RUH


Ruh; insana hayat veren ve onu düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddi olmayan, ölümsüz varlık.

Bazı filozoflar ruh hakkında şöyle demişlerdir;

Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inanmalıyız. (Tolstoy)
İnsan ruha bakmalı, güzel bir vücutta güzel bir ruh olmazsa neye yarar. (Euripides)
Bizi şartlardan çok, ruh yapımız mutlu kılar. (Voltaire)

Mesela derler: içinin güzelliği yüzüne vurmuş diye bu ruhla ilgili bir şey eğer ruhun, için temizse rahatsa bu bütün yaşamına yansıyor.

Eskiden insanlar kötü ruhlardan korunmak için birçok şeyler yaparlarmış ki bu hala günümüzde bile yapılıyor. Örneğin kötü ruhlardan korunmak için bitkisel ilaçlar, takılar…  Yapılıyor.

Görünen görünmeyen her şey ruhun eseridir ve her şey onun tezahürüdür.

Sözlü, yazılı vasıtalarla tarihin derinliklerinden günümüze dek ulaşmış -halen de farklı kimliklerde uygulanmakta olan- okült bilimler, gizem örtüsü altında pek çok toplumları etkilemiştir. Esasında günümüz biliminin de temellerini oluşturan okültist uygulamalar, 20. yüzyılın pozitivist ve materyalist görüşlerine rağmen günümüzde hemen tüm ileri seviyeli bilim adamlarının (özellikle fizikçilerin) ilgi odağı haline gelmiştir.

Okültizm, spiritüalizm, metapsişik ve ezoterik nitelikteki tüm manevi ekoller esas olarak şu ilkede bütünleşirler:

"Görünen, görünmeyenin tezahürüdür." Her şeyin kökenindeki temel hakikat budur. Bu ilkeden hareketle "görünen"den yola çıkarak, "görünmeyen" esas güce, ana sebebe doğru uzanmaya çalışmaktadırlar.

Eflatun'un "idea"ları, Jung'un "arşetip"leri ve daha pek çokları bu görünmeyen ilkeleri ifade etmektedirler.

İnsanlık var oldu olalı eşyanın gerçek mahiyeti ve özü hakkında bir bilgiye, bir esasa ulaşabilmek için çabalayıp durmuştur. Aynı zamanda kendi hakkında da aynı arayışı sürdürmüştür. Çünki insan da bedeni itibarıyla eşyalar alemine dahil bir varlıktır.

Ancak insanda bir başka yön mevcuttur ki, bu, eşyanın geçici süreçlerine tabi olmayıp ona hakim olan şuur sahibi bir varlık olmasıdır. İşte bu varlığa "ruh" ismi verilmiştir. Maddeyi kullanan, onu yeniden şekillendiren, dağıtan, toplayan ve canlılığı meydana getiren Ruh'un şuurlu etkisidir.

Eskilerin "beka" dedikleri süreklilik, nihai kozmik güç olan ruh enerjisi ile mümkün olabilmektedir.

İşte bu yüzden "insan, eşyanın mahiyetini arıyorum derken, kendi gerçeği ile yüz yüze gelecektir".

Temel hakikatler hiçbir zaman değişmemiştir ve değişmeyecektir. Nasıl ki henüz yeni keşfedebildiğimiz pek çok şey potansiyel olarak her zaman mevcutsa, keşfedeceklerimiz için de aynı şey geçerlidir.

Öyleyse değişen nedir? Değişen ve gelişen insanın şuurudur, nüfuz edebilme yeteneğidir. Bu geliştikçe önümüzde yeni yeni imkanlar açılmakta ve ufkumuz, genişlediği oranda bizden uzaklaşarak kaybolmaktadır.

Bu durumda insanın ebedi faaliyeti, bilgi, bilgi uygulaması ve yeniden bilgi olacaktır.

Tüm bu anlatılanlardan sonra vurgulamak istediğimiz esas nokta şudur: Ezoterizm, okültizm, teozofi, spiritüalizm vs... Bu bilgi sistemlerinin hepsi de özünde aynı gerçekleri taşıyan bir öğretinin zamana ve ortamın şartlarına göre farklı biçimlerde ifadelerinden ibarettir. Çünki tüm bunların hepsinin ardında yatan gerçek, ruh varlığı ve onun ebediliği meselesidir. Temel gerçek budur. Çünki görünen görünmeyen her şey ruhun eseridir ve her şey onun tezahürüdür.

Ezoterik ve okült bilgileri ve uygulamaları dünyanın yalnızca belirli bölgelerinde ya da belirli uluslarında görmemekteyiz. Gelmiş geçmiş tüm topluluklarda, Amerika'dan Uzak Doğu'ya kadar her bölgede böyle bilgilere rastlamaktayız. Çünki nasıl Güneş her yeri aydınlatıyorsa, bilgi de bir şekilde her yere ulaşmıştır. İnsanlık hiçbir zaman, hiçbir yerde yalnız bırakılmamış, daima bilgi almıştır.

BEN KİMİM?

 “Bana yüreğinde iğne ucu kadar yer aç, ben de sana gök kuşağının kapılarını açayım”

BEN KİMİM, Denildiğinde, Ben kelimesini sadece bedensel bir varlık olarak anlamaktan çok, herkesin bir iç dünyaya sahip olduğunu, kendine özgü, özel bir benliği olduğunu ve bu benliğin öz'üne bağlantılı olarak bir ruh taşıdığının önce bilincine varmamız gerekmektedir. İnsan benliğinin yapısını, çeşitli olguların bir araya gelerek ve bu olguların birlikte ahenkli bir şekilde çalışması, sıhhatli bir benliğin yapısını oluşturduklarını kavramamız temel bir bilgi olduğu için bunları açıklamak ihtiyacını duyduk.

İnsanoğlu ezelden beri varlığımızın temel sorularına cevap aramıştır.

Bu soruların başında, Ben kimim?

Varlığımın amacı nedir?

Bu dünya’ya nereden geldim ve nereye gidiyorum?

Daha önce bu dünya’da bulunmuş muydum?

Ne diye bu Dünya’ya geldim?

Gerçeklerin tümünü anlamaya muktedir miyim?

Kendimi acı çekmekten kurtarabilir miyim?

Huzura – Mutluluğa – Rahatlatıcı sükunete ve tatmin edici doyuma nasıl erişebilirim?

Tarih boyunca Her nesilde, insanlar, evren’in sonsuz muammasını çözmek istemişlerdir. Bu nedenle bilimsel ve başka birçok yolu deneyerek, bu sorulara sürekli cevap aramışlardır. Bu soruların hala nesilden nesle geçmiş olması da, henüz tatmin edici cevapların bulunamadığını gösterir. Buna rağmen, Mutlu – huzurlu – Tatmin edici ve sevgi dolu bir hayat sürmek, hepimizin ümit ettiği bir olgudur. Doğa ve evren araştırmaları etrafımızdaki her şeyin bir yaratılış nedeni olduğunu ve değişmeyen, SABİT ve MUTLAK kurallar zincirine uygun bir şekilde işlediğini göstermektedir. Kendimizi doğanın yarattığı üstün bir varlık olarak kabullenip, insanoğlunu bu düzenin dışındaymış gibi görüyoruz. Örneğin, bilgi ve mantıklı bir inceleme sonucunda, doğanın organlarımızı nasıl yarattığını ve işlevlerinin detaylarını her bir hücresine kadar görebiliyoruz, ama hala bir soruya cevap veremiyoruz: Bu yaşayan varlığın yaratılış nedeni nedir?

Etrafımızı saran her şeyi sebep - sonuç ilişkisi içinde filtre ediyoruz, yani yaratılan hiçbir şey nedensiz yaratılmadı. Fiziksel bedenlerin dünyasında, kesinleşmiş hareket, hareket gücü ve dönüşüm kuralları mevcuttur. Bu yasalara benzer yasalar, bitki ve hayvan alemleri için de geçerli. Esas soru, “neden yaratıldılar?” Sadece biz değil, ama etrafımızdaki her şey neden yaratıldı? Hala cevabı olmayan bir soru! Bu alemde bu soruyu kendine sormayan biri var mıdır? Mevcut bilimsel teoriler dünyanın bizim etkileyemediğimiz sabit fizik kuralları ile yönetildiğini göstermekte. Bizim tek amacımız bu yasaları akıllıca kullanıp, gelecek nesillere, üzerinde yürüyebilecekleri temel taşları olarak onlar için hazırlamaktır. Evet, ama neden? İnsanlık evrim teorisiyle en basit formdan mı gelişti, ya da hayat başka gezegenlerden mi getirildi?

İki tarih var; doğum tarihi ve ölüm tarihi. İkisinin arasında olan olaylar çok özel ve herkese hastır, dolayısıyla çok değerlidir. Ya da tam tersine: eğer hayatın bitimi bir son ise, sonsuz bir karanlık ise, hayat aslında hiçbir şey demektir. Peki, o zaman, hiçbir şeyi nedensiz yaratmayan, bilge, erdemli ve mantıklı Doğa nerede? Ya da hala keşfedilmemiş doğa kanunları veya  farkında olmadığımız başka bir amaç mı var? Esas dünyayı araştırmamız, sadece dünyanın hareketlerimize gösterdiği tepkilerden ibaret oluyor. Bu tepkileri beş duyumuzla algılıyoruz, ya da bu duyularımızı arttıran cihazları kullanıyoruz: dokunmak, koklamak, görmek, duymak ve tatmak. Bu araştırmalarımızı yaparken beş duyularımızın ötesinde kalan hiçbir şeyi algılayamıyoruz ve doğal olarak da varlığının ihtimalini kabullenmiyoruz. Daha da ötesi, eksik olan altıncı duyumuzun eksikliğini de hissetmiyoruz, tıpkı altıncı bir parmağın eksikliğini hissetmediğimiz gibi. Doğuştan kör bir insana görmeyi anlatamadığımız gibi. İşte bu yüzden, insan kendisinden gizlenmiş olan doğa varlıklarını elindeki mevcut beş duyu’ya dayanan metotlarla şimdiye kadar bulamadı ve asla bulamayacaktır.

Kabala’ya  göre bir ruh alemi var, ancak bu alem, bizim beş duyu organımız tarafından algılanamaz. Bizim Evrenimiz, bu alemin merkezinde, çok küçük bir parça, ve gezegenimiz Dünya da bu merkezin iç merkezi. Bu bilgi, düşünce ve hisler dünyasında materyal bazda bize etki eden doğa kanunları ve olasılıklar, nasıl hareket edeceğimizi belirler. Ne zaman ve nerede doğacağımız, ya da ne olacağımız konusunda, kiminle tanışacağımız ve hareketlerimizin karşılığının ne olacağı hakkında hiçbir etkimiz yok.

İnsanın Manevi hayatı arayışının temelindeki soru, hayatının amacı ve anlamının ne olduğudur. Yirminci yüzyılın ortalarından beri insanoğlunun dini kavramları hayat koşulları çerçevesinde yeniden şekillendirdiğine şahit oluyoruz. Teknolojik gelişmeler ve küresel afetler pek çok felsefi teori doğurmakta, ancak insana ruhsal tatmin kazandıramamaktadır.

Madde nedir ? Ruh nedir ?

Filozoflar, dünyayı, doğayı, insanı, yani sonuç olarak bizi kuşatan her şeyi açıklamak işine giriştikleri zaman, şeyleri ayırdetmek gerekli olmuştu. Biz, kendimiz de, gördüğümüz, dokunduğumuz maddi şeyler, nesneler bulunduğunu saptıyoruz. Ayrıca göremediğimiz, dokunamadığımız, ölçemediğimiz, örneğin fikirler gibi, başka gerçekler olduğunu da saptıyoruz.

Demek ki, şeyleri şöyle sınıflandırıyoruz: bir yanda maddi olan şeyler; öte yanda, ruh, düşünce ve fikirler alanında kalan, maddi olmayan şeyler.

İşte böylece, filozoflar, madde ve ruh ile karşı karşıya geldiler.

Ama bu ayrımın, çeşitli biçimlerde ve çeşitli sözcüklerle yapıldığını belirtmeliyiz.

 

Böylece, ruhtan sözedilirken, düşünceden, fikirlerimizden, bilincimizden. sözediyoruz; gene aynı şekilde, doğadan, dünyadan, yeryüzünden, varlıktan sözedilirken, maddeden sözedilmiş olunuyor.

Gene bunun gibi, Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabında, varlık ve düşünceden sözettiği zaman, varlığa madde, düşünceye ruh demektedir.

Düşünce ya da ruhun, varlık ya da maddenin ne olduğunu tanımlamak için şöyle diyeceğiz:

Düşünce, bizim şeylerden edindiğimiz, şeyler hakkındaki fikrimizdir; bu fikirlerin bazıları, bize, alışıldığı üzere, duyumlarımızdan gelir ve maddi nesneleri karşılarlar; tanrı fikri gibi, felsefe, sonsuzluk ve bizzat düşünce gibi diğer bazı fikirler ise maddi nesneleri karşılamazlar. Burada, aklımızda tutmamız gereken esas şudur ki, biz, duygulara, düşüncelere, fikirlere, gördüğümüz ve duyduğumuz için sahibiz.

Madde ya da varlık, duyumlarımızın, algılarımızın bize gösterdiği, bize sunduğu, genel anlamda, bizi çevreleyen ve "dış dünya" dediğimiz her şeydir. Örnek: Elimdeki kağıt beyazdır. Bu kağıdın beyaz olduğunu bilmek, bir fikirdir, ve bu fikri bana veren benim duyularımdır. Ama madde, kağıdın kendisidir.

Bunun içindir ki, filozoflar, varlık ile düşünce arasındaki, ya da ruh ile madde arasındaki, ya da bilinç ile beyin. arasındaki vb. ilişkilerden sözettikleri zaman, bunların soruları hep aynıdır: Madde ya da ruhtan, varlık ya da düşünceden hangisi daha önemlidir? Hangisi, diğerinden öncedir? İşte felsefenin temel sorusu budur.

Zihin problemi, felsefe tarihi içinde zihin-beden bağlamında ele alınmıştır. Bu konuda bir tek kuram yok tersine çok sayıda kuram vardır. Bunlar; düalizm, materyalizm, natüralizm, davranışçılık, fonksiyonalizm şeklinde sıralanabilir. Şimdi bu kuramları kısaca ele alalım.

Düalizmin önde gelen temsilcilerinden birisi Descartes’tir (1596-1650). Descartes’e göre ruh zihni temsil eder, düşünme yeteneğine sahiptir ve maddesizdir. Ayrıca bu ruh madde gibi (beden) geçici bir şekillenim değildir. Ruh ölümsüzdür ve bu maddi dünyaya ait değildir. Beden ise maddedir, mekanik ilkelere göre çalışır.

Beden açısından nedensellik ve determinizm geçerlidir. İnsanın beden ve ruhtan meydana geldiğini düşünen Descartes bir adım daha ileri giderek zihin ile bedenin etkileştiğini ileri sürer. Descartes’e göre ruhun bedene yerleşmesi ve onu yönetmesi yeterli değildir. Aksine zihin (ruh) beden birleşmelidir. Ruhun bedeni yönetmesi yanında arzuları, ihtiyaçları ve duyumları da olmalıdır. Böylelikle zihin bedeni etkileyebilir.

Bedensel ve zihinsel olayların birbirine paralel fakat birbirleriyle etkileşmeksizin çalıştığını bir düalist görüş psikofizik paralelizmdir. Bu görüştekilere göre, insan zihninin bir tabula rasa (boş kara tahta) olduğu ve zihni çağrışımların veya bağların oluşturduğu tüm kavramların sonradan deneyimler yoluyla elde edilebileceği öne sürülmüştür. Bu görüşü savunanlar basit fikirlerin duyumlar aracılığıyla karmaşık soyut fikirlerin ise duyum deneyimlerinin soyutlanması ve böylece kavramlaştırılmasıyla elde edilebileceğini varsaymaktadırlar. Çağrışım ve bağ kurma yasası psikofizik paralelizmin merkezi fikridir ve fiziksel dünyada olaylar arasında oluşan bağlar nasıl bir yasa ile ifade edilebiliyorsa zihinsel olaylar arasındaki bağlarında bir yasa ile ifade edilebileceği kurgusuna dayanır.

Mekanikte ortaya çıkan gelişmelerden etkilenen Leibnitz (1646-1716) var oluşun altında hareketin yattığını ileri sürmüştür. Hareketin temel birimi ise monodlardır. Bu görüşe göre zihinsel olaylar tıpkı fiziksel olaylarda olduğu sonsuz sayıda küçük parçalara bölünebilir. Bölünemeyen en küçük zihinsel birim monodur. Bu kavramın fizikte bölünemeyen parçacıklara karşı geldiği düşünülebilir. Zihinsel süreçleri monod kavramıyla açıklayan bu görüş zihnin bir tabula rasa olduğunu savunan görüşten ayrılır.    

Zihinsel ve duyusal deneyimlerin ve gerçeğin devamlı değişen görünümlerinin altında monodların yattığının varsayan Leibnitze’e göre monodlar ve deneyimler aktif süreçlerdir. Aktif süreçler ise deneyimlerde bir netleşmeye yol açar, bu ise kavramadır. Ancak fiziksel dünya ve zihinsel deneyimler temel bir gerçeğin iki ayrı yönünü oluşturduğunu ileri süren ve bu yönüyle psikofizik paralelizmci olarak da değerlendirilen Leibnitz’da düalisttir. Leibnitz’in düalist zihin-beden görüşünde zihin beden arasında karşılıklı bir etkileşim yerine korelatif bir ilişki vardır. 

Paralelizmde ise paralelliği saplayan Tanrıdır. Örneğin Leibnitz yaklaşımında Tanrının her an evrene müdahale etmesine gerek yoktur. Oysa paralelizmin bir başka çeşidi olan occasionalizmde Tanrı dünyada daha etkili bir rol oynar. Bu görüşün temsilcisi Malebranche (1638-1735) dünyadaki her olaydan Tanrıyı sorumlu tutar. Ona göre tüm deneyimlerin kaynağı da Tanrıdır.

Zihin beden etkileşim problemini tartışan Poper’e göre zihinin görevi; matematiğin, edebiyatın ve bilimin kavramları olan soyut objeleri yaratmaktır. Poper’ın yaklaşımında fiziki olan beyin soyut kavramların içeriğini kavrayamaz ancak zihin aracılığıyla onlarla temasa geçebilir. Dolayısıyla beyin hiçbir zaman soyut nesnelerle doğrudan temas kuramaz. 

Düalizmin başka bir çeşidi epifenomenalizmdir. Epifenomenalizmin savunucusu Huxley’e göre zihinsel aktiviteler beyinden kaynaklanır ancak zihinsel aktivitelerin beden-beyin üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Böyle olunca zihnin insan yaşamında özel bir önemi yoktur yani insanın hayat mücadelesinde yer almaz. Bu görüşe göre zihin sadece yetenekleri açıklayabilir. Zihni olaylar fiziksel karakter taşımazlar.

Platon’un metafiziği de zihin-beden düalizmine dayanır. Platon’un ideaları fiziksel değildir, yani bu dünyaya ait değildir. Bu dünyaya ait olmayan ölümsüz ruh da doğumdan önce idealar alemiyle doğrudan ilişkidedir. Beden ölümünden sonra ruh bu aleme geri döner.

Materyalistik monizmin tersine Berkeley’e (1685-1753) göre madde zihnin bir ürünüdür. Yani madde zihinden bağımsız bir varlık değildir ve onu algılayan zihne göre değişmelidir. Berkeley’in bu görüşü panpsişizm monizmi temsil eder. Berkeley bilginin kaynağı olarak yaşantıyı görür. Yani duyumlar, algılar bilginin kaynağıdır. Fiziksel dünya bizim zihnimizde ortaya çıkan bir “gerçeklik” ise, onu nasıl algılıyorsak, bilgilerimizde öyle oluşur.

Geleneksel idealizme ve materyalizme karşı çıkan Hegel (1770-1831) zihinsel olan ve maddesel olan aynı realitenin iki farklı yönü olduğunu öne sürer. Her iki görüşü de indirgemeci bulan Hegel’e göre zihin ve madde bağımsız tözler değildir, her ikisi de birbirine bağımlıdır. Gerçekliğin temeline kendi içinde bir diyalektiğe sahip olan ruhsallığı (şuurluluk ve kutsallık) koyan Hegel maddeyi, yani fiziki olanı, zihnin bir ifadesi olarak kabul eder. Bilginin kaynağı ise şuurluluk içinde yer alan algıdır. Algı objelerin varlığını olanaklı kılar ve dil aracılığıyla da genellemeler yapılır. Bir idealist olduğunu kabul etmeyen Hegel zihin-beden etkileşimi problemini anlamsız bulur. Ancak Hegel’in bu düşünceleri panpsişizm monizm yakın olarak değerlendirilebilir. Metafizik idealizm çerçevesinde ele alınabilecek bu görüşlerin diğer temsilcileri arasında Fichte ve Schelling yer alır.

Transandantal idealizm olarak bilinen yaklaşımın önde gelen savunucusu Kant (1724-1804) “tabula rasa” fikrini reddeder. Kant’a göre bilgi deneyimle başlar. Deneyimden önce bilgi yoktur. Beden fizikseldir. Ancak doğuştan gelen zihin fiziksel değildir. Dolayısıyla fiziksel olmayan zihin üzerinde bir deney, ölçme yapılamaz. Ancak zihin bilgiyi işler  onu biçimlendirir. Kant bir yandan fiziksel dünyayı idelerden hareket ederek kurarken, yani zihni pasif olmayıp, düzeni dünyaya yüklediğini öne sürerken bir yandan da dünyanın gerçek olduğunu ileri sürer.

Zihin tartışmalarında çok önemli bir yer tutan düalist kuramları kısaca gözden geçirdik. Görüldüğü gibi zihni bedenden daha genel anlamda maddeden ayrın ve zihni (ruhu) bu dünyaya ait olmayan ve ölümsüz bir töz olarak düşünen düalist kuramların yapay zeka metaforuna izin vermesi olanaksız görünmektedir. Bu düşüncenin arka planında daha büyük bir ruh, her şeyi yaratan bir ruh fikri bulunmaktadır. Bedenleri varlığını sürdürmek için geçici mekan olarak kullanan zihin (ruh) diye tartışılan bu küçük ruhlar esasında büyük ruhun bu taraftaki adamlarıdır. Şu halde en hafif söyleyişle düalizme göre yapay yollardan bir ruh dolayısıyla yapay zeka elde etmek olanaklı değildir. Elbette burada bütün mesele düalizmin yapay zihne izin verip vermemesi değildir. Mesele yapay zihnin gerçekten de olanaklı olup olmadığıdır. Hiç kuşku yok ki düalist görüşün zihin-beden öngörüsü tartışmalıdır. Düalist kuramların yanlışlığından yapay zihin dolayısıyla yapay zeka olanaklıdır şeklinde bir sonuç çıkamaz. 

Materyalizm düşünce tarihinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Materyalizmin en tanınmış filozofları Marx (1818-1883) ve Engels (1820-1895)  olmasına rağmen materyalizmin kurucuları değildir. Materyalizmin başlangıcı Demokritos’a kadar gider. Ancak Marx ve Engels tarihsel maddeciliğin diğer bir ifadeyle diyalektik materyalizmin kurucuları olarak kabul edilir.  

Materyalizm zihnin varlığını tümüyle reddetmez. Materyalizmde zihni olan fiziki olandır. Yani, zihin, düalistlerin iddia ettiği gibi maddeden bağımsız bir töz değildir. Zihin tamamen bu dünyaya ait bir kavramdır. Yani, bedensel, daha doğrusu beyinsel etkiliğin bir ürünüdür.      

Smart, Armstrong, Davidson ve Place ve Honderich gibi  önde gelen felsefeci ve düşünürler zihin ve beden özdeşliğini savunmaktadırlar. Bu özdeşlik olayı ‘her zihni olayın beyinde bir fiziksel karşılığı vardır’ şeklinde kurgulanır. Bu anlamda zihinsel olan fiziksel olanla aynı anlamlara sahip olduğu varsayılır. Fakat bu durum yeni sorunlara yol açar. Eğer zihin beyinde fiziksel olarak gerçekleşen şeye eş ise bu zihnin fiziksel bir gerçeklik olduğunu göstermez. Materyalist felsefenin temelinde her ne kadar evren de birici tez olarak maddeyi kabul edilmiş olsa da, zihni maddenin, yani beynin bir ürünü olarak kabul ederek ilginç bir şekilde düalizme düşmektedir.

Bu felsefi yaklaşıma bağlı kalarak zihin-beden problemini tartışan ve bu soruna materyalist bir çözüm ürettiklerini ileri süren felsefecilerin, kendilerini doğrudan materyalist olarak tanımlamayan ancak zihin konusunda ortaya koydukları kuramsal çalışmalarıyla materyalist oldukları apaçık belli olan kişilerden daha geriye düştüklerini görmek şaşırtıcıdır.

Fizyolojik mekanizmalar kuramı materyalist bir kuramdır ve bedensel faaliyetler mekanik yasalarıyla açıklanabilir ve tüm zihinsel faaliyetler beyin (beden) faaliyetlerinin ürünüdür şeklinde iki önermeye dayanır. Bu kuram fizikalizm olarak da bilinir.  

Davranışçılığın kurucusu olarak bilinen Watson (1878-1958) içe bakışı ve içe bakışla elde edilen bilgilerin varlığını reddeder. Ona göre zihinsel süreçler yani duygu, düşünce ve inanışlar gerçekte davranışa indirgenebilecek kavramlardır. Bu anlamda Watson zihni olayların varlığını kabul etmez. Bu kavramların uydurulduğunu söyler. Yönelim, amaç, duygu gibi kavramlar uydurulmuş, deyim yerindeyse icat edilmişlerdir. Tüm bu haller aslında canlının, özelde insanın davranışlarıdır. İnsana ait zihinsel olduğu sürülen tüm bu kavramlar davranışla açıklanabilir. Yani duygular, düşünceler, inançlar vücut halleridir. Bir zihni ifade içinde olmak bir davranış içinde olmaktır. Düşünmek, yönelmek, algılamak, hatırlamak gibi durumlar (zihni kavramlar) bir davranıştır. Zihin yoktur. Bu uydurma bir kavramdır. Davranışa indirgenemeyen bir zihinsel önerme gerçekçi değildir. Bilim öncesi bir sayıtlıdır. Davranışçılığın felsefedeki yansıması mantıksal davranışçılıktır. Mantıksal davranışçılığın önde gelen temsilcileri mantıkçı Hempel, dil felsefecisi filozof Ryle ve Wittgenstein’dir.

Hempel’e (1905-1997) göre de zihin-beden problemi sahte bir problemdir. Psikolojik ifadelerin anlamı ortaya çıktığında zihin-beden ortadan kalkacağına inanan Hempel psikolojinin fiziğe indirgenmesi gerektiğini iler sürer. Bu yönüyle tam bir materyalist olan Hempel, zihinsel ifadeler olarak kabul edilen düşünme, duygu, inanç gibi kavramların da fiziki ifadeler cinsinden yorumlanması gerektiğini aksi halde bir anlam kazanamayacağını vurgular. Descartesçi düalizmin ortaya attığı zihin-beden problemi mantıksal davranışçılıkta yer almaz. Zihni bütünüyle reddeden bu görüş zihinsel aktivitelerin de bedensel aktiviteler olduğunu kabul ederek monistik bir tavır ortaya koyar. Yani her şey madde ve onun faaliyetleridir. Faaliyet varsa ortada bir davranış vardır. Bu davranış fizikseldir.

Felsefi problemlerin dil yanlışlıklarından dolayı ortaya çıktığını savunan Ryle (1900-1976), yine, bu problemlerin dil analizleriyle çözülebileceğine inanır. Düalizmi şiddetle reddeden Ryle bir zihin kabul etmek ve o zihin içinde başka zihinsel olaylarının meydana geldiğini iddia etmek dilsel bir hatadır. Ryle zihin-beden problemini, zihni mantıksal bir kategori olmaktan çıkartarak çözer. Aslında bir zihin-beden problemi yoktur. Sadece dilin kullanımındaki mantıksal bir hata sanki böyle bir problem varmış gibi görünmesine, algılanmasına yol açar.

Kartezyen düalizmine dilin kullanımından kaynaklanan mantıksal hataların yol açtığını belirten Ryle, zihinsel olanın Descartes’in iddiasının tersine tamamıyla bu dünyaya ait olduğunu, duyguların, düşüncelerin, inançların bir eğilim, yetenek olduğunu ifade eder.

Ryle gibi dil sorunu üstünde çalışan Wittgenstein (1889-1951) zihnin kartezyenci yorumunu kabul etmez. Zihin felsefesiyle özel olarak uğraşmayan Wittgenstein’nın anlam sorunu ve dil bağlamında zihin felsefesinin sorunları üzerinde durduğu kabul edilir. Wittgenstein’in temel tezi şudur: Kişiye ait özel bir dil olamaz. Geçekten de dil ortaktır. Toplumsal ilişkilerin bir bağı olarak görülmesi gereken dil ortaktır. Eğer iki veya daha fazla insan varsa dil oluşabilir. Çünkü gerçekte dil bu kişiler arasında bir iletişim aracıdır. Dil özel olamaz, yani bir kişi toplumdan bağımsız bir dil geliştiremez. Çünkü dil insanın içinde bulunduğu sosyal toplumsal çevrede dışarıdan bir edinimdir.

Wittgenstein’in sözünü ettiği özel dil kişiye ait çok özel bir dildir. Bu dili bir başkası asla bilemez. Bu dili sadece onunla ilgili duyguları yaşayan bilebilir. Böyle bir dilin olup olmadığı tartışması zihin felsefesi açısından çok önemlidir. Çünkü; eğer her kişiye ait özel bir dil varsa özel bir de zihne sahip olabilir. Özel bir dil olamayacağına inanan Wittgenstein’a göre bir zihin olamaz.

Solipsizme göre bir kişi sadece kendi zihnini bilebilir, başkalarının zihnini bilemez. Bir kişi için başkaları sadece fiziksel varlıklardır. Wittgenstein’in özel bir dil olamayacağı şeklindeki tezi doruysa solipsizm yanlıştır. Hatta bu kadar da değil bu tezin doğruluğu kartezyenci düalizmi, fenomenalizmi de çürütür.

Görüldüğü gibi davranışçı yaklaşım zihnin bir bağımsız töz olmadığını hatta zihin diye bir şeyin hiçbir şekilde tanımlanamayacağını, zihinsel aktivitelerin davranıştan öte bir anlam taşımadığını savunmaktadırlar. Bu yönüyle davranışçı yaklaşım materyalist olarak kabul edilebilir. 

Zihin problemini tartışan bir felsefi yaklaşım ise doğalcılıktır (natüralizm). Bu görüşe göre insan biyolojik bir organizmadır ve fizikseldir. İçinde fiziksel olmayan hiçbir unsur, yani, ruh yoktur. Natüralistlere göre bir zihne sahip olmak belli bir potansiyele ve kapasitelere sahip olmak demektir. Bir beyinsel faaliyeti açıklamak için fiziksel olmayan bir şeye ihtiyaç yoktur. Yani nöro-fizyolojik aktivite zihinsel süreçleri açıklamak için yeterlidir. Kapasite bu türden bir nöro-fizyolojik etkinliktir. Bu kapasitelere sahip insan çevresiyle etkileşir ve karmaşık ilişkilere girer. Zihin bu etkileşimlerin beyin tarafından algılanmasıdır.

Natüralizm Aristoteles’in (M.Ö.384-322) fikirlerine dayandırılır. Aristoteles  De Anima’da ruhun ne olduğunu tanımlamaya çalışır.  Bunun için substanz kavramını kullanır. Substanz bir varlıktır. Fizik evrende her şey bir substanzdır. Substanz; madde ve formdan meydana gelir. Form ve madde birbirinden ayrı ele alınamaz. Madde substanzın yapıldığı şey form ise o şeyi o şey yapan şeydir. Madde potansiyel, form ise aktüeldir. İkisinin birbiriyle ilişkisi onun dışarıdan algılanmasıyla anlam kazanır. Aristoteles ruhu o yaratığın (insan veya hayvan) o çeşit yaratık olmasını belirleyen olarak kabul eder. Bir ruha sahip olmak demek bir hayata sahip olmak demektir. Ruh bedeni yaşadığı gibi yapandır. Bir anlamda canlının yaşam biçimidir. Bu açıdan bakıldığında Aristoteles ‘zihin (ruh) nedir?’ sorusundan ziyade ‘yaşam nedir?’ sorusunu yanıtlamaktadır. Bir zihne sahip olmak potansiyel ve aktüel (form) bağlamında bir yaşam biçiminin temel aktivitelerinin kapasitesine sahip olmak demektir. Yani zihin bir kapasitedir. Ruhu maddenin ayrı bir parçası olarak ele almak yanlıştır. Fiziksel olan bedene fiziksel olmayan bir varlık ilave etmeye çalışmak anlamsızdır. Algı, düşünme, eylemde bulunma gibi tüm süreçler fiziki maddenin yani biyolojik organizasyonun kendiliğinden bir yetkinliğidir. Nasıl ki bir taş serbest düşmeye bırakıldığında düşmeye yetkin ise insanda algılamaya ve eyleme yetkindir.

Zihin bedenin bir ürünü olmadığı gibi onunla da etkileşmez. Bu yaklaşım Descartes düalizminde ortaya çıkan beden-zihin etkileşim problemini çözer. Öte yandan zihin substanzı oluşturan maddenin bir formu olarak kabul edildiğine göre, substanzın kompleksitesi madde-form ilişkisini zora sokmaz. Diğer bir ifadeyle madde ne kadar karmaşık organizasyona girerse girsin formda ona uyacaktır. Bu biyolojik evrim kuramıyla tam bir uyum içindedir. Burada madde formu belirlemez. Madde substanzı oluşturan bir potansiyeldir. Formu değiştirmek potansiyeli değiştirmektir. Örneğin bir ağacın dalarını kırarsanız meyve vermesini engelleyebilirisiniz. Ancak o yine ağaçtır. Çünkü ağaç bir substanzdır. Ancak diyelim ki ağaç yakıldığında, küle dönüştürüldüğünde artık ortada bir kül substanzı vardır. Ağacın potansiyeli ve formu ortadan kalkmış olur. Aristoteles kadar uzana bu görüşün günümüz de takipçileri vardır.

Yapay zeka varsayımı esas itibarıyla fonksiyonalizme dayanmaktadır. Bu yaklaşımın temelinde zihnin dilsel bir işlem yaptığı fikri yatar. Beyni sembolik işlem yapan bir sistem olarak gören fonksiyonalizme göre bir zihni ifadeye sahip olmak bir içsel ifadeye ve giriş-çıkışa (input-output’a) sahip olmaktır. Dilsel işlem yapabilen bir sistem neden yapılmış olursa olsun bir zihne sahip olacağı görüşüne ulaşıldı.

Bir şeyin fonksiyonu onun amacıdır. Örneğin elma ağacının fonksiyonu onun amacıdır. Elma ağacının fonksiyonu elma vermektir şu halde elma ağacının amacı elma vermektir. Fonksiyonalistler bu görüşü her şeye uygularlar. Fonksiyonalizmin rol argümanı ile Aristoles’in form argümanı arasında bir ilişki vardır. Aristoles fiziki olaylarla zihni olaylar arasında bir ilişki kurar, ona göre eline iğnenin batmasıyla acı duygusu arasında bir ilişki vardır. Acı duygusu bir formdur. Fonksiyonalisteler Aristoles’in formları yerine fonksiyonları koyar.

Bilgisayarlar donanım ve yazılımdan oluşur. Birisi olmadan diğeri olamaz. Donanım bilgisayarın işlevlerini, sınırlarını belirlerken yazılım ise donanım üzerinde çalışan onun işlevini icra etmesini sağlar. Fonksiyonalizmde bilgisayarlar insana benzetilir. Donanım insanın beyni, yazılım ise onun zihni yetenekleridir. Yani bir bakıma bilgisayarın fiziki yapısı ile donanımı arasındaki ilişki ile beyin ile zihin arasındaki ilişki benzerdir. Kabaca beynimiz donanım, zihnimiz ise yazılımdır.

Fonksiyonalist zihin kuramı yapay zekanın olabilirliğini destekler niteliktedir. Tersinden söylersek fonksiyonalizm yapay zekanın olabilirliğini felsefi bir temele oturtmak için öne sürülmüş bir kuramdır. 

Bu bölümde, zihin konusunda ortaya çıkan çeşitli felsefi yaklaşımları ele aldım. Bu felsefi yaklaşımların birbirleriyle ters düştükleri ve kesiştikleri bir çok noktanın olduğunu belirtmeliyim. Örneğin geleneksel materyalist görüşler ile düalizm taban tabana zıt varsayımlar üzerine oturuyor olmalarına rağmen, materyalist zihin görüşünün düalist bir karakter taşıdığını söylemek mümkündür. Öte yandan, natüralizm, fonksiyonalizm veya davranışçı görüşler her ne kadar materyalist görüşler olarak ifade edilmiyor olsa da görünen odur ki bu felsefi yaklaşımlar geleneksel materyalist görüşlerden daha materyalisttir. Düalist görüşleri ve öznel idealistleri ise genel olarak idealist felsefe çerçevesinde düşünmek pek yanlış olmayacaktır. Sonuç olarak bu tartışmalardan anlıyoruz ki zihin problemi felsefede çözülebilmiş bir problem değildir.

Sonuç olarak.....

 Zeka, zihin, akıl, ruh gibi kavramlar üzerine sürdürülen tartışmalar üç bin yıldan daha fazla sürmektedir, bu sorular insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak ne bilim ne de felsefe alanında bu sorular gündemden düşürülememiştir. Burada yanlış giden bir şeyler olduğu aşikardır. Bu tartışmalarım metodolojisi yanlıştır. Bilindiği gibi yanlış sorular yanlış yanıtlara neden olur. Bu metodolojik yanlışlığın nedeni dilseldir. Yani bu soruları tartışmak için geliştirilen dil yanlıştır. Bu yanlışlık Ryle’ın belirttiği türden bir dil yanlışlığıdır. Zeka nedir? Zihin nedir? Ruh nedir? soruları yerine bu süreçler hangi koşullarda ortaya çıkmaktadır. Buna bakılmalıdır.

İnsanın bütün maddî ve ruhî fonksiyonları esnasında beyni hep aynı şekilde işler. Sevmede, üzülmede vesaire. Hep aynı tür işleyişle karşılaşıyoruz.

Maddî izaha göre, beynin nöron havuzlarındaki moleküller bir durumda sevinirken, diğer durumda üzülüyorlar, bazen de kızıyorlar. Seven, küsen, üzülen, kızan acaba beyindeki moleküller midir?

Meselâ televizyon’da film seyreden bir kimse filmin konusuna göre, bir bakıyorsunuz ağlıyor, bir bakıyorsunuz gülüyor, bir bakıyorsunuz heyecanı had safhaya ulaşıyor. Şimdi düşünecek olursak, maddeden yaratılmış olan bu beden, yani madde nasıl gülebiliyor?

Nasıl ağlayabiliyor? Nasıl heyecanlanabiliyor? Hem de uzaktan seyrettiği film, madde olarak ona değmemekte yani temas etmemektedir. Ruhun gizemi sanırım insanlık varoldukça gizemini korumaya devam edeciktir.

 

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye / Denizli 

Ana Sayfa / index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2   

Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru

Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)

New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy