Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkey / Denizli 

1-METAFİZİK-FİZİK

Evrenin Enerji Yapısı

Enerji bir madde değil, kendini hareketle gösteren bir kuvvettir. Örneğin, bir kar fırtınasında kar tanecikleri görülebilir ama bir çeşit enerji olan rüzgar görülemez, sadece hissedilir.

Dünyamız katı maddelerden oluşmuş gibi görünmesine rağmen aslında deniz gibi hareket halinde olan akıcı bir enerjiden oluşmuş ve onunla çevrelenmiştir.

Modern bilim, insan organizmasının sadece fiziksel bir yapı olmayıp tüm evrende olduğu gibi normal gözle görülemeyen bir enerji alanına da sahip olduğunu doğrular.

Basit şekliyle evrende canlı ve cansız diye tanımladığımız her oluşum moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise atomaltı parçacıklardan oluşmuştur. Canlı ve cansız ayrımı belki de çok şanssız bir tanımlamadır. Tüm madde ve varlıkları oluşturan temel yapıtaşı aynı olduğu ve bu yapıtaşı sürekli bir devinim ve saf bir “enerji” olduğuna göre aslında evrende “cansız” hiçbir şey yoktur. İşte varlıkları özde aynı temele bağlayan ve aynı kaynaktan besleyen bu oluşumun bütününü evrenin yaşam enerjisi olarak tanımlamak mümkündür. Doğal olarak bu enerjinin kaynağı yaradılış noktası olarak tanımlanabilir.

Bu demektir ki, biz saf enerjiyiz.

Evrenimizi oluşturan atomlar ve atomaltı parçacıklar hakkında öğrenilecek daha çok şey olduğunu herkesten önce bilim adamları kabulleniyor. Her yeni keşifle, aslında bildiklerinin ne kadar az olduğunu anlıyorlar.

Kuantum kuramı
1900'de Alman fizikçi Max Planck (1858-1947), “gama ışınlarının” dalga olmadığını, küçük enerji parçacıklarından, kuantuınlardan oluştuğunu öne sürdü. Planck'in önerisi, beş yıl sonra yayımlanan Einstein'in fikirleriyle birleştirilince sonradan kuantum mekaniği denilecek yeni bir kuram doğmuş oldu. Bu kuram, maddenin parçacık ya da dalga olarak davranabileceği düşüncesini temel alıyor. Birçok bilim adamı bu devrimci fikirlerin klasik fizikten modern fiziğe geçiş noktası olduğuna inanıyor.

Parçacık çeşitleri
Proton, elektron ve nötrondan başka birçok atomaltı parçacık olduğu biliniyor. Bunların bazılarının varlıkları kanıtlanmış, bazılarınınsa birtakım olguları açıklayabilmek için yapılan hesaplar sonucu var olduklarına inanılmış. Şu anki bilgimizle, parçacıklar üç sınıfa ayrılıyor: Temel parçacıklar, karma parçacıklar ve bozonlar. Temel parçacıklar da kendi içinde İki gruba ayrılıyor: Leptonlar ve kuarklar.

Leptonlar
Diğer temel parçacıklar gibi lepton sınıfındakilerin de İç yapıları olmadığı düşünülüyor. Leptonlar yalnızca kendilerinden oluşuyor. Bu parçacıklar arasında elektron da var. Elektron bazen bir dalga gibi davranabilen parçacıklara iyi bir örnek. Bulut modelinde elektronun hareket etmekte olan bir buluta, bir lekeye benzediği düşünülüyor. Bazı bilim adamları elektronun hareketinin Mobius şeridine benzediğine inanıyor. Mobius şeridi, kendi içinde kıvrılan ve tek taraflı, sürekli bir yüzey oluşturan bir halkaya benziyor.

Üç lepton daha var: Muon, tau ve nötrino. Bir nötron, bir proton ve bir elektron vermek üzere parçalandığında bazen bir nötrino da açığa çıkıyor. Nötrino o kadar küçük ki, galaksimizi 12.000 kere bir baştan diğerine kat etse bile, başka bir şeyle tepkimeye girme olasılığı yalnızca % 50. Üç tür nötrino olduğu düşünülüyor.

Bilim adamları evrende bizim görebildiğimizden daha fazla madde olduğuna inanıyor. 1980'lerde ortaya atılan bir kuram, görünmez, ya da "karanlık" maddenin milyonlarca ufak nötrinonun buraraya gelmesiyle oluşan bir kütle olduğunu öne sürüyor. Daha yeni kuramlarsa, başka olasılıklar getiriyor.

Kuarklar
Evrendeki tüm diğer parçacıkların (leptonlar hariç) yapısında var olan ikinci temel parçacık kuark. Bu parçacıkların varlığı ilk kez 1964'te iki ayrı bilim adamınca, birbirlerinden bağımsız olarak ortaya atıldı. Bu bilim adamlarından biri olan Amerikalı fizikçi Murray Gell-Mann (1929 - ) yeni parçacıklara "kuark" adını verdi. Altı çeşit kuark olduğu düşünülüyor. Bunlara Aşağı, Yukarı, Tuhaf, Cazibe, Alt, Üst adları verildi. Kuarkların elektrik ya da manyetik bir yük dışında, bizim bilmediğimiz bir tür yük taşıdıkları kanıtlandı. Bu yük çeşidine "renk" deniyor ve "gölge" adı verilen üç farklı biçimde olabiliyor.

Antimadde
Bilim adamları antimadde diye birşeyin gerçekten var olduğunu ve anti parçacıklardan yapıldığını öne sürüyor. Her temel parçacığa karşılık gelen bir antiparçacık olduğu düşünülüyor. Örneğin, nötrinonun bir anti-nötrinosu, kuarkın da bir anti-kuarkı var. Anti-parçacıkların kütlelerinin kendilerine karşılık gelen parçacıklarla aynı kütleye, fakat tümüyle zıt enerji düzeylerine sahip oldukları söyleniyor. Aslında bu fikri doğru dürüst açıklayabilmek için koca bir kitap yazmak gerekir.

Karma parçacıklar
İsminden de anlaşılacağı gibi, karma parçacıklar çeşitli temel parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bunların arasında proton, nötron ve pion var. Pion, varlığı öne sürüldükten 12 yıl sonra, 1947'de keşfedildi. Bir kuark ve bir anti-kuarktan oluştuğu düşünülüyor.

Bozonlar
"Parçacık" terimi genellikle küçük bir madde parçasını belirtir. Maddeyle enerji arasındaki farklardan biri, enerjinin tersine maddenin kütlesinin olmasıdır. Bu noktada bozonlar işi karıştırıyor; bozonlar bir parçacık çeşidi, fakat bazı bozonlar enerji dalgaları içeren paketlerden oluşuyor. Foton, en tanınmış bozonlardan biri. Einstein, yüklü parçacıklar arasında elektrik ve manyetik kuvvetleri taşıyanın foton olduğunu söylemiştir.


Radyoaktif atomlar enerji saldıkları zaman, ışık da açığa çıkar. Işık dalgalardan oluşmuştur. Dalgacıklar halinde ilerler; fakat su dalgalarının tersine, ışık dalgaları "paketler" içinde hapsolmuştur. Foton, ışık dalgaları içeren bir pakettir. Bunu bir torbanın içinde sürünen bir yılan olarak düşünebilirsiniz. Yılan, dalga, torba da yılanı sarmalayan pakettir.

Işık dalgaları
Işığın çeşitli renkleri vardır. Aynı renk ışık, aynı frekansta titreşen fotonlardan yapılmıştır. Tüm renklerdeki ışığın hızı aynıdır, ancak farklı renklerdeki ışık dalgalarının enerji düzeyleri farklıdır ve eşit uzaklıkları kat ederken farklı frekanslarda titreşirler.

Parçacıkları parçalamak
Bilim adamlarının maddeyi daha basit biçimlerine parçalamakta kullandıkları bir makine var. Bu makineye parçacık hızlandırıcı deniyor. Bu makinelerin bazıları kilometrelerce uzunlukta yapılmış. Hızlandırıcının içinde çok yüksek hızlardaki parçacıklar birbirleriyle çarpıştırılıyor. Bazen belirli bir parçacık hedef olarak kullanılıyor ve başka parçacıklar tarafından bombardımana tutuluyor. Bazen de parçacıkların birbirleriyle kafa kafaya çarpışmaları sağlanıyor. Parçacıkların parçalanmasına yol açan bu çarpışmalar, birçok heyecan verici buluşa yol açıyor ve bilim adamları evrenin yapısını araştırmayı sürdürüyor.

İnsanın kuantum mekanik bedeni
Maddenin en küçük parçacığının atom olduğu zannediliyordu; sonra atomun, nötron, elektron ve protondan oluştuğu, en sonunda da maddenin olabilecek en küçük taneciklerinin kuantum tanecikleri olduğu saptandı. Kuantum tanecikleri "kuanta" adı verilen çok yüksek titreşimler halinde duruyor; verilen uygun bir dürtüyle maddeye, adet kanamasından, kirpiğe, kahkahadan gözyaşına, hormonlara kadar her şeye dönüşebiliyorlar. Zihin beden bütünlüğü de burada ortaya çıkıyor. Zihin de kuantum titreşimleri halinde enerji yüklü bir potansiyeldir ve uygun gördüğü emirlerle düşünceyi, maddeye dönüştürebilir.

Kuantum titreşimlerinden, kuantum tanecikleri, onlardan proton, elektron, nötron, atom, onlardan da molekül, hücre, dokular, organlar ve tüm birey ortaya çıkıyor. Basit bir örnek verecek olursak bir yolda yalnız yürürken, karşınızdan gelen bir köpek saldırganca size yaklaşırsa, bir anda, saniyeden daha kısa bir zaman içerisinde, korku ve endişe sonucu bedeninizde adrenalin salgılanır, sempatik sinir sistemi bir anda hâkimiyete geçer, kan basıncı artar, kalp hızlanır. Bütün bunların hepsi bir saniyeden az bir zaman içerisinde gerçekleşir. Görmenizle kaçmanız bir olur ve korku, sizde adrenalin denilen bir moleküle, maddeye dönüşür. Bu kaba örnek bile madde olmayan, zihin düzeyindeki bir düşüncenin nasıl maddeye dönüştüğünü göstermektedir. Korku, adrenaline dönüştüğü gibi mutluluk, üzüntü, hepsi maddeye dönüşür. Bu yüzden kuantum-mekanik beden olduğumuzu bilmemiz çok önemli. Günümüzde de tıp ilerledikçe insanın sadece organlardan oluşmadığı da araştırılıyor ve anlaşılıyor.


Kaynaktan (her şeyin bir ve aynı olduğu birleşik alandan) koptuğunuz zaman, kuantum düzeyiyle olan bu ilişki bozulur; kuantum mekanik bedene hâkim olma özelliği zayıflar. Fizyolojinizin organizasyonu, derin, kuantum düzeyinden değil, daha kaba düzeyden akar. Kendinizi tek ve ayrı bir canlı olarak düşünüp her şeyin "bir" olduğunu kavrayamaz; yaradılışın gerçek yasalarını çiğnerseniz, hatalı yaşar, davranır ve beslenirseniz, kuantum mekanik beden bağlantınızı, zihin-beden ilişkinizi kaybetmiş olursunuz.


Oysa, beden programımızı kuantum düzeyden yeniden organize edebilir, evrenin yaşam enerjisinin bedenimizi beslenmesini sağlayarak daha sağlıklı ve uzun bir yaşama sahip olabilir, tekrar iç doğamıza dönerek, kendimize yardım edebilir, mükemmel ruh ve beden bütünlüğünü yaratabiliriz

Çakralar
Çakralar insan bedeninde bulunan yaşamsal enerjiyi tüm vücuda dağıtan enerji merkezleridir.

Çakralar şu şekilde çalışır: Bedenimizdeki enerji dikey olarak hareket eder ve omurga boyunca yukarıdan aşağıya omurilikte dolaşır. Başta ve kuyruk sokumunun en ucunda söner. Çakranın kalbi işte bu omurilikten beslenir ve daha sonra bu enerjiyi yönetimi altındaki vücudun diğer bölümlerine dağıtır.

Çakralar canlıların bedeninde bulunan enerji odaklarıdır ve 7 temel çakra vardır. Bunlar vücudumuzun ön tarafında, orta kısımda aşağıdan yukarıya doğru sıralanmışlardır. Ayrıca 40 kadar ikincil çakra vardır. Bunların çoğu dalak, ense, avuç içi ve ayak tabanlarında bulunur. Bunlar da önemli işlevlere sahiptirler.

Canlıların beden, zihin ve ruhlarının uyum içinde çalışabilmeleri için çakraların da birbirleriyle uyumlu ve belli bir denge içinde olmaları gerekir. İşte Reiki özel pozisyonlar yardımıyla çakraların dengelenmesini sağlar.

TEMEL ÇAKRALAR
Taç Çakra
Üçüncü Göz Çakrası
Boğaz Çakrası
Kalp Çakrası
Solar Pleksus
Hara Çakrası
Kök Çakrası

ÇAKRALARIN FONKSİYONLARI
ÇAKRA 7: Vücudun tüm fonksiyonlarını kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Beyin ve sinir sistemi, iskelet sistemi, kaslar
Bağlı hastalıklar:
- Kemik, eklem ve kas ağrıları,
- Akıl ve sinir hastalıkları,
- Uykusuzluk, depresyon, aşırı duyarlılık
- Baş ağrısı

ÇAKRA 6: Sezgiyi kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Sinir sistemi
Bağlı hastalıklar:
- Yolculuk hastalıkları (vapur, uçak tutması.)
- Zeka geriliği
- Unutkanlık, korku, stres

ÇAKRA 5: Solunum sistemi ve 5 duyuyu kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Burun, ağız, boğaz, nefes borusu, akciğerler,
- Kulaklar, gözler, cilt
Bağlı hastalıklar:
- Öksürük, alerjiler, grip, astım, görme bozuklukları, cilt hastalıkları, işitme sorunları
- Tepkilerde yavaşlama, huzursuzluk

ÇAKRA 4: Kan dolaşım sistemini kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Kalp, damarlar, lenf bezleri
Bağlı hastalıklar:
- Kolesterol, yüksek tansiyon, düşük tansiyon,
- Kalp ve damar hastalıkları
- Sevgisizlik, anlaşılamama korkusu, kendine acıma

ÇAKRA 3: Sindirim sisteminin tüm fonksiyonlarını kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
- Mide, pankreas, safra kesesi, karaciğer, bağırsaklar,
- Böbrekler, dalak, mesane
Bağlı hastalıklar:
- Mide ülserleri, karaciğer hastalıkları, sindirim bozuklukları,
- İshal - peklik, pankreas iltahapları, böbrek enfeksiyonları
- Tatminsizlik, maddiyata bağlanma, aşırı sinirlilik

ÇAKRA 2: Cinsel organları kontrol eder.
İlgili sistem ve organlar:
Erkekte
- Penis
- Prostat
- Testisler
Kadında
- Vajina
- Yumurtalıklar
- Rahim
- Fallop tüpleri
Bağlı hastalıklar:
- Prostat iltihapları, cinsel sorunlar, rahim enfeksiyonları
- Cinsel soğukluk, iktidarsızlık, ağrılı ve düzensiz regller
- Erken boşalma
- Özgüven eksikliği

ÇAKRA 1: Enerji sisteminin merkezi.
İlgili sistem ve organlar:
- Tüm fizyolojik ve psikolojik beden, bağışıklık sistemi
Bağlı hastalıklar:
- Fiziksel ve psikolojik direncin kırılması
- Duygularda belirsizlik ve kararsızlık

Eterik beden nedir?
Eterik beden şekil ve boyut olarak fiziksel bedene benzer ve hayat enerjisini mide çakrası yoluyla güneşten, ve kök şakra yoluyla dünyadan alır. Bu enerjiyi depolayarak çakralar ve kozmik enerji taşıyan 350.000 görünmeyen enerji odaklarına dağıtır; bunlar da bu enerji ile sürekli olarak fiziksel bedende akan enerji şebekesini besler.

Organizmanın enerji ihtiyacı tam olarak karşılanmışsa, eterik beden aşırı enerjiyi çakralardan ve deri gözeneklerinden dışarıya verir. Gözeneklerden çıkan enerji akımı 5 cm. kadar uzakta durur ve auranın bir parçası olan eterik aurayı oluşturur. Bu ışınlar fizik bedeni koruyucu bir tabaka gibi kuşatır. Hastalık yapıcı mikropların ve zararlı maddelerin bedene girmesini engeller ve aynı anda çevreye sürekli bir yaşam enerjisi yayar.


Bedenin doğal ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan bir yaşam tarzı (stres, sağlıksız beslenme, aşırı alkol, nikotin ve ilaç kullanımı) ile birlikte olumsuz düşünceler ve duygular da eterik yaşam gücünü harcayıp enerji yayılımının kuvvetini ve yoğunluğunu azaltır. Böylece aurada bir takım zayıf bölgeler oluşur. Usta biri auradaki bu hastalık yapıcı mikropların bedene girmesine neden olan gedikler ve çatlakları görebilir. Ayrıca, yaşam enerjisi bu çatlaklardan dışarı sızabilir. Bu yüzden eterik beden sağlık aurası olarak da bilinir ve hastalıklar daha ortaya çıkmadan yapılan bir eterik beden taramasında teşhis ve tedavi edilebilirler.

AURA NEDİR?
Aura , Yunanca’da ‘soluk’ anlamına gelen ‘avra’ kelimesinden gelmektedir.Aura, canlıların bedenini saran yüksek enerji yüklü alana verilen addır ve bedenimiz üzerinde yaklaşık 3 mm.lik bir manyetik alan oluşturur. Biz buna evrensel enerji alanı diyoruz. Bu enerji alanının madde ve tüm cisimler üzerinde düzenleyici bir etkisi vardır. Aura normal insan gözü tarafından algılanamaz; ancak duyuların geliştirilmesiyle çıplak gözle görülebilmesi mümkündür.

İnsanın enerji alanı gücünü sürekli olarak evrensel enerjiden alır ve kullanıldıkça yerine yenisi konulur ve çoğalır. Evrensel enerjiden kendimizi beslemek ve böylece ışık saçan bir varlığa dönüşebilmek için istediğimiz kadar alabiliriz.

1900 yılından beri bir çok bilim adamı yaptıkları tıbbi araştırmalar sonucu aurayı keşfetmiş ve onun yardımıyla bir çok hastalığı teşhis edebilmişlerdir.

Kendi auranızı nasıl görebilirsiniz?
Loş bir odada rahat bir koltuğa oturun. Ellerinizi hızla 20 saniye kadar birbirine sürtün; ellerinizi avuçlarınız birbirine bakacak şekilde 5 cm kadar aralıklı tutun. Aralığı bozmadan ellerinizi ileri geri oynatmaya başlayın. Bu arada avuçlarınızın arasına gözlerinizi odaklamadan bakmaya başlayın. Auranız soluk renkli bir duman seklinde görünmeye başlayacaktır. Bu çalışmayı sıkça tekrarladığınızda, aurayı çok daha süratli görebildiğinizi fark edeceksiniz. Bu durumda artık ellerinizi birbirine sürtmenin gereği kalmaz ve sadece aurayı görmeye konsantre olmanız yeterli hale gelir. Bu yolla vücudunuzun diğer uzuvlarının da aurasını görebilirsiniz. Sağlıklı aurada çeşitli renkler göreceksiniz.

Başkasının aurasını nasıl görebilirsiniz?
Auranızı görmeye alıştıktan sonra başkalarının da aurasını görebilirsiniz. Bunun için gene loş bir ortamda aurasını görmek istediğiniz kişinin yaklaşık 2m uzağında durarak gözlerinizi odaklamadan bakın ve aurayı görmeye odaklanın. Bir süre sonra kişiyi çevreleyen duman şeklinde haleyi fark edeceksiniz. Bunu değişik kişilerde deneyerek tecrübenizi arttırabilirsiniz; Pek çok kişi oldukça sağlıksız bir yaşam sürdürdüğünden auraları çok dar, kırıklı ve gri renkli olur. Ancak ruh ve beden sağlığı yerinde ve hayat dolu kişilerde auranın geniş, kesiksiz ve renkli olduğunu göreceksiniz. Yapacağınız pratikler, zamanla karşınızdakinin sağlık durumu ve rahatsızlık bölgeleri ile ilgili fikir sahibi olmanızı sağlar.

Eterik beden nedir?
Eterik beden şekil ve boyut olarak fiziksel bedene benzer ve hayat enerjisini mide çakrası yoluyla güneşten, ve kök şakra yoluyla dünyadan alır. Bu enerjiyi depolayarak çakralar ve kozmik enerji taşıyan 350.000 görünmeyen enerji odaklarına dağıtır; bunlar da bu enerji ile sürekli olarak fiziksel bedende akan enerji şebekesini besler.

Organizmanın enerji ihtiyacı tam olarak karşılanmışsa, eterik beden aşırı enerjiyi çakralardan ve deri gözeneklerinden dışarıya verir. Gözeneklerden çıkan enerji akımı 5 cm. kadar uzakta durur ve auranın bir parçası olan eterik aurayı oluşturur. Bu ışınlar fizik bedeni koruyucu bir tabaka gibi kuşatır. Hastalık yapıcı mikropların ve zararlı maddelerin bedene girmesini engeller ve aynı anda çevreye sürekli bir yaşam enerjisi yayar.

Bedenin doğal ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan bir yaşam tarzı (stres, sağlıksız beslenme, aşırı alkol, nikotin ve ilaç kullanımı) ile birlikte olumsuz düşünceler ve duygular da eterik yaşam gücünü harcayıp enerji yayılımının kuvvetini ve yoğunluğunu azaltır. Böylece aurada bir takım zayıf bölgeler oluşur. Usta biri auradaki bu hastalık yapıcı mikropların bedene girmesine neden olan gedikler ve çatlakları görebilir. Ayrıca, yaşam enerjisi bu çatlaklardan dışarı sızabilir. Bu yüzden eterik beden sağlık aurası olarak da bilinir ve hastalıklar daha ortaya çıkmadan yapılan bir eterik beden taramasında teşhis ve tedavi edilebilirler.

MİKRO VE MAKRO DA UZAY BOŞLUĞU VAR MIDIR?

  Bir atom çekirdeğinin, bir futbol topu büyüklüğünde olduğunu varsayarsak, elektronlar bunun çevresinde, çapı 5 kilometre genişlikte bir çember üzerinde dönebilir. Eğer, Güneş Sistemi'nin bütününü düşünürsek orada da benzer bir düzen vardır. Tüm gök cisimlerinin arasındaki boşluğa ise "uzay boşluğu" dendiğini hepimiz biliyoruz.
  Elektronlar yani atom altı parçacıklar arasındaki alana da
"boş uzay" denir. Boş uzay olarak adlandırılan bölge ne işe yarıyor ? Olmasaydı ne olurdu diye sorabiliriz? Öncelikle bu boş uzay olmasaydı her şey inanılmaz derecede küçülürdü.
  Örneğin bir insanı meydana getiren atomların, insana asıl ağırlığını veren çekirdeklerini bir araya getirmek mümkün olsaydı, insan, gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre haline gelirdi. Fakat ağırlığı yine o insanın ağırlığına eşit olan bir zerre. Boş uzay da bulunan her parçacık, kendi yasalarına değil, o alanın yasalarına tabiidir. O halde atom, katı bir birim olmayıp aralarında belli uzaklıkların bulunduğu parçacıkları içeren boş uzaydan meydana gelmiştir. Bu parçacıkların şaşılası özelliklerinden biri de ikili özellik göstermeleridir. Yani bazen parçacık, bazen de uzayın derinliklerine uzanan dalgasal yapıya sahiptir. Dalgasal yapıları nedeniyle tüm uzayı doldurmaktadırlar ve bu yüzden aslında boş uzay diye bir şey yoktur. Tüm evren; enerji ve bu enerjinin belirli bölgelerde yoğunlaşmasından oluşmuş maddi sistemlerle doludur. Yok oluş değil yoğunlaşma ve çözülme vardır.

Madde, küçük ama birbirinden uzak damlalar halinde yoğunlaşmış enerjidir. Madde ve enerji tek bir şeydir ve sürekli olarak birbirine dönüşmektedir. Aynı gerçekliğin iki farklı tezahürünü oluşturmaktadır. Buradan da anlıyoruz ki gerek atomun organizasyonu yani mikro evren diyeceğimiz oluşum gerekse makro evrenimizin organizasyonları arasında benzerlik, paralellik vardır. Bu organizasyon, anlamsızlığa değil, bilimsel ilerlemeler sayesinde, bizim adım adım keşfettiğimiz bir anlama sahiptir. Kuantum kuramını anlamak için atom modelini kavramak çok önemlidir. Mikro kozmosta geçerli olan yasaları kavramak makro kozmosun yasalarını ve işleyiş düzenini kavramamıza da neden olacaktır.
  Ne enteresandır ki yüzlerce yıl önce yaşamış ve çok çeşitli kültürlere damgasını vurmuş mistikler de maddenin yapısı ve özü hakkında bugün yeni fiziğin ortaya koyduğu gerçeklere son derece yakın tanımlamalarda bulunmuşlardır. Bu bir tesadüf olabilir mi? Örneğin, Çin bilgeleri evrenin
"Chi" denilen gaz veya eterden oluştuğunu söyler. "Chi",uzayda hareket eden, yoğunlaşınca madde olan hayati enerjidir. Hinduizm'de Brahman, Budizm'de dharmakaya sözcükleri aynı anlama gelir. Bu enerjinin hem ruhsal hem de maddesel özellikte olduğu kabul edilir.
Yeni fiziğe göre maddeyi oluşturan atom, bizim sert, tek ve bütünmüş gibi algıladığımız kum tanesi gibi katı değildir. Bir kum tanesi milyonlarca atomdan oluşur. Her atom ise yüzlerce mikroskobik parçacığın sürekli devindiği bir küçük evrendir. Nasıl ki Samanyolu galaksisinde sayısız yıldız, gezegen ve çeşitli gök cisimleri varsa, bu cisimlerin birbirine göre hareketi, uzaklığı, etkileşimi, birbiri üzerinde yarattığı çekim kuvvetleri varsa, bir atomun yapısındaki parçacıklar arasında da buna benzer bir yapısal düzenleme ve dinamizm vardır.
  Atom altına, yani maddenin derinliklerine indikçe anlaşılan,
"temel yapı taşları" değil, bütün parçacıklar arasında varolan karmaşık ilişkiler dokusudur. Parçacıklar arasında karşılıklı etkileşim ve bütünsel bir davranış vardır. Birinin yarattığı bir etki tümünü ilgilendirir. Atomu bir mikro evren dünyamızı da bir makro evren olarak kabul edersek aslında mikroda geçerli olan yasalar makro da da geçerlidir.
  Örneğin ailemizdeki bireylerden birinin yaşadığı, iyi veya kötü olarak nitelendirdiğim
iz bir olaydan hepimiz şöyle ya da böyle bir şekilde etkilenmiyor muyuz? Bunu daha da genişletirsek şehrimizdeki, ülkemizdeki, dünyamızdaki çeşitli olaylar ve haletlerden de benzer şekilde etkilenmiyor muyuz? İşte bu atom altında geçerli olan bir yasanın yani etkileşim ve bütünsel davranışın günlük hayatımızda da geçerli olmasıdır.

 

YENİ BİR METAFOR VE DÜNYA GÖRÜŞÜ 

  Klasik fizik, Ortaçağ ve Yunan Felsefesinin ve kökleri eski Mısır’a kadar uzanan kadim bilgeliğin yaşayan, canlı, amaç ve zeka dolu, tanrı sevgisinin insanın yararına kullanıldığı kozmosunu almış, ölü, tıkır tıkır işleyen cansız-ruhsuz bir makineye dönüştürmüştür.
Kopernik devrimi dünyayı yerinden oynatmış, dolayısıyla insanları da dünyanın merkezi olmaktan çıkarmıştır.
  Newton’un devinim üzerine üç kuralı ve oluşturduğu mekanik güneş sistemi modeli tamamıyla cansız bir yaşam taslağıdır. Nesnelerin hareket ediyor olmalarının nedeni belirli ve sabit kuralları izliyor olmaları, soğuk sessizlik, bir zamanların coşkulu ve büyülü anlayışının üzerine gölge düşürdü. İnsanın, yaşamın evrim süreçlerinin ve bilincin tüm kozmosa yayılabilen etki alanının sanki bu koskoca mekanik makinenin çalışmasıyla hiçbir ilgisi yoktu…

  Tarih boyunca kendimiz ve evren içindeki yerimizle ilgili algılayışımızı günün geçerli fiziksel kuramlarına dayandırmanın bedelini şu anda da çok pahalı ödüyoruz ve ödemeye de devam edeceğe benziyoruz…
  Tam 300 yıldır, fizikçi olsun olmasın herkesin kişisel felsefesi, kimlik arayışı, diğer insanlar ve dünyayla ilişkisi, kasvetli-mekanik Newtoncu görüşün izini taşıyor.
Marx’ın tanımladığı tarihin değişmez yasaları, Darwin ’in kör evrimci mücadelesi ve Freud ’un insan ruhunun her sorunu salt cinselliğe indirgemesi; tümü de, büyük ölçüde ilhamlarını Newton ’nun katı fizik kuramından alarak, bizi kendimizden ve evrenden kopuşa ve yalnızlığa mahkum etti.
  Günlük yaşamımızın her evresiyle ilişkide olan o bir sürü teknolojik araç gereç, bilincimize öyle derin nüfuz etmiştir ki hepimiz kendimizi bu mekanik aynalarda görmeye başladık. Bu nedenle de insani sorunlar büyümeye; sevgi, anlayış, şefkat, yardımlaşma, dayanışma gibi ruhsal yasaların yeryüzündeki uygulama alanları daralmaya başladı.

  Depresyon ve Mekanistik Anlayış
  Günümüz insanının çok sık şikayet ettiği depresyon, stres, yaşamın anlamıyla ilgili sorulara yanıt bulamama, amaçsızlık, sıkıntı ve yabancılaşmanın artmasının asıl nedeni; bölen, ayıran, parçalayan mekanistik anlayışların tümüne aittir.
  Kutsal olan hiçbir şeye hürmet göstermeyen büyük çoğunluktaki çağımız insanının bu anlayışı, evren ahengiyle uygun olmayan hesapsız işleri; sayıları gittikçe artan maddi yapılaşmayla katılaşarak birleşti. Bilinçten ve maddenin asıl anlamından kopmamıza neden oldu.
Mekanistik dünya görüşü yaşamlarımızı ve düşüncelerimizi hala böyle etki altında tutarken Newtoncu fiziğin heyecanının da çoktan geçmiş olması ironik bir durumdur. Tabii ki hala dinamoları çalıştıran, insanı uzaya gönderen fizik Newtoncu fiziktir ama artık yaratıcı fiziksel düşüncenin ön planında değildir.
Günümüzde Newtoncu fiziğin daha alt seviyede bir fen bilgisi eğitimi olduğu düşünüldüğünden önde gelen üniversitelerde klasik fizik dersi verilmemektedir. Onun yerine şimdi fizik biliminin uygulanışını kökünden değiştirmiş olan “Yeni Fizik”, Einstein ’in görelilik kuramı ve kuantum mekaniği var.

  Görelilik ve Kuantum Kuramı
  Görelilik kuramı fizik biliminin uygulanmasına önemli katkılarda bulunmuş olsa da yeni bir dünya görüşüne öncü olamamıştır. Einstein ’in yanlış yorumlanması, tarih ve antropoloji alanında
‘görelilik’ (rölativite) adlı bir akımın çıkmasını sağlamışsa da görelilik kuramı yüksek hız ve çok büyük uzaklıklar fiziğiyle ilgilidir, ancak kozmolojik ölçekte kendini gösterir ve yere bağımlı günlük yaşantımızda hiçbir şekilde yeri yoktur. Kuantum fiziği ise farklıdır. Atom taneciğinin içindeki mikro dünyanın fiziği olarak bize, gördüğümüz her şeyin iç işleyişini ve en azından fiziksel olarak ne olduğunu anlatır.
  Bedenlerimiz de dahil madde dünyası atomlardan ve onların daha küçük bölümlerinden oluşmuştur ve bu temel gerçekliğin küçük parçalarını yöneten yasalar günlük yaşamımızın her yanına yayılmıştır. Bir tek foton ya da ışık parçacığı optik sinirin duyarlığını etkiler. Belirsizlik ilkesi, yaşlanmaya katkıda bulunan genetik hataların birikmesinde ve bazı kanser çeşitlerinin gelişmesinde ve hatta evrimin oluşumunda da aynı ölçüde rol oynayan elektronları yönetir. Benzetme düzeyinde, kuantum fiziği imge yönünden günlük yaşamın deneyimlerine uyarlanabilecek kadar zengindir. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi çoktan sosyolog ve psikologların diline girmiş; kuantum sıçraması deyimi artık her türlü ani değişiklik durumunu tartışırken kullanılan bildik bir deyim haline gelmiştir.

  Belirsizlik İlkesi
  Belirsizlik ilkesine göre dalga ve parçacık tanımlamaları birbirlerine engel olurlar. Varoluşun tam anlamıyla anlaşılması için her ikisinin de aynı anda ulaşılır olması gerekirken, belli bir zamanda ancak birine ulaşmak mümkündür. Bu durumda, ya elektron parçacık konumundaysa onun kesin durumunu ya da dalga konumundaysa momentumunu (hızını) ölçebiliriz. Fakat asla ikisini birden aynı anda ölçemeyiz.

Yeni bir metafor ve dünya görüşü
  Kuantum fiziğinin fiziksel ve ruhsal dünya hakkında söylediklerinden doğal olarak yeni bir metafor ve dünya görüşü kaynaklanır. Bu dünya görüşünün özellikleri; yeni fiziğin niye yeni olduğunu tartıştıkça ve yeni fizik bilinciyle bakarak, insan felsefesine ve insan ilişkilerine yani psikolojiye nasıl uygulandığını gördükçe daha da netleşecektir. Kuantum kuramı şimdiye dek ortaya atılan en başarılı fizik kuramıdır. Deney sonuçlarını ancak birkaç desimal nokta kaymasıyla doğru olarak önceden hesaplayabilir. Fakat her nasılsa bu ön tahminleri ve sonuçları açıklayamadığı için genel denklemlerden yeni gerçeklik ortaya çıksa da, buluşlarıyla insanın hayal gücünü canlandıran bu ‘yeni dünya görüşü’ henüz yeterince anlaşılmış değildir.

  Kuantum Kuramı ve Günlük yaşam
  Kuantum kuramının tamamlandığı son altmış yılda kuantum fizikçileri arasındaki yaygın görüş, kendilerinin gerçek dünyayla ilgili ne bir şey söyleyebilecekleri, ne de söylemeleri gerektiğidir. Yapabilecekleri en  emin şeyin denklemler sonucu tahminlerde bulunmaya devam etmek olduğunu söylerler. Ve bu katı söylem kuantum kuramıyla günlük yaşam arasında yapılacak yeni sentezlerin oluşumunu aksatmaktadır. Bu aşırı bilimsel ve
“gerçekçi olmayan” görüş, Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından yapılan kuantum kuramının Kopenhag yorumu olarak bilinir.
   Fizik, her şeyin olasılıklar denizinde yüzdüğü ve hiçbir şeyin sabit bir yerde varolduğundan söz edilemeyen, kuantum seviyesindeki olayların garip ve belirsiz doğasından etkilenerek bu görüşü şiddetle savunmuştur. Bu görüş kuantum kuramcıları ve onların felsefi izleyicileri arasında atom-altı parçacık seviyesinde gerçeklik olmadığı, hatta bazı durumlarda gerçeklik diye bir şey olmadığı şeklinde saçma ve asılsız söylemlerin ya da teorilerin oluşmasına da neden olmuştur ki tamamen yanlış anlaşılmış faraziyelerdir. Oysa nesnelerin varolduğu gerçek bir dünya vardır ve bizler o gerçek dünyada her gün soluk alıp-vermekteyiz. Kuantum kuramının yeni metafor oluşturması ve çağımızın ana felsefesi olabilmesi için, hakkında günlük yaşamın gerçekleriyle ilgili olarak çok konuşulması ve çok örnek verilmesi gerekir.

 

YENİ EVREN ANLAYIŞINDA ELEKTRON

  Yeni evren anlayışı dalga/parçacık ikiliği üzerine kurulacağa benziyor. Çok temel olduğu ve başka hiçbir şeye ya da işleme indirgenmediği için dalga/parçacık ikiliği, zihinselle fizikselin kökenini ve bunların her biriyle neyi kastettiğimizi görmemizi sağlar. İki ya da daha fazla parçacıklı herhangi bir kuantum sisteminde, her parçacık "hem şeylik hem de bağıntılık" özelliğine sahiptir. Birincisi parçacık olmasından, ikincisi de dalga olmasından kaynaklanır. Dalga özelliği yüzünden kuantum sistemleri bileşen üyeleriyle aralarında klasik sistemlerde olmayan yakın ve tanımsal bir ilişki sergilerler.
  Örneğin, eğer elimizde Newton'un bilardo toplarından bir kutu olsa, bunların birbirleriyle bir çeşit ilişki içinde olduğunu söyleriz. Birbirlerine çarpıp, birbirlerinin durum ve momentumlarını değiştirirler. Aynı zamanda birbirlerini yerlerinden oynatırlar. Yerçekimi gücüne göre birbirlerini çekerler ve eğer elektrikle yüklenirseler birbirlerini yüklerine göre çeker ya da iterler. Eğer bazıları daha yükseğe ve daha çok sıçrıyorsa bunlar daha alçağa sıçrayan az hareketliler üzerinde baskın çıkarlar.
  Ancak bunların hepsi dışsal ilişkidir. Topların davranış biçimlerini etkiler fakat içsel özelliklerini değiştirmezler. Aralarında cereyan eden güçlere rağmen, yuvarlaklıklarını, sıçrama özelliklerini koruyup her biri kendi kütle, durum ve momentumuna sahip olan ayrı birer bilardo topu olarak kalır.
Fakat benzer bir kutudaki sıçrayan elektronlar birbirleriyle farklı bir şekilde ilişkiye geçerler. Çünkü elektronlar aynı anda hem dalga hem de parçacıklardır (aynı anda her biridirler).
  Dalga yönleri birbirine karışacak, iç içe geçip birleşecek ve içsel özellikleri (kütle,yük,dönüş hızı, durum ve momentum) diğer elektronlarla birbirlerinden ayrılmayacak bir hale gelecek varoluşsal bir ilişkiye gireceklerdir. Hepsi bu ilişkiden etkilenecek, ayrı birer şey olmayı bırakıp bir bütünün parçaları olacaklardır.
  Bütün, bir bütün olarak, belli bir kütle, yük, dönüş hızı, vs.ye sahip olur. Fakat bu oluşuma hangi elektronun katkısının ne olduğu tamamıyla belirsizdir. Aslında artık bireysel özelliklere sahip bileşen elektronlardan söz etmek anlamsızdır. Bütünün gereklerini yerine getirmek üzere sürekli biçim ve konu değiştiren elektronlardan söz etmek hem yeni fiziğe hem de metafizik ilkelere daha uygun olacaktır.

ELEKTRONUN ŞUURU VAR MI ?

  Modern biyoloji bilgisini dikkate alıp, Alfred North Whitehead ve David Bohm gibi felsefeci ve fizikçilerin en temel atom-altı parçacıkların bile içlerinde çekirdek düzeyinde şuur özellikleri taşıyabileceklerini ileri sürdükleri önermeleri ciddiye alırsak, bu gibi sorular sormamak olanaksız olur.
  Yeni fizikçilerin dünyanın zihinsel ve maddi yönlerinin ortak kaynağı olan daha temel bir gerçekliği tanımlaması, bilinen kuantum gerçekliği ve dalga/parçacık ikilemine çok uygun düşer ve bu görüş ileri gelen kuantum fizikçilerince paylaşılır.
  Örneğin fizikte uzun yıllar kariyer yapmış olan David Bohm, Spinoza ve Whitehead spiritüel düşünce biçiminden etkilenmiş, yeni bir evren tasarımında ruhsallığın önemini fark etmiş bilim adamlarıdır.
 
"Şuur ve madde, tek bir sürecin uygulamada değil düşüncede ayrılan biçim ve içerik gibi iki yönüdür. Daha doğrusu tüm gerçekliğin temeli olan bir tek enerji vardır. Bu sürecin zihinsel ve maddi yönleri arasında hiçbir zaman kesin bir ayrılık yoktur" diyen yeni fizikçilerin yüzyılımızı etkilememeleri pek mümkün olamayacak gibi gözüküyor.

  Her ne kadar bazılarımız bu yeni gerçekliğe gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatıyorsak da, değişim rüzgarları fizik yönünden de esmeye başladı. Hem Bohm hem de ondan önce Whitehead ve Chardin için, oluşu halindeki bu gerçeklik görüşü, parçacık fiziği seviyesinde şuur öncesi özelliklerin varlığını göz önüne almalarına yol açmıştır.
 Yeni fiziğin yaptığı modern araştırmalarda, bir elektron ya da bir foton (
ya da herhangi bir başka temel parçacık) garip bir şekilde etrafındaki değişimleri fark edip ona göre davranıyor. Bu en azından deneysel koşullar altında doğrudur ve bu durum gözlem sorunun daha gizemli sonuçlarından biridir.
 David Bohm atom-altı parçacıkların
"bilme" özelliklerini örneklemek için güzel ve anımsatıcı bir benzetme kullanır. Elektronun laboratuardaki hareketlerini bale yapan dansçıların müzik eşliğinde dans edişleriyle kıyaslar. Partisyon, her bir dansçının adımlarına rehberlik eden ortak bir bilgi havuzu gibidir.
Carl Gustav Jung
"Kolektif Şuuraltı" kavramıyla bu ortak bilgi havuzunu ya da bir tür bilgi bankasını anlatmak istemiştir.
 Bohm 'a göre
"söz konusu elektronlar olunca, partisyon tabii ki dalga fonksiyonudur. Elektronlar, klasik fizik kurallarına uygun olarak birbirlerini mekanik bir biçimde itip çekecekleri yerde tıpkı dansçılar gibi aynı bilgi hazinesine dayalı olarak eylem dizisine katkıda bulunurlar."
 Her bir elektron sadece kendi dalga paketinde, partisyonda kendisine düşen bölümde gizli bilgi ya da anlam karşısında hassas olmakla kalmaz, aynı zamanda kuantumun karşılıklı etkileşimine bağlı olarak bütün bu durumdaki gizli bilgiye; diğer elektronların hareketlerine, deneysel cihazların tasarımına ve hatta fizikçinin şuurlu niyetlerine belli bir yerden olmamak koşuluyla yanıt verir. Bohm 'a göre bu paylaşılan bilgi, bu ortak
"bilme" elektronun temel, şuurlu farkındalığını gösterebilir.
 Öyle anlaşılıyor ki kuantum olaylarında bu anlamlı olasılıklar varsa, yeni fizikte de bizim maddi dünyaya bakışımızı değiştirmeye çalışan ruhsallık var.
 Elektronun temelde şuurlu bir farkındalığı ve bizim şimdi anlayamadığımız bir tür biliş halinin oluşu, spiritüel bilgilerin aktarmış olduğu
"META BİLGİYE" danışmayı gerektiriyor. Fizik ötesi meta bilgilere göre; "Atom altı parçacıklar da aslında bütüne hizmet etmektedir. Bir tek atom bile parçacıkların organizasyonuyla oluşmuş şuurlu bir sistemdir.Ve bu şuurlu sisteme insan da, şuur enerjisiyle katılımcı olmaktadır. Yani maddeyi şuurdan ve insandan yalıtık göremeyiz."
  Newton fiziğinde,
'insan doğal olayları sadece gözlemleyebilir' anlayışı vardı ve bu inanç atom fiziğindeki keşiflere kadar sürdü. Ancak atom fizikçileri atom altı dünyanın sırlarını anlamaya çalışırken son derece şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştılar. Atom altı parçacıklar deneyi yapan bilim adamının şuuruna tabi oluyordu ve o kişi onları nasıl görmek isterse öyle davranıyorlardı. Bilim adamı parçacık olarak görmek isterse parçacık tezahür ediyordu, dalgasal görmeyi isterse dalgasal özelliklerini tespit ediyordu. Üstelik aynı deney, aynı şartlarda ve aynı optik cihazlarla yapıldığı halde deneyi yapan bilim adamı değiştikçe sonuçlarda farklı oluyordu.
  Bu örneğe günlük yaşamda da rastlamak mümkün. Aynı kişilerle aynı ortamda birbirine benzer olaylar dizisi yaşamak her zaman mümkündür. Ama bu olaya katılan kişilerin bilgiyi algılama, uygulama kapasiteleri her an değişmekte olduğundan aynı olayı iki kere benzer şekilde yaşamak mümkün değildir.
  Heraklaitos bu konuda
"Aynı ırmakta iki kere yıkanamayız" demiştir. Hiçbir şey bilinir ve önceden saptanır değildir. Katılımcılar ve gözlemcilerle her olgu sürekli bir değişime ve yenilenmeye tabidir. Atom altında kesinlikle olması gereken fenomenlerin, önceden bilinir tezahürler yoktur; çünkü atom fiziği, insan ile madde arasındaki ilişkinin önemini ortaya çıkarmıştır. Bu ilişkide en önemli aktörlerden biri de gözlemcinin kendisi yani deneyi yapan kişinin beklentisi, düşünce gücü ve şuurdur. Aynı şartlarda hazırlanan deneyin sonuçları, gözlemciden gözlemciye farklılık gösterir, çünkü farklı beklentiler farklı tezahür süreçlerini doğurmaktadır. Bu durumu, "Belirsizlik ilkesini" öne süren fizikçi Werner Heisenberg şöyle açıklar:
 
" Gözlemci, gözlediğini sırf gözleme eylemiyle başkalaştırır. Bu ise şuurun fiziki evrende rol oynadığının kabulüdür. Yeni fiziğin ortaya koyduğu en şaşırtıcı gerçek budur.Yeni fiziğe göre, bir fizikçinin aynı yöntem ve araçları kullansa bile diğer fizikçilerin deney ve gözlemlerinin aynısını elde etme zorunluluğu yoktur. Çünkü deney gözlemcinin şuuruna tabidir. Bu nedenle 'gözlemci' değil 'katılımcı' vardır denmektedir. Atom altı fenomenler parçacık ve dalga özelliğinden dolayı önceden kesinlikle tahmin edilememekte birde katılımcı faktörü eklenince ancak belli olasılıklardan söz edilebilmektedir. Yani Alice Harikalar Diyarını ya da Bin bir Gece Masallarını andıran bu sihirli dünyada önceden bilirlik olamaz. Katılımcı etkin bir güçtür ve insanın katılımcılığım ne yönde kullanacağı bir anlamda hem bireysel hem gezegensel geleceğimizi oluşturur. "

ORGANİZE EVREN

  Sebebe dayalı bir evrenden varlığı gayeli bir evrene geçmek, bütün teşkil eden bütün parçaların iddia edilen iç bağımsızlığı, Burr 'ün yer çekiminin bütün olayların düzenlenmesine hükmeden bir asıl alan olduğu iddiası klasik fiziğe ait temel düşüncelere tamamen aykırı görüşlerdir. Felsefeci Geoffry Chew 1968'de 'kendi kendine ayakta durma felsefesi' diye adlandırdığı dünya görüşünde böyle kökten bir hareketi formüle etti. "Evren kendi kendine ayakta durmaktadır." Kendi kendine ayakta durma felsefesi Newton tarafından öne sürülen kabulden mekanik dünya görüşüne bir ret teşkil eder. Artık dünyaya, temel özellikleri olan temel unsurlardan var edilmiş olarak bakamayız.

 Bilimsel anlamda alan nedir?
  Yeni bir bilim olan Psiko nöromünoloji, telkinin vücuttaki bağışıklık sistemini nasıl harekete geçirdiğini inceler. Beyin fizyolojisini ayrıntılı olarak ele alan araştırmacılar fikir ya da inançtan, nöronlara uzanan sebep-sonuç zincirini izlemeye çalışıyorlar. Öyle ki bir fikir ya da inancın etkisiyle nöronlar, hastalık ve dengesizlikle savaşmak üzere beyaz kan hücrelerini arttıran bağışıklık sistemini harekete geçirecek sinyalleri hipotalamusa ve hipofiz bezine göndermektedir. Bir düşünce nöronlar vasıtasıyla kaslara ve organlara iletilen bir biyoelektrik sinyale nasıl dönüştürülmektedir? Cevap muhtemelen tüm canlıların bir parçası olduğu keşfedilen biyoelektrik alanların yapısında yatmaktadır.
Chi denen eski Çin'deki vital (hayatsal) enerjinin Mesmer'in canlısal manyetizmin, Reich'ın orgon enerjisi'nin, Harold Burr tarafından keşfedilen L-alanları 'nın ya da Rus bilim adamları tarafından bio plazmik, Çekoslovak bilim adamları tarafından psikotronik denen biyoelektrik enerjinin, aynı gerçekliğin farklı adlarla ifadesi olduğu bir gün anlaşılabilir. İngiliz Matematikçi G.D. Wasserman bu enerjiye
"morfo genetik alanlar" ya da "M-alanları" dedi. Bu terim Rupert Sheldrake tarafından geliştirildi. 1981 'de yayınlanan Yeni Hayat Bilimi (New Science of Life) adlı kitabında bu alanları, mümkün, yapısını ve rolünü ana hatlarıyla anlatır. Morfo genetik terimi, yani "varlık haline gelen şekil", bedenin alana göre şekillendiğini, alanın bedenden yayılmadığını ifade etmektedir. Alan bedensel (maddesel) tezahürden önce gelir, büyüme akışını yönlendirir ve bedeni değiştirir. Evrende dev zihinsel bir alan neden olmasın ? Evren empresyonist bir resimdeki boya darbelerinde olduğu gibi bağımsız, toplama parçalar olarak anlaşılamaz. O bir hologramdır, içinde, ağın her parçasının bütünün yapısını belirlediği, birbiriyle bağlantılı olayların faal olduğu bir ağdır.

  Bilim dünyasında kuantum gerçekliği
  Kimse bakmadığı zaman atomun ne yaptığı sorusunu açıklamak ve kuantum ölçme problemini çözmek için bilim dünyasında en azından sekiz farklı kuantum gerçekliği resmi öne sürülmüştür. Bir kuantum sıçraması sırasında gerçekten ne olur?

 Derin gerçeklik yoktur
  İlk olarak ünlü kuantum öncülerinden biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından formüle edilen kuantum gerçekliği sadece olayların "gerçek" olduğunu savunur. Olaylar ağaç, kaya, yıldızlar ve fizikçinin ölçüm aletleri olan Geiger sayaçları, balon odaları gibi gözümüzle gördüğümüz şeylerdir. Bunlar hiç kuşkusuz gerçektir. Ancak, atomların kendileri bu kadar gerçek değildir. Onları sadece ölçümlerin sonuçlarından dolaylı olarak biliyoruz.
  Fizikçiler atom dünyasıyla kurulan bu dolaylı ve eksik temaslara göre atomun neye benzediğini resimlemek için tıpkı kör bir adamın fili tarif etmeye çalışması gibi çok uğraşmışlar ve bu görünmez dünyanın sıradan bir resmini oluşturma girişimlerinde amaçlarına ulaşamamışlardır.
1920'lerin sonlarında Bohr atom dünyasının ağaç, kaya ve taşlar gibi bir gerçekliğe sahip olmadığı için insanlar tarafından asla resimlenemeyeceğini savunmuştur. Bohr 'un inancına göre, atomların var olduğu kesindi, fakat var olma şekilleri, yalnızca olaylar dünyasında yaşamakla sınırlı olan insanlar tarafından asla kavranamazdı. Ayrıca, atomları resimlemekte yetersiz kalmamız atomlar hakkındaki bilgimizin çok az olmasından değil, çok fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
  Bohr 'un meslektaşı Werner Heisenberg bu fizikçileri, dünyanın düz olduğuna inananlara göre atom dünyasının resimlenmesi araştırmasına devam eden Einstein ve Erwin Schrödinger'le karşılaştırıyor;
"Yeni deneylerin bizi uzay ve zamandaki nesnel olaylara götüreceği umudu, dünyanın ucunun Antarktika'nın keşfedilmemiş bölgelerinde keşfedileceği umudu kadar iyi temellenmiştir."

  Heisenberg'in sözleri bir kehanetin özelliklerini taşıyor. Altmış yıl sonra, kuantum dünyasını Einstein'ın tahayyül ettiği sağduyuyla resimleme konusunda her zamankinden daha ilerideyiz.

 

KUANTUM KURAMI VE GÜNDELİK YAŞAMA UYGULAMALARI

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Kuantum kuramının getirmiş olduğu yeni bakış açısı klasik fizik kavramlarına ters düşen bir yaklaşım içerir. Bu yeni bakış açısı yeni bir paradigma olarak görülmelidir. Yeni paradigmalar ise ancak eski paradigmaların geçersiz veya yetersiz oldukları durumlarda ortaya çıkarlar.
  Eski (klasik fizik dünya görüşü) paradigmaları hangi noktalarda yetersiz kalmıştır? Bu soruyu yanıtlamak için 18 ve 19. yüzyıllarda ortaya atılan birtakım varsayımlara bakmak gerekir. Bu varsayımlar sanki birer
“evrensel gerçek” veya “tartışmasız kabul edilmesi gereken ilke” oldukları inancı içinde tüm dünyada ve özellikle bilim çevrelerinde kabul görmüşlerdir.
  Esas itibariyle 4 adet temel varsayım vardır.
1. Nesnellik (objectivity), 2. Pozitifçilik (pozitivism), 3. Yerellik (locality) ve 4. İndirgeyicilik (reductionizm).

Nesnellik: Evrenin birbirlerinden kopuk nesnelerden oluşmuş olduğu varsayımı. Böylece nesneleri çevrelerinden yalıtıp inceleyerek özelliklerini belirlemenin mümkün olduğu inancı.
Pozitiflik: Evrenin ölçülebilir olduğu varsayımı. Böylece her türlü bilimsel yaklaşımın sayılara dökülerek ifade edilebileceği inancı.
Yerellik: Etkileşimlerin sadece yerel nedenlere dayalı oldukları varsayımı. Böylece uzaktan ve anında etkilerin bulunamayacağı inancı.
İndirgeyicilik: Nesneleri anlamak için onları bölüp parçalamanın gerekli olduğu varsayımı. Böylece en temel yapı taşlarına ulaşılabileceği inancı.

  Günümüzde tüm bilimsel çabalar bu dört varsayıma dayanarak sürdürülüyor. Bu yaklaşım teknik ve teknolojinin gelişmesinde büyük yarar sağlamıştır. Bu yarara bakarak bilim çevrelerinde büyük bir özgüven gelişmiş ve bu varsayımlar tartışılmaz tabulara dönüşmüşlerdir.
  Oysa ki tüm çabalara rağmen ve elde edilmiş birçok başarıya rağmen bu varsayımların geçersiz olduklarını ileri süren bir fizik kuramı gelişmiş ve deneysel olarak da doğruluğu defalarca kanıtlanmıştır. Bu kuram
Kuantum Kuramıdır.

  Bu kurama göre yukarda belirtilen 4 varsayımın her biri tartışılır hale gelmiştir. Nesnellik varsayımı Kuantum kuramında geçerli değildir. Her nesne aynı zamanda dalgasal bir yapı olduğundan artık birbirlerinden kopuk ve bağımsız nesnelerden söz edilemez.
  Pozitiflik varsayımı da tartışma konusudur. Kuantum kuramına göre gözleyen ve gözlenen birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Bu etkileşim bağımsız ölçüm yapmayı da şüpheli hale dönüştürmüştür. Mikro alemde ölçüm yaparken ölçülen nesne özellik değiştirmekte ve bu bakımdan ele geçen veriler o nesneyi tanımlamakta yetersiz kalmaktadırlar. Aynı sorunla insan-insan ilişkilerinde de karşılaşıyoruz.
  Yerellik varsayımı Newton fiziğinde de yoktur. Kuvvetler uzaktan ve anında etki edebilmektedirler. Daha sonra Einstein ışık hızının bir üst limit hız olduğunu iddia ederek yerellik varsayımını güçlendirmiştir. Ancak etkilerin ışık hızından daha yüksek hızlarda oluşabileceği ve bütünsel ilişkilerin bulunabileceği Kuantum kuramı tarafından ileri sürülmüş ve deneylerle kanıtlanmıştır. Bu kurama göre
“Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder.” Bu görüş hem nesnellik varsayımını hem de yerellik varsayımını yıkmaktadır.
 
Böylece son varsayım olan indirgeyicilik varsayımı da yıkılmaktadır. Çünkü bir bütün istendiği kadar parçalara bölünüp indirgensin yine de parçalar arası iletişim, ışık hızından daha hızlı bir şekilde gerçekleşmeye devam etmektedir.

  Bu durumda artık eski varsayımlar yetersiz kalmakta olup yeni bir dünya görüşünün gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten günümüzde var olan dünya sorunları göz önüne alındığında yeni bir paradigmanın gerekli olduğu da kaçınılmaz olarak belirmektedir. Sorunun temelinde yatan bizim ikilemli dünya görüşümüzdür.

  Günümüzün modern bilimi varlığın bölünmez bütünsel bir teklik olduğunu kabul etmektedir. Her nesnenin hem parçacık hem dalga oluşu, kendi başına, her üç varsayımı sorgulamanın ilk adımını oluşturmuştur. Doğayı kesin ve determinist bir yaklaşımla anlamak mümkün değildir. Çünkü doğada kesikli değişimler ve belirsizlik içeren bir karmaşa vardır. Ancak, bu karmaşa nesnelerin ve olayların dış görünüşü ile ilgilidir. Dış görünüşte görelilik vardır. Fakat insan, bir tin beden bütünlüğü olduğuna göre sadece doğayı değil, aynı zamanda kendini ve kendi kaynağını da anlama gayreti içindedir. Kendini anlamak ise doğayı anlamaktan daha zor ve daha çetin bir uğraştır. Bu uğraşa bir ad koymak gerekirse kısaca “Farkındalık” demeyi uygun görüyorum. Farkındalık bir bakıma, kaynağa ulaşma çabasıdır.

  Modern bilim kuramlarının getirdiği farklı görüşlerin yerleşmesi için klasik yapının bozulması gerekir. Bu durum Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın meşhur ettiği “Yapı bozumculuğu” kavramı ile ilgilidir.
  “Yapı bozumculuğu” yıkım değildir, analiz hiç değildir. Daha çok batı düşünce sisteminin klasik kavramlarını yeniden ve güncel bilimin ışığı altında yorumlamak için başvurulan bir bakıştır.

  Bu bakımdan hem Aristo mantığının kabullerini hem de batı felsefesinin temel varsayımlarını yeniden yapılandırmak gerekmektedir. Derrida’nın esas saldırı hedefi ikili (karşıt) kavramlardır.Kuantum kuramının yaklaşımı, Aristo mantığının ikili yaklaşımının yetersiz olduğu göstermiştir. Kuantum kuramının yeni yaklaşımında şu tercihler öncelik kazanıyor:

-         Gözlem yerine katılım,

-         Anlamsız yerine anlam,

-         Bağımsız yerine bütünsel,

-         Nesne yerine enerji,

  Burada gözlemden vazgeçelim demiyorum. Ancak, her gözlemin belli bir ölçüde katılım içerdiğini bilmek ve bunun farkındalığı içinde olayları ve durumları anlamlandırmak gerektiğini savunuyorum. Farkındalık ancak katılım sayesinde güçlenebilir. Farkındalık arttıkça ikilemli mantığın kısıtlayıcı yapısını bozmak ve dolayısıyla yeni bir anlayışa ulaşmak mümkün olabilir.
  Böylece gündelik yaşam içinde bakış açımızı nesnellikten ve yerellikten kurtarıp, bütünselliğe ve tümel birliğe doğru yöneltmeyi gerçekleştirebiliriz. Olayları incelerken onları parçalara ayırıp indirgemek yerine onları en geniş açıdan değerlendirerek tümel bir bakış açısı ile bütünsel olarak incelemeyi başarabilmeliyiz. Ayrıca, her olayı veya olguyu sayısal olarak ifade etmeye çalışmak yerine, sezgi içeren bakış açılarını  küçümsemeden düşünce yapımızı genişletmeye gayret etmeliyiz.

KRİTİK ETKİ YASASI

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Günümüzde pozitif bilim olarak tanımlanan fizik bilimi öncelikle bir felsefi bakış açısı olarak görülmelidir. Çünkü doğayı anlamak gayreti içinde olan insan gözlediklerini yorumlamak durumundadır.
  Doğaya bakan eski insanlar iki ayrı âlem (gerçeklik alanı) görmüşlerdir. Bunlardan biri dünya ve dünyada olan çeşitli değişimler, hareketler ve ilişkilerdir. Diğeri ise gökte gördükleri uzak nesneler ve onların hareketleridir. Böylece ay altı ve ay üstü evreni ayırmak fikri doğmuştur. Çünkü ay altındaki evreni yakından tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da edebiliyorlardı. Oysa ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar) tümüyle insanların kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan, uzak bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi.

  Bu iki evreni ayırınca insanlar ay altı evreni inceleyen disipline “Fizik”, ay üstü evreni inceleyen disipline de “Metafizik” dediler. Metafizik, fizik-ötesi anlamını taşır. Ay altına yöneliş ve dünyadaki nesnelerin özelliklerini inceleyiş ise Fizik biliminin veya daha doğru bir tanımla Fizik felsefesinin konusu olmuştur. Fizik felsefesi ile ilgilenen eski düşünürler özellikle madde kavramı üzerinde görüş geliştirmişlerdir. Örneğin, Demokritos (MÖ.5. yüzyıl) maddenin bölünemeyen en küçük parçasına atom adını koymuştur. Bu iddia aslında oldukça önemli bir mantıksal önermedir.

  Eğer madde sonsuza kadar bölünebilse sonuçta sıfır kütleli ve sıfır hacimli bir varlığın geriye kalması gerekir. Sıfır kütleli ve sıfır hacimli bir varlığın olabileceğini bugün biliyoruz. Foton denen ışık paketçiği kütlesizdir ve hacmi de yoktur. Fakat bundan 2500 yıl önce varlığın mutlaka hacmi ve kütlesi olması gerektiği düşüncesi hakimdi. Bugün bile “nesne” deyince akla hacmi ve kütlesi olan bir varlık akla geliyor. Oysa ki bu görüş artık geçerli değildir. Her nesne bir enerji yumağıdır. “Nesne” kavramında, canlı-cansız ayırımı yapılmamalıdır.
 
Aristoteles (MÖ. 350 li yıllarda) varlığın kategorilerinden söz etmiştir. Aristo bu kategorilerin birbirlerine indirgenemeyeceğini söylemiştir. Örneğin renk bir kategoridir. Ağırlık ayrı bir kategoridir. Bir nesnenin rengini o nesneyi tartarak bulamayız. Aynı şekilde ağırlığını da sadece uzaktan bakarak tayin edemeyiz. Ancak günümüzde kategoriler da kesin sınırlarla ayrılmıyorlar. Örneğin radyasyon dediğimiz elektro magnetik dalgalar hangi kategoriye girerler? Işık ve tüm elektro magnetik dalgalar hem parçacık hem de dalga özelliği gösterirler. Yani nesneleri parçacık ve dalga kategorilerine ayırmak mümkün değildir. Modern fizik kavramları ile yakından ilgili olan kişi kesin kategorilerden söz etmekten kaçınır. Günümüzde kesinlik büyük çapta yerini belirsizliğe bırakmış gibi görünüyor. Hatta canlı-cansız ayırımı bile kesinliğini kaybetmiştir.

  Fakat belirsizliği iyi tanımlamak gerekir. Belirsizliğin güncel hayattaki kavramını “rastlantı” sözünde buluyoruz. Evrende iki türlü rastlantı vardır.

1-Düzensiz rastlantılar: Bu tür rastlantıları bir kurala bağlamak mümkün olmamıştır ve ilerde bir kurala bağlanabilecekleri de şüphelidir.
2-Düzenli rastlantılar
:
Bunların bir kurala bağlı olarak ortaya çıktıkları saptanmış olan rastlantılardır.

  Fizikçiler için “rastlantı” kavramı ancak düzenli ise araştırılmaya değer. Çünkü düzenli rastlantıların altında yatan daha temel kurallar vardır ve onların bulunup açığa çıkarılmaları gerekir. Örneğin meyve dalında olgulaşınca düşer. Ne zaman düşeceğini bilemeyiz. Çünkü düşüşünde bir düzen (kural) yoktur. Ama her olgunlaşan meyve düştüğüne göre bu rastlantısal yapının altında bir düzen vardır. İşte bu düzeni sağlayan kurallardan bir tanesi “Yerçekim Yasası” olup Newton tarafından ifade edilmiştir. Ancak yerçekimi yasası meyvenin yere nasıl çekildiği ve hangi hızla yere düştüğü hakkında bize bilgi verir, neden düştüğü hakkında bilgi vermez. Çünkü “nasıl?” sorusuna yanıt aramak kolaydır ama “neden, niçin?” sorusuna yanıt bulmak çok zordur.
  Deminki örnekte olgunlaşan meyvenin “neden yere düştüğü” sorusu çok daha derin bir yasadan dolayıdır. Bu yasa da
varlığın varlığını sürdürme yasası olarak ifade edilebilir. Yani, var olan bir nesne tümüyle yok olmaz. Ancak şekil değiştirir ve bir yolunu bulup varlığını sürdürür.

  Kimyacı Lavoiser (1743-1794) “Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz demişti. Bugünkü anlayışımıza göre “Her nesne enerjidir ve enerji yok olmayıp dönüşür”, diyebiliriz. Fizikçilerin araştırma alanına Enerjinin dönüşüm ortamı da diyebiliriz. Çünkü nesnelerin etkileşimleri incelenirken, aslında enerji türleri ve onların birbirlerine nasıl dönüştükleri incelenmektedir. Fizikçi bu incelemeyi de doğayı sorgulayarak ve aldığı yanıtları yorumlayarak sürdürür. Fizikçi yorumlarını tutarlı bir yapıya dönüştürmekle kalmaz, kurduğu yapıyı sürekli sorgulayarak yeni gözlem ve deneyler karşısındaki başarısını da sınar.
 
Bu yaklaşıma deneme-yanılma metodu diyebiliriz. Ortaya atılan her yeni fikir veya eylem yeni bir deneme olarak görülmelidir. Fikren ortaya atılan yeni paradigma yeni bir deneme metodudur. Modelin öngörüleri deney ve gözlemler tarafından desteklenirse yanılmamış demektir. Yok eğer deney ve gözlemler tarafından destek görmüyorsa yanılmış demektir.

  Deneme-yanılma metodunun özünde bilgi-varlık ilişkisi bulunmaktadır. Yeni bir düşünce modeli yeni bir bilgi demektir. Çünkü doğaya yeni bir bakış açısıyla baktığımızda yeni bilgi üretmiş oluruz. Bu bilgi varlığın yeni bir yüzünü bize gösterir. Varlık bin bir yüzlü bir elmasa benzer. Siz bir yüzünü aydınlatsanız da bin tane daha bilmediğiniz yüz karanlıkta kalır. Bilim varlığın bir yüzünü aydınlattığında, o yüze yakın olan birkaç yüzün de kenar bölgelerini aydınlatmış olur. Kenar bölgelerde yeni bilinmeyen varlıklar ortaya çıkar. Yani, bilgi varlık üretir. Bu durumda bilim ortaya çıkan bu yeni varlık türlerini anlamaya çalışır ve yeni modeller üretir. Dolayısıyla, bilgi varlık üretirken varlık da yeni bilgilere yol açar. Bu yumurta-tavuk ilişkisi sürer gider.

  Ontoloji-Epistemoloji

  Bilgi-varlık ilişkisi eskiden beri sorgulanmış ontoloji-epistemoloji sorununa dayanır. Ontoloji varlık bilimi, epistemoloji ise bilgi bilimidir. Bilimin esas dayanağı, dış dünyadaki nesneler ve olgular mıdır, yoksa insan düşüncesi midir? Bunlar birbirlerini üretirler ama bu üretme bir örtülü gerçeği gün yüzüne çıkarmak mıdır, yoksa dış dünyayı açıklamak isteğini somutlaştırmak gayreti midir? Bir diğer ifadesi “Biz dış dünyayı açıklamaya çalışırken dış dünyayı keşif mi ediyoruz, yoksa icat mı ediyoruz?”

  Bilimin dış dünyayı açıklamak gayreti içinde olduğunu kabul ettik. Fakat bu arada bilimin ileri sürdüğü yeni nesnel varlıklar yeni gerçekliklere de yol açarlar. Bilim mikro dünya ile makro dünyayı açıklamakta birtakım zorluklarla karşılaşıyor. En büyük zorluk da deney ve gözlemlerin birtakım temel engellerle karşılaşmış olmasıdır. Bir elektronun yerini saptamaya çalıştığımız anda hızı (momentumu) hakkındaki kesin bilgimiz kayboluyor. Yani, yerini bilsek dahi ne tarafa doğru hareket ettiğini bilemiyoruz. Dolayısıyla deterministik (belirlemeci) görüş geçerliliğini yitirmiş oluyor. Aynı durum sonsuz uzak gök cisimleri için de söz konusudur. Uzak gök cisimlerinden gelen ışık bize o gök cisminin milyonlarca yıl önceki durumunu yansıtıyor. Eğer eski durumunu yansıtıyorsa şimdiki durumu nedir? Bunu hiçbir bilim adamı kesinlikle söyleyemiyor. Çünkü milyonlarca yıl içinde evrende oluşan gelişim ve etkileşmeleri tümüyle bilmeye olanak yok. Demek ki belirlemeci yaklaşım makro evren boyutunda da yetersiz kalıyor.

  Kritik Etki Yasası

  Öyle anlaşılıyor ki bilimsel düşünce olaylara ve olgulara belirleyicilikle, determinist olarak, yaklaştığında neyin ne zaman oluşacağı konusunda çaresiz kalıyor. Nedeni ise doğanın temel yapısında belirsizliğe izin veren bir yasanın bulunuşudur. Bu yasaya Kritik Etki yasası adını verebiliriz... Bir olayın veya olgunun (fenomenin) ortaya çıkabilmesi için kritik bir etkinin bulunması gerekir. Doğa genelde bu şekilde çalışmaktadır. Eğer bu kritik etki oluşmuyorsa olay gerçekleşmez. Yani varlığın hem oluşumunda hem de dağılımında kritik etki yasasından söz edebiliriz. Dolayısıyla, hem düzenli hem de düzensiz rastlantıların gerisinde duran yasa Kritik Etki yasasıdır.

  Örnek vermek gerekirse atomdaki elektron sıçramalarını düşünelim. Belli bir Eşik Enerjisine sahip fotonları atom üzerine yollamadıkça elektronu bir yörüngeden diğerine sıçratamazsınız. Fakat elektron, almış olduğu foton enerjisini derhal geri verip eski yörüngesine döner. Bu arada iki yörünge arasındaki enerji farkına eşit bir foton salar. Böylece atom var olmaya devam eder. Demek ki “kritik etki” hem niceliksel hem de niteliksel olarak varlığın var olmasında önemli bir rol oynar.
  Mikro alemi açıklayan
Kuantum Kuramı istatistiksel bir kuramdır. Yani tek bir nesneden söz etmez. Pek çok nesnenin ortak özelliklerini ortalama bir değer olarak verir. Kuantum Kuramı kritik etkilerle ortaya çıkan durumların kuramıdır da denebilir. Kuantum kuramı yukarda sözünü ettiğim mikro evrenin “Düzenli Rastlantıları” ile ilgilenir. Düzenli rastlantılar ile kritik etki arasındaki ilişkiyi göstermek açısından güncel hayattan alınan basit bir örnek sunmak istiyorum.

  Bir futbol maçında izleyici olarak tribünlerde 30,000 kişinin bulunduğunu düşünelim. Bunların yarısı (15.000 kişi) A takımını, yarısı da B takımını destekliyor olsun. Maç süresince her seyirci farklı bir davranış içinde olabilir. Bir yandan maç izlerken bir yandan da sandviç yiyebilir. Veya yanındaki ile konuşabilir....vs. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Her bir seyircinin davranışı bizim için düzensiz bir rastlantı olarak tanımlanabilir. Fakat maçta bir gol oldu mu aniden o takımın taraftarları bir anda “Goool” diye ayağa fırlar. Demek ki gol olayı tüm taraftarların ortak bir tepki vermelerine neden olmuş, seyircileri polarize etmiştir. Polarize etmek kutuplaştırmak demektir. Gol olayı ile birlikte seyirci gurubu kutuplaşmış ve zaten gizli olan kutuplaşma aniden ortaya çıkmıştır. Artık bu davranış türü düzenlidir ve kurala bağlanabilir. Maç süresince golün ne zaman olacağını bilemeyiz. Fakat gol olduğu andaki tepkiyi bilebiliriz. Gol olayı hem bir kritik etki oluşturmuştur hem de bu etki düzenli bir sonuç yaratmıştır.

  Bu örnekte çok parçacıklı sistemlerin davranışı incelenmiştir denilebilir. Futbol maçındaki seyirciler çok parçacıklı bir sistemi oluştururlar. Belli şartlar altında çok parçacıklı sistemlerin davranışını tahmin etmek mümkündür. Örneğin Termodinamik bilimi belli şartlar altında gaz ve sıvıların davranışını inceler. Statistik mekanik de çok parçacıklı sistemleri inceleyen bir fizik kuramıdır. Aynı şekilde Kuantum kuramı da çok parçacıklı sistemlerin kuramıdır.  Kuantum kuramı mikro alemde bize bu gol anındaki tepkiden, yani “düzenli rastlantılardan” söz eder. Kutuplaşma gizli iken ölçülebilir bir durum yoktur. Ama kritik etki oluştuğunda ani ve süreksiz bir olay gelişir ki buna fizik dilinde “simetrinin aniden kırılması” denir. Futbol seyircileri örneğinde taraftarlar A ve B gurubu olarak eşit ve dengededir. Yani gizli bir simetri (bakışıklık) söz konusudur. Fakat gol olduğunda bu bakışıklık aniden kırılmış olur. Çünkü taraftarların yarısı bağırırken diğer yarısı suskun kalır.

  Artık yirmi birinci yüzyıla girmiş bulunuyoruz. Bu yüzyılın fizik kuramları birçok yerleşik görüşü değiştirmekte, eski fikir ve varsayımlar geçersiz olmaktadırlar. Bu yüzyılın bakışı bütünsel bir bakıştır. Tek başına ve çevresinden yalıtık nesne inancı bir soyutlamadan ibarettir. Her nesne, içinde bulunduğu ortam ile birlikte ele alınıp incelenmesi gerekir. Daha doğrusu, tek bir nesneden söz etmek yerine nesneler topluluğundan söz etmek daha anlamlı gelmektedir. İnsan da bu açıdan yaşadığı topluluğun parçasıdır ve o toplumun değerleri ile yoğrulur. İnsanı yaşadığı kültür ortamından soyutlayıp bağımsız ve tümüyle özgür bir varlık olarak değerlendirmemek gerekir. Yani bir bakıma, özgür irade dahi tartışılması gereken önemli bir kavramdır.

  Bir sanatçıyı ele alalım. Kendi özgür iradesi ile yaptığı bir sanat eseri aslında yaşadığı çağı yansıtmaktan öteye geçemez. Sanatçı için yaşadığı çağı aşan ve geçerli kültürü sorgulayan, hatta değiştiren kişi olduğu düşünülür. Oysa ki her yenilikçi sanatçı çağının yeni kültür değerlerini sezen ve o yönde eser veren kişidir. Olaya yeniden bir yumurta-tavuk ilişkisi içinde bakmak gerekir. Yani, toplum sanatçıyı etkilerken sanatçı da toplumun değişimine katkıda bulunur. Nasıl ki her nesne hem dalga hem parçacık ise, sanatçı da hem birey olarak özgürdür hem de toplumun kültüründen kopuk değildir. Aynı durum bilim adamı için de söz konusudur. Doğayı anlamaya çalışan bilim adamı doğadan birtakım veriler alırken bir yandan da bu verileri yorumlar. Yani hem doğadan etkilenir hem de doğayı etkiler. Bir yanda kendi dışında olan bir gerçeği kabullenirken, diğer yanda o gerçeği kendi bilinci ile dönüştürdüğünü bilmektedir. Zira insan hem doğanın hem de içinde bulunduğu çağın ve kültürün bir parçası olup, ne çağından ne de kültüründen kopuk ve bağımsız bir nesne değildir.

  Sadece insan toplumlarında değil, hayvanlar aleminde Kritik Etki yasası önemli bir yer tutar. Örneğin, Neo-Darwinizm denen yeni bir modele göre türler birbirlerinden sürekli küçük değişimlerle oluşmamışlardır. Ani ve kritik etkilerle birdenbire ortaya çıkmışlardır. Yani insan yavaş yavaş maymundan dönüşmüş bir tür değildir. Ani bir sıçrama ile yepyeni bir tür olarak belirmiştir. Bu görüş Kuantum kuramının Eşik Enerjisi veya sözünü ettiğim Kritik Etki yasası ile de örtüşüyor.

  Kritik Etki Yasası hem Kuantum Kuramına konu olan mikro sistemlerde, hem de canlılardan oluşmuş makro sistemlerde geçerlidir. Bu yasa ile uzay cisimlerinin, yıldızların gelişimi ve ölümü dahi açıklanabilir. Ayrıca yasada öyle bir tümel bakış vardır ki canlı-cansız ayrımı yapmadan her türlü sisteme uygulanabilir.

GÖZLEM BİLGİSİ İLE KATILIM BİLGİSİ

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  İnsanlar en eski dönemlerden beri bilgilerini arttırmak ve sistematik hale getirmek gereğini duymuşlardır. Yaşadıkları ortam hakkında bilgileri arttıkça, kendilerini güvende hissetme duyguları paralel ve doğru orantılı olarak artmıştır.
  Ancak bilgi, sadece dış dünyayı gözlemekle oluşmuyor. Sosyal çevrenin ve bu çevrede oluşmuş olan kültür ile bu kültürün içerdiği her türlü değerin etkisi altında gelişiyor. Günümüzde değer üreten ortam aile veya okul ortamı olmak yerine
“Televizyon kültürü” olarak adlandırabileceğimiz, yüzeysel değerlerin üretildiği bir ortam oluşmuştur.
  Pozitif bilimler dış dünyanın maddi yönünü incelerken manevi değerleri tümüyle dışlamışlardır. Günümüzün değerlerini yönlendiren iki temel özellik vardır. Hemen her değerde aranan özellikler yaşama fayda sağlayıcı olmaları ve yaşamı kolaylaştırıcı olmalarıdır. Herhangi bir ürün veya kültürel yapıt, ister maddi ister manevi olsun, fayda sağlayıcı ve yaşamı kolaylaştırıcı olduğu oranda kabul görmekte ve destek bulmaktadır. Ancak, neyin faydalı neyin faydasız olduğu konusu toplumları yöneten güçlerin kontrol edip yönlendirdiği bir araç niteliğine dönüşmüş durumdadır.
  Günümüzde geçerli olan faydacı bakış açısı
“ahlak” denen değerler toplamını da büyük çapta zedelemiş durumdadır. Ahlak kavramı her şeyden önce adalet ve sorumluluk kavramlarını kapsamalıdır. Kısa vadeli faydayı gözeten çıkarcı bakış açısında ise ne adalet duygusu ne de sorumluluk bulunmaktadır. Adalet duygusu insanı kendi dar çerçevesinden çıkarıp daha geniş ve bütünsel bakmasını sağlar. Sorumluluk duygusu ise yetki ile el ele gitmelidir. Bir insan ne derece fazla yetkiye sahipse o derece ileri bir sorumluluk hissi ile hareket etmelidir.
  Adalet ve sorumluluk hisleri yüksek olan bir kişi gerçeğin tek olmadığını ve faydacı görüşle hareket etmenin yetersiz kaldığını bilir. Bu bakımdan
“mutlak gerçek” kavramı yerine her olayda “göreli ve potansiyel bir gerçek” bulunduğu bilinci içindedir.

  GÖZLEM BİLGİSİ VE GERÇEK
  Hepimiz için gayet doğal olan ve mutlak olarak varlıkları kabul edilen
“mekân” (uzam) ve “zaman” kavramları dahi mutlak olma özelliklerini kaybetmişlerdir. Uzam ile zaman tek başlarına, birbirlerinden bağımsız birer kavram olmak özelliklerini yitirmiş durumdadırlar. Einstein tarafından ileri sürülmüş olan Görelilik kuramına göre uzam ile zaman birbirlerine bağımlı bir bütün oluşturmaktadırlar. Bu bütünlüğe “Uzam-zaman örgüsü” de denmektedir. Uzam-zaman örgüsü içinde her nesnenin bulunduğu gözlem noktasına göre ve bu noktanın hareket hızına göre hem uzam hem de zaman farklı değerler alabilmektedirler. Şu halde gözlem yapan kişi için mutlak bir zaman veya mutlak bir uzam olamayacağı gibi, mutlak bir gerçeklik de olamaz. Görelilik kuramı gerçekliğin göreli olduğunu kanıtlarken, Kuantum kuramı fazladan ancak potansiyel bir gerçeklikten söz edilebileceğini savunmaktadır.
  Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından ileri sürülmüş olan bir bakış açısına göre gerçeklik ancak potansiyel olarak vardır ve bizim yorumumuz ile şekil kazanmaktadır. Hem duyu organlarımızla hem de aletlerin yardımıyla yaptığımız gözlemleri yorumlayarak kavrayabilmekteyiz. İşin içine yorum girdiğine göre göreli bakış açısı kaçınılmaz olmakta ve kültürel etkiler
“gerçek” olarak kabul edilen olguları şekillendirmektedirler. Bu durumun sonucu olarak gerçeklik anlayışımız yerel etkiler altında dar bir çerçeve içine sıkışıp kalmaktadır.

  Oysa ki evrenin her noktası, diğer her nokta ile gizli ve bütünsel bir ilişki içindedir. Bu durumu sağlayan da yukarıda sözü edilen uzam-zaman örgüsünün sonsuz ve bütünsel yapısıdır. Her nesne bu örgünün düğümlerinden oluşur. Düğümleri göz önüne getirmek mümkün olmasa da iki boyutlu bir balık ağının düğümlerine benzetebiliriz. Aslında uzam-zaman yapısı 4 boyutlu (3 uzam ve 1 zaman boyutu) olarak ileri sürülmüş olsa da bu örgünün Fraktal bir yapıda olduğu ve kesirli boyutlar içerdiği görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Fraktal sözü de zaten “fractional” (kesirli) sözünden türetilmiştir.
  Evrende gizli ve yerel olmayan bir ilişkinin bulunduğu 1982 yılında deneysel olarak kanıtlanmıştır. Alain Aspect adlı bir Fransız fizikçinin yapmış olduğu deneye göre başta bir bütün oluşturan herhangi bir sistem parçalara ayrılsa dahi bu parçalar arasında ışıktan hızlı bir haberleşmenin sürdüğü gerçeği ortaya çıkmıştır. Bu haberleşme parçaların aralarındaki mesafe ne olursa olsun anında gerçekleşmektedir. Daha sonra bu deney defalarca ve daha hassas aletlerle tekrarlanmış her seferinde aynı sonuç elde edilmiştir. Demek ki etkilerin yerel olarak ve ışık hızından yavaş bir şekilde yayıldıkları varsayımını terk etmek durumundayız.

  Evrende fraktal bir yapı vardır ve bu yapının sonucu olarak karmaşa ortaya çıkmaktadır. Ancak bu karmaşık durumdan kaos oluşsa da sonuçta her kaos içeren olgu yeni bir düzenli durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu duruma “Kaos-Kozmos ilişkisi” de diyebiliriz. Kozmos düzeni ve Kaos karmaşayı ifade etse de her ikisi birlikte bütünsel gerçekliğin oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar. Bir başka ifade ile, karmaşada gizli bir düzen ve düzende gizli bir karmaşa bulunmaktadır.
Bu durumdan haberdar olmak ve oluşabilecek karmaşayı önceden sezebilmek bilgiden öte bir bilgelik boyutu içerir. Artık günümüzün bilim adamları sadece doğayı araştırıp yeni bilgiler üretmekle yetinmemeli, ayrıca ürettikleri bu yeni bilgilerin sorumluluğunu da yüklenmelidirler.

  BİLİMSEL SORUMLULUK
  Genelde bilim adamları ürettikleri bilgilerin sosyal etkilerini tartışmaktan kaçınırlar. Kendi görevlerinin sadece araştırma yapmakla sınırlı olduğunu ve ürettikleri yeni bilgilerin sorumluluğunun kendilerine ait olmadığını savunurlar. Oysa ki her faydalı girişimin bir de zararlı yanı vardır. Bu zararları zamanında görüp toplumu uyarmak da bilge bilim adamlarına düşmektedir. Her yeniliğe sadece fayda gözlüğü ile bakmak yeterli değildir. Zararlı durumlar oluşmadan bu zararları tartışmak ve gerekli önlemleri alabilmek için toplumda yakın bir iletişim ve sorumluluk duygusundan kaynaklanan etkin bir girişim mekanizması bulunmalıdır.
  Karar verme durumunda bulunan politikacılarla bilgi sahibi olan bilim adamlarının karşılaşıp fikir alış-verişinde bulunabilecekleri enstitü veya platform türü ortamlara gereksinim vardır.
  Günümüzde, tarihin herhangi bir zamanından daha fazla bilim yapılmakta ve dolayısıyla, sonuçların topluma getireceği etkiler artmaktadır. Fizik, biyoloji ve genetik alanlarında yapılan araştırmalar kısa sürede toplumların sosyal ve kültürel yapısında etken olmaktadırlar. Bilim adamlarının bilimsel anlayışı besleyen ve bilimin toplum üzerindeki etkisini şekillendiren ortamlarda yer almaları her zamankinden daha fazla gereklidir. Ayrıca, radyo ve televizyonlarda yapacakları konuşmalarla ve gazetelerde yayınlayacakları makalelerle görüşlerini geniş halk topluluklarına aktarmalarında büyük fayda vardır.
  Artık günümüzde, gerçeğin mutlak ve tek olmadığını, her yeni buluşun artıları ve eksileri bulunduğunu, bu durumun farkında olan kişilerin toplumu aydınlatmak konusunda sorumluluk taşıdıklarını kabul etmek durumundayız.

  KATILIM BİLGİSİ
  Bilim adamlarının araştırıp ortaya koydukları bilgiler önemli olsalar da her insanın kendi içinden kaynaklanan
“Öz bilgisi” denebilecek farklı türde bir bilgi de bulunmaktadır. Bu bilgi kitabi değildir. Gözlemle de pek ilgisi yoktur. İçimizdeki kaynaktan taşan bir tür sezgisel bilgidir. Onu en güzel şekilde ortaya koyabilen insanlar sanat ile uğraşan kişilerdir.
  Sanat ile uğraşan kişilere
“sanatçılar” demek istemiyorum. Çünkü sanatçı denen kişi sanatı meslek olarak sürdüren ve bir gelir kaynağı haline getirmiş olan kişidir. Oysa ki, “sanat ile uğraşan kişi” herhangi bir ödül, gelir veya lütuf beklemeden, içinden geldiği gibi sanat eseri üreten kişidir. Bu üretim ateşe konmuş suyun kabından taşmasına benzer. Ateş ise insanın içi denebilecek bir kaynaktan türer ve tüm benliği sarar.

  İşte o ateşin etkisi altında ortaya konan sanat eserleri ayrı bir tat, ayrı bir renk, ayrı bir lezzet taşırlar. Bu özellikleri içeren sanat eserlerinin manevi ve mistik bir bilgi içerdikleri derhal anlaşılır. Fakat bu bilginin varlığını sezmek başka, o bilgiye ulaşmak bambaşkadır. Sanat ile uğraşan kişinin hâlini yaşamadıkça, yani onun hâli ile hallenmedikçe, sanat eserini sadece gözlemekle kalırız. Sanatçının hâlini yaşamak için ise gözlem yetmez. Katılım gerekir. İlgi, istek, yöntem ve eylem aşamalarına tüm benliği ile katılan kişide sezgi gelişir ve aniden, kendi de ne olduğunu anlamadan, kaynak bilgisi ondan taşmaya başlar. Artık onun tüm yaşamı ve bizzat kendisi sanat eserine dönüşmüş olur.
  Gündelik yaşamını bir sanat eserine dönüştürmeyi başarabilmiş olanlar bu dünyanın en mutlu kişileridir.  

Doğadaki uyumlu birliktelik ve bütünsel varoluş

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Eski dönemlerden beri insan yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler üretilmiştir. Son bir iki asırdır tekniğin gelişmesiyle yeni aletler insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler önüne sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır. Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir düzen bulunduğu ve her yaratılmış olanın ne derece güzel olduğu anlaşılmaktadır.
  Güzellik, biliyorsunuz insandan insana ve kültürden kültüre değişir. Benim güzel bulduğumu siz bulmayabilirsiniz. Bir kültürün güzel dediğine diğer bir kültür çirkin diyebilir. Oysa ki
‘estetik’ denince evrensel bir güzellikten ve her insanda, her kültürde aynı etkileri, aynı beğeni duygularını uyandıran bir güzellikten söz edilmektedir. Soyut ve düşünsel bir “estetik” kavramı çok eski dönemlerden beri ileri sürüle gelmiştir. Mesela Eflatun (Platon) estetik değerin insandan bağımsız bir ‘idea’ olduğu ve bunun soyut olarak var olduğunu ileri sürmüştür. Güzellik kavramında bir değer yargısı vardır. Oysaki estetik kavramında değer yargısından ziyada doğal bir yansıma vardır. Her insan için algılanabilir bir güzellik kavramıdır estetik. Eğer her insan estetiği kavrayabiliyorsa, demek ki yaradılıştan estetiği algılama ve özümseme yeteneğine sahiptir.
  İnsan doğa içinde var olan ve bulunduğu toplumun kültüründen etkilenen bir varlıktır. Güzellik her ne kadar zamana ve mekana bağımlı kültürel bir değer olsa da estetik denilen soyut kavramın dışa vurmuş halinden başka bir şey değildir. İster doğal isterse yapay olsun bir olguya güzel diyebilmemiz için mutlaka duyu organlarımızın filtresinden geçmesi gerekir. Bir resmi görmeden ona güzel diyemeyiz. Bir müziği duymadan ona güzel diyemeyiz. Şu halde estetik ile güzellik arasındaki temel fark estetiğin soyut, güzelliğin ise somut birer kavram olduğudur. Eğer birçok kişi estetik konusunda anlaşıyorsa bunun nedeni kendi yaradılışlarında bulunan bir estetik yapının zihinsel modellerine yansımış olmasından dolayıdır. Güzellik kavramı her ne kadar çevre ve toplum tarafından
“ortak kültür” olarak insana işlenmiş olsa da estetik kavramının yaradılıştan gelen bir yapısı, bir özelliği de vardır. Şu halde evrensel bir yaklaşım yapmak istersek kültürler arası veya farklı kültürlerde ortak olan özelliği bulup çıkarmamız gerekir.
  Günümüzün kültürü bizi doğal olandan uzaklaştırmaktadır. Ancak, şuuru açık ve farkındalığı yüksek insanlar doğadaki her yaratıkta, canlı veya cansız, derin bir estetik bulunduğunu algılamaktadırlar. Kültürel değer yargılarından arınmış bu estetik anlayışının temelinde yatan ortak özellik nedir? Kısaca ifade etmek gerekirse her yaradılmış olanda bulunan temel özellik nedir? Bu özelliğe
Simetri (bakışıklık) demek yerinde olur sanırım. Önce bakışıklığın bir tanımını yapayım. Eğer bir nesne veya olguya (fenomene), uygulanan herhangi bir etkinin sonucunda değişmeyen, aynı kalan, bir yapı varsa o yapıda gizli veya açık bir bakışıklık bulunması gerekir. Birçok bakışıklık açıktır, kolayca algılanabilir, ancak bazı tür bakışıklıklar gizli ve örtülüdür. Kolayca algılanamazlar. Açık bakışıklığa örnek kar kristalleridir.

  Genelde 6 uçlu olan kar kristallerinde 60 derecelik çevirme simetrisi vardır. Yani her 60 derecelik çevirmeden sonra kristal gene eski halinde gözükür. Nadiren kar kristallerinde 30 derecelik bir simetri görülür. Kar kristallerinde herkesçe beğenilen estetik bir yapı olduğu kuşkusuzdur. Ayrıca insan tarafından değil, doğa tarafından estetik bir simetri içinde yaratılan ve süratle erimelerine rağmen her gördüğümüzde bizi hayran bırakan bu kar kristalleri, simetri ile güzellik arasındaki bağı açıkça ortaya koymaktadırlar.

  Bir diğer açık simetri güneş sistemi ile atom modeli arasındaki benzerliktir. Gezegenler güneşin etrafında periyodik yörüngelerde dolanırlar. Atomda da benzer şekilde elektronlar çekirdek etrafında dönerler. Yani en küçük oluşum ile en büyük oluşumlardan biri olan güneş sisteminde benzer bir yapı bulunmaktadır. Dönme hareketine rağmen her ikisinde değişmeyen, aynı olan, bir yapı vardır. Bu bakımdan atom ile güneş sistemi simetriktirler. Her iki sistemin en bariz özelliği her ikisinde de dönme hareketinin bulunuşudur.

  Sadece güneş sistemi değil, içinde binlerce güneş sistemi bulunduran galaksiler de dönme hareketi içerirler. Aynı dönme simetrisini galaksilerde de bulmaktayız. Galaksilerdeki madde miktarının hesabı yapılabilmektedir. Bu hesap sonunda galaksiyi bir arada dağılmadan tutacak madde miktarının bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Ya merkezde bizim göremediğimiz ‘kara delik’ adını verdiğimiz bir ölü yıldız olmalıdır veya başka bir kuvvettin iş başında olması gerekir. Bu başka kuvveti oluşturan maddeye bilim adamları karanlık madde’ adını takmışlardır. Karanlık madde kara delik değildir. Zira ‘kara delik’ den farklı bir yapıda olduğu sanılmaktadır. Maddenin görünen kısmı çekici özelliğe sahiptir. Gravitasyonadı verilmiş olan her maddede bulunan çekici kuvveti hepimiz biliyoruz. Fakat, bir de görünmeyen madde vardır ki ona “Karanlık madde” denmektedir. Karanlık madde doğrudan görülmese de dolaylı olarak haritası çıkarılmıştır.
  Karanlık maddenin önemli bir özelliği itici oluşudur. Yani, anti-gravitasyon diyebileceğimiz itici bir kuvvet içermektedir. Bir bakıma evrenin iskeleti de denebilir. Çünkü, karanlık madde sayesinde evren genişlemekte ve karanlık madde sayesinde galaksiler bir araya toplanıp büyük bir kütle oluşmaları engellenmektedir. Gökte gördüğümüz bu yıldızlar, ki her biri milyonlarca yıldız içeren gök adalarıdır, serpiştirilmiş olarak görülüyorlarsa karanlık madde sayesindedir. Bu görülen resim
“Gravitasyon mercek” denilen özellik sayesinde oluşturulmuştur. Resim göğün sadece belli bir bölgesini içermektedir.

  Şu halde evrendeki düzenli yapıyı oluşturan simetrik ve gizli bir yapı bulunmaktadır. Her boyutta ve her bölgede bu gizli simetri mevcuttur. Ancak, düzgün bir çizgisellik içeren simetri kendi üzerine dönerek çoğaldığında karmaşa ortaya çıkmaktadır. Demek ki, Kozmostan Kaosa ve Kaostan Kozmosa sürekli bir geçiş bulunmaktadır. Eğer bu geçiş olmasa ne çeşitlilik ne de gelişim olabilirdi.

  Evrendeki bu simetriyi veya bakışıklığı ilk görüp yaşama uygulayan Mevlana Celaleddin Rumi olmuştur. Türkistan'ın Belh şehrinde doğup (1207-1273) Konya’ya göç etmiş olan Mevlana hem şiir söylüyor hem de müzik eşliğinde dönerek dans ediyordu. Sema denilen bu dönüşte Mevlana ilahi simetriyi yansıtarak, tüm evrende en temel hareketin dönme hareketi olduğunu sezgisel olarak göstermiştir.
  Mevlevilikte hem müzik, hem şiir hem, de dans vardır ama hepsi de ilahi iletişim kurmak ve Hak’tan aldığını halka vermek içindir. Sema ayininde dönen dervişler gezegenleri, yerinde sabit kalan şeyh ise güneşi simgeler. Sema ayini adeta evrendeki simetrinin yer yüzündeki yansıması gibidir. Bu simetriye ezoterik bir açıklama yapmak gerekirse şöyle diyebiliriz:
“Aşağısı yukarıya, yukarısı aşağıya benzer.” Yani yaradılış tek bir prensipten, tek bir kavramdan kaynaklanmıştır. Diğer tüm yaratıklar o tek prensibin bir tekrarı bir yansıması gibidir. Bu yaradılış olgusunu suya düşen bir taşın oluşturduğu dalgalara benzetebiliriz. Nasıl ki suya düşen taştan oluşan dalgalar halka halka hep aynı yapıda fakat farklı büyüklükte iseler, aynı şekilde her yaradılmış olan aynı özelliklere sahiptir. Sadece büyüklük farkları vardır. Ancak, temelde çok büyük bir simetri, çok büyük bir benzeşme vardır. Bize parça gibi görünen, aslında bütünün tüm özelliklerini taşıyan ve onun bilgisini içeren bir oluşumdur.

  Mevlana insanlar arasındaki etkileşim ile insan ile yaradan arsındaki etkileşim arasında bir simetri olduğunu görmüştür. Mevlana “Evrende her varlığı bir arada tutan ve aralarındaki ilişkilerin temelini oluşturan Aşk’tır demiştir.” Bu aşk maddi bir bedensel istekten doğmaz. Tamamen ruhun bir özelliğidir. Mevlana'ya şiir yazdırtan, sema yaptıran ve ney çaldıran bu aşktır. Onu anlayabilmek için ruhsal enerjiyi güçlendirmek gerekir. Genelde Mevlana’nın anlaşılamamış olmasının nedeni insanların ruh enerjilerini kullanmak istememelerinden dolayıdır.

  Her insanda ruh vardır. Dış şartlar ne olursa olsun insan ruhu değişmez. Dingindir ve durudur. Sufilerin bir sözü vardır: “İnsanda Tanrısal sırlar gizlidir. Bu nedenle kendini bilen Rabbini bilir” sözü en küçük birimin dahi bütündeki tüm bilgileri içerdiğini kast etmektedir. Evrendeki bu gizli simetriye sahip olup onu yaşayabilmek için, bu simetriyi kırmadan bütünsel olarak algılamak gerekir. Evrensel simetriyi kırmadan algılamak demek o anı akıl ve mantık yürütmeden, çevremize nesnel olarak bakmadan global olarak algılamak demektir.
  Kendimize bir nesne olarak baktığımız sürece kendimizi anlayamayız. Sadece kendimize değil topluma, dünyaya hatta evrene dahi bu şekilde tümel (parçalara ayırmadan) bakabilmeliyiz. Bu yeteneği geliştirmekte meditasyonun büyük yadımı vardır. Meditasyon bir sabır denemesidir. Durumu olduğu gibi kabullenmek, ruhsal kanalın açılmasını teslimiyet içinde beklemek gerekir. Kabul ve teslimiyeti pasif bir tembellik değildir. Aksine, aktif bir gayret göstererek farkındalık düzeyini yükseltmek demektir. Somut bir örnek olarak Anadolu şairimiz Yunus Emre’den bir şiir aktarmak istiyorum.

Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim Ahi
Bir siz dahi görün, Dostu bende gördüm Ahi.

Bende baktım bende gördüm, benim ile ben olanı
Suretime can verenin kim idüğün bildim Ahi.

Ben isteyip buldum onu, ol ben ise ya ben hani,
Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi.

Yunus kim öldürür seni, veren alır yine cânı,
Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim Ahi.

  Yunus Emre aktif bir gayret içinde “Ben isteyip buldum onu” diyor ve Dost’u kendinde görüyor. Ancak Dost kendisi ile birleşince kendi benliği de kayboluyor. “Ol ben ise ya ben hani” derken kendi benliğini kaybettiğini, arayıp bulamadığını belirtiyor. Ardından da gizli simetriye ulaşmış olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi”. İnsandaki gizli simetrinin canda değil ruhta olduğunu ise son mısralarında belirtiyor. “Yunus kim öldürür seni” derken “Yunus senin ruhun ölümsüzdür” demek istiyor ve ölümle ruhun değil canın öleceğini “veren alır gine canı” sözleriyle ifade ediyor.
  İnsan bilincinin daha üst bir seviyeye çıkmasına
‘Kozmik Bilinç’ denmektedir. Kozmik bilince ulaşan insanlarda dürüstlük, olgun bir kişilik ve ileri bir sezgi gücü gelişir. Sezgisel olarak ulaşılan hakikatlere tereddütsüz bir güven vardır. Sufiler bu türden bir bilgiye ‘İlm-i-Yakin’ demişlerdir. Bu bilgide şüphe, tereddüt ve güvensizlik yoktur. Zira gözlenen bir gerçek değil bizzat yaşanıp paylaşılan bir gerçek söz konusudur. Ancak böylesine bütünsel bir gerçeği dile getirmek ve kavramlarla ifade etmek de pek mümkün değildir. Bu bakımdan Kozmik Bilince sahip kişiler kendi gerçeklerini sanatın yardımıyla ifade ederler. Sanatta yaradılışın estetiğini yansıtmak mümkündür.

Karmaşa Kuramı

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Doğanın karmaşık yapısını yansıtma gücüne sahip olan yeni bir bilim oluşmaktadır. Bu bilimin adı Kaos Kuramı veya Karmaşa Kuramı’dır.  Hem görsel bir yanı bulunuşu, hem de matematik ile yakından bağlantılı oluşu bu kurama ayrı bir çekicilik veriyor. Kuramın temeli “Fraktal” adı verilmiş olan birtakım matematiksel görsel yapılara dayanıyor. Fraktaller bize doğanın dış görüntüsü hakkında ayrıntılı bilgi veriyorlar. Aynı zamanda doğada her var olanın kendi üstüne dönüşerek değiştiğini ve bu değişimin süreksiz ‘iterasyonlar’ (tekrarlar) şeklinde oluştuğunu ortaya çıkarıyorlar.

  Sağda görülen dünya ve ay tamamen bilgisayarda tek bir matematik denklemden elde edilmiştir. Resmin ortaya çıkışı kendi üzerine tekrar tekrar dönen süreksiz adımlar sayesinde olmuştur.

  İnsanlar eskiden beri doğada gizli olan bir yasalılık ve düzen bulunduğunu, fakat bu düzenin karmaşık bir görüntüye dönüştüğünü fark etmişlerdir. Günümüzde Karmaşa Kuramı sayesinde pek çok doğa olayı açıklanabilmektedir. Karmaşa Kuramına göre varlığın varlığını sürdürmesi için her an kendini yok edip yeniden oluşturması gerekmektedir. Bu oluşturma asla fotokopi gibi olmamakta daima küçük farklar ortaya çıkmaktadır. Farkların ortaya çıkabilmesi için kendi üstüne dönüşerek değişen matematik fonksiyonun doğrusal olmayan bir yapıda olması gerekmektedir.
 
Doğadaki var olanların oluşumunda bulunan bu doğrusal olmayan yapı gizli bir yasa gibi görülebilir. Kendi üzerine dönüşme olayını da varlık ile yokluk arasında bir titreşim gibi düşünebiliriz. Böylece hem bilim hem de felsefe açısından önemli olan varlık-yokluk konusu çıkmaktadır. İnsan duyuları ile veya duyularına yardımcı olan gözlem aletleri ile varlığın farkına varmaktadır.

  Var olanları tanımlamak kolaydır. Fransız kimyacı Lavoisier’den biliyoruz ki hiçbir şey var iken yok olamaz. Var olan bir nesne yok olamaz ancak dönüşür. Şekil değiştirir. Şekil değiştirmesine rağmen nesnenin içinde kalan ve şekil değiştirmeyen, daima korunan bir varlığın bulunduğu görüşünü ileri süren eski düşünürler “Enerji” kavramını üretmişlerdir.
  Enerji önceleri insandaki iş yapma kapasitesi olarak, daha sonraları nesnelerin iş yapma kapasitesi (yeteneği) olarak tanımlanmıştır. Çeşitli enerji türleri vardır. En basit iki enerji türü potansiyel ve kinetik enerjilerdir. Potansiyel enerji durum enerjisi ve kinetik enerji hareket enerjisi olarak düşünülmelidir. Her nesne bulunduğu noktaya göre bir durum enerjisine sahiptir. Buna en genel anlamda E harfi ile tanımlarsak E = mc2 bağıntısı ile Enerjinin nesnenin kütlesi ile doğru orantılı olduğu Albert Einstein tarafından gösterilmiş ve deneysel olarak da kanıtlanmıştır. Bu denklemde c ışık hızı olup sabit bir değerdir. Şu halde cisim ne kadar fazla kütleli ise o kadar fazla iş yapma kapasitesine sahiptir. Fakat bu kapasite sadece potansiyel, yani atıl bir kapasitedir. Önemli olan bu kapasiteyi açığa çıkarmak ve aktif hale getirmektir.

 

Modern bilim ve özellikle Kuantum Kuramı’na göre parçacıklar birer enerji paketinden başka bir şey değildirler. Kuantum kuramına göre her nesne enerji olup bu enerji miktarı nesneyi oluşturan dalganın titreşim frekansı (titreşim miktarı) ile doğru orantılıdır. Yanı, Kuantum kuramı sadece kavramsal olarak maddenin dalga olduğunu söylemekle kalmamış, ayrıca bu dalganın taşıdığı enerjiyi sayısal olarak da belirtmiştir. Bu şekilde Kuantum kuramının öngördüğü sonuçlar pratik olarak deneylerle ölçülebilmekte sayısal olarak büyük bir kesinlikle kanıtlanabilmektedir.

  Kuantum kuramı enerjinin asla yok olamayacağını da sayısal olarak ifade etmiştir. Bu kurama göre enerji paketler şeklinde aktarılmakta ve bu bölünemez en küçük enerji paketlerine de “kuanta” (miktar) denmektedir.

  Resimde üç adet foton görülüyor. Her biri titreşen bir dalga paketi olarak düşünülebilir. Fotonlar bölünemez ve daha bileşenlerine ayrılamaz. Her foton ya tüm olarak emilir veya tüm olarak yansıtılır. Altta görülen çizim fotonları ideal olarak üç adet tek dalga gibi göstermektedir. Üç tane foton aslında tek bir dalgadır ve bu dalganın düğüm noktaları fotonların süreksizlik noktalardır. Yani, sürekli sandığımız dalga bile bir var olur bir yok olur. Hareketi süreksiz ve kesiklidir. Her türlü harekette aynı süreksizlik özelliği vardır, fakat bizim fizyolojik yapımız süreksizliği sürekli hale dönüştürür. Düğüm noktalarına “yokluk noktaları” veya “dönüşüm noktaları” da diyebiliriz. Bu bakımdan düğüm noktaları aynı zamanda dönüşüm noktalarıdırlar.

  Dönüşüm noktaları yeni oluşumlara olanak sağlayan “Kritik” noktalardır. (Bakınız: Kritik Etki Yasası başlıklı yazım) Yeni oluşumlar ise benzerlikler halinde belirirler. Benzerlikler daima bir belirsizlikle birlikte ortaya çıktıklarından dolayı, olaylar ve olgular arasında katı nedensellik bağı değil, olasılık (ihtimaliyet) bağı vardır. Bu belirsizlik doğanın en temel ilkelerinden biri olup Kuantum Kuramında Heisenberg tarafından “Heisenberg’in belirsizlik ilkesi olarak bilime mal olmuştur. Böylece kesin nedensellik, yani bire-bir neden-sonuç ilişkisi de geçersiz olmaktadır. Bu ilke sayesinde doğada çeşitlilik ve yenilik oluşmakta değişim ve evrim ortaya çıkmaktadır.

  İşte bu çeşitliliğin nedeni Karmaşa kuramında bulunan çatallaşma özelliğidir. Çatallaşma (Bifurcation) hem cansız hem de canlı sistemleri etkileyen doğanın matematiksel ve temel bir yapısıdır. Çatallaşma anında sistem bize iki olanak sunar. Bu seçeneklerden birini tercih etmekle hem cüzi irademizi kullanır, hem de belirsizlik yaratmış oluruz. Altta yatan ve gözlere gaip olan bir yasa olmasına rağmen, evrendeki karmaşanın ve belirsizliğin nedeni budur.

KUANTUM KURAMI VE İNSAN

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Yirminci yüzyılın başlarında geliştirilmiş olan Kuantum kuramına göre gözleyen ve gözlenen birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Biz bir doğa olayını gözlerken ve onun bir matematik modelini yaparak anlamaya çalışırken sadece kendi yorumumuzu sergiliyoruz. Yani, akıl ve mantığımızı kullanarak doğanın kendisini değil, kendimizi, kendi zihnimizi ortaya koymuş oluyoruz.
  Örneğin, ışık ile yapacağımız bir tür deney bize ışığın dalgasal bir yapıya sahip olduğunu söylerken, bir diğer farklı deney ise ışığın küçük enerji paketleri olan ve parçacık gibi davranan foton’lardan meydana geldiğini söyler. Şu halde ışık hem dalga özelliğine sahiptir hem de parçacık.
  Sadece ışık değil tüm ‘madde’ dediğimiz nesneler dalga ve parçacık özelliği gösterebilirler. Zira her nesne aslında bir enerji türüdür. Enerji türleri ise kesin hudutlarla belirtilemeyen ve sürekli değişim içinde olan yapılardır. Kuantum kuramı maddeyi enerji olarak tanımlar ve maddeler arası etkileşimleri enerji alanlarının etkileşimi olarak görür. Demek ki tüm evreni birtakım enerji alanlarının ortamı olarak görebiliriz. Hareket ise enerji alanları arasında bir çeşit alış-veriş veya dalgalanma olarak açıklanabilir.

  Aynı durum insanlar için de söz konusudur. Her insan bir enerji alanıdır. Her insan çevresi ile sürekli enerji alış-verişi yapmaktadır. Beslenmeden tutun da büyümeye, hatta düşünmeye kadar her eylemimizde bir enerji alış-verişi vardır. Fiziksel bedenin çevresinde de göze görünmeyen bir enerji alanı bulunmaktadır. Bu alan da çevredeki diğer enerji alanları ile etkileşir, titreşime girer ve rezonansa ulaşır. Bu olayı aynı titreşen bir diapazonun diğer bir diapazonu da titreştirmesine benzetebiliriz. İki diapazon aynı rezonans frekansına sahipse birine vurduğumuzda diğerinden de ses gelir. İnsanlar da rezonansa girerek birbirlerini etkilerler. Rezonans olduğunda bilgi içselleşir ve sadece bellekte değil, tüm bedende kayıt olur. Buna yaşam bilgisi de diyebiliriz. Yaşam bilgisi tüm hücrelere yayılan holografik bir bilgi türüdür.
  Fizik alemde etkileşmelerin zaman farkı ile oluştuğu inancı hakimdir. Kuantum kuramı içinse ‘zaman’ ölçülebilir bir büyüklük değildir. Mutlak zaman diye bir şey yoktur. Zaman her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Önemli olan andır. Her olayın oluştuğu an önemlidir. Bizler sürekli an içinde varlığımızı sürdürürüz. İşte, yaşam bilgisi anında harekete geçebilen ve etkinliğini anında gösteren bilgi türüdür.
  An kavramı ise noktaya benzer. Nasıl ki noktanın boyutu yoksa an’ın da boyutu yoktur. Zaman ise bir süre içerdiğinden çizgi gibidir. Nokta boyutsuz olup çizgi tek boyutlu bir yapıdır. Bunlar birbirine indirgenemez. Aynı şekilde zaman da an’a indirgenemez. Fakat an denilen noktasal zamanın sonsuzluğa açılabilen bir özelliği vardır.

  Yandaki şekilde insan denilen varlığın iki temel özelliğini gösteriyorum. Biri beden diğeri de tin yapısıdır. Beden, bizim biyolojik yapımızı ve tin de psiko-sosyal yapımızı ifade eder. Şu halde insan bio-psiko-sosyal bir varlıktır. Hem tin hem beden tüm canlılarda bulunur. Ama insan tini onun edimleri ile ilgili olduğundan diğer canlılara göre çok daha gelişmiş ve karmaşık hale gelmiştir. Hem tin hem beden “cevher” denebilen bir kaynağa bağlıdır. Bu kaynak da sonsuz ve bütünsel “Ruh” olarak tanımlanabilir. Her insan bu sonsuz kaynaktan kendi payına düşen miktar kadar sebeplenir ve yararlanır. Hem tin, hem beden boyutunun kökenine (orijinine) ulaşabilenler bu kaynaktan bilgi aktarabilirler. Kuantum Kuramının şu savı deneysel olarak da kanıtlanmıştır:

  Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder.
  Bu ifadenin anlamı şudur: Bütün parçalarından fazladır. Bütünü oluşturan parçalar, bütünden ayrılsalar dahi bütünle etkileşmeye devam ederler. Parçalar bütünden tamamen bağımsız bir varlık sürdüremezler. Parçalar arası ve bütün ile parçalar arasında yerel olmayan bir etkileşim vardır. Parçalarda hem bütünü hatırlayan (asıl yapıyı unutmayan) özel bir bellek vardır hem de yeni dış etkilerden birbirlerini haberdar etme yeteneği vardır. İnsan da sonsuz ve tümel ruh olan kaynaktan ortaya çıkmış olduğundan onunla olan ilişkisi asla kopmaz. O ilişkiyi kuvvetli tutup kopmasını önlemek her insanın iradesi dahilinde olan bir durumdur.
  Nesneler da aynı kaynağa bağlıdırlar. Onların da bir dalgasal boyutları, bir de parçacık boyutları vardır. Bu iki boyut tin-beden boyutları gibi birbirlerine indirgenemeyen, birbirlerinden bağımsız olan özelliklerdir. İşte, bu yüzdendir ki bir deney yapıldığında nesnelerin ya parçacık veya dalga özellikleri ile karşılaşıyoruz. Oysa ki her ikisi bir arada bulunur ve bu ortak özelliğin ortaya çıkışına “Enerji” adını veriyoruz. Bu enerji evrenseldir ve her var olan nesnenin esas değişmez dokusudur.
  İnsan istediği taktirde evrensel enerjiyi harekete geçirip yerel olmayan bir iletişim kurabilir. Buna ‘İstek Yasası’ diyebiliriz. Bu yetenek her insanda vardır, ama istek olmadıkça yetenek harekete geçmez. İnsan kendini beş duyu ile kısıtlamadığı taktirde istek yasasını harekete geçirerek birçok açıklanması zor olan işler başarabilir. Öncelikle an içinde bulunmak ve trans (vecd) haline geçerek zaman kavramından uzaklaşmak gerekir. İnsan istemedikçe kendisine hiçbir ruhsal bilgi aktarılmayacaktır. Duyular ötesi algılama da aynı şekilde istek yasası sayesinde gerçekleşir.
  Fakat bu istek determinist yasalarla açıklanamaz. İnsan her istediğini yapabilme yetisine sahip değildir. Bu kanıda olanlar aslında egolarına fazlaca önem verenlerdir. Çünkü, görelilik ve belirsizlik doğanın temel yapısında bulunmaktadır. Kuantum Kuramı “mutlak gerçek” kavramını “muhtemel (olası) gerçek” kavramı ile değiştirmiştir. “Olası gerçek” görüşüne göre: Deney yapıp (karar verip) sonuç ortaya çıkmadıkça gerçek hakkında bilgi sahibi olunamaz.

  Olası gerçek kavramına “potansiya”, yani “gerçekleşmesi mümkün olan fakat henüz gerçekleşmemiş olan” olarak da bakabiliriz. Hepimizin bildiği “potansiyel enerji” kavramında gerçekleşmemiş olan iş yapma kapasitesi gizlidir. Bu kavramın en genel şekli olan “potansiya” kavramında “var olma kapasitesi” yatar. Şu halde varlık veya gerçek dediğimiz oluşumu mutlak olarak değil, sadece göreli bir gizli kapasite olarak düşünebiliriz. Bu kapasiteyi harekete geçirmek için, an içinde tüm varlığımızla ve coşku ile olaylara katılmamız, fakat bu katılıma asla bencil çıkarlarımızı dahil etmememiz gerektiğini bilmemizde fayda vardır.

2 - KUANTUM GERÇEKLİĞİ

BİLİM DÜNYASINDA KUANTUM GERÇEKLİĞİ

  Kimse bakmadığı zaman atomun ne yaptığı sorusunu açıklamak ve kuantum ölçme problemini çözmek için bilim dünyasında en azından sekiz farklı kuantum gerçekliği resmi öne sürülmüştür.


 1- Derin gerçeklik yoktur          2- Gerçek gözlemle yaratılır        3- Bölünmemiş bütünlük
 4- Bir çok dünya yorumu          5- Kuantum mantığı                   6- Neo Realizm
 7- Bilinç gerçekliği yaratır        8- Çift katlı dünya

 “Bir kuantum sıçraması sırasında gerçekten ne olur?”
  Bilim dünyasının araştırıp ortaya koyduğu bu sekiz gerçekliğe kısaca bir göz atmak, kuantum fiziğini anlamak konusunda bize bilimsel bir açı da sunacaktır. Kuantum gerçekliğini günlük yaşama indirgeyebilmek için bilimin verilerini temel kaynaklarımız kabul ederek yola koyulmamız, kuantum fiziğinin felsefi yorumlarını yapmak açısından çok yararlı ve günümüz anlayışına uygun olacaktır. Önce bilimsel  veri sonra bilim felsefesi ve ardından günlük yaşama indirgeme; diğer disiplinlerle olan bağlantıları çözme ya da yapılandırma, bir sıra takip  ettiğinde kuantum gerçekliğini anlama açısından araştırıcının da anlayışını kolaylaştır diye düşündük.

 1- DERİN GERÇEKLİK YOKTUR
  İlk olarak ünlü kuantum öncülerinden biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr tarafından formüle edilen kuantum gerçekliği sadece olayların
"gerçek" olduğunu savunur.
Olaylar ağaç, kaya, yıldızlar ve fizikçinin ölçüm aletleri olan Geiger sayaçları, balon odaları gibi gözümüzle gördüğümüz şeylerdir. Bunlar hiç kuşkusuz gerçektir. Ancak, atomların kendileri bu kadar gerçek değildir. Onları sadece ölçümlerin sonuçlarından dolaylı olarak biliyoruz.
  Fizikçiler, atom dünyasıyla kurulan bu dolaylı ve eksik temaslara göre atomun neye benzediğini resimlemek için tıpkı kör bir adamın fili tarif etmeye çalışması gibi çok uğraşmışlar ve bu görünmez dünyanın sıradan bir resmini oluşturma girişimlerinde amaçlarına ulaşamamışlardır. 1920'lerin sonlarında Bohr atom dünyasının ağaç, kaya ve taşlar gibi bir gerçekliğe sahip olmadığı için insanlar tarafından asla resimlenemeyeceğini savunmuştur.
  Bohr'un inancına göre, atomların var olduğu kesindi, fakat var olma şekilleri, yalnızca olaylar dünyasında yaşamakla sınırlı olan insanlar tarafından asla kavranamazdı. Ayrıca, atomları resimlemekte yetersiz kalmamız atomlar hakkındaki bilgimizin çok az olmasından değil, çok fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
  Bohr'un meslektaşı Werner Heisenberg bu fizikçileri, dünyanın düz olduğuna inananlara göre atom dünyasının resimlenmesi araştırmasına devam eden Einstein ve Erwin Schrödinger'le karşılaştırıyor:
"Yeni deneylerin bizi uzay ve zamandaki nesnel olaylara götüreceği umudu, dünyanın ucunun Antarktika’nın keşfedilmemiş bölgelerinde keşfedileceği umudu kadar iyi temellenmiştir."
Heisenberg'in sözleri bir kehanetin özelliklerini taşıyor. Altmış yıl sonra, kuantum dünyasını Einstein'ın tahayyül ettiği sağduyuyla resimleme konusunda her zamankinden daha ilerideyiz.

 2- GERÇEKLİK GÖZLEMLE YARATILIR
 Eğer sadece olaylar gerçek olsaydı, bu durumda şu soruyu sormamız gerekirdi. Ağaç gibi bir olayı, gözlenmeyen atom gibi daha az gerçek ve gözlenir olmayan bir kavramdan ayıran şeyin temel doğası nedir?
 Birçok fizikçiye göre her olayın kalbinde
"gözlem" yatar. Kuantum kuramcısı John Wheeler, ünlü idealist Piskopos Berkeley'in sloganı “olmak algılanmaktır" çağrıştırarak, "Hiçbir olay gözlenmedikçe gerçek bir olay değildir" diyor.


Piskopos Berkeley, ölümlüler gözlerini kapattıkları zaman hiç eksilmeyen dikkatiyle dünyanın var olmaya devam etmesini sağlayan
"son durak algılayıcısı" ve bizim "Tanrı" dediğimiz o varlık dışında hiçbir şeyin gerçekten var olduğuna inanmadı.


  Wheeler ve diğer fizikçilerin çoğu insan-dışı gözlemleme sorusuyla ilgili olarak Berkeley kadar ileri gitmediler; insan farkındalığı veya ilahi farkındalığın gözlem yapmak için gerekli olduğuna inanmıyorlar.
"Gözlemci", "kayıt yapan" herhangi biri veya herhangi bir şeydir. Onların görüşüne göre, sıradan gerçeklik "kayıtlar" şeklinde insanlardan toplanan bilgiler, doğal dünyaya yayılmış geri dönüşü olmayan değişiklikler ve daha az gerçek fon maddesinden kristalize olur.


  Fizikçinin, kuantum olgusunun gerçekliğini oluşturma konusunda gözlemin önemini vurgulaması, ormandaki gözlenmeyen bir ağacın ses çıkarıp çıkarmadığı konusundaki eski felsefi görüşlere yeni bir soluk getirmiştir. Fiziksel dünyayı bu garip kuantum yöntemiyle ele almanın daha önce görülmemiş şekilde başarılı olması, meşhur gözlenmeyen ağaç konusunu felsefe sınıflarının dışına atıp, bilinen en başarılı bilimsel kuramın merkezine oturtmuştur. Şimdi sadece saf üniversite öğrencileri değil,  seçkin profesyonel fizikçiler de ormanın içindeki yalnız ağacın düşmesi ile şaşkınlığa uğramaktadır.
  Kuantum gerçekliği 1 ve 2 birlikte, Niels Bohr'un doğduğu yerin adıyla, kuantum teorisinin
“Kopenhag Yorumu” olarak anılmaktadır. Ama bu yorum, makroskopik nesnelerin gerçek varlığını zaten olması gerekiyormuş gibi kabul edip, atom dünyası ve onun ölçme aletleriyle olan detaylı etkileşiminin felsefi araştırmasını dışarıda bırakarak kuantum gerçekliği sorusunu çözüme ulaştıramaz.

3-BÖLÜNMEMİŞ BÜTÜNLÜK
  Modası geçmiş Newton fiziği dünyayı, yerçekimi, elektriksel ve manyetik alanlar gibi
"yerel güç alanları" vasıtasıyla etkileşimde bulunan izole edilmiş partiküller koleksiyonu olarak tanımlamıştı. Yerel alan, aracılığı etkileşim prensibine göre çalışır; bir gücün, örneğin yerçekiminin bir kütleyi, ayı etkilemesi için, bu gücün aradaki boşluğu ışık hızından daha yüksek olmayan bir hızla boydan boya geçmesi gerekir. Eğer dünya aniden bir göktaşı tarafından yok edilirse, ay dünyanın yokluğuna yaklaşık 0.5 saniye sonra tepki verecektir.
  Bir yerel gücün zıttı, dünyanın ayı aradaki bir alanla doğrudan, ani ve aracısız olarak etkileyebileceği bir etkileşim olabilir. Galileo'dan Gell-Mann'a kadar tüm fizikçiler bu türden yerel olmayan etkileşimleri ters ve bilimsel açıdan tatsız olarak görmüşlerdir.


  Isaac Newton sağduyulu hiçbir filozofun birdirbir oyununa benzer bu tür güçlerin doğada var olabileceğine inanmayacağını söylemişti.


  Ancak, kuantum olasılık dalgasının ki Erwin Schrödinger'e göre kuantum dünyasının klasik beklentilerden en fazla farklılaştığı yer; en çok göze çarpan özelliklerinden biri de, iki kuantum sistemi etkileşimde bulunduğu zaman olasılık dalgalarının birbirine geçtiği, böylece atom A dalgalarının atom B dalgalarıyla karışarak atom A' daki bir eylemin atom B' de ani ve aracısız bir değişikliğe neden olduğudur, dünyada değilse bile, en azından matematikte böyle olduğu kabul edilir ama daha sonra başka bilim adamları kuantum gerçekliğinin meta yorumlarında bunun da mümkün olabileceğini ileri süreceklerdir.


  Bu türden ani ve bölgesel olmayan etkileşimin klasik fizikte daha önce örneği görülmemiştir (klasik fizikte tüm etkileşimler doğrudan temas veya bölgesel alanlar aracılığıyla ortaya çıkar), fakat bazı voodoo büyücülerinin
"bulaşıcı büyü" inancına çok benzer; bu inanç, saçınız veya kesilmiş tırnağınız gibi bir zamanlar parçanız olan bir şeyin, bu parçadaki bir eylemin bütünü anında etkileyecek şekilde doğrudan temasta kalması kavramıdır. İrlandalı fizikçi John Stewart Bell'in yakın zamandaki keşfi kuantum birleşme sürecine yeni bir ışık tutmuştur. Bell'in teoremi ve bunun John Clauser (California Üniversitesi) ve Alan Aspect (Paris Üniversitesi) tarafından deneysel olarak doğrulanması bölgesel olmayan voodoo benzeri bu bağlantıların sadece matematikte var olmadığını, gerçek dünyadaki gerçek etkilerde de var olması gerektiğini kanıtlamaktadır.

  John Stewart Bell'in, iki atom bir kez etkileşimde bulunduktan sonra gerçekten bağlı kaldıklarını, öz varlıklarının belirgin olarak mahrem bir kuantum tavrında birbirine dolaştığını keşfetmesi; kuantum dünyası hakkında düşünülecek en iyi yolun, etkileşimde bulunan ayrı parçalardan oluştuğunu tasavvur etmek değil, aksine "etkileşimde bulunan parçalar" resminin basit bir ortalama olarak ortaya çıktığı bir tür bölünmemiş bütünün resmi olduğunu düşünmek gerektiğini öne sürmektedir. Kuantum dünyasının özünün bölünmemiş bir bütün olduğu fikri, fizikçi David Bohm tarafından ortaya atılmış ve Bell'in keşfinden bir süre önce de diğer fizikçiler kuantum bütünlüğü konusunda daha sağlam temeller üzerine bazı spekülasyonlar yapmışlardır.

4- BİRÇOK DÜNYA YORUMU
  Princeton'dan mezun olan Hugh Everett tüm evreni açıklamak için kuantum teorisini kullanmak istiyordu. Fakat geleneksel kuantum teorisi dünyayı "olduğu gibi değil" gözlemciye göründüğü gibi, her şeyi bilen, her yerde ve her zaman olan, maddesel dünyanın dışında bulunan (günümüzün modern bilim adamları arasında modası geçmiş bir önerme) "son durak gözlemcisi" ne göründüğü gibi açıklamaktadır. Bu kuantum teorisinin evrenin kentlisini açıklamak için kullanılması mümkün değildir. Everett bunun yerine matematiği değiştirmeden, kuantum formülasyonunda gözlemcinin rolünü azaltan ve bizim evren sözcüğünün ne anlama gelebileceği konusundaki görüşümüzü yoğun bir şekilde genişleten radikal bir yorum öne sürdü.


  1982 yılında zamansız ölümüne kadar Pentagon'da stratejik planlamada çalışan Everett, gözlenmeyen atomun kuantum muhtemel pozisyonlarının sadece olasılık değil, gerçek olduğuna karar verdi. Atom gerçekten aynı anda birçok yerde bulunabiliyordu, ama bu atomik pozisyonların her biri farklı bir evrende yerleşmişti. Everett'in yorumuna göre,olması muhtemel olan her şey büyük Everett kainatının alt evrenlerinden birinde oluyordu. Everett kainatını yer-zamanda spagetti çubuklarından oluşmuş, her çubuğun
"tüm evren"  diyebileceğimiz şeyde farklı muhtemel bir tarihinin olduğunu, fakat aslında büyük bir koleksiyon içinde sadece bir alt evren olarak bulunduğunu gözümüzün önüne getirebiliriz. İnsan gözlemciler bu alt evrenlerin birçoğunda bulunurlar, fakat komşularının varlığının farkında değildirler. Everett'in modelinde kuantum teorisi bir olayın gerçekleşme olasılığını temsil etmez. Bütün olaylar bu dünyada gerçekleşir; hiçbiri dışarıda kalmaz. Aslında kuantum teorisi gözlemcinin kendisini evren B' den çok evren A' da bulması olasılığını temsil eder.

  Everett'in yorumu dünyanın gerçekten nasıl çalıştığı hakkında gerçek bir resim verirse, o zaman bir kez daha dünyayı "olduğu gibi algılamakta" sıradan insan bilincinin en yetersiz araç olduğunu öğrenmiş olacağız.
Einstein'in özel görecelik teorisi dünyayı tüm olayların, geçmişin, şimdinin ve geleceğin sonsuza kadar birlikte varolduğu değişimsiz bütün bir yer-zaman olarak açıklıyor; bu açıklama insanların her gün dünyayı sürekli olarak değişen şimdiki an olarak deneyimlemesiyle uygunluk sağlamıyor. Everett ve Einstein'ın fizik temelli dünya görüşleri bizim günlük deneyimimizle ters düşüyor: her ikisi de gerçek dünyanın bizim duyularımıza görünenden çok daha büyük olduğunu söylüyorlar.


  Bütün kuantum gerçeklikleri içinde hiçbiri Everett'in sizin evreninizle birlikte sayısız evrenin var olduğu tartışmasından daha dikkat çekici değildir. Ancak, gerçeği tek olarak ele alması nedeniyle ( bu modelde olasılıktan gerçekliğe gizemli gözlemciler tarafından yaratılan geçişler yoktur) Everett'in abartılı vizyonu bazı kuantum düşünürler arasında gittikçe popülerlik kazandı. Bilim kurgu yazarları iyi bir hikaye yaratmak amacıyla paralel evrenleri icat ettiler.

5- KUANTUM MANTIĞI
  Küçük bir grup kuantum düşünürü, atomların özelliklerine sahip olma şekli sıradan dille ifade edilemiyorsa, bu durumda dolambaçlı kuantum dünyasını ele alabilmek için daha uygun yeni bir dil icat etmemiz gerektiğine inanıyorlar. Fakat gizemli kuantum gerçeklerini elde edebilmek için sıradan lisanda yapabileceğimiz en ufak değişiklik nedir? Dilimizin kelimelerini koruyup "mantığını" değiştirmek nasıl olacak?
  Mantık, bilgi dağarcığımızın iskeletidir. Mantık, dilimizdeki en kısa ve en önemli kelimelerden bazılarının uygun şekilde kullanılmasını sağlar. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında İrlandalı bir öğretmen olan George Boole,
"Düşüncenin Kanunları" adlı kitabıyla, mantıklı ifadelerin basit aritmetik kurallarına uyduğu suni sembolik bir dil yarattı. Boole'un mantık kurallarını kodlaması sıradan dilin mantık iskeletini ortaya çıkardı ve matematiksel mantığın modern bilimini buldu. Boole mantığı modern çağlarda insan köklerinde üstünlük sağladı. Artık bu iki değerli mantıksal aritmetik, bilgisayarların mekanik muhakemesinin temelini oluşturuyor.
  Georgia Üniversitesi'ndeki David Finkelstein gibi kuantum fizikçileri, Einstein'ın Öklit geometrisine aykırı bir geometriyi, eğimli yer-zaman aritmetiğini ortaya çıkararak fizikte önemli bir problemi (yerçekiminin doğasıyla ilgili) çözmüş olduğunu unutmadılar. Bu bilim adamları kuantum kördüğümünün de benzer şekilde çözülmesinin mümkün olup olamayacağını sordular, yani, düşünce kanunlarımızda köklü bir değişiklik yaparak. Birisi bakana kadar pozisyonları karmaşık olan atomlar yerine, belki de dünya pozisyonları her zaman belirgin olan atomlar içeriyor ama biz bu atom pozisyonları hakkında ancak Boole mantığı dışında bir mantık kullanarak, konuşabiliyoruz.
  Kuantum mantığı yaklaşımı kuantum yorumlamasının bazı problemlerini çözmekte, fakat birçok problemi de el değmeden bırakmaktadır. Kuantum mantığının şu anda hala ilk aşamalarında olduğu görülmektedir: atom davranışının baştan sona hazırlanmış grameri yerine çekingen bir öneri yapılmaktadır.
  Rockefeller Üniversitesi fizikçilerinden Heinz Pagels, eğer kuantum mantığını dünyanın gerçek mantığı olarak kabul eder ve kendimize bu yeni yöntemle düşünmeyi öğretirsek, bu durumda kuantum mekanizmasının mantıklı geleceğine, fakat günlük dünyanın anlamlı olmaktan çıkacağına işaret ederek bu yaklaşımı eleştirmiştir. Boole mantığı dışındaki bu projenin en büyük boşluklarından biri, mantıksız atomlardan yapılmış bir dünyanın, bu tür atomlar sayısı büyüdüğü zaman bizim tanıdığımız sıradan mantık dünyasına nasıl dönüştüğü problemidir.

  6- NEO REALİZM
  Atomlar ve diğer kuantum varlıklarının gözlense de gözlenmese de daima kesin pozisyonlarının olduğunu düşünerek ölçme problemini çözüme ulaştırmak için yapılan diğer bir girişim, Fransız fizikçi prens Louis de Broglie ve İngiliz-Amerikan fizikçi David Bohm'un "Pilot dalgası" yaklaşımıdır.
  Broglie-Bohm yaklaşımı kuantum fiziğin temeli olarak sıradan gerçeklik kavramını yeniden canlandırdığı için bu duruma
"Neo realizm" adı verildi.


  Neo realist yaklaşımın ana sorunu sıradan partikül davranışlarının kuantum gerçeklerini açıklamaya yetecek kadar çılgın olmayışıdır. Eğer atomlar gerçekten sıradan partiküllerden yapılmışsa, o zaman onların kuantum gerçeklerinin talep ettiği kadar garip davranmasını sağlayacak bir yöntem bulunmalıdır. Neo realist düzende partiküller sıradandır ve dünyanın tüm kuantum garipliği pilot dalgası denilen bir varlığa havale edilmiştir. Pilot dalgası, yerçekimi gibi alanı içindeki tüm partikülleri etkileyen sıradan güç alanlarının aksine, sadece bir partiküle eder: her partikülün, evrendeki tüm diğer partiküllerin konumunu algılayan sadece kendisine ait özel bir pilot dalgası vardır. Pilot dalgası özel partikülünü güç uygulayarak değil, bir radar ışını gibi
"bilgi" sağlayarak yönlendirir. Ayrıca, bir partikülün kişisel pilot dalgası hesaplandığında, o partikülün daha basit dalga fonksiyonu anlamında hareketinin geleneksel kuantum açıklaması ile karşılaştırıldığı zaman son derece karmaşık olduğu görülür.


  Bu Neo-realist önerme fiziği, birisi bakana kadar gerçekten orada bulunmayan partikülleri mistik kavramlarından kurtardığı için, her partikülün boşluktaki yolculuğunu kişisel dalgalarla yönlendirmesi fikir olarak çok cazip görünebilir. Fakat pilot dalgasının iki özelliği fizikçilere itici gelmektedir ve bu düşüncenin kolaylıkla kabul edilmesini engellemiştir.


  Pilot dalgası sadece bir partikülü etkilediği için prensip olarak gözlemlenemez. Pilot dalgalarının varlığı ve şekli, her biri ilgili partikülün hareketini etkilediğinden, dolaylı yol haricinde bağımsız olarak teyit edilemez. Buna ek olarak, bu dalganın partikülüne tüm evren hakkında doğru olarak güncelleştirilmiş bilgi vermesi için sinyalleri ışıktan daha hızlı iletebilmesi gerekir. Birçok fizikçi Neo-realist yaklaşımın yaratıcılığı ve felsefi basitliğini takdir etmekte, fakat 1080 karmaşık süper luminal radar alanlarının (evrende her partikül için bir tane) dünyaya nüfuz ettiği, bunlardan hiçbirinin gözlemlenemediği kavramını hazmedememektedir.

  Fizikçiler, prensip olarak gözlemlenemeyen varlıkları sevmezler: görünmeyen pilot dalgaları, onlara toplu iğne başında dans eden aynı derecede görünmez ortaçağ masal perilerini hatırlatır. Einstein süper luminal hareketlerin zaman makinesi yapmak için kullanılabileceğini gösterdiği için fizikçiler ışıktan hızlı hareket eden şeyler konusunda da huzursuzluk duyarlar. Neo realistler ikinci itirazın birinci tarafından iptal edildiğini belirlemekte gecikmezler. Pilot dalgası gözlemlenemezse, o zaman süper luminal hareketleri de Einstein'ın zaman makinesinde kullanılmak üzere mevcut olamaz.

7-BİLİNÇ GERÇEKLİĞİ YARATIR
  Yir
minci yüzyılın en önemli entelektüel şahsiyetlerinden biri de Macaristan doğumlu matematikçi John von Neumann'dır. Von Neuman saf matematik alanındaki katkılarına ek olarak, rasyonel oyunlar olarak yorumlanan ekonomik ve politik davranışlar çalışmasını başlatmış, kendisi kopyalayan robotlar konusunda ilk teoriyi oluşturmuş ve saklanan programlı bilgisayar kavramını icat etmiştir. Bilgisayar bilimi alanındaki katkıları öylesine önemlidir ki, bir kerede tek komut alabilen sıradan bilgisayarlara hala
"Von Neumann makineleri" denmektedir.

  1930'ların başlarında Von Neumann matematiksel zihnini yeni gelişmekte olan kuantum fiziğine yönlendirdi. Von Neumann, Bohr ve Heisenberg'in gevşek atılmış ilmeklere benzeyen kavramlarını sağlam bir şekle soktu ve kuantum teorisini, bugün hala bulunduğu, Hilbert Boşluğu denilen incelikli bir matematiksel konuma yerleştirdi. (Sonsuz boyutlu Hilbert boşluğu, sıradan üç boyutlu boşluğun tersine, bir atomun kuantum olasılıklarının tamamını bir seferde içine alabilecek kadar geniştir.) Von Neumann, birçok bilim adamı tarafından "kuantum teorisinin incili olarak değerlendirilen “Kuantum Mekaniğinin Matematiksel Temelleri” adlı kitabında, pek çok fizikçinin yüzleşmekten korktuğu veya çekindiği kuantum ölçüm problemini teşhir etti ve açıkça saldırdı. Von Neumann "kuantum İncil" inde Kopenhag görüşündeki dünyayı iki parçaya ayırma fikrine karşı çıktı. Kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik ölçüm aletleri (belirgin özellikler taşıyan gerçek nesneler). Von Neumann, Bohr takipçilerinin dünyayı temel olarak farklı iki parçaya ayırmakla yanlış yaptıklarına inanıyordu.
  Von Neumann'a göre dünyamız tekti, ikiye ayrılmamıştı. Tek doğası vardı ve bu doğa kesinlikle klasik değildi. Ancak, eğer dünya von Neumann'ın düşündüğü gibi tamamıyla kuantum-mekaniksel ise, kuantum teorisinin, fiziksel özelliklerinin her biri için her zaman kesin bir değer taşıyan gerçek nesneler koleksiyonu olarak değil, olasılık dalgaları anlamında açıklanması gerekir. Orada hiçbir şey gerçekten olmaz; her şey gerçekliğin eşiğinde sonsuza kadar tereddütte kalır. Gerçek dünyayla karşılaştırıldığında, klasik fizikteki eski moda kesin
"evet veya hayır" dünyasına göre kuantum dünyası belirsiz "belki" lerden kurulmuş bir masal ülkesine benzer.  

  Von Neumann'ın bütünüyle kuantum dünyasındaki ölçüm problemini çözmek için "dalga fonksiyonunu yıkacak", belirsiz kuantum olasılıklarını kesin gerçekliklere döndürebilecek yeni bir şeyin eklenmesi gerekir. Fakat von Neumann tüm fiziksel dünyayı olasılıklar olarak açıklamaya zorlandığı için, bu belkilerden bazılarını gerçeklere çeviren süreç fiziksel bir süreç olamaz.


  Dalga fonksiyonunu yıkmak için fizik dışından yeni bir sürecin (olası değil gerçek) dünyaya girmesi gerekir. Dalga fonksiyonunu yıkabilecek gerçekten var olan ve fiziksel olmayan uygun bir varlık bulmak için beynini zorlayan von Neumann sonunda bu işe uygun olacak bilinen tek varlığın bilinç olduğu kararına tereddütlü olarak vardı. Von Neumann'ın yorumuna göre dünya; herhangi bir bilinçli zihnin dünyanın bir bölümünü her zamanki belirsiz durumundan gerçek var olma durumuna yükseltmeye karar vermesi dışında, her yerde saf olasılıklar durumunda kalır. Von Neumann'ın düşüncesi (fiziğe dayanan) Piskopos Berkeley'in düşüncesine (teolojiye dayanan) çok yakındır.  Dünyadaki hiçbir şey bir zihin tarafından algılanmadıkça gerçek değildir. İrlandalı piskopos şöyle demişti: 
"Dünyanın kudretli çerçevesini oluşturan bütün bu bedenler, bir zihin olmadan öze sahip olamaz."

  Von Neumann profesyonel bir matematikçi olarak onun mantıklı savlarını nereye giderse gitsin cesurca takip etmeye alışkındı. Fakat burada kendi mantığı özellikle tuhaf bir sonuca vardığı için profesyonelliği açısından ciddi bir sınavdan geçiyordu. Fiziksel dünya tam anlamıyla gerçek değildi, ancak çok sayıda bilinç merkezlerinin davranışları sonucunda şekilleniyordu.  İşin komik tarafı, bu sonuç zihnin derinliklerini özel bir ortamda mistik bir şekilde inceleyen başka bir dünyadan değil, oldukça başarılı ve dünyanın tamamen materyalistik modelinin mantıksal sonuçlarını çıkaran dünyadaki en pratik matematikçilerin birinden geliyordu yani Von Neumann’dan.

8-"WERNER HEISENBERG'İN ÇİFT KATLI DÜNYASI"
  Hiç kimse gözlenen bir atomun durumunu açıklamaktaki kavramsal zorlukların Werner Heisenberg kadar farkında olmamıştı. Werner Heisenberg 1925 yılında kuantumun ilk başarılı matematiksel kuramını keşfederek yeni kuantum dünyasının Christopher Columbus'u olmuştur.


  Modern kuantum teorisi Heisenberg'in başlangıçtaki anlayışını derin bir şekilde işlemiş, fakat yeni deneysel sonuçlardaki patlamaya rağmen teorinin özü sonraki yıllarda değişmemiştir. Heisenberg ve meslektaşlarına sorun yaratan felsefi zorluklar günümüzde de yaşanmaktadır. Heisenberg şöyle diyordu:
"Buradaki dil sorunları oldukça ciddi. Sadece "gerçekler" hakkında değil, atomların yapısı hakkında da belirli bir şekilde konuşabilmeyi istiyoruz. Örneğin, bir bulut odasındaki su damlacıkları. Ama, atomlar hakkında sıradan dille konuşamıyoruz".
 
Niels Bohr ve Kopenhaglı meslektaşları birçok fizikçiyi atom dünyasının resmini oluşturmanın insanlar açısından imkansız olduğuna ikna etmişlerdi. Fiziğin kuvvetli akıntısının tersine yüzen Heisenberg atomların kuantum davranışının sıradan dille nasıl açıklanacağı görevini cesurca üstlendi.


  Heisenberg, kuantum teorisini sadece deneysel sonuçları hesaplamak için bir araç değil, dünyanın gerçek resmi olarak ele aldı ve kendi gerçeklik resmini oluşturdu. Kuantum teorisi gözlenmeyen dünyayı olasılık dalgaları olarak temsil ettiğine göre, bu durumda belki de bakılmadığı zaman dünya sadece olasılık dalgaları olarak gerçekten varoluyordu.


  Heisenberg’in düşüncesine göre derin gerçeklik yoktur. Gözlenmeyen dünya yarı gerçektir ve sadece gözlenme sırasında tam gerçeklik statüsü elde eder. Atomik olaylar hakkındaki deneylerde şeylerle ve gerçeklerle, günlük hayattaki her hangi bir olay kadar gerçek olan olgularla uğraşmak durumundayız. Fakat atomlar ve temel partiküllerin kendileri bu kadar gerçek değildir; bir şey veya bir gerçek oluşturmaktan daha çok potansiyeller veya olasılıklar dünyası oluştururlar.

  Olasılık dalgası... bir şey için eğilim anlamına gelir. Aristo felsefesindeki eski "potentia" kavramının niceliğe bağlı bir versiyonudur. Bir olay düşüncesi ve gerçek olay arasında tam ortada, olasılık ve gerçeklik arasında garip türden fiziksel gerçeklik olarak duran bir şeyi ileri sürer.


 
Hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri de seçimlerimizin gerçek seçimler olduğudur. Bir yoldan gitmek diğerlerinden vaz geçmek anlamına gelir. Sıradan insan deneyimi hepsi aynı zamanda olan birbirine zıt birçok olayı içermez. Bizim için dünya, atomik gerçeklikte olmayan bir sağlamlık ve tekliğe sahiptir. Burada bir seferde sadece bir olay gerçekleşir, ama bu bir olay gerçekten olur.


 
Diğer taraftan kuantum dünyası bizimkine benzer gerçek olayların dünyası değil, gerçekleşmemiş ve eyleme hazır sayısız eğilimle dolu bir dünyadır. Bu eğilimler Heisenberg ve meslektaşlarının keşfettiği kesin kuantum hareket kanunlarına göre sürekli olarak hareket eder, büyür, birleşir ve kaybolur. Fakat bu çılgınca atomik faaliyete rağmen orada hiçbir şey gerçekten olmaz. Atom dünyasındaki olaylar gözlenmediği sürece olasılık bölgesinde kalır.


  Heisenberg'in iki dünyası fizikçilerin bir "ölçüm" adını verdiği özel bir etkileşimle bağlanır. Sihirli ölçüm eylemi sırasında bir kuantum olasılığı ayrılır; yarı-gerçek gölgeli kardeşlerini terk eder ve sıradan dünyamızda gerçek bir olay olarak su yüzüne çıkar. Dünyamızda olan her şey, bu diğer kuantum olasılık dünyasında bizim için hazırlanan olasılıklardan meydana gelir. Buna karşılık olarak, dünyamız bu olasılık havuzlarının ne kadar yayılacağı konusunda limitler koyar. Dünyamızda bazı olgular gerçeğe dönüştüğü için kuantum dünyasında her şey eşit derecede mümkün değildir. Heisenberg'in çift katlı vizyonuna göre bizim bildiğimiz anlamda derin gerçeklik yoktur. Gözlenmeyen evren olasılık, eğilim ve dürtülerden oluşmuştur. Heisenberg'e göre somut günlük dünyamız bir vaatten daha özlü bir şey üzerine kurulmuştur.

  KUANTUMUN SEKİZ GERÇEKLİĞİNİN YORUMU
  Bohm'un neo realist partikül-artı-dalga modelinden von Neumann'ın şuurun yarattığı dünya modeline kadar bu sekiz gerçekliğin her birinin aynı kuantum gerçekleriyle kusursuz bir uygunluk sağladığını belirtmekte yarar var. Olgu dünyasının altında neyin bulunduğuna karar vermek için bu çelişkili savlar arasından birini seçmekte en azından bilinen türde deneyleri kullanamayız.


  Ancak, deneysel onaylamadan yoksun olmamız bu kuantum gerçekliklerinin gereksiz olduğunu göstermez. Metafiziksel çerçevelerin en önemli kullanım alanlarından biri de kuantum fiziğin yeni alanlara uzatılmasıdır: örneğin, zihin modellerine. Dünyada gerçekten neler olduğuyla ilgili geçici modeller olmadan, kuantum teorisi donuk matematiksel bir şekilcilik, seçkin türden bir yadsıma olmaktan ileri gidemez. Matematik formülleri her seferinde işe yarayan büyüye benzer; büyücünün (matematikçi) gücünü bütün dünyada kullanabilmesi için bunun nasıl işe yaradığını asla bilmemesi gerekir. Kahramanlık gösterisi yapmak için matematik tek başına yeterli olur, ama araştırmacılık adına neler olduğuyla ilgili kötü bir önerme bile yeni keşiflere yol açabilir. Yeni alanları araştıran biri bu sekiz kuantum gerçekliğinin bilinmeyen toprakların sınırlarını gösteren geçici haritalar olduğunu düşünebilir. Tüm evren, fiziksel gerçeklikte var olduğu şekilde birçok parçaların içinden sadece bir tanesidir.

  BİLİM ŞUUR VE FİZİK ÖTESİ
  Klasik bilim fiziksel algılama ile elde edilen bilgilerden oluşur. Şuurun esasta fiziksel olmadığını işaret eden birçok gösterge vardır. Fiziksel algılama ile sınırlı kalındığı sürece, bilimin şuurun derin esasları konusunda fazla bir şey öğrenmesine olanak yoktur. Dolayısıyla, gerçek anlamda bir şuur bilimi uygun algılama yöntemleri kullanmayı içermelidir, başka bir deyişle fizik ötesi olanı.

   KURAL DIŞI OLAYLARIN İKİ TARAFLI ÖZELLİĞİ
  Aslında hiçbir şey kural dışı değildir. Her kural dışı olay iki taraflı bir ilişkiyi barındırır. Bir yandan üzerinde kuruldukları parametreleri açıklarken, diğer yandan kendilerini açıklarlar. Bilimdeki kural dışı olaylar da bu kapsama girer. Bu kural dışı olguların, bilimin esasları hakkında söyleyecekleri çok yararlı\şeyleri vardır. Ancak, bilimin kural dışı olayları dediğimizde ne kastettiğimiz konusunda açık olmamız da önemlidir. Genel olarak, bu, dünyanın nasıl çalıştığı konusundaki normal bilimsel görüşün dışına çıkan herhangi bir şey için geçerlidir. Bazı kuş, hayvan ve böcek sürülerinin, bir grup şuuruna uygun davranmaları, bilim açısından kural dışı bir olay olarak kabul edilebilir. Diğer yandan, pek açık olmayan sebeplerden ötürü, telepati, prekognisyon,uzaktan şifa ve ölümden sonra yaşam da kural dışı olarak görülmektedir.


  Bu kuraldışı olaylardan söz ederken özel bir değerlendirme yapmamız gerekir. Bilimin ve bilim adamlarının bir şeyi anlamamaları, söz konusu şeyin özde anlaşılmaz olduğu anlamına gelmemelidir. Ancak, bilim bir şeyi anlayamadığı sürece, o zaman bilimde değil de o şeyde bir kusur olması gerektiği görüşü revaçtadır. Kendi sınırlamalarımızı o kural dışı olanın bir özelliğiymiş gibi gösterecek bir şekilde yansıtmamaya dikkat etmeliyiz. Kural dışı olayların kanıtları vardır. Bilim adamlarının, bu kanıtları kabul edip etmemelerinin, kanıtların varlığı veya kalitesi ile çok az ilgisi vardır. Çoğumuzda, bütün deneyimlerimizi açıklayabilecek yönteme sahip olduğumuza dair bir inanca ihtiyaç vardır. Bilim, etrafımızdaki dünyayı inandırıcı ve doğru bir şekilde açıklamada o kadar başarılı olmuştur ki, ister kural dışı bir olay olsun ister olmasın, karşılaştığımız her şeyi açıkla ya bilme kapasitesini bilime atfetmek cezbedici bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu cazibeye teslim olma derecemiz, güven ve kesinlik ihtiyaçlarımızla doğru orantılı olarak değişmektedir. Bizim kesinlik ihtiyacımız güçlü ise anlamadığımız şeye karşı açık fikirli bir tavır alabilme olasılığımız azalır. Bu kesinlik ihtiyacımızı bilimin çok başarılı oluşu ile birleştirdiğimizde, bilimsel dünya görüşünün, zamanımızın hazır ve yerleşmiş görüşlerini oluşturmasına hiç şaşmamak gerekir.

 

3- Farkındalık üzerine

POST MODERN FARKINDALIK

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  “Modern dönem” olarak kabul görmüş olan Aydınlanma Düşünce sisteminde doğanın akıl ve mantık yoluyla anlaşılıp açıklanabileceği inancı vardı. Post modern düşünce ise bu yaklaşımı sorguluyor. İnsanın doğayı ve çevresinde gelişen olayları açıklamak yerine yorumladığını iddia ediyor.
 
Post modernizm mutlak prensipler ve genele uygulanan ilkeler yerine kişisel tecrübelere önem veriyor. Kişisel olarak açıklanan ve yaşanan tecrübeler elbetteki görelilik ve değişkenlik içerirler. Bu gerçek de 20’nci yüzyılın bilimsel bakış açısı ile tam olarak örtüşüyor.

  “Modern” adı verilmiş olan, fakat günümüzde klasikleşmiş olan bilim döneminde doğa ile insan kopuk ve birbirlerinden bağımsız olduklarından, doğada herhangi bir anlam bulunmadığı inancı vardı. Çünkü nesnel doğada şuur (bilinç) yok olduğu sanılıyordu. Oysa ki post modern bakış anlamsızlık yerine, anlamsız gibi görünen olgularda gizli olan anlamı ortaya çıkarabilmek gayreti içindedir.
 
Modern bilim kuramları, Kuantum Kuramı ile Özel ve Genel Görelilik Kuramları ve en son Karmaşa Kuramı anlam arayışına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu kuramlar klasik fizik görüşlerini alt üst etmiş durumdalar. Şu halde elimizde malzeme hazır. Post modern bakış bilimsel açıdan klasikleşmiş olan fakat günümüzde geçerli düşünce tarzı olmaya devam eden kavramları ve varsayımları sorguluyor.
 
Bunlardan Yerellik, Süreklilik ve Özdeşlik varsayımları bizim olaylara bakışımızı şekillendirmektedir. Bu varsayımlar düşüncemizi belli bir miktarda kısıtlamakta, ikili ya-veya mantığına adeta mahkûm etmektedir.

  Önce, Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın meşhur ettiği “Yapı bozumculuğu” (decontruction) kavramına bakalım. Yapı bozumu yıkım değildir, nihilizm ile de ilgili değildir, analiz hiç değildir. Daha çok batı düşünce sisteminin aşkın durumları açıklamakta karşılaştığı zorlukları çözebilmek için başvurulan bir bakış, bir yaklaşımdır. Yapı bozumu yaklaşımının iki temel dayanağı vardır. 1. Politik ve 2. Felsefi-Bilimsel dayanak.

  Politik dayanak ikinci dünya savaşı öncesi ve süresinde Avrupa’ya hakim olmuş olan Faşist ve Nazi görüşün hatalı yönleridir. Bu iki politik yaklaşım insanları aynı potada eriterek bireyselliği yok etmeğe çalışmış, kendi gibi düşünmeyenleri dışlayarak düşman ilan etmiştir. Jean Francois Lyotard 1959 yılında yayınladığı “Post modern durum adlı kitabında Faşizmi ve Nazizmi güçlü bir şekilde tenkit etmiştir.
  Post modern bakışın felsefi dayanağı ise ikili kavramların kısıtlayıcı oluşları ve bilimsel bir açıklamada kullanılan terimlerin anlamlarının yeni açıklamalarla genişletilmeleri gerektiğidir. Bu iki nokta Post modern yapı bozumculuğunun önemli çıkış nedenleridir. Fakat yapı bozumunun bir de bilimsel dayanağı vardır ki, bu modern fizik kuramları olan
Görelilik ve Kuantum kuramlarıdır. Zira her felsefi akım, döneminin biliminden etkilenmiş ve bilimin ürettiği yeni kavramlardan yararlanmıştır.

  Örneğin, “Gerçek nedir?” sorusu post modern düşünürler tarafından yeniden ele alınmış ve tartışılmıştır. Jean Baudillard’a göre “Gerçek var olma özelliğini yitirmiştir.” Baudrillard’ın sorgulaması Leipnitz’in sorgulamasından farklıdır. Leipnitz: Neden varlık vardır ?” şeklinde soru yöneltir. Baudrillard ise: Acaba yokluk var mıdır? şeklinde sorar.
  Bu sorgulamadan kasıt varlık-yokluk ikileminin özüne inmek ve bu ikili bakışın getirdiği birtakım sonuçların yapısını bozmaktır. Varlık-yokluk ikilemi olduğu sürece "
ben ve öteki" ayırımı da bulunmaktadır. Ben-Öteki ikilemini aştığımızda, yani bu ikili yapıyı bozduğumuzda, ben ile öteki yakınlaşmakta, biri diğerini kabul eder duruma gelerek bütünleşmektedir. Ancak yapı bozumculuğu kesin çizgilerle tanımlanabilen bir yöntem değildir. Kendini sürekli yenileyen Yaşayan bir felsefe modeli olarak tanımlanabilir. Yaşayan Felsefe, tanımını ilk olarak ileri sürmüş olan düşünür, Jaques Derrida’dır.

  Yaşayan felsefe içinde yapı bozumculuğu, Heidegger ve Nietze tarafından ileri sürülmüş olan “yıkım” veya “tersine çevirme” kavramlarından daha az negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı bozumculuğunun kesin olarak tanımlanmaması felsefe ile uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü, felsefe kesin kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye “Kavram matematiği” de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin tanımlı olmayan kavramlar felsefenin ilgi alanının dışındadır, şeklinde bir görüş bulunmaktadır.
 
Ancak, felsefi kavramlar ortamın ve kültürün ürünü olmak zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan kavramlar hem o dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o dönemin varsayımları üzerine inşa edilmiştir. Şu halde, 20. yüzyılda ileri sürülen bilimsel kavramlarla post modern görüşün örtüşmesi hem doğal hem de gereklidir.

  Einstein’ın Görelilik kuramı mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarını geçersiz kılmıştır. Hem uzam hem de zaman nesnelerin hızına göre değişmektedir. Burada durağanlık değil hareket önem kazanmıştır. Uzam, nesnelerden bağımsız bir sahne olmaktan çıkmıştır. Şu halde nesnelerin bulunmadığı bir boşluk kavramı da tartışma konusudur. Uzayda karanlık bir bölge bulunması o bölgede hiçbir nesne bulunmaması anlamına gelmez. Örneğin, kara delik denen gök cisimleri öyle kuvvetli bir çekim gücüne sahiptirler ki kara delik içine düşen ışık dahi dışarı çıkamaz. Yani, karanlık yokluk demek değildir.
  Yokluk bölgesi veya uzay boşluğu bölgesi bizim bir varsayımımız olmaktadır. Çünkü boş olduğunu sandığımız bölgede dahi arkazemin radyasyonu denen ve yaklaşık +4 derece Kelvin (-270 derece Santigrat) olarak saptanmış olan bir elektromağnetik radyasyon (ışıma) bulunmaktadır. Şu halde “varlık” her bölgede vardır ve “yokluk” kavramı sadece metafizik olarak düşünülmelidir.

  Post modern yaklaşım insanı ve insanın sezgisel yönünü de içerdiğinden sadece fizik ile bağlantılı olmayıp güncel metafizik kavramların ortaya çıkışına da yardımcı olmuştur. Batıda görülen yeni mistik akımların kaynağını 1968 sonrası yayınlanan post modern kitaplarda bulabiliriz. Günümüzün Post modern tüketici toplumu her türlü ürünlerin yaygınlaştığı ve bir bakıma sığlaştığı bir Pazar yeri gibidir. Toplumda her şey metalaştırılmıştır ve maneviyattan maddiyata sürekli değişen moda akımları halinde sahte bir gerçeklik yaratılmıştır. Yeni bir "yaşam tarzı" olarak reklamlar ve “simülakr” görüntüler bizi kuşatmıştır.

  İçinde yaşadığımız çağ bir bakıma karmaşa ve dönüşümçağıdır. Çünkü her karmaşık durum sonuçta yeni bir oluşuma yol açar ve sonuçta dönüşüm gerçekleşir. Böylesi bir durumda insan kendini yeniden kurma, oluşturma ve dönüştürme zorundadır. Post modern terimi böylesi bir “kalıplar içine sıkıştırma” olgusuna baş kaldırma ve onunla hesaplaşama gayreti olarak görülebilir. Bu hesaplaşmada merkezi bir yer işgal eden “nesnel gerçeklik” kavramı üzerinde biraz duralım.
  Kant’a göre nesnelerin “kendiliği” bilinemez. Bu ifade ancak gözlem için doğrudur. Gözlem yaparak, yani 5 duyu yoluyla, nesnelerin kendiliğini bilemeyiz. Çünkü, gözlem yapmak için önce bir gözleyen bir de gözlenen bulunmalıdır. Bu da iki ayrı kavram gerektirir. Gözleyen ile gözleneni bir bütün olarak kabul ederseniz “öteki” kavramı ortadan kalkar ve bütünsel teklik ortaya çıkar. Bu durum oluştuğunda, nesnelerin ve “öteki” olarak tanımlanmış olan dışımızdakinin kendiliği bilinebilir. Bu bilgi türüne “iç görü” de denebilir.

  İşte size Mevlana’nın iç görü ile ilgili bir dörtlüğü:

  Bir kimse ki hem içte görür, hem dışta,
  Bir başka görür, çılgınlardan başka,
  Bambaşka o göz, nasıl görür? Bak, iyi bak
  Kimdir o gören? Gözden sıyrılmış da.

  Yani gören göz kişinin kendi midir? Yoksa kendi benliğini aşan bir “ilk varlık”, bir töz mı görüyor? Burada tam bir birlik söz konusudur. Kendi içinde bir başka varlık olduğunu söylemiyor. Gözden sıyrılmış, bir bütünlükten söz ediyor. Dönüşen insanların dönemi olan içinde yaşadığımız zaman aralığında, kadim bilgelik ile post modern bakış büyük çapta örtüşüyor ve bizleri ya-veya mantığını aşmaya davet ediyor.

 

FARKINDALIĞIN NE KADAR FARKINDAYIZ?

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Farkındalık ve Günlük Yaşam
  Her canlı varlıkta bir miktar farkındalık vardır. Bitkilerde bile, yapılan deneylere göre, değişik düzeyde farkındalık bulunduğu görülmüştür.
  Yapraklarını gece ve gündüze göre yönlendirirler. Çiçeklerini ışığa göre açıp kaparlar, su durumuna göre kendilerini değiştirirler, hatta insanların onlara ne şekilde davrandıklarını bile farkına varırlar. Eğer güzel müzik çalınırsa veya güzel söz söylenirse bitkinin reaksiyonu farklı, bağırılırsa farklı olduğu deneysel olarak saptanmıştır.

  Hayvanların farkındalığı bitkilerden daha fazla, insanlarınki daha da fazladır. Hatta makineleri bile farkında yapmak mümkündür. İnsan yaklaşınca fotosel ile çalışan açılan kapılar basit bir farkındalık örneği oluştururlar. Fakat bu tür farkındalık etki tepki farkındalığıdır. Belli bir etki vardır ve bu etkiye göre otomatik bir tepki oluşur.
  Newton fiziğinin ikinci yasası
“Her etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluşur” der. Bu türden bir etki-tepki ilişkisi şuur gerektirmez. Adeta doğanın kendi programı olarak her durumda ortaya çıkar. Buna “var olma içgüdüsü” de diyebiliriz. Sadece canlılar değil cansız dediğimiz varlıklar da bu tepkiyi gösterirler. Çünkü bir nesneyi yok etmeye çalışırsanız o size karşı direnecektir. Örneğin suyu düşünün. Su her girdiği kabın şeklini alır. Fakat suyu sıkıştırdığınız zaman direnir. Belli bir hacmin altına suyu sıkıştırmak son derece zordur. Suyun ısısını alıp buz haline getirdiğinizde hacmi küçülmez artar. Yani buz, sudan daha fazla hacim olarak varlık gösterir. Kaybettiği ısı enerjisine karşı gösterdiği tepki daha fazla yer kaplamaktır.

  İnsanların çoğu da aynı etki-tepki mekanizması içinde yaşamlarını sürdürürler. Örneğin, yemeyen çocuğunuza siz zorla yemek yedirmeye çalışırsanız o size daha fazla direnecek, yememek için türlü bahaneler bulacaktır. Bu tür etki-tepki mekanizması kendini ispatlamak, varlığını ortaya koymak veya varlığını korumak durumlarında ortaya çıkar. Zayıf hisseden varlığın kendini koruma içgüdüsü ile ilişkili bir mekanizmadır bu. Bu mekanizmada şuur yani uyanıklık durumu yoktur veya çok azdır.
  Otomobil kullanmayı düşünün. Başlangıçta her hareketin şuurundayız. Yani farkında olarak otomobili süreriz. Vites değiştirmek, frene basmak bir istek sonucu şuurlu bir çaba gerektirir. Oysa ki ustalaşıp otomobille bütünleştiğimizde bu şuur durumu ortadan kalkar. Bir yandan konuşur veya farklı şeyler düşünürken diğer yandan arabayı sürebiliriz. Artık farkında olmaya gerek kalmamıştır. Hareketlerimiz otomatik hale gelmişlerdir. Bu durum her ne kadar daha az yorucu olsa da elbette ki mahsurları da vardır.
  Faydası, otomobili kullanmayı otomatik pilota bağlamakla dikkatimizi yola daha fazla yönlendirebiliriz. Zararı da farkındalığımızı tümüyle kaybedersek, bu sefer de yoldaki tehlikeleri küçümseriz. Birçok kaza bu yüzden olmaktadır.
Peki farkındalığı güne daha doğrusu anlara indirmek mümkün müdür? Yoksa bu hiç başarılamayacak bir ütopya mıdır derseniz? Elbette mümkündür deriz. Birkaç sade metodu izleyerek, her insan kendi farkındalığını bir başkasına ihtiyaç duymadan yükseltebilir ve yeni algılamalar, yeni hissedişler, yeni bir bakış hissedebilir, bu yeni bir pencereden yaşama bakmak gibidir ve başarı duygusu getirir. Günümüzün zor şartlarında, biraz başarıya ve minik mucizelere ne kadar çok ihtiyacımız var değil mi?

 

FARKINDALIK VE ANDA YAŞAMAK

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Gündelik konuşmalarımızda da çoğu zaman sözümüzün etkisinin farkında olmayız. Öylesine, gelişi güzel fikir beyan eder ve sözümüzün karşımızdaki kişiyi ne şekilde etkilediği, onu rencide edip etmediği konusunu düşünmeyiz bile. Sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyen birçok insan vardır sizin de gözlemlediğiniz gibi. Konuşmuş olmak için konuşurlar. Bu durumlarının da farkında bile değildirler.
  Aslında insanların çoğu farkında olmaktan korktukları için çok konuşurlar veya sürekli bir işle meşgul olmaya çalışırlar. Hiçbir işleri yoksa da ya televizyon seyrederler veya müzik dinlerler. Bu tür davranışların altında hep kendisi ile baş başa kalma korkusu yatar. Çünkü kendi ile baş başa kalmak, kendinin farkına varmak demektir ve bu durum pek çok insanın hoşuna gitmez.

  Neden insanlar kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmazlar hiç düşündünüz mü? Çünkü kendi ile baş başa kalan insan o anın farkına vararak yalnız olmanın derinliğini yaşar. İnsanlar an’da değil zamanda var olmayı tercih ederler. Zaman geçmiş ve geleceği içerirken, an ikisini de dışlar. Geçmişte hatıralarımız, gelecekte ise ümitlerimiz ve beklentilerimiz vardır. Yani geçmiş ve gelecek çokluktur. An ise tekliktir. Geçmiş ve geleceğin çokluğunda kendimizin dışında birçok insanı ve olayda vardır.
 
Oysa ki şimdiki an içinde biz ve dikkatimizi gerektiren konudan başka hiçbir varlık yoktur. Farkında olmak da bizim konumuzla bütünleşmemiz demektir. Yani, ikilik yerini tekliğe bırakmış demektir.

  Şimdiki anda korkutucu bir yalnızlık vardır. Çoklukta huzur ve güven buluruz. Çokluk oldu mu bizi koruyan, bize sahip çıkan ve seven varlıklar vardır. Ama an içinde teklik (birlik) vardır ve bu durum pek çok insanı huzursuz yapar. Zaman içinde yaşayan insan büyüme gereği duymaz. Sürekli onu koruyan ve seven varlıklarla sarılı olduğundan sürekli bir çocuk olarak yaşamını sürdürebilir. Zaman bizim güven duygumuzu besler ve bizim farkında olmamızı engeller. Farkında olmak demek an içinde yaşamak, yani şuurlu ve uyanık olmak demektir.

  Yaşam koçunuz sizsiniz!
  Bunun için de insanın kendi ile baş başa kalıp yüzleşmesi gerekir. Bir diğer ifadesi, insanın kendini tanıması gerekir. Oysa kendini tanımak ve kendisiyle yüzleşmek, bazı duygu ve düşünceleri bilinçaltına bastırıp sonra nedeni anlaşılmayan, sıkıntılar, korkular, karamsarlıklar yaşamaktan çok daha iyidir. Üstelik bu modern çağda her insana kendi tarzına uygun şekilde ona destek verecek, terapi yapacak ya da yaşam koçu olarak rahat yürümesini sağlayacak pek çok imkan varken, sıkıntıyla yaşamayı seçmek zaman kaybı değildir de nedir? Aslında en iyi yaşam koçu insanın kendisidir ama zaman zaman dış destek almakta çok yararlı olabilir…

  Asrın başında yaşamış olan büyük mistik Gurdjieff hep “Kendini hatırla” derdi. Bu sözle “kendi varlığının farkında ol” demek isterdi. Hareketlerinin farkında ol, sözlerinin farkında ol, hatta mimiklerinin farkında ol. Farkındalığın ilk adımı hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff ‘Stop’ oyununu icat etmişti. Etrafındaki öğrencilerine hiç beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve onların o anda heykel gibi hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor bir oyundu. Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza değdiği anda stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz.
  Bardağı geri koyamazsınız. Elinizi oynatamazsınız. Ne kadar zor bir durum değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda kalmak zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak için icat etmişti. Çünkü biliyordu ki farkındalığın ilk adımı bedensel ve fiziksel farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve nihayet var olma farkındalığı gelecekti. Var olma farkındalığı en ileri derecede şuur hali gerektirir. Varlığın farkındalığı etki-tepki mekanizmalarının ötesine geçmeyi gerektirir. Sizin neden var olduğunuzu ve hangi amaca hizmet ettiğinizi farkına varmanız gerekir. Bu şuur hali de en zor olanıdır.

  İnsanlar bu dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini ve hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sonra çekip gider bu güzel mavi gezegenden… Bu tip insanların yaşamları bir hay-huy, bir etki-tepki mücadelesi içinde sürüp gider. Çalışırlar, evlenirler, çocuk yaparlar, çocuk büyütürler, yaşlanıp emekli olurlar ama bir gün olsun “benim bu dünyada var olmamın amacı nedir acaba?” diye sormazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için kendileri ile yüzleşmeleri, yani baş başa kalmaları gerekir. Ne geçmişin hatıraları ne de geleceğin hayallerinden etkilenmeden, objektif ve çıplak gözlerle kendini görebilmek öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde edildikten, gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da vazgeçmek mümkün olmaz. Anda veya anında durumun şuurunda olmak yani uyanık olmak, keskin bir şuur halidir ve kendine göre doyulmaz bir tadı vardır. Ve aslında da hiç korkutucu değildir. Karşılaştığınız her duruma anında hakim olmak, onu hemen toparlayıp, gerekeni yapmak sonra da o duygudan ya da o şuur halinden çekip yeni bir hale gitmek istemez misiniz?  Ama etki ve tepkinin ötesinde durumun şuurunda olabilmek için beklenti ve saplantılardan kurtulmuş olmak gerekir. Hepimizi zorlayan da budur, saplantı ve beklenti yani geçmiş ve gelecek…

  Beklentiler gelecekle, saplantılar ise geçmişle ilgilidir. Tıpkı süregelen ince uzun bir yol gibi, her şeyi ardı ardına eklemekten öyle hoşlanıyoruz ki ya da bu tip düşünmeye öyle alıştık ki! Oysaki an’da yaşayınca ne geçmişin takıntıları ne de geleceğin beklentileri etkindir. An’ın farkına vararak yaşamak demek tercihli olmayan değerler üretmek demektir. Hiçbirinin diğerlerine göre daha önemli olmadığı güçler, erdemler ve bilgiler. Yani bir bakıma kendi egomuzu (nefsimizi) ön plandan geri çekip, arka plana çekebilmeye benzer bu durum. Etki-tepki mekanizması içinde olan egomuzdur. Egomuz yani nefsimiz bizim ne kadar önemli bir varlık olduğumuzu hep tekrarlayıp durur. Egomuz sürekli bizi korumaya çalışan bir kalkan gibidir. Devamlı bu ego kalkanının arkasına sığınarak kendimizi güvende hissederiz. Bu korunma mekanizmasını da çoğu zaman “haysiyet, izzeti nefis,gurur, haklılık” gibi kavramların arkasına gizleyerek kendimizi haklı göstermeye çalışırız.

  Anda Yaşamak
  Oysa ki an’da yaşayıp farkında olmak kendi ile her an karşılaşmak, durumu olduğu gibi görmek demektir. Yani bize daha çok zarar verecek, gereksiz bir yansıma veya odak bozukluğu oluşturmadan, durumu görmek, anlamak, gerekeni yapmak ve bundan mümkün olduğunca az etkilenmek… Hiç mi derin etkilenmeyeceğiz de diyebilirsiniz. Derin etkilenmek de çok iyidir ama burada amaç ne olursa olsun konuyu fazla uzatmadan, akmakta olan diğer anlara geçebilmek ve yaşama anlar içinde, kare kare çekilmiş fotoğraflar gibi yetişmektir. Bunu başarabilmek için de hiçbir değerin diğer bir değere göre daha tercihli durumda olmaması gerekir. Örneğin, “Ben ailemi her şeye tercih ederim. Önce eşim ve çocuklarım gelir. (Veya işim de diyebilirsiniz, sonuç fark etmeyecektir)  Sonra diğer insanlar” dediğimiz vakit olayları tarafsız bir gözle inceleyemeyiz. Eğer çocuğumuz okulda kavga etmişse mutlaka kavga eden diğer çocuk suçludur. Eğer çocuğumuz derslerde kötü not almışsa mutlaka öğretmen kötüdür. Ya kötü ders anlatmıştır veya çocuğumuza bir garezi bir takıntısı vardır. İşimiz için de aynı örnekleri vermek mümkündür. Bu gibi örnekleri arttırabiliriz.

  Tercihli değerler içinde yaşayan insanlar için daima kendileri haklı, karşılarında duran da haksızdır. Bunu gündelik yaşamda gördüğümüz gibi, politikada ülkeler arası ilişkilerde de görüyoruz. Kendini tehdit eden bir hayali düşman yaratarak varlıklarını sürdüren ülkeler, aslında en fazla korku içinde yaşayanlardır. Bu korkuyu da alet olarak kullanırlar. Korku sayesinde ülke halkı istenileni daha kolay kabul eder. Korku, insanın bağımsız düşünmesini engeller. Korku insanın büyümesini engeller. Sürekli çocuk kalan insan ise daha kolay alet olur. Oyuncak haline gelir ve hiçbir zaman şuurlu bir varlığa dönüşemez.

FARKINDALIK VE DİYALEKTİK MANTIK

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Gündelik yaşamda farkında olmak demek, diyalektik mantığı da aşmak demektir. Diyalektik mantıktan kasıt ikili karşıtları içeren düşünce sistemidir. Örnek olarak, karanlık-aydınlık, iyi-kötü, doğru-yanlış, büyük-küçük, güzel-çirkin, canlı-cansız gibi karşıt kavramlar.
  Karanlık-aydınlık örneğini ele alalım. Karanlık ışığın olmadığı durumdur. Aslında tam ışık enerjisinin bulunmadığı uzay parçası olamaz. Çünkü ışık bir enerji dalgasıdır ve bu dalgaya elektromanyetik enerji denir. Elektromanyetik enerjinin geniş bir spektrumu (tayfı) vardır. Bu tayf görünen ışıkla sınırlı değildir. Görünmeyen kırmızı altı ve mor ötesi ışık, radyo dalgaları, TV dalgaları, x-ışınları yani röntgen dalgaları, radar dalgaları ve radyoaktif çekirdeklerin saldığı gamma ışınları da bu tayfın içinde bulunurlar. Yani, her biri ışık sayılır. Şu halde, karanlık sandığımız uzay bölgesinde tüm bu görünmeyen dalgaların varlığından haberdar isek, artık karanlık kavramı bizim için farklı bir anlam taşımaya başlar. Farkında olmakla aydınlık-karanlık ikilemini de aşmış oluruz.

  Bunun gibi iyi-kötü, güzel-çirkin ikilemleri mutlak olmayan göreceli kavramlardır. Bize göre iyi olan bir diğerine kötü sonuç verebilir. Bizim için güzel olan da bir başkasına çirkin görünebilir.
  Diyalektik (ikilemci) düşünce insanı kısıtlayan, onun geniş düşünmesini engelleyen düşünce sistemidir. Daha eski yunandan itibaren Aristo mantığı olarak bilinen düşünce sisteminde diyalektik mantık vardır. Bu düşünceye göre varlık hem kendisi hem de karşıtı olamaz. Yani, karanlık aydınlık olamaz. Oysa ki, biraz önce açıkladığımız gibi, karanlık ve aydınlık kavramları bizim algılama gücümüzün sınırlı oluşundan ortaya çıkmış pratik kavramlardır.

  Diyalektik Mantık
  Günümüzün düşünce tarzı büyük çapta var-yok ikilemi üzerine kurulu olduğundan özellikle batıda bilim ve teknik büyük gelişme göstermiştir. Çünkü teknik geliştirmek için nesneleri tanımlamak ve onları çevrelerinden yalıtmak, etiketleyip isimlendirmek ve dolayısıyla diyalektik mantık kullanmak gereklidir. Bu sayede yeni aletler ve metotlar geliştirilir. Bu sayede teknoloji geliştirilir. Diyalektik mantık öylesine yaygındır ki, tüm dünya bu mantık etrafında dönmektedir diyebiliriz.
  İnsanlığın bugünkü durumundan hem başarısından hem de başarısızlığından diyalektik mantık sorumludur dersek pek yanlış olmaz.
  Diyalektik mantık ya-veya mantığıdır. Klasik bilim tümüyle ya-veya mantığı üzerine kuruludur. Makineler ya-veya mantığı ile çalışırlar. Bir elektrik devresi ya açıktır veya kapalı. Bir musluk ya açıktır veya kapalı. Klasik ya veya mantığına göre bir nesne ya dalgadır veya parçacık. Hem dalga hem parçacık olmaz. Oysa ki Kuantum kuramına göre her nesne hem dalgadır hem parçacık. Şu halde karşımıza yeni bir mantık çıkmaktadır. Bu da hem-hem mantığıdır. Ve kuantum fiziğinin kullandığı mantık sistemini içerir.

  Hem-Hem Mantığı
  Hem-hem mantığına göre karşıtlar mevcut değildir. Yani, bir kavram hem kendisidir hem de karşıtı. Arada kesin bir ayırım yoktur. Örneğin, canlı-cansız ayırımı tamamen bizim zihnimizde olan bir ayırımdır. Öyle varlıklar vardır ki hem canlı hem de cansız sınıfına dahil olur. Virüsler bu türden canlılardır. Uygun şartlarda yaşayıp çoğalırlar. Uygun olmayan şartlarda kristal şekline dönüşüp beklemeye geçerler. Yani virüs bir bardak veya bir kuartz kristali gibi etrafından herhangi bir besin almadan yaşamını sürdürebilir. Yaşamını sürdürebilir, diyorum çünkü şartlar uygun olunca yeniden canlanıp çoğalmaya başlar. Fakat akla şu soru geliyor: “Virüs kristal halinde iken şartların uygun olduğunu nereden biliyor?”  Eğer bir cam bardak gibi olsa çevresinin önemi olmaması gerekir.
 
Cam bardak için çevre önemli değildir. Fakat virüs çevresinden haberdar oluyor. Demek ki kristal halinde dahi farkındalığı sürüyor. Farkındalığı olduğu sürece yaşamına devam ediyor.

  Öte yandan, en başta dedik ki cansızlar da etkilere tepki ile karşı koyduklarına göre onlarda da bir miktar farkındalık vardır. Eğer her türlü farkındalık canlılık alameti (ölçüsü) ise o zaman cansız varlık olmaması gerekir. Her varlık belli bir ölçüde canlıdır. Maddeyi oluşturan atomlar dahi canlı sayılır. Elektronlar yörüngelerinde dönmekte, atomun çekirdeği titreşip hareket etmektedir. Atom da elektrik ve manyetik kuvvetlere tepki gösterir. Demek ki, basit anlamda farkındalık her nesnede olduğuna göre her nesne belli bir ölçüde canlıdır.

FARKINDALIKTA ZEN BUDİZM VE SUFİZM ETKİLERİ

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Yaşamı tanımlamak gerekirse “Evrenin bize en büyük armağanı ve en büyük mucizesi olan yaşamın doğru algılanarak yaşandığının veya içgüdülerle otomatik davranılarak ona gerçek değerinin verilmediğinin tek ölçüsü farkındalıktır” denilebilir.
  Farkındalığın ilkel düzeydeki mantığı
‘ya-veya’ mantığı, ileri düzeydeki mantığı ise ‘hem-hem’ mantığıdır. Hem-hem mantığını mistik okulların öğretilerinde bulmak mümkündür. Çin mistik okullarında hoca öğrencisine ‘kung-an’ denilen sorular sorar. Japon Zen Budizminde bu sorulara ‘Koan’ adı verilir. Koan’lar bir çeşit bilmece gibidirler. Fakat bu bilmeceleri ya-veya mantığı ile çözmek mümkün değildir.

  Örnek olarak, “Tek elin sesi nedir?” sorusu bir koandır. Ses çıkarmak için iki elin birbirine çarpması gerekir. Yani ikilik varlık oluşturur. Bu varlık ses de olabilir başka bir şey de. Tek elin sesi olabilir mi?   Şeklindeki bir soru “Teklikten varlık oluşabilir mi?”  veya “Teklikten çokluk oluşabilir mi?” sorusuna eşdeğerdir. Etrafımızda çokluk görüyoruz. Ancak hepsinin özü aynıdır. Teklikten hem çokluk oluşur hem de çoklukta teklik vardır. Bu durum sanki iki karşıt kavramın sentezi, birleşimidir. İşte bu birleşimi sağlayan da hem-hem mantığıdır. Zen hocasının da istediği öğrencisinin bu hem-hem mantığını kavrayabilmesidir.

  Hoca öğrencisine bu koanı sorduğunda ikilikten kurtulup hem-hem mantığı yardımıyla birliğe ve bütünselliğe ulaşmasını arzular. Bu mantığın yardımıyla daha geniş ve kapsayıcı farkındalık gelişir. İşte tüm mistik okulların amacı da bu türden farkındalığın artmasını sağlamaktır.
  Bir diğer Koanda hoca öğrencisine şu soruyu sormuştur:
“Köpekte Buda özelliği var mıdır?” Öğrenci vardır dese hoca onu kovar. Yoktur dese gene kovar. Öğrenci ya-veya mantığı içinde bocalarken sonunda “Hem vardır hem de yoktur” yanıtını bulduğunda Koanı çözmüş demektir.

   Muhiddin İbn-i Arabinin Vahdet-i Vücut felsefesinde bu yaklaşıma önce “Tenzih” (ret etme) sonra da “Teşbih” (benzetme) yapılarak ulaşılır. Önce Allah’ı tanımlayacak her kavram red edilir. Ret etmekle yaratıcının ikilemci kavramlarla tanımlanamayacağı ve dar kalıplar içine sığmayacağı ifade edilir. Böylece tenzih metoduyla yokluğa ulaşılır. Fakat o yoklukta kalınmaz ve teşbih yapılarak Allah’ın 99 sıfata sahip olduğu ifade edilir. Fakat bu sıfatların sadece birer teşbih, benzetme, olduklarının şuuruna varmak gerekir. Demek ki çokluğu anlamak için yokluktan geçmek şarttır. Önce sıfıra (yokluğa) ulaşmak ve o noktadan sonsuzu bulmak gereklidir. İşte bu yüzdendir ki tüm mistik okullarında uzun süreli oruç tutmak ve inzivaya çekilip çile çekmek önemli bir yer tutmaktadır.Yokluğa ulaşmayı nefsin her türlü oyunundan kurtulup, nefsini yenmek yani ‘Ölmeden önce ölmek’ hali olarak da tanımlayabiliriz.

  Nefis Kontrolü
  Günümüzde yokluk büyük bir korku kaynağıdır ve yokluğa düşmemek için her türlü tedbir alınır. Oysa ki sonsuza yokluk sayesinde ulaşılır. Yokluğu sadece materyel, nesnel anlamda işaret etmek pek doğru bir yaklaşım olmaz. Yani, para mal-mülk yokluğundan söz edilmiyor sufi felsefesinde. Benlik yokluğundan, ego yokluğundan söz ediliyor ki tüm tasavvuf felsefelerinin özünde saklı olan temel bilgi de budur; Egoyu yenmek, daha doğrusu farkındalıkla kontrol altına almak için binlerce yıldır, yine binlerce ve milyonlarca insan bu metotları uygulayarak kendilerine yeni yollar açmışlardır.
  Nefsini kontrol altına alıp egosundan kurtulmuş insan gerçek anlamda farkında olan insandır. Fakat yokluk içinde kalmamak gerekir. Eskiden Melamilik okuluna bağlı olanlar sadece yoklukta yaşarlardı. Bunu hem maddi hem de manevi boyutlara yaymışlardı. Oysa ki yokluğun farkında olup çokluğu da yaşamak mümkündür. Bunun yolu da hem-hem mantığını anlayıp sahiplenmekle olur.
  Hem-hem mantığına göre varlık hem vardır hem de yoktur. Varlık vardır, çünkü yaşanabilir ve hissedilebilir. Fakat varlık yoktur çünkü varlığı sözle anlatmak mümkün değildir. Yani varlık kavramlara sığmaz.

  13. yüzyılda Çin’de yaşamış olan Zen Budhizm hocası WuMen ne diyor: “Tüm Zen okulunun anahtarı bu küçük ‘Değil’ sözünde gizlidir. Değil, sözünü boşluk veya hiçlik olarak algılamayın. Bu sözü varlığın karşıtı olan ‘yokluk’ olarak da anlamayın. Bu sözü kızgın bir demir topu yutar gibi yutmanız gerekir. Bugüne kadar bildiğiniz tüm bilgileri yırtıp atmanız gerekir. Kendinizi yavaşça olgunlaşmaya terk edin ve göreceksiniz ki içinizle dışınız bir olacaktır.  Rüyanızdan uyanacaksınız ama onu hiç kimseye anlatamayacaksınız.”
 
WuMen “Kendinizi yavaşça olgunlaşmaya terk edin” diyor. Bu terk etme durumuna ‘teslimiyet’ diyebiliriz. Günümüzün düşünce tarzında ‘teslimiyet’ yanlış bir anlam kazanmıştır. İnsanın sanki esir olması, kendi iradesinden vazgeçip başkasının iradesini kabullenmesi gibi anlaşılıyor. Oysa ki teslimiyet demek istek ve ihtiraslarını, takıntılarını kontrol etmek, hayatta daha kabullenici olmak anlamını taşır. İnsana değil, RUHSALLIĞIN TEMEL İŞLEYİŞ PRENSİPLERİNE teslim olun yani Rab’binizi bilin anlamını taşır gerçek teslimiyet kavramı. Çünkü kendini Bilen Rab’bini bilir.
  Teslimiyet, kendi egomuzu frenleyerek sözle anlatılamayan var olmayı yani görünenin ardındaki görünmeyeni anlamaya çalışmak demektir.

FARKINDALIKTA KATILIMCI ANLAMA

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Kuantum Düşünme
  Yaşanan fakat sözle anlatılamayan varlığı anlamak mümkün müdür? Çünkü anlamak için kavramlara gereksinim vardır ve kavramlar da sözlerle aktarılır. Gerçek anlamda anlamak katılımla olur. Gözlem yaparak da anlarız fakat o analitik (ayırımcı) anlama şeklidir. Yani, diyalektik (ikilemli) mantık kullanılarak anlama metodudur. Bu tür anlama insanı yüceltmez. Onun benliğinde değişiklik yapmaz.
  Oysa ki, katılımcı anlama metodunda kavramlar kesin çizgilerle ayrılmış değillerdir. Her kavram bütünün bir parçasıdır ve karşıtı ile iç içe geçmiş durumdadır. Katılımcı anlamanın metodu sentetiktir (bütüncüldür), mantığı da hem-hem mantığıdır. Sentetik anlama metodu tamamen öznel olup her şahsın kendi kapasitesi ve yeteneği oranında olur. Herkesin katılabilme kapasitesi farklıdır. Bu bakımdan herkesin anlama düzeyi de farklı olmaktadır. Tam olarak anlayabilmek için 3 farklı düzeyde gelişmiş olmak gerekir.

1. Birinci düzey bilgi düzeyidir. Anlayabilmek için öncelikle bilgi sahibi olmak gerekir. Bilgi dıştan elde edilir ve gözleme dayanır. Okulda öğrendiklerimiz, ailemizin bize öğrettikleri ve genel olarak hayatta okuyup veya dinleyip öğrendiklerimiz gözlemleyerek elde ettiğimiz bilgi sınıfına girer. Bilginin getirdiği anlayış akıl ve diyalektik mantık yardımıyla olur.
2. İkinci düzey sezgi düzeyidir. Bu düzeyde anlayış içten gelir ve katılımcı olmayı gerektirir. Sezgisel anlayışta hisler ve duygular büyük rol oynar. Bu tür anlayış için akıl ve mantık gerekli değildir. Hatta hiç mantığa gerek yoktur. İnsan sezgisel olarak bir anlayışa varır ama bu sezgileri sözle ifade etmek mümkündür.
3. Üçüncü anlayış türü farkındalıkla olur. Bu tür anlayış ani ve kapsayıcı olur. Yani dıştan gelmez. Sezgi gibi içten gelir fakat sözle ifade edilemez. Sözler bu anlayışı aktarmakta yetersiz kalır. Çünkü bu anlayışta nesne değil özne önem kazanmaktadır. Öznenin ise düşünmeye gereksinimi yoktur. Fakat düşüncesiz bir farkındalık da sadece etki-tepki mekanizmasını çalıştırmaktan ileri gidemez.

  Birinci tür anlayış sahibi insanlara sürekli her yerde rastlıyoruz. Örneğin, tıp doktoru bize bir tedavi metodu önerdiği vakit bilgisini baz alır ve daha önce benzer haller gözlemlediği için bize de uygun bir tedavi olacağını düşünür. Onun anlayışı bilgi düzeyindedir.
  İkinci tür anlayış sahibi insanlara örnek olarak her türlü kehaneti örnek verebiliriz. Kehanet, öngörü veya duru görü medyomlarının aracılığıyla sezgisel olarak bize birtakım olaylar  veya durumlar aktarılabilir. Geçmişten ve gelecekten söz ederler. Ama gelecek henüz gelmemiştir. Bu bakımdan sezgilerinin doğru olup olmadığını da anında tespit etmek mümkün değildir. Sadece sezgi ile gelen anlayış da yeterli olamaz.
  Asıl ileri düzeyde anlayış üçüncü tür olup ilk iki anlayışı içerdiği gibi fazladan farkındalığı da kapsar. Bu durumda hem bilgi hem de sezgi vardır. Fazladan da olayı anında kavrayıp gerekli çareyi veya tedbiri almak da vardır. O anda katılımcı olarak gerekli davranış tarzını uygulayan kimse hem etki-tepki mekanizmasını çalıştırmış olur hem de anında etki-tepki mekanizmasının dışına çıkmayı bilir. Olaya çok hızlı tepki verişi etki-tepki mekanizması içinde olduğu intibaını verir. Oysa ki anında o oyunu terk etmesini de çok iyi bilir. İşte
ileri düzeyde farkındalık’ budur.

İLERİ DÜZEYDE FARKINDALIKTA KUANTUM ETKİLER

Doç. Dr. Haluk Berkmen

  Etki-tepki mekanizmasının dışına çıkabilmek, "İleri Düzeyde Farkındalık" demektir. Bunun en güzel ve çarpıcı örneğini Kung-Fu (bireysel savaş sanatı) yapan Zen ustalarında görürüz. Kendisine saldıracak olursanız anında gerekli müdafaa hareketini yaparak etkiye en hızlı bir şekilde tepki gösterir. Fakat tehlikeyi savuşturunca da anında durup selam verir. Demek ki olay o anda başlamış ve o anda bitmiştir. Olaya katılmıştır ama olayın kendisini sürüklemesine izin vermemiştir. Kızgınlığı ve hırsı yoktur. Ne kendini ispatlamak ne de karşındakini cezalandırmak gereğini duymaktadır. Çünkü egosuna tam olarak hakimdir. Eğer saldırı geldiğinde düşünmeye vakit ayırsa gerekli savunmayı yapamaz. Ama akıl ve mantığı da onu hiçbir an terk etmez. Onun hem bilgisi, hem sezgisi hem de farkındalığı tamdır.
  Bir diğer örnek öğrencisine çözmesi için Koan (kung-an) sunan Zen ustasının durumudur. Öğrencisine en uygun koanı seçerken hem bilgisini kullanır hem de sezgisini. Zen ustası öğrencisi karşısında bir gözlemci değil, bir katılımcıdır. Bir batılı öğretmen gibi ona bilgi aktarmak amacında değildir. Onun amacı öğrencinin farkındalığını arttırmak ve onun bütüncül düşünmesini sağlamaktır. Her verilen koan öğrencinin anlayış düzeyine göre seçilir.

  Bir gün öğrencinin biri Zen hocasına şu soruyu sormuş: “Bana verdiğiniz koanı daha önce başkaları çözmüştü. Bu eski koanı bana neden veriyorsunuz?” Hocanın yanıtı şu olmuştur: “Eski koanlar her sorulduklarında kendilerini yenilerler.” Yani, koanlar ölmezler ve her sorulduklarında yeni bir ortam bulup canlanabilirler. Bu ortam da koanın sorulduğu kişinin şuurudur. Canlanma derecesi de o kişinin şuur seviyesine göre değişir. Koan’ı seçen hoca öğrencinin şuur seviyesini ve psikolojik durumunu çok iyi tarttıktan sonra böyle bir sorumluluk almıştır. Bizim içinde bulunduğumuz yeni şuur durumu gözleyen ve gözlenenin yeni bir şuur halindeki katılımcılığıyla canlılığını, aktivitesini ve yaşam yolumuza desteğini hep sürdürür.

 Ruhsal Bütünleşme
  Şuur seviyesi ileri olan kimse sorumluluk almaktan kaçınmaz. Çünkü böyle bir insanın kendisi için fazla bir beklentisi yoktur. Önemli olan şartların gerektirdiği şekilde davranmak ve bu davranışını ertelemeden anında uygulamaya koymaktır. Bu duruma ‘Ruhsal bütünleşme’ de diyebiliriz. Ruhsal bütünleşme ortak bir farkındalık alanının oluşması demektir. Aynı duyguları ve düşünceleri paylaşan insanlar bu türden bir ruhsal bütünlük alanı oluştururlar. O bütünlüğe ulaştıktan sonra her duruma ve her olaya sadece akıl ve mantıkla değil, aynı zamanda ruhumuzla yaklaşmayı başarabiliriz.
  Tasavvufta ve Sufizmde bu duruma
“Kalp gözünü açmak” veya “Gönül gözünü açmak” da diyebiliriz.  Bir olaya gönül gözünü açarak yaklaştığımızda sadece zihinsel farkındalık oluşmakla kalmaz, aynı zamanda duygusal farkındalık da oluşur. Yani o anda aniden duygularımız keskinleşir ve mutluluk, coşku, sevinç gibi duygular duyarız. Basit bir örnekle şöyle açıklamaya çalışalım; diyelim ki otobüse binmek için otobüs durağına doğru ilerliyorsunuz. Tam durağa vardığınızda karşınıza sizin istediğiniz otobüs geliveriyor. O anda bir mutluluk, bir coşku hissi sizi kaplıyorsa farkındasınız demektir. “Ne tesadüf, tam da benim istediğim otobüs geldi” diyorsanız, farkında değilsiniz.

  Farkındalık ve mucize
  Demek ki, tesadüfe inanmak farkında olmamak demektir. Her olayın hiçbir amaca dayanmadan öylesine tesadüfen oluştuğuna inananlar olaylar arasında ilişki olduğunu göremezler. Oysa ki evrende hiçbir olay tümüyle tesadüf eseri ortaya çıkmaz. Ancak bunun şuuruna varmak gerekir. İşte tesadüflerin ardındaki asıl nedenleri görebilenler farkındalık sahibi kişilerdir. Farkında olan insan için yaşam mucize doludur. Mucizelerin farkına varmak da hem coşku hem de tevazu yaratır.
 
Evrenin kendisi bir mucizedir. Sonsuz büyük ve sonsuz uzak mesafelerin varlığından yeni yeni haberdar oluyoruz. Bu sonsuzluk içinde dünyamız o kadar ufak ve anlamsız kalıyor ki bizim bu küçücük dünyada yaşamamız bir mucizedir. Bu mucizenin farkına varmak da insanı mütevazı yapar. Şu koskoca, uçsuz bucaksız, evrende biz neyiz ki? Kendimizi önemli görmemiz için hiçbir neden yok. Ama bizim var olmamız da bir mucize. İnsan vücudu öylesine mükemmel bir sistem ki hayran kalmamak mümkün değil. Bu mucize karşısında da tesadüflerin bulunmadığını görmek, yani insanın da bir küçük evren olduğunun farkındalığına ulaşmak gerekir. Mikro ve makro düzeydeki farkındalığımızın artması, işleyişin mükemmelliği karşısında tevazu sahibi olmayı kolaylaştırır.

  Kuantuma göre gözleyen ve gözlenen farkındalığı
  Her yeni gözlem yeni bir farkındalık yaratabilir. Kesin olarak “Yaratır” demek pek mümkün değil çünkü gözlemi nasıl yorumladığımız çok önemlidir. Eğer “Önemli değil, sadece bir tesadüftür” derseniz olayı o seviyede kesip daha derine inme gereği duymazsınız. Ama “Bu olayın altında bir neden olmalı” şeklinde düşünüp sorgulamaya devam ederseniz derine inmiş olursunuz ve farkındalığınız da artar.
  Bizler olayları gözlemlerken aynı zamanda kendimizi de gözlemlemiş oluruz. O olayın bizim başımıza neden geldiğini sorgularken kendimize tarafsız bir gözle bakıp, dıştan gözlemlememiz gerekir. Yani kendi dışımıza çıkıp kendimizi bir nesne gibi gözlememiz gerekir. Demek ki, hem
gözleyen hem de gözlenen biz olmalıyız. Kuantum kuramı der ki; “Gözleyen ve gözlenen bir bütün oluştururlar ve birbirlerini etkilerler.” Eğer biz kendimizi gözlersek kendimizi etkilemiş de oluruz. Bu etkileşmenin sonucu değişimdir. İnsan kendini tarafsız bir gözle gözlerse kendini değiştirebilir. Yani farkında olmakla kendimizi değiştiririz. Tersi de doğrudur. Değişmiş olan insan farkında olmuş insandır.

  Değişimin dıştan değil içten gelmesi gerekir. Başkalarına bakıp değişmeye çalışmak boşuna bir uğraştır. Doğal olanı kovarsanız o koşa koşa geri gelecektir. Doğal olmak başkalarından öğrenilmez. Doğal davranış içten gelir. Akıl ve mantıkla oluşturulamaz. Doğal olmak için içe bakmak yeterlidir. İçe bakıldığında öylesine bir ışık belirir ki tüm şüpheler, tereddütler, kısaca karanlık noktalar ortadan kalkar. Olayların birer tesadüf olmadığını da bu şekilde algılayabiliriz.
  Olayların ardındaki gerçek nedenleri bu şekilde görebiliriz. Yani, daha üst düzeyde bir bakış açısına ulaşmış oluruz. Bu üst düzey bakış açısına varmak için tek tek olaylar hakkında düşünmek yerine, olaylar arasındaki tümel ilişkiye bakmak gerekir. Böylece daha derine inmiş ve merkezden çevreyi izlemiş oluruz. Çevrede sürekli çalkantı, itiş kakış, dalgalanma vardır. Merkez ise tüm bu çalkantılardan uzak sakin ve durağandır. Merkezde benliğin istekleri yerine sessiz bir kabul, bir tevekkül, bir tatmin vardır.

  Tatmin olmuş olan benlik kendiyle uğraşmaz. Merkezden bakar fakat ben-merkezci değildir. Bu söz bir çelişki gibi gelebilir fakat daha önce sözünü ettiğimiz hem-hem yaklaşımı ve mantığı uygulandığında hiçbir çelişki kalmamaktadır. Tatmin olmuş olan benlik hem ben-merkezcidir hem değildir.
  Yani, hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına çalışır. Biri diğerinin önüne geçmez. Daima farkındalıkla etrafında olanlara katılır. Farkındalıkla etrafta olup bitenlere katıldığınızda sufizmde anlatılan cazibe alanları meydana gelir. İçinizden dışa doğru yayılan bir enerji alanı oluşur ve bu alan çevrenizdeki insanları etkilemeye başlar. Yani cezp edilenken cezp eden olmaya başlarsınız.

"Kendi yaşamlarını ve içinde yaşadıkları dünyayı etkileyip değiştirmiş olanlar farkındalıkları yüksek insanlardır."

4 -Kuantum İnsan

KUANTUM İNSAN- KUANTUM BİLGELİK - 1

Doç.Dr. Haluk BERKMEN

 

  Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir.

  Eski dönemlerden beri insan yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler üretmiştir. Son bir iki yüzyılda tekniğin gelişmesiyle yeni aletler insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak  makro alemi gözler önüne sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır. Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir düzen bulunduğu gökteki cisimlerin hareketleri incelendiğinde anlaşılmaktadır.

  Doğaya bakan eski insanlar iki ayrı alem (gerçeklik alanı) görmüşlerdir. Bunlardan biri dünya ve dünyada olan çeşitli değişimler, hareketler ve ilişkilerdir. Diğeri ise gökte gördükleri uzak nesneler ve onların hareketleridir. Böylece ay altı ve ay üstü evreni ayırmak fikri doğmuştur. Çünkü ay altındaki evreni yakından tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da edebiliyorlardı. Oysa ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar) tümüyle insanların kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan, uzak bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi.

  Ay altı- Ay üstü evren
  Bu iki evreni ayırınca insanlar ay altı evreni inceleyen disipline “fizik”, ay üstü evreni inceleyen disipline de “metafizik” dediler. Metafizik, fizik-ötesi anlamını taşır. Günümüzde metafizik demek fiziksel olmayan, ruhsal alemle ilgili görüşler içeren disiplinler anlaşılmaktadır. Oysa ki metafizik sözü ay-üstü evreni inceleyen disiplin, yani astroloji için kullanılmıştır. Eski dönemde ay üstü evren ruhların evreni sayıldığından bu görüş yerleşmiştir. Gök cisimlerinin hareketlerini izleyerek geleceği tahmin etmenin mümkün olduğu inancı da vardı. Şu halde, metafizik dıştan gelen bir bilgi olmaktan ziyade, dış verileri yorumlamak ile ilgili bir yaklaşımdır.

  Fizik doğadan kaynaklanır, metafizik ise insandan kaynaklanır. İnsan verilerden hareketle, varsayımlar yürüterek veya belli kabuller çerçevesinde yorumlar yapıp tahminler yürütür. Bu yorumlardan oluşan insan yapısına “tin” diyoruz. Tin insanın psiko-sosyal yönüdür. Yani, insanların bireysel psikolojisi ile insan topluluklarının sosyal yapısı birbirlerini etkileyerek insanın tinini oluşturur. Şu halde tin, ne sadece bireysel ne de sadece toplumsaldır. İnsan sürekli çevresindeki olayları (etkileri) ve yapıları (nesneleri) yorumlayarak bir varlık alanı oluşturur.

  Varlık deyince ne anlaşılmalı?
 
Oluşturur diyorum çünkü varlık bizden bağımsız dışta duran bir yapı değildir. Varlık bizim yorumumuz sayesinde vardır. Şu halde akla şu soru geliyor: Varlık ne derece var'dır? İşte bu soru binlerce yıldan beri insanları düşündürmüştür.
  Bir de "varlık" deyince ne anlaşılmalı? Duyu organlarımızla algıladıklarımızın gerçekten var olduklarından emin olabilir miyiz? Duyu organlarımıza ne derece güvenebiliriz?
 

  Descartes (1596-1650 yıllarında yaşamış Fransız düşünürü) "Duyularımıza güvenemeyiz. Tek güvencemiz düşüncemizdir. Düşünüyorum, şu halde var'ım" demiş. Descartes şüpheci yaklaşımı savunmuştur. “Tek şüphe etmediğim şey şüphe ettiğimdir” demiştir.
  Descartes düşüncenin belli bir yöntem sayesinde olması gerektiğini de savunmuştur. Onun yöntemi de analitik düşünce metodudur. Birbirlerine dik iki eksen tanımlamış ve bu eksenler içinde nesneleri belirlemiştir. Bu eksenlere Descartes adından mülhem
“Kartezyen koordinat sistemi” denmiştir. Bu şekilde, analiz ederek geometriyi sayısal olarak ifade eden yaklaşıma da “Analitik Geometri” denmiştir. Descartes’in düşünceye yaklaşım şekli Aydınlanma dönemi olarak tanımlanan ve akıl ile mantığın üstünlüğünü savunan düşünce akımına öncülük etmiştir.

   17’ci yüzyıl sonlarında başlayan ve 19’cu yüzyıl sonlarına kadar süren Aydınlanma döneminde akıl mantık yardımıyla “klasik bilimsel düşünce” gelişmiştir. Klas, sözü bildiğiniz gibi sınıf demektir ve klasik düşünce varlığı sınıflayan düşünce olmaktadır. Klasik düşünce kadim Yunan düşüncesinde başlamıştır. Aristoteles (Aristo) var olan her şeyin kategoriler halinde, yani sınıflandırılarak tanımlanabileceğini ileri sürmüştür. Böylece var olanların dış özellikleri ile varlıklar tanımlanmaya başlamıştır. Bu yaklaşımda doğa ile bir ilişki kurma çabası olsa da yine de “ön yargılar”, “varsayımlar” ve “kabuller” bulunur. Çünkü kategorik yaklaşım kesin ve mutlak bir ayırım içerir. Oysa ki modern Kuantum bilimi bu klasik yaklaşımı yıkmıştır.

  Kuantum kuramına göre varlık bir enerji alanından türer ve kendisi de yoğunlaşmış enerjidir. Varlık enerji ise enerjinin dönüşüp değiştiği gibi değişir ve dönüşür. Enerji kapalı bir hacim içinde korunur. Yani, sabit kalır. Ama, canlı veya cansız tüm var olanlar çevreleri ile etkileşim içinde olduklarından asla kapalı değildirler. Kuantum kuramı için kesin sınırları olan, belli bir yer kaplayan ve durağan bir varlık tanımı yoktur. Enerji sürekli dönüştüğü için varlıklar da sürekli değişim ve dönüşüm içindedirler.

  Bu durum özellikle insan için geçerlidir. İnsan çevresi ile sürekli etkileşen bir varlık olduğundan açık bir yapısı vardır. Bu açık yapı sürekli enerji alış-verişi ile değişir ve dönüşür. Değişim 3 farklı boyutta gerçekleşir.

  1.   Maddi boyut
  İnsanın maddi boyutu onun bedenidir. Bedeni oluşturan hücreler sürekli ölür ve yenilenir. Yani, yerlerine yenileri oluşur. Bunun için de bedene enerji gereklidir. Beslenmede yenen yiyecekler, içilen içecekler ve solunan hava insan bedeni için enerji kaynaklarını oluştururlar. Bedenin sağlıklı gelişip varlığını sürdürmesi için alınan enerjilere dikkat etmemiz ve sadece sağlıklı saf enerjiler ile bedenimizi korumamız gerekir.
  2.  
Tin boyutu
 
Tin boyut deyince insanın psiko-sosyal yönünü kast ediyorum. İnsan psiko-sosyal bir varlıktır. Çünkü düşünce ve davranışlarını psikolojisi ile bulunduğu sosyal ortam etkiler. Psikoloji ve sosyal ortam maddi değildir. Her ikisinin etki alanı insanın düşünce yapısıdır. Psikolojisini hem geçmişte hem de şimdi yaşadığı tecrübeler, olaylar, içinde bulunduğu şartlar, yani uzak ve yakın çevrenin düşüncesine olan etkileri şekillendirir. Tin dendiğinde insan psikolojisi ile sosyal çevrenin ortak etkisi sonucunda yaratılmış olan her şey akla gelmelidir. Örneğin, din, sanat, bilim, felsefe, edebiyat hep insanın tin boyutu ile yakından ilgilidir.
  3.  
Ruhsal boyut
 
Genelde tin ile ruh karıştırılır ve ruh tümüyle yok sayılır. Oysa ki ruhsal boyut deyince asıl kaynak, cevher veya öz anlaşılmalıdır. İnsanın hem bedeni hem de tini bu özden kaynaklanır. Günümüzde daha geçerli olan bir kavram kullanmak istersek ruh yerine “Enerji Alanı” da diyebiliriz. Kuantum kuramına göre her var olan yoğunlaşmış enerji olduğundan varlığın özü de enerjidir. Bu enerji alanı sübtil ve son derece latif (az yoğun) bir ortam olarak düşünülebilir. Fakat tanımlanması da oldukça zordur. Bu yüzden “ruh” sözcüğü değişik anlamlar kazanmıştır. Çünkü, her kültür kendine göre anlamlar yüklemiştir, ruh sözcüğüne. Her var olan “nesne” ruhsal enerji boyutundan kaynaklanır ve sürekli dönüşür.

KUANTUM İNSAN- KUANTUM BİLGELİK - 2

Doç.Dr. Haluk BERKMEN

 

  Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir.

  Ne- ise-ne mi?
  Nedir bu “nesne” denilen şey. “Nesne” deyince ne anlıyoruz? Madde mi? Cisim mi? Ne-ise-ne mi? Evet, bu sonuncusu. Ne-ise-ne. Yani, tanımlanamayan, özden kaynaklanan bir oluşum. Nesne denen varlık dört farklı şekilde bulunur. 1. Düşünce şeklinde, 2. Söz şeklinde, 3. Simge şeklinde ve 4. Az veya çok yoğunlaşmış enerji şeklinde.

  Varlık fiziksel boyuta çıkmadan önce düşünce şeklindedir. Örneğin, bir müzik eseri kulağımıza ses olarak ulaşmadan önce bestecinin düşüncesinde varlık alanına çıkar. Keza her söylenen söz de önce bir düşüncedir. Düşünce yazıya veya resme döküldüğünde simgeleşir. Yani, bir düşüncenin şekillenmesi oluşur. Bir mühendisin çizdiği plan da bir simgedir. Nihayet, simge yoğunlaşmış enerji olarak nesneleşir. Örneğin, bir ev inşa edildiğinde taş, toprak, demir, tahta gibi enerji içeren nesneler bir plan dahilinde bir-araya getirilir ve tutarlı bir yapı oluşturulur.

  Bir roman veya bir film de önce düşüncede başlar sonra simgeler yardımıyla insanlara sunulur. Demek ki en temel enerji türü düşünce enerjisidir. Bu düşünce genelde tin boyutundan ortaya çıksa da, altta yatan ve bizim dahi farkında olmadığımız ruh boyutu ile etkileşim halindedir. İnsan olmak demek, bir bakıma, bu kaynak ile şuurlu bir etkileşim içine girmeyi başarmak demektir. İşte, bu etkileşimi farkındalıkla başaran insana “özne” denir.

 Şuurlu Enerji
  Özne, en genel anlamda farkında olan,  yorumlayan, yani bilinçli fail olandır. Bu durumda olan kişilere uyanık olanlar veya şuurlu olanlar da denir. İnsanın özü enerji ise özne = şuurlu enerji olarak tanımlanabilir.  Çünkü, bizim özümüz enerjidir. Biz ne sadece tiniz ne de sadece bedeniz. Biz, her ikisinin bileşkesi olan bir şuurlu (bilinçli) enerji paketiyiz. Şuurlu olmak ise kendi üzerine düşünmek ve kendini sorgulamak demektir. Kendini sorgulamadan yaşayan insan ancak beşer olabilir. Karşılaştığı olaylara tepkiler verir ve bir nesne gibi davranır. Çünkü, her nesne etkiye tepki ile karşılık verir. Hayvanların yaşantıları da etki-tepki ilişkisi içinde gelişir. Etkiler dıştan veya içten olabilir. Bedenden gelen içsel tepkilere “içgüdü” diyoruz. Uyuma ihtiyacı, beslenme ihtiyacı ve seks (çoğalma) ihtiyacı bedenden gelen içgüdüsel etkilerdir. Bu etkileri tatmin etmek için yapılan her türlü girişim bir tepkiden öteye gitmez.

  Oysa ki insan olmak demek iç ve dış etkilerin farkındalığı içinde gerekeni gerektiği şekilde şuurlu olarak yapmak demektir. Burada isteğin kontrolü çok önemli bir yer tutar. Etkilere tepki vermek doğal bir istektir. Tepkileri kontrol etmek ise bilinçli davranışın ön şartıdır. Bu kontrol, önce insanın  kendi isteği ile olur. İnsan benlik boyutunda ilerledikçe bu kontrol kendiliğinden ve anında ortaya çıkar.

  Edilgen değil etken olmak
  Beşer boyutunda bulunan insan, iş yapma yetisine sahip olan, fakat bu kapasiteyi ancak dış veya iç bir etki karşısında tepki şeklinde ortaya koyan varlıktır. Bu tür insan edilgen bir varlıktır ve bir bakıma uykudadır. Oysa ki, gerçek insan edilgen değil etken bir varlıktır ve gerçek bir öznedir. Özne olan insan çevresine yararlı olur ve hem kendini hem de çevresini pozitif yönde değiştirir. Özne, yani faal insan kendi isteği ile, etki olsun veya olmasın, enerjini pozitif yönde kullanabilen varlıktır. Enerji atıl kalamaz. Sürekli üretir, dönüştürür ve kendi de dönüşür. Enerji aynı durumda, eylemsiz kalamaz. Sürekli eylem içinde olmak zorundadır. En temel eylem de düşünce eylemidir. Şu halde, özne olan insan sürekli düşünür ve yorumlar. Yani, uyanıktır ve farkındadır. Demek ki, farkındalık daima pozitif eylem ile el ele gider. Pozitif enerji sahibi insan hem kendine hem de çevresine faydalı ve hayırlı eylem içindedir. Bu eylem önce düşüncede, yani içte, sonra da dışta belirmesi gerekir.

  Kaynağa, yani Tanrısal öze bağlı olan insanlar yaratıcıdırlar. Yaratıcılık önce düşünce de sonra da görünür âlemde ortaya çıkar. Yaratıcılık özelliği her ne kadar Tanrıya ait olsa da insan bir aracı oldu mu hem kendine hem de çevresine faydalı yaratılarda bulunabilir. Yaratmak eylemi yoktan var etmek değildir. Yaratmak, doğada bulunan nesnelerin yardımıyla doğada bulunmayan bir yapıyı ortaya çıkarmak şeklinde anlaşılmalıdır. Bu bir sanat eseri olabilir, felsefi veya dini bir doktrin olabilir, hatta gündelik hayatta pratik kolaylık sağlayan bir alet dahi olabilir.

  Kısaca, yaratıcılık sözel de olabilir, simgesel de olabilir, maddesel de olabilir. Ancak ilk şart insanın beşer boyutundan kurtulup özne boyutuna yükselmesidir. Bunun için de farkında olmak ve sorumluluk almak şarttır.

  Birçok bilim adamı: “Ben araştırma yaparım. Sorumluluk benim araştırmalarımı iyi veya kötüye kullananlardadır. Bende sorumluluk yoktur”, şeklinde düşünürler.

"Oysa ki bilge insan her söylediği sözden ve yaptığı eylemden sorumludur."

5- HOLOGRAFİK PARADİGMA

HOLİSTİK BİRLİK

  Tüm evrendeki varlıklar arasında, bütünsel holistik bir ağ, bir iletişim ve etkileşim varsa, hem şuursal hem fiziksel ilişkilerde de bir holizm var demektir.
  Modern fizikçilere göre şuur, varoluşun dalga/parçacık ikiliğinde dalga tarafını, yaşamın fiziksel yanı da parçacık tarafını oluştururlar. Şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görmek mümkün müdür?  Başlangıçta ayrı ve tek tek olan şeyleri bir araya getirerek yeni bir şey yaratan kuantum ilişki tarzı çok önemlidir ve fizik felsefesinde yeni bakış açılarına kapı açar. Ancak, önemi fiziğin de ötesine geçer, evrensel boyutlara taşar. İnsan şuurunun kuantum mekaniksel doğasını anlayarak yani şuuru bir kuantum dalga fenomeni olarak görerek, zihinsel yaşamımızın kökenini geriye, onun parçacık fiziğindeki köklerine dek izleyebiliriz; bu tıpkı fiziksel varlığımızın kökenini araştırmak gibidir.

  İnsandaki zihin/beden ikiliği, tüm bu sorunsalın altında yatan dalga/parçacık ikiliğinin bir yansımasıdır. Böylece insan varlığı kozmik varlığın ufak bir mikro-kozmosudur. Hepimizin temel varlığında aynı şey vardır ve evrendeki her şeyi açıklayan tek bir dinamikle birleşmiştir. Evrenin de bizimle aynı hamurdan yapılmış ve aynı dinamiklerle bir arada tutuluyor olması, oluşun büyüklüğüdür.
Şuuru kuantum dalga mekaniği tarafından mümkün kılınmış bir çeşit yaratıcı ilişki olarak yorumladığımızda, hem şuurun hem de beynimizde olduğu gibi maddeyle olan ilişkisinin anlaşılmasında birçok şey yerli yerine oturur. En önemlisi, eğer materyalizmle ve onun indirgeyici düşünce yapısıyla savaşmak istiyorsak, bu içgörü, zihnin sadece beynin işleyişinin bir yan ürünü olmadığı konusunda tartışmamızı sürdürmemize izin verir.
Nasıl dalga fonksiyonları birbiri içine geçmiş iki elektron bağıntısı tek bir elektrona indirgenemezse şuurun yoğunluğunu oluşturan dalgaların bağıntısı da titreşen molükellerin tek tek gösterdikleri eyleme indirgenemez. Yoğunluk kendi içinde bir şeydir, bileşenlerinin sahip olmadığı özellik ve niteliklere sahip olan yeni bir şeydir.

  Arlaton Timaeus'da şöyle der: "İki şey bir üçüncüsü olmadan başarılı bir şekilde birleşemezler; aralarında birbirlerini çeken bir bağ olması gerekir. Bütün bağlar içinde en iyi olan kendini ve bağladığı tarafları tam anlamıyla bir birlik içine getirebilendir." 
Şölen'de de birbirine aşık olan iki insan için benzer bir yorum yapmıştır. Böyle bir durumda artık sadece seven ve sevilen yok, bir de aralarındaki aşk vardır der; Martin Buber. Buna,
"aradaki", Ben'le Sen'i bir arada Ben-Sen yapan bağlayıcı güç, demiştir.
Alman Filozof Martin Heidegger estetik üzerine yazdığı denemede tüm bu bütünlük, hakikat ve varlık'ın açığa çıkışı arasında  bir ilinti kurar. Bu açığa vurulmanın özü Varlık'ın kendisine aittir. Şuurun birliğinin özü olan ilişkisel holizm aynı zamanda sanat ve hakikatin da özüdür. Böyle bir bütünlükle fiziksel dünya arasındaki köprü (
zihin, hakikat ve güzellik, maddi dünya arasındaki köprü) sonunda her birinin dalga/parçacık ikiliği içinde kökenine inilerek anlaşılabilir. Bu en birincil seviyede, ne dalgalar ne de parçacıklar birbirlerine indirgenebilir. Beraber oluşturdukları varlık geriye dönülmez bir birliktir.
Romalı filozof Lucretius bunu şöyle ifade etmiştir.
"Ortak köklerle birbirine bağlanmış ikili için ayrılık bir felaket yaşamadan mümkün değildir. Nasıl bir esans yumrusunun kokusu onun doğası yok edilerek alınamazsa, zihin ve ruh da bedenin çözülmesine yol açmadan ayrılamaz. Çünkü onların kökeni daha ilk andan beri onları oluşturan atomların birleşmesiyle ortak bir yaşamla yüklenmiştir. Bu tıpkı bedenimizi tutuşturan sezgi-şuur ateşi gibi birleşmiş ikilinin karşılıklı eylem etkileşimidir."
Lucretius ruhun
"ruh atomlarından" oluştuğuna inanırdı. Geleneksel terminolojiye göre materyalist olarak sınıflandırılır, fakat söz ettiği "ruh atomları", "ruh dalgaları" olarak ele alınabilir.

  Eğer Lucretius kuantum fiziğinden ve dalga/parçacık ikiliğinden haberdar olmuş olsaydı, zihinle beden arasındaki ince birliğe tutkulu inancı, burada geliştirilen fikre çok benzer olurdu. Belki de bugünkü materyalistler de buna benzer bir dönüş gösterebilirlerdi. Tabii eğer modern fiziğin gelişmelerinden haberdar olsalardı. Bu aynı zamanda, birçok ruhçunun ileri sürdüğü 'şuur bir kuantum alansal ilişkisidir, hiçbir şekilde maddenin bir özelliği olamaz' görüşünün takipçisidir.
Şuura, maddenin temel bir parçası gibi davranmak mümkün değildir, kökenine inilemez, çünkü ortada iki ya da daha fazla parçacığın ilişkisi söz konusudur. Şuur özünde ilişkiseldir yani bağıntısaldır ve oluşabilmesi için en azından iki şeyin bir araya gelmesi gerekir. Yani bu dünyada zihinselliğin en temel biçimi ancak dalga fonksiyonları birbiri içine geçmiş iki parçacıkla ilintili çok ilkel bir şuur olabilir. Bundan daha yüksek seviyede olan her şey, şuurun birçok aşaması ve derecesi birçok tür ve derecede ilişkiye bağlı olacaktır. Bu da onların, bu duruma karşılık, birçok tür ve derecede yapıya bağlı olması demektir.
  Öyleyse, bizim insan şuurumuz, daha temel yaşam biçimi ya da temel maddeyle ilintili bilinçten tür bakımından değil, sadece derece ve karmaşıklık açısından farklıdır. Aslında, doğada parçacıklar iki temel çeşitte vardır:
Fermionlar ve Bozonlar.
  Fermionlar maddeyi oluşturmak için birleşen parçacıklardır (elektronlar, protonlar ve nötronlar) ve bunlar anti-sosyaldirler. Bunların dalga fonksiyonları kısmen birbiri içine geçer ama asla tamamıyla bir geçiş sağlamazlar. Bunlar her zaman bir dereceye kadar tek başlarınadır. Diğer taraftan bozonlar fotonlar ve sanal fotonlar, eksi ve artı W parçacığı ve nötr Z parçacığı, gluonlar ve gravitonlar ilişki parçacıklarıdır. Bunlar evreni birbirine bağlayan, gücü taşıyan parçacıklardır ve temelde toplu halde bulunurlar. Bunların dalga fonksiyonları öylesine iç içe geçer ki tamamıyla birbirleriyle birleşirler. Birbirlerinin kimliklerini paylaşıp kendi bireyselliklerinden vazgeçerler.

 

ŞUUR BİR HOLOGRAMDIR

  Şuurun bir hologram olduğu görüşü belki de her ikisi de kimliğini kaybetmeden, fiziğin mistik düşüncenin en yakınında olduğu noktadır.
Evren bir tür birbirine nüfuz eden nesne ve olaylar ağı olarak göz önüne alındığı Avatamsaka Sutra'da sözü geçen, İndra'nın mecazi anlatımı yeniden akla geliyor. Sir Charles Eliof'un sözleriyle
'İndra'nın cennetinde incilerden bir ağ olduğu söylenir, bunlar öyle düzenlenmişlerdir ki eğer birine bakarsanız diğer hepsini ona aksetmiş olarak görürsünüz."
Aynı şekilde dünyadaki her nesne sırf kendi değildir diğer her nesneyle alakalıdır ve gerçekte başka her şeydir. Her toz zerresinde mevcut, sayısı olmayan Budalar vardır.
  Şuurun holografik olduğu görüşünün değeri şu şekilde özetlenebilir. İlkin, şuurun holografik olduğu görüşü, davranışçıların bütün zihni davranışlarımızın etki ve tepki cinsinden yorumlanabileceği görüşünü yerinden ediyor. Düşünme süreçlerimiz, bütün düşünceler diğer bütün düşüncelerle çaprazlama birbirine dayandırılacak şekilde holografiktir. Beyindeki bilgi depolama süreci inanılmaz derecede karmaşık bir süreçtir. Biz bunu alfabetik bir dosya olarak göz önüne alamayız; aksi takdirde örneğin, ne zaman biri
'okyanus' kelimesinin sözünü etse 'okyanus' kelimesinin bizde yarattığı bütün bağlantıları çok ağır aklımıza getirirdik. Fakat görüyoruz ki zaman alan bir araştırmayla engin bir dosyayı karıştırmak zorunda kalmıyoruz. Bir şekilde bu 'okyanus' kelimesi, derhal aradığımız bağlantıları ortaya koymak için aynı anda düşüncelerimize ve hatıralarımıza bir göz gezdirir.
İndra'nın ağındaki inciler ya da Buda içinde Buda gibi her bir düşünce diğer bir düşünce içindedir, yaratıcılığın anahtarı budur. Düşüncelerimiz Çin yapma bebekleri gibidir, her bir düşünce diğer bir düşünce diğer bir düşüncenin içindedir ve ancak bilincin holografik olduğu görüşü böyle gizemli bir süreç için yeterli bir benzetme olabilir.
Şuur hologramı bir
bio-gravitasyon alanıdır, madde hologramı bir bio-gravitasyon alanıdır. Madde ve şuur bir devamlılık arz ederler. Burr'ün L-alanlarının kendi parçalarını, bunların da L-alanlarını belirlediği şeklindeki ifadesi, Wheeler'in evrenin katılanların katılımıyla yaratıldığı önermesi, gerçeğin varlık gayesine ait gözlemlerdir. Bunun ışığında zihin ve evren, kavramanın engin ve tek bir çok boyutlu izdüşüm uzayı oluyor, ya da basitçe alan içinde alan, alan içinde alan.
   Bir masada, bir adam ve bir kadınla oturduğunuzu hayal ediyorsunuz. Şuurunuz nerede? Onun, kendi kafanızda olduğunu hayal edebilirsiniz. Onu, adamın kafasında hayal edebilirsiniz. Onu kadının kafasında hayal edebilirsiniz. Onu masada hayal edebilirsiniz. Şuurunuz nerede?
Elinizde bir gülün üçe beş inç bir hologramı var. Gülün plakadaki görüntüsü nerede? Eğer madde ve şuurun her ikisi yerçekimi alanı cinsleriyseler aynı göldeki farklı dalgalar gibidirler.
   Evren hologram plakası gibidir. Zihin gölün görüntüsü gibidir. Gölün herhangi bir tarafına atılmış bir çakıl taşı gölün tamamını etkileyecektir.

  Zihinde neler olup bittiği evrenin tamamını etkiler
  Şuur ve evreni alan içinde alan, alan içinde alan olarak tanımlayan bilim adamlarımız aslında spiritüel bir tanım yapmış oluyorlar.
" Evren şuur yansımalarından " oluşur diyen ruhsal bilgiler ve parapsikolojik araştırmalar, şuurun madde üzerindeki etkisini en kolay D.D.A ile  açıklamaktadır. Bu demektir ki, yine bilimsel bir araştırma yolu olan Parapsikoloji, kendi alanında laboratuar çalışmalarıyla insan şuurunun ya da diğer adıyla insan zihninin madde üzerinde egemen olduğunu ispatlıyor.
   Mekanik insan modeli ve açıklaması insan varlığını tam olarak kapsamaktan uzaktır. Psi yeteneğine bu fiziksel, materyalist, mekanik model içinde uygun bir yer bulamazsınız. Fiziksel açıklama mekanik prensiplerle bir etkileşim içine girebilir ama insanı tümüyle kapsayamaz. O, zaman-mekan içerisinde geçerlidir ama bunların ötesinde anlamını yitirir. Çünkü duru görü medyumu çevresiyle sınırlı değildir; prekognisyonla geleceğe uzanabilir, telepatiyle başka zihinlerde olup bitenleri izleyebilir.

 

MİKRO KOZMİK KAOSTAN MAKRO KOZMİK KAOSA

  İnsan vücudunun mikro kozmik düzeydeki faaliyetinden, üzerinde yaşadığı dünyanın bir ölçüdeki makro kozmik faaliyetine uzanan kısa bir seyahate çıktığımızda, yaşantımızın nasıl bir kaotik sistem içerisinde oluştuğunu gözlemlememiz mümkündür. Öyle ki; kalp atışlarımızdan düşünce sistemimize, oradan da dünyamızın meteorolojik yapısına uzanan muazzam bir kaos egemenliği ile karşılaşarak şaşırabiliriz. Israrla belirtmekte fayda var ki, burada söz edilen "kaos", düzensizlik ve kargaşa anlamına gelmiyor, sadece bilim dünyasının değişik bir yapıyı açıklamak için kullandığı özel bir terim.
  Bedenimizin iç yapısı ve belli başlı organlarımız üzerine yapılan bilimsel araştırmalar
gösteriyor ki, tıpkı doğanın diğer birçok atom altı sistemlerinde olduğu gibi, insan bedeni de kaotik sistemlerle işlemektedir. Örneğin, insan beyninin çalışma sistemini incelemek için yapılan araştırmalar, düşünce faaliyetinin artışıyla beyin dalgalarının giderek kaotik bir yapıya büründüklerini gösteriyor. Beyin dalgaları, nöronların ateşlenmesi ile ortaya çıkan elektrik sinyalleridir. Beyin dalgaları, deneklerin elektro ansefalografa bağlanması ve bu aletin ekranında çizgilerin belirmesiyle tespit edilmektedir.

  BEYİN KASIRGALAR OKYANUSU
  İnsan beyni adeta bir kasırgalar okyanusu gibidir. Düşünme derecesi arttıkça kasırgaların şiddeti artar ve giderek karmaşık bir görünüm sergilemeye başlarlar. Beyindeki bu kaotik işlemler bütünlüğünü anlamak için yapılan deneylerden biri de şudur:
  Bu çalışmada denekler önce elektro ansefalografa bağlanıyorlar, kendilerinden hiçbir şey düşünmemeleri isteniyor ve beyin dalgaları kaydediliyor. Daha sonra deneklerden 700'den geriye doğru yedişer yedişer saymaları isteniyor ve beyin dalgaları kaydediliyor. Görülüyor ki, geriye sayarak düşünen deneklerin beyin dalgalarının elektro ansefalograf (EEG) çizgileri dinamik artışlar kaydediyor ve giderek önceden tahmin edilmesi imkansız bir akış içine giriyorlar.
   Bunun gibi, bu konuda yapılan başka bir araştırmaların sonuçları da çok ilginçtir. Bu deneyde sara hastalarının kriz durumundaki EEG çizgileri kaydedilmiş ve normal insanların EEG çizgileriyle karşılaştırılmış. Ortaya çıkan sonuç son derece ilginç: Sara krizi sırasında beyin dalgaları daha düzenli ve periyodik bir hal almaktadır.
  Bu tür deneyler bilim adamlarına, beynin asli düzeninin kaotik olduğu ve ancak hastalıklı gibi olağanüstü durumlarda, düşünce akışının düzenli bir hale büründüğünü göstermiş oldu.
 Beyin üzerinde yapılan deneylerin dışında, kalple ilgili olarak yapılan araştırmalarda, sağlıklı bir kalbin vuruş düzensizliğinin, sağlıksız olan bir kalbe göre daha kaotik olduğu gözlemlendi. Bu araştırmalara göre, sağlıklı bir kalp, vuruşlarını belirli bir aralıktaki frekanslar içerisinde devamlı olarak değiştirmektedir. Kalp yaşlanıp, hastalanmaya başladıkça vuruşlar düzensizliğini kaybedip daha periyodik olmaktadır.

  BEDENDEKİ KAOTİK ETKİ
  Bedenimizde varolan kaotik sistemi iyi anlaşılırsa bazı temel bilgiler yerli yerine oturabilir. Peki ama beynimiz ya da kalbimiz neden kaosa gerek duyuyor?
"Sağlıklı olmak için" diye yanıtlıyor, bu konu üzerinde çalışan Ary Goldberger ve ekliyor:
"Çevrenizdeki şartlar sizi değişik hareketler yapmaya zorluyor. Eğer siz periyodik ve monoton bir dinamiğe sahipseniz, çevrenizdeki düzensizliğe uyum sağlayamazsınız. Çevreye uyabilmenin ve gerekli esnekliğe sahip olmanın tek yolu kaostur. Kaos; düzenli, kontrollü bir düzensizlik içerir." ilginç değil mi?
  Her ne kadar burada araştırmacının söyledikleri kendi öznel düşüncelerini yansıtıyorsa da, yine de gelecekte kaos üzerine yapılacak araştırmaların gündelik hayatımıza dek inebilecek etkilerini şimdiden tahmin edebilmemizi kolaylaştırmaktadır. Ünlü düşünür Fritjof Capra ise
"Dönüm Noktası" adlı kitabında bu konuda söylüyor:
 
"Sağlığa sistemler açısından bakış, hayata sistemler açısından bakışa bağlıdır. Gördüğümüz üzere, canlı organizmalar yüksek derecede bir kararlılığa sahip, kendi kendini organize eden sistemlerdir. Söz konusu kararlılık tamamen dinamik olup kesintisiz, birden fazla ve birbirine bağlı dalgalanmalarla ifade edilmiştir. Böyle bir sistemin sağlıklı olabilmesi için çevresiyle etkileşimde bulunması, çok sayıda seçme hakkına sahip ve esnek olması gerekmektedir. Bir sistemin esnekliği, hoşgörü sınırları içinde ne kadar çok değişkenin dalgalanıp durduğuna bağlıdır. Daha dinamik bir organizma grubu, esnekliğinin de artmasını gerektirir. Esnekliğin doğası ne olursa olsun, fiziksel, ruhsal, toplumsal, teknolojik ya da ekonomik o sistemlerin, çevrenin değişmelerine uyarlanma yetenekleri için esastır. Esnekliğin yitirilmesi sağlığın yitirilmesi anlamına gelir."
 
Fritjof Capra'nın görüşlerine katılalım ya da katılmayalım, bu, esneklik ve uyumun gelecekte oldukça ilginç araştırmalara konu olacağı gerçeğini değiştirmiyor.

"Anlaşıldığı kadarıyla doğanın dinamikleri hakkında öğreneceğimiz daha çok şey var."

ŞUUR VE BİLİM

  Peki bu durumda belirsizlik gösteren Kuantum sisteminin kendi olası durumları nasıl teke indirilebilir? Kuantum reaksiyonlarını açıklayan matematiksel terminoloji, birçok öğreti tarafından farklı açılardan ve çeşitli fikirlerle yorumlandı. Niels Bohr tarafından geliştirilmiş olan Kopenhag yorumu şuurlu gözlemciyi, gözlem olayı içerisindeki faktör olarak görüyor ki, o redüksiyona (azaltmaya, basite indirgemeye) yol açıyor. Şayet ölçüm şuursuz bir makine tarafından uygulanacak olsaydı, Kopenhag yorumuna göre her halükarda sistem, bir varlık tarafından şuurlu olarak gözlemlendiğinde her olasılık açıktır. Bohr'un konseptik taslağı, insan şuurunu fiziğin çekirdeğiyle/ cevheriyle birleştiriyor.

  O bunu, Kuantum durumlarının belirsiz kaos halini belirli bir biçime sokabilen forma dönüştüren bir gözlemi de mümkün kılınabilir olarak görüyor. Bu görüş açısından şu soruyu sormak mümkün; en azından ilke olarak, sistemin gözlem altında olacağı konumu acaba gözlemci kararlaştıramaz mı? Bu durumda, böyle bir aksiyon psikokinezi 'yi ilgilendirirdi. Bu fikrin test edilebilmesi için bir tür psikokinezi hedef sistemi oluşturulması gerekir; bundaki hedef Kuantum olgularından oluşmuştur.

  Gerçekten de psikokinezi deneylerinde sıkça kullanılan olasılık jeneratörleri, olası/tesadüfi Kuantum olgularından kaynaklanmaktadır. Çünkü radyoaktif atomların parçalanmasında, bu güçlendirilen atomlar, insanın duyuları tarafından algılanabilmektedir. Helmut Schmidt tarafından Retro-PK için bir deney geliştirildi. Onun PK makinesi bir olasılık jeneratörü kullandı. Bunun olası olguları, radyoaktif strontium-90 atomlarının kuramsal parçalanmaları sonucu ortaya çıktı. Parçalanmada belirtilen radyoaktif ışıma bir sayaç tarafından ölçüldü, bu ise devrelere bağlıydı. Sayaç, radyoaktivite tespit ettiğinde devreler, mümkün iki olasılık durumundan birini üretti. Böylece olasılık jeneratörü, olağanüstü bir beceriyle, iki durum arasında olası bir takas üretti. Sonuçlar yazı tura atmak ile bir benzerlik taşıyor. Schmidt'in olasılık jeneratörü, hiçbir dışsal etki olmadan, uzun bir zaman zarfı içerisinde beklendiği gibi, neredeyse tamı tamamına yüzde elli "tura" ve yüzde elli "yazı" seçimi üretti. Bu ayrımı iradeli olarak ya da diğer yönde etkileme görevi verilen psikokinezi medyumları bir kayma oluşturdu. Bunlar ortalama olarak maksimal yüzde üçe ulaştılar. Bu ilk bakışta ciddiye almaya değmez gibi geliyor, ancak gerçekleştirilen on binlerce test göz önünde bulundurulduğunda, ortaya önemli bir fark çıkıyor. Bu tür sonuçların tesadüf eseri ortaya çıkması, trilyonda bir olasılıktır.

  Bu sonuçların değerlendirilmesinde etken olan bakış açısı, psikokinezinin sanıldığı gibi enerji sevkiyle özdeş olduğu değil, tersine olası durumları düzenlemek ya da tesadüfi ortaya çıkışları mümkün olduğunca aza indirmektir. Yani sistem ekstra enformasyonlar ediniyor, enerji değil.

SONUÇLARIN DETERMİNİZME EDİLMESİ
  Kopenhag açıklamasına göre Kuantum durumu içerisindeki bir redüksiyonun (azaltmanın) ya da duruma göre kolapsın (ani dolaşım bozukluğu) gerçekleştirilebilmesinin şartı, gözlemcinin kolaps oluşturabilme yetisidir, yani öyle ya da böyle önündeki sonucu ölçebilmesidir.

  Evan Harris Walker'in teorisi, gözlemci insan şuuruna Schmidt'in teorisinden çok daha fazla önem vermektedir ve aynı zamanda daha da detaylıdır. Walker'e göre beyin üç önemli bilgi işlem sistemine sahiptir. Birinci bileşke, şuursuz beynin sistemine uygun düşmektedir; parapsikoloji açısından bu o kadar da ilgi çekici değildir. İkincisi, beyindeki (kimyasal) olaylarla alakalıdır, bunlar şuura enformasyon iletirler. Üçüncü sistem çok daha karmaşıktır. Walker, şuur için önemli olan sinirlerin Kuantum alanında birbirleriyle birleştiğini iddia ediyor. Hem de bunu, sırf normal kimyasal süreçlerdeki iletkenlerle gerçekleştirmiyor. Çünkü bu çok kompleks bir "kuantal birleşik birlik" oluşturuyor; bu sebeple onun kompleks bir Kuantum durumuna sahip olduğu söylenebilir. İnsan şuuru, Walker'e göre saklı değişkenlerle örtüşüyor, bunlar şuurlu beyin hücrelerini dengeliyor ve bu şekilde kendi beynini kontrol ediyor. Bu bilgi işlem yetisinin bir kısmı, beyin dışındaki Kuantum durumlarının belirsiz kolapsını oluşturabilmek için hizmete hazır. Walker buna "irade" diyor, yani arzu edildiği oranda psikokinetik olarak dünyaya etki edebilen ve DDA ile birlikte tüm psi fenomenlerinin kaynağını temsil eden bir modül. Böylece Walker'e göre "şuur" reeldir, ancak alışılagelen bir fiziksel obje asla değildir ve kendi yetisi sayesinde Kuantum sisteminin saklı değişkenlerine tesir edebilir, dünya üzerinde gerçek fiziksel etkiler meydana getirebilir. Ancak Walker'in yorumu, burada, konvensiyonel Kopenhag yorumundan belirgin bir fark göstermektedir. Bu, iradenin aktivitesinin zaman ve mekan sınırlanmasına maruz kalmamasıdır. Çünkü o, Kuantum sistemlerinin saklı değişkenlerini idare edebilir, yönlendirebilir, etkileyebilir. Buradan nefesleri kesen bir teze geçebiliriz; o da, insanın geçmiş olayları etkileyebileceği olasılığıdır.

ŞUUR, BEYİN, HOLOGRAM

  Yunan filozofisinin en görkemli dönemlerinden beri; Batı,akılcı ve analitik düşünceye önem vermiştir. Buda şuurlu yaşamımızın 'Bölümlerini' oluşturan düşünceler ve karar verme kurallarından ibarettir. Bu mantık, doğal olarak beynin hesaba dayalı bir bilgisayar modeli olduğuna varır, fakat bunun bedeli insanın diğer tarafını, bilgi ve deneyimi temsil eden içgüdüsel yönünü, yani erdem, hayal gücü, yaratıcılık gibi özelliklerini içeren yönünü gözden kaçırması olur. Modern nörofizyolojik terminolojide zihinsel yaşamımızdan sağ beyin/ sol beyin ayrımı bağlamında söz edilir; bizim kültürümüz sol beyin kültürüdür. Analitik ve mantıksal düşünce kapasitesi neredeyse tamamıyla beynin sol yarım küresinin işlevsel kapasitesi içindedir. Kuantum fiziğinden buna eşdeğer iyi bir metafor vermeye kalkarsak, parçacık/ dalga ayrımını verebiliriz ve diyebiliriz ki, bizim kültürümüz zihnin parçacık yönüne dayanır.
  Holistler, şuurun her elemanının aslında gerçekliğin her elemanı, her şeyle bağlantısı olduğunu düşünerek, deneyimin dalga yönü üzerinde dururlar. Bütün, parçaların toplamından daha büyük bir şeydir ya da hologramik modelin baş savunucularından David Bohm'un ortaya attığı gibi,
"gerçeklik bölünmez bir bütünlüktür". Her şey ve herkes birbiriyle öyle bütünleşmiş durumdadır ki, bireylerden ya da ayrılmadan söz etmek gerçeğin çarpıtılması ve bir yanılsamadır.

 Bugünkü holistik evren anlayışının temelinde hem kadim Doğu Bilgeliği hem de analizci Batı vardır. Budizm'in Elmas Sutra'sı bu konuda şöyle diyor: "İndra'nın evinde öyle bir inci ağı oluşturulmuş ki, bir tanesine baktığınızda diğer bütün incileri onun içinde görebilirsiniz."
 
Dünyadaki her nesne de sadece kendisi değildir, diğer her nesneyi içerir ve aslında diğer her bir nesne odur. Mikro kozmosla makro kozmosu birbirine bağlayan 'Büyük Varlıklar Zinciri' gerçekliğin her bir küçük parçasının bütünü içinde taşıdığını ileri sürer. Spinoza felsefesinde de dünyadaki her şeyin tek bir özden yapıldığı vurgulanır. Hologramı bir beyin modeli olarak göstermeye çalışanlar bilimsel tabanlı bazı metaforlar yapmaya kalkışıyorlar.

 Hem genelde 'holografik paradigma'nın hem de özelde beynin holografik modelinin çekici özellikleri vardır. Modern zihne ulaşabilen bir metafor olarak hologram, ilişkiden ve işlemden kaynaklanan şuur ve gerçeklik unsurları üzerinde yararlı bir rol oynar. Bize bütünün parçaları olduğumuzu hatırlatır. Fakat bazı konularda metafor olarak biraz fazla ileri giderek, mekanizma olarak varlığın dalga benzeri yanına aşırı vurgu yapar, bilgisayar modeli de parçacık yanını vurgular. Bildiğimiz gibi gerçeklik hem dalgaları (ilişki) hem de parçacıkları (bireysellik) kapsar.
  Yani açıkçası gerçeklik dediğimiz şey ilişkilerden ve bireylerden oluşmaz mı? Bu tıpkı insanın zihinsel yaşamının hem anlık şuurlu birlik ve bütünlüğe sahip olmasını, hem de hesaplamayı ve eylemi düşünce ve yapı gibi kapsamasına benzer. Zaten şuurun doğasına ve onun beyinle ilişkisine gerçekten uygun bir model her ikisini de açıklayabilmelidir.

ŞUURUN HOLOGRAFİK MODELİ
 Hologramlar bir lazer yardımıyla oluşturulan, içine aldığı görüntünün sıradan fotoğraflar gibi iki boyutlu değil üç boyutlu olduğu bir çeşit şeffaf resimlerdir. Eğer elinizde  bir elmaya ait bir hologram varsa, plakayı bir kenara doğru bir miktar eğip elmanın arkasında gerçekten ne olduğunu görebilirsiniz. Bir hologramla ilgili en gizemli şey eğer onu ikiye bölerseniz her birinde tam bir elma bulunan iki tam resim elde edecek olmanızdır. Kesime devam edilirse dört, sekiz vs. elma elde edersiniz, çünkü holografik filmin her parçasında tam bir resim bulunur. 'Holografik' olma özelliği ya da bir bütünde her bir parçanın bulunması dikkat çekicidir; çünkü bu, bir hologramda bulunan bilgi düzeninin sıradan bir resimdeki bilgi düzeninden çok farklı olduğunu gösteriyor. Bir hologram parçalara bölünemez. Çünkü holografik bir resmin görünürdeki her parçası ancak resmin tamamına ait ortak parçalarla ilgisi oranında anlaşılabilir, Holografik resim 'alan' özelliklerine sahiptir denilebilir.

 Düzenlemenin holografik modelinin tartışmamızla ilgisi vardır; çünkü Yeni Fizik, maddenin temel birimlerinin yani atom-altı parçacıkların tek başına parçalar ya da yapı taşları olarak soyutlanamayacaklarını bulmuştur. Bunların davranışları da parçacıkların ortaklaşmasıyla belirlenen alan özelliklerine sahiptir. Bu gizemli bir şeydir, çünkü aynı holografi-alan ilişkisi hayatın yapısını ve aslına bakarsak düşünce sürecimizin yapısına hükmediyor gibidir.

MODERN ARAŞTIRMALARDA ZİHİN VE BEYİN

  Dünya üzerindeki bütün modern araştırmalar zihne yeni bir görünüm kazandırıyor. Bu çalışmalar bir gün zihinsel güç fenomenini ve insan beyninin olağanüstü bir program olduğunu daha kesin delillerle açıklayabilir. Aslında incelenirse yeterince araştırma da var ama günlük yaşama indirgenmesi ve günlük yaşamdaki kabulleri zaman alabiliyor. Bu konularla ilgilenen ciddi araştırmacılara da bir görev düşüyor. Bazı bilimsel araştırmalarla günlük yaşamın kullanım alanlarında köprü olmak ve bu bilgileri herkesin anlayabileceği bir dille anlatabilmek yani topluma mal edebilmek.
 İnsan beyni öyle olağanüstü ki, bizim bilgisayarlarda oluşturduğumuz ağ sistemlerini hafife alacak bir gelişmişliğe sahip. Beynin ve zihnin sırlarını çözebildik diyebilir miyiz ne mümkün? Ama günümüz modern araştırmaları bu konuda sınırları zorlayan araştırmalar içindeler… Bu araştırmaların yararı nedir derseniz? İnsanın günlük yaşamda kullanım alanlarının artışı ve bu verilerinin doğru kullanımı diyebiliriz.
Telkin-bilimin insan zihni ve beyni üzerindeki yararları bilimsel verilerle ispatlandı.. Ayrıca ciddiyetle ele alındığında iş ve kariyer dünyasının kullandığı NLP seminerlerini ve uygulamalarının başarılarını da göz ardı etmek mümkün değil. NLP uygulayıcıları da beynin ve insan zihninin olumlu telkine yatkınlığından yararlanarak onları kariyerleri konusundaki başarılara daha rahat motive edebiliyorlar.

  Bilimsel açıdan Rölativite teorisi ve kuantum mekaniği, bilimin, evrenin ve insan zihninin yapısına bakışını değiştiriyor, esnetiyor ve genişletiyor ve bu genişleme bizlere yeni kullanım alanları açıyor. Astrolojinin doğum haritaları aracılığıyla yaptığı Astro Terapi de bu temel ilkelere ve olumlu telkinlere dayanıyor.

  Beyin ve zihinle ilgili araştırmalardan söz ederken David Bohm’u anmamak mümkün değil.  Einstein’in meslektaşlarından biri olan David Bohm rölativite sonrası, kuantum sonrası evrenin parçalara ayrılmayan “Bölünmez, parçalanmaz” bir bütün olduğuna işaret ediyor.
“Evreni gezegenler, organizmalar, hücreler, moleküller ve atomlar şeklinde algıladığımız zaman realitenin tam bir resmini görmüyoruz. Fizikçilerin “sınırlı vakıa” dedikleri şeyi, bir yakın olma, yaklaşma olarak görüyoruz. Bu yaklaşma beynimiz tarafından bir araya getirilen bir resimdir” diyor.

  Atom altı fiziği evren resmimize ilişkin temel bir belirsizliği ortaya koymaktadır. Bir elektronun birbirini tamamlayan özelliklerini konum ve moment olarak tam bilemiyoruz. Bu kuantum alanında, bir özellik hakkında ne kadar çok şey bilirsek, zorunlu olarak diğer özellik hakkında daha az şey biliyoruz. Bu olayın kendi içinde mevcut olan belirsizlik, eşyanın doğası hakkındaki doğru bilgimizin sınırını gösteren bir örnektir. Kuantum mekaniğinin bize anlattığına göre bilgi sübjektiftir; “Bilinen şey, bilenin zihninden ayrı değildir”.
 
Bununla beraber, kuantum belirsizliği mekanik, lineer bir limittir. Beynin mantıksal sol ve sembolik sağ yarı kürelerini hatırlayacak olursak, başka “öğrenme” yollarının olduğunu anlarız.

  Fizikçi Bohm, beynin kendisinin, bütünün ayrılmaz bir parçası olmasından dolayı, insan zihninin bölünmez, bütüncül evreni bilmeye muktedir olduğuna inanmaktadır. Bohm’a göre: evrene, gördüğümüz maddesel evrene, gördüğümüz maddesel dünyanın tezahürüne sebep olan bir ‘düzen’ sinmiştir; evren bu iç içe düzen’i emmiş, doygunlaşmış haldedir. Boş mekan olarak düşündüğümüz şey, enerjiyle sature haldedir, doygunlaşmıştır. Canlı ve cansız alem arasındaki sınır, zihnin bir yaklaşımıdır; bu mutlak bir bölünme değildir. Ve zihin maddeden ayrı değildir.
  Evrene bu açıdan bakılırsa, kendi kendine gevşeme, telkin bilim, psikokinezi ve diğer psişik olaylar, zihin ve madde ayrı olmadığından, zihnin madde üzerindeki egemenliği gibi bir soruna da yeni bir açıklama getirmektedir. Evren ve evreni bilen zihin bir ve aynıdır tek birleşmiş bir bütündür.

 California Üniversitesi’nden Charles Tart, bir odada elektrik şoku verilen birinin ayrı bir odadaki eşinin, diğer odadaki olayların farkında değilken biyoelektrik tepkiler kaydettiğini gösteren deneyler yapmıştır.
Benliğimizin, derimizin içindeki bir şey olduğunu, benliğin bedenin cidarlarında sona erdiğini düşünürüz. Oysa modern bilim durumun böyle olmadığını ortaya koyuyor.

  Biz
“deriyle kaplanmış bir ego” değiliz. Gerçi göbek bağımız doğumda kesilir, ama biz yine kopmaz bir bağla evrene bağlıyız. Zihin, beden ve evren bir sürekliliktir. “Düşünce asla başlamaz ve son bulmaz”, diyor Bohm. Çünkü o bilgi alma, işleme tabi tutma, geri besleme (feedback) ve gönderme sürekliliğidir. Beynimiz bedene bir mesaj gönderdiği zaman, evrenden öğrenmiş olduğu alışkanlıklara ve programlara göre evrenle bir ilişkiye geçmektedir.

 HOLO HAREKET
  Bu yeni beyin teorisi ilhamlar, psişik güçler, olumlu telkinlerle tedavi, şifacılık, psikokinezi, mistik teklik, evrenle birlik duygusu gibi önceki birçok gizemli fenomene mümkün açıklamalar sağlamaktadır.
  Bohm, pek çok şekilde yorumlanabilen ama asla bölünemeyen tek bir ünite olarak işleyen tüm sistemi evren, organizmalar, beyinler, moleküller olarak  tanımlamak için holo hareket kelimesini kullanıyor.
“Mistik bir deneyim yaşamanın ve kendimizi tüm evrenle bir hissetmemizin sebebi, zaten tüm evrenle bir oluşumuzdur. Holo hareket içindeki her şey kendi içine katlanmıştır. Bir insan beyni evreni gözlemlemek için dışarıda kalmaz. Beyin bütünün parçası olarak onun içindedir. Tüm eşyalar, tüm madde, tüm olaylar, tüm zaman, her ana, her olaya katlanır. Evrenin her parçası bütünün bilgisini taşır.”

Dr. Harold Burr,  bu tip konularla ilgili çalışmalarının sonucunda her canlının “L-alanları”  dediği bir elektriksel alana sahip olduğunu keşfetti.

Sheldrake’in hipotezi Pribham ve Bohm’un çalışmasındaki kavramları kullanarak şunu ileri sürer;
“Her organizmanın morfogenetik alanı (M-Alanı) hem bedenden, hem de zihinden öncedir ve de zaman ve mekana göre belli bir yeri yoktur. Başka bir ifadeyle bir organizmanın M- alanı, evrendeki temel kuvvetlere, çevrenin etkilerine ve organizmanın kendisinden gelen geri beslemeye cevap erir, yani onlardan etki alır ve tepki verir. Böylece alan durmadan değişir ve beden-zihin organik varlığımızla doğal evrenin diğer kuvvetleri arasında bir bağ olabilir.”
Eski dönemlerde Şamanik şifa metotlarıyla yapılan iyileştirmelerle bugünün Telkin ya da  Sofroloji  adı altında yaptığı çalışmalar da bu bağlamda  alansal iyileştirmeler olarak ele alındığında hayli önemli bir araştırma ve uygulama alanı bizlere açılıyormuş gibi gözüküyor.

  Yeni Şuur
  Bu bir Yeni Şuur Anlayışıdır. Dünya üzerinde hali hazırda bu konular üzerinde çalışan oldukça ciddi araştırıcılar vardır. Ve yeni açılacak yolların taşlarını hazırlayanlarda yine onlardır. Geleceğin bilim adamları insan-ruh-beden sağlığı için tüm bu verileri bilen, değerlendiren ve uygulayan kişiler olacak. Bu kaçınılmaz bir yazgı çünkü evren sürekli genişliyor, bilgi alıyor, bilgi veriyor. Mikro ünite olan insan da istese de bu büyümenin dışında kalamaz!…

HOLOGRAFİK ALAN MODELİ VE BEYİN

  Holografik/ alan modeline yaklaşımımızdaki ilk soru şudur: Beyindeki hangi süreçler şuurla bağlantılıdır. Beynin sinir ağındaki dahili sinirleri kendisini çevreleyen ortamdan ayıran zar boyunca, bir elektrik polarizasyonunun varlığı kesin bir şekilde tespit edilmiştir. Bu zarın birtakım iyonların geçirgenliğini değiştirerek polarizasyonu azaltma kabiliyeti vardır. Böylece, ne zaman sinirlerde itici bir kuvvet harekete geçse komşu nöronlar arasındaki bağlantı noktasına, sinapsise ulaşana dek polarlanma, bir sinir hücresinin zarı boyunca ortadan kalkar.
Bu noktada sinapsis aralığı boyunca bir potansiyel farkı mevcuttur. Bazı hallerde bu sinapsis aralığı boyunca cereyan eden aktarma, aynı anda gelen başka bir itici kuvveti iptal eder, diğerlerinde bu aktarma nöronu harekete geçirmek için başka bir itici güç meydana getirir. Beynin bütün kısımlarının birbiriyle olan bağlantılarıyla alakalı süreç nedir? Bu sürecin kimyasal ya da elektro-kimyasal olmadığına dair açık deliller var.
Massachusetts Cambridge'deki NASA Elektronik Araştırmalar Merkezi'nden Evan Harris Walker şuurun gayri fiziki ve fakat gerçek bir büyüklük olduğunu varsayıyor. Söz konusu sürecin kimyasal olması zaruretinin olmadığını iddia edip devir işleminin bir
'kuantum-mekanik tünelleme' süreci sebebiyle olabileceğini ileri sürüyor. Sinapsiste bir nevi kuantum-mekanik olayın meydana geldiğine dair ikna edici deliller ortaya koyuyor, fakat böyle bir sürecin şuuru tamamıyla açıklamayacağını kabul ediyor;
" Uzun mesafeler boyunca (santimetrelerce) geçişe izin verip sinapsisler hakkında bilinenlerle de çelişki yaratmayan ve tercihen biraz önce sinapsiste meydana geldiğini açıklamış bulunduğumuz süreci de değiştirmeyen bir süreç bulmamız lazım."
  Bilim adamları soruyor, eğer şuur denilen bilmece beynin bütün kısımlarının kendi aralarında birbirleriyle olan bağlantıları ise, böyle bir bağlantıyı açıklamak iki yoldan mümkün gözüküyor.
İlki Walker'in takip ettiği bağlantının ya kimyasal, elektro kimyasal, ya da kuantum-fizik türünden bir parçacık reaksiyonu yoluyla etkilendiği yaklaşımı. İkinci yaklaşım ise bağlantının uzayın uygun bölgesi üzerinde yayılan bir kuvvet alanı yoluyla etkilenimi.
Bir olasılık da elektro-manyetik alandır. Bununla birlikte beyindeki akınlar dendrit ve aksonların uzunlukları boyunca yayılmadığından beynin çeşitli bölgeleri elektrik olarak birbirleriyle bağlantılı değil gibidir. Beyindeki elektriğin iniş çıkışları esasen oldukça yöreseldir ve herhangi bir sinir hücresinin ufak bir kısmının doğrudan komşuluğuyla ilgilidir. Başka deneyler aksini ispatlamadıkça elektro-manyetik alanları süreç olarak bir kenara bırakabiliriz. Peki o zaman bu bağlantıyı oluşturan şey nedir?
Bilimsel açıdan yanıtımız belki de kuantum fizikçisinin karşılaştığı problemde yatıyor. Bazı fizikçiler atom parçacıklarının arasında bir bağlantı ya da kuantum potansiyeli olduğuna inanıyorlar, fakat beynin nörofizyolojisinde olduğu gibi, herhangi bir bağlantı alanı ya da süreci bulamıyorlar. Bilim bu konuda araştırmalarını hızla derinleştirerek, metafizik verilerin elde etmiş olduğu bilgilerle kendi elindekileri bir potada eriteceğe benziyor.
  Zihnin çevresini tamamen yeniden inşa etme yeteneğinde beynin bilgi depolamada inanılmaz gücü vardır.
Pieter Van Heerden'in belirttiği gibi eğer beyin saniyede yalnız 1 byte bilgi depolarsa bunu tamamlamak için sinirlerde bir ömür boyunca, akıl almayacak sayıda 3X10 10 adet iki tabanlı basit itici kuvvet işlemi yapılması lazım gelirdi. Beynin yeteneklerinin bir saniyede bir adetten çok daha fazla byte depolayabilmesi hayret vericidir; yine şuurun ancak holografik bir modeli böyle bir yeteneği açıklar gibidir.
  Fotoğraf hologramları yeniden elde edilecek şekilde bilgi depolamak için olağanüstü bir yeteneğe sahiptir. Bir hologram plakasına sadece ışığın dalga boyunu değiştirerek arka arkaya görüntüler yerleştirilebilir. Her bir görüntü kendi kimliğine sahiptir ve diğer görüntülere etki etmeden yeniden elde edilebilir. Aslına bakarsa, 10 trilyon byte gibi bir bilgi 1cm küpe başarılı bir şekilde holografik olarak depolanmıştır. Van Heerden holografik bir işlemin beynin benzer yeteneğini izah edebileceğini ileri sürer.
  Başımızın içinde evrenler üstünde üst üste binmiş evrenler vardır. Upanişadlar'daki bir pasaj bu noktayı çok güzel ifade ediyor.
"Bir kimse uyuyacağı zaman her şeyi olan bu dünyanın malzemesini de yanına alır, onu bir kenara ayırır, onu kurar ve kendi zekası ve aydınlığıyla rüyasını görür. Böylece bu kişi kendi kendine aydınlanmış olur. Orada ne araba vardır, ne koşumlar ne de yollar. Fakat arabayı, koşumları ve yolları kendi kendine kurar. Orada ebedi mutluluklar, zevkler ve memnuniyetler yoktur. Fakat ebedi mutlulukları, zevkleri ve memnuniyetleri kendi kendine kurar. Orada su birikintileri, nilüfer gölleri ve çaylar yoktur. Fakat su birikintilerini, nilüfer göllerini ve çayları kendi kendine kurar. Zira o bir yaratıcıdır"
  Sayıları giderek artan bir nörologlar gurubu, daha üst seviyedeki beyin fonksiyonlarına, bir tür biyolojik ışıldamayı işleyen optik bir sistem açısından bakmaya başladıklarını belirtiyor. Kafatasının içindeki bu ışık Upanişadların söz ettiği, kendi kendine aydınlanmanın ta kendisi olabilir. Buna ilaveten orta-beyinde optik kiyasmanın hemen gerisindeki bölgenin sinirlere ait hologram plakasının bölgesel olduğunu ileri sürüyor. Hipofiz bezi, talamus, hipotalamus ve epifiz özelde bilinçli farkındalık tiyatrosunda bir araya gelmiş gibidir. Epifiz çokları tarafından fonksiyonlarını yitirmiş bir duyu organı olarak düşünülür ve kısmen göz retinasında rastlanılana benzer, ışığa karşı hassas dokulardan oluşmaktadır.
Floyd bunun epifizin, algıların üzerinde kurulup hatıraların yeniden oluşturulduğu,örnek muğlaklığın
'iskeletini' teşkil etmesi iddialarını desteklemede yardımcı olabileceğini belirtiyor.
Bu bezelye kadar organa Doğu'da uzunca bir zaman üçüncü göz yahut iç uyanıklığına açılan ruhani bir kapı nazarıyla bakılmasını göz önünde tutmak gerekir. Nöro-fizyologlar beynin muhtelif organları arasındaki bağlantıyı tespit etmeye teşebbüs ederken ilgi çekici bir meseleyle karşılaştılar.

  Şayet epifiz hafızada ve algılamada asli bir rol oynuyorsa, yerinden çıkarılması bu fonksiyonların derinden hatta tamamen bozulmasına yol açardı. Halbuki durum böyle değildir. Farelerde epifizin kesilip atılması bünyenin biyolojik saatini bozuyor ama görünüşe bakılırsa başka bir etkisi de pek yok. Bu ekranın hologram plakasının gerçekte bir organı yerine bir bölgenin fonksiyonu olabileceği ortaya çıkıyor.
Epifiz, sinirlerin enerji alanı merkezindeki, üzerinde kayan resim-zemin ilişkilerinin dış gerçekliği temsil ettiği şuurun ekranı olarak temsil edilen ışık patlamasının vuku bulduğu noktayı işgal ediyor. Böylece şuurun, pek öyle bir organla ya da organ topluluğuyla ilgili olmayıp beyindeki enerji alanlarının iç etkilenmeleriyle ilgili olduğu sonucuna varıyor.
Beynin, şuurlu bir farkındalığın ekranındaki bütün parçalarının iç bağlantıları hem gelişmekte olan bir semender ceninin kafatası hücreleri arasındaki ilişkiye, hem de çift-yarık deneyindeki ayırt edilemez parçacıklar arasındaki ilişkiye benzer çarpıcı olan özellikleri ortaya koyarlar. Zihin ve madde arasındaki ilginin sırrı işte burada diyebiliriz. Dr. Burr'ün ifadesiyle;
'En son tahlilde evren bir birimdir, bütün parçaları evren'in bütünlüğüyle bağlantılıdırlar ve zaruri olarak Evren'in bütünlüğü ve tek tek parçalarının faaliyetleri arasında bazı iç ilişkiler vardır."
Einstein’ın birleşik teorisinden çekim yasasına göre sonucun tam doğrulanması noksan olmakla beraber, evrenin kendine has özelliklerinden birinin de aletlerle ölçülebilen alanlar olduğu açıktır. Buna elektro-statik alan, elektro-manyetik alan denmesi fark etmez. İsim genellikle kendisinin incelenmesindeki uygulamaların bir sonucudur. Başka bir ifadeyle evrenin bilmezlikten geldiğimiz kendine has tek bir birleştirici özelliği vardır, bu da
ALAN özellikleridir.
  Fizikçi Bohm ve Hiley, Burr'ün L-alanlarında varsaydığı maddenin düzenlenmesinde hükmeden aynı varlık gayesi bu tarafı işaret ediyorlar. Diyorlar ki:
'Bir parçanın varlığının bağımsızlığını iddia eden herhangi bir gayret, bu kırılmaz bütünlüğü inkar eder. Bu zaruri olarak alt sistemlerin her zaman bir bütün olarak sistemden daha az yer kapladıkları manasına gelmez. Daha ziyade bir alt sistemi kendine has kılan şey ancak onun geçici dengesi ve söz konusu olan sınırlanmış çerçevedeki davranışının bağımsız olabilirliğidir."

HOLOGRAFİK ŞİFA

  Katılımcı etkin gücümüzü, holografik bir evren anlayışında geçmişimizi düzeltmek için de kullanabiliriz. Heben W. Finnemcre'nin, The American Society of Dowsers dergisine makale olarak yazdığı yaşanmış deneyim, bu katılımcı evren anlayışının ruhsal şifa da dahil olmak üzere her ilişkimizi ve spiritüel anlayışlarımızı ve uygulamalarımızı yeniden ve çok daha yaratıcı bir biçimde gözden geçirmemizi sağlayacak niteliktedir. Hologramı anlamak geçmişi temizleyebilir. Bu yaşanmış öykü şöyle;
  "Bir dizi şanssız olaylarla karşılaşmış olan bir çift için yulaf harmanlamıştı ve adamın gelecek yıl çiftçilik yapmasını sağlaması için bu yulafların gelirine gerçekten ihtiyacı vardı. Yulaflar dövüldükten sonra bile biraz fazla yeşilimsiydiler. Bir depoya konulduklarında aşırı ısındılar ve haşlandılar. Çiftçi iflas etti ve çiftlikten taşınmak zorunda kaldı. Çiftçi bu beyefendiyi, yulafları harmanlama kararıyla ilgili olarak yapabileceği hiçbir şey olmadığı halde suçlamıştı. Durumu izlerken çiftçiyi görebiliyordum. O, orta yaşlı, yuvarlak yüzlü ve koyu düz saçlıydı. Problemi belirledikten sonra enerjiyi serbest bırakabildik ve yaşlı beyefendi, kendini daha hafiflemiş hissederek ve daha rahat nefes alarak gitti."
Michael Talbot'un yazdığı 'Holografik Evren'i okumayı henüz bitirdim. Bütün kitap boyunca, onun Holografik Evren ile neyi kastettiğini veya bu beyefendi için bu okumayı yapana dek, bizlerin bir ruh olarak nasıl bir deney hologramı olduğumuzu iyi kavrayamamıştım. Bunların hepsinin nasıl işlediğini tam olarak anlamadan, birkaç yıldır okuma ve trans şifacılığı yapmaktayım. Kitabı okumak, "okumaların" nasıl çalıştığını anlamama yardım etti ve okumayı o gün yapmış olmam, kitabın içinde ne olduğunu daha fazla anlamama yardım etti. İşte, Evren böyle çalışmaktadır. Pozitif bir dışsal görüşle yaklaşıldığında, bir koşul bütün parçalarının bir toplamı olmaktan başka bir şey olmaktadır. Bir artı bir eşittir üç!
  Geçen yıl, ışığın yapısı ve bizlerin nasıl ışıktan varlıklar olduğumuzla ilgili bir makale yazan James Jacobi,
'Bizler ışıktan varlıklar olarak farkındalığımızı odaklayabilme gücüne sahibiz' diyordu. Şuurumun bir bölümünü bir ışık ışını olarak odaklayabilmiş ve eskiden çiftçi olan beyefendinin deney hologramının içinden geriye doğru gidebilmiş, onun üzüntüsüne sebep olan koşulu bulmuş, görebileceğimiz şekilde bugüne getirmiştim, sonra da onun hologram enerjisinden serbest bırakıp çıkarmıştım. Üzüntü veren anıyı onun geçmişinden temizleyebilmiştik. Öyleyse geçmiş anılarımızı pozitif bir düşünce dizisi içinde yeniden yaşar gibi zihnimizde imgeleyebilir, bizi çok üzmüş olan o anılan olumlayabilirsek, farkındalığımızı şimdiye odaklayabilir ve geçmişi affedebilirsek, bugünü daha verimli, pozitif eylemlerle dolu, mutlu ve huzurlu yaşayabiliriz.

KUANTUM ANLAYIŞINDA KOZMİK TEZAHÜR

Kozmik Sempati- David Spangler- Ruh ve Madde Yayınları

 

  Güç alanlarının karşılıklı dinamik etkileşiminden ortaya çıkan evren anlayışı yani olasılık ve bilgi açısından zengin bir evren anlayışı, her ne kadar buna mekanik kuantum fiziği, kaos teorisi, mikro ve moleküler biyoloji, ekoloji, iletişim bilimleri ve bilgisayar teknolojileri aracılığı ile atalarımızın uygun görmediği anlayış ve teknikleri kullanarak yeni bakış açılarıyla bakıyorsak da, aslında yeni değildir.
  Varoluş veya can sözcüğünü alan sözcüğünün yerine koyarsak, ve de enerji veya güç sözcüğünü de hayat sözcüğünün yerine koyarsak, kadim gizemlerin ve mistik öğretilerinin bakış açısına çok yaklaşırız. Bu bakış açısına göre, her şey canlıdır ve cansız şeylerle değil, canlı varlıklarla her düzeyden karşılıklı etkileşim içinde olduğumuz bir evrende yaşamaktayız.
  Birçok ruhsal öğreti, her şeyin meydana geldiği asli bir teklikten ya da ruhtan söz eder. Bu kadim öğreti, çağdaş fiziğin ortaya çıkartılan yeni imajlarıyla da paraleldir.
  Örneğin, fizikçi David Bohm,
"Bütünsellik ve Saklı Düzen" adlı kitabında her şeyin iç içe olduğu temel bir durumun varlığını tartışıyor. Bu düzen, evrenin kendisini dolaylı olarak ifade ettiği bütünselliktir; sırayla, evrendeki her madde ve nesne bu bütünselliği, saklı düzeni içerir. Kozmosun tamamı her birimizin içinde saklıdır.
  Saklı düzende, ne bizim bildiğimiz zaman ne de mekan vardır. Bütünselliğin derinliğinde her şey, her şeyin bir parçasıdır. Evrenin bu tanımının kuantum mekaniğinin bir yorumundan geliyor olmasına rağmen, bu mistik deneyimlerden elde ettiğimiz tanımın aynısıdır.

  Modern fizikte ve kozmolojide evren, maddenin de oluştuğu enerji ve alanlardan meydana gelmiştir. Enerji her şekli alabilirken, alanlar da enerjiyi şekillere dönüştüren modelleri oluşturur. Hem enerji hem de alanların tek bir bütünden meydana geldiği yönünde bir hipotez öne sürülmektedir ve bu büyük olasılıkla Bhom’un saklı ya da örtülü düzenidir. İşte burada, bizlere çeşitli dinsel geleneklerden tanıdık olan temel bir yaratıcı üçlemeyle karşılaşıyoruz.
  Enerji ve alanların karşılıklı etkileşimleri sistemleri, birbirine bağlı olmanın örneklerini, karşılıklı tesirleri ve davranışları yaratıyor. Biz dahil. Sistem diye bildiğimiz her şeyi bu yaratıyor. Sistem, bir olayı ve koşulu bütünsel-holistik olarak tanımlamanın yoludur.
  Bazı sistemler bilgi ve enerjiyi öyle bir işleme tabi tutarlar ki, o sistem var olan durumunu aşıp yeni bir duruma geçmektedir. Uygun enerjiyle sistem kendini yenileyebilir, dönüştürebilir. Böyle sistemlere
“kendi kendini düzenleyen sistemler” denir. Bütün yaşayan sistemler, canlı varlıklar kendi kendini düzenleyen sistemlerdir ve bu, dünya ve onun ötesinde kozmos için geçerlidir.
  Sistemlerin çalışması, özellikle de kendi kendini yenileyebilenler, yeni bazı bilim dallarının gelişmesine neden olmuştur, örneğin dinamik bilimi, karmaşık sistemler bilimi ve kaos matematiği gibi.

  Araştırmalar bilim adamlarını evrendeki çoğu sistemin özellikle de kozmosla bağlantılı olanlarında doğrusal olmayan ve yabancı çekim alanları ile tanımlanabilen kaotik sistemler olduğu bilgisine götürmektedir. Böyle sistemler tanımlanamıyor; yani davranışları hiçbir şekilde önceden kestirilemiyor. Böylelikle, evrenin kalbinde sürpriz olasılıklar. Kaos ve fırtınalar vardır. Bizler önceden bilinen, bir saat gibi çalışan mekanik bir kozmosta yaşamıyoruz. Kapılar yeni keşiflere, yeni doğuşlara, yeniliklere ve değişimlere her zaman açıktır.
  Peki ya tezahür açısından tüm bunların anlamı ne? Bu içsel sanatı kullanabilmek için bir kaos matematikçisi ya da kuantum mekaniği fizikçisi olmamıza gerek yok. Ne var ki bizlerin, içinde tezahürün de meydana geldiği evreni yeniden ele almamız gerekmektedir. Son yüzyılın bilimsel dünya görüşü, ne yazı ki çoğu insanın aşina olduğu ve toplumsal imajinasyonumuzu yönetmeye eğilimi olan, canlıklarla nesnelerin zaman ve mekanla birbirinden ayrıldığı bir dünya görüşünü öne sürmektedir. Bu dünya öyle bir dünyadır ki, hareket mekaniğinin yasalarına, etki ve tepki ilkesine ve bunun gibi yasa ve ilkelere göre birbirleriyle etkileşen ya da birbirinden izole edilmiş parçacıklarla doludur.
Her ne kadar modern görünseler de, yaratıcı vizüalizasyon, pozitif düşünce, elde edilmiş bir şuurluluk hali, bir yerde Yeni Düşünce hareketi ve onun kendi içinde çeşitlenen dalları hep bu klasik bilimsel dünya görüşüne dayanmaktadır; ayrı parçacıkların dünyasına. Böyle bir dünya görüşünde tezahür fenomeni, bu görüşün tamamını kabul ettiğimizde zamanın ve mekanın içinden bize doğru, bizden ayrı bir şeyi, kişiyi veya koşulu bize doğru sürükleyen manyetizma gibi bir şey olarak görülecektir. Tezahür mıknatısı zihnimizde bulunan imaj ve inançlarla çakışan her şeyi bize doğru çekmektedir.
  Bu birçok soruyu gündeme getirmektedir. Zamanın ve mekanın içinden gelip tezahür edeceğimiz şeyi bize doğru iten güç ya da enerji nedir? Bu acaba bir tür
“psişik” manyetizma olabilir mi? Değilse başka ne olabilir?
  Bunun dışında, bu klasik dünya görüşünde, bizler tezahür ettirmek istediğimiz şeyden ayrı olarak işleme geçiyoruz. Bu ayrılık hali, bir eksikliğin farkına varmak olarak açıklanabilir. Bizler işimizin, yaratıcılığımızın, inancımızın, güvenmemizin, olumlamalarımızın ya da pozitif düşüncelerimizin verdiği güçle uzak olmanın ve ayrılığın yarattığı engellerden bir şekilde kurtulmalıyız. Bize ne olmasını istiyorsak kalkıp onu tasarlamalıyız.
  Modern fiziğin dünya görüşüne göre, bu ayrılma hali var olmayabilir. Bizler evrene çok ince ve önemli araçlarla bağlıyız. Eğer David Bohm’un saklı düzen yaklaşımını kabul edersek, o zaman zaten kendi üzerimize çekmek istediğimize sahibiz demektir.
  Bu meydan okuma, belirli bir zaman ve mekan boyutunda bize gelmesini sağlamak için değil, tezahür ettirerek biçimlendirdiğimiz örneği deneyimleyerek yorumlamak içindir. Öyleyse tezahür, yaşamlarımızı istediğimiz yeni biçimine sokabilmek için gerekli olan uygun enerjiyi yeniden modellendirmek, meydana getirebilmektir diyebiliriz.
“Kelebek etkisi” düşüncesi ile mutabık kalarak, eğer varlığımızın dinamik alanlarına, doğru zamanda doğru imajı ya da düşünceyi sunarsak, yani içinde kendi alanımızın saklı olduğu dünyanın daha geniş bir alanına bunu yaparsak, istediğimiz tezahürü meydana getirebiliriz. Bu dinamik sistemde, tezahür ettirmek istediğimizin imajı, “tuhaf çekici” dir; geleceğin bilinmezliğini yönlendirip belirli bir biçime sokan ilkeyi düzenleyici ve yeniden modellendirici özelliktedir.
Böyle bir dünya görüşüne göre, bizler istediğimizi elde etmiyoruz, istediğimize dönüşüyoruz. Alanlara ait bu görüş, bir tezahür kozmolojisinin oluşumunu sağlamaktadır.
  Bu oluşumla ilgili altı ilişkili düşünce daha vardır. Ben bunlara tezahürün altı ana desteği adını veriyorum. İlk üçü dalgalar, karşılıklı ilişkiler ve ortak enkarnasyonlardır; bunlar kozmosun yapısıyla ilgilidirler. Alanlar kavramı gibi, onlar da evrenin bedenini yansıtırlar. Diğer üçü; zihin, öz ve bir oluş içinde olup kendini bu yapıyla ifade eden ruhla ilişkilidir. Onlar evrenin ruhunu yansıtırlar. Beden ve ruh iki ayrı varlık değildir ama tek bir gizemin, tek bir evrensel enkarnasyonun iki ayır suretidir.

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 - Turkiye / Denizli 

Ana Sayfa / index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2   

Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru

Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)

New World Order(Macro Philosophy)  / Astronomy