha önce
örneği görülmemiştir (klasik fizikte tüm etkileşimler doğrudan temas veya
bölgesel alanlar aracılığıyla ortaya çıkar), fakat bazı voodoo büyücülerinin
"bulaşıcı büyü"
inancına çok benzer; bu inanç, saçınız veya kesilmiş tırnağınız gibi bir
zamanlar parçanız olan bir şeyin, bu parçadaki bir eylemin bütünü anında
etkileyecek şekilde doğrudan temasta kalması kavramıdır. İrlandalı fizikçi
John Stewart Bell'in yakın zamandaki keşfi kuantum birleşme sürecine yeni
bir ışık tutmuştur. Bell'in teoremi ve bunun John Clauser (California
Üniversitesi) ve Alan Aspect (Paris Üniversitesi) tarafından deneysel olarak
doğrulanması bölgesel olmayan voodoo benzeri bu bağlantıların sadece
matematikte var olmadığını, gerçek dünyadaki gerçek etkilerde de var olması
gerektiğini kanıtlamaktadır.
John Stewart Bell'in, iki atom bir kez etkileşimde
bulunduktan sonra gerçekten bağlı kaldıklarını, öz varlıklarının belirgin
olarak mahrem bir kuantum tavrında birbirine dolaştığını keşfetmesi; kuantum
dünyası hakkında düşünülecek en iyi yolun, etkileşimde bulunan ayrı
parçalardan oluştuğunu tasavvur etmek değil, aksine
"etkileşimde bulunan parçalar"
resminin basit bir ortalama olarak ortaya çıktığı bir tür bölünmemiş bütünün
resmi olduğunu düşünmek gerektiğini öne sürmektedir. Kuantum dünyasının
özünün bölünmemiş bir bütün olduğu fikri, fizikçi David Bohm tarafından
ortaya atılmış ve Bell'in keşfinden bir süre önce de diğer fizikçiler
kuantum bütünlüğü konusunda daha sağlam temeller üzerine bazı spekülasyonlar
yapmışlardır.
4-
BİRÇOK DÜNYA YORUMU
Princeton'dan mezun olan Hugh Everett tüm evreni
açıklamak için kuantum teorisini kullanmak istiyordu. Fakat geleneksel
kuantum teorisi dünyayı "olduğu gibi değil"
gözlemciye göründüğü gibi, her şeyi bilen, her yerde ve her zaman olan,
maddesel dünyanın dışında bulunan (günümüzün modern bilim adamları arasında
modası geçmiş bir önerme) "son durak
gözlemcisi" ne göründüğü gibi açıklamaktadır.
Bu kuantum teorisinin evrenin kentlisini açıklamak için kullanılması mümkün
değildir. Everett bunun yerine matematiği değiştirmeden, kuantum
formülasyonunda gözlemcinin rolünü azaltan ve bizim evren sözcüğünün ne
anlama gelebileceği konusundaki görüşümüzü yoğun bir şekilde genişleten
radikal bir yorum öne sürdü.
1982 yılında zamansız ölümüne kadar Pentagon'da stratejik planlamada
çalışan Everett, gözlenmeyen atomun kuantum muhtemel pozisyonlarının sadece
olasılık değil, gerçek olduğuna karar verdi. Atom gerçekten aynı anda birçok
yerde bulunabiliyordu, ama bu atomik pozisyonların her biri farklı bir
evrende yerleşmişti. Everett'in yorumuna göre,olması muhtemel olan her şey
büyük Everett kainatının alt evrenlerinden birinde oluyordu. Everett
kainatını yer-zamanda spagetti çubuklarından oluşmuş, her çubuğun
"tüm evren"
diyebileceğimiz şeyde farklı muhtemel bir tarihinin olduğunu, fakat aslında
büyük bir koleksiyon içinde sadece bir alt evren olarak bulunduğunu
gözümüzün önüne getirebiliriz. İnsan gözlemciler bu alt evrenlerin
birçoğunda bulunurlar, fakat komşularının varlığının farkında değildirler.
Everett'in modelinde kuantum teorisi bir olayın gerçekleşme olasılığını
temsil etmez. Bütün olaylar bu dünyada gerçekleşir; hiçbiri dışarıda kalmaz.
Aslında kuantum teorisi gözlemcinin kendisini evren B' den çok evren A' da
bulması olasılığını temsil eder.
Everett'in yorumu dünyanın gerçekten nasıl çalıştığı
hakkında gerçek bir resim verirse, o zaman bir kez daha dünyayı
"olduğu gibi algılamakta"
sıradan insan bilincinin en yetersiz araç olduğunu öğrenmiş olacağız.
Einstein'in özel görecelik teorisi dünyayı tüm olayların, geçmişin, şimdinin
ve geleceğin sonsuza kadar birlikte varolduğu değişimsiz bütün bir yer-zaman
olarak açıklıyor; bu açıklama insanların her gün dünyayı sürekli olarak
değişen şimdiki an olarak deneyimlemesiyle uygunluk sağlamıyor. Everett ve
Einstein'ın fizik temelli dünya görüşleri bizim günlük deneyimimizle ters
düşüyor: her ikisi de gerçek dünyanın bizim duyularımıza görünenden çok daha
büyük olduğunu söylüyorlar.
Bütün kuantum gerçeklikleri içinde hiçbiri Everett'in sizin evreninizle
birlikte sayısız evrenin var olduğu tartışmasından daha dikkat çekici
değildir. Ancak, gerçeği tek olarak ele alması nedeniyle ( bu modelde
olasılıktan gerçekliğe gizemli gözlemciler tarafından yaratılan geçişler
yoktur) Everett'in abartılı vizyonu bazı kuantum düşünürler arasında
gittikçe popülerlik kazandı. Bilim kurgu yazarları iyi bir hikaye yaratmak
amacıyla paralel evrenleri icat ettiler.
5- KUANTUM MANTIĞI
Küçük bir grup kuantum düşünürü, atomların
özelliklerine sahip olma şekli sıradan dille ifade edilemiyorsa, bu durumda
dolambaçlı kuantum dünyasını ele alabilmek için daha uygun yeni bir dil icat
etmemiz gerektiğine inanıyorlar. Fakat gizemli kuantum gerçeklerini elde
edebilmek için sıradan lisanda yapabileceğimiz en ufak değişiklik nedir?
Dilimizin kelimelerini koruyup "mantığını"
değiştirmek nasıl olacak?
Mantık, bilgi dağarcığımızın iskeletidir. Mantık, dilimizdeki en kısa ve
en önemli kelimelerden bazılarının uygun şekilde kullanılmasını sağlar. On
dokuzuncu yüzyılın ortalarında İrlandalı bir öğretmen olan George Boole,
"Düşüncenin Kanunları"
adlı kitabıyla, mantıklı ifadelerin basit aritmetik
kurallarına uyduğu suni sembolik bir dil yarattı. Boole'un mantık
kurallarını kodlaması sıradan dilin mantık iskeletini ortaya çıkardı ve
matematiksel mantığın modern bilimini buldu. Boole mantığı modern çağlarda
insan köklerinde üstünlük sağladı. Artık bu iki değerli mantıksal aritmetik,
bilgisayarların mekanik muhakemesinin temelini oluşturuyor.
Georgia Üniversitesi'ndeki David Finkelstein gibi kuantum fizikçileri,
Einstein'ın Öklit geometrisine aykırı bir geometriyi, eğimli yer-zaman
aritmetiğini ortaya çıkararak fizikte önemli bir problemi (yerçekiminin
doğasıyla ilgili) çözmüş olduğunu unutmadılar. Bu bilim adamları kuantum
kördüğümünün de benzer şekilde çözülmesinin mümkün olup olamayacağını
sordular, yani, düşünce kanunlarımızda köklü bir değişiklik yaparak. Birisi
bakana kadar pozisyonları karmaşık olan atomlar yerine, belki de dünya
pozisyonları her zaman belirgin olan atomlar içeriyor ama biz bu atom
pozisyonları hakkında ancak Boole mantığı dışında bir mantık kullanarak,
konuşabiliyoruz.
Kuantum mantığı yaklaşımı kuantum yorumlamasının bazı problemlerini
çözmekte, fakat birçok problemi de el değmeden bırakmaktadır. Kuantum
mantığının şu anda hala ilk aşamalarında olduğu görülmektedir: atom
davranışının baştan sona hazırlanmış grameri yerine çekingen bir öneri
yapılmaktadır.
Rockefeller Üniversitesi fizikçilerinden Heinz Pagels, eğer kuantum
mantığını dünyanın gerçek mantığı olarak kabul eder ve kendimize bu yeni
yöntemle düşünmeyi öğretirsek, bu durumda kuantum mekanizmasının mantıklı
geleceğine, fakat günlük dünyanın anlamlı olmaktan çıkacağına işaret ederek
bu yaklaşımı eleştirmiştir. Boole mantığı dışındaki bu projenin en büyük
boşluklarından biri, mantıksız atomlardan yapılmış bir dünyanın, bu tür
atomlar sayısı büyüdüğü zaman bizim tanıdığımız sıradan mantık dünyasına
nasıl dönüştüğü problemidir.
6-
NEO REALİZM
Atomlar ve diğer kuantum varlıklarının gözlense de
gözlenmese de daima kesin pozisyonlarının olduğunu düşünerek ölçme
problemini çözüme ulaştırmak için yapılan diğer bir girişim, Fransız fizikçi
prens Louis de Broglie ve İngiliz-Amerikan fizikçi David Bohm'un
"Pilot dalgası"
yaklaşımıdır.
Broglie-Bohm yaklaşımı kuantum fiziğin temeli olarak sıradan gerçeklik
kavramını yeniden canlandırdığı için bu duruma
"Neo realizm" adı verildi.
Neo realist yaklaşımın ana sorunu sıradan partikül davranışlarının kuantum
gerçeklerini açıklamaya yetecek kadar çılgın olmayışıdır. Eğer atomlar
gerçekten sıradan partiküllerden yapılmışsa, o zaman onların kuantum
gerçeklerinin talep ettiği kadar garip davranmasını sağlayacak bir yöntem
bulunmalıdır. Neo realist düzende partiküller sıradandır ve dünyanın tüm
kuantum garipliği pilot dalgası denilen bir varlığa havale edilmiştir. Pilot
dalgası, yerçekimi gibi alanı içindeki tüm partikülleri etkileyen sıradan
güç alanlarının aksine, sadece bir partiküle eder: her partikülün, evrendeki
tüm diğer partiküllerin konumunu algılayan sadece kendisine ait özel bir
pilot dalgası vardır. Pilot dalgası özel partikülünü güç uygulayarak değil,
bir radar ışını gibi "bilgi"
sağlayarak yönlendirir. Ayrıca, bir partikülün kişisel pilot dalgası
hesaplandığında, o partikülün daha basit dalga fonksiyonu anlamında
hareketinin geleneksel kuantum açıklaması ile karşılaştırıldığı zaman son
derece karmaşık olduğu görülür.
Bu Neo-realist önerme fiziği, birisi bakana kadar gerçekten orada
bulunmayan partikülleri mistik kavramlarından kurtardığı için, her
partikülün boşluktaki yolculuğunu kişisel dalgalarla yönlendirmesi fikir
olarak çok cazip görünebilir. Fakat pilot dalgasının iki özelliği
fizikçilere itici gelmektedir ve bu düşüncenin kolaylıkla kabul edilmesini
engellemiştir.
Pilot dalgası sadece bir partikülü etkilediği için prensip olarak
gözlemlenemez. Pilot dalgalarının varlığı ve şekli, her biri ilgili
partikülün hareketini etkilediğinden, dolaylı yol haricinde bağımsız olarak
teyit edilemez. Buna ek olarak, bu dalganın partikülüne tüm evren hakkında
doğru olarak güncelleştirilmiş bilgi vermesi için sinyalleri ışıktan daha
hızlı iletebilmesi gerekir. Birçok fizikçi Neo-realist yaklaşımın
yaratıcılığı ve felsefi basitliğini takdir etmekte, fakat 1080 karmaşık
süper luminal radar alanlarının (evrende her partikül için bir tane) dünyaya
nüfuz ettiği, bunlardan hiçbirinin gözlemlenemediği kavramını
hazmedememektedir.
Fizikçiler, prensip olarak
gözlemlenemeyen varlıkları sevmezler: görünmeyen pilot dalgaları, onlara
toplu iğne başında dans eden aynı derecede görünmez ortaçağ masal perilerini
hatırlatır. Einstein süper luminal hareketlerin zaman makinesi yapmak için
kullanılabileceğini gösterdiği için fizikçiler ışıktan hızlı hareket eden
şeyler konusunda da huzursuzluk duyarlar. Neo realistler ikinci itirazın
birinci tarafından iptal edildiğini belirlemekte gecikmezler. Pilot dalgası
gözlemlenemezse, o zaman süper luminal hareketleri de Einstein'ın zaman
makinesinde kullanılmak üzere mevcut olamaz.
7-BİLİNÇ GERÇEKLİĞİ YARATIR
Yirminci yüzyılın en önemli
entelektüel şahsiyetlerinden biri de Macaristan doğumlu matematikçi John von
Neumann'dır. Von Neuman saf matematik alanındaki katkılarına ek olarak,
rasyonel oyunlar olarak yorumlanan ekonomik ve politik davranışlar
çalışmasını başlatmış, kendisi kopyalayan robotlar konusunda ilk teoriyi
oluşturmuş ve saklanan programlı bilgisayar kavramını icat etmiştir.
Bilgisayar bilimi alanındaki katkıları öylesine önemlidir ki, bir kerede tek
komut alabilen sıradan bilgisayarlara hala
"Von Neumann makineleri"
denmektedir.
1930'ların başlarında Von Neumann
matematiksel zihnini yeni gelişmekte olan kuantum fiziğine yönlendirdi. Von
Neumann, Bohr ve Heisenberg'in gevşek atılmış ilmeklere benzeyen
kavramlarını sağlam bir şekle soktu ve kuantum teorisini, bugün hala
bulunduğu, Hilbert Boşluğu denilen incelikli bir matematiksel konuma
yerleştirdi. (Sonsuz boyutlu Hilbert boşluğu, sıradan üç boyutlu boşluğun
tersine, bir atomun kuantum olasılıklarının tamamını bir seferde içine
alabilecek kadar geniştir.) Von Neumann, birçok bilim adamı tarafından
"kuantum teorisinin incili olarak değerlendirilen
“Kuantum Mekaniğinin
Matematiksel Temelleri” adlı kitabında, pek çok
fizikçinin yüzleşmekten korktuğu veya çekindiği kuantum ölçüm problemini
teşhir etti ve açıkça saldırdı. Von Neumann
"kuantum İncil" inde Kopenhag görüşündeki
dünyayı iki parçaya ayırma fikrine karşı çıktı. Kuantum varlıkları (olasılık
dalgaları) ve klasik ölçüm aletleri (belirgin özellikler taşıyan gerçek
nesneler). Von Neumann, Bohr takipçilerinin dünyayı temel olarak farklı iki
parçaya ayırmakla yanlış yaptıklarına inanıyordu.
Von Neumann'a göre dünyamız tekti, ikiye ayrılmamıştı. Tek doğası vardı ve
bu doğa kesinlikle klasik değildi. Ancak, eğer dünya von Neumann'ın
düşündüğü gibi tamamıyla kuantum-mekaniksel ise, kuantum teorisinin,
fiziksel özelliklerinin her biri için her zaman kesin bir değer taşıyan
gerçek nesneler koleksiyonu olarak değil, olasılık dalgaları anlamında
açıklanması gerekir. Orada hiçbir şey gerçekten olmaz; her şey gerçekliğin
eşiğinde sonsuza kadar tereddütte kalır. Gerçek dünyayla
karşılaştırıldığında, klasik fizikteki eski moda kesin
"evet veya hayır"
dünyasına göre kuantum dünyası belirsiz "belki"
lerden kurulmuş bir masal ülkesine benzer.
Von Neumann'ın bütünüyle kuantum dünyasındaki ölçüm problemini çözmek
için "dalga fonksiyonunu yıkacak",
belirsiz kuantum olasılıklarını kesin gerçekliklere döndürebilecek yeni bir
şeyin eklenmesi gerekir. Fakat von Neumann tüm fiziksel dünyayı olasılıklar
olarak açıklamaya zorlandığı için, bu belkilerden bazılarını gerçeklere
çeviren süreç fiziksel bir süreç olamaz.
Dalga fonksiyonunu yıkmak için fizik dışından yeni bir sürecin (olası
değil gerçek) dünyaya girmesi gerekir. Dalga fonksiyonunu yıkabilecek
gerçekten var olan ve fiziksel olmayan uygun bir varlık bulmak için beynini
zorlayan von Neumann sonunda bu işe uygun olacak bilinen tek varlığın bilinç
olduğu kararına tereddütlü olarak vardı. Von Neumann'ın yorumuna göre dünya;
herhangi bir bilinçli zihnin dünyanın bir bölümünü her zamanki belirsiz
durumundan gerçek var olma durumuna yükseltmeye karar vermesi dışında, her
yerde saf olasılıklar durumunda kalır. Von Neumann'ın düşüncesi (fiziğe
dayanan) Piskopos Berkeley'in düşüncesine (teolojiye dayanan) çok yakındır.
Dünyadaki hiçbir şey bir zihin tarafından algılanmadıkça gerçek değildir.
İrlandalı piskopos şöyle demişti: "Dünyanın
kudretli çerçevesini oluşturan bütün bu bedenler, bir zihin olmadan öze
sahip olamaz."
Von Neumann profesyonel bir matematikçi olarak
onun mantıklı savlarını nereye giderse gitsin cesurca takip etmeye
alışkındı. Fakat burada kendi mantığı özellikle tuhaf bir sonuca vardığı
için profesyonelliği açısından ciddi bir sınavdan geçiyordu. Fiziksel dünya
tam anlamıyla gerçek değildi, ancak çok sayıda bilinç merkezlerinin
davranışları sonucunda şekilleniyordu. İşin komik tarafı, bu sonuç zihnin
derinliklerini özel bir ortamda mistik bir şekilde inceleyen başka bir
dünyadan değil, oldukça başarılı ve dünyanın tamamen materyalistik modelinin
mantıksal sonuçlarını çıkaran dünyadaki en pratik matematikçilerin birinden
geliyordu yani Von Neumann’dan.
8-"WERNER HEISENBERG'İN ÇİFT KATLI DÜNYASI"
Hiç kimse gözlenen bir atomun durumunu açıklamaktaki kavramsal zorlukların
Werner Heisenberg kadar farkında olmamıştı. Werner Heisenberg 1925 yılında
kuantumun ilk başarılı matematiksel kuramını keşfederek yeni kuantum
dünyasının Christopher Columbus'u olmuştur.
Modern kuantum teorisi Heisenberg'in başlangıçtaki anlayışını derin bir
şekilde işlemiş, fakat yeni deneysel sonuçlardaki patlamaya rağmen teorinin
özü sonraki yıllarda değişmemiştir. Heisenberg ve meslektaşlarına sorun
yaratan felsefi zorluklar günümüzde de yaşanmaktadır. Heisenberg şöyle
diyordu:
"Buradaki dil sorunları oldukça ciddi. Sadece "gerçekler" hakkında değil,
atomların yapısı hakkında da belirli bir şekilde konuşabilmeyi istiyoruz.
Örneğin, bir bulut odasındaki su damlacıkları. Ama, atomlar hakkında sıradan
dille konuşamıyoruz".
Niels
Bohr ve Kopenhaglı meslektaşları birçok fizikçiyi atom dünyasının resmini
oluşturmanın insanlar açısından imkansız olduğuna ikna etmişlerdi. Fiziğin
kuvvetli akıntısının tersine yüzen Heisenberg atomların kuantum davranışının
sıradan dille nasıl açıklanacağı görevini cesurca üstlendi.
Heisenberg, kuantum teorisini sadece deneysel sonuçları hesaplamak için
bir araç değil, dünyanın gerçek resmi olarak ele aldı ve kendi gerçeklik
resmini oluşturdu. Kuantum teorisi gözlenmeyen dünyayı olasılık dalgaları
olarak temsil ettiğine göre, bu durumda belki de bakılmadığı zaman dünya
sadece olasılık dalgaları olarak gerçekten varoluyordu.
Heisenberg’in düşüncesine göre derin gerçeklik yoktur. Gözlenmeyen dünya
yarı gerçektir ve sadece gözlenme sırasında tam gerçeklik statüsü elde eder.
Atomik olaylar hakkındaki deneylerde şeylerle ve gerçeklerle, günlük
hayattaki her hangi bir olay kadar gerçek olan olgularla uğraşmak
durumundayız. Fakat atomlar ve temel partiküllerin kendileri bu kadar gerçek
değildir; bir şey veya bir gerçek oluşturmaktan daha çok potansiyeller veya
olasılıklar dünyası oluştururlar.
Olasılık
dalgası... bir şey için eğilim anlamına gelir. Aristo felsefesindeki eski "potentia"
kavramının niceliğe bağlı bir versiyonudur. Bir olay düşüncesi ve gerçek
olay arasında tam ortada, olasılık ve gerçeklik arasında garip türden
fiziksel gerçeklik olarak duran bir şeyi ileri sürer.
Hayatın
kaçınılmaz gerçeklerinden biri de seçimlerimizin gerçek seçimler olduğudur.
Bir yoldan gitmek diğerlerinden vaz geçmek anlamına gelir. Sıradan insan
deneyimi hepsi aynı zamanda olan birbirine zıt birçok olayı içermez. Bizim
için dünya, atomik gerçeklikte olmayan bir sağlamlık ve tekliğe sahiptir.
Burada bir seferde sadece bir olay gerçekleşir, ama bu bir olay gerçekten
olur.
Diğer
taraftan kuantum dünyası bizimkine benzer gerçek olayların dünyası değil,
gerçekleşmemiş ve eyleme hazır sayısız eğilimle dolu bir dünyadır. Bu
eğilimler Heisenberg ve meslektaşlarının keşfettiği kesin kuantum hareket
kanunlarına göre sürekli olarak hareket eder, büyür, birleşir ve kaybolur.
Fakat bu çılgınca atomik faaliyete rağmen orada hiçbir şey gerçekten olmaz.
Atom dünyasındaki olaylar gözlenmediği sürece olasılık bölgesinde kalır.
Heisenberg'in iki dünyası fizikçilerin bir "ölçüm" adını verdiği özel bir
etkileşimle bağlanır. Sihirli ölçüm eylemi sırasında bir kuantum olasılığı
ayrılır; yarı-gerçek gölgeli kardeşlerini terk eder ve sıradan dünyamızda
gerçek bir olay olarak su yüzüne çıkar. Dünyamızda olan her şey, bu diğer
kuantum olasılık dünyasında bizim için hazırlanan olasılıklardan meydana
gelir. Buna karşılık olarak, dünyamız bu olasılık havuzlarının ne kadar
yayılacağı konusunda limitler koyar. Dünyamızda bazı olgular gerçeğe
dönüştüğü için kuantum dünyasında her şey eşit derecede mümkün değildir.
Heisenberg'in çift katlı vizyonuna göre bizim bildiğimiz anlamda derin
gerçeklik yoktur. Gözlenmeyen evren olasılık, eğilim ve dürtülerden
oluşmuştur. Heisenberg'e göre somut günlük dünyamız bir vaatten daha özlü
bir şey üzerine kurulmuştur.
KUANTUMUN SEKİZ
GERÇEKLİĞİNİN YORUMU
Bohm'un neo realist partikül-artı-dalga modelinden von Neumann'ın şuurun
yarattığı dünya modeline kadar bu sekiz gerçekliğin her birinin aynı kuantum
gerçekleriyle kusursuz bir uygunluk sağladığını belirtmekte yarar var. Olgu
dünyasının altında neyin bulunduğuna karar vermek için bu çelişkili savlar
arasından birini seçmekte en azından bilinen türde deneyleri kullanamayız.
Ancak, deneysel onaylamadan yoksun olmamız bu kuantum gerçekliklerinin
gereksiz olduğunu göstermez. Metafiziksel çerçevelerin en önemli kullanım
alanlarından biri de kuantum fiziğin yeni alanlara uzatılmasıdır: örneğin,
zihin modellerine. Dünyada gerçekten neler olduğuyla ilgili geçici modeller
olmadan, kuantum teorisi donuk matematiksel bir şekilcilik, seçkin türden
bir yadsıma olmaktan ileri gidemez. Matematik formülleri her seferinde işe
yarayan büyüye benzer; büyücünün (matematikçi) gücünü bütün dünyada
kullanabilmesi için bunun nasıl işe yaradığını asla bilmemesi gerekir.
Kahramanlık gösterisi yapmak için matematik tek başına yeterli olur, ama
araştırmacılık adına neler olduğuyla ilgili kötü bir önerme bile yeni
keşiflere yol açabilir. Yeni alanları araştıran biri bu sekiz kuantum
gerçekliğinin bilinmeyen toprakların sınırlarını gösteren geçici haritalar
olduğunu düşünebilir. Tüm evren, fiziksel gerçeklikte var olduğu şekilde
birçok parçaların içinden sadece bir tanesidir.
BİLİM ŞUUR VE FİZİK ÖTESİ
Klasik bilim fiziksel algılama ile elde edilen bilgilerden oluşur. Şuurun
esasta fiziksel olmadığını işaret eden birçok gösterge vardır. Fiziksel
algılama ile sınırlı kalındığı sürece, bilimin şuurun derin esasları
konusunda fazla bir şey öğrenmesine olanak yoktur. Dolayısıyla, gerçek
anlamda bir şuur bilimi uygun algılama yöntemleri kullanmayı içermelidir,
başka bir deyişle fizik ötesi olanı.
KURAL DIŞI OLAYLARIN İKİ TARAFLI ÖZELLİĞİ
Aslında hiçbir şey kural dışı değildir. Her kural dışı olay iki taraflı
bir ilişkiyi barındırır. Bir yandan üzerinde kuruldukları parametreleri
açıklarken, diğer yandan kendilerini açıklarlar. Bilimdeki kural dışı
olaylar da bu kapsama girer. Bu kural dışı olguların, bilimin esasları
hakkında söyleyecekleri çok yararlı\şeyleri vardır. Ancak, bilimin kural
dışı olayları dediğimizde ne kastettiğimiz konusunda açık olmamız da
önemlidir. Genel olarak, bu, dünyanın nasıl çalıştığı konusundaki normal
bilimsel görüşün dışına çıkan herhangi bir şey için geçerlidir. Bazı kuş,
hayvan ve böcek sürülerinin, bir grup şuuruna uygun davranmaları, bilim
açısından kural dışı bir olay olarak kabul edilebilir. Diğer yandan, pek
açık olmayan sebeplerden ötürü, telepati, prekognisyon,uzaktan şifa ve
ölümden sonra yaşam da kural dışı olarak görülmektedir.
Bu kuraldışı olaylardan söz ederken özel bir değerlendirme yapmamız
gerekir. Bilimin ve bilim adamlarının bir şeyi anlamamaları, söz konusu
şeyin özde anlaşılmaz olduğu anlamına gelmemelidir. Ancak, bilim bir şeyi
anlayamadığı sürece, o zaman bilimde değil de o şeyde bir kusur olması
gerektiği görüşü revaçtadır. Kendi sınırlamalarımızı o kural dışı olanın bir
özelliğiymiş gibi gösterecek bir şekilde yansıtmamaya dikkat etmeliyiz.
Kural dışı olayların kanıtları vardır. Bilim adamlarının, bu kanıtları kabul
edip etmemelerinin, kanıtların varlığı veya kalitesi ile çok az ilgisi
vardır. Çoğumuzda, bütün deneyimlerimizi açıklayabilecek yönteme sahip
olduğumuza dair bir inanca ihtiyaç vardır. Bilim, etrafımızdaki dünyayı
inandırıcı ve doğru bir şekilde açıklamada o kadar başarılı olmuştur ki,
ister kural dışı bir olay olsun ister olmasın, karşılaştığımız her şeyi
açıkla ya bilme kapasitesini bilime atfetmek cezbedici bir alışkanlık haline
gelmiştir. Bu cazibeye teslim olma derecemiz, güven ve kesinlik
ihtiyaçlarımızla doğru orantılı olarak değişmektedir. Bizim kesinlik
ihtiyacımız güçlü ise anlamadığımız şeye karşı açık fikirli bir tavır
alabilme olasılığımız azalır. Bu kesinlik ihtiyacımızı bilimin çok başarılı
oluşu ile birleştirdiğimizde, bilimsel dünya görüşünün, zamanımızın hazır ve
yerleşmiş görüşlerini oluşturmasına hiç şaşmamak gerekir.
3- Farkındalık üzerine
POST MODERN FARKINDALIK
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
“Modern dönem”
olarak kabul görmüş olan Aydınlanma Düşünce
sisteminde doğanın akıl ve mantık yoluyla anlaşılıp açıklanabileceği
inancı vardı. Post modern düşünce ise bu yaklaşımı sorguluyor. İnsanın
doğayı ve çevresinde gelişen olayları açıklamak yerine yorumladığını
iddia ediyor.
Post modernizm mutlak
prensipler ve genele uygulanan ilkeler yerine kişisel tecrübelere önem
veriyor. Kişisel olarak açıklanan ve yaşanan tecrübeler elbetteki
“görelilik”
ve
“değişkenlik”
içerirler. Bu gerçek de 20’nci yüzyılın bilimsel bakış açısı ile tam
olarak örtüşüyor.
“Modern”
adı verilmiş olan, fakat günümüzde
klasikleşmiş olan bilim döneminde doğa ile insan kopuk ve birbirlerinden
bağımsız olduklarından, doğada herhangi bir anlam bulunmadığı inancı
vardı. Çünkü nesnel doğada şuur (bilinç) yok olduğu sanılıyordu. Oysa ki
post modern bakış anlamsızlık yerine, anlamsız gibi görünen olgularda
gizli olan anlamı ortaya çıkarabilmek gayreti içindedir.
Modern bilim
kuramları, Kuantum Kuramı ile Özel ve Genel Görelilik Kuramları ve en
son Karmaşa Kuramı anlam arayışına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu
kuramlar klasik fizik görüşlerini alt üst etmiş durumdalar. Şu halde
elimizde malzeme hazır. Post modern bakış bilimsel açıdan klasikleşmiş
olan fakat günümüzde geçerli düşünce tarzı olmaya devam eden kavramları
ve varsayımları sorguluyor.
Bunlardan
Yerellik, Süreklilik ve Özdeşlik
varsayımları bizim olaylara
bakışımızı şekillendirmektedir. Bu varsayımlar düşüncemizi belli bir
miktarda kısıtlamakta, ikili ya-veya mantığına adeta mahkûm etmektedir.
Önce,
Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın
meşhur ettiği “Yapı bozumculuğu”
(decontruction) kavramına bakalım. “Yapı
bozumu”
yıkım değildir, nihilizm ile de ilgili değildir, analiz hiç değildir.
Daha çok batı düşünce sisteminin aşkın durumları açıklamakta
karşılaştığı zorlukları çözebilmek için başvurulan bir bakış, bir
yaklaşımdır.
Yapı bozumu yaklaşımının iki temel
dayanağı vardır. 1.
Politik ve 2.
Felsefi-Bilimsel
dayanak.
Politik
dayanak ikinci dünya savaşı öncesi ve süresinde Avrupa’ya hakim olmuş
olan Faşist ve Nazi görüşün hatalı yönleridir. Bu iki politik yaklaşım
insanları aynı potada eriterek bireyselliği yok etmeğe çalışmış, kendi
gibi düşünmeyenleri dışlayarak düşman ilan etmiştir. Jean Francois
Lyotard 1959 yılında yayınladığı
“Post modern durum”
adlı kitabında Faşizmi ve Nazizmi güçlü bir şekilde tenkit etmiştir.
Post modern bakışın felsefi
dayanağı ise ikili kavramların kısıtlayıcı oluşları ve bilimsel bir
açıklamada kullanılan terimlerin anlamlarının yeni açıklamalarla
genişletilmeleri gerektiğidir. Bu iki nokta Post modern yapı
bozumculuğunun önemli çıkış nedenleridir. Fakat yapı bozumunun bir de
bilimsel dayanağı vardır ki, bu modern fizik kuramları olan
Görelilik ve Kuantum
kuramlarıdır. Zira her felsefi akım, döneminin biliminden etkilenmiş ve
bilimin ürettiği yeni kavramlardan yararlanmıştır.
Örneğin,
“Gerçek nedir?”
sorusu post modern düşünürler tarafından yeniden
ele alınmış ve tartışılmıştır. Jean Baudillard’a göre
“Gerçek var olma özelliğini yitirmiştir.”
Baudrillard’ın sorgulaması Leipnitz’in sorgulamasından farklıdır.
Leipnitz: “Neden
varlık vardır ?”
şeklinde soru yöneltir. Baudrillard ise: “Acaba
yokluk var mıdır? ”
şeklinde sorar.
Bu sorgulamadan kasıt varlık-yokluk ikileminin özüne inmek ve bu ikili
bakışın getirdiği birtakım sonuçların yapısını bozmaktır. Varlık-yokluk
ikilemi olduğu sürece "ben ve öteki"
ayırımı da bulunmaktadır. Ben-Öteki ikilemini aştığımızda, yani bu ikili
yapıyı bozduğumuzda, ben ile öteki yakınlaşmakta, biri diğerini kabul
eder duruma gelerek bütünleşmektedir. Ancak yapı bozumculuğu kesin
çizgilerle tanımlanabilen bir yöntem değildir. Kendini sürekli yenileyen
“Yaşayan
bir felsefe”
modeli olarak tanımlanabilir. Yaşayan Felsefe, tanımını ilk olarak ileri
sürmüş olan düşünür, Jaques Derrida’dır.
Yaşayan felsefe içinde
yapı bozumculuğu,
Heidegger ve Nietze tarafından ileri sürülmüş olan
“yıkım”
veya “tersine çevirme”
kavramlarından daha az
negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı bozumculuğunun kesin olarak
tanımlanmaması felsefe ile uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü,
felsefe kesin kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye
“Kavram matematiği”
de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin tanımlı olmayan kavramlar
felsefenin ilgi alanının dışındadır, şeklinde bir görüş bulunmaktadır.
Ancak, felsefi kavramlar ortamın ve
kültürün ürünü olmak zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan
kavramlar hem o dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o
dönemin varsayımları üzerine inşa edilmiştir. Şu halde, 20. yüzyılda
ileri sürülen bilimsel kavramlarla post modern görüşün örtüşmesi hem
doğal hem de gereklidir.
Einstein’ın Görelilik kuramı
mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarını geçersiz kılmıştır. Hem uzam
hem de zaman nesnelerin hızına göre değişmektedir. Burada durağanlık
değil hareket önem kazanmıştır. Uzam, nesnelerden bağımsız bir sahne
olmaktan çıkmıştır. Şu halde nesnelerin bulunmadığı bir boşluk kavramı
da tartışma konusudur. Uzayda karanlık bir bölge bulunması o bölgede
hiçbir nesne bulunmaması anlamına gelmez. Örneğin, kara delik denen gök
cisimleri öyle kuvvetli bir çekim gücüne sahiptirler ki kara delik içine
düşen ışık dahi dışarı çıkamaz. Yani,
karanlık yokluk demek değildir.
Yokluk bölgesi veya uzay boşluğu bölgesi bizim
bir varsayımımız olmaktadır. Çünkü boş olduğunu sandığımız bölgede dahi
“arkazemin
radyasyonu”
denen ve yaklaşık +4 derece Kelvin (-270 derece
Santigrat) olarak saptanmış olan bir elektromağnetik radyasyon (ışıma)
bulunmaktadır. Şu halde “varlık”
her bölgede vardır ve
“yokluk” kavramı
sadece metafizik olarak düşünülmelidir.
Post modern yaklaşım insanı ve
insanın sezgisel yönünü de içerdiğinden sadece fizik ile bağlantılı
olmayıp güncel metafizik kavramların ortaya çıkışına da yardımcı
olmuştur. Batıda görülen yeni mistik akımların kaynağını 1968 sonrası
yayınlanan post modern kitaplarda bulabiliriz. Günümüzün Post modern
tüketici toplumu her türlü ürünlerin yaygınlaştığı ve bir bakıma
sığlaştığı bir Pazar yeri gibidir. Toplumda her şey metalaştırılmıştır
ve maneviyattan maddiyata sürekli değişen moda akımları halinde sahte
bir gerçeklik yaratılmıştır. Yeni bir
"yaşam tarzı"
olarak reklamlar ve
“simülakr” görüntüler bizi
kuşatmıştır.
İçinde yaşadığımız çağ bir bakıma
“karmaşa”
ve “dönüşüm”
çağıdır. Çünkü her karmaşık durum sonuçta
yeni bir oluşuma yol açar ve sonuçta dönüşüm gerçekleşir. Böylesi bir
durumda insan kendini yeniden kurma, oluşturma ve dönüştürme zorundadır.
Post modern terimi böylesi bir “kalıplar
içine sıkıştırma” olgusuna baş kaldırma ve
onunla hesaplaşama gayreti olarak görülebilir. Bu hesaplaşmada merkezi
bir yer işgal eden “nesnel gerçeklik”
kavramı üzerinde biraz duralım.
Kant’a göre nesnelerin
“kendiliği”
bilinemez. Bu ifade ancak gözlem için doğrudur. Gözlem yaparak, yani 5
duyu yoluyla, nesnelerin kendiliğini bilemeyiz. Çünkü, gözlem yapmak
için önce bir gözleyen bir de gözlenen bulunmalıdır. Bu da iki ayrı
kavram gerektirir. Gözleyen ile gözleneni bir bütün olarak kabul
ederseniz “öteki”
kavramı ortadan kalkar ve bütünsel teklik ortaya çıkar. Bu durum
oluştuğunda, nesnelerin ve
“öteki” olarak tanımlanmış
olan dışımızdakinin kendiliği bilinebilir. Bu bilgi türüne
“iç görü”
de denebilir.
İşte size Mevlana’nın iç görü ile
ilgili bir dörtlüğü:
Bir kimse ki hem içte görür, hem
dışta,
Bir başka görür, çılgınlardan başka,
Bambaşka o göz, nasıl görür? Bak, iyi bak
Kimdir o gören? Gözden sıyrılmış da.
Yani gören göz kişinin kendi
midir? Yoksa kendi benliğini aşan bir
“ilk varlık”,
bir töz mı görüyor? Burada tam bir birlik söz konusudur. Kendi içinde
bir başka varlık olduğunu söylemiyor. Gözden sıyrılmış, bir bütünlükten
söz ediyor. Dönüşen insanların dönemi olan içinde yaşadığımız zaman
aralığında, kadim bilgelik ile post modern bakış büyük çapta örtüşüyor
ve bizleri ya-veya mantığını aşmaya davet ediyor.
|
FARKINDALIĞIN NE KADAR FARKINDAYIZ?
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Farkındalık ve Günlük Yaşam
Her canlı varlıkta bir miktar farkındalık
vardır. Bitkilerde bile, yapılan deneylere göre, değişik düzeyde
farkındalık bulunduğu görülmüştür.
Yapraklarını gece ve gündüze göre yönlendirirler. Çiçeklerini ışığa
göre açıp kaparlar, su durumuna göre kendilerini değiştirirler, hatta
insanların onlara ne şekilde davrandıklarını bile farkına varırlar. Eğer
güzel müzik çalınırsa veya güzel söz söylenirse bitkinin reaksiyonu
farklı, bağırılırsa farklı olduğu deneysel olarak saptanmıştır.
Hayvanların farkındalığı
bitkilerden daha fazla, insanlarınki daha da fazladır. Hatta makineleri
bile farkında yapmak mümkündür. İnsan yaklaşınca fotosel ile çalışan
açılan kapılar basit bir farkındalık örneği oluştururlar. Fakat bu tür
farkındalık etki tepki farkındalığıdır. Belli bir etki vardır ve bu
etkiye göre otomatik bir tepki oluşur.
Newton fiziğinin ikinci yasası “Her
etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluşur”
der. Bu türden bir etki-tepki ilişkisi şuur
gerektirmez. Adeta doğanın kendi programı olarak her durumda ortaya
çıkar. Buna “var olma içgüdüsü”
de diyebiliriz. Sadece canlılar değil cansız dediğimiz varlıklar da bu
tepkiyi gösterirler. Çünkü bir nesneyi yok etmeye çalışırsanız o size
karşı direnecektir. Örneğin suyu düşünün. Su her girdiği kabın şeklini
alır. Fakat suyu sıkıştırdığınız zaman direnir. Belli bir hacmin altına
suyu sıkıştırmak son derece zordur. Suyun ısısını alıp buz haline
getirdiğinizde hacmi küçülmez artar. Yani buz, sudan daha fazla hacim
olarak varlık gösterir. Kaybettiği ısı enerjisine karşı gösterdiği tepki
daha fazla yer kaplamaktır.
İnsanların çoğu da aynı
etki-tepki mekanizması içinde yaşamlarını sürdürürler. Örneğin, yemeyen
çocuğunuza siz zorla yemek yedirmeye çalışırsanız o size daha fazla
direnecek, yememek için türlü bahaneler bulacaktır. Bu tür etki-tepki
mekanizması kendini ispatlamak, varlığını ortaya koymak veya varlığını
korumak durumlarında ortaya çıkar. Zayıf hisseden varlığın kendini
koruma içgüdüsü ile ilişkili bir mekanizmadır bu. Bu mekanizmada şuur
yani uyanıklık durumu yoktur veya çok azdır.
Otomobil kullanmayı düşünün. Başlangıçta her hareketin şuurundayız.
Yani farkında olarak otomobili süreriz. Vites değiştirmek, frene basmak
bir istek sonucu şuurlu bir çaba gerektirir. Oysa ki ustalaşıp
otomobille bütünleştiğimizde bu şuur durumu ortadan kalkar. Bir yandan
konuşur veya farklı şeyler düşünürken diğer yandan arabayı sürebiliriz.
Artık farkında olmaya gerek kalmamıştır. Hareketlerimiz otomatik hale
gelmişlerdir. Bu durum her ne kadar daha az yorucu olsa da elbette ki
mahsurları da vardır.
Faydası, otomobili kullanmayı otomatik pilota bağlamakla dikkatimizi
yola daha fazla yönlendirebiliriz. Zararı da farkındalığımızı tümüyle
kaybedersek, bu sefer de yoldaki tehlikeleri küçümseriz. Birçok kaza bu
yüzden olmaktadır.
Peki farkındalığı güne daha doğrusu anlara indirmek mümkün müdür? Yoksa
bu hiç başarılamayacak bir ütopya mıdır derseniz? Elbette mümkündür
deriz. Birkaç sade metodu izleyerek, her insan kendi farkındalığını bir
başkasına ihtiyaç duymadan yükseltebilir ve yeni algılamalar, yeni
hissedişler, yeni bir bakış hissedebilir, bu yeni bir pencereden yaşama
bakmak gibidir ve başarı duygusu getirir. Günümüzün zor şartlarında,
biraz başarıya ve minik mucizelere ne kadar çok ihtiyacımız var değil
mi? |
|
FARKINDALIK VE ANDA YAŞAMAK
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Gündelik konuşmalarımızda da çoğu zaman sözümüzün etkisinin farkında
olmayız. Öylesine, gelişi güzel fikir beyan eder ve sözümüzün
karşımızdaki kişiyi ne şekilde etkilediği, onu rencide edip etmediği
konusunu düşünmeyiz bile. Sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyen birçok
insan vardır sizin de gözlemlediğiniz gibi. Konuşmuş olmak için
konuşurlar. Bu durumlarının da farkında bile değildirler.
Aslında insanların çoğu farkında olmaktan korktukları için çok
konuşurlar veya sürekli bir işle meşgul olmaya çalışırlar. Hiçbir işleri
yoksa da ya televizyon seyrederler veya müzik dinlerler. Bu tür
davranışların altında hep kendisi ile baş başa kalma korkusu yatar.
Çünkü kendi ile baş başa kalmak, kendinin farkına varmak demektir ve bu
durum pek çok insanın hoşuna gitmez.
Neden insanlar
kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmazlar hiç düşündünüz mü? Çünkü
kendi ile baş başa kalan insan o anın farkına vararak yalnız olmanın
derinliğini yaşar. İnsanlar
an’da
değil zamanda var olmayı tercih ederler. Zaman geçmiş ve geleceği
içerirken, an ikisini de dışlar. Geçmişte hatıralarımız, gelecekte ise
ümitlerimiz ve beklentilerimiz vardır. Yani geçmiş ve gelecek çokluktur.
An ise tekliktir. Geçmiş ve geleceğin çokluğunda kendimizin dışında
birçok insanı ve olayda vardır.
Oysa ki şimdiki an
içinde biz ve dikkatimizi gerektiren konudan başka hiçbir varlık yoktur.
Farkında olmak da bizim konumuzla bütünleşmemiz demektir. Yani, ikilik
yerini tekliğe bırakmış demektir.
Şimdiki anda
korkutucu bir yalnızlık vardır. Çoklukta huzur ve güven buluruz. Çokluk
oldu mu bizi koruyan, bize sahip çıkan ve seven varlıklar vardır. Ama an
içinde
teklik
(birlik) vardır ve bu durum pek çok insanı
huzursuz yapar. Zaman içinde yaşayan insan büyüme gereği duymaz. Sürekli
onu koruyan ve seven varlıklarla sarılı olduğundan sürekli bir çocuk
olarak yaşamını sürdürebilir. Zaman bizim güven duygumuzu besler ve
bizim farkında olmamızı engeller.
Farkında olmak demek an içinde yaşamak, yani şuurlu ve uyanık olmak
demektir.
Yaşam koçunuz
sizsiniz!
Bunun için de
insanın kendi ile baş başa kalıp yüzleşmesi gerekir. Bir diğer ifadesi,
insanın kendini tanıması gerekir. Oysa kendini tanımak ve kendisiyle
yüzleşmek, bazı duygu ve düşünceleri bilinçaltına bastırıp sonra nedeni
anlaşılmayan, sıkıntılar, korkular, karamsarlıklar yaşamaktan çok daha
iyidir. Üstelik bu modern çağda her insana kendi tarzına uygun şekilde
ona destek verecek, terapi yapacak ya da yaşam koçu olarak rahat
yürümesini sağlayacak pek çok imkan varken, sıkıntıyla yaşamayı seçmek
zaman kaybı değildir de nedir? Aslında en iyi yaşam koçu insanın
kendisidir ama zaman zaman dış destek almakta çok yararlı olabilir…
Asrın başında
yaşamış olan büyük mistik Gurdjieff hep
“Kendini
hatırla”
derdi. Bu sözle
“kendi varlığının farkında ol”
demek isterdi. Hareketlerinin farkında ol,
sözlerinin farkında ol, hatta mimiklerinin farkında ol. Farkındalığın
ilk adımı hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff
‘Stop’
oyununu icat etmişti.
Etrafındaki öğrencilerine hiç beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve
onların o anda heykel gibi hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor
bir oyundu. Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza değdiği anda
stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz.
Bardağı geri koyamazsınız. Elinizi oynatamazsınız. Ne kadar zor bir
durum değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda kalmak
zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak için icat
etmişti. Çünkü biliyordu ki farkındalığın ilk adımı bedensel ve fiziksel
farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve nihayet var olma farkındalığı
gelecekti. Var olma farkındalığı en ileri derecede şuur hali gerektirir.
Varlığın farkındalığı etki-tepki mekanizmalarının ötesine geçmeyi
gerektirir. Sizin neden var olduğunuzu ve hangi amaca hizmet ettiğinizi
farkına varmanız gerekir. Bu şuur hali de en zor olanıdır.
İnsanlar bu dünyada
doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini
ve hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu
düşünmez bile. Yani kendine soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sonra
çekip gider bu güzel mavi gezegenden… Bu tip insanların yaşamları bir
hay-huy, bir etki-tepki mücadelesi içinde sürüp gider. Çalışırlar,
evlenirler, çocuk yaparlar, çocuk büyütürler, yaşlanıp emekli olurlar
ama bir gün olsun
“benim bu
dünyada var olmamın amacı nedir acaba?”
diye sormazlar. Çünkü
bu sorunun cevabını vermek için kendileri ile yüzleşmeleri, yani baş
başa kalmaları gerekir. Ne geçmişin hatıraları ne de geleceğin
hayallerinden etkilenmeden, objektif ve çıplak gözlerle kendini
görebilmek öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde
edildikten, gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da vazgeçmek
mümkün olmaz. Anda veya anında durumun şuurunda olmak yani uyanık olmak,
keskin bir şuur halidir ve kendine göre doyulmaz bir tadı vardır. Ve
aslında da hiç korkutucu değildir. Karşılaştığınız her duruma anında
hakim olmak, onu hemen toparlayıp, gerekeni yapmak sonra da o duygudan
ya da o şuur halinden çekip yeni bir hale gitmek istemez misiniz? Ama
etki ve tepkinin ötesinde durumun şuurunda olabilmek için beklenti ve
saplantılardan kurtulmuş olmak gerekir. Hepimizi zorlayan da budur,
saplantı ve beklenti yani geçmiş ve gelecek…
Beklentiler
gelecekle, saplantılar ise geçmişle ilgilidir. Tıpkı süregelen ince uzun
bir yol gibi, her şeyi ardı ardına eklemekten öyle hoşlanıyoruz ki ya da
bu tip düşünmeye öyle alıştık ki! Oysaki an’da yaşayınca ne geçmişin
takıntıları ne de geleceğin beklentileri etkindir. An’ın farkına vararak
yaşamak demek tercihli olmayan değerler üretmek demektir. Hiçbirinin
diğerlerine göre daha önemli olmadığı güçler, erdemler ve bilgiler. Yani
bir bakıma kendi egomuzu (nefsimizi) ön plandan geri çekip, arka plana
çekebilmeye benzer bu durum. Etki-tepki mekanizması içinde olan
egomuzdur. Egomuz yani nefsimiz bizim ne kadar önemli bir varlık
olduğumuzu hep tekrarlayıp durur. Egomuz sürekli bizi korumaya çalışan
bir kalkan gibidir. Devamlı bu ego kalkanının arkasına sığınarak
kendimizi güvende hissederiz. Bu korunma mekanizmasını da çoğu zaman
“haysiyet, izzeti nefis,gurur,
haklılık”
gibi kavramların arkasına gizleyerek
kendimizi haklı göstermeye çalışırız.
Anda Yaşamak
Oysa ki an’da
yaşayıp farkında olmak kendi ile her an karşılaşmak, durumu olduğu gibi
görmek demektir.
Yani bize daha çok zarar verecek, gereksiz bir yansıma veya odak
bozukluğu oluşturmadan, durumu görmek, anlamak, gerekeni yapmak ve
bundan mümkün olduğunca az etkilenmek… Hiç mi derin etkilenmeyeceğiz de
diyebilirsiniz. Derin etkilenmek de çok iyidir ama burada amaç ne olursa
olsun konuyu fazla uzatmadan, akmakta olan diğer anlara geçebilmek ve
yaşama anlar içinde, kare kare çekilmiş fotoğraflar gibi yetişmektir.
Bunu başarabilmek için de hiçbir değerin diğer bir değere göre daha
tercihli durumda olmaması gerekir. Örneğin, “Ben ailemi her şeye tercih
ederim. Önce eşim ve çocuklarım gelir. (Veya işim de diyebilirsiniz,
sonuç fark etmeyecektir) Sonra diğer insanlar” dediğimiz vakit olayları
tarafsız bir gözle inceleyemeyiz. Eğer çocuğumuz okulda kavga etmişse
mutlaka kavga eden diğer çocuk suçludur. Eğer çocuğumuz derslerde kötü
not almışsa mutlaka öğretmen kötüdür. Ya kötü ders anlatmıştır veya
çocuğumuza bir garezi bir takıntısı vardır. İşimiz için de aynı
örnekleri vermek mümkündür. Bu gibi örnekleri arttırabiliriz.
Tercihli değerler
içinde yaşayan insanlar için daima kendileri haklı, karşılarında duran
da haksızdır. Bunu gündelik yaşamda gördüğümüz gibi, politikada ülkeler
arası ilişkilerde de görüyoruz. Kendini tehdit eden bir hayali düşman
yaratarak varlıklarını sürdüren ülkeler, aslında en fazla korku içinde
yaşayanlardır. Bu korkuyu da alet olarak kullanırlar. Korku sayesinde
ülke halkı istenileni daha kolay kabul eder. Korku, insanın bağımsız
düşünmesini engeller. Korku insanın büyümesini engeller. Sürekli çocuk
kalan insan ise daha kolay alet olur. Oyuncak haline gelir ve hiçbir
zaman şuurlu bir varlığa dönüşemez. |
FARKINDALIK VE DİYALEKTİK MANTIK
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Gündelik yaşamda farkında olmak demek, diyalektik mantığı da aşmak
demektir. Diyalektik mantıktan kasıt ikili karşıtları içeren düşünce
sistemidir. Örnek olarak, karanlık-aydınlık, iyi-kötü, doğru-yanlış,
büyük-küçük, güzel-çirkin, canlı-cansız gibi karşıt kavramlar.
Karanlık-aydınlık örneğini ele alalım. Karanlık ışığın olmadığı
durumdur. Aslında tam ışık enerjisinin bulunmadığı uzay parçası olamaz.
Çünkü ışık bir enerji dalgasıdır ve bu dalgaya elektromanyetik enerji
denir. Elektromanyetik enerjinin geniş bir spektrumu (tayfı) vardır. Bu
tayf görünen ışıkla sınırlı değildir. Görünmeyen kırmızı altı ve mor
ötesi ışık, radyo dalgaları, TV dalgaları, x-ışınları yani röntgen
dalgaları, radar dalgaları ve radyoaktif çekirdeklerin saldığı gamma
ışınları da bu tayfın içinde bulunurlar. Yani, her biri ışık sayılır. Şu
halde, karanlık sandığımız uzay bölgesinde tüm bu görünmeyen dalgaların
varlığından haberdar isek, artık karanlık kavramı bizim için farklı bir
anlam taşımaya başlar. Farkında olmakla aydınlık-karanlık ikilemini de
aşmış oluruz.
Bunun gibi
iyi-kötü, güzel-çirkin ikilemleri mutlak olmayan göreceli kavramlardır.
Bize göre iyi olan bir diğerine kötü sonuç verebilir. Bizim için güzel
olan da bir başkasına çirkin görünebilir.
Diyalektik (ikilemci) düşünce insanı kısıtlayan, onun geniş
düşünmesini engelleyen düşünce sistemidir. Daha eski yunandan itibaren
Aristo mantığı olarak bilinen düşünce sisteminde diyalektik mantık
vardır. Bu düşünceye göre varlık hem kendisi hem de karşıtı olamaz.
Yani, karanlık aydınlık olamaz. Oysa ki, biraz önce açıkladığımız gibi,
karanlık ve aydınlık kavramları bizim algılama gücümüzün sınırlı
oluşundan ortaya çıkmış pratik kavramlardır.
Diyalektik
Mantık
Günümüzün düşünce
tarzı büyük çapta var-yok ikilemi üzerine kurulu olduğundan özellikle
batıda bilim ve teknik büyük gelişme göstermiştir. Çünkü teknik
geliştirmek için nesneleri tanımlamak ve onları çevrelerinden yalıtmak,
etiketleyip isimlendirmek ve dolayısıyla diyalektik mantık kullanmak
gereklidir. Bu sayede yeni aletler ve metotlar geliştirilir. Bu sayede
teknoloji geliştirilir. Diyalektik mantık öylesine yaygındır ki, tüm
dünya bu mantık etrafında dönmektedir diyebiliriz.
İnsanlığın bugünkü durumundan hem başarısından hem de
başarısızlığından diyalektik mantık sorumludur dersek pek yanlış olmaz.
Diyalektik mantık ya-veya mantığıdır. Klasik bilim tümüyle ya-veya
mantığı üzerine kuruludur. Makineler ya-veya mantığı ile çalışırlar. Bir
elektrik devresi ya açıktır veya kapalı. Bir musluk ya açıktır veya
kapalı. Klasik ya veya mantığına göre bir nesne ya dalgadır veya
parçacık. Hem dalga hem parçacık olmaz. Oysa ki Kuantum kuramına göre
her nesne hem dalgadır hem parçacık. Şu halde karşımıza yeni bir mantık
çıkmaktadır. Bu da hem-hem mantığıdır. Ve kuantum fiziğinin kullandığı
mantık sistemini içerir.
Hem-Hem
Mantığı
Hem-hem mantığına göre karşıtlar mevcut değildir. Yani, bir kavram hem
kendisidir hem de karşıtı. Arada kesin bir ayırım yoktur. Örneğin,
canlı-cansız ayırımı tamamen bizim zihnimizde olan bir ayırımdır. Öyle
varlıklar vardır ki hem canlı hem de cansız sınıfına dahil olur.
Virüsler bu türden canlılardır. Uygun şartlarda yaşayıp çoğalırlar.
Uygun olmayan şartlarda kristal şekline dönüşüp beklemeye geçerler. Yani
virüs bir bardak veya bir kuartz kristali gibi etrafından herhangi bir
besin almadan yaşamını sürdürebilir. Yaşamını sürdürebilir, diyorum
çünkü şartlar uygun olunca yeniden canlanıp çoğalmaya başlar. Fakat akla
şu soru geliyor: “Virüs
kristal halinde iken şartların uygun olduğunu nereden biliyor?”
Eğer bir cam bardak gibi olsa
çevresinin önemi olmaması gerekir.
Cam bardak için çevre
önemli değildir. Fakat virüs çevresinden haberdar oluyor. Demek ki
kristal halinde dahi farkındalığı sürüyor. Farkındalığı olduğu sürece
yaşamına devam ediyor.
Öte yandan, en
başta dedik ki cansızlar da etkilere tepki ile karşı koyduklarına göre
onlarda da bir miktar farkındalık vardır. Eğer her türlü farkındalık
canlılık alameti (ölçüsü) ise o zaman cansız varlık olmaması gerekir.
Her varlık belli bir ölçüde canlıdır. Maddeyi oluşturan atomlar dahi
canlı sayılır. Elektronlar yörüngelerinde dönmekte, atomun çekirdeği
titreşip hareket etmektedir. Atom da elektrik ve manyetik kuvvetlere
tepki gösterir. Demek ki, basit anlamda farkındalık her nesnede olduğuna
göre her nesne belli bir ölçüde canlıdır. |
FARKINDALIKTA ZEN BUDİZM VE SUFİZM ETKİLERİ
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Yaşamı tanımlamak
gerekirse
“Evrenin bize en
büyük armağanı ve en büyük mucizesi olan yaşamın doğru algılanarak
yaşandığının veya içgüdülerle otomatik davranılarak ona gerçek değerinin
verilmediğinin tek ölçüsü farkındalıktır”
denilebilir.
Farkındalığın ilkel düzeydeki mantığı
‘ya-veya’
mantığı, ileri düzeydeki mantığı ise
‘hem-hem’
mantığıdır. Hem-hem
mantığını mistik okulların öğretilerinde bulmak mümkündür. Çin mistik
okullarında hoca öğrencisine ‘kung-an’ denilen sorular sorar. Japon Zen
Budizminde bu sorulara
‘Koan’
adı
verilir. Koan’lar bir
çeşit bilmece gibidirler. Fakat bu bilmeceleri ya-veya mantığı ile
çözmek mümkün değildir.
Örnek olarak,
“Tek elin sesi nedir?”
sorusu bir koandır. Ses çıkarmak için iki
elin birbirine çarpması gerekir. Yani ikilik varlık oluşturur. Bu varlık
ses de olabilir başka bir şey de. Tek elin sesi olabilir mi?
Şeklindeki bir soru “Teklikten varlık oluşabilir mi?” veya “Teklikten
çokluk oluşabilir mi?” sorusuna eşdeğerdir. Etrafımızda çokluk
görüyoruz. Ancak hepsinin özü aynıdır. Teklikten hem çokluk oluşur hem
de çoklukta teklik vardır. Bu durum sanki iki karşıt kavramın sentezi,
birleşimidir.
İşte bu birleşimi
sağlayan da hem-hem mantığıdır. Zen hocasının da istediği öğrencisinin
bu hem-hem mantığını kavrayabilmesidir.
Hoca öğrencisine bu
koanı sorduğunda ikilikten kurtulup hem-hem mantığı yardımıyla birliğe
ve bütünselliğe ulaşmasını arzular. Bu mantığın yardımıyla daha geniş ve
kapsayıcı farkındalık gelişir. İşte tüm mistik okulların amacı da bu
türden farkındalığın artmasını sağlamaktır.
Bir diğer Koanda hoca öğrencisine şu soruyu sormuştur:
“Köpekte Buda özelliği var mıdır?”
Öğrenci vardır dese hoca onu kovar.
Yoktur dese gene kovar. Öğrenci ya-veya mantığı içinde bocalarken
sonunda “Hem vardır hem de
yoktur” yanıtını
bulduğunda Koanı çözmüş demektir.
Muhiddin İbn-i
Arabinin Vahdet-i Vücut felsefesinde bu yaklaşıma önce
“Tenzih”
(ret etme) sonra da
“Teşbih”
(benzetme) yapılarak ulaşılır. Önce Allah’ı tanımlayacak her kavram red
edilir. Ret etmekle yaratıcının ikilemci kavramlarla tanımlanamayacağı
ve dar kalıplar içine sığmayacağı ifade edilir. Böylece tenzih metoduyla
yokluğa ulaşılır. Fakat o yoklukta kalınmaz ve teşbih yapılarak Allah’ın
99 sıfata sahip olduğu ifade edilir. Fakat bu sıfatların sadece birer
teşbih, benzetme, olduklarının şuuruna varmak gerekir. Demek ki çokluğu
anlamak için yokluktan geçmek şarttır. Önce sıfıra (yokluğa) ulaşmak ve
o noktadan sonsuzu bulmak gereklidir. İşte bu yüzdendir ki tüm mistik
okullarında uzun süreli oruç tutmak ve inzivaya çekilip çile çekmek
önemli bir yer tutmaktadır.Yokluğa ulaşmayı nefsin her türlü oyunundan
kurtulup, nefsini yenmek yani
‘Ölmeden önce ölmek’
hali olarak da tanımlayabiliriz.
Nefis Kontrolü
Günümüzde yokluk
büyük bir korku kaynağıdır ve yokluğa düşmemek için her türlü tedbir
alınır. Oysa ki sonsuza yokluk sayesinde ulaşılır. Yokluğu sadece
materyel, nesnel anlamda işaret etmek pek doğru bir yaklaşım olmaz.
Yani, para mal-mülk yokluğundan söz edilmiyor sufi felsefesinde. Benlik
yokluğundan, ego yokluğundan söz ediliyor ki tüm tasavvuf felsefelerinin
özünde saklı olan temel bilgi de budur; Egoyu yenmek, daha doğrusu
farkındalıkla kontrol altına almak için binlerce yıldır, yine binlerce
ve milyonlarca insan bu metotları uygulayarak kendilerine yeni yollar
açmışlardır.
Nefsini kontrol altına alıp egosundan kurtulmuş insan gerçek anlamda
farkında olan insandır. Fakat yokluk içinde kalmamak gerekir. Eskiden
Melamilik okuluna bağlı olanlar sadece yoklukta yaşarlardı. Bunu hem
maddi hem de manevi boyutlara yaymışlardı. Oysa ki yokluğun farkında
olup çokluğu da yaşamak mümkündür. Bunun yolu da hem-hem mantığını
anlayıp sahiplenmekle olur.
Hem-hem mantığına göre varlık hem vardır hem de yoktur. Varlık vardır,
çünkü yaşanabilir ve hissedilebilir. Fakat varlık yoktur çünkü varlığı
sözle anlatmak mümkün değildir. Yani varlık kavramlara sığmaz.
13. yüzyılda Çin’de
yaşamış olan Zen Budhizm hocası WuMen ne diyor: “Tüm Zen okulunun
anahtarı bu küçük
‘Değil’
sözünde gizlidir. Değil, sözünü boşluk veya
hiçlik olarak algılamayın. Bu sözü varlığın karşıtı olan
‘yokluk’
olarak da anlamayın.
Bu sözü kızgın bir demir topu yutar gibi yutmanız gerekir. Bugüne kadar
bildiğiniz tüm bilgileri yırtıp atmanız gerekir. Kendinizi yavaşça
olgunlaşmaya terk edin ve göreceksiniz ki içinizle dışınız bir
olacaktır. Rüyanızdan uyanacaksınız ama onu hiç kimseye
anlatamayacaksınız.”
WuMen
“Kendinizi yavaşça olgunlaşmaya terk edin”
diyor. Bu terk etme durumuna ‘teslimiyet’
diyebiliriz. Günümüzün düşünce tarzında ‘teslimiyet’ yanlış bir anlam
kazanmıştır. İnsanın sanki esir olması, kendi iradesinden vazgeçip
başkasının iradesini kabullenmesi gibi anlaşılıyor. Oysa ki teslimiyet
demek istek ve ihtiraslarını, takıntılarını kontrol etmek, hayatta daha
kabullenici olmak anlamını taşır. İnsana değil, RUHSALLIĞIN TEMEL
İŞLEYİŞ PRENSİPLERİNE teslim olun yani Rab’binizi bilin anlamını taşır
gerçek teslimiyet kavramı. Çünkü kendini Bilen Rab’bini bilir.
Teslimiyet, kendi egomuzu frenleyerek sözle anlatılamayan var olmayı
yani görünenin ardındaki görünmeyeni anlamaya çalışmak demektir. |
FARKINDALIKTA KATILIMCI ANLAMA
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Kuantum Düşünme
Yaşanan fakat sözle
anlatılamayan varlığı anlamak mümkün müdür? Çünkü anlamak için
kavramlara gereksinim vardır ve kavramlar da sözlerle aktarılır. Gerçek
anlamda anlamak katılımla olur. Gözlem yaparak da anlarız fakat o
analitik (ayırımcı) anlama şeklidir. Yani, diyalektik (ikilemli) mantık
kullanılarak anlama metodudur. Bu tür anlama insanı yüceltmez. Onun
benliğinde değişiklik yapmaz.
Oysa ki, katılımcı anlama metodunda kavramlar kesin çizgilerle
ayrılmış değillerdir. Her kavram bütünün bir parçasıdır ve karşıtı ile
iç içe geçmiş durumdadır. Katılımcı anlamanın metodu sentetiktir
(bütüncüldür), mantığı da hem-hem mantığıdır. Sentetik anlama metodu
tamamen öznel olup her şahsın kendi kapasitesi ve yeteneği oranında
olur. Herkesin katılabilme kapasitesi farklıdır. Bu bakımdan herkesin
anlama düzeyi de farklı olmaktadır. Tam olarak anlayabilmek için 3
farklı düzeyde gelişmiş olmak gerekir.
1.
Birinci düzey bilgi düzeyidir. Anlayabilmek için öncelikle bilgi sahibi
olmak gerekir. Bilgi dıştan elde edilir ve gözleme dayanır. Okulda
öğrendiklerimiz, ailemizin bize öğrettikleri ve genel olarak hayatta
okuyup veya dinleyip öğrendiklerimiz gözlemleyerek elde ettiğimiz bilgi
sınıfına girer. Bilginin getirdiği anlayış akıl ve diyalektik mantık
yardımıyla olur.
2.
İkinci düzey sezgi düzeyidir. Bu düzeyde
anlayış içten gelir ve katılımcı olmayı gerektirir. Sezgisel anlayışta
hisler ve duygular büyük rol oynar. Bu tür anlayış için akıl ve mantık
gerekli değildir. Hatta hiç mantığa gerek yoktur. İnsan sezgisel olarak
bir anlayışa varır ama bu sezgileri sözle ifade etmek mümkündür.
3.
Üçüncü anlayış türü farkındalıkla olur. Bu tür anlayış ani ve kapsayıcı
olur. Yani dıştan gelmez. Sezgi gibi içten gelir fakat sözle ifade
edilemez. Sözler bu anlayışı aktarmakta yetersiz kalır. Çünkü bu
anlayışta nesne değil özne önem kazanmaktadır. Öznenin ise düşünmeye
gereksinimi yoktur. Fakat düşüncesiz bir farkındalık da sadece
etki-tepki mekanizmasını çalıştırmaktan ileri gidemez.
Birinci tür anlayış
sahibi insanlara sürekli her yerde rastlıyoruz. Örneğin, tıp doktoru
bize bir tedavi metodu önerdiği vakit bilgisini baz alır ve daha önce
benzer haller gözlemlediği için bize de uygun bir tedavi olacağını
düşünür. Onun anlayışı bilgi düzeyindedir.
İkinci tür anlayış sahibi insanlara örnek olarak her türlü kehaneti
örnek verebiliriz. Kehanet, öngörü veya duru görü medyomlarının aracılığıyla
sezgisel olarak bize birtakım olaylar veya durumlar aktarılabilir.
Geçmişten ve gelecekten söz ederler. Ama gelecek henüz gelmemiştir. Bu
bakımdan sezgilerinin doğru olup olmadığını da anında tespit etmek
mümkün değildir. Sadece sezgi ile gelen anlayış da yeterli olamaz.
Asıl ileri düzeyde anlayış üçüncü tür olup ilk iki anlayışı içerdiği
gibi fazladan farkındalığı da kapsar. Bu durumda hem bilgi hem de sezgi
vardır. Fazladan da olayı anında kavrayıp gerekli çareyi veya tedbiri
almak da vardır. O anda katılımcı olarak gerekli davranış tarzını
uygulayan kimse hem etki-tepki mekanizmasını çalıştırmış olur hem de
anında etki-tepki mekanizmasının dışına çıkmayı bilir. Olaya çok hızlı
tepki verişi etki-tepki mekanizması içinde olduğu intibaını verir. Oysa
ki anında o oyunu terk etmesini de çok iyi bilir. İşte
‘ileri
düzeyde farkındalık’
budur. |
İLERİ
DÜZEYDE FARKINDALIKTA KUANTUM ETKİLER
Doç. Dr. Haluk Berkmen |
Etki-tepki
mekanizmasının dışına çıkabilmek,
"İleri Düzeyde
Farkındalık"
demektir. Bunun en güzel ve çarpıcı örneğini Kung-Fu (bireysel savaş
sanatı) yapan Zen ustalarında görürüz. Kendisine saldıracak olursanız
anında gerekli müdafaa hareketini yaparak etkiye en hızlı bir şekilde
tepki gösterir. Fakat tehlikeyi savuşturunca da anında durup selam
verir. Demek ki olay o anda başlamış ve o anda bitmiştir. Olaya
katılmıştır ama olayın kendisini sürüklemesine izin vermemiştir.
Kızgınlığı ve hırsı yoktur. Ne kendini ispatlamak ne de karşındakini
cezalandırmak gereğini duymaktadır. Çünkü egosuna tam olarak hakimdir.
Eğer saldırı geldiğinde düşünmeye vakit ayırsa gerekli savunmayı
yapamaz. Ama akıl ve mantığı da onu hiçbir an terk etmez. Onun hem
bilgisi, hem sezgisi hem de farkındalığı tamdır.
Bir diğer örnek öğrencisine çözmesi için Koan (kung-an) sunan Zen
ustasının durumudur. Öğrencisine en uygun koanı seçerken hem bilgisini
kullanır hem de sezgisini. Zen ustası öğrencisi karşısında bir gözlemci
değil, bir katılımcıdır. Bir batılı öğretmen gibi ona bilgi aktarmak
amacında değildir. Onun amacı öğrencinin farkındalığını arttırmak ve
onun bütüncül düşünmesini sağlamaktır. Her verilen koan öğrencinin
anlayış düzeyine göre seçilir.
Bir gün öğrencinin
biri Zen hocasına şu soruyu sormuş: “Bana verdiğiniz koanı daha önce
başkaları çözmüştü. Bu eski koanı bana neden veriyorsunuz?” Hocanın
yanıtı şu olmuştur: “Eski koanlar her sorulduklarında kendilerini
yenilerler.” Yani, koanlar ölmezler ve her sorulduklarında yeni bir
ortam bulup canlanabilirler. Bu ortam da koanın sorulduğu kişinin
şuurudur. Canlanma derecesi de o kişinin şuur seviyesine göre değişir.
Koan’ı seçen hoca öğrencinin şuur seviyesini ve psikolojik durumunu çok
iyi tarttıktan sonra böyle bir sorumluluk almıştır. Bizim içinde
bulunduğumuz yeni şuur durumu gözleyen ve gözlenenin yeni bir şuur
halindeki katılımcılığıyla canlılığını, aktivitesini ve yaşam yolumuza
desteğini hep sürdürür.
Ruhsal
Bütünleşme
Şuur seviyesi ileri
olan kimse sorumluluk almaktan kaçınmaz. Çünkü böyle bir insanın kendisi
için fazla bir beklentisi yoktur. Önemli olan şartların gerektirdiği
şekilde davranmak ve bu davranışını ertelemeden anında uygulamaya
koymaktır. Bu duruma
‘Ruhsal bütünleşme’
de diyebiliriz.
Ruhsal bütünleşme ortak bir farkındalık alanının oluşması demektir. Aynı
duyguları ve düşünceleri paylaşan insanlar bu türden bir ruhsal bütünlük
alanı oluştururlar. O bütünlüğe ulaştıktan sonra her duruma ve her olaya
sadece akıl ve mantıkla değil, aynı zamanda ruhumuzla yaklaşmayı
başarabiliriz.
Tasavvufta ve Sufizmde bu duruma
“Kalp gözünü açmak”
veya
“Gönül gözünü
açmak”
da diyebiliriz. Bir olaya gönül gözünü açarak yaklaştığımızda sadece
zihinsel farkındalık oluşmakla kalmaz, aynı zamanda duygusal farkındalık
da oluşur. Yani o anda aniden duygularımız keskinleşir ve mutluluk,
coşku, sevinç gibi duygular duyarız. Basit bir örnekle şöyle açıklamaya
çalışalım; diyelim ki otobüse binmek için otobüs durağına doğru
ilerliyorsunuz. Tam durağa vardığınızda karşınıza sizin istediğiniz
otobüs geliveriyor. O anda bir mutluluk, bir coşku hissi sizi kaplıyorsa
farkındasınız demektir. “Ne tesadüf, tam da benim istediğim otobüs
geldi” diyorsanız, farkında değilsiniz.
Farkındalık ve mucize
Demek ki, tesadüfe
inanmak farkında olmamak demektir. Her olayın hiçbir amaca dayanmadan
öylesine tesadüfen oluştuğuna inananlar olaylar arasında ilişki olduğunu
göremezler. Oysa ki evrende hiçbir olay tümüyle tesadüf eseri ortaya
çıkmaz. Ancak bunun şuuruna varmak gerekir. İşte tesadüflerin ardındaki
asıl nedenleri görebilenler farkındalık sahibi kişilerdir.
Farkında olan insan
için yaşam mucize doludur. Mucizelerin farkına varmak da hem coşku hem
de tevazu yaratır.
Evrenin kendisi bir
mucizedir. Sonsuz büyük ve sonsuz uzak mesafelerin varlığından yeni yeni
haberdar oluyoruz. Bu sonsuzluk içinde dünyamız o kadar ufak ve anlamsız
kalıyor ki bizim bu küçücük dünyada yaşamamız bir mucizedir. Bu
mucizenin farkına varmak da insanı mütevazı yapar. Şu koskoca, uçsuz
bucaksız, evrende biz neyiz ki? Kendimizi önemli görmemiz için hiçbir
neden yok. Ama bizim var olmamız da bir mucize. İnsan vücudu öylesine
mükemmel bir sistem ki hayran kalmamak mümkün değil. Bu mucize
karşısında da tesadüflerin bulunmadığını görmek, yani insanın da bir
küçük evren olduğunun farkındalığına ulaşmak gerekir. Mikro ve makro
düzeydeki farkındalığımızın artması, işleyişin mükemmelliği karşısında
tevazu sahibi olmayı kolaylaştırır.
Kuantuma göre gözleyen ve gözlenen farkındalığı
Her yeni gözlem
yeni bir farkındalık yaratabilir. Kesin olarak
“Yaratır”
demek pek mümkün değil çünkü gözlemi nasıl
yorumladığımız çok önemlidir. Eğer “Önemli değil, sadece bir
tesadüftür” derseniz
olayı o seviyede kesip daha derine inme gereği duymazsınız. Ama “Bu
olayın altında bir neden olmalı” şeklinde düşünüp sorgulamaya devam
ederseniz derine inmiş olursunuz ve farkındalığınız da artar.
Bizler olayları gözlemlerken aynı zamanda kendimizi de gözlemlemiş
oluruz. O olayın bizim başımıza neden geldiğini sorgularken kendimize
tarafsız bir gözle bakıp, dıştan gözlemlememiz gerekir. Yani kendi
dışımıza çıkıp kendimizi bir nesne gibi gözlememiz gerekir. Demek ki,
hem
gözleyen
hem de
gözlenen
biz olmalıyız. Kuantum kuramı der ki;
“Gözleyen ve gözlenen
bir bütün oluştururlar ve birbirlerini etkilerler.”
Eğer biz kendimizi
gözlersek kendimizi etkilemiş de oluruz. Bu etkileşmenin sonucu
değişimdir. İnsan kendini tarafsız bir gözle gözlerse kendini
değiştirebilir. Yani farkında olmakla kendimizi değiştiririz. Tersi de
doğrudur.
Değişmiş olan insan farkında olmuş insandır.
Değişimin dıştan
değil içten gelmesi gerekir. Başkalarına bakıp değişmeye çalışmak boşuna
bir uğraştır. Doğal olanı kovarsanız o koşa koşa geri gelecektir. Doğal
olmak başkalarından öğrenilmez. Doğal davranış içten gelir. Akıl ve
mantıkla oluşturulamaz. Doğal olmak için içe bakmak yeterlidir. İçe
bakıldığında öylesine bir ışık belirir ki tüm şüpheler, tereddütler,
kısaca karanlık noktalar ortadan kalkar. Olayların birer tesadüf
olmadığını da bu şekilde algılayabiliriz.
Olayların ardındaki gerçek nedenleri bu şekilde görebiliriz. Yani,
daha üst düzeyde bir bakış açısına ulaşmış oluruz. Bu üst düzey bakış
açısına varmak için tek tek olaylar hakkında düşünmek yerine, olaylar
arasındaki tümel ilişkiye bakmak gerekir. Böylece daha derine inmiş ve
merkezden çevreyi izlemiş oluruz. Çevrede sürekli çalkantı, itiş kakış,
dalgalanma vardır. Merkez ise tüm bu çalkantılardan uzak sakin ve
durağandır. Merkezde benliğin istekleri yerine sessiz bir kabul, bir
tevekkül, bir tatmin vardır.
Tatmin olmuş olan
benlik kendiyle uğraşmaz. Merkezden bakar fakat ben-merkezci değildir.
Bu söz bir çelişki gibi gelebilir fakat daha önce sözünü ettiğimiz
hem-hem yaklaşımı ve mantığı uygulandığında hiçbir çelişki
kalmamaktadır. Tatmin olmuş olan benlik hem ben-merkezcidir hem
değildir.
Yani, hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına çalışır. Biri diğerinin
önüne geçmez. Daima farkındalıkla etrafında olanlara katılır.
Farkındalıkla etrafta olup bitenlere katıldığınızda sufizmde anlatılan
cazibe alanları meydana gelir. İçinizden dışa doğru yayılan bir enerji
alanı oluşur ve bu alan çevrenizdeki insanları etkilemeye başlar. Yani
cezp edilenken cezp eden olmaya başlarsınız.
"Kendi yaşamlarını ve içinde yaşadıkları dünyayı etkileyip değiştirmiş
olanlar farkındalıkları yüksek insanlardır." |
4 -Kuantum İnsan
KUANTUM
İNSAN- KUANTUM BİLGELİK - 1
Doç.Dr. Haluk
BERKMEN |
|
Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan
gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya
tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir
iletişim içindedir.
Eski
dönemlerden beri insan yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek
çok düşünceler üretmiştir. Son bir iki yüzyılda tekniğin gelişmesiyle
yeni aletler insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en
küçük mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler
önüne sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız
oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır. Karşılaştığımız
görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir
düzen bulunduğu gökteki cisimlerin hareketleri incelendiğinde
anlaşılmaktadır.
Doğaya bakan eski
insanlar iki ayrı alem (gerçeklik alanı) görmüşlerdir. Bunlardan biri
dünya ve dünyada olan çeşitli değişimler, hareketler ve ilişkilerdir.
Diğeri ise gökte gördükleri uzak nesneler ve onların hareketleridir.
Böylece ay
altı ve ay üstü evreni ayırmak fikri doğmuştur. Çünkü ay
altındaki evreni yakından tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da
edebiliyorlardı. Oysa ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar) tümüyle
insanların kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan, uzak bir
gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi.
Ay altı-
Ay üstü evren
Bu iki evreni
ayırınca insanlar ay altı evreni inceleyen disipline “fizik”,
ay üstü evreni inceleyen disipline de “metafizik”
dediler. Metafizik, fizik-ötesi anlamını taşır.
Günümüzde metafizik demek fiziksel olmayan, ruhsal alemle ilgili
görüşler içeren disiplinler anlaşılmaktadır. Oysa ki metafizik sözü
ay-üstü evreni inceleyen disiplin, yani astroloji için kullanılmıştır.
Eski dönemde ay üstü evren ruhların evreni sayıldığından bu görüş
yerleşmiştir. Gök cisimlerinin hareketlerini izleyerek geleceği tahmin
etmenin mümkün olduğu inancı da vardı. Şu halde, metafizik dıştan gelen
bir bilgi olmaktan ziyade, dış verileri yorumlamak ile ilgili bir
yaklaşımdır.
Fizik doğadan kaynaklanır, metafizik ise insandan kaynaklanır. İnsan
verilerden hareketle, varsayımlar yürüterek veya belli kabuller
çerçevesinde yorumlar yapıp tahminler yürütür. Bu yorumlardan oluşan
insan yapısına “tin” diyoruz. Tin insanın psiko-sosyal yönüdür. Yani,
insanların bireysel psikolojisi ile insan topluluklarının sosyal yapısı
birbirlerini etkileyerek insanın tinini oluşturur. Şu halde tin, ne
sadece bireysel ne de sadece toplumsaldır. İnsan sürekli çevresindeki
olayları (etkileri) ve yapıları (nesneleri) yorumlayarak bir varlık
alanı oluşturur.
Varlık
deyince ne anlaşılmalı?
Oluşturur diyorum çünkü varlık bizden bağımsız dışta duran bir yapı
değildir. Varlık bizim yorumumuz sayesinde vardır. Şu halde akla şu soru
geliyor: Varlık ne derece
var'dır?
İşte bu soru binlerce yıldan beri insanları düşündürmüştür.
Bir de "varlık"
deyince ne anlaşılmalı? Duyu organlarımızla algıladıklarımızın gerçekten
var olduklarından emin olabilir miyiz? Duyu organlarımıza ne derece
güvenebiliriz?
Descartes
(1596-1650 yıllarında yaşamış Fransız
düşünürü)
"Duyularımıza güvenemeyiz. Tek güvencemiz düşüncemizdir.
Düşünüyorum, şu halde var'ım"
demiş. Descartes şüpheci yaklaşımı savunmuştur. “Tek şüphe etmediğim şey
şüphe ettiğimdir” demiştir.
Descartes düşüncenin belli bir yöntem sayesinde olması gerektiğini de
savunmuştur. Onun yöntemi de analitik düşünce metodudur. Birbirlerine
dik iki eksen tanımlamış ve bu eksenler içinde nesneleri belirlemiştir.
Bu eksenlere Descartes adından mülhem
“Kartezyen koordinat sistemi”
denmiştir. Bu şekilde, analiz ederek geometriyi sayısal olarak ifade
eden yaklaşıma da
“Analitik Geometri”
denmiştir. Descartes’in düşünceye yaklaşım şekli
Aydınlanma dönemi olarak
tanımlanan ve akıl ile mantığın üstünlüğünü savunan düşünce akımına
öncülük etmiştir.
17’ci yüzyıl sonlarında başlayan ve 19’cu
yüzyıl sonlarına kadar süren Aydınlanma döneminde akıl mantık yardımıyla
“klasik bilimsel düşünce”
gelişmiştir. Klas, sözü bildiğiniz gibi sınıf
demektir ve klasik düşünce varlığı sınıflayan düşünce olmaktadır. Klasik
düşünce kadim Yunan düşüncesinde başlamıştır. Aristoteles (Aristo) var
olan her şeyin kategoriler halinde, yani sınıflandırılarak
tanımlanabileceğini ileri sürmüştür. Böylece var olanların dış
özellikleri ile varlıklar tanımlanmaya başlamıştır. Bu yaklaşımda doğa
ile bir ilişki kurma çabası olsa da yine de “ön yargılar”, “varsayımlar”
ve “kabuller” bulunur. Çünkü kategorik yaklaşım kesin ve mutlak bir
ayırım içerir. Oysa ki modern Kuantum bilimi bu klasik yaklaşımı
yıkmıştır.
Kuantum kuramına göre varlık bir
enerji alanından türer ve kendisi de yoğunlaşmış enerjidir. Varlık
enerji ise enerjinin dönüşüp değiştiği gibi değişir ve dönüşür. Enerji
kapalı bir hacim içinde korunur. Yani, sabit kalır. Ama, canlı veya
cansız tüm var olanlar çevreleri ile etkileşim içinde olduklarından asla
kapalı değildirler. Kuantum kuramı için kesin sınırları olan, belli bir
yer kaplayan ve durağan bir varlık tanımı yoktur. Enerji sürekli
dönüştüğü için varlıklar da sürekli değişim ve dönüşüm içindedirler.
Bu durum özellikle insan için
geçerlidir. İnsan çevresi ile sürekli etkileşen bir varlık olduğundan
açık bir yapısı vardır. Bu açık yapı sürekli enerji alış-verişi ile
değişir ve dönüşür. Değişim 3 farklı boyutta gerçekleşir.
1.
Maddi boyut
İnsanın maddi boyutu onun bedenidir. Bedeni oluşturan hücreler sürekli
ölür ve yenilenir. Yani, yerlerine yenileri oluşur. Bunun için de bedene
enerji gereklidir. Beslenmede yenen yiyecekler, içilen içecekler ve
solunan hava insan bedeni için enerji kaynaklarını oluştururlar. Bedenin
sağlıklı gelişip varlığını sürdürmesi için alınan enerjilere dikkat
etmemiz ve sadece sağlıklı saf enerjiler ile bedenimizi korumamız
gerekir.
2.
Tin boyutu
Tin boyut deyince
insanın psiko-sosyal yönünü kast ediyorum. İnsan psiko-sosyal bir
varlıktır. Çünkü düşünce ve davranışlarını psikolojisi ile bulunduğu
sosyal ortam etkiler. Psikoloji ve sosyal ortam maddi değildir. Her
ikisinin etki alanı insanın düşünce yapısıdır. Psikolojisini hem
geçmişte hem de şimdi yaşadığı tecrübeler, olaylar, içinde bulunduğu
şartlar, yani uzak ve yakın çevrenin düşüncesine olan etkileri
şekillendirir. Tin dendiğinde insan psikolojisi ile sosyal çevrenin
ortak etkisi sonucunda yaratılmış olan her şey akla gelmelidir. Örneğin,
din, sanat, bilim, felsefe, edebiyat hep insanın tin boyutu ile yakından
ilgilidir.
3.
Ruhsal boyut
Genelde tin ile ruh
karıştırılır ve ruh tümüyle yok sayılır. Oysa ki ruhsal boyut deyince
asıl kaynak, cevher veya öz anlaşılmalıdır. İnsanın hem bedeni hem de
tini bu özden kaynaklanır. Günümüzde daha geçerli olan bir kavram
kullanmak istersek ruh yerine “Enerji
Alanı” da diyebiliriz. Kuantum kuramına göre her var olan
yoğunlaşmış enerji olduğundan varlığın özü de enerjidir. Bu enerji alanı
sübtil ve son derece latif (az yoğun) bir ortam olarak düşünülebilir.
Fakat tanımlanması da oldukça zordur. Bu yüzden “ruh” sözcüğü değişik
anlamlar kazanmıştır. Çünkü, her kültür kendine göre anlamlar
yüklemiştir, ruh sözcüğüne. Her var olan “nesne” ruhsal enerji
boyutundan kaynaklanır ve sürekli dönüşür. |
KUANTUM
İNSAN- KUANTUM BİLGELİK - 2
Doç.Dr. Haluk
BERKMEN |
|
Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan
gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya
tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir
iletişim içindedir.
Ne-
ise-ne mi?
Nedir
bu “nesne” denilen şey. “Nesne” deyince ne anlıyoruz? Madde mi? Cisim
mi? Ne-ise-ne mi? Evet, bu sonuncusu. Ne-ise-ne. Yani,
tanımlanamayan, özden kaynaklanan bir oluşum. Nesne denen varlık dört
farklı şekilde bulunur. 1. Düşünce şeklinde, 2. Söz şeklinde, 3.
Simge şeklinde ve 4. Az veya çok yoğunlaşmış enerji şeklinde.
Varlık
fiziksel boyuta çıkmadan önce düşünce şeklindedir. Örneğin, bir müzik
eseri kulağımıza ses olarak ulaşmadan önce bestecinin düşüncesinde
varlık alanına çıkar. Keza her söylenen söz de önce bir düşüncedir.
Düşünce yazıya veya resme döküldüğünde simgeleşir. Yani, bir düşüncenin
şekillenmesi oluşur. Bir mühendisin çizdiği plan da bir simgedir.
Nihayet, simge yoğunlaşmış enerji olarak nesneleşir. Örneğin, bir ev
inşa edildiğinde taş, toprak, demir, tahta gibi enerji içeren nesneler
bir plan dahilinde bir-araya getirilir ve tutarlı bir yapı oluşturulur.
Bir roman veya bir film de önce
düşüncede başlar sonra simgeler yardımıyla insanlara sunulur. Demek ki
en temel enerji türü düşünce enerjisidir. Bu düşünce genelde tin
boyutundan ortaya çıksa da, altta yatan ve bizim dahi farkında
olmadığımız ruh boyutu ile etkileşim halindedir. İnsan olmak demek, bir
bakıma, bu kaynak ile şuurlu bir etkileşim içine girmeyi başarmak
demektir. İşte, bu etkileşimi farkındalıkla başaran insana “özne”
denir.
Şuurlu
Enerji
Özne,
en genel anlamda farkında olan,
yorumlayan,
yani bilinçli fail olandır. Bu
durumda olan kişilere uyanık olanlar veya şuurlu olanlar
da denir. İnsanın özü enerji ise özne = şuurlu enerji olarak
tanımlanabilir. Çünkü, bizim özümüz enerjidir. Biz ne sadece
tiniz ne de sadece bedeniz. Biz, her ikisinin bileşkesi olan bir şuurlu
(bilinçli) enerji paketiyiz. Şuurlu olmak ise kendi üzerine düşünmek ve
kendini sorgulamak demektir. Kendini sorgulamadan yaşayan insan ancak
beşer olabilir. Karşılaştığı olaylara tepkiler verir ve bir nesne gibi
davranır. Çünkü, her nesne etkiye tepki ile karşılık verir. Hayvanların
yaşantıları da etki-tepki ilişkisi içinde gelişir. Etkiler dıştan veya
içten olabilir. Bedenden gelen içsel tepkilere
“içgüdü”
diyoruz. Uyuma ihtiyacı, beslenme ihtiyacı ve seks (çoğalma) ihtiyacı
bedenden gelen içgüdüsel etkilerdir. Bu etkileri tatmin etmek için
yapılan her türlü girişim bir tepkiden öteye gitmez.
Oysa ki insan olmak demek iç ve dış
etkilerin farkındalığı içinde gerekeni gerektiği şekilde şuurlu olarak
yapmak demektir. Burada isteğin kontrolü çok önemli bir yer tutar.
Etkilere tepki vermek doğal bir istektir. Tepkileri kontrol etmek ise
bilinçli davranışın ön şartıdır. Bu kontrol, önce insanın kendi
isteği ile olur. İnsan benlik boyutunda ilerledikçe bu kontrol
kendiliğinden ve anında ortaya çıkar.
Edilgen değil etken olmak
Beşer
boyutunda bulunan insan, iş yapma yetisine sahip olan, fakat bu
kapasiteyi ancak dış veya iç bir etki karşısında tepki şeklinde ortaya
koyan varlıktır. Bu tür insan edilgen bir varlıktır ve bir bakıma
uykudadır. Oysa ki, gerçek insan edilgen değil etken bir varlıktır ve
gerçek bir öznedir. Özne olan insan çevresine yararlı olur ve hem
kendini hem de çevresini pozitif yönde değiştirir. Özne, yani faal insan
kendi isteği ile, etki olsun veya olmasın, enerjini pozitif yönde
kullanabilen varlıktır. Enerji atıl kalamaz. Sürekli üretir, dönüştürür
ve kendi de dönüşür. Enerji aynı durumda, eylemsiz kalamaz. Sürekli
eylem içinde olmak zorundadır. En temel eylem de düşünce eylemidir. Şu
halde, özne olan insan sürekli düşünür ve yorumlar. Yani, uyanıktır ve
farkındadır. Demek ki, farkındalık daima pozitif eylem ile el ele gider.
Pozitif enerji sahibi insan hem kendine hem de çevresine faydalı ve
hayırlı eylem içindedir. Bu eylem önce düşüncede, yani içte, sonra da
dışta belirmesi gerekir.
Kaynağa, yani Tanrısal öze bağlı
olan insanlar yaratıcıdırlar. Yaratıcılık önce düşünce de sonra da
görünür âlemde ortaya çıkar. Yaratıcılık özelliği her ne kadar Tanrıya
ait olsa da insan bir aracı oldu mu hem kendine hem de çevresine faydalı
yaratılarda bulunabilir. Yaratmak eylemi yoktan var etmek değildir.
Yaratmak, doğada bulunan nesnelerin yardımıyla doğada bulunmayan bir
yapıyı ortaya çıkarmak şeklinde anlaşılmalıdır. Bu bir sanat eseri
olabilir, felsefi veya dini bir doktrin olabilir, hatta gündelik hayatta
pratik kolaylık sağlayan bir alet dahi olabilir.
Kısaca, yaratıcılık sözel de
olabilir, simgesel de olabilir, maddesel de olabilir. Ancak ilk şart
insanın beşer boyutundan kurtulup özne boyutuna yükselmesidir. Bunun
için de farkında olmak ve sorumluluk almak şarttır.
Birçok bilim adamı: “Ben araştırma
yaparım. Sorumluluk benim araştırmalarımı iyi veya kötüye
kullananlardadır. Bende sorumluluk yoktur”, şeklinde düşünürler.
"Oysa
ki bilge insan her söylediği sözden ve yaptığı eylemden sorumludur." |
5- HOLOGRAFİK PARADİGMA
HOLİSTİK BİRLİK |
Tüm evrendeki varlıklar
arasında, bütünsel holistik bir ağ, bir iletişim ve etkileşim varsa, hem
şuursal hem fiziksel ilişkilerde de bir
holizm var demektir.
Modern fizikçilere göre şuur, varoluşun dalga/parçacık ikiliğinde
dalga tarafını, yaşamın fiziksel yanı da parçacık tarafını oluştururlar.
Şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görmek mümkün müdür?
Başlangıçta ayrı ve tek tek olan şeyleri bir araya getirerek yeni bir
şey yaratan kuantum ilişki tarzı çok önemlidir ve fizik felsefesinde
yeni bakış açılarına kapı açar. Ancak, önemi fiziğin de ötesine geçer,
evrensel boyutlara taşar. İnsan şuurunun kuantum mekaniksel doğasını
anlayarak yani şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görerek, zihinsel
yaşamımızın kökenini geriye, onun parçacık fiziğindeki köklerine dek
izleyebiliriz; bu tıpkı fiziksel varlığımızın kökenini araştırmak
gibidir.
İnsandaki zihin/beden
ikiliği, tüm bu sorunsalın altında yatan dalga/parçacık ikiliğinin bir
yansımasıdır. Böylece insan varlığı kozmik varlığın ufak bir
mikro-kozmosudur. Hepimizin temel varlığında aynı şey vardır ve
evrendeki her şeyi açıklayan tek bir dinamikle birleşmiştir. Evrenin de
bizimle aynı hamurdan yapılmış ve aynı dinamiklerle bir arada tutuluyor
olması, oluşun büyüklüğüdür.
Şuuru kuantum dalga mekaniği tarafından mümkün kılınmış bir çeşit
yaratıcı ilişki olarak yorumladığımızda, hem şuurun hem de beynimizde
olduğu gibi maddeyle olan ilişkisinin anlaşılmasında birçok şey yerli
yerine oturur. En önemlisi, eğer materyalizmle ve onun indirgeyici
düşünce yapısıyla savaşmak istiyorsak, bu içgörü, zihnin sadece beynin
işleyişinin bir yan ürünü olmadığı konusunda tartışmamızı sürdürmemize
izin verir.
Nasıl dalga fonksiyonları birbiri içine geçmiş iki elektron bağıntısı
tek bir elektrona indirgenemezse şuurun yoğunluğunu oluşturan dalgaların
bağıntısı da titreşen molükellerin tek tek gösterdikleri eyleme
indirgenemez. Yoğunluk kendi içinde bir şeydir, bileşenlerinin sahip
olmadığı özellik ve niteliklere sahip olan yeni bir şeydir.
Arlaton Timaeus'da şöyle
der: "İki şey bir üçüncüsü olmadan başarılı
bir şekilde birleşemezler; aralarında birbirlerini çeken bir bağ olması
gerekir. Bütün bağlar içinde en iyi olan kendini ve bağladığı tarafları
tam anlamıyla bir birlik içine getirebilendir."
Şölen'de de birbirine aşık olan iki insan için benzer bir yorum
yapmıştır. Böyle bir durumda artık sadece seven ve sevilen yok, bir de
aralarındaki aşk vardır der; Martin Buber. Buna,
"aradaki", Ben'le
Sen'i bir arada Ben-Sen yapan bağlayıcı güç, demiştir.
Alman Filozof Martin Heidegger estetik üzerine yazdığı denemede tüm bu
bütünlük, hakikat ve varlık'ın açığa çıkışı arasında bir ilinti kurar.
Bu açığa vurulmanın özü Varlık'ın kendisine aittir. Şuurun birliğinin
özü olan ilişkisel holizm aynı zamanda sanat ve hakikatin da özüdür.
Böyle bir bütünlükle fiziksel dünya arasındaki köprü (zihin,
hakikat ve güzellik, maddi dünya arasındaki köprü)
sonunda her birinin dalga/parçacık ikiliği içinde kökenine inilerek
anlaşılabilir. Bu en birincil seviyede, ne dalgalar ne de parçacıklar
birbirlerine indirgenebilir. Beraber oluşturdukları varlık geriye
dönülmez bir birliktir.
Romalı filozof Lucretius bunu şöyle ifade etmiştir.
"Ortak köklerle birbirine bağlanmış ikili için
ayrılık bir felaket yaşamadan mümkün değildir. Nasıl bir esans
yumrusunun kokusu onun doğası yok edilerek alınamazsa, zihin ve ruh da
bedenin çözülmesine yol açmadan ayrılamaz. Çünkü onların kökeni daha ilk
andan beri onları oluşturan atomların birleşmesiyle ortak bir yaşamla
yüklenmiştir. Bu tıpkı bedenimizi tutuşturan sezgi-şuur ateşi gibi
birleşmiş ikilinin karşılıklı eylem etkileşimidir."
Lucretius ruhun "ruh atomlarından"
oluştuğuna inanırdı. Geleneksel terminolojiye göre
materyalist olarak sınıflandırılır, fakat söz ettiği
"ruh atomları",
"ruh dalgaları"
olarak ele alınabilir.
Eğer Lucretius kuantum
fiziğinden ve dalga/parçacık ikiliğinden haberdar olmuş olsaydı, zihinle
beden arasındaki ince birliğe tutkulu inancı, burada geliştirilen fikre
çok benzer olurdu. Belki de bugünkü materyalistler de buna benzer bir
dönüş gösterebilirlerdi. Tabii eğer modern fiziğin gelişmelerinden
haberdar olsalardı. Bu aynı zamanda, birçok ruhçunun ileri sürdüğü
'şuur bir kuantum alansal ilişkisidir,
hiçbir şekilde maddenin bir özelliği olamaz'
görüşünün takipçisidir.
Şuura, maddenin temel bir parçası gibi davranmak mümkün değildir,
kökenine inilemez, çünkü ortada iki ya da daha fazla parçacığın ilişkisi
söz konusudur. Şuur özünde ilişkiseldir yani bağıntısaldır ve
oluşabilmesi için en azından iki şeyin bir araya gelmesi gerekir. Yani
bu dünyada zihinselliğin en temel biçimi ancak dalga fonksiyonları
birbiri içine geçmiş iki parçacıkla ilintili çok ilkel bir şuur
olabilir. Bundan daha yüksek seviyede olan her şey, şuurun birçok
aşaması ve derecesi birçok tür ve derecede ilişkiye bağlı olacaktır. Bu
da onların, bu duruma karşılık, birçok tür ve derecede yapıya bağlı
olması demektir.
Öyleyse, bizim insan şuurumuz, daha temel yaşam biçimi ya da temel
maddeyle ilintili bilinçten tür bakımından değil, sadece derece ve
karmaşıklık açısından farklıdır. Aslında, doğada parçacıklar iki temel
çeşitte vardır: Fermionlar ve Bozonlar.
Fermionlar maddeyi oluşturmak için birleşen parçacıklardır
(elektronlar, protonlar ve nötronlar) ve bunlar anti-sosyaldirler.
Bunların dalga fonksiyonları kısmen birbiri içine geçer ama asla
tamamıyla bir geçiş sağlamazlar. Bunlar her zaman bir dereceye kadar tek
başlarınadır. Diğer taraftan bozonlar fotonlar ve sanal fotonlar, eksi
ve artı W parçacığı ve nötr Z parçacığı, gluonlar ve gravitonlar ilişki
parçacıklarıdır. Bunlar evreni birbirine bağlayan, gücü taşıyan
parçacıklardır ve temelde toplu halde bulunurlar. Bunların dalga
fonksiyonları öylesine iç içe geçer ki tamamıyla birbirleriyle
birleşirler. Birbirlerinin kimliklerini paylaşıp kendi
bireyselliklerinden vazgeçerler. |
|
ŞUUR BİR
HOLOGRAMDIR |
Şuurun bir hologram olduğu görüşü
belki de her ikisi de kimliğini kaybetmeden, fiziğin mistik düşüncenin
en yakınında olduğu noktadır.
Evren bir tür birbirine nüfuz eden nesne ve olaylar ağı olarak göz önüne
alındığı Avatamsaka Sutra'da sözü geçen, İndra'nın mecazi anlatımı
yeniden akla geliyor. Sir Charles Eliof'un sözleriyle
'İndra'nın cennetinde incilerden
bir ağ olduğu söylenir, bunlar öyle düzenlenmişlerdir ki eğer birine
bakarsanız diğer hepsini ona aksetmiş olarak görürsünüz."
Aynı şekilde dünyadaki her nesne sırf kendi değildir diğer her nesneyle
alakalıdır ve gerçekte başka her şeydir. Her toz zerresinde mevcut,
sayısı olmayan Budalar vardır.
Şuurun holografik olduğu görüşünün değeri şu şekilde özetlenebilir.
İlkin, şuurun holografik olduğu görüşü, davranışçıların bütün zihni
davranışlarımızın etki ve tepki cinsinden yorumlanabileceği görüşünü
yerinden ediyor. Düşünme süreçlerimiz, bütün düşünceler diğer bütün
düşüncelerle çaprazlama birbirine dayandırılacak şekilde holografiktir.
Beyindeki bilgi depolama süreci inanılmaz derecede karmaşık bir
süreçtir. Biz bunu alfabetik bir dosya olarak göz önüne alamayız; aksi
takdirde örneğin, ne zaman biri
'okyanus'
kelimesinin sözünü etse
'okyanus'
kelimesinin bizde yarattığı bütün bağlantıları çok ağır aklımıza
getirirdik. Fakat görüyoruz ki zaman alan bir araştırmayla engin bir
dosyayı karıştırmak zorunda kalmıyoruz. Bir şekilde bu 'okyanus'
kelimesi, derhal aradığımız bağlantıları ortaya koymak için aynı anda
düşüncelerimize ve hatıralarımıza bir göz gezdirir.
İndra'nın ağındaki inciler ya da Buda içinde Buda gibi her bir düşünce
diğer bir düşünce içindedir, yaratıcılığın anahtarı budur.
Düşüncelerimiz Çin yapma bebekleri gibidir, her bir düşünce diğer bir
düşünce diğer bir düşüncenin içindedir ve ancak bilincin holografik
olduğu görüşü böyle gizemli bir süreç için yeterli bir benzetme
olabilir.
Şuur hologramı bir bio-gravitasyon
alanıdır, madde hologramı bir bio-gravitasyon alanıdır. Madde ve şuur
bir devamlılık arz ederler. Burr'ün L-alanlarının kendi parçalarını,
bunların da L-alanlarını belirlediği şeklindeki ifadesi, Wheeler'in
evrenin katılanların katılımıyla yaratıldığı önermesi, gerçeğin varlık
gayesine ait gözlemlerdir. Bunun ışığında zihin ve evren, kavramanın
engin ve tek bir çok boyutlu izdüşüm uzayı oluyor, ya da basitçe alan
içinde alan, alan içinde alan.
Bir masada, bir adam ve bir kadınla oturduğunuzu hayal ediyorsunuz.
Şuurunuz nerede? Onun, kendi kafanızda olduğunu hayal edebilirsiniz.
Onu, adamın kafasında hayal edebilirsiniz. Onu kadının kafasında hayal
edebilirsiniz. Onu masada hayal edebilirsiniz. Şuurunuz nerede?
Elinizde bir gülün üçe beş inç bir hologramı var. Gülün plakadaki
görüntüsü nerede? Eğer madde ve şuurun her ikisi yerçekimi alanı
cinsleriyseler aynı göldeki farklı dalgalar gibidirler.
Evren hologram plakası gibidir. Zihin gölün görüntüsü gibidir. Gölün
herhangi bir tarafına atılmış bir çakıl taşı gölün tamamını
etkileyecektir.
Zihinde neler olup bittiği evrenin
tamamını etkiler
Şuur ve evreni alan içinde alan, alan içinde alan olarak tanımlayan
bilim adamlarımız aslında spiritüel bir tanım yapmış oluyorlar.
" Evren şuur yansımalarından
" oluşur diyen ruhsal
bilgiler ve parapsikolojik araştırmalar, şuurun madde üzerindeki
etkisini en kolay D.D.A ile açıklamaktadır. Bu demektir ki, yine
bilimsel bir araştırma yolu olan Parapsikoloji, kendi alanında
laboratuar çalışmalarıyla insan şuurunun ya da diğer adıyla insan
zihninin madde üzerinde egemen olduğunu ispatlıyor.
Mekanik insan modeli ve açıklaması insan varlığını tam olarak
kapsamaktan uzaktır. Psi yeteneğine bu fiziksel, materyalist, mekanik
model içinde uygun bir yer bulamazsınız. Fiziksel açıklama mekanik
prensiplerle bir etkileşim içine girebilir ama insanı tümüyle
kapsayamaz. O, zaman-mekan içerisinde geçerlidir ama bunların ötesinde
anlamını yitirir. Çünkü duru görü medyumu çevresiyle sınırlı değildir;
prekognisyonla geleceğe uzanabilir, telepatiyle başka zihinlerde olup
bitenleri izleyebilir. |
|
MİKRO KOZMİK
KAOSTAN MAKRO KOZMİK KAOSA |
İnsan vücudunun mikro kozmik düzeydeki
faaliyetinden, üzerinde yaşadığı dünyanın bir ölçüdeki makro kozmik
faaliyetine uzanan kısa bir seyahate çıktığımızda, yaşantımızın nasıl
bir kaotik sistem içerisinde oluştuğunu gözlemlememiz mümkündür. Öyle
ki; kalp atışlarımızdan düşünce sistemimize, oradan da dünyamızın
meteorolojik yapısına uzanan muazzam bir kaos egemenliği ile
karşılaşarak şaşırabiliriz. Israrla belirtmekte fayda var ki, burada söz
edilen "kaos",
düzensizlik ve kargaşa anlamına gelmiyor, sadece bilim dünyasının
değişik bir yapıyı açıklamak için kullandığı özel bir terim.
Bedenimizin iç yapısı ve belli başlı organlarımız üzerine yapılan
bilimsel araştırmalar gösteriyor ki,
tıpkı doğanın diğer birçok atom altı sistemlerinde olduğu gibi, insan
bedeni de kaotik sistemlerle işlemektedir. Örneğin, insan beyninin
çalışma sistemini incelemek için yapılan araştırmalar, düşünce
faaliyetinin artışıyla beyin dalgalarının giderek kaotik bir yapıya
büründüklerini gösteriyor. Beyin dalgaları, nöronların ateşlenmesi ile
ortaya çıkan elektrik sinyalleridir. Beyin dalgaları, deneklerin elektro
ansefalografa bağlanması ve bu aletin ekranında çizgilerin belirmesiyle
tespit edilmektedir.
BEYİN KASIRGALAR OKYANUSU
İnsan beyni adeta bir kasırgalar okyanusu gibidir. Düşünme derecesi
arttıkça kasırgaların şiddeti artar ve giderek karmaşık bir görünüm
sergilemeye başlarlar. Beyindeki bu kaotik işlemler bütünlüğünü anlamak
için yapılan deneylerden biri de şudur:
Bu çalışmada denekler önce elektro ansefalografa bağlanıyorlar,
kendilerinden hiçbir şey düşünmemeleri isteniyor ve beyin dalgaları
kaydediliyor. Daha sonra deneklerden 700'den geriye doğru yedişer
yedişer saymaları isteniyor ve beyin dalgaları kaydediliyor. Görülüyor
ki, geriye sayarak düşünen deneklerin beyin dalgalarının elektro
ansefalograf (EEG) çizgileri dinamik artışlar kaydediyor ve giderek
önceden tahmin edilmesi imkansız bir akış içine giriyorlar.
Bunun gibi, bu konuda yapılan başka bir araştırmaların sonuçları da
çok ilginçtir. Bu deneyde sara hastalarının kriz durumundaki EEG
çizgileri kaydedilmiş ve normal insanların EEG çizgileriyle
karşılaştırılmış. Ortaya çıkan sonuç son derece ilginç: Sara krizi
sırasında beyin dalgaları daha düzenli ve periyodik bir hal almaktadır.
Bu tür deneyler bilim adamlarına, beynin asli düzeninin kaotik olduğu
ve ancak hastalıklı gibi olağanüstü durumlarda, düşünce akışının düzenli
bir hale büründüğünü göstermiş oldu.
Beyin üzerinde yapılan deneylerin dışında, kalple ilgili olarak yapılan
araştırmalarda, sağlıklı bir kalbin vuruş düzensizliğinin, sağlıksız
olan bir kalbe göre daha kaotik olduğu gözlemlendi. Bu araştırmalara
göre, sağlıklı bir kalp, vuruşlarını belirli bir aralıktaki frekanslar
içerisinde devamlı olarak değiştirmektedir. Kalp yaşlanıp, hastalanmaya
başladıkça vuruşlar düzensizliğini kaybedip daha periyodik olmaktadır.
BEDENDEKİ KAOTİK ETKİ
Bedenimizde varolan kaotik sistemi iyi anlaşılırsa bazı temel bilgiler
yerli yerine oturabilir. Peki ama beynimiz ya da kalbimiz neden kaosa
gerek duyuyor? "Sağlıklı olmak için"
diye yanıtlıyor, bu konu üzerinde
çalışan Ary Goldberger ve ekliyor:
"Çevrenizdeki şartlar sizi değişik
hareketler yapmaya zorluyor. Eğer siz periyodik ve monoton bir dinamiğe
sahipseniz, çevrenizdeki düzensizliğe uyum sağlayamazsınız. Çevreye
uyabilmenin ve gerekli esnekliğe sahip olmanın tek yolu kaostur. Kaos;
düzenli, kontrollü bir düzensizlik içerir."
ilginç değil mi?
Her ne kadar burada araştırmacının söyledikleri kendi öznel
düşüncelerini yansıtıyorsa da, yine de gelecekte kaos üzerine yapılacak
araştırmaların gündelik hayatımıza dek inebilecek etkilerini şimdiden
tahmin edebilmemizi kolaylaştırmaktadır. Ünlü düşünür Fritjof Capra ise
"Dönüm Noktası"
adlı kitabında bu konuda söylüyor:
"Sağlığa
sistemler açısından bakış, hayata sistemler açısından bakışa bağlıdır.
Gördüğümüz üzere, canlı organizmalar yüksek derecede bir kararlılığa
sahip, kendi kendini organize eden sistemlerdir. Söz konusu kararlılık
tamamen dinamik olup kesintisiz, birden fazla ve birbirine bağlı
dalgalanmalarla ifade edilmiştir. Böyle bir sistemin sağlıklı olabilmesi
için çevresiyle etkileşimde bulunması, çok sayıda seçme hakkına sahip ve
esnek olması gerekmektedir. Bir sistemin esnekliği, hoşgörü sınırları
içinde ne kadar çok değişkenin dalgalanıp durduğuna bağlıdır. Daha
dinamik bir organizma grubu, esnekliğinin de artmasını gerektirir.
Esnekliğin doğası ne olursa olsun, fiziksel, ruhsal, toplumsal,
teknolojik ya da ekonomik o sistemlerin, çevrenin değişmelerine
uyarlanma yetenekleri için esastır. Esnekliğin
yitirilmesi sağlığın yitirilmesi anlamına gelir."
Fritjof Capra'nın görüşlerine katılalım ya da katılmayalım, bu, esneklik
ve uyumun gelecekte oldukça ilginç araştırmalara konu olacağı gerçeğini
değiştirmiyor.
"Anlaşıldığı kadarıyla doğanın dinamikleri hakkında öğreneceğimiz daha
çok şey var." |
ŞUUR VE
BİLİM |
Peki bu
durumda belirsizlik gösteren Kuantum sisteminin kendi olası durumları
nasıl teke indirilebilir? Kuantum reaksiyonlarını açıklayan matematiksel
terminoloji, birçok öğreti tarafından farklı açılardan ve çeşitli
fikirlerle yorumlandı. Niels Bohr tarafından geliştirilmiş olan Kopenhag
yorumu şuurlu gözlemciyi, gözlem olayı içerisindeki faktör olarak
görüyor ki, o redüksiyona (azaltmaya, basite indirgemeye) yol açıyor.
Şayet ölçüm şuursuz bir makine tarafından uygulanacak olsaydı, Kopenhag
yorumuna göre her halükarda sistem, bir varlık tarafından şuurlu olarak
gözlemlendiğinde her olasılık açıktır. Bohr'un konseptik taslağı, insan
şuurunu fiziğin çekirdeğiyle/ cevheriyle birleştiriyor.
O bunu, Kuantum durumlarının belirsiz kaos
halini belirli bir biçime sokabilen forma dönüştüren bir gözlemi de
mümkün kılınabilir olarak görüyor. Bu görüş açısından şu soruyu sormak
mümkün; en azından ilke olarak, sistemin gözlem altında olacağı konumu
acaba gözlemci kararlaştıramaz mı? Bu durumda, böyle bir aksiyon
psikokinezi 'yi ilgilendirirdi. Bu fikrin test edilebilmesi için bir tür
psikokinezi hedef sistemi oluşturulması gerekir; bundaki hedef Kuantum
olgularından oluşmuştur.
Gerçekten de psikokinezi deneylerinde sıkça
kullanılan olasılık jeneratörleri, olası/tesadüfi Kuantum olgularından
kaynaklanmaktadır. Çünkü radyoaktif atomların parçalanmasında, bu
güçlendirilen atomlar, insanın duyuları tarafından algılanabilmektedir.
Helmut Schmidt tarafından Retro-PK için bir deney geliştirildi. Onun PK
makinesi bir olasılık jeneratörü kullandı. Bunun olası olguları,
radyoaktif strontium-90 atomlarının kuramsal parçalanmaları sonucu
ortaya çıktı. Parçalanmada belirtilen radyoaktif ışıma bir sayaç
tarafından ölçüldü, bu ise devrelere bağlıydı. Sayaç, radyoaktivite
tespit ettiğinde devreler, mümkün iki olasılık durumundan birini üretti.
Böylece olasılık jeneratörü, olağanüstü bir beceriyle, iki durum
arasında olası bir takas üretti. Sonuçlar yazı tura atmak ile bir
benzerlik taşıyor. Schmidt'in olasılık jeneratörü, hiçbir dışsal etki
olmadan, uzun bir zaman zarfı içerisinde beklendiği gibi, neredeyse tamı
tamamına yüzde elli "tura"
ve yüzde elli "yazı"
seçimi üretti. Bu ayrımı iradeli olarak ya da diğer yönde etkileme
görevi verilen psikokinezi medyumları bir kayma oluşturdu. Bunlar
ortalama olarak maksimal yüzde üçe ulaştılar. Bu ilk bakışta ciddiye
almaya değmez gibi geliyor, ancak gerçekleştirilen on binlerce test göz
önünde bulundurulduğunda, ortaya önemli bir fark çıkıyor. Bu tür
sonuçların tesadüf eseri ortaya çıkması, trilyonda bir olasılıktır.
Bu sonuçların değerlendirilmesinde etken olan
bakış açısı, psikokinezinin sanıldığı gibi enerji sevkiyle özdeş olduğu
değil, tersine olası durumları düzenlemek ya da tesadüfi ortaya
çıkışları mümkün olduğunca aza indirmektir. Yani sistem ekstra
enformasyonlar ediniyor, enerji değil.
SONUÇLARIN
DETERMİNİZME EDİLMESİ
Kopenhag açıklamasına göre Kuantum durumu
içerisindeki bir redüksiyonun (azaltmanın)
ya da duruma göre kolapsın (ani dolaşım
bozukluğu) gerçekleştirilebilmesinin şartı,
gözlemcinin kolaps oluşturabilme yetisidir, yani öyle ya da böyle
önündeki sonucu ölçebilmesidir.
Evan Harris Walker'in teorisi, gözlemci insan
şuuruna Schmidt'in teorisinden çok daha fazla önem vermektedir ve aynı
zamanda daha da detaylıdır. Walker'e göre beyin üç önemli bilgi işlem
sistemine sahiptir. Birinci bileşke, şuursuz beynin sistemine uygun
düşmektedir; parapsikoloji açısından bu o kadar da ilgi çekici değildir.
İkincisi, beyindeki (kimyasal)
olaylarla alakalıdır, bunlar şuura enformasyon iletirler. Üçüncü sistem
çok daha karmaşıktır. Walker, şuur için önemli olan sinirlerin Kuantum
alanında birbirleriyle birleştiğini iddia ediyor. Hem de bunu, sırf
normal kimyasal süreçlerdeki iletkenlerle gerçekleştirmiyor. Çünkü bu
çok kompleks bir "kuantal birleşik birlik"
oluşturuyor; bu sebeple onun kompleks bir Kuantum durumuna sahip olduğu
söylenebilir. İnsan şuuru, Walker'e göre saklı değişkenlerle örtüşüyor,
bunlar şuurlu beyin hücrelerini dengeliyor ve bu şekilde kendi beynini
kontrol ediyor. Bu bilgi işlem yetisinin bir kısmı, beyin dışındaki
Kuantum durumlarının belirsiz kolapsını oluşturabilmek için hizmete
hazır. Walker buna "irade"
diyor, yani arzu edildiği oranda psikokinetik
olarak dünyaya etki edebilen ve DDA ile birlikte tüm psi fenomenlerinin
kaynağını temsil eden bir modül. Böylece Walker'e göre
"şuur" reeldir, ancak alışılagelen bir
fiziksel obje asla değildir ve kendi yetisi sayesinde Kuantum sisteminin
saklı değişkenlerine tesir edebilir, dünya üzerinde gerçek fiziksel
etkiler meydana getirebilir. Ancak Walker'in yorumu, burada,
konvensiyonel Kopenhag yorumundan belirgin bir fark göstermektedir. Bu,
iradenin aktivitesinin zaman ve mekan sınırlanmasına maruz kalmamasıdır.
Çünkü o, Kuantum sistemlerinin saklı değişkenlerini idare edebilir,
yönlendirebilir, etkileyebilir. Buradan nefesleri kesen bir teze
geçebiliriz; o da, insanın geçmiş olayları etkileyebileceği
olasılığıdır. |
ŞUUR, BEYİN,
HOLOGRAM |
Yunan
filozofisinin en görkemli dönemlerinden beri; Batı,akılcı ve analitik
düşünceye önem vermiştir. Buda şuurlu yaşamımızın
'Bölümlerini'
oluşturan düşünceler ve karar verme kurallarından ibarettir. Bu mantık,
doğal olarak beynin hesaba dayalı bir bilgisayar modeli olduğuna varır,
fakat bunun bedeli insanın diğer tarafını, bilgi ve deneyimi temsil eden
içgüdüsel yönünü, yani erdem, hayal gücü, yaratıcılık gibi özelliklerini
içeren yönünü gözden kaçırması olur. Modern nörofizyolojik terminolojide
zihinsel yaşamımızdan sağ beyin/ sol beyin ayrımı bağlamında söz edilir;
bizim kültürümüz sol beyin kültürüdür. Analitik ve mantıksal düşünce
kapasitesi neredeyse tamamıyla beynin sol yarım küresinin işlevsel
kapasitesi içindedir. Kuantum fiziğinden buna eşdeğer iyi bir metafor
vermeye kalkarsak, parçacık/ dalga ayrımını verebiliriz ve diyebiliriz
ki, bizim kültürümüz zihnin parçacık yönüne dayanır.
Holistler, şuurun her elemanının aslında gerçekliğin her elemanı, her
şeyle bağlantısı olduğunu düşünerek, deneyimin dalga yönü üzerinde
dururlar. Bütün, parçaların toplamından daha büyük bir şeydir ya da
hologramik modelin baş savunucularından David Bohm'un ortaya attığı
gibi, "gerçeklik bölünmez
bir bütünlüktür". Her
şey ve herkes birbiriyle öyle bütünleşmiş durumdadır ki, bireylerden ya
da ayrılmadan söz etmek gerçeğin çarpıtılması ve bir yanılsamadır.
Bugünkü holistik evren anlayışının temelinde hem kadim Doğu Bilgeliği
hem de analizci Batı vardır. Budizm'in Elmas Sutra'sı bu konuda şöyle
diyor: "İndra'nın evinde
öyle bir inci ağı oluşturulmuş ki, bir tanesine baktığınızda diğer bütün
incileri onun içinde görebilirsiniz."
Dünyadaki her nesne de
sadece kendisi değildir, diğer her nesneyi içerir ve aslında diğer her
bir nesne odur. Mikro kozmosla makro kozmosu birbirine bağlayan 'Büyük
Varlıklar Zinciri'
gerçekliğin her bir küçük parçasının bütünü içinde taşıdığını ileri
sürer. Spinoza felsefesinde de dünyadaki her şeyin tek bir özden
yapıldığı vurgulanır. Hologramı bir beyin modeli olarak göstermeye
çalışanlar bilimsel tabanlı bazı metaforlar yapmaya kalkışıyorlar.
Hem genelde 'holografik
paradigma'nın hem de özelde
beynin holografik modelinin çekici özellikleri vardır. Modern zihne
ulaşabilen bir metafor olarak hologram, ilişkiden ve işlemden
kaynaklanan şuur ve gerçeklik unsurları üzerinde yararlı bir rol oynar.
Bize bütünün parçaları olduğumuzu hatırlatır. Fakat bazı konularda
metafor olarak biraz fazla ileri giderek, mekanizma olarak varlığın
dalga benzeri yanına aşırı vurgu yapar, bilgisayar modeli de parçacık
yanını vurgular. Bildiğimiz gibi gerçeklik hem dalgaları (ilişki)
hem de parçacıkları (bireysellik)
kapsar.
Yani açıkçası gerçeklik dediğimiz şey ilişkilerden ve bireylerden
oluşmaz mı? Bu tıpkı insanın zihinsel yaşamının hem anlık şuurlu birlik
ve bütünlüğe sahip olmasını, hem de hesaplamayı ve eylemi düşünce ve
yapı gibi kapsamasına benzer. Zaten şuurun doğasına ve onun beyinle
ilişkisine gerçekten uygun bir model her ikisini de açıklayabilmelidir.
ŞUURUN
HOLOGRAFİK MODELİ
Hologramlar bir lazer
yardımıyla oluşturulan, içine aldığı görüntünün sıradan fotoğraflar
gibi iki boyutlu değil üç boyutlu olduğu bir çeşit şeffaf resimlerdir.
Eğer elinizde bir elmaya ait bir hologram varsa, plakayı bir
kenara doğru bir miktar eğip elmanın arkasında gerçekten ne olduğunu
görebilirsiniz. Bir hologramla ilgili en gizemli şey eğer onu ikiye
bölerseniz her birinde tam bir elma bulunan iki tam resim elde edecek
olmanızdır. Kesime devam edilirse dört, sekiz vs. elma elde edersiniz,
çünkü holografik filmin her parçasında tam bir resim bulunur.
'Holografik'
olma özelliği ya da bir bütünde her
bir parçanın bulunması dikkat çekicidir; çünkü bu, bir hologramda
bulunan bilgi düzeninin sıradan bir resimdeki bilgi düzeninden çok
farklı olduğunu gösteriyor. Bir hologram parçalara bölünemez. Çünkü
holografik bir resmin görünürdeki her parçası ancak resmin tamamına ait
ortak parçalarla ilgisi oranında anlaşılabilir, Holografik resim
'alan'
özelliklerine sahiptir denilebilir.
Düzenlemenin
holografik modelinin tartışmamızla ilgisi vardır; çünkü Yeni Fizik,
maddenin temel birimlerinin yani atom-altı parçacıkların tek başına
parçalar ya da yapı taşları olarak soyutlanamayacaklarını bulmuştur.
Bunların davranışları da parçacıkların ortaklaşmasıyla belirlenen alan
özelliklerine sahiptir. Bu gizemli bir şeydir, çünkü aynı holografi-alan
ilişkisi hayatın yapısını ve aslına bakarsak düşünce sürecimizin
yapısına hükmediyor gibidir. |
MODERN ARAŞTIRMALARDA ZİHİN VE BEYİN |
Dünya üzerindeki bütün modern
araştırmalar zihne yeni bir görünüm kazandırıyor. Bu çalışmalar bir gün
zihinsel güç fenomenini ve insan beyninin olağanüstü bir program
olduğunu daha kesin delillerle açıklayabilir. Aslında incelenirse
yeterince araştırma da var ama günlük yaşama indirgenmesi ve günlük
yaşamdaki kabulleri zaman alabiliyor. Bu konularla ilgilenen ciddi
araştırmacılara da bir görev düşüyor. Bazı bilimsel araştırmalarla
günlük yaşamın kullanım alanlarında köprü olmak ve bu bilgileri herkesin
anlayabileceği bir dille anlatabilmek yani topluma mal edebilmek.
İnsan beyni öyle olağanüstü ki, bizim bilgisayarlarda oluşturduğumuz ağ
sistemlerini hafife alacak bir gelişmişliğe sahip. Beynin ve zihnin
sırlarını çözebildik diyebilir miyiz ne mümkün? Ama günümüz modern
araştırmaları bu konuda sınırları zorlayan araştırmalar içindeler… Bu
araştırmaların yararı nedir derseniz? İnsanın günlük yaşamda kullanım
alanlarının artışı ve bu verilerinin doğru kullanımı diyebiliriz.
Telkin-bilimin insan zihni ve beyni üzerindeki yararları bilimsel
verilerle ispatlandı.. Ayrıca ciddiyetle ele alındığında iş ve kariyer
dünyasının kullandığı NLP seminerlerini ve uygulamalarının başarılarını
da göz ardı etmek mümkün değil. NLP uygulayıcıları da beynin ve insan
zihninin olumlu telkine yatkınlığından yararlanarak onları kariyerleri
konusundaki başarılara daha rahat motive edebiliyorlar.
Bilimsel açıdan Rölativite teorisi ve kuantum
mekaniği, bilimin, evrenin ve insan zihninin yapısına bakışını
değiştiriyor, esnetiyor ve genişletiyor ve bu genişleme bizlere yeni
kullanım alanları açıyor. Astrolojinin doğum haritaları aracılığıyla
yaptığı Astro Terapi de bu temel ilkelere ve olumlu telkinlere
dayanıyor.
Beyin ve zihinle ilgili araştırmalardan söz
ederken David Bohm’u anmamak mümkün değil. Einstein’in
meslektaşlarından biri olan David Bohm rölativite sonrası, kuantum
sonrası evrenin parçalara ayrılmayan
“Bölünmez, parçalanmaz” bir bütün olduğuna
işaret ediyor.
“Evreni gezegenler, organizmalar, hücreler,
moleküller ve atomlar şeklinde algıladığımız zaman realitenin tam bir
resmini görmüyoruz. Fizikçilerin “sınırlı vakıa” dedikleri şeyi, bir
yakın olma, yaklaşma olarak görüyoruz. Bu yaklaşma beynimiz tarafından
bir araya getirilen bir resimdir” diyor.
Atom altı fiziği evren resmimize ilişkin temel
bir belirsizliği ortaya koymaktadır. Bir elektronun birbirini tamamlayan
özelliklerini konum ve moment olarak tam bilemiyoruz. Bu kuantum
alanında, bir özellik hakkında ne kadar çok şey bilirsek, zorunlu olarak
diğer özellik hakkında daha az şey biliyoruz. Bu olayın kendi içinde
mevcut olan belirsizlik, eşyanın doğası hakkındaki doğru bilgimizin
sınırını gösteren bir örnektir. Kuantum mekaniğinin bize anlattığına
göre bilgi sübjektiftir; “Bilinen şey,
bilenin zihninden ayrı değildir”.
Bununla beraber, kuantum belirsizliği mekanik,
lineer bir limittir. Beynin mantıksal sol ve sembolik sağ yarı
kürelerini hatırlayacak olursak, başka
“öğrenme”
yollarının olduğunu anlarız.
Fizikçi Bohm, beynin kendisinin, bütünün
ayrılmaz bir parçası olmasından dolayı, insan zihninin bölünmez,
bütüncül evreni bilmeye muktedir olduğuna inanmaktadır. Bohm’a göre:
evrene, gördüğümüz maddesel evrene, gördüğümüz maddesel dünyanın
tezahürüne sebep olan bir ‘düzen’
sinmiştir; evren bu iç içe düzen’i emmiş, doygunlaşmış haldedir. Boş
mekan olarak düşündüğümüz şey, enerjiyle sature haldedir,
doygunlaşmıştır. Canlı ve cansız alem arasındaki sınır, zihnin bir
yaklaşımıdır; bu mutlak bir bölünme değildir. Ve zihin maddeden ayrı
değildir.
Evrene bu açıdan bakılırsa, kendi kendine
gevşeme, telkin bilim, psikokinezi ve diğer psişik olaylar, zihin ve
madde ayrı olmadığından, zihnin madde üzerindeki egemenliği gibi bir
soruna da yeni bir açıklama getirmektedir. Evren ve evreni bilen zihin
bir ve aynıdır tek birleşmiş bir bütündür.
California
Üniversitesi’nden Charles Tart, bir odada elektrik şoku verilen birinin
ayrı bir odadaki eşinin, diğer odadaki olayların farkında değilken
biyoelektrik tepkiler kaydettiğini gösteren deneyler yapmıştır.
Benliğimizin, derimizin içindeki bir şey olduğunu, benliğin bedenin
cidarlarında sona erdiğini düşünürüz. Oysa modern bilim durumun böyle
olmadığını ortaya koyuyor.
Biz “deriyle kaplanmış bir ego”
değiliz. Gerçi göbek bağımız doğumda kesilir, ama biz yine kopmaz bir
bağla evrene bağlıyız. Zihin, beden ve evren bir sürekliliktir.
“Düşünce asla başlamaz ve son bulmaz”,
diyor Bohm. Çünkü o bilgi alma, işleme tabi tutma, geri besleme (feedback)
ve gönderme sürekliliğidir. Beynimiz bedene bir mesaj gönderdiği zaman,
evrenden öğrenmiş olduğu alışkanlıklara ve programlara göre evrenle bir
ilişkiye geçmektedir.
HOLO
HAREKET
Bu yeni beyin teorisi ilhamlar, psişik güçler,
olumlu telkinlerle tedavi, şifacılık, psikokinezi, mistik teklik,
evrenle birlik duygusu gibi önceki birçok gizemli fenomene mümkün
açıklamalar sağlamaktadır.
Bohm, pek çok şekilde yorumlanabilen ama asla bölünemeyen tek bir
ünite olarak işleyen tüm sistemi evren, organizmalar, beyinler,
moleküller olarak tanımlamak için holo hareket kelimesini kullanıyor.
“Mistik bir deneyim yaşamanın ve kendimizi
tüm evrenle bir hissetmemizin sebebi, zaten tüm evrenle bir oluşumuzdur.
Holo hareket içindeki her şey kendi içine katlanmıştır. Bir insan beyni
evreni gözlemlemek için dışarıda kalmaz. Beyin bütünün parçası olarak
onun içindedir. Tüm eşyalar, tüm madde, tüm olaylar, tüm zaman, her ana,
her olaya katlanır. Evrenin her parçası bütünün bilgisini taşır.”
Dr. Harold Burr, bu tip konularla ilgili çalışmalarının sonucunda her
canlının “L-alanları” dediği bir elektriksel alana sahip olduğunu
keşfetti.
Sheldrake’in hipotezi Pribham ve Bohm’un çalışmasındaki kavramları
kullanarak şunu ileri sürer;
“Her organizmanın morfogenetik alanı
(M-Alanı) hem bedenden, hem de zihinden öncedir ve de zaman ve mekana
göre belli bir yeri yoktur. Başka bir ifadeyle bir organizmanın M-
alanı, evrendeki temel kuvvetlere, çevrenin etkilerine ve organizmanın
kendisinden gelen geri beslemeye cevap erir, yani onlardan etki alır ve
tepki verir. Böylece alan durmadan değişir ve beden-zihin organik
varlığımızla doğal evrenin diğer kuvvetleri arasında bir bağ olabilir.”
Eski dönemlerde Şamanik şifa metotlarıyla yapılan
iyileştirmelerle bugünün Telkin ya da Sofroloji adı altında yaptığı
çalışmalar da bu bağlamda alansal iyileştirmeler olarak ele alındığında
hayli önemli bir araştırma ve uygulama alanı bizlere açılıyormuş gibi
gözüküyor.
Yeni Şuur
Bu bir Yeni Şuur Anlayışıdır. Dünya üzerinde
hali hazırda bu konular üzerinde çalışan oldukça ciddi araştırıcılar
vardır. Ve yeni açılacak yolların taşlarını hazırlayanlarda yine
onlardır. Geleceğin bilim adamları insan-ruh-beden sağlığı için tüm bu
verileri bilen, değerlendiren ve uygulayan kişiler olacak. Bu kaçınılmaz
bir yazgı çünkü evren sürekli genişliyor, bilgi alıyor, bilgi veriyor.
Mikro ünite olan insan da istese de bu büyümenin dışında kalamaz!… |
HOLOGRAFİK ALAN
MODELİ VE BEYİN |
Holografik/ alan modeline yaklaşımımızdaki ilk
soru şudur: Beyindeki hangi süreçler şuurla bağlantılıdır. Beynin sinir
ağındaki dahili sinirleri kendisini çevreleyen ortamdan ayıran zar
boyunca, bir elektrik polarizasyonunun varlığı kesin bir şekilde tespit
edilmiştir. Bu zarın birtakım iyonların geçirgenliğini değiştirerek
polarizasyonu azaltma kabiliyeti vardır. Böylece, ne zaman sinirlerde
itici bir kuvvet harekete geçse komşu nöronlar arasındaki bağlantı
noktasına, sinapsise ulaşana dek polarlanma, bir sinir hücresinin zarı
boyunca ortadan kalkar.
Bu noktada sinapsis aralığı boyunca bir potansiyel farkı mevcuttur. Bazı
hallerde bu sinapsis aralığı boyunca cereyan eden aktarma, aynı anda
gelen başka bir itici kuvveti iptal eder, diğerlerinde bu aktarma nöronu
harekete geçirmek için başka bir itici güç meydana getirir. Beynin bütün
kısımlarının birbiriyle olan bağlantılarıyla alakalı süreç nedir? Bu
sürecin kimyasal ya da elektro-kimyasal olmadığına dair açık deliller
var.
Massachusetts Cambridge'deki NASA Elektronik Araştırmalar Merkezi'nden
Evan Harris Walker şuurun gayri fiziki ve fakat gerçek bir büyüklük
olduğunu varsayıyor. Söz konusu sürecin kimyasal olması zaruretinin
olmadığını iddia edip devir işleminin bir
'kuantum-mekanik tünelleme' süreci
sebebiyle olabileceğini ileri sürüyor. Sinapsiste bir nevi
kuantum-mekanik olayın meydana geldiğine dair ikna edici deliller ortaya
koyuyor, fakat böyle bir sürecin şuuru tamamıyla açıklamayacağını kabul
ediyor;
" Uzun mesafeler boyunca (santimetrelerce)
geçişe izin verip sinapsisler hakkında bilinenlerle de çelişki
yaratmayan ve tercihen biraz önce sinapsiste meydana geldiğini açıklamış
bulunduğumuz süreci de değiştirmeyen bir süreç bulmamız lazım."
Bilim adamları soruyor, eğer şuur denilen bilmece beynin bütün
kısımlarının kendi aralarında birbirleriyle olan bağlantıları ise, böyle
bir bağlantıyı açıklamak iki yoldan mümkün gözüküyor.
İlki Walker'in takip ettiği bağlantının ya kimyasal, elektro kimyasal,
ya da kuantum-fizik türünden bir parçacık reaksiyonu yoluyla etkilendiği
yaklaşımı. İkinci yaklaşım ise bağlantının uzayın uygun bölgesi üzerinde
yayılan bir kuvvet alanı yoluyla etkilenimi.
Bir olasılık da elektro-manyetik alandır. Bununla birlikte beyindeki
akınlar dendrit ve aksonların uzunlukları boyunca yayılmadığından beynin
çeşitli bölgeleri elektrik olarak birbirleriyle bağlantılı değil
gibidir. Beyindeki elektriğin iniş çıkışları esasen oldukça yöreseldir
ve herhangi bir sinir hücresinin ufak bir kısmının doğrudan komşuluğuyla
ilgilidir. Başka deneyler aksini ispatlamadıkça elektro-manyetik
alanları süreç olarak bir kenara bırakabiliriz. Peki o zaman bu
bağlantıyı oluşturan şey nedir?
Bilimsel açıdan yanıtımız belki de kuantum fizikçisinin karşılaştığı
problemde yatıyor. Bazı fizikçiler atom parçacıklarının arasında bir
bağlantı ya da kuantum potansiyeli olduğuna inanıyorlar, fakat beynin
nörofizyolojisinde olduğu gibi, herhangi bir bağlantı alanı ya da süreci
bulamıyorlar. Bilim bu konuda araştırmalarını hızla derinleştirerek,
metafizik verilerin elde etmiş olduğu bilgilerle kendi elindekileri bir
potada eriteceğe benziyor.
Zihnin çevresini tamamen yeniden inşa etme yeteneğinde beynin bilgi
depolamada inanılmaz gücü vardır.
Pieter Van Heerden'in belirttiği gibi eğer beyin saniyede yalnız 1 byte
bilgi depolarsa bunu tamamlamak için sinirlerde bir ömür boyunca, akıl
almayacak sayıda 3X10 10 adet iki tabanlı basit itici kuvvet işlemi
yapılması lazım gelirdi. Beynin yeteneklerinin bir saniyede bir adetten
çok daha fazla byte depolayabilmesi hayret vericidir; yine şuurun ancak
holografik bir modeli böyle bir yeteneği açıklar gibidir.
Fotoğraf hologramları yeniden elde edilecek şekilde bilgi depolamak
için olağanüstü bir yeteneğe sahiptir. Bir hologram plakasına sadece
ışığın dalga boyunu değiştirerek arka arkaya görüntüler
yerleştirilebilir. Her bir görüntü kendi kimliğine sahiptir ve diğer
görüntülere etki etmeden yeniden elde edilebilir. Aslına bakarsa, 10
trilyon byte gibi bir bilgi 1cm küpe başarılı bir şekilde holografik
olarak depolanmıştır. Van Heerden holografik bir işlemin beynin benzer
yeteneğini izah edebileceğini ileri sürer.
Başımızın içinde evrenler üstünde üst üste binmiş evrenler vardır.
Upanişadlar'daki bir pasaj bu noktayı çok güzel ifade ediyor.
"Bir kimse uyuyacağı zaman her şeyi olan bu
dünyanın malzemesini de yanına alır, onu bir kenara ayırır, onu kurar ve
kendi zekası ve aydınlığıyla rüyasını görür. Böylece bu kişi kendi
kendine aydınlanmış olur. Orada ne araba vardır, ne koşumlar ne de
yollar. Fakat arabayı, koşumları ve yolları kendi kendine kurar. Orada
ebedi mutluluklar, zevkler ve memnuniyetler yoktur. Fakat ebedi
mutlulukları, zevkleri ve memnuniyetleri kendi kendine kurar. Orada su
birikintileri, nilüfer gölleri ve çaylar yoktur. Fakat su
birikintilerini, nilüfer göllerini ve çayları kendi kendine kurar. Zira
o bir yaratıcıdır"
Sayıları giderek artan bir nörologlar
gurubu, daha üst seviyedeki beyin fonksiyonlarına, bir tür biyolojik
ışıldamayı işleyen optik bir sistem açısından bakmaya başladıklarını
belirtiyor. Kafatasının içindeki bu ışık Upanişadların söz ettiği, kendi
kendine aydınlanmanın ta kendisi olabilir. Buna ilaveten orta-beyinde
optik kiyasmanın hemen gerisindeki bölgenin sinirlere ait hologram
plakasının bölgesel olduğunu ileri sürüyor. Hipofiz bezi, talamus,
hipotalamus ve epifiz özelde bilinçli farkındalık tiyatrosunda bir araya
gelmiş gibidir. Epifiz çokları tarafından fonksiyonlarını yitirmiş bir
duyu organı olarak düşünülür ve kısmen göz retinasında rastlanılana
benzer, ışığa karşı hassas dokulardan oluşmaktadır.
Floyd bunun epifizin, algıların üzerinde kurulup hatıraların yeniden
oluşturulduğu,örnek muğlaklığın
'iskeletini' teşkil etmesi iddialarını
desteklemede yardımcı olabileceğini belirtiyor.
Bu bezelye kadar organa Doğu'da uzunca bir zaman üçüncü göz yahut iç
uyanıklığına açılan ruhani bir kapı nazarıyla bakılmasını göz önünde
tutmak gerekir. Nöro-fizyologlar beynin muhtelif organları arasındaki
bağlantıyı tespit etmeye teşebbüs ederken ilgi çekici bir meseleyle
karşılaştılar.
Şayet epifiz hafızada ve algılamada asli bir rol
oynuyorsa, yerinden çıkarılması bu fonksiyonların derinden hatta tamamen
bozulmasına yol açardı. Halbuki durum böyle değildir. Farelerde epifizin
kesilip atılması bünyenin biyolojik saatini bozuyor ama görünüşe
bakılırsa başka bir etkisi de pek yok. Bu ekranın hologram plakasının
gerçekte bir organı yerine bir bölgenin fonksiyonu olabileceği ortaya
çıkıyor.
Epifiz, sinirlerin enerji alanı merkezindeki, üzerinde kayan resim-zemin
ilişkilerinin dış gerçekliği temsil ettiği şuurun ekranı olarak temsil
edilen ışık patlamasının vuku bulduğu noktayı işgal ediyor. Böylece
şuurun, pek öyle bir organla ya da organ topluluğuyla ilgili olmayıp
beyindeki enerji alanlarının iç etkilenmeleriyle ilgili olduğu sonucuna
varıyor.
Beynin, şuurlu bir farkındalığın ekranındaki bütün parçalarının iç
bağlantıları hem gelişmekte olan bir semender ceninin kafatası hücreleri
arasındaki ilişkiye, hem de çift-yarık deneyindeki ayırt edilemez
parçacıklar arasındaki ilişkiye benzer çarpıcı olan özellikleri ortaya
koyarlar. Zihin ve madde arasındaki ilginin sırrı işte burada
diyebiliriz. Dr. Burr'ün ifadesiyle; 'En
son tahlilde evren bir birimdir, bütün parçaları evren'in bütünlüğüyle
bağlantılıdırlar ve zaruri olarak Evren'in bütünlüğü ve tek tek
parçalarının faaliyetleri arasında bazı iç ilişkiler vardır."
Einstein’ın birleşik teorisinden çekim yasasına göre sonucun tam
doğrulanması noksan olmakla beraber, evrenin kendine has özelliklerinden
birinin de aletlerle ölçülebilen alanlar olduğu açıktır. Buna
elektro-statik alan, elektro-manyetik alan denmesi fark etmez. İsim
genellikle kendisinin incelenmesindeki uygulamaların bir sonucudur.
Başka bir ifadeyle evrenin bilmezlikten geldiğimiz kendine has tek bir
birleştirici özelliği vardır, bu da ALAN
özellikleridir.
Fizikçi Bohm ve Hiley, Burr'ün L-alanlarında varsaydığı maddenin
düzenlenmesinde hükmeden aynı varlık gayesi bu tarafı işaret ediyorlar.
Diyorlar ki: 'Bir parçanın varlığının
bağımsızlığını iddia eden herhangi bir gayret, bu kırılmaz bütünlüğü
inkar eder. Bu zaruri olarak alt sistemlerin her zaman bir bütün olarak
sistemden daha az yer kapladıkları manasına gelmez. Daha ziyade bir alt
sistemi kendine has kılan şey ancak onun geçici dengesi ve söz konusu
olan sınırlanmış çerçevedeki davranışının bağımsız olabilirliğidir." |
HOLOGRAFİK ŞİFA |
Katılımcı etkin gücümüzü,
holografik bir evren anlayışında geçmişimizi düzeltmek için de
kullanabiliriz. Heben W. Finnemcre'nin, The American Society of Dowsers
dergisine makale olarak yazdığı yaşanmış deneyim, bu katılımcı evren
anlayışının ruhsal şifa da dahil olmak üzere her ilişkimizi ve spiritüel
anlayışlarımızı ve uygulamalarımızı yeniden ve çok daha yaratıcı bir
biçimde gözden geçirmemizi sağlayacak niteliktedir. Hologramı anlamak
geçmişi temizleyebilir. Bu yaşanmış öykü şöyle;
"Bir dizi şanssız olaylarla karşılaşmış olan bir çift için yulaf
harmanlamıştı ve adamın gelecek yıl çiftçilik yapmasını sağlaması için
bu yulafların gelirine gerçekten ihtiyacı vardı. Yulaflar dövüldükten
sonra bile biraz fazla yeşilimsiydiler. Bir depoya konulduklarında aşırı
ısındılar ve haşlandılar. Çiftçi iflas etti ve çiftlikten taşınmak
zorunda kaldı. Çiftçi bu beyefendiyi, yulafları harmanlama kararıyla
ilgili olarak yapabileceği hiçbir şey olmadığı halde suçlamıştı. Durumu
izlerken çiftçiyi görebiliyordum. O, orta yaşlı, yuvarlak yüzlü ve koyu
düz saçlıydı. Problemi belirledikten sonra enerjiyi serbest bırakabildik
ve yaşlı beyefendi, kendini daha hafiflemiş hissederek ve daha rahat
nefes alarak gitti."
Michael Talbot'un yazdığı
'Holografik Evren'i
okumayı henüz bitirdim. Bütün kitap boyunca, onun Holografik Evren ile
neyi kastettiğini veya bu beyefendi için bu okumayı yapana dek, bizlerin
bir ruh olarak nasıl bir deney hologramı olduğumuzu iyi kavrayamamıştım.
Bunların hepsinin nasıl işlediğini tam olarak anlamadan, birkaç yıldır
okuma ve trans şifacılığı yapmaktayım. Kitabı okumak,
"okumaların" nasıl
çalıştığını anlamama yardım etti ve okumayı o gün yapmış olmam, kitabın
içinde ne olduğunu daha fazla anlamama yardım etti. İşte, Evren böyle
çalışmaktadır. Pozitif bir dışsal görüşle yaklaşıldığında, bir koşul
bütün parçalarının bir toplamı olmaktan başka bir şey olmaktadır. Bir
artı bir eşittir üç!
Geçen yıl, ışığın yapısı ve bizlerin nasıl ışıktan varlıklar
olduğumuzla ilgili bir makale yazan James Jacobi,
'Bizler ışıktan varlıklar olarak farkındalığımızı
odaklayabilme gücüne sahibiz' diyordu.
Şuurumun bir bölümünü bir ışık ışını olarak odaklayabilmiş ve eskiden
çiftçi olan beyefendinin deney hologramının içinden geriye doğru
gidebilmiş, onun üzüntüsüne sebep olan koşulu bulmuş, görebileceğimiz
şekilde bugüne getirmiştim, sonra da onun hologram enerjisinden serbest
bırakıp çıkarmıştım. Üzüntü veren anıyı onun geçmişinden
temizleyebilmiştik. Öyleyse geçmiş anılarımızı pozitif bir düşünce
dizisi içinde yeniden yaşar gibi zihnimizde imgeleyebilir, bizi çok
üzmüş olan o anılan olumlayabilirsek, farkındalığımızı şimdiye
odaklayabilir ve geçmişi affedebilirsek, bugünü daha verimli, pozitif
eylemlerle dolu, mutlu ve huzurlu yaşayabiliriz. |
KUANTUM ANLAYIŞINDA KOZMİK
TEZAHÜR
Kozmik Sempati- David Spangler- Ruh ve Madde Yayınları
|
Güç
alanlarının karşılıklı dinamik etkileşiminden ortaya çıkan evren
anlayışı yani olasılık ve bilgi açısından zengin bir evren anlayışı, her
ne kadar buna mekanik kuantum fiziği, kaos teorisi, mikro ve moleküler
biyoloji, ekoloji, iletişim bilimleri ve bilgisayar teknolojileri
aracılığı ile atalarımızın uygun görmediği anlayış ve teknikleri
kullanarak yeni bakış açılarıyla bakıyorsak da, aslında yeni değildir.
Varoluş veya can sözcüğünü alan sözcüğünün yerine koyarsak, ve de
enerji veya güç sözcüğünü de hayat sözcüğünün yerine koyarsak, kadim
gizemlerin ve mistik öğretilerinin bakış açısına çok yaklaşırız. Bu
bakış açısına göre, her şey canlıdır ve cansız şeylerle değil, canlı
varlıklarla her düzeyden karşılıklı etkileşim içinde olduğumuz bir
evrende yaşamaktayız.
Birçok ruhsal öğreti, her şeyin meydana geldiği asli bir teklikten ya
da ruhtan söz eder. Bu kadim öğreti, çağdaş fiziğin ortaya çıkartılan
yeni imajlarıyla da paraleldir.
Örneğin, fizikçi David Bohm, "Bütünsellik
ve Saklı Düzen" adlı kitabında her şeyin iç
içe olduğu temel bir durumun varlığını tartışıyor. Bu düzen, evrenin
kendisini dolaylı olarak ifade ettiği bütünselliktir; sırayla, evrendeki
her madde ve nesne bu bütünselliği, saklı düzeni içerir. Kozmosun tamamı
her birimizin içinde saklıdır.
Saklı düzende, ne bizim bildiğimiz zaman ne de mekan vardır.
Bütünselliğin derinliğinde her şey, her şeyin bir parçasıdır. Evrenin bu
tanımının kuantum mekaniğinin bir yorumundan geliyor olmasına rağmen, bu
mistik deneyimlerden elde ettiğimiz tanımın aynısıdır.
Modern fizikte ve kozmolojide evren, maddenin de
oluştuğu enerji ve alanlardan meydana gelmiştir. Enerji her şekli
alabilirken, alanlar da enerjiyi şekillere dönüştüren modelleri
oluşturur. Hem enerji hem de alanların tek bir bütünden meydana geldiği
yönünde bir hipotez öne sürülmektedir ve bu büyük olasılıkla Bhom’un
saklı ya da örtülü düzenidir. İşte burada, bizlere çeşitli dinsel
geleneklerden tanıdık olan temel bir yaratıcı üçlemeyle karşılaşıyoruz.
Enerji ve alanların karşılıklı etkileşimleri sistemleri, birbirine
bağlı olmanın örneklerini, karşılıklı tesirleri ve davranışları
yaratıyor. Biz dahil. Sistem diye bildiğimiz her şeyi bu yaratıyor.
Sistem, bir olayı ve koşulu bütünsel-holistik olarak tanımlamanın
yoludur.
Bazı sistemler bilgi ve enerjiyi öyle bir işleme tabi tutarlar ki, o
sistem var olan durumunu aşıp yeni bir duruma geçmektedir. Uygun
enerjiyle sistem kendini yenileyebilir, dönüştürebilir. Böyle sistemlere
“kendi kendini düzenleyen sistemler”
denir. Bütün yaşayan sistemler, canlı varlıklar
kendi kendini düzenleyen sistemlerdir ve bu, dünya ve onun ötesinde
kozmos için geçerlidir.
Sistemlerin çalışması, özellikle de kendi kendini yenileyebilenler,
yeni bazı bilim dallarının gelişmesine neden olmuştur, örneğin dinamik
bilimi, karmaşık sistemler bilimi ve kaos matematiği gibi.
Araştırmalar bilim adamlarını evrendeki çoğu
sistemin özellikle de kozmosla bağlantılı olanlarında doğrusal olmayan
ve yabancı çekim alanları ile tanımlanabilen kaotik sistemler olduğu
bilgisine götürmektedir. Böyle sistemler tanımlanamıyor; yani
davranışları hiçbir şekilde önceden kestirilemiyor. Böylelikle, evrenin
kalbinde sürpriz olasılıklar. Kaos ve fırtınalar vardır. Bizler önceden
bilinen, bir saat gibi çalışan mekanik bir kozmosta yaşamıyoruz. Kapılar
yeni keşiflere, yeni doğuşlara, yeniliklere ve değişimlere her zaman
açıktır.
Peki ya tezahür açısından tüm bunların anlamı ne? Bu içsel sanatı
kullanabilmek için bir kaos matematikçisi ya da kuantum mekaniği
fizikçisi olmamıza gerek yok. Ne var ki bizlerin, içinde tezahürün de
meydana geldiği evreni yeniden ele almamız gerekmektedir. Son yüzyılın
bilimsel dünya görüşü, ne yazı ki çoğu insanın aşina olduğu ve toplumsal
imajinasyonumuzu yönetmeye eğilimi olan, canlıklarla nesnelerin zaman ve
mekanla birbirinden ayrıldığı bir dünya görüşünü öne sürmektedir. Bu
dünya öyle bir dünyadır ki, hareket mekaniğinin yasalarına, etki ve
tepki ilkesine ve bunun gibi yasa ve ilkelere göre birbirleriyle
etkileşen ya da birbirinden izole edilmiş parçacıklarla doludur.
Her ne kadar modern görünseler de, yaratıcı vizüalizasyon, pozitif
düşünce, elde edilmiş bir şuurluluk hali, bir yerde Yeni Düşünce
hareketi ve onun kendi içinde çeşitlenen dalları hep bu klasik bilimsel
dünya görüşüne dayanmaktadır; ayrı parçacıkların dünyasına. Böyle bir
dünya görüşünde tezahür fenomeni, bu görüşün tamamını kabul ettiğimizde
zamanın ve mekanın içinden bize doğru, bizden ayrı bir şeyi, kişiyi veya
koşulu bize doğru sürükleyen manyetizma gibi bir şey olarak
görülecektir. Tezahür mıknatısı zihnimizde bulunan imaj ve inançlarla
çakışan her şeyi bize doğru çekmektedir.
Bu birçok soruyu gündeme getirmektedir. Zamanın ve mekanın içinden
gelip tezahür edeceğimiz şeyi bize doğru iten güç ya da enerji nedir? Bu
acaba bir tür “psişik”
manyetizma olabilir mi? Değilse başka ne olabilir?
Bunun dışında, bu klasik dünya görüşünde, bizler tezahür ettirmek
istediğimiz şeyden ayrı olarak işleme geçiyoruz. Bu ayrılık hali, bir
eksikliğin farkına varmak olarak açıklanabilir. Bizler işimizin,
yaratıcılığımızın, inancımızın, güvenmemizin, olumlamalarımızın ya da
pozitif düşüncelerimizin verdiği güçle uzak olmanın ve ayrılığın
yarattığı engellerden bir şekilde kurtulmalıyız. Bize ne olmasını
istiyorsak kalkıp onu tasarlamalıyız.
Modern fiziğin dünya görüşüne göre, bu ayrılma hali var olmayabilir.
Bizler evrene çok ince ve önemli araçlarla bağlıyız. Eğer David Bohm’un
saklı düzen yaklaşımını kabul edersek, o zaman zaten kendi üzerimize
çekmek istediğimize sahibiz demektir.
Bu meydan okuma, belirli bir zaman ve mekan boyutunda bize gelmesini
sağlamak için değil, tezahür ettirerek biçimlendirdiğimiz örneği
deneyimleyerek yorumlamak içindir. Öyleyse tezahür, yaşamlarımızı
istediğimiz yeni biçimine sokabilmek için gerekli olan uygun enerjiyi
yeniden modellendirmek, meydana getirebilmektir diyebiliriz.
“Kelebek etkisi”
düşüncesi ile mutabık kalarak, eğer varlığımızın dinamik alanlarına,
doğru zamanda doğru imajı ya da düşünceyi sunarsak, yani içinde kendi
alanımızın saklı olduğu dünyanın daha geniş bir alanına bunu yaparsak,
istediğimiz tezahürü meydana getirebiliriz. Bu dinamik sistemde, tezahür
ettirmek istediğimizin imajı, “tuhaf
çekici” dir; geleceğin bilinmezliğini
yönlendirip belirli bir biçime sokan ilkeyi düzenleyici ve yeniden
modellendirici özelliktedir.
Böyle bir dünya görüşüne göre, bizler istediğimizi elde etmiyoruz,
istediğimize dönüşüyoruz. Alanlara ait bu görüş, bir tezahür
kozmolojisinin oluşumunu sağlamaktadır.
Bu oluşumla ilgili altı ilişkili düşünce daha vardır. Ben bunlara
tezahürün altı ana desteği adını veriyorum. İlk üçü dalgalar, karşılıklı
ilişkiler ve ortak enkarnasyonlardır; bunlar kozmosun yapısıyla
ilgilidirler. Alanlar kavramı gibi, onlar da evrenin bedenini
yansıtırlar. Diğer üçü; zihin, öz ve bir oluş içinde olup kendini bu
yapıyla ifade eden ruhla ilişkilidir. Onlar evrenin ruhunu yansıtırlar.
Beden ve ruh iki ayrı varlık değildir ama tek bir gizemin, tek bir
evrensel enkarnasyonun iki ayır suretidir.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 - Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)
/
Astronomy
|
|
|