|
Zaman Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey/Denizli |
Matrix Felsefesi
Hayatın Başladığı ve Bittiği Noktaya Yolculuk... Matrix!
Ya kendine bir yol seçmelisin
Ya da kendi çizdiğin yolda yürümelisin
![](../KO/neomorpheo01ed4GH.jpg)
![](../KO/neo2.jpg)
![](../KO/M_The_red_pill_or_the_blue_pill.jpg)
![](../KO/matrix_red_blue_pill.PNG)
Matrix Nedir?
Matrix gördüğünü sandığın, tattığını sandığın şeydir.
İçtiğin su yediğin ekmek vurduğun yumruktur. Yaşamak telaşında yaptığın ve
gerekli olduğuna yemin edebileceğin hareketlerinin tümüdür. Gerçek dünyayı
görmeni engellemek için bulunan bir perdedir. Yaşadığın dünyayı gerçek kabul
etmenin sebebidir, çünkü uyanmadığın bir uykudur matrix. Ama bir gün hepimiz
uyanacağız..gerçek dünyayı göreceğiz ve o zaman bu soru da matrix'teki geri
kalan herşey gibi anlamını yitirecek.
![](../KO/matrix10640.jpg)
"Matrix, seni bir köle olduğun
gerçeğine körleştirmek için gözlerine bağlanan bir dünyadır." (Morpheus)
"Morpheus : Sen hiç gerçek olduğundan
emin olduğun bir düş gördünmü Neo? Peki bu düşten HİÇ uyanmasaydın, düşler
dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı nasıl anlayacaktın? (Matrix)
morpheus -
Kadere inanır
mısın neo?
neo - Hayır.
morpheus -
Neden?
neo - Hayatımı kotrol
edememe fikrinden hoşlanmıyorum.
morpheus -
Ne demek
istediğini kesinlikle anlıyorum. Sana burda olma sebebini açıklayayım.
Burdasın çünkü bir şey biliyorsun. Bildiğin şeyi açılayamıyorsun.
Fakat
hissediyorsun. Bütün hayatın boyunca hissettin. Bir şeylerin yanlış olduğu
hissi.. onun ne olduğunu bilmiyorsun, fakat beyninin içinde kıvrımlarına
takılmış bir kıymık gibi seni çılgına çeviriyor.
Neden bahsettiğimi
biliyor musun?
neo -
Matrix?
morpheus -
Onun ne olduğunu
biliyor musun? Matrix her yerdedir. Bütün çevremizde, şimdi, tam bu odada.
Pencereden dışarı baktığında veya televizyonu açtığında onu görebilirsin.
İşe, kiliseye gittiğinde, vergilerini ödediğinde hissedebilirsin.
Seni gerçeğe kör etmek için gözlerine çekilmiş perdedir o.
neo - Ne gerçeği?
morpheus -
Köle olduğun
gerçeği, neo. tıpkı herkes gibi sen de bir köle olarak doğdun;
koklayamadığın, tadamadığın veya dokunamadığın bir hapisanede.
Beyninin
içi bir hapishane. Ne yazık ki kimseye matrix'in ne olduğu
anlatılamaz. Bunu kendin görmelisin.
Matrix: ... 'orda
olduğunuzu biliyorum. Artık sizi hissedebiliyorum. Korktuğunuzu biliyorum.
Bizden korkuyorsunuz. Değişimden korkuyorsunuz. Geleceği bilmiyorum. Buraya
size bunların nasıl biteceğini söylemeye gelmedim.Buraya size nasıl başlıyacağını söylemeye geldim. Bu telefonu kapatıcam ve o insanlara
görmelerini istemediğiniz şeyler göstereceğim. Onlara sizin olmadığınız bir
dünya göstereceğim. Kuralları ya da yöneticileri olmayan sınır ya da engel
tanımayan bir dünya. Öyle bir dünyaki orda her şey olası. Bundan sonra neler
olacağı ise size bıraktığım bir seçim.'
The Prestije filminden. ( filmi izleyince
büyük anlam kazanan filmin son sözleri )
Şimdi sırrı arıyorsunuz...
ama bulamayacaksınız çünkü aslında dikkatle bakmıyorsunuz.
Aslında öğrenmek istemiyorsunuz.
Aldatılmak istiyorsunuz.
Gündüzleri bir
bilgisayar programcısı olan Thomas Anderson (Keanu Reeves), geceleri Neo lakaplı usta bir 'hacker'. Peşinde onu takip eden bazı siyah takım
elbiseli, gözlüklü adamlar var ve Neo bunun nedenini Morpheus'dan (Laurence
Fishburne) acı bir şekilde öğreniyor. Birden kendini büyük bir komplonun
içinde bulan Neo, Morpheus'un anlattıklarına güvenmek zorundadır: Aslında
tüm dünya içinde yaşadığımızı sandığımız simulasyon bir dünyadır. "Yapay
Zeka" ile insanoğlunun girdiği savaşta "yapay zeka" galip gelmiş ve insaoğlunu köleleştirmiştir. Neo, Trinity (Carrie Anne Moss) ve Morpheus'un da yardımıyla tüm donanımını kurup bu düzeni yıkmaya çalışan,
"gerçeği bilen" bir avuç insanın arasına katılıyor.
![](../KO/MatrixHAPLAR.PNG)
Kırmızı mı, mavi mi?....
Gerçek ile yanılsama arasındaki farkı anlamanız için sunulan iki hap var.
Sadece hangi rengi ya da gerçeği mi yoksa içinde yaşadığınız yanılsamalar
dünyasını mı tercih edersiniz? Ya da hangisi gerçektir?
Son birkaç senedir
gösterimde olan pek çok filme baktığımızda, senaryolarında işlenen ortak
konulardan biri dikkatimizi çekmektedir. Bu filmlerde gerçek olarak kabul
edilen, varlığına mutlak olarak inanılan dünya hayatı sorgulanmakta;
rüyalarda oluşan ya da simülasyon gibi yapay sinyallerle oluşturulan
ortamların ne kadar gerçekçi olabileceği vurgulanmaktadır.
Matrix (The Matrix), Matrix 2
(The Matrix Reloaded), 13. Kat (The Thirteenth Floor), Haşin
Krallık (Harsh Realm), Vanilya Gökyüzü (Vanilla Sky),
Gerçeğe Çağrı (Total Recall), Truman Şov (Truman Show),
Tuhaf Günler (Strange Days), Gizemli Şehir (Dark City), Aç
Gözünü (Open Your Eyes), Frekans (The Frequency), Varoluş
(Existenz), Tek (The One) gibi pek çok film ve dizide, insanların
neyin gerçek neyin hayal olduğu hakkında ne denli ciddi bir yanılgı içinde
olabilecekleri konusu işlenmektedir. Çetin BAL: Gerçi bu filimlerin
bir çoğunda simüle edilmiş gerçeklikler paralel evrenler ve alternatif
gerçeklikler ve zamanda farklı şeritlerden bahsedilmektedir. Planet Apes
(maymunlar gezegeni /Maymunlar Cehennemi) filimlerinde de benzer temalar
işlenmiştir.
Ayrıca bu filmlerde şimdiye kadar sadece
bilimsel olarak ortaya konmuş birtakım yorumların, hayatımızı nasıl
etkileyebileceği canlandırılmakta ve insanların bu konuda daha derin
düşünmeleri sağlanmaktadır. Örneğin Matrix filminde şu ifadeler yer
almaktadır:
Gerçek nedir?
Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp,
görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, "gerçek", beyne iletilen elektrik
sinyallerinin yorumlanmasıdır.
Bilimsel izahlara dayanarak yapılan bu
filmlerin, tüm dünyada milyonlarca insanın ilgisini çekmiş olmasının en
önemli sebeplerinden biri, kuşkusuz insanların artık dış dünyanın gerçekliği
konusundaki ön kabulleri sorguluyor olmalarıdır. Filmlere konu olan bu
ifadeler, geçmişte pek çok felsefecinin ele aldığı konular olmasına rağmen,
20. yüzyılın son yıllarına kadar gereken önemi görmemişti. Ancak bugün
bilim, bu izahların artık felsefi birer görüş değil, bilimsel
gerçekler olduğunu ortaya koymuştur. Özelliklede Kuantum Fiziğinin insan
bilincini ve zihnini ele alan diyologları bakış açısı bize sandığımızdan
daha farklı bir dünyanın olduğuna dair bilimsel tespitleri önümüze
getirmektedir. Ve Fizik bilimi bize herşeyin zihinden doğduğu
Birci - holistik - bir dünyanın kapılarını aralamaktadır.
![](../KO/matrix20.jpg)
Mutlak bir
gerçeklik varmıdır yokmudur ?
Gerçek nedir
?
insanlar Gerçeği ne zaman
çözebilirler ?
Beynimiz yüzde
kaçı çalışıyor ?
Bence bu filim dünyanın gerçekliğini,
kişisel özgürlük ve kaderi sorgulayan bir filimdir
ÖNCE FİLMİ GÖRMEYENLERE FİLMİ ANLATAYIM:
Matrix’in ilk bölümünün
çekimlerinde .(Bullet Time )adında yeni
bir kamera teknolojisi, ekstrem ağır çekimler ve 360 derecelik kamera açıları ilk defa
kullanıldı.Matrix günümüzde Action/Fantasy
çevreleri tarafından bir kilometre taşı olarak görülmekte.
Thomas Anderson gündüzleri
bir şirkette
bilgisayar programcısı, geceleri ise "Neo" takma adıyla bilinen bir hacker'dır. Neo bir
şeylerin ters gittiğini hissetmekte ama ne olduğunu bilmemektedir.
Morpheus adlı biri onunla temasa geçince hayatı bir anda karışır. Siyah
takım elbiseli bazı ajanlar peşine düşerler ama o Morpheus'a ulaşmayı
başarır.
Morpheus, Neo'ya tüm
gerçeği anlatır, Neo'nun cevabını hissettiği soruyu bulmasına yardımcı
olur:
"Matrix
nedir?"
Matrix, yapay zekanın
insanları yaşadıklarına inandırdığı yapay dünyadır.
Kahin sadece bir
kişinin Matrix'i bozabileceğini, onun seçilmiş biri olacağını söylediğinde Morpheus insanları tutsaklıklarından kurtarması için bütün hayatı boyunca o
kurtarıcıyı aramıştır.
Eğer Neo gerçekten de o
seçilmiş kişiyse Matrix'i bozacak ve tutsak insanlığa özgürlüğü
getirecektir. Ama eğer değilse insanoğlunun hiçbir umudu kalmayacaktır.
Filmin başında
Morpheus'un ekibinden siyah deriler içindeki genç
kadın Trinity'nin ajanlardan
ve polisten kaçışını gösteren bir sekans var. Bu sahneler ilerde neler
seyredeceğimizin bir fragmanı gibi ve seyirciyi göreceklerine hazırlayan
görüntüler.
Sonra Neo'yla tanışıyoruz
ve onun beyaz tavşanı takip edip "Harikalar
Diyarı"na girişine tanık oluyoruz. Film birçok şeyi hatırlatıyor.
Bunların çoğu hiç de saklama gayretine girilmeden seyirciye bildiriliyor.
Mesela Thomas Anderson'nın Alice'e benzetildiği söyleniyor ve filmin bir
anlamda çıkış noktasının "Alice Harikalar Diyarında" olduğu açıkça
belirtiliyor.
"The Matrix" öncelikle
konusuyla yeni bir şeyler anlatmayı vaat etse de anlattığı şeyler yeni
değil. Sadece anlatım tarzı ve işleyişinde bazı yenilikler var. izlendiğini
düşünen insanların paranoyak hikayeleri gerek edebiyatta gerekse sinemada
her zaman vardı. "The Matrix"in en büyük başarısı bu öğeyi süsleyip püsleyip
bir güzel de ambalajlayarak sunması. "The Matrix" kuşkusuz iyi bir film.
Ancak felsefi açıdan daha dolu ve yeni olması da beklenebilirdi. Görüntü
oyunları ve etkili müziklerle süslenmiş dövüş koreografisi filme fiyaka ve
estetik kazandırıyor. Sonuçta ortaya teknolojik bir görüntü ve hareket
bombardımanı çıkıyor. Anlatımda en ufak bir tekdüzelik yok ve hareketli
sahnelerin görselliği filmi tam bir seyirlik haline getiriyor.
The Matrix"teki yapay zeka bildiğimiz dünyayı nasıl görmesi
gerektiğini bilmeyen insanlar için bir bilgisayar
programı olarak tasarlanmıştır.Tıpkı şeytanın kullandığı yöntemler
gibi. Dolayısıyla "yapay zeka"yı şeytanın
yerine koymak mümkün. Bu durumdan kurtuluşu sağlayacak seçilmiş kişi
mucizeleriyle diğer insanların gözlerini açacak ve onlara yeni bir çıkış
yolu gösterecektir.Morpheus Yunan mitolojisinde rüya tanrısıdır.Filmde Laurence Fishburne'un oynadığı Morpheus karakteri bilge kişidir;Zen ve Hindu
rahipleri gibi göründüğü ve konuştuğu sahnelere de rastlıyoruz.Morpheus,
Neo'yu Kahin'e götürdüğünde Kahin, Morpheus'un hep bir rüyasının peşinde
olduğunusöyler.Bu rüya onun mesihi
bulmasıyla ilgilidir.
Ayrıca öyküde mesihe (yani Neo'ya) ihanet eden bir kişilik de vardır
(Tıpkı isa'ya ihanet eden Judas gibi).Bu kişinin adı da şeytanın adlarından
"Lucifer"den üretilmiştir:Cypher. Son bir şey daha var, o da gerçeği
bilenlerin şehri Zion'un anlamı.Zion, incil'de Hz. Davut'un "Tanrı'nın
Kalesi" olarak adlandırdığı şehrine verilen ad."The Matrix"te de doğruyu
bulan kişilerin toplandığı şehir.
ŞİMDİ GAZETELERDE
BAZI YAZILARA GÖZ ATALIM BAKALIM NE YAZMIŞLAR..!!
DiNCi BiR GAZETE ŞÖYLE YAZIYOR...
Beyaz sakallı bir adamın
çıkıp bütün evrenin mimarı olduğunu söylemesi islamcı basını öfkelendirdi.
Bu fikir ve düşünce
akımlarının hemen hepsinin ortak noktası, ortaya attıkları fikir ve
düşüncelerin "mutlak hakikat olduğu" ve kurtuluş için tek yol olarak
gösterildiğidir."BENCE Matrix Reloaded'ın "Evreni yaratan tanrının
programladığı yazılım..içinde insanlık, başkaldırmayan kaderlerine teslim
olmuş, zavallılardır derim. Bunları uyandırmaya soyunan kişi Neo da şeytanın
ta kendisidir" Bu filim Satanist ögeler taşıdığını iddia edenler çok..
DiNCi BiR YAZAR ŞÖYLE DiYOR:
Ama bu filmde beyaz
sakallı biri çıktı. İnsan beynindeki gizem uçtu.
Birçok insana göre o tanrı
ama bana göre Bill Gates. Dünyada yalnızca Microsoft'un ağına giremiyorsunuz.
Anahtarcının görevi de bu zaten. Bazıları kitaplarda Bill Gates'i deccal
olarak nitelendiriyor" diye konuştu.
FiZiK MÜHENDiSi ŞÖYLE DiYOR:
Tıpkı Matrix filminde
olduğu gibi hepimiz cam fanusların içinde derin bir uyku halinde yaşıyoruz.
Bu derin uyku sırasında bize yapılan telkinleri ise gerçek kabu
ediyoruz.Gülüyoruz, koşuyoruz, aşık oluyoruz ama hayır hala cam fanusun
içindeyiz.Bazılarımız bunu gerçek olmadığını gösteren biri olduğunda ondan
nefret ediyor;en güzel düşünü bozup yaşama davet ettiği için. Bu nasıl bir
çelişkidir anlamıyorum; neden yalanları tercih ederiz, yaşamak yerine kaçış
nedendir, neden kin duyarız bizi yaşama davet edenleri... Yaşamanın en
güzel düşten bile güzel olduğuna inanıyorum. Bu nedenlede sanal gerçekleri
kabul edip, ondan kopmak istemiyenleri anlamam mümkün değil.
BiR PRÖFÖSÖRÜN iDDiASI:
Aslında dünya düzeni yapay
zeka tarafından hazırlanmış büyük bir aldatmaca ve simülasyondur.Bir grup
insan bunun farkına varmış ve bu suni dünyadan kurtulabilmişlerdir.Gerçekte
dünya 2199 yılını yaşamakta ve gerçeği bilip de "uyananlar" Kahin'in onlara
söylediği "Kurtarıcı"yı beklemektedirler.
BiR GAZETE YAZARI :
KAOS OLMAZ
Filmin insanları kaosa
sürüklemesi gibi bir şeyin söz konusu olmadığını belirten Yılmaz, kendisinin
de bazı şeyleri dini açıdan algıladığını söyledi " Zion denilen yer, Yahudi
toplumundan geliyor. Siz Zion'u yok etmekten kurtulursanız, mesih görevini
yapar. Böyle bir yükleme de yapabilir. Neo, filmde dizlerinin üzerine çöküp,elini yere bastırıp, bir
dalgalanma meydana getiriyor. Bunu yapan Hz. Süleyman ve ona inananlar.'Neo'nun
ismini tersten okuyunca isa oluyor, amuda kaldırınca şu oluyor' demenin bir
anlamı yok. Herkes bir şey çıkarabilir ama bu bir sinema filmi. Filmin
senaristi dinle ilgili yüklemeleri karakterlere yapabilir.
MiLLi GAZETE:
İnsanlığın doğasına
saldırı Milli Gazete köşe yazarı Afet Ilgaz filmi, "insanlığın doğasına
yapılmış bir saldırı" diye nitelendirdi "Filmde Zion kurtarılacak deniliyor. Bakın sembolleri saklama gereği bile
duymuyorlar. Zion'u kurtarmak demek, Büyük israil Krallığı'nı kurtarmak. Trinity adında bir kadın ismi var. Bunlar, siyonist Hıristiyanlar.
Irak'ta, Filistin'de
yapılan savaşlarda siyonistlere yardım eden Hıristiyanlar.
Bu film,
insanlığı doğasından koparmak için çekilmiş.
YENi ŞAFAK:
Neo'nun Hz. isa olduğu
ortada
14 Mayıs 2003 Pazar günü
Fadime Özkan, kaleme aldığı yazıda şu görüşleri savunuyor "Matrix Reloaded'da Zion'un kurtuluşu için 'seçilmiş kişi' olduğuna inanılan Neo'nun
kendisinden mucizeler beklenen bir kurtarıcı (Hz. isa) olduğuna yönelik
benzetmenin altı koyuca çiziliyor. Her şeyin seçimlerimizin eseri,
seçimlerimizin ise kaderin gerçeği olduğunu savlayan,
inanç ve gerçeğin ise göreceli kavramlar olduğu üzerinde yoğunlaşan
diyaloglar yer alıyor..
Çetin BAL:
Bana kalırsa Matrix filminin
içerdiği ögelere doğrudan dinsel doğmalar penceresinden bakmak doğru
değildir. Matrix'in yapımcıları bir çok dini figürlere - dinsel metinlere
gönderme ve atıflarda bulunsalarda aslında bu filimde doğrudan
hristiyanlık yada başka bir inancın ideolojik düşüncenin propagandasını
bulmak zordur. Filim temelde daha çok içinde yer aldığımız evreni- varoluşu
ve kendi şartlanmışlıklarımızla kurduğumuz kimine göre sanal kimine göre
reel dünyalarımıza bir eleştiri getirmektedir. Yani filim ''hiç bir
şey göründüğü gibi ve sanıldığı gibi olmayabilir'' diyor. Her insan
ömrünün sonuna kadar kendi bilincini yansıtan kültürünün alışkanlıklarının
ve bakış açısının dar hapishanesinde yaşamaktadır.
Matrix yapımcıları aslında Einstein gibi fizik bilimi içinde evrene
devrimci bir bakış açısı getirmiş bir dizi yenilikçi önermeler
sunmaktan daha çok felsefi olarak yanıtlanmış yada düşünülmüş yada
tartışılagelen bilindik soruları sürükleyici bir hikaye çevresinde görsel
efektlerle süsleyerek sinema ekranlarına aktarmışlarlar.
BEYNiMiZ YÜZDE KAÇI ÇALIŞIYOR ???
Beynimize gelen bir sinyalin
sinirler tarafından tüm vücudumuza iletilmesi kaç saniyedir?
Saniyenin 50 de 1'i gibi kısa bir süredir....
Bizim yerimize düşündüğünü zannettiğimiz beyin
aslında karar verme yeteneğine sahip olmayan basit hücrelerden oluşur.
Dişideki yumurta hücresinin, erkekten gelen sperm hücresiyle birleşmesi
sonucu meydana gelen hücre, tekrar-tekrar bölünerek binlerce, milyonlarca
hücre oluşturur...
Ortalama bir beyinde milyarca sinir hücresi
vardır. Dolayısıyla sayıları arttıkça beyin işlevlerinin de artacağı
açıktır. Nöron sayısı kadar önemli olan bir diğer özellik; nöronların
uzantıları aracılığı ile diğer nöronlarla oluşturdukları ilişkilerdir. Bilgi
alışverişinin yapıldığı bu ilişki noktaları (sinapslar) nöron başına 1000
ile 10.000 arasında değişir. Sinapslar, etkiye akım var / akım yok şeklinde
tepki gösterir. Demek ki, bir nöron 103 hatta 104
tepki verebilir. 1010 nöron olduğuna göre, sinir sisteminde tepki
sayısı ya da bilgisayar deyimiyle söylersek
bit sayısı, 10 trilyon ile 100 trilyon arasında değişecektir. Bu bit sayısı
500 sayfalık, bir milyon kitabı dolduracak büyüklüktedir. (Yaklaşık 116.416 Gb.)
Bilgisayar her ne kadar aptal bir makina olsa da
insanoğlu kendi zekasını kullanarak bu makinanın akıllıymış gibi
davranmasını sağlamıştır.
![](../KO/N_THE_MATRIX.PNG)
Matrixel duruş:
Çetin BAL: Aşağıda okuyacağınız ''Matrixel duruş''
konulu makalesi ile düşüncelerini yazan arkadaşın eleştirilerine
bir çok noktada katılmasamda genel çıkarımları hoşuma gittiği
için bu kısa eleştiriyi sizlerle paylaşmak istedim. Faklı
çıkarımlar adına farklı düşünceleri ifade etmekte fayda olduğu
kanısındayım.
[
Klasik özne/nesne düalitesini ve
"gerçeklik anlayışlarını", çeşitli nedenlerle "kabul edilemez" bulan
bazıları, böylesi bir konuşlanış biçimine geçmektedir. Bu konuma sahip
olanlar genellikle, yarım yamalak felsefe "okuyucularıdır". İşte "paraleks
manzara" en basit, "naiv haliyle" bu "duruş biçiminde" başlamaktadır.
Bu duruş biçimine göre,
"gerçeklik denilen" bir tür "illüzyondur", ki aslında, bu söylemin
"temelleri" antik yunan düşünüşüne dayanır. Bu dönemde başlayan
"gerçeklik/sanı- doxa" ayrımı, tüm bir tarihsel süreç boyunca devam eyleye
gelmiştir. Sinamatografisinde de "kurgulandığı" gibi, "asıl gerçeklik",
"tarlalarda yatmaktadır" ve "gerçek denilen, yaşadığımız bu hayat, bir tür
rüyadır. (bu türden sorgulama, gazalinin, "şüpheci dönemlerinde de vardır ve burdan da giderek "tasavvufa ermiştir zati"). Dejavu durumları, bu
"gerçeklik alanında" "çatlamaya" yol açmakta ve kişiye, gerçek sandığı
hayatın "sınırlarını" sorgulatmaktadır. Tarlada uyuyan "gerçek insanlar"
ile, "onların düşlerinde" yaşadığı bu gerçek sanılan hayatlar ayrımı,
"platonik bir" ayrımdan başka birşey değil. Gerçek idealar dünyasıdır
(tarlalar da uykuda olanlar) bu dünya ise, tamamıyla "doxalar" alanıdır,
(rüyada yaşadığımız bu dünya ve hayat). Platonun bu ayrımı da kaynağını, "parmenideste"
bulmaktadır, bu ayrımlaşma, Hegel'de "tinin görüngü bilimi" şeklinde, "daha
kıvrak, zekice işlenmiştir"...
Bu matrixel duruş,
"geniş kitlelerde" yankısını bulmuş ve felsefenin pek de alışık olmadığı
"popüler felsefeyi" doğurmuştur..
Öte yandan, bu duruş, özneci ve
aşırı özneci hiper matrixel yaklaşımlara doğru "savrulmayı da"
beraberinde getirmiştir. Objesi-nesnesi karşısında, bir tür "illüzyonu"
yaşayan, özne, o halde "doğurucudur", yaratıcıdır. En uç ifadesini "berkeleyci"
"tek benci yaklaşımda bulmuştur. En el hak "benim" demeye çalışan, "varolmak"
algılanıyor olmaktır dusturu... Her şey "ben algılıyor" olduğum için var,
peki ben nasıl var oluyorum, "beni de tanrı algılıyor", işte o nedenle
"bende varım" valla billaha, "elhamdülillah varım.. E güzel, ne denebilir
ki..
Bu açıdan bakıldığında, "felsefe",
kendisine "yöneleni" bir "enformasyon" bombardımanına uğratarak, çok rahat
bir şekilde "dezenformasyona" yol-açabilmektedir. Felsefeye, yarım yamalak
"yönelmek", mazallah çok da tehlikelidir, kafayı oynattırır ve hatta, öz
yıkıma kadar götürtebilir. felsefenin, "kitleler-nezdinde", hep böyle
algılanması ve "bazılarında" böylesi "yaşanması" da bunun sonucunda
olmuştur. Hani, bir elektronik sisteme, "kapasitesinin üstünde" enerji
yüklediğinizde, sistem "çöker", bunun gibi, yarım yamalak bilme-bilgi
toplamlarıyla, felsefeye yönelindiğinde, "şapşalamalar da" başlamaktadır.
Yurdum felsefe-alanı bunların "örnekleriyle doludur" zaten...
]
Matrixel yaklaşımda, aşırı ve
fakat, "sistematize olmayan, hazmedilmemiş, semirilmemiş bilgi yüklenmesinin
beraberinde getirdiği, "zihinsel hazımsızlıklar" yaşanmaktadır.. (Bunu
"örnekleriyle göstermeyi deneyeceğim, daha sonraki zamanlarda)
Kritikçi pozitivist yaklaşımla, bu matrixel yaklaşım arasında, gidiş gelişler ve "flört etmeler" sık ve
yaygınca yaşanmaktadır, "taoist- budist" öğretileri, yeterince
"hazmedemeyen" ama, ucundan-kıyısından onlara yakın olanlar da, bu
öğretilere, matrixel zeminden yaklaşmaktadırlar, "o açıyı" göremedikleri
için, burda kalmaktadırlar.
Bu ortamda, bu duruş sahibi olan,
oldukça çok sayıda "katılımcı" var, felsefenin yoğun eleştirel-bombardımanı
karşısında, "maddeye-tutunamayınca", "özneye" ve "metafiziğe" doğru
savrulmaktadırlar. Maddeselleştirip boyutunu alıp, ama aynı felsefenin
"özneyi yerden yere" vuran boyutunu görmeyerek, "özne sığ koyuna"
saklanarak, kendilerini "güvende hissetmeye" çalışmaktadırlar. Doğulu bir
toplum izleğinden geliyor olmamız, kültürün, bu dünyaya değil, "öte dünyaya"
daha yakın olması da, bu "matrixel kaymaları" kolaylaştırıcı nitelikte.
İşin ilginci, bu "öte dünya" düşkünü maneviyatçılar, maddiyatçılardan daha
beter maddiyatçılar, "inancı bile" pazarlık üzerinden yaşıyorlar, "gelecek
iyi hayatlar", "ışık olma" istekleri, "cennete kavuşma" isteği felan
filan...
Kısacası, matrixel duruş, yukarıda
ortaya konan "objelerin" tümünü bi tür "illüzyon olarak" kabul eder, ben
suya bakarken, gördüklerim gerçek değil veya, kadına bakarken, bi tür "haz
illüzyonu" yaşıyorum, "cebri uygulanan kişi "görüntüsü" bir tür illüzyondur, felan filan...
(İşin ilginci, bazı "aklı evveller
de", bu türen "söylemleri", post yapısalcı ve nihilist duruşla
"özdeşleştiriyor", "anlaya bildiği" oraya kadar olduğu için, "okumalarından
ancak" bu sonucu çıkarsayabiliyor)
![](../KO/matrix_ntsc13.jpg)
Matrixsel duruşa karşı eleştiri:
05.05.2006 Saat 20:48 - Ali Murat DEMİRTAŞ
Bu söylemlerde bu hiçte nihilist
duruşla özdeşleştirilmedi. Ayrıca Matrix felsefesinin bu dünyanın yalan
olduğu fikri değil asıl bu dünyada yaşatılanların bir ilüzyon olduğudur.
Bunu populer kültürün eleştirisini yaptığınız zizek okumalarında da ( Slavoj Zizek (1949- ) böyle olduğunu görüyoruz zaten. Şunu tekrar
okumalısın :
İnsanların gerçek
hayatta izlediği haberlerin dahi yanlı ve yalan olduğu bir matrixte
yaşamıyor muyuz? Yada işçi olduğumuz ve asgari mutlu yaşadığımız dünyada
asıl mutlu olanların işçilerin emeklerinden çalarak daha zengin yaşayan
patronlar olduğu gerçeğinden yoksun insanlar matrix te yaşamıyor mu?
Peki oy verdiği halde aslında daha önceden sınırları çizilmiş bir daire
içinde siyaset yapmaktan ama insanların onlardan çok şeyler beklemesine
rağmen asla yapamayacak olan siyasetçilere inanan insanlar matrix te
yaşamıyor mu? Bazı kutsal olduğu kitlelere empoze edilmiş duygular
uğruna ölen ama o duyguları onlara şırınga eden insanların kıllarını
bile kıpırdatmadığı bir dünyada bu kitleler matrix te yaşamıyor mu? Ve
çevresinde böyle insanların olduğunu gören ve yıllarını aydınlanmaya
adamış ve çevresinden farklı olduğunu bilen insanlar yanlızlığa itilip,
çevresinden tepki görüyorsa keşke yeşil hapı içseydim mi demeli? Bütün
bunlara rağmen MATRİX filmini hala dövüş sahneleriyle süslü idealizm
tuzağımı zannediyorsun? Ben hayatım boyunca çoğu şeyi bu kadar net
açıklayan bir film görmedim. Sorun filme gerçek hayatta kırmızı hapı
içerek aydınlanmış bir gözle bakmakla, hala matrix te yaşayıp hala
hiçbir şeyden haberi olmayanların bakış açılarının çatışması olarak
görüyorum. Bu konuda daha da değişik görüşler çıkacaktır.
Bunların neresinde metafizik ve idealist
bir tutum var. Ve bu felsefelerin ilk antik yunanda olmasının bunu bugun
boyle algılamamıza ne zararı var? Buradaki iluzyon olduğu iddia edilen
madde ve özne değil dikkat edin sadece OLGULAR. Benim Matrix ten aldığın
en azından bunlar. Bu dünyanın kendisi değil ancak bu dünyada iluzyon
içerisinde yaşatıldığını düşünmenin Marksist bir arka planı da var. Ve
bu Hiçlik içinde yaşadığımız gerçeğinden daha iyi bir duruş biçimi diye
düşünüyorum ben.
[ Sloven düşünür Slavoj
Zizek! Kendisini Matrix ve Felsefe kitabındaki çözümlemelerinden
keşfettim.Daha sonrada müptelası oldum zaten.Eşine az rastlanır bir entellektüel kahraman olan Zizek(okunuşu: Jijek) hakkında geçtiğimiz haziran
ayında ntv belgesel kuşağında ‘Zizek!’ adlı bir belgesel yapım gösterildi.]
Her ne kadar MATRİX
filminde bir dinin propogandası yapılıyor dense de filmin felsefesi beni
kopardı. Yani şimdi biz şu an internetteyiz. Aslında gerçek hayat tamamen
farklı. Televizyon izliyoruz gerçekler farklı. Peki hayatın içindeyiz.
Gerçekler farklı.Yaşıyoruz ama gerçek dünyanın öbür taraf olduğu söyleniyor. Ya orasıda değilse? Yani biz her zaman MATRİX teyiz. Soru şu biz hep Matrix
teysek kırmızı hap ne. Ve onu içersek uyanacağımız yer neresi? Yoksa
Felsefenin doruk noktası NİHİLİZM mi? Diyalektik düşüncede sınır ne?
![](../KO/matrix_resize_tel2.jpg)
![](../KO/matrix3i.jpg)
![](../KO/matrix-airtrinityty.jpg)
Matrix Reloaded – Yeniden yüklenenin sırrı üzerine
Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi
gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir film. İçinde saklanmış
semboller fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden
seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu
filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş olur. Öte yandan semboller tespit
edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya
çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.
![](../KO/M31501.jpg)
Filmi ikinci kez seyrettikten ve internetteki tartışma gruplarındaki
yazışmaları biraz takip ettikten sonra tespit edebildiğimiz noktaları
paylaşmak istiyoruz. Filmi, bu noktaların ışığında tartışmanın, bizi daha
verimli neticelere ulaştıracağını düşünüyoruz.
Filmin daha ilk karelerinde, hemen logodan sonra, Matrix kodunun bir noktaya
dönüştüğünü görüyoruz. Aklımıza “Big Bang” teorisi geliyor. Yani kainatın
genişlemesine bakarak, her şeyin tek bir noktadan (ak delik?) başlayan bir
patlama ile vücuda geldiğini ileri süren teori! Daha sonra, bu noktadan geri
doğru çekilmeye başlayan kameranın bize gösterdiği “fraktal” grafikleri
görüyoruz.
Fraktallar
Fraktal grafikler, matematikçilerin son otuz senedir uğraştıkları bir alan.
İnsanların yıllarca çalışsalar yapamayacakları kadar çok sayıda hesaplama
gerektiren bu grafikleri görmek ancak bilgisayarların kullanılmaya
başlamasıyla mümkün oldu. Bir tarafıyla kaos teorisinin matematiğe
yansımalarından biri olan fraktal grafiklerin temel iki hususiyeti şöyle
hülasa edilebilir:
1.Fraktal grafikler, matematikte “kompleks” denilen sayılarla yapılan bir
dizi hesaplamanın sonucunda üretilmiş, hiçbir düzen takip etmeyen (kaotik)
sayıların bir izdüşümü alınarak elde edilir.
2.Fraktal grafiklerin küçük bir bölümü seçilip büyütülürse, asıl resmin çok
benzeri olan bir resim elde edilir.
Birinci maddenin filmdeki aksini “determinizm-kaos” ikilemi olarak
belirleyebiliriz. Determinizm ilkesi, aynı sebep (etki) sağlanabilirse her
zaman aynı netice (tepki) elde edileceğini söyler. Peki aynı sebebi
oluşturmak mümkün müdür? Kaos teorisyenleri göre mümkün değildir. Zira
kontrol edilmesi mümkün olmayan sayısız etken, başlangıç şartlarında çok
küçük farklılıklar meydana getireceklerdir. Bu farklar ise ilk başta olmasa
bile belli bir noktadan sonra, önceki tecrübeden çok uzaklaşan gelişmeleri
müteakip, tamamen alâkasız neticeler husule getireceklerdir. Filmde Merovingian karakteri, determinizmin müdafii olarak karşımıza çıkacak ama
inkar ettiği kaos onu bulmakta gecikmeyecektir.
İkinci madde ise filmde cevabını bulamadığımız, “acaba Matrix içinde Matrix
mi var?” sualinin cevabına dair ipuçları ihtiva ediyor.
Saat 00:00 – Aynı anda hem başlangıç hem de son…
Kamera geri çekilişini (zoom-out) sürdürüyor. Bir saatin iç aksamı içinde,
çarklar ve miller arasında biraz dolaştıktan sonra nihayet Matrix’in içine
çıkıyoruz. Matrix’de ilk gördüğümüz eşya, az önce içinde dolaştığımız saat
ve bu saat tam gece yarısını, yani günün başladığı ve bittiği anı
gösteriyor!. Bu sahnenin aslında filmin düğümünün de atıldığı sahne olduğunu
düşününce taşlar yerine oturuyor. İleride, her şeyin bittiği ve yeniden
başlayacağı anın bu an olduğunu göreceğiz. Tıpkı bir gün gibi!
Rüya: Uyanışın uykuda gelen ipuçları…
Bu ana kadar seyrettiklerimizin, filmin kadın kahramanı Trinity vurulunca
dehşetle uyanan Neo’nun gördüğü bir rüya olduğunu anlıyoruz. Neo aslında
herhangi bir rüya görmüyor. Seçilmiş kişi (the one) rüyasında geleceği
görüyor. Aslında uyuma, uyanma ve rüya argümanlarına ilk filmden de
aşinayız. “Uyanan” Neo’nun kendini içinde bulduğu geminin adı “Nebukadnezar”
idi. Nebukadnezar, eski Babil krallarından biri. Hz. Danyal (Daniel)
peygamberin kıssasında ismi geçiyor. Hikayesinin, Tevrat’ın Danyal bölümünde
anlatıldığını okuduk. Rivayete göre Nebukadnezar bir rüya görür ve
kahinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını
hatırlamamaktadır. Kahinler hem ne rüya gördüğünü bilip hem tabir edecekler
veya öleceklerdir. Hz. Danyal bu imkansız görünen işi yapar ve kahinleri
kurtarır. Bazı kaynaklar, Hz. Danyal’ın rüya yorumları, remil ve kehanetler
üzerine “Kitab-ül Cifr” isimli bir kitabının olduğunu söylerler. “Cifir”
kelimesinin etimolojik incelemesi de son derece heyecan vericidir. Bu
kelimenin Arapça’dan batı dillerine cifreé – cipher diye geçtiğini, oradan
Türkçe’ye “şifre” olarak geri geldiğini biliyoruz. Hatta bunun,
İngilizce’deki “cyber” kelimesi ve bizdeki “sıfır” kelimesiyle akrabalığı
bulunabileceğine dair, gayet akla yatkın iddialar mevcuttur. Birinci filmde
mürettebata ihanet eden karakterin ismi, adeta bu iddialara bakarak
konulmuştu: “Cypher”. Yani biraz “cyber” biraz “şifre”, biraz “sıfır”…
Rüyalara dönelim… Rüyalar, tarih boyunca filozofların zihinlerini meşgul
etmişlerdir. Rüya ile gerçeği birbirinden ayıran nedir sualini biraz daha provakatif hale getirmek için hafifçe değiştiren filozofun dediklerini
hatırlayalım: “Eğer her gün her uykuya yattığınızda aynı rüyayı görseydiniz
ve her rüyanızda kelebek olsaydınız şöyle düşünmez miydiniz: ‘acaba ben
rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı, yoksa rüyasında insan
olduğunu gören bir kelebek miyim!’” İşte bu sorunun bir benzerini ilk filmde
soran Neo’nun ikinci filmde artık uyuyamadığını görüyoruz? Neo uyuduğunda
hep aynı rüyayı görmektedir ve ilk filmde olduğu gibi, gördüğü rüyaların
kendi gerçekliğinin üzerinde bulunan başka bir gerçeklikten “haberler”
ihtiva ettiği fikrini aklından çıkaramamaktadır.
Matrix filmi batıda bizde olduğundan çok daha fazla tartışılıyor ve
derinlemesine inceleniyor. “Büyük uyanıştan önce görülen rüyalar”
argümanının Budizm ve Gnostisizm’den alındığı iddiasını internette okuduk.
Farklı kiliselerin gösterdikleri farklı (ve taraflı) tepkileri
karşılaştırarak bir neticeye ulaşmaya çalıştık. Gnostisizm kavramı birçok
yerde karşımıza çıktı.
Gnostisizm – Bilinircilik
Matrix’im Gnostisizm ile bağı o kadar kuvvetli görünüyor ki, Gnostisizmin ne
olduğunu bilmeden filmin tam olarak anlaşılmayacağı görülüyor.
Bilgilenmeler, edinilen bilgiyle aydınlanmaya yaklaşmalar, rüyaların ve
sezginin ehemmiyeti, ışıklı kapılardan geçerek bilgi kaynağına ulaşmalar ve
daha bir çok öğe Gnostik referanslar taşıyor. Bu yazı yazıldığı zaman, google arama motoru internette Matrix ve Gnostisizm kelimelerinin geçtiği
iki bine yakın web sayfası buluyordu. Şimdi bu malumat deryasından
süzebildiklerimizi kısaca sıralayalım:
1.Gnostisizm M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllardan itibaren ortaya çıktığı sanılan ve
orta doğuda yayılan bir dini, felsefi akımdır. Bu akım İsa’dan sonra birinci
asırda bazı Hıristiyan toplulukları içinde kendini göstermiş ve beşinci asra
kadar etkinliğini devam ettirmiştir.
2.“Gnosis” kelimesinin etimolojisinden yola çıkılarak bu akımın bir “bilgi
ile kurtuluş” akımı olduğu söylenmektedir. Ancak “gnosis” kelimesinin bugün
İngilizce’de ki “know=bilmek” kelimesinin atası olduğu göz önüne alınarak
varılan bu netice yanıltıcı olabilir. Gnostikler peşinde oldukları “kainat
bilgisinin” teslimiyet ve ibadetle değil de sezgiyle ve bu bilgiye ulaşmayı
sağlayacak bir takım sihirli formülleri bulup öğrenmekle elde
edilebileceğine inanırlar.
3.Misallendirmek gerekirse, “Maniheizm’in” ve “Sâbiîliğin” tamamıyla gnostik
inanç ve öğretileri temsil eden dini gelenekler olduğu ileri sürülürken,
bazı din ve felsefe tarihçilerince “Mandeizm, Hermetizm” vs. gibi mistik
inançlar da Gnostisizm olarak nitelenir. Bu yaklaşıma dayanarak Kabala’yı
bir Yahudi Gnostisizm’i, Batıniliği de bir Müslüman Gnostisizm’i sayanlar
vardır.
4.Gnostisizm bir çok araştırmacı tarafından dini sapkınlık olarak
görülmektedir.
5.Tarih sahnesine İsa’dan sonra yeniden çıkan Gnostikler, eski Yunan
Felsefesi’ni esoterizm ve Hıristiyanlıkla kaynaştırıp, eklektik bir inanç
sitemi kurmaya çalışan dini-mistik düşünürlerdir. Temel olarak mutlak
bilgi’nin anlık sezişlerle kavranabileceğine inanırlar. Tüm dinleri mutlak
bilgiye ulaştırma noktasında yetersiz bulan Gnostikler, mistik tarikat
adamlarıdır Özellikle antik Yunan filozoflarından Eflatun’un felsefesini
esas aldıkları için, mutlak bilgiyi, dini bilgilerin çok üstünde bulunan
kurgusal bir bilgi sayarlar. Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu, doğduğunu
ve büyüdüğünü, çarmıha gerildiğini kabul etmediklerinden Hıristiyanlarca
sapkın sayılırlar. Bertrand Russell, Hz. İsa’yı bir insan saydığı için Hz.Muhammed’i Gnostik saymıştır.
6.Gnostisizmin temel kültleri şöyle sıralanabilir:
a.Zıtlıklar üzerine inşa edilmiş bir düalizm.. Burada bu yazıyı yazarken Gnostisizm konusunda çok kereler başvuru kaynağı olarak kullandığımız Şinasi
Gündüz’ün makalesinden bir paragrafı iktibas edeceğiz:
“Gnostik öğretinin arka planında madde-mana, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve
dünya-öte dünya gibi değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir
düalizm bulunur. Gnostikler makro planda alemi, ışık alemi ve karanlık alemi
şeklinde ikiye ayırırlar. Işık ya da nur alemi iyiliği, hakikat ve gerçeği
temsil ederken karanlık ve zulmet alemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı
temsil etmektedir. Işık alemiyle karanlık alemi arasında bitmek tükenmek
bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve maddi olan her şey, yani
içinde yaşadığımız dünya, bedenlerimiz ve bu dünyaya ait olan her şey
kötülük alemine aittir ve dolayısıyla bizatihi kötüdür. Ruh ve ruhsal olan
varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı gereği iyidir. Kötülük alemiyle
iyilik alemi ya da ışık ile karanlık veya nur ile zulmet arasındaki bu
mücadelede başarılı olacak olan, iyilik, yani ışık veya nurdur. Makro
hayatın sonunda kötülük ve zulmet, ışık tarafından dizginlenerek tahakküm
altına alınacak ve onun emrinde olan madde ve maddi alem yok edilecektir.
Mikro hayatı temsil eden insan açısından da aslolan, iyilik alemine ait olan
ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan maddi yapısına, yani
bedenine ve bedenin istek ve arzularına boyun eğmemektir. Varlık itibarıyla
kötü olan bu dünya ve dünyevi şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali
olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermek gerekir. Böylesi bir düalizm
konusunda Gnostisizm diğer düalist geleneklerden ayrılır. Örneğin
Zerdüştlükteki düalizm daha ziyade ahlakî bir karakter taşır. Gnostik
düalizm adını verdiğimiz gnostiklerin düalizminde ise -etik bir karakter
taşımanın yanı sıra- maddi aleme karşı bir tavır söz konusudur. Gnostik
düalizmde madde ve maddeden kaynaklanan her şey kötülükle özdeşleştirilir. Gnostik gelenekte hayatî olan bu tasavvur, örneğin Zerdüştlükte görülmez.”
Matrix filmlerinin hepsinde sözü edilen düalizmi müşahede etmek mümkündür. Matrix’in içinde (yani karanlık, zulmet ve yalanlar aleminde) her yerde
yeşilin tonları hakimdir. Zaten başta Matrix’in kodları yeşildir. Eğer film
dikkatle izlenirse Matrix’in içinde bulunan hemen her sahnenin yeşil
tonlarında görüntülendiği fark edilir. Özellikle zulmün yoğunlaştığı
yerlerde yeşil iyice vurgulanmaktadır. Mesela birinci filmde ajanların Neo’yu sorguladıkları sahne, tuzağa düştükleri otel odası hep yeşil tonlarda
görüntülenmiştir. Aslında yeşil olmaması icap eden kahinin (oracle) odasının
neden yeşil olduğu ikinci filmde anlaşılır: Kahin de aslında Matrix’in bir
parçasıdır. Neo Matrix’in içindeyken yeşil bir kravat takarken gerçek
dünyada kravat takmaz. Gerçek dünya, (yani ışık ve hakikat dünyası) genelde
mavi tonlarda görüntüleniyor. Bunun mahsus yapıldığını filmin yazarları Wachowski kardeşler bir mülakatlarında kendileri söylüyor.
b.Alâmet-i farikası hayat ve ışık olan tanrı inancı. Gnostik çevrelerde
tanrı, “hayat ağacının” özünde yahut kökünde bulunur, onun mahiyetinin tam
olarak anlaşılmasına imkan yoktur ve “hayat”, “nur”, “ışık kralı” gibi
isimlerle anılır. Filmin sonuna doğru Neo’yu Matrix’in “kaynağına
ulaştıracak olan ışıktan kapıyı hatırlayalım.
c.Yüce varlığın dışında, maddî alemi yaratan varlık: demiurg. İnanılan yüce
varlığın bütün kötülüklerin tecessüm ettiği “maddenin” yaratıcısı
olamayacağına inanan Gnostikler, bu işi yapan başka bir yaratıcı güce
inanırlar. “Demiurg” Yunanca demiourgos (halk için çalışan) kelimesinden
üretilmiştir. Kainatı ve insanın maddi varlığını yaratan güçtür. Kimi Gnostik gruplar için Demiurg doğrudan şeytandır. Filmde kendini “mimar”
olarak tanıtan şahsın tanrı olduğunu düşünen bazı kimselerin gösterdiği
tepki bu bağlamda manasızlaşır. Gnostik teolojide “Matrix’in” mimarı, yani
dünyanın yaratıcısı tanrı değil, insanlığı hapsetmek isteyen şeytanın ta
kendisidir.
7.Gnostikler maddeyi, ruhun bozulmuş bir şekli olarak görürler. Onlara göre
insanın varoluş amacı, maddi varlığından sıyrılıp esas olana, yani tanrıya
dönmektir. Bu, bizim tarikatlardaki “fenafillah” makamına ulaşmaya
benzetilebilir. Gnostiklere göre bu “kurtuluş”, ancak tanrının göndereceği
seçilmiş bir kişi eliyle başlatılabilir ve kolaylaştırılabilir. Filmde Neo
işte bu beklenen “mürşit”, yahut başka bir değişle insanları kurtarmak için
tanrının seçtiği kişidir.
8.Gnostikler “bilen” ve bilgileri ile tüm varlıklar arasında üstün hale
gelen, bilgisizlere nispetle geçmiş ve gelecekte bambaşka statüler kazanan
kişilerdir.
Özetlemeye çalıştığımız noktalardan çok daha fazlasının internette
bulunduğunu belirtmek isteriz. Gnostisizm ile ilgili yazıları okurken,
filmde ki argümanların hemen hemen tamamının kaynaklarını tespit
edebildiğimi gördük. Bundan sonra da yeri geldikçe Gnostisizm ile filmi irtibatlandırdığımız noktaları vurgulamaya çalışacağız.
TOPLANTI
Nebukadnezar ve onun gibi birçok gemi kaptanı karşı karşıya bulundukları
tehlikeli vaziyeti tartışmak ve ne yapacaklarına karar vermek üzere Matrix’in içinde buluşuyorlar. Osirus isimli gemiden gelen haber
konuşuluyor. Filmde bazı yerler havada kalmış gibi görünse de işin aslı
böyle değil. Matrix 2’den kısa süre önce bitirilen Animatrix isimli filmler
serisini seyretmiş olanlar Osirus’u ilk defa işitmiyorlar. Dokuz kısa
filmden oluşan koleksiyonun birinci filminin adı “Osirus’un son uçuşu” idi.
Bu kısa filmde Osirus isimli gemi, makinelerin saldırısına uğruyor ve
kaçarken yeraltından yer yüzüne çıkmaya mecbur oluyor. İşte o anda gemi
mürettebatı, dev bir makinenin, yeri kazarak Zion’a doğru ilerlediğini
görüyor ve bu haberi, canları pahasına merkeze gönderiyorlar. Gemi
kaptanlarını bir araya getiren haber de işte bu haber. Sembolleri ve
referansları bulma çabamızı Osirus’un manasını anlamaya çalışarak
sürdürelim.
Osirus
Osirus Mısır mitolojisinde yeraltı ve tarım tanrısı olarak biliniyor.
Kaynaklarda “Usire” diye de anılıyor. Nephis ve Seth’in kardeşi, Isis’in
kocası olarak bilinen Osirus, “ölümlü tanrılardan” sayılmakla beraber
ölümden sonraki hayatı ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeliyor.
İnsanlara tarımı ve medeniyeti öğreten tanrı sayılan ve bir yandan da
hayatın ortadan kaldırılamayışını sembolize eden Osirus’u filmde (Animatrix’ten
bahsediyoruz) yerine oturtmakta zorluk çekmiyoruz. Osirus gemisi, filmde
“yeraltından” toprak üstüne çıkıyor. Bu çıkış ile de “medeniyetin” (Zion) tehdit altında olduğunu ve sonunun yaklaştığını anlıyoruz. Filmin (Matrix
Reloaded) genelini düşündüğümüzde Osirus’un, Zion’a gönderdiği mesajla
yeniden hayata dönüş sürecini sayılabilecek reaksiyonlar zincirini başlatan
geminin ismi olduğunu fark ediyoruz.
Osirus’tan gelen haberi alan gemi kaptanları, strateji belirlemek üzere bir
araya geliyorlar. Aslında ne yapılacağı belli. Komutan “Lock’un” emirleri
açık: Bütün gemiler yayın seviyesini terk edip Zion’a dönecekler. Komutanın
ismi, felsefeye azıcık ilgi duymuş herkesin mutlaka işitmiş olduğu bir ismi
çağrıştırıyor: John Locke. Bu filozofun genel çerçeveye nasıl oturduğunu
tartışmadan önce, hakkında neler biliyoruz bir bakalım:
John Locke
John Locke’un fikirlerinin özü 1690 tarihli “Essay Concerning Human
Understanding – İnsanın Anlayışı Hakkında Makale” isimli eserinde
bulunabilir. Modern emprisizmin (Amprizm veya Empirizm de deniyor) temelleri
bu eserle atılmıştır. John Locke’dan başka, Francis Bacon, David Hume,
Stuart Mill ve Herbert Spencer gibi düşünürler de emprisistlerden
sayılırlar. Emprisistlere göre insan beyni doldurulmayı bekleyen bomboş bir
kağıda, levhaya yahut tabloya (tabula rasa) benzer. Yaşadıkları, tecrübeleri
ile her geçen gün bu boş tabloyu dolduracak olan insan için, tecrübeden
başka bir bilgi kaynağı olamaz.
Filmdeki komutan Locke’un, filozof John Locke ile bir alakası olabileceği
varsayımından yola çıkarak yaptığımız araştırmalar bizi son derece ilginç
neticelere ulaştırdı. Amprizm nedir başlıklı, Türkçe muhtevalı bir web
sitesinde rastladığımız cümleyi aynen iktibas ediyoruz:
“Emprizmin batı dillerindeki kökü, deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria deyimidir. Bu yunanca deyim, bilimsel bilgi anlamındaki yunanca episteme deyimle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki yunanca gnosis
deyimine karşıt bir anlam taşır ve görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya
gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.”
Bu satırları okurken aklımıza, Kahin’in “Bingo!” deyişi geliyor. Tahmin
ettiğimiz gibi Locke ismi öylesine seçilmiş bir isim değil! Bu ismin
arkasında bir felsefi okulun görüşleri saklanıyordu.
Filmde Morfeus ile kumandan John arasında yaşanan çekişme
aslında Gnostiklerle Emprisistler arasındaki felsefi çatışmaya işaret
ediyor. Sezgisel bilgiye, aydınlanmaya, kahinin (bilgisiyle yücelen kişinin)
ve Neo’nun (seçilmiş kurtarıcının, mesihin) yol göstericiliğine iman eden Gnostik kaptan Morfeus ile, bilgiye ancak tecrübeyle
ulaşılabileceğine iman eden ve her türlü sezgisel (intuitive) bilgiyi
saçmalık sayan emprisist komutan Lock çatışıyor. Bu çatışmayı anlaması
mümkün olmayan seyirciyi de ihmal etmek doğru olmayacağından senaristlerimiz
ortaya, herkesin kolayca anlayabileceği bir çatışma unsuru atıyorlar: Kaptan Niobe. Böylece her anlayış seviyesinden seyirci tatmin edilmiş oluyor.
Felsefeden uzak olan ve “meseleyi kurcalamaktan” hoşlanmayan herkes için
hadise çözülmüştür! Mesele “kız” meselesidir!...
Bu kadarı da fazla denecek biliyoruz ama, Niobe ismi de öylesine uydurulmuş
bir isim değil!
![](../KO/matrix_resize_tel1.jpg)
![](../KO/matrixmachine.jpg)
Niobe
Yunan mitolojisinde değişik hikayesiyle öne çıkan Niobe, Tantalus’un kızı,
Thebes kralı Amphion’un karısı, yani Thebes kraliçesidir. Babası mühim bir
kişi olmakla beraber tanrı değildir. Annesi ise bir tanrıçadır. Hikaye Yunan
mitolojisinin en değerli kaynaklarından sayılan, Homeros’un İlyada’sında da
anlatılır. Efsaneye göre Niobe, kendisi tam bir tanrıça olmadığı halde,
Titan’ın kızı tanrıça Latona’yı (kaynaklarda Leto diye de geçiyor) küçümser. Latona’nın iki çocuğuna karşılık kendisinin yedi kızı ve yedi oğlu olması
hasebiyle ondan çok daha fazla saygı hak ettiğini ileri sürer. Bu sözlerden
alınan Latona, kendini bir tanrıça ile karşılaştıran Niobe’yi
cezalandırmaları için çocukları Apollon ve Artemis’i vazifelendirir. Apollon
ve Artemis, attıkları oklarla Niobe’nin on dört çocuğunu da öldürürler.
Evlatlarının acısıyla dört gün boyunca hiç durmadan ağlayan Niobe sonunda
yaşlar akıtan (ağlamaya devam eden) bir taşa dönüşür ve Sipylon yahut
Sipylas denilen dağın zirvesine nakledilir.
Bu ismin, bu efsanenin filmle alâkasını bir takım zorlamalara girmeden
kurmak zor. Belki de üçüncü film bize, neden bu ismin tercih edildiğini
gösterecektir.
Upgrades
Toplantıda Morfeus’un gemi kaptanlarından yardım istediğini görüyoruz.
Gemisi Nebukadnezar’ın yeniden şarz olabilmesi için 36 saate ihtiyacı
vardır. Bundan sonra yeryüzüne yakın olan “yayın seviyesine” tekrar
çıkacaktır. Yayın seviyesinde mutlaka birisinin bulunması gerekmektedir,
çünkü Morfeus, kahinin tekrar irtibata geçmesini beklemektedir. Bu davranış,
komutan Lock’un açık emirlerine itaatsizlik manasına gelecek olsa da, orada
toplanan insanlar zaten otoriteye “itaatsizlik” ettikleri için orada
bulunabilen insanlardır. Neticede gemi kaptanlarından birisi bu vazifeyi
kabul eder. Bu sırada, birinci filmden tanıdığımız ajan Smith, toplantı
yapılan yerin kapısından, Matrix’le irtibatını sembolize eden kulaklığını,
bir mesajla birlikte Neo’ya gönderir: Neo onu özgür bırakmıştır. Belki
vazifesinde başarısız olduğu için, belki ilk filmde Neo içine girdiğinde
kodu değiştiği için, artık bir Matrix ajanı değildir.
Bundan sonra toplantı yerine gelen ajanlar Neo ile nafile yere dövüşecektir. Neo bunlarla dövüşürken “upgrades” diyecektir. Yani versiyon yükseltmeleri.
Ajanlar iyileştirilmiş, geliştirilmiş programlardır ama Neo’yu
durduramayacaklardır.
Bu sahnelerde doğrudan bir keşiş kıyafeti içinde görünen Neo dikkatimizi
çekiyor. Siyah cüppesinin etekleri, ayak bileklerine kadar uzanıyor. Tam bir
dindar mümin zangoç kıyafeti.
ZİON
Son insan şehri Zion’u ilk kez görüyoruz. Mürettebatı genç bir çocuk
karşılıyor. Bu çocuğun hikayesi de Animatrix’de anlatılıyor. Zion’un ilk
göze çarpan özellikleri, karanlık olması, eski moda makinelerle donatılmış
olması ve halkının genellikle zenci ve “Hispanic” olması. Aslında Zion’un bu
demografik yapısı, film üzerinde yapılan bir takım spekülasyonları boşa
çıkarıyor. Matrix’ten kurtarılmış insanların kurduğu şehrin sakinleri, sarı
saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü “efendiler” değil!
![](../KO/matrixZiyon.jpg)
.... kumandan Lock ile tartıştığı sahnede adeta John Locke’un hiddetle
konuştuğunu işitiyoruz. Aynen şunları söylüyor kumandan: “Kahinleri de
kehanetleri de Mesihleri de umursamıyorum!”
Hamann
Hemen bu sahnede başkan Hamann ile karşılaşıyoruz. Filmdeki isimlerin hemen
hepsi özellikle seçilmiş olduğuna göre, kim bu Hamann diye yaptığımız küçük
bir araştırma bizi hemen verimli neticelere kavuşturuyor. Aradığımız kişi
“Johann Georg Hamann”.
Johann Georg Hamann 1730’da doğu Prusya’da bulunan Königsberg şehrinde
dünyaya gelmiş. Kant’ın yakın dostu, David Hume’un çağdaşı. Ondan çok
etkilenen Göthe, onun için “çağımızın en parlak beyni” demiş. Kierkegaard ondan “imparator” diye bahsetmiş. Alman klasisizminin ve romantizminin
babası sayılıyor. Gençlik yıllarında seküler aydınlanmacılık fikrinin
fanatiklerinden olan Hamann, ticari bir vazife için gittiği Londra’da
İncil’i baştan sona okumuş ve eski fikirlerinden dönerek iman etmiş.
Protestan Hıristiyanlığın Ortodoks bir yorumunu benimsemiş. Çalışmalarını
lisan alanında mantık, ifade, iletişim, semboller, soyut düşünce ve analiz
üzerine yoğunlaştırmış.
Filmde Hamann figürünü yerine oturtmak hiç de zor olmuyor. Hamann, bir
yandan Emprisizm okulundan (David Hume ve George Berkeley üzerinden) komutan Lock’un (John Locke’un) dostu (ve eski fikir arkadaşı) olduğu halde, nihai
tercihini “inanan” (mümin) ’dan yana kullanıyor. Onu koruyor ve öne
çıkartıyor. Hele Hamann’ın Neo ile, “sebep” üzerine yaptığı sohbet,
tahminimizin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Makinelerin bulunduğu katta Hamann Neo’ya, makinelerin nasıl çalıştıklarını anlamadığını ama çalışmaları
için bir “neden” bulunduğunu anladığını söylüyor. Aynı şekilde Neo’nun
yaptığı bazı şeyleri nasıl yaptığını anlamadığını ama tüm bunların arkasında
bir “neden” bulunduğuna inandığını söylüyor. Johann Georg Hamann,
yazılarında “sebep” kavramını “sebeplendirme faaliyetine”, “sebeplere
dayanarak makul olmaya” hususi bir ehemmiyet atfetmiş. Hamann bahsini,
filozofun, hakkında araştırma yaparken rastladığımız, dikkat çekici
aforizmasıyla kapatalım:
“Eğer dil (lisân) olmasaydı “sebep” (reason), “sebep” olmasaydı “din”, ve
tabiatın bu üç esası mevcut olmasaydı ne zihin (yahut ruh, Almanca: geist)
ne de cemiyeti bir arada tutan bağlar mevcut olabilirdi.”
Seraph – Seraphim
Oracle’dan (kahinden) gelen mesaj üzerine randevu yerine giden Neo’yu Seraph
isimli karakter karşılıyor. Seraph kelimesi İbranice “Seraphim=yanmak”
kelimesinin bir türevi. Üç çiftten müteşekkil, altı kanadı olan ve göğün
sekizinci katında bulunan, ateşten yaratılmış bir grup meleğe verilen bir
isim bu. Bazı kaynaklara göre tabiat üstü bir yaratık, kanatları olan
zehirli bir yılan yahut ejderha.
Filmde Seraph, kahinin koruyucu meleği olarak karşımıza çıkıyor. Neo’nun
gerçekten seçilmiş kişi (the one) olduğunu anlayabilmek için onunla
dövüşüyor. Nihayet onun doğru kişi olduğuna kanaat getirince (ki Seraph
birini gerçekten tanımanın en iyi yolunun dövüşmek olduğunu söylüyor)
görüşmeye müsaade ediyor. Bu arada Neo ona, bir programcı olup olmadığını
sorunca başıyla hayır işareti yapıyor. O sadece “vazifeli”! Vazifesi sadece
en mühim olanı muhafaza etmek. Meleklerin iradeleri olmadığı herkesin
malumudur. Onlar sadece kendilerine verilen vazifeleri yaparlar o kadar. Seraph da sadece vazifesini yapıyor.
Kahin Neo’ya kırmızı renkli bir şeker ikram ediyor. Birçok tartışma grubunda
bu şekerin tıpkı Neo’yu birinci filmde Matrix’ten çıkarmaya yarayan “kırmızı
hap” gibi bir fonksiyonu olduğu iddia ediliyor. Neo bu sefer şekeri alsa da
yemiyor. Bu sahnede Kahin’in de Seraph gibi bir program olduğunu
öğreniyoruz. Öte yandan Kahin, Neo’ya iki isim veriyor: Anahtarcı ve Merovingian. Anahtarcı, kod kaynağına ulaşan kapıları açmak için lazım gelen
anahtarları yapmaktadır. Merovingian, anahtarcıyı kaçırmıştır ve hapis
tutmaktadır. Kahine göre, Merovingian’ın istediği şey, çok kuvvetli
insanların peşinde oldukları şeyden ibarettir: daha fazla “güç”.
Merovingian
Filmin en ilgi çekici karakterlerinden birisi Merovingian. Zaman zaman
Fransızca konuşan bu karakterin ismi arkasına neler neler saklanmış
açıklamaya çalışalım..
![](../KO/Merovingian.jpg)
Yine esoterizm sularında gezmeye başlayacağız ama önce biraz tarih... Merovingian kelimesi bizi Merovingian Hanedanı’na götürüyor. Bu hanedan
beşinci asırda Fransa’da hakim olmuş. Hanedanın ilk kralının ismi Merovech
(Fransızcası Mérovée). Onun soyundan gelenler kendilerini Merovingianlar
diye tesmiye etmişler.
![](../KO/matrixreloaded22.jpg)
Merovingianlar arasında doğrudan Hz. İsa’nın kanını taşıdıklarını iddia
edenleri olduğu gibi, soylarını Hz. Davut’a kadar dayandıranları var.
Taşıdıkları kanın kutsal olduğuna ve nesiller boyunca korunarak
aktarıldığına inanıyorlar. Bu isim üzerinde insanı hayrete düşürecek kadar
spekülasyon yapılmış. Merovingian soyunun kayıp ülke Atlantis’ten geldiği
iddiasından, Antik Yunan’ın yarı tanrılarına kadar uzandığı iddiasına kadar
birçok spekülasyon bulunuyor. Bunların biraz daha ilerisinde bizi daha da
tanıdık “spekülasyonlar” bekliyor.
![](../KO/matrixpenelope.PNG)
Merovingian hanedanı kimi kaynaklara göre yedinci, kimilerine göre sekizinci
asırda gücünü kaybetmiş. Uzun ve kızıl saçlı Merovingian kralları (ki
saçlarının kızıllığının Hz. Davut’un soyundan geldiklerinin delili olduğunu
iddia ederlermiş) iktidardan düşmüşler. Ancak kutsal bir kanın taşıyıcısı
olduklarını düşündüklerinden iddialarını hep sürdürmüşler. Son Merovingian Krallarından Godefroi De Bouillon “Sion tarikatı – Order of Sion” olarak
bilinen örgütün kurucusu sayılıyor. Godefroi De Bouillon bu örgütü, Kudüs’ün
Müslümanların elinden alındığı ilk haçlı seferinden dönüşünde, Kudüs’e göç
eden Hıristiyan kafileleri korumak ve bunların Kudüs’e güvenle
yerleşmelerini sağlamak maksadıyla kurmuş. Tarikat, ismini haçlı
şövalyelerin “kurtarmaya” gittikleri Kudüs’ün yakınlarındaki Sion dağından
almış. Sion Tarikatı’nın silahlı kanadının ismi birçok kişiye tanıdık
gelecektir: “Tapınak Şövalyeleri - Knights Templar”
Merovingian karekterinin
ifadelerini siyasi boyuttan felsefi boyutu kaydırırsak ortaya
çıkan sonuç bence daha evrensel bir ifade bulur..
Merovingian,
birkaç erkekle yemek yiyen sarışın kadına kendisinin “programını yazdığı”
bir pasta gönderir.Kadın bu pastadan küçük bir parça yer yemez cinsel olarak
kızışır.Merovingian elde edilmesi güç olanla dalga geçer ve elde edilmesi
güç olan hiçbir şeyin olmadığını haykırır.“Etki-tepki” üzerine felsefe yapar
ve bu çapkınlık pratiğiyle bir sürü erkeğin peşinden koştuğu kadını kolayca
elde ederek insanın, bizzat kendisi, yani kendi kimyası aracılığıyla
yönetilebilineceğini gösterir.
Tapınak Şövalyeleri
Tapınak Şövalyeleri’nin öncelikli vazifesi kutsal kan taşıyıcılarını (Merovingianları)
korumak ve kutsal kanın nesiller boyunca aktarılmasını sağlamak olmuş. Buna
karşılık, yer altına çekilmiş olsalar da hem siyasî hem ticarî mânâda
birbirlerini koruyup kollayan efendi Merovingianlar da onları beslemiş.
Bugün hemen her ülkede sayısız locası bulunan çeşit çeşit ezoterik
örgütlenmelerin, mason localarının halen yaşattığı ritüellerinin pek çoğunu
önce Sion Tarikatın’dan sonra Tapınak Şövalyeleri’nden tevarüs ettikleri
söyleniyor.
Şimdi bütün bunları filmdeki yerlerine oturtalım. Kahin Merovingian’dan
bahsederken onun çok güçlü olduğunu, “en eskilerinden biri” olduğunu ve tek
isteğinin, her büyük güç sahibi gibi daha fazla güç olduğunu söylüyor.
Merovingian’ın en yakın iki muhafızını gözlerimizin önüne getirelim:
ikizler. Bu karakterlerin de Tapınak Şövalyelerini sembolize ettiklerini
ileri sürmek hiç garip kaçmayacaktır sanırım. Tapınak Şövalyelerin’in bir
mühründe at üzerinde iki şövalye (muharip rahipler) resmedilmiş.
Türk Masonlarının yayın organı “Mimar Sinan” dergisinin bir sayısında
Tapınak Şövalyeleri ile Masonluk arasındaki bağlantıya dair şunlar
anlatılmış:
“Kilise’nin baskısıyla, Fransa Kıralı’nın, 1312 yılında, Templier tarikatını
kapatması ve mallarını Kudüs’teki Saint Jean şövalyelerine vermesi ile Templier’lerin etkinliği ortadan kalkmadı. Bunların büyük bir çoğunluğu o
zaman çalışmakta olan Avrupa’daki mason localarına sığındılar. Templier’lerin başkanı Mabeignac ise çevresindeki bir gurup Templier ile,
İskoç duvarcısı kılığında ve Mac Benach takma adıyla İskoçya’ya sığındı.
İskoç kralı Robert Bruce (Bu kralı Braveheart-Cesur Yürek filmini dikkatle
seyredenler çok iyi hatırlayacaklardır. S.C.) onları çok iyi karşıladı ve
İskoçya’daki mason locaları üzerinde büyük bir etkinliğe sahip olmalarını
sağladı, bunun sonucunda, İskoç locaları hem mesleki hem de düşünsel açıdan
büyük bir aşama kazandılar. Mac Benach sözcüğü bugün bile masonlarca saygı
ile kullanılır. Templier mirasının sahibi İskoç masonları, Fransa’ya çok
yıllar sonra bu mirası iade ettiler ve bugün İskoç usulü olarak bilinen ritin temelini Fransa’da attılar.”
Şu bilgiler de "Tampliyeler ve Hürmasonlar" başlıklı bir makaleden:
"Tampliye tarikatı tekris törenini içeren ritüeller, günümüzdeki mason ritüellerinin benzeridir…/…Tampliye tarikatı üyeleri birbirlerine, aynı
masonlukta olduğu gibi, kardeşim derler../... Tampliye tarikatı ve masonluk
kurumu birbirlerini belirgin ölçüde etkilemişlerdir. Hatta, korporasyonların
ritüelleri adeta Tampliye’lerden kopye edilmiş denilecek kadar benzerdir. Bu
itibarla, masonların kendilerini büyük ölçekte Tampliye’lerle
özdeşleştirdikleri ve aslında özgün gibi görünen masonik ezoterizm (gizllik)
içinde önemli boyutlarda Tampliye mirası olduğu belirtilebilir…/… Özet
olarak, araştırmanın başlığında belirtildiği gibi, masonik kralî sanat ve inisiyatik-ezoterik çizginin başlangıç noktası Tampliye’lerin, son noktası
da hürmasonların olarak kabul edilebilir.”
Sion Tarikatı’nın da Gnostik bir yapılanma olması hasebiyle “ışıkla”,
“aydınlanma” sembolleriyle dolu bir sürü ritüeli ve mistik öğeleri
bünyesinde taşıdığını belirterek bu meraklı konuya şimdilik nokta koyalım ve
yine Gnostik – ezoterik çizgide izah etmeye çalışacağımız “mimar” figürünün
tahliline geçmeden anahtarcıdan azıcık bahsedelim.
Anahtarcı
Aslında anahtarcı üzerinde söyleyeceğimiz çok fazla şey yok. Hacker
jargonundan “arka kapılar – back doors” kavramını filme taşımak için
anahtarcıyı kullanmış Wachowski kardeşler. Bir de yine anahtarcıya
söyletilen bir cümle var ki bu cümle ile bir hataya düşmüşler. Kısaca tesbit
ettiğimizi düşündüğümüz bu hatayı aktaralım. Anahtarcı Neo’ya Mainframe
bilgisayara nasıl gireceğini anlatıyor. Mainframe bilgisayarlar, bankalar,
havaalanları, nüfus idareleri gibi çok yüksek sayıda kayıtların saklanıp,
işlem görmesi gereken müesseselerde kullanılan süper bilgisayarlardır.
Türkçe’ye olduğu gibi çevirecek olsak “Ana Çerçeve” diye çevireceğimiz bu
kelimenin “çerçeve” tarafı bizi alakadar ediyor. Anahtarcı, kahramanlarımıza
“Ana Çerçeveye” girmek için tam 314 saniyeleri olduğunu söylüyor. Bu sayıyı
3,14 diye yazsak belki sayı çok kimseye tanıdık gelecektir. Bu sayı pi
sayısıdır. Peki burada ne arıyor? Ne münasebetle pi sayısından bahsediliyor?
İzah etmeye ve düşülen hatayı göstermeye çalışalım.
“Altın oran, örneğin bir dikdörtgenin göze en estetik gözükmesi için uzun
kenarı ile kısa kenarı arasındaki orandır. Buna benzer olarak, bir doğru
parçasının ikiye ayrıldığında göze en hoş gelen ikiye ayrılma oranıdır.
Altın oran, sadece dikdörtgen ve doğru için değil, neredeyse tüm geometrik
cisimler ve yapılar için kullanılabilir.”
Filmde mainframe’in çerçevesinden dikdörtgene, dikdörtgenden altın orana
ulaşıyoruz. Zira mükemmelin peşindeki makinelerin, ana bilgisayarlarını
estetik mükemmeliyetin göstergesi altın oranı dikkate alarak yapmış olmaları
söz konusu. İyi de kaç bu altın oran rakamı? 3,14 mü diyeceksiniz? Kurguya
göre böyle olmalıydı ama maalesef altın oran 1,618033.... gibi bir sayıdır.
Bize öyle geliyor ki Wachowski kardeşler matematiğin iki sihirli sayısını, pi’yi ve fi’yi (altın oran) karıştırmışlar. Ne diyelim! En azından birisi
çıkıp daha makul bir açıklama getirmediği müddetçe “bu kadar hata kadı
kızında da olur” deyip, iddiamızı sürdürebiliriz!..
![](../KO/matrixMimarNeo.jpg)
“Mimar”
“Mimar” figürü ezoterik yapılanmalar için hususi manalar taşır. Mesela
yukarıda sözünü ettiğimiz, Türk masonlarının en mühim yayın organlarından
birinin adı “Mimar Sinan”dır. Takib eden satırlar Masonların web sitesinden:
“Mimar Sinan : Duvarcı ustalarının büyük üstadı
Yeniçağ sadece Batı’ da değildi, Doğu’ da da başladı. Fatih Sultan Mehmet’ le merkezi bir devlet yapısına bürünen Osmanlı, II. Bayezid döneminde önemli
kurumlara, torunu Kanuni’ nin sultanlığı sırasında ise ihtişamlı yapılara
kavuştu. Bu ihtişamlı yapıların hepsi, Osmanlı dönemindeki operatif
masonların, yani duvarcı ustalarının büyük üstadı Mimar Sinan’ın imzasını
taşıyordu…/…Doğu’ yu Batı’ya bağlayan körüler de inşaa eden Mimar Sinan,
bugün eserlerinin yanı sıra, Masonların da akıl ve gönüllerinde yaşıyor.
Türk Masonları’nın, 1966’da yayınlamaya başladıkları araştırma dergisi ,
“Mimar Sinan” adını taşıyor.”
![](../KO/matrixreloaded63.jpg)
Masonlar inandıklarını ileri sürdükleri yüce güce “Kainatın Ulu Mimarı”
diyorlar. Bu konuda yine masonların kendi açıklamalarına başvuralım. Önde
gelen Türk masonlarından biri olarak bilinen Selami Işındağ, 1977 yılında
yayınlanan “Masonluktan Esinlenmeler” adlı kitabında, masonların "Evrenin
Ulu Mimarı" hakkındaki inancını şöyle anlatmış:
“Masonluk Tanrısız değildir. Ama onun benimsediği Tanrı kavramı,
dinlerdekinin aynı değildir. Masonlukta Tanrı bir yüce prensiptir. Evrimin
son aşaması, doruğudur. Özvarlığımızı eleştirerek, kendi kendimizi
tanıyarak, bilerek, bilim, akıl ve erdem yolundan yürüdükçe, onunla
aramızdaki açı azalabilir. Sonra, onda insanların iyi ya da kötü nitelikleri
yoktur. Kişileştirilmemiştir. Doğanın ve insanların yöneticisi sayılamaz.
Evrendeki büyük ve yüce çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarıdır.
Evrendeki tüm varlıkların toplamıdır. Her şeyi kapsayan total güçtür,
enerjidir. Bütün bunlara karşın, onun bir başlangıç olduğu benimsenemez...
Büyük bir gizem (sır)dır.”
Hemen burada filme dönüyoruz. Filmde Neo’nun karşısına çıkan “mimar”ı
yukarıda iktibas ettiğimiz paragraftan tamamen habersiz olarak “Matrix’deki
büyük çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarı” diye tanımlayabilirdik. Matrix’in “mimarı” aynen bu vasıflarıyla karşımıza çıkıyor. O aslında tüm
simülasyonu yazan program adeta taşların nasıl üst üste koyulacağını
hesaplayan mimardır. Yapısı mükemmeldir. Mükemmelliği yüzünden de
kusurludur. Bu paradoksun izahı şöyle yapılabilir: İnsan tabiatı doğuma ve
ölüme, yani başlangıca ve sonlanmaya göre değişmez biçimde ayarlandığı için
bu tabiatı hakkıyla simüle etme iddiasındaki programın mükemmel olabilmesi
için sonlu-fâni olması lazımdır. Makineler, bilgisayar programları, hep aynı
performansla çalışmak üzere tasarlanır. Özellikle bilgisayar programları
için yaşlanmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değildir. Ancak insan
gözüyle bakıldığında, bir noktadan sonra bozulmaya, yok olmaya gitmeyen
yapı, eşyanın tabiatına aykırı hareket etmesi hasebiyle o andan itibaren
gerçekçilikten uzaklaşacak, hakikati simüle etme iddiasını an be an biraz
daha kaybedecektir. Zaten birinci filmde Ajan Smith’in ağzından “ilk” Matrix’in acısız, kedersiz ve mükemmel bir hayatı simüle etmek üzere
yapıldığını ama “ekinlerin” yani insanların bu yapıyı kabul etmeyip
öldüklerini işitmiştik. Dolayısıyla mimar, insan tabiatına aykırı olan,
“kendini kusursuzca ve sonsuza kadar sürekli yeniden üreten yapı” modeli
yerine, zamanı geldikçe yok olup –kıyamet yahur ölüm-, sonra yeniden doğan
bir yapı kurmayı tercih etmiştir.
Bütün çabalara rağmen Matrix hâlâ mükemmel olamamıştır. Makinelerin
anlayamayacakları ve dolayısıyla hata olarak kabul etmeyecekleri bir
problemi vardır. Bu problemi mimar Neo’ya şöyle açıklıyor:
“Your life is the sum of a remainder of an unbalanced equation inherent to
the programming of the Matrix.”
“Senin hayatın Matrix’in programlamasından kaynaklanan, eşitlenmemiş bir
denklemin kalanının toplamıdır.”
![](../KO/neo_architect.jpg)
Bu kötü tercümeden bir şey anlamayanlara şunu söyleyebilirim ki ifâdenin
aslı da îzaha muhtaçtır. Bu ifâdeyi devreden rakamlarla izah edeceğiz.
Devreden rakamları bilirsiniz. Her hangi bir hesap makinesinde mesela 10’u
3’e bölerseniz 3.333333.. sayısını elde edersiniz. Matematikte bu sayıların
adı devreden sayılardır. Makineniz virgülden sonra kaç hane gösterirse
göstersin bu rakamın sonu gelmez. Şimdi yine hesap makinenizde, bu rakamı
tekrar böldüğünüz sayıyla, yani 3 ile çarpın. Elde edeceğiniz değer,
beklendiği gibi 10 yerine 9.9999… olacaktır. Matematikçilerin kolayca izah
ettikleri bu durum, makineler için bir hatadır! İşte mimarın da anlattığı
durum budur. Wachowski kardeşleri, birçok başka buluşlarının yanında hususen
bu buluşları için tebrik etmek lazım. Neo, işte makinelerin
hesaplayamadıkları, bu yüzden de ortaya çıkmasına engel olamadıkları
milyonda birlik hatadır. Bir taraftan tüm gayretlerine rağmen bu hatadan
kurtulamadığını itiraf eden Mimar, öte taraftan bu hatanın beklendiğini ve
ona göre tedbirlerin alındığını da belirtiyor.
![](../KO/matrix_mimar.jpg)
Burada anlıyoruz ki Kahin’den ajanlara, anahtarcıdan Trinity’e kadar herkes
aslında Mimar’ın planının, şuurlu yahut şuursuz birer parçası, dost
sandığımız bir çok karakterse, ortaya çıkmasına mani olunamayan “anomali”
olan Neo için yazılmış hata giderme kodlarıdır (error-handlers).
İşte tam bu noktada dikkatli olmamız lazım. Gnostik teolojiye göre bu
karanlık “maddî” alemin (Matrix’in) yaratıcısı “tanrı” değil şeytan yahut
onun muadili karanlık bir güçtür. Dolayısıyla ışıktan kapılardan geçilerek
ulaşılan “Mimar” bizi yanıltmamalıdır. Mimar bizce Gnostiklerin şeytanından
başka bir şey değildir.
![](../KO/Mepiteszreloded_resize.jpg)
Matrix filmlerinin ikincisinde farkına varabildiğimiz gizli referanslar,
mesajlar kabaca bunlar. Otoyoldaki kovalamaca sahnesinde görünen tüm
araçların plakalarının eski ve yeni ahitten ayet numaralarına tekabül
ettiğini, filmde sıkça rastladığımız 101, 303 gibi rakamlar üzerine yapılan
spekülasyonları, Zion kelimesi üzerine yapılan tartışmaları ve daha birçok
mevzuu kâfî derecede uzadığını düşündüğümüz bu yazı dizisinde ele almadık.
Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı
olduğunu göstermekti. Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının
suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermekti. Bir de mitolojik ve dini
referansların bu filmde nasıl yoğun işlendiklerine dikkat çekmek istedik.
Matrix ve Psikoloji
Ata Devrim -09 Kasım 2003 Pazar
Slovaj Zizek, Matrix: Veya Sapıklığın İki Yüzü isimli makalesinde şöyle
demektedir: “Matrix’in ikinci bölümünde büyük ihtimalle ‘hakikat çölü’nün
başka bir matrix tarafından üretilmiş olduğunu öğreneceğiz.”[1]
Matrix Reloaded’da bundan daha korkunç bir olgu ile karşılaşırız. Matrix
olmasa da farketmeyeceği şeklindeki olgudur bu. Film boyunca kendini belli
belirsiz sezdiren bu gerçek, filmin sonunda bütün haşmetiyle izleyicinin
karşısına dikilir ve bu kez bilimkurgu değil insanın kendi gerçekleri
korkutur izleyiciyi.
[1] Matrix ve
Felsefe,der.William Irwin,3.basım,İstanbul:Güncel Yayınları,2003,s.285.
Neo, Anahtarcı’nın yardımıyla Kaynak’a ulaşır ve orada Matrix’in mimarıyla
karşılaşır.Mimar tüm bu olup bitenlerin olacağını zaten bildiğini söyler.Bu
durumda Anahtarcı’nın Neo’ya yüzlerce kapı arasından merkeze açılan kapıyı
bulacağını, çünkü ancak “Seçilmiş Kişi”nin bunu yapabileceğini söylemesi pek
bir şey ifade etmemektedir. Neo,her ne kadar bu yönlendirmelerden anarşist
kişiliği nedeniyle hoşlanmasa da önünde sonunda onlara teslim olur.Bu açıdan
özellikle Kahin’le görüştüğü sahne önemlidir. Kahin, oturmasını istediğinde
“Böyle daha iyi” diye yanıtlar onu ama sonra oturur ve “İstediğim için
oturdum” der.İlk filmde de Neo,Morpheus’a “Hayatımı kontrol edememe fikri
hoşuma gitmiyor” demiştir. Ancak Kaynak’taki binlerce ekran Neo’nun bu
anarşist idealizmini yerle bir eder.Ekranlarda Neo’nun vereceği değişik
tepkiler görülmektedir. Sonuçta Neo’nun bu alternatifler dışına çıkabilmesi
mümkün olmaz ve ekranlardaki görüntülerden biriyle uyumlu olarak hareket
eder.Yapacağı bütün seçimler katı bir determinizmle Matrix tarafından
hesaplanmıştır.
Anahtarcı’yı elinde tutan Merovingian da lüks lokantasında ağarladığı Neo,
Morpheus ve Trinity’ye küçümseyen tavırlarıyla insanoğlunun neden-sonuç,
amaç-eylem, etki-tepki vb. şeklindeki nedensel yasadan, kozaliteden
kurtulamayacağını söyler.
Hume’un dediği gibi nedensellik insanoğlunun en eski
alışkanlığıdır.İnsanoğlunun “özgür” olduğu şüphelidir. Boutroxcu felsefe bir
yanılgıdır.
Filmde Zion halkının özgürlük problemini çözemediği küçük ama çarpıcı
ayrıntılarla kendini gösterir.Zion’da hiyerarşi ve Neo’nun Konsey üyesi
Hamann’a dediği gibi yalnızca yaşlılardan oluşan bir Konsey
vardır.Üstler,astlara emirlerin “neden”ini açıklamazlar.Astlar kimi zaman –
Morpheus, Lock’tan ve Lock da Konsey’den – “neden”i öğrenmek isteseler de bu
talepleri geri çevrilir;böylece yalnızca “sonuç”la yetinmek zorunda kalan
astlar için “özgürlük” söz konusu değildir. Aynı şekilde Hamann, Neo’ya
Matrix’te yaptığı şeyleri nasıl yaptığını sorar.Kocamış bir konsey üyesi
olarak konuşmalarında “amaç” gütmediğini söyler ama doğasının buyruğu
üzerine Neo’dan “neden”i ister. Paradoksal olarak özgürlük için nedenselliğe
gereksinim duyulur.
“Neden?” günümüzde bilgisayarlar için yabancı bir sorudur.Çünkü eğer bu soru
bilgisayar tarafından sorulursa insanın bilgisayara hükmetmesi mümkün
olmayacaktır. Elbette roller değiştiğinde Matrix, insanlara “neden?” sorusunu
unutturur ama yasaklayamaz.Çünkü özgürlük,insan için nedensellikle, yani
seçimle başlar ve Mimar’ın da itiraf ettiği ve ilk filmde Ajan Smith’in dediği gibi tasarlanan ilk Matrix, kusursuz yapısıyla insan
doğasındaki “neden?” sorusunu daha fazla kamçılayınca sistem çökmüştür.Bu
durumda Mimar,nedenselliğe yer veren bir Matrix tasarlamak zorunda
kalmıştır.Ama yine de herşeyin ardındaki “neden”, yani “hakikatin çölü”
yerine Matrix’in sanal dünyası konmuştur.
Aslında bizler en küçük hesap makinesine bile 1+1’in 2 edeceği şeklindeki
nedenselliği sokmaktayız.Ama buna rağmen hesap makinesi bize “neden?” diye
sormaz.Çünkü nedensellik öğretilemez,baştan verili olması,yapının buna
elverişli olması gerekir.Canlılar,kırılgan yapıları nedeniyle “A’ya
yaklaşırsam beni yer” şeklindeki önermeleri geliştirmişlerdir.Bu önermeler
sayesinde varoluşlarını sürdürürler. A’nın neden B’yi yediği sorusu hayatî
öneme sahiptir.Bunun nedeni B’nin A’ya yaklaşmasıdır.Sistemden çıkarılan ve
silinmek gibi varoluşsal bir sorunla karşı karşıya kalan Ajan Smith gibi
eski bir programın “neden?” sorusunu sorması ve bir şekilde üremesi bu
açıdan şaşırtıcı değildir.
İşte Matrix, insan psikolojisinin meta ilkesi olan nedenselliği bir koz
olarak kullanır.
Merovingian, birkaç erkekle yemek yiyen sarışın kadına kendisinin
“programını yazdığı” bir pasta gönderir.Kadın bu pastadan küçük bir parça
yer yemez cinsel olarak kızışır.Merovingian elde edilmesi güç olanla dalga
geçer ve elde edilmesi güç olan hiçbir şeyin olmadığını
haykırır.“Etki-tepki” üzerine felsefe yapar ve bu çapkınlık pratiğiyle bir
sürü erkeğin peşinden koştuğu kadını kolayca elde ederek insanın,bizzat
kendisi,yani kendi kimyası aracılığıyla yönetilebilineceğini gösterir. İktidarın
silahları bizzat insan doğasında bulunmaktadır. İnsanın bu denli kolay elde
edilişine karşı küçümseme gibi “insanî” bir tavırla “tepki” verir
Merovingian. Neo ile emrindeki adamlar dövüşürken Neo için “sadece bir
insan” der.Aynı küçümseyişi Mimar’da da görürüz. Neo’ya Zion’u daha önce 5
kez yıktıklarını söylerken “Gördüğün gibi bu konuda son derece ustayız”
der;yani been there,done that.Evreni yıkıp yeniden kuran Lucretius’un
atomlarına benzemektedir Matrix ve Zion,7 kez yıkılan ve yeniden inşa edilen
Artemis Tapınağı’nın rekoruna ulaşmak üzeredir.
İnsan psikolojisi üzerine bütün bilgilere sahip olan Matrix,Descartes gibi
insanı sayılara ve denklemlere indirgemiştir.Ve bu determinizm sayesinde bir
insanın hangi etkilere nasıl tepki göstereceğini önceden
bilmektedir.Kahin’in sırrı da budur.Bundan yararlanarak insandaki boş
inançları, şizofrenik umut düzeylerini,kurtuluş efsanelerinin ruhunu,Jung’un
kollektif-bilinçaltını, Neo’daki tipik megalomanlığı harekete geçirerek,her
acımasız iktidarın yapacağı gibi insanların hislerini sömürür ve sistemden
kopmuş olan “üvey evlatları” da bu yollarla “kontrol” eder. Zaten filmin
sonunda Mimar’ın “Ben baba isem o da anne” deyişi üzerine Neo’nun kavradığı
şey Kahin’in de bir başka kontrol sistemi olduğudur.Bu anne-baba figürü de
yine insanı yöneten süper-ego’nun iki unsurudur.Matrix,Freud’dan bile
yararlanır.(Herhalde Mimar’ın Freud’a benzeyen bir figür olarak karşımıza
çıkması ve bir psikanalist gibi konuşması bir tesadüf değildir.)Kahin,Neo’yla
kendi haşarı çocuğuymuş gibi konuşur.Söz dinlemeyen ve kendi seçimleri
olduğuna inanan çocucuğuna şeylerin hiç de sandığı gibi
olmadığını,yüklendiği sorumluluktan kaçamayacağını öğretmeye çalışır. Mimar
da Freud’un babası gibi bir babadır; “bu çocuk hiçbir şey olmayacak!” diye
haykırmaktadır. Neo’yu giderilemeyen bir denklem hatası olarak görür.Neo’ya
diğer “Seçilmiş”ler – diğer evlatlar – gibi olmadığını,Trinity’ye aşık olmak
gibi bir budalalığa düştüğünü söyler ve onun umudunu küçümser.Son olarak
Neo’ya iki seçenek sunar:Ya insanlık ya da Trinity.Bu da “sözde” bir
seçimdir tabi.Mimar,Neo’nun diğerlerinden farklı olduğunu kabul etse
bile,onun salgılarından ne yapacağını sezdiğini iddia eder.Ve bu da ona
gelecek üzerine söz söyleme hakkını verir:Trinity ölecek,Zion düşecek ve Neo,
kalanlarla birlikte yeni bir Zion kuracaktır.Tıpkı daha önce,beş kez olduğu
gibi.Neo bunu yapmazsa sistem çökecek ve Matrix’e bağlı olan insanlarla
birlikte Zion’daki insanlar ölecektir. Neo,Hamann’a söylediğini Mimar’a da
söyler: “Yaşamak için bize ihtiyacınız var.” İktidarla yapılan çaresiz bir
“pazarlık”tır bu.Sanki Neo,bir Hitit mitosu olan Tanrıların Toplantısı’nda
insanlığın yokedilmesine karşı çıkan Ea’nın dediklerini duymak ister: “Niçin
yokedecekmişiz?İnsanlar kurban kesmiyorlar mı tanrılara?İnsanları
yokederseniz,kimse kalmaz tanrılara adak adayacak,hiç kimse kurban ekmeği
sunmaz onlara ve de saçmaz şunları.”Gerçekten de Matrix tanrıların yolundan
gitmiş ve kendisini beslesin diye insanları tarlalarda yetiştirmiş,yani
topraktan yaratmıştır.Ama onlar gibi tek bir alternatife bağlanmamıştır;ne
de olsa Matrix’in tasarımında olmayan şey insanoğlunun Hybris’i bile
kıskandıracak kibridir.“Başka yaşam biçimlerinin enerjilerini
kullanabiliriz” der Mimar.Yani game over.
Nebuchadnezzar yanıp kül olurken Morpheus,gemilerden birinde gerçekleşen
kaza sahneleriyle yalanlanan “kaderci” söyleminin yanlışlığını kabullenerek
şöyle der: “Dün gece bir düş gördüm ve bugün onu unuttum.”Belki de ilk kez
bir bilimkurgu filmi bizi “gerçekliğe” çağırırken makineler,insanları kendi
zaaflarını onlara karşı kullanarak büyük bir yenilgiye uğratmıştır.Yenilgi
ve hayalkırıklığı öyle büyüktür ki hiç kimse Neo’nun kudretini sanal
dünyadan gerçek dünyaya taşıyarak makineleri durduruşuna şaşıramaz.Bu bile
umut veremez.Çünkü umut bir “hata” olarak görünmektedir şimdi.Matrix’in bir
başka başarısı da budur:Umudu öldürmek.Ve umudun bittiği yerde köleliğin
karanlık zincirlerinin sesi duyulur... Mimar da bunu bilmektedir ki şöyle
der:“Umut: Siz insanoğlunun güç kaynağı ama aynı zamanda da en büyük zaafı.”
Matrix Revolutions, “başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır” felsefesine
uygun olarak ilk filme göndermelerde bulunuyor.Neo ilk filmde olduğu gibi
yine diğerlerince,ama bu kez “metro” programından kurtarılıyor.Yine ilk
filmde olduğu gibi Neo arabanın camlarından Matrix’in sanal dünyasına ve
camdaki kendi yansımasına bakıyor.Yine Kahin’e gidiyor.Ancak bu kez
Morpheus’un isteğiyle değil,gitmeyi kendi seçiyor.
İlk filmde Kahin, Neo’ya “Kendini Bil” yazısını göstermiş, Neo’nun
yönlendirilmek istemediğini bildiği için ona yalnızca duymak istediğini
söylemiş, Neo’yu onun seçimine karışmadan “gizlice” yönlendirmişti.
Revolutions’da Kahin’in bunu neden yaptığını açıkça kavrarız. Kahin, bir seçim
yapmıştır: Ötesini göremediği bir seçim.Günümüzde yapay zekaya
yaklaşmış, satranç oynayabilen bilgisayarlar bir seçimde bulunamaz.En yüksek
oyun seviyesinde olasılıklardan en yükseğine ya da orta seviyedeyken en
yüksek ikinci olasılığa gideceği için bu bir seçim değil, önceden ortaya
konmuş kurala göre hareket etmektir. Kahin ise yapay zekanın yapabileceği ve
Mimar’ın küçümseyeceği “umut” ya da “inanç” seçeneklerini seçer.Bunlar
ötesini göremediği seçimlerdir.Determinist hesaplamaların ulaşamadığı bir
karanlığın sularına kendini bırakmaktır bu. Zaten Kahin de Mimar’ın dengeyi
sağlamaya çalıştığını, onun amacının ise bu dengeyi bozmak olduğunu
söyler. İlk filmde Kahin’in “Kaşık yok” diyen Budist çocuğun da bulunduğu
“seçilmiş kişi” adaylarından Neo’yu seçmesinin nedeni Neo’nun sınır ve
mantık tanımayan bir potansiyele sahip olmasıydı: Aşk.Reloaded’da Trinity’yi
dirilten ve Revolutions’da Trinity’nin Merovingian’a şartlarını kabul
ettirmesini sağlayan şey buydu.Bütün kuralları hiçe sayan bu duygunun
varlığına ve onun beraberinde getireceği eylemlere inanmayan Merovingian’ı, Persephone
“Herşeyi yapar, çünkü o aşık” diyerek ikna eder. Deliliği andıran bu his
nedensellik yasasına meydan okur.Neo’nun Reloaded’da en umutsuz seçeneği
seçmesini de bu çılgınlık sağlamıştır.Breton boşuna dememiş “Aşkın gelişi
aklın gidişidir” diye.
Ancak Neo bile aşkın anlamını tam olarak kavramamıştı.Kahin’in dediği gibi
o, “ölüm” düşüncesini kabul edemiyordu.Ölümü kabul edemediği için kendisini
Matrix’le gerçek dünyanın arasındaki metroya fırlatmıştı.Yaşamın
gerçekliğinin bir parçası olarak ölümü kabul edemeyişi, Matrix’in sanal
dünyasının ötesinde,onun için yeni bir körlüktü.Seçim yapmasını engelleyen
ve Morpheus gibi onu rehberlere bağımlı kılan kabul edemedikleri,yani
bilinçaltına ittikleriydi. “Kendini
bil.” Özgür olabilmenin
tek yolu insanın kendi gerçekleriyle yüzleşmesinden geçer.Bastırılan,kabul
edilemeyen herşey psikozlar,fobiler ve nevrotik anksiyete atakları ile o
kişinin yaşamında daha dehşetverici bir biçimde yeralıp o kişiyi yönetirler.
Bilinçaltında yaşamaya mahkum edilmiş,dolayısıyla ihmal edilmiş,reddedilmiş
bir başka kişi vardır:Alter-ego. Doğal olarak o da taleplerde bulunur. Ancak
taleplerini reddettiğimiz sürece hırçınlaşır.Ve hayatı bize dar eder.
Revolutions’da Ajan Smith’in aslında Neo’nun kendi yaratısı olduğunu,daha
doğrusu bir varsanı olduğunu anlarız. Neo, Matrix’i gerçekliği kabul
edemeyen bir mizaca sahip olduğu, bir şizoid gibi yalnız yaşamayı tercih
ettiği ve psikoza yatkın olduğu için sorgulamıştır.Ve şimdi Ajan Smith,onun
kötülüğünün, yıkıcı itkilerinin bir temsilcisi olarak Matrix’te Neo’nun
negatif yansıması olarak onun karşısına çıkmıştır.O, bu gerçekten ne kadar
kaçmak istese de. Smith’in içine girdiği Bane karşısında kör kalışıyla, bu
bilişsel körlük somut bir anlatım biçimine kavuşmuştur.Bu körlük Neo’nun
psikotik narsisizmidir.Freud, psikozların rüyalarda da yaşandığını
söylemiştir.Neo’nun psikozu da yaşam olanağını uzun bir düşe benzeyen
Matrix’de bulmuştur.Diğer bir deyişle, yalnızca bilince dayanan ve bilinçsel
süreçlerin paylaşılabildiği sibernetik bir ortam olan Matrix’te, psikozun
neticesinde ortaya çıkan varsanılar, başkalarınca da görülür hale gelir. Matrix sayesinde insanlar birbirlerine nörotransmitterlarını aktarabilirler.
Böylece filmin sonunda Eros ve Thanatos’un diyalektiksel bütünlük içindeki
kavgalarına şahit olmamız “kaçınılmaz” olur.Neo’nun karşısına tek bir Ajan
Smith’in çıkması ve diğerlerinin seyretmesi Carlyle’in kahramana tapınışının
yeni bir anlatım biçimidir.Aynı şey Neo için de geçerlidir.Direnişçiler
kendilerine değil,Neo’ya inanırlar.Fromm için kitlelerin sorumluluklarını
bir kişinin üzerine yıkmaları özgürlükten kaçmak anlamına gelir.Wilhelm
Reich,insanların bunu politikanın cinsel yaşamlarındaki olumsuz etkisinden
kurtulmak için yaptıklarını söyler.İnsanın kendi libidosundan korktuğunu
söyleyerek Freud,bu görüşlere esin vermiştir.2.Dünya Savaşı’ndan sonra
varoluşçu felsefenin insanlara kendilerini gerçekleştirmekten
çekinmemelerini telkin etmesi ile Stoacılığın bir kez daha dünyaya gelmesi
şaşılacak şeyler değildir.Şeytanı oynayan Ajan Smith,ruhları çalıp kölesi
haline getirir.Filmi seyrederken kendimize soramadan edemeyiz:Neden kötülük
bu kadar kolay yayılabiliyorken, iyilik onun karşısında aciz kalıyor? Neden
Ajan Smith’ten birden çok varken yalnızca bir tek Neo var?Kutsal Kitaplar
bunun yanıtını çoktan vermişlerdir:İnanç yokluğu.Kutsal Kitaplar’da,bilindiği
gibi,her inançsız ruh şeytana teslim olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.Her
an şeytan akılları çelebilir.
İnsanlar kendilerine olan inancı bastırırlar ve yansıtmalı özdeşim ile bunu
bir başkasına ya da bir nesneye yüklerler.Böylece yeryüzü şeytanlarını ve
kahramanları kendileri yaratırlar.Mısırlılar hayvan kurban ederler ve
hayvanın başını keserek üzerine şarap dökerlerdi.Bunu yapmalarının sebebi
kendilerine gelecek bütün kötülüklerin bu başa geleceğine,yani bu başın
kötülükleri üzerine çeken bir tür “paratoner” olduğuna inanmalarıydı.
“Negatif paratoner” diyebileceğimiz bu tip bir olguda Mısırlıların kendi
saldırgan itkilerinden kurtulmak için bu yola başvurdukları açıktır.
“Pozitif paratoner” diyebileceğimiz bir olguda ise insanlar kendilerine olan
inançlarını bir lidere yansıtırlar.
Neo bilinen kuralları aşarak determinist,dolayısıyla kaderci söylemlere
teslim olmuş makineleri şaşırtır.Ajan Smith,Neo’nun öngördüğü gibi
ölmediğini görünce cesaretini yitirir.Neo,makinelerin şehri 01’e vardığında
makineler onu görür görmez kaçarlar.Bu olması mümkün olmayan bir şeydir:01’e
sağsalim varabilmiş bir insan.Bilinmezler,bildiklerini sananlar için ne
kadar da korkutucudur!Kavganın sonunda Neo kendi ölüm tanrısını da içine
alır,ölümü,yani onun için bilinmez olanı kabullenir;kendi gerçekleriyle
yüzleşmesi Matrix’i Smith virüsünden kurtarır.İnsanlığı da makinelerin
gazabından;yani insanlığın kendisinin yarattığı ölüm biçiminden.
Filmin sonunda Mimar ve Kahin, Grek tanrılarını anımsatan bir diyalog
sergilerler.Mimar, Kahin’e “Çok tehlikeli bir oyun oynadın” der.Onlar Zeus ve
Hera rolünü üstlenmişken Sati de Matrix’in göğünde yarattığı manzara ile
Apollon’u oynar.
Yok edemeyeceğin şeyi kontrol edemezsin
(Paul Muad'dib)
• 3/8/2006 D. Cihad Çetin - Kehanet ve Determinizm’e Yeni Bir Bakış
Eğer elimizde şu anın tüm verileri olsaydı bundan bir saniye sonrasını
hesaplayabilir miydik? İşte bu determinizmin özüdür. Fakat determinizm bir
anlamda zamanın varlığını bu teorisiyle reddeder. Yani bir saniye sonrası
yoktur, sadece fenomen devinimler vardır. Bu devinim eğer bir fonksiyona
yerleştirilebilirse ihtimalleri hesaplanabilir.
Benim anlatacağım şey ise daha farklı. Bence kehanette bulunamama sebebimiz,
bizim aslında devinmediğimizle ilgili. Aslında hepimiz durmadan yok olan ve
yeniden yaratılan varlıklardan ibaretiz. Elektronların dönmediği artık
biliniyor. Belli bir yörüngede yokolup kayboluyorlar bu yuzden hızları
hesaplanamıyor. Bu sadece elektronların değil bizim de belirli bir hayat
yörüngesinde yok olup yaratılmamız demek bence. Biz geleceği bilemiyoruz
çünkü orada olmayacağız. Orada olacak şey bizim bilincimizde ve anılarımıza
sahip başka bir biz olacak ve geleceği geçmiş yapana kadar var olacak ve
diğer bir bize verecek sırasını.
Tanrı bu evreni kurup bırakmadı bence, yaratmaya devam ediyor. Bu yüzden
geleceği sadece o bilebilir. Bu yüzden kader denen şey biz doğarken
içgüdüsel olarak bilincimizde. Her anda evrenimiz yaratılıyor. Biz sadece
bir andan ibaretiz, o andan sonra bizden sonra gelecek için biz geçmiş
biziz.Kaos ne kadar açık ve seçik oluyor bu teoriyle öyle değil mi? Herkesin
rüyası olan düzen, eğer devinim yapsaydık hesaplanacak bir ihtimalden başka
bir şey değil. Her şey nedenlere bağlı oluyor, her şey bir öncekinin sonucu
fakat düzenli değil kesinlikle değil.
İDEALİZM MATRIX FELSEFESİ VE
MADDENİN GERÇEĞİ
MATRİX (THE MATRIX)
Geçtiğimiz yıllarda -bu sene de ikinci bölümüyle- en çok seyredilen ve
beğeni toplayan filmlerden biri olan Matrix'de (The Matrix), yapay zeka (artificial
intelligence) olarak ifade edilen makinelerin dünyayı ele geçirdiği ve insan
ırkını sadece bir enerji kaynağı olarak kullanarak, insanlara hayali bir
dünya yaşattıkları senaryo edilmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde
ikincisinin yayına girmesiyle birlikte geniş izleyici kitleleri tarafından
izlenen "Matrix", sanal gerçeklik oluşturan bir bilgisayar programının çok
gelişmiş bir şeklini ifade etmektedir.
![](../KO/madamstgb.jpg)
"Neo" takma ismiyle anılan filmin başrol oyuncusu, bu sistemin içinde, büyük
bir yazılım şirketinde bir bilgisayar programcısıdır. Burada yaşadığı ve 20.
yüzyılın son yıllarında geçen hayatının gerçek olduğunu zannetmektedir.
Halbuki gerçek bedeni 2199'lu yıllarda içi sıvı dolu, dışı zarla kaplı
kapsül benzeri bir mekanda tutulmaktadır. Burada kendisine ne gösterilirse
onu görmekte, ne hissettirilirse onu yaşamaktadır. Aslında bedeni çok farklı
bir ortamda ve zamanda olmasına rağmen, kendisini şehir kalabalığı içinde
işine gidip gelen, bilgisayar programlarıyla uğraşan bir kimse olarak
düşünmektedir. Kısacası "Matrix" denilen yapay bir dünyada, kendini gerçek
bir hayat yaşıyor zannetmektedir.
Gerçeklerin -Neo'nun hayali bir dünyada yaşadığının-
farkında olan "Morpheus"
adındaki karakter, film boyunca Neo'ya gerçekleri anlatmaktadır. Örneğin ona
şimdiye kadar gördüğü, duyduğu, kokladığı, tadını aldığı, hissettiği
şeylerin fiziksel bir gerçekliğinin olmadığını; bunların, beyninin içinde
kendisine gösterilen hayali görüntüler olduğunu delilleriyle açıklamaktadır.
İlerleyen bölümlerde filmin karakterleri arasında geçen, bu yöndeki
konuşmalardan örnekler verilecektir.
Sanal gerçekliğin kullanılmaya
başlandığı önemli alanlardan biri de tıptır. Michigan Üniversitesi'nde
geliştirilen bir teknikle doktor adayları ve özellikle acil servis personeli
yapay bir ameliyathane ortamında eğitilmektedir. Bu uygulamada, bir odanın
zeminine ve duvarlarına ameliyathane ile ilgili görüntüler, ameliyathanenin
ortasına ise bir ameliyat masası ve bir "hasta"nın görüntüsü
yansıtılmaktadır. Doktor adayları ise üç boyutlu gözlüklerini takarak bu
sanal hasta üzerinde ameliyata başlamaktadırlar. Bu resmi gören bir
insan, hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu anlayamayacaktır.
Matrix isimli filmde de, filmin
iki kahramanı, bir koltukta yatar vaziyette iken sinir sistemlerine bir
bilgisayar bağlandığında kendilerini bambaşka mekanlarda görmektedirler. Bir
sahnede, uzakdoğu sporları yaparken, bir başka sahnede ise kendilerini
bambaşka kıyafetler içinde çok kalabalık bir caddede yürürken
bulmaktadırlar. Filmin kahramanı Neo, yaşadıklarının gerçekliği karşısında,
bunların bir bilgisayar tarafından oluşturulan görüntüler olduğuna
inanamadığını söylediğinde ise, bilgisayardaki görüntü dondurulmakta ve bu
kişi gerçek sandığı dünyanın aslında bir görüntü olduğu konusunda ikna
edilmektedir.
![](../KO/M41nhg.jpg)
Filmin bir sahnesinde, gerçekte başına kablolar bağlanmış şekilde, kötü
giysiler içinde, oldukça eski bir koltukta uzanan Neo, bilgisayar programı
yüklendikten sonra, kendisini bambaşka kıyafetlerle bambaşka bir yerde
bulmaktadır. Kötü görünümlü giysileri değişmiş, saçı uzamıştır. Bulunduğu
simülasyon ortamında, gerçek halinden tamamen farklı bir görünüme
bürünmüştür.
![](../KO/MorpheusNeoSimulatedReality.jpg)
![](../KO/M42nhbg.jpg)
![](../KO/M200ghgh.jpg)
![](../KO/M65_c.jpg)
Morpheus : Bu inşaa, bizim yükleme programımız. Herşeyi yükleyebiliriz.
Giysi, donanımlar, silah, eğitim simülasyonları, ihtiyacımız olan herşeyi.
Neo : Şu anda bir bilgisayar programının içinde miyiz?
Morpheus : Buna inanmak çok mu zor? Giysilerin farklı. Kolların ve kafandaki
bağlantılar gitmiş. Saçın değişmiş. Şu andaki görüntün geçici bir benlik
resmi. Dijital benliğinin zihinsel bir projeksiyonu.
Konuşmalarından anlaşıldığı gibi filmdeki Neo adlı karakter, gördüklerinin
hayal olamayacak kadar gerçekçi olmasından dolayı gerçeği kabullenmek
istememektedir. Bunun üzerine gerçeklerin bilincinde olan Morpheus ile
aralarında şöyle bir konuşma geçer:
![](../KO/mat7.jpg)
![](../KO/Matrixbc.jpg)
![](../KO/M43vfdfv.jpg)
Neo : Bu
gerçek değil mi? (koltuğu göstererek)
Morpheus :
Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp,
tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, gerçek, beyne iletilen elektrik
sinyallerinin yorumlanmasıdır.
Morpheus adıyla anılan bilge
kişi tarafından, Neo'ya gerçek olduğunu düşündüğü dünyanın, aslında
simülasyondan başka bir şey olmadığı gösterilir. Buna, gördüğü her ayrıntı
dahildir. Arabalar, şehir gürültüsü, trafik, gökdelenler, okyanus, insanlar,
kısacası herşey sadece bilgisayar programı ile zihinde meydana gelen bir
canlandırmadan ibarettir. Dikkat edilecek olursa Morpheus adlı karakter,
yukarıdaki sözlerinde, gerçek zannedilen algıların beyne iletilen elektrik
sinyallerinin yorumu olduğunu bilimsel olarak anlatmaktadır.
Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise
şudur: Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik
sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı,
tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün
mallar, eviniz, işiniz ve bu sayfadaki satırlar yalnızca ve yalnızca
beyninizdeki elektrik sinyallerinden ibarettir.
Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze
gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu
"etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik
sinyallerini seyrederiz. Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü birkaç
cm3'lük görme merkezinde oluşur.
Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da
"evren" dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik
sinyalleridir.
Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne
renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek
şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın
işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s.
16)
Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında,
herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin
içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak
düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme
uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı
verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden
sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı,
gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği,
kapkaranlık bir noktada yaşanır.
Görüldüğü gibi Matrix filminde işlenen konu,
sayfalarımızda yer verdiğimiz bilimsel gerçeklikle aynı paraleldedir. Gerek
filmdeki konuşmalarda gerekse yukarıdaki alıntılarda belirtildiği gibi, biz
sadece, bize beynimizde gösterilen görüntülerle muhatap oluruz. Ne kadar
gerçekçi olurlarsa olsunlar, tüm algılarımız zihnimizin birer yorumudur.
Dolayısıyla seyrettiğimiz, parçası olduğumuz bu görüntülerin yapay
sinyallerle oluşturulup oluşturulmadığından hiçbir zaman emin olamayız.
Diğer bir deyişle gerçekle hayal arasındaki farkı asla söyleyemeyiz.
Şimdi bu konuya yine filmden
parçalara yer vererek biraz daha detaylı değinelim.
![](../KO/matrix33df.jpg)
![](../KO/Matrixsanalger%E7ek.jpg)
Hayallerle Gerçekler Arasındaki Ayırt Edilemezlik
Filmden alınan karelerde
görüldüğü gibi, filmin kahramanı Neo'ya gerçekleri gösteren Morpheus, onun
bir hayal dünyasında yaşadığını ve yaşadıklarını gerçek sandığını, bu sefer
televizyondan gösterdiği görüntülerle anlatmaktadır. Neo'nun, Matrix'in
içinde gördüğü gökdelenler, arabalar, modern görünüm ve diğer tüm detaylar
sadece zihninde kendisine seyrettirilen algılardır. Dünyanın o anki gerçek
hali ise bambaşkadır; yıkılmış, harap olmuş bir gezegendir. Ancak Neo,
kendisine anlatılana kadar, hep gerçek bir dünyada olduğunu düşünmüş ve
hayatının gerçekliğinden hiçbir şüphe duymadan, bu hayali dünyaya aldanarak
senelerce yaşamıştır.
![](../KO/M22502thematrix.jpg)
Morpheus : Bu bildiğin dünya, 20. yüzyılın sonundaki dünya. Şu anda sadece beyin
etkileşimli bir simülasyonun parçası. Buna "Matrix" diyoruz. Bir hayal
dünyasında yaşıyordun. Bu, bugünkü haliyle gerçek dünya... Gerçeğin çölüne hoşgeldin...
![](../KO/Matrix_Desert_reel_04.jpg)
Filmin bu kareleri ile ilgili kitaplarımızda
daha evvel yer alan yorumlardan bir kısmı şöyledir:
... "Dış dünya"ya hiçbir zaman ulaşamadığımıza göre, bu dünyanın gerçekten
var olduğunu nasıl bilebiliriz?
Elbette ki bilemeyiz. Aksine, her nesne yalnızca algıların bir toplamı
olduğuna, algılar da yalnız zihinde var olduklarına göre, bizim için var
olan algılar dünyasıdır. Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan,
orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana
gelen bir dünyadır ve bizim varlığından emin olabileceğimiz tek dünya da
budur.
Beynimizde seyrettiğimiz algıların maddesel karşılıkları olduğunu ise asla
ispatlayamayız. Bu algılar pekala "yapay" bir kaynaktan da geliyor
olabilirler.
Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:
Önce, beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir kübün içinde suni olarak
yaşattığımızı varsayalım. Bir de bunun yanına, her türlü elektrik sinyalinin
üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim. Sonra, herhangi bir ortama ait
görüntü, ses, koku gibi verilerin elektrik sinyallerini yapay olarak bu
bilgisayarda üretelim ve kaydedelim. Bu bilgisayarı elektrik kablolarıyla
beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri
beyninize gönderelim. Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle
"siz"), bunların karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacaktır.
Bu bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri de
gönderebiliriz. Örneğin bir masada otururken algıladığınız bütün görme,
işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize
gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir iş adamı
sanacaktır.
![](../KO/matrix44.gif)
![](../KO/M48hn.jpg)
Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam
edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde
anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için beyindeki
ilgili merkezlere gerekli uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar yapay
bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı
kaynağından geliyor olabilir.
Algılarımızın Gerçekçi Olması Dış Dünyada Maddesel Karşılıkları
Olduğunu Kanıtlamaz
Algılarımızın maddesel bir karşılığı
olduğunu hiçbir zaman ispatlayamayız. Çünkü beynimizde algıların oluşması
için dış dünyaya ihtiyacımız yoktur. Bugün -kitabın başında da değindiğimiz
gibi- simülatörler gibi birçok teknolojik gelişme bu gerçeğin en önemli
delilleridir. Filmin kahramanı Neo da, eğitim amaçlı girdiği simülasyon
ortamını son derece gerçekçi bulmaktadır. Öyle ki dövüş esnasında
gösterilecek başarının kasların gücüne bağlı olduğunu ve o ortamda gerçekten
havayı soluyarak yaşadığını düşünmektedir. Halbuki gerçek bedeni bir
koltukta bilgisayar sistemine bağlı olarak uzanmaktadır.
![](../KO/M46gbfg.jpg)
Tank : Savaş eğitimine ne dersin?
Neo : "Jujitsu". Jujitsu mu öğreneceğim?
Yükleme tamamlandıktan sonra...
Neo : Kung Fu biliyorum.
Morpheus : Göster bana.
Morpheus : Bu bir dövüş programı. Matrix'in programlanmış gerçeğine
benziyor. Aynı temel kuralları var. Yerçekimi gibi. Bu kurallar bir
bilgisayar sisteminin kurallarından farksız. Bazı kurallar değişebilir.
Bazıları da çiğnenebilir.
![](../KO/matrix42.gif)
![](../KO/matrix45.gif)
Günümüzde de filmdekine benzer bir teknoloji kullanılarak kişilere, çok
farklı mekanlarda yaşadıkları hissettirilebilmektedir. Ve bu insanlar
gördükleri, duydukları, yaptıkları şeyler gerçekmişçesine tepkiler
verebilmektedirler. Bazen bir oda büyüklüğündeki bir kübün tüm duvarlarına
ve zeminine stereo görüntüler yansıtılır ve bu odaya giren kişiler,
taktıkları stereo gözlüklerle, odada dolaşıp kendilerini bambaşka
mekanlarda, örneğin bir şelale kenarında, bir dağın zirvesinde, denizin
ortasındaki bir geminin güvertesinde görebilirler. Başa takılan kasklar üç
boyutlu, derinlik ve mekan algısı olan görüntüler oluştururlar. Görüntüler
insan boyutları ile orantılı olarak verilir ve eldiven gibi bazı aletlerle
dokunma hissi sağlanır. Böylece bu aletleri kullanan kişi, gördüğü sanal
dünyadaki eşyalara dokunabilir, onların yerlerini değiştirebilir. Bu
mekanlarda insanın gördüğü görüntüdeki sesler de son derece inandırıcıdır.
Ses her yönden, farklı derinliklere sahip olarak verilebilmektedir. Bazı
uygulamalarda, dünyanın çok farklı yerlerindeki birkaç kişiye aynı sanal
ortam gösterilebilmektedir. Böylece örneğin dünyanın farklı ülkelerinden,
hatta farklı kıtalarından üç insan, kendilerini diğerleri ile birlikte bir
sürat motoruna binerken ya da bir toplantı sonunda fikir alışverişinde
bulunurken görebilirler.
![](../KO/matrix_0_47_36_960.jpg)
![](../KO/matrix15gf.PNG)
Bu örnekler göstermektedir ki, bizim kendimizi bir mekanda görebilmemiz için
dış dünyanın var olması şart değildir. Bizim dünya hakkında algıladığımız
tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular yapay bir kaynaktan da gelse,
gerçekten var olsa da bizim bunu birbirinden ayırt etmemiz mümkün değildir.
Biz her durumda yalnızca zihnimizin içinde yaşarız ve asla dışarıdaki
maddenin aslına ulaşamayız.
Görüntüdeki Kalite, Detaylardaki Zenginlik Sizi Aldatmasın!
![](../KO/matrix_femme_en_rouge_02.jpg)
Filmin yine bir başka sahnesinde, simülasyon ortamında Neo'ya Matrix
adındaki sanal dünya tanıtılır. Herşey gerçeğe son derece uygundur. Neo,
sokakta yürüyen insanların trafik ışıklarında durduklarını, sonra da yeşil
yanınca yürümeye devam ettiklerini görür. Hatta kalabalık içinden birinin
omzuna çarptığını, vücudunun sarsıldığını hisseder.
![](../KO/matrix_femme_en_rouge_04g.jpg)
Morpheus : Matrix bir sistemdir Neo... İçeride, etrafına baktığında ne
görüyorsun? İş adamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar. Kurtarmaya
çalıştığımız insanların zihinleri. Onları kurtarana dek, sistemin bir
parçası olarak kalacaklar... Anlamalısın, bu insanların çoğu sistemden
çıkmaya hazır değiller. İçlerinden çoğu sisteme o kadar umutsuzca bağlı ki
onu korumak için savaşacaklar…
![](../KO/matrix_0_54_49_480.jpg)
Neo'nun gerçekmişçesine etrafa
bakındığı bir anda, Morpheus "durdur" emri verir ve bir anda etraflarındaki
görüntü olduğu şekliyle donar. İnsanlar oldukları halleriyle kalakalırlar,
havuzun akmakta olan suyu durur, kuş havada bulunduğu noktada asılı kalır.
Bu görüntü üzerinde bir tek Morpheus ve Neo konuşmalarına devam
etmektedirler. Neo çok şaşırır, fakat o zaman etrafındaki herşeyin yaşadığı
hayalin bir parçası olduğunu, gerçekliğinin olmadığını daha iyi kavrar.
![](../KO/MWhat_are_they.jpg)
Morpheus :
Durdur.
Neo : Bu Matrix değil mi?
Morpheus :
Sana bir şey öğretmek için tasarlanmış bir program.
![](../KO/N4b.jpg)
Bu filmde yaşanan olayların insan
yaşantısında da benzer şekilde olmadığını ispat etmek mümkün değildir. Bir
kişi ne kadar inandırıcı detaylarla dolu bir mekanda olsa da bunları sadece
kendi zihninde yaşamaktadır. Kendi dışında bu olayların, mekanların,
kişilerin asılları varsa da bunlara ulaşamaz. Bu konuyu açıklayan
izahlarımızdan bazıları şöyledir:
İnsan, bir nevi ekranda 3 boyutlu, son derece net, son derece gerçekçi bir
film seyretmektedir. Bu ekrana adeta yapışık olduğundan bir türlü filmden
sıyrılıp, içinde bulunduğu durumu göremez. (Sonsuzluk Başlamış Durumda, s.
43)
… madde dünyası olsa da olmasa da, insan sadece beynindeki algılar dünyasını
izler. Maddelerin asılları ile hiçbir zaman karşılaşamaz. Dahası, her insana
kopyasını görüyor olmak yetmektedir. Örneğin, rengarenk çiçeklerle bezenmiş
bir bahçeyi gezen bir insan, gerçekte bu bahçenin aslını değil, beynindeki
kopyasını görür. Ancak, bu bahçe o kadar gerçekçidir ki, her insan bu
hayalinde oluşan bahçeden gerçekmiş gibi aynı zevki alır. Hatta bugüne kadar
milyarlarca insan, bu bahçe gibi gördüğü herşeyin aslını gördüğünü
sanmıştır… (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 48)
![](../KO/MSpoon.jpg)
Fizik Kanunları da Algılarımızın Bir Yorumudur
Morpheus, Neo'nun maddenin aslına ilişkin
gerçekleri kavraması için pek çok yöntem denemekte ve ona pek çok delil
sunmaktadır. Bir önceki bölümde eğitimin bir parçası olarak, Matrix adlı
sistemin bir kopyasında görüntünün dondurulduğunu, böylece gerçek gibi
görünen herşeyin aslında sanal bir gerçeklik olduğunu gösterdiğini
anlatmıştık. Neo'nun buradaki eğitimi, şu konuşmalarla devam eder:
Neo : Onlar ne?
Morpheus : Duyusal programlar. Sisteme bağlı kalarak her türlü yazılıma
girip, çıkabilirler. Sistemden çıkarmadığımız herkes potansiyel bir ajandır. Matrix'in içinde neredeyse herkes bir ajan ya da değil. Onlardan saklanarak
ve kaçarak hayatta kaldık ama onlar kapı bekçileri. Tüm kapıları tutmuşlar.
Anahtarlar onlarda. Er ya da geç, birisinin onlarla savaşması gerekecek.
Neo : Birisi mi?
Morpheus : Sana yalan söylemeyeceğim. Bir ajana karşı gelip, onunla savaşan
herkes, canından oldu. Onların yapamadıklarını sen yapacaksın.
Neo : Neden?
Morpheus : Bir duvarın içinden yumruk atan ajanlar gördüm. İnsanlar onlara
bir şarjör boşalttı; ancak sadece havayı vurdular. Güçleri ve hızları,
kurallara dayalı bir dünyaya bağlı. Bu yüzden senin kadar hızlı ve güçlü
olamazlar.
Neo : Ne söylemeye çalışıyorsun? Kurşunları tutabileceğimi mi?
Morpheus : Hayır Neo. Demek istediğim şu: Hazır olduğunda buna gerek
kalmayacak.
Yukarıdaki konuşmalarda da Morpheus, Neo'ya sürekli olarak fizik
kurallarıyla düşünmemesini öğütlemektedir. Matrix adlı sistemde "ajan"
olarak tanınan güvenlik görevlileri, sistemdeki sanal karakterlerin
bedenlerini kullanarak herşeye hakim olabilmektedirler. Ancak bu sistemin
zihinlere gösterilen yapay bir dünya olmasından ötürü, Neo'nun en imkansız
gibi görünen şeyleri de başarabileceği anlatılmaktadır.
İleriki sahnelerde ise filmdeki karakterlerin gerektiğinde insanüstü bir
performans sergileyebildikleri görülmektedir. Bunu son derece gerçekçi bir
şekilde yaşamaktadırlar. Ancak bu, aslında bilgisayar tarafından beyinde
yaşatılan hayallerden ibarettir. Filmin kahramanı Neo bu heyecan verici
olayları yaşadığını zannederken, aslında koltuğunda oturmaktadır.
Diğer taraftan Morpheus, Neo'nun zihnini, yaşamı boyunca edindiği
önyargılardan, aldığı telkinlerden kurtarmaya -filmdeki ifadesiyle zihnini
özgürleştirmeye- çalışmaktadır. Bu amaçla her iki oyuncu da bir atlama
programına bağlanırlar. Burada Morpheus, birbirinden uzak ve son derece
yüksek binalar arasında adeta uçuyormuş gibi atlar ve Neo'nun da zihnini
özgürleştirdiği (yani önyargılarından kurtulduğu) takdirde bunu
başarabileceğini söyler. Ancak Neo bir bilgisayar programında olduğunu
bildiği halde, kendini fizik kurallarına bağlı düşünmekten
alıkoyamamaktadır. Diğer bir deyişle gerçek olmayan bir ortamı, çok fazla
önemseyerek atlarken düşeceğinin korkusunu yaşamaktadır.
Önceki sayfadaki karelerde de Neo'nun bu yüksek binalar arasında atlamayı
denerken, atlayamayacağına dair tereddüt ve korku duymasıyla birlikte beton
zemine düşüşü görülmektedir.
Filmde bilimkurgu unsurlar olmakla birlikte, verilen mesajlar son derece
düşündürücüdür. Örneğin maddenin ve mekanın hayal olduğunu anlayan bir kişi,
diğer insanların bilmediği çok önemli bir sırrı daha kavrar: Dünyada geçerli
olan sebep-sonuç ilişkileri, maddenin fiziksel özelliklerinin sonucunda veya
insanlar arasındaki ilişkilerin neticesinde oluşmamaktadır. Madde bir algı
olduğuna göre fiziksel bir etkiye sahip olamaz. Her fiziksel etki, ayrı ayrı
olarak yaratılır. Örneğin atılan bir taş camı kırmaz; taşın atılması ve
camın kırılması görüntüleri ayrı ayrı yaratılır. Gemileri suda yüzdüren
"suyun kaldırma kuvveti" veya kuşları havada tutan "havanın kaldırma
kuvveti" de birer algı olarak yaratılır. Dolayısıyla aslında bu gibi "kuvvetler"in
hepsi, gerçekte modern tabirle bunları projekte eden evrensel bir
bilince ( İslami tabirle Allah'a ) aittir. Dinsel olarak Allah derken
metafizik yada parapsikoloji dilinde buna Makrokozmik zihin yada evrensel
enerji tabirlerinide kullanabiliriz. Kimi kültürlerde Allah herşeyin içine
dolan herşeyi saran ve herşeyi birbirine bağlayan evrensel bir tür GÜÇ
alanı olarakta görülebilir.
Nitekim filmde de bu gerçekleri öğrenen başrol oyuncusu, bilgisayara bağlı
bir koltukta uzanırken, Matrix olarak anılan sanal dünyaya girdiğinde, fizik
kanunlarının dışında hareketler yapabildiğini görür. Örneğin yandaki
karelerde görüldüğü gibi kendini kurşunlara hedef olmayacak kadar olağandışı
bir hızla hareket ederken bulmaktadır. Üstelik herşey öylesine gerçekçidir
ki, aktör gözünü koltukta açtığında hala büyük bir şaşkınlık yaşamaktadır.
Bu da bir ortamı insanlara yaşatmak için dışarıdaki somut gerçekliğe ihtiyaç
olmadığının çok önemli bir kanıtıdır.
Maddenin aslı konusunu anlattığımız eserlerde bu konu üzerinde de durmuş ve
fizik kurallarının da zihinde meydana geldiğini şöyle anlatmıştık:
Beynimizin içindeki hayalde, elimizden bıraktığımız bir kalem hep yere
düşmektedir. Buna neden olan sebep sonuç ilişkisinin araştırılması
neticesinde "yerçekimi kanununu" buluruz. Evrenin bilinci ( Allah) ,
ruhumuza izlettirdiği görüntüleri belli sebeplere ve kanunlara bağlıymış
gibi göstermektedir. Bu sebeplerin ve kanunların yaratılmasının bir nedeni,
hayatın imtihan için yaratılmış olmasıdır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s.
200)
Beynimizin İçindeki Görüntülerin Dışına Çıkamayız
Doğumumuzdan itibaren beş duyumuza bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın,
duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir.
![](../KO/matrix24.gif)
İnsanın hayatına dair bildiği herşey gözleriyle gördükleri, kulaklarıyla
duydukları, elleriyle dokunduklarından, kısacası duyu organlarıyla
algıladıklarından oluşur. Yani insan daima kendi "kişisel dünyasında" yaşar.
Uzaydaki yıldızlar, üzerinde yaşadığımız dünya, dünyayı dolduran milyarlarca
insan, çevremizde gördüğümüz her canlı, evimiz, evimizin içindeki
eşyalarımız, şu an üzerinde oturduğumuz koltuk, elimizde tuttuğumuz kitap ve
daha milyonlarca detayla şimdiye kadar binlerce kez karşılaşmışızdır. Ancak
bunların hepsi, yine bizim "kişisel dünyamıza" ait hislerdir. Hiçbir insan,
şimdiye kadar kendi seyrettiği bu dünyanın dışına çıkamamıştır. İnsan ne
yaparsa yapsın, tüm yaşantısının ve bedeninin bir hayal olduğu, bunların
asılları ile muhatap olmadığı gerçeğini değiştiremeyecektir...
What is the Matrix... Matrix Nedir?
![](../KO/what_is_the_matrix_01.gif)
![](../KO/morpheusgg54.jpg)
Filmden gördüğünüz kareler, Neo'nun, Matrix'in ne olduğunu öğrenmek
için Morpheus'la yaptığı görüşmeye aittir. Morpheus bu konuşma esnasında, Neo'ya Matrix'in ne olduğunu tarif ederken, bu sistemden "gerçeği görmesini
engelleyen bir perde" olarak bahsetmektedir:
![](../KO/matrix_Neo_morfeus.jpg)
Morpheus : Neden burada olduğunu anlatayım. Bir şey bildiğin için buradasın.
Bildiğini açıklayamıyorsun. Ama hissediyorsun. Hayatın boyunca hissettin.
Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu anlamıyorsun, ama orada
beyninde kıymık gibi seni çıldırtan birşey. Seni bana getiren şey bu
duyguydu. Neden söz ettiğimi biliyor musun?
Neo : Matrix mi?
![](../KO/Matrix_DivX_14.jpg)
Morpheus: Ne olduğunu öğrenmek ister misin? Matrix her yerde. Etrafımızda.
Şu anda, bu odada. Pencereden dışarı baktığında görürsün ya da televizyonu
açtığında. İşe gittiğinde hissedersin... Vergi öderken. Gerçeği görmemen
için dünya, bir perde gibi önüne çekilmiş sanki.
![](../KO/Morfeus_Pilules_du_choix.jpg)
![](../KO/Matrix_DivX_13.jpg)
![](../KO/matrix_hap.jpg)
![](../KO/matrix_pillsfg.jpg)
Filmin kahramanı Neo, gerçeği öğrenmek üzere, bulunduğu kapsülden çıkarılıp
uyandırılana kadar, kendisine gösterilen hayali dünyanın farkında değildir.
Çünkü hayatının her anında bu sistemle iç içe yaşamış ve çevresindeki tüm
insanlardan bu hayatın gerçek olduğu telkinini almıştır. Bu nedenle Neo'nun
ikna edilmesi, o ana kadar gerçek zannederek yaşadığı hayatının bir hayalden
ibaret olduğunu kavraması vakit almıştır.
![](../KO/Neomirror.jpg)
![](../KO/matrix26.gif)
![](../KO/matrix01d.jpg)
Bu durum günümüzde maddenin aslı konusunda bilgilendirilen bir kısım
kimseler için de geçerlidir. Maddenin mutlak varlığına inanan ve
gördüklerinin dış dünyadaki asılları ile muhatap olduğuna emin olan kimseler
birtakım mantıksız itirazlara yönelmektedirler. Ancak burada anlatılanlar,
-kim ne kadar itiraz ederse etsin- tıpkı bir fizik kanunu veya bir kimya
formülü kadar kesin gerçeklerdir.
Matrix filminin yukarıdaki görüntüleri ile benzerlik içinde olan
izahlarımızdan bir kısmı şöyledir:
Dünyada yaşadığımız hayatın birer parçası olan tüm olaylar, insanlar,
binalar, şehirler, arabalar, mevkiler, kısacası hayatımız boyunca
gördüğümüz, tuttuğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız, dinlediğimiz herşey, gerçekte beynimizde oluşan görüntü ve hislerdir.
Biz, bize verilen telkinle bunların, beynimizin dışındaki bir dünyada sabit
olduklarını, her birinin maddesel varlıklar olduklarını ve bizim bu nedenle
bunların asıllarını gördüğümüzü, hissettiğimizi zannederiz. Oysa, biz hiçbir
varlığın aslını asla göremeyiz ve bu varlıkların asıllarına asla
dokunamayız. Kısacası bizim hayatımız boyunca madde sandığımız herşey
aslında bir hayal olarak beynimizde meydana gelen görüntülerden
oluşmaktadır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 8)
Eğer dikkatlice düşünürseniz, gören, işiten, dokunan, düşünen ve şu anda bu
kitabı okuyan akıllı varlığın, sadece bir ruh olduğunu ve sanki bir tür
perde üzerinde "madde" denen algıları seyrettiğini hissedebilirsiniz. Bunu
kavrayan insan, insanlığın büyük bölümünü aldatan maddi dünya boyutundan
uzaklaşıp, gerçek varlık boyutuna girmiş olur… (Sonsuzluk Başlamış Durumda,
s. 46)
Gören Gözlerimiz Değildir, Görüntü Beynimizde Oluşur
Daha önce de belirttiğimiz gibi, hayatımız boyunca aldığımız telkinle, tüm
dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Hatta "gözlerimiz dünyaya
açılan pencerelerimizdir" diye biliriz. Oysa, görmenin bilimsel açıklamasına
göre gerçek böyle değildir; çünkü biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz ve
gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının"
gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler.
Matrix adlı filmde de başrol oyuncusu, gerçekte kablolarla makineye bağlı
olduğu ve gözleri kapalı olarak bir koltukta yattığı halde, çok canlı bir
hayat yaşadığı hissine kapılmaktadır. Ancak o ana kadar gördüğü tüm
rengarenk, aydınlık, canlı görüntüler, kendisine fiziksel bir gözün
varlığına ihtiyaç duymadan gösterilmiştir. Aynı şekilde koştuğunu, hareket
ettiğini, kavga ettiğini zannettiği görüntüleri de, kaslarını kullanmadan
bir koltukta yatarken sadece izlemiştir.
Filmin kahramanı gerçek hayata dönüp gerçek zannettiği şeyleri, aslında
hayali bir dünyanın içinde yaşadığını anladığında ise çok şaşırmıştır. O
güne kadar cam bir fanusun içinde, beynine verilen elektrik sinyallerinden
oluşan hayali bir dünyada yaşadığı halde, kendisini bir bilgisayar
programcısı zannetmekte ve yandaki resimde görülen mekanda uyumaktadır. Yani
hayatı sandığı herşey gerçekte bir hayaldir.
![](../KO/M_TheMatrix_DivX__0.jpg)
Neo : Ne yapıyorsun?
Morpheus : Kasların çöktü onları yeniden çalıştırıyoruz.
Neo : Gözlerim neden acıyor?
Morpheus : Onları hiç kullanmadın. Dinlen Neo. Yanıtlar geliyor.
Yukarıdaki konuşmalardan anlaşıldığı üzere, Neo gözlerini ya da vücut
kaslarını kullanmadan kendisine beynine iletilen yapay sinyallerle gerçek
bir hayat yaşadığı izlenimi edinmiştir. Gözlerini hiç kullanmadığı halde son
derece renkli, aydınlık ve canlı bir dünya ile muhatap olmuş; aynı şekilde
kaslarını kullanmadığı halde hayatı boyunca kendini hareket halinde
hissetmiştir.
Buradaki durum her insan için de benzerdir. Örneğin bir kişi markette
alışveriş yapan insanlara baktığında, bu insanları ve marketi gözleriyle
görmez; çünkü bu manzaraya ait görüntü gözünün önünde değil, beyninin arka
tarafında oluşur. Dolayısıyla göze ihtiyaç duymaksızın, beyninin ilgili
bölgesine gönderilen yapay sinyallerle de aynı görüntüyü görmesi mümkün
olabilecektir.
Filmin yukarıdaki kareleri ile paralel olarak, kitaplarımızda yer alan
ifadelerden bir kısmı şöyledir:
Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız
boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü
zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki
bir manzarayı görmezsiniz. Siz, beyninizin içinde oluşan manzaraya ait
görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir
gerçektir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 10)
Bilindiği gibi, gözümüzdeki hücrelerden gelen elektrik sinyalleri,
beynimizde görüntüye çevrilir. Örneğin, beyin, görme merkezine gelen bazı
elektrik sinyallerini bir ayçiçeği tarlası olarak yorumlar. Öyle ise gören
göz değildir.
Peki, gören gözlerimiz değilse, beynin arka kısmında, kapkaranlık bir
mekanda, bir göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine, göz bebeğine ihtiyaç
duymadan, elektrik sinyallerini rengarenk bir ayçiçeği tarlası olarak gören,
bu gördüğü manzaradan zevk alan kimdir?
… beynin içinde oluşan bu görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi
izleyen, izledikleri ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan,
telaşlanan, merak eden kimdir? Tüm gördüklerini ve hissettiklerini
yorumlayacak bilinç kime aittir?
Hayatı boyunca, kapkaranlık, sessiz kafatasının içinde kendisine gösterilen
görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç çıkaran, karar veren bilinç sahibi
varlık kimdir?
Bütün bunları algılayan, bilinci meydana getiren varlığın, şuursuz atomların
oluşturduğu, su, yağ protein gibi maddelerden meydana gelen beyin
olamayacağı açıktır. Beynin ötesinde, çok daha farklı bir varlık olmalıdır.
… Beyninin içindeki görüntüyü "görüyorum" diyen, beyninin içinde duyduğu
sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan ve "ben benim"
diyen bu varlık Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. (Hayalin Diğer Adı:
Madde, s. 79-80)
Tüm Lezzetler Beyinde Oluşur
Tat alma algısı da diğer duyu organlarına benzer şekilde açıklanabilir.
İnsan dilinin ön tarafında dört farklı tip kimyasal alıcı vardır; bunlar
tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir
dizi işlemden sonra bu algıları elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne
iletirler. Ve bu sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir
pastayı, peyniri, portakalı ya da sevdiğiniz bir yemeği yediğinizde
aldığınız tat, gerçekte elektrik sinyallerinin beyin tarafından
yorumlanmasıdır.
![](../KO/matrix55.gif)
Matrix filminde de bu gerçek yemek masasındaki konuşmalar esnasında şöyle
yorumlanmıştır:
Tank : Haydi dostum. Şampiyonların kahvaltısı. (Neo'ya lapa benzeri bir
yemek ikram ediliyor.)
Mouse : Gözlerini kapatırsan yumurta yediğin izlenimine kapılırsın... Bana
neyi hatırlattı biliyor musun? Leziz buğday. Hiç leziz buğday yedin mi?
Switch : Hayır, ama aslında sen de yemedin.
Mouse : Demek istediğim de bu. Makinelerin leziz buğdayın tadını nereden
bildiğini merak ediyorsundur. Belki yanlış yaptılar. Belki leziz buğdayın
tadı yulaf ezmesi ya da ton balığı gibiydi. Bu durumda insanın aklına çok
şey takılıyor. Örneğin tavuk, belki tavuğun tadına karar veremediler, bu
yüzden tavuk etinde herşeyin tadı var.
Dozer : Yediğim şey sentetik aminoasitler, vitaminler, minerallerle
birleştirilmiş. Vücudun ihtiyacı olan herşey.
Filmin bir başka sahnesinde ise, gerçekleri -Matrix adlı sistemin
kendilerine hayali bir dünya yaşattığını- bilen karakterlerden biri, yediği
yemeği şöyle tarif etmektedir:
![](../KO/M71b.jpg)
Mr. Reagan :
Biliyor musunuz bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu
ağzıma koyduğumda Matrix'in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu
söylediğini biliyorum...
Yukarıdaki karelerde açıklama yapan kişi, tüm hayatının kendisine bir
bilgisayar programı tarafından gerçekmiş gibi gösterildiğini bilmektedir. Bu
nedenle yediği bifteğin lezzetinin gerçekte var olmadığını, bunu sadece
beyninde algıladığını söylemekte, ancak yine de bu lezzetten gerçekmiş gibi
zevk aldığını belirtmektedir. Bu konuşmalara ilişkin kitaplarımızda yer
verilen açıklamalardan bir kısmı şöyledir:
Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da
"evren" dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik
sinyalleridir. Örneğin meyve yiyen biri, aslında meyvenin beynindeki
algısıyla muhataptır, aslıyla değil. Kişinin "meyve" diye nitelendirdiği
şey, meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin
beyinde algılanmasından ibarettir. Eğer beyne giden görme sinirini
keserseniz, meyve görüntüsü de bir anda yok olur. Veya burundaki
algılayıcılardan beyne uzanan sinirdeki bir kopukluk, koku algınızı tamamen
ortadan kaldırır. Çünkü meyve, birtakım elektrik sinyallerini beynin
yorumlamasından başka bir şey değildir. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s.
24)
Çilek suyu içen bir kişinin beynine giden tat alma sinirleri kesilse, içtiği
meyve suyunun tadını tamamen yitirecektir.
Beyninizde oluşan bir pasta görüntüsüne beyninizde oluşan şeker tadı eklenir
ve pasta hakkında herşey sevdiğiniz hale gelir. Siz iştahla pastanızı
yediğinizde aldığınız tat, aslında elektrik sinyallerinin beyninizde meydana
getirdiği bir etkiden başka bir şey değildir. Beyniniz dışarıdan gelen
uyarıları nasıl yorumlarsa siz ancak onu bilirsiniz. Yoksa dışarıdaki
nesneye asla ulaşamazsınız; örneğin çikolatanın kendisini göremez,
koklayamaz ve tadamazsınız. Ya da beyninize giden tat alma sinirleri
kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün
olmaz, tat duyunuzu tamamen yitirirsiniz. Aldığınız tatların olağanüstü
gerçekçi olması üstelik bunlara ait görüntüleri de seyrediyor olmanız sizi
kesinlikle aldatmasın. Konunun bilimsel açıklaması bu şekildedir. (Hayalin
Diğer Adı: Madde, s. 40)
Aynı şekilde, bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır.
Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü
nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu
veya tadını alabilir. Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen
kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir
zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s.
46)
... Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat,
elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye
ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve
tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tad alma sinirleri kesilse, o an
yediğiniz herhangi birşeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tad
duyunuzu tamamen yitirirsiniz. Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar:
Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir
sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile
aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir.
Tüm Kokular da Beynin İçinde Oluşur
Algıladığınız kokular da aslında uzak bir mesafeden size ulaşmaz. Koku alma
merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin kokusu zannedersiniz.
Oysa bir gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün
kokusu da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir. Dışarıda ne gülün
ne de ona ait bir kokunun varlığını bilemezsiniz. Çünkü algılarımızın bize
tanıttığı dış dünya aslında beynimize ulaşan "elektrik sinyalleri
bütünü"nden başka bir şey değildir. Beynimiz hayatımız boyunca bu sinyalleri
değerlendirir. Biz de maddenin "dışarıdaki" aslı ile muhatap olduğumuzu
sanarak yanıldığımızın farkında olmadan bir ömür süreriz.
Matrix filminin bir sahnesinde de kokunun gerçekliğinden şüphe edilmekte,
fakat bir yandan da algıdaki inandırıcılığa dikkat çekilmektedir.
Ajan : Ben buradan nefret ediyorum. Bu hayvanat bahçesinden, bu
hapishaneden, bu gerçeklikten ya da her ne diyorsanız. Artık
dayanamayacağım. En çok da koku, böyle bir şey varsa. Bunu fazlasıyla
hissediyorum.
Filmdeki Matrix adlı bilgisayar sisteminde, "güvenlik sorumlusu ajan"
karakterinin yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, diğer tüm
algılarımız gibi kokunun da aslı olup olmadığını anlamamız mümkün değildir.
Bu konu kitaplarımızda şöyle yer almıştır:
Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen
bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda
etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir
ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye
adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik
sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir
şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz
kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde
algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamazlar. Ses ve
görüntüde olduğu gibi beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir.
Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak
bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile hissettiğiniz elektrik
uyarılarıdır.
... bir görüntünün zihnimizde oluşması için, dışarıda bir kaynak olmasına
ihtiyaç yoktur. Aynı durum koku algısı için geçerlidir. Nasıl ki rüyanızda
veya hayalinizde olmayan bir kokuyu duyabiliyorsanız, gerçek hayatta da
kokusunu duyduğunuz nesnelerin dışınızda mevcut olup olmadıklarından emin
olamazsınız. Dışınızda bu nesnelerin var olduğunu düşünseniz de, asla
onların asılları ile muhatap olamazsınız. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 38)
![](../KO/neo_matrix.jpg)
Şu Anda Bir Rüyada Olmadığınızı Nasıl
İspatlarsınız?
İnsanlar rüyalarından uyandıklarında o ana kadar görmüş olduklarının hayal
olduğunu anlarlar, ama "uyanma" görüntüsüyle başlayan ve adına "gerçek
hayat" dedikleri hayatın bir hayal olabileceğinden nedense hiç
kuşkulanmazlar. Oysa, "gerçek hayatımız" dediğimiz görüntüleri algılayış
şeklimiz, rüyalarımızı algılayış şeklimizle tamamen aynıdır. Her ikisini de
zihnimizde görürüz. Ve rüyalarımızdan uyandırılmadığımız sürece, onların bir
hayal olduğunu anlamayız. Ancak uyandığımız zaman "demek ki gördüklerim bir
rüyaymış" deriz.
Doğduğumuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğimiz
kokular, hep burnumuz aracılığı ile hissettiğimiz elektrik uyarılarıdır.
Öyle ise şu anda gördüklerimizin bir rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz?
Sadece henüz uyandırılmamış olduğumuz için, içinde bulunduğumuz anı gerçek
zannediyor olamaz mıyız? Her gece gördüğümüz rüyalardan daha uzun süren bu
rüyadan bir gün uyandırıldığımızda, bu gerçekle karşılaşacak olmamız pekala
mümkündür. Ve bunun aksini ispatlayabileceğimiz hiçbir delilimiz yoktur.
Rüyada "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte ne eliniz vardır
ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir şey. Bütün bunları beynin
dışarısında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur. Açıkça aldanırsınız.
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Gerçek yaşamın sürekli olup,
rüyanın kopuk kopuk olması ya da rüyada farklı sebep-sonuç ilişkilerinin
bulunması mı? Bunlar temelde önemli farklar değildir. Çünkü sonuçta her iki
yaşantı da beynin içinde oluşur. Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada
rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için
de geçerli olabilir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha
uzun bir rüyaya başlamadığımızdan hiçbir şekilde emin olamayız. Rüyayı
hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, sadece alışkanlıklarımız ve ön
yargılarımızdır. Ve bu durum, belki de bir gün, şu anda yaşadığımızı
sandığımız dünya hayatından aynen rüyadan uyandırıldığımız gibi
uyandırılabileceğimizi gösterir.
Çetin BAL: Gerçeklik her zaman sanıldığı gibi
değildir. Bir bakış açısına göre gerçeklik hologramik olarak oluşturulmuş
elektromanyetik bir seraptır. Katı ve sert olarak algıladığımız dünya bizim
duyusal algılamalarımızla oluşturulmuş bir illüzyondan başka birşey
değildir.
![](../KO/Matrix_Reloaded_Seraph_screenshortt.png)
![](../KO/Mcode_shot.jpg)
Matrix adlı filmde de, bu önemli nokta üzerinde durulmaktadır. Filmin başrol
oyuncusu Neo, sık sık rüya ile gerçek hayat arasında ikileme düşer. Filmin
bir sahnesinde Neo, aynaya baktığında aynadaki kırıklardan dolayı yüzünü üç
parça şeklinde görür. Daha sonra aynadaki kırığın kaybolarak görüntüsünün
düzeldiğini görür. Bunun şaşkınlığıyla etrafındakilere dönerek onların da bu
durumu görüp görmediklerini sorar. Gerçekliğini kontrol etmek için aynaya
dokunduğunda ise, ayna yapışkan bir hal alır ve vücudunu metalik bir kaplama
gibi sarmaya başlar, hatta bu kaplamanın soğukluğunu dahi
hissedebilmektedir. Tüm bu gördüğü, hissettiği şeylerin gerçek olabileceğine
ihtimal vermediği halde, yaşadıkları vücut dengesini sarsacak derecede
gerçekçidir. Bilge kişi rolündeki Morpheus da Neo'ya, gördüklerinin,
yaşadıklarının gerçekliğine aldanmaması için, gerçek dünya ile hayal dünya
arasındaki farkın ne olduğunu sorar:
![](../KO/morpheus_koltuk.jpg)
Morpheus : Gerçek olduğuna inandığın bir rüya gördün mü Neo? Ya o rüyadan
uyanamazsan? Hayal dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı nasıl anlardın?
Neo : Bu olamaz!
Morpheus : Ne olamaz? Gerçek mi?
Aşağıda bu konu ile ilgili kitaplarımızda yer verdiğimiz örnekler ve izahlar
bulunmaktadır:
Rüyasında yüksek bir yerden aşağı düşen bir insan da bunu bütün vücudu ile
hisseder. Oysa o anda yatağında hiç kıpırdamadan yatmaktadır. Ya da,
rüyasında ayağı kayıp su birikintisinin içine düştüğünü gören bir insan, tüm
kıyafetlerinin ıslandığını, çıkan rüzgar nedeniyle üşüdüğünü hissedebilir.
Ancak bulunduğu yerde ne bir su birikintisi, ne de rüzgar yoktur. Hatta çok
sıcak bir odada uyuyor olmasına rağmen ıslaklığı ve üşümeyi, aynı uyanıkken
olduğu gibi yaşar. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 60)
İnsan aslında güven içinde evinde uyurken, rüyasında lunaparkta hızla dönen
vagonlara bindiğini görebilir. Vagonların hızını, zaman zaman ters
döndüğünü, esen rüzgarı gerçeğinin aynısı gibi hissedebilir. (Hayalin Diğer
Adı: Madde, s. 61)
Rüya ile gerçek hayat arasındaki benzerliğe dikkat çekilen, filmin bir başka
sahnesi şöyledir:
(Kendisinden bilgisayar çipi satın almak için evinin kapısına gelen
müşterilere)
Neo : Hiç rüyada olduğundan ya da uyandığından kuşkuya düştüğün oldu mu?
Yan sayfadaki karede Neo bir türlü uyanıp uyanmadığından emin olamamaktadır.
Uyandığında saatin çaldığını duymakta, kendisini odasında bulmakta,
masasını, bilgisayarını görmektedir; fakat rüyasında yaşadıkları o kadar
gerçekçidir ki, bunların hayal olduğundan bir türlü emin olamamaktadır.
Yaşadığı bu çelişkinin verdiği şaşkınlıktan ötürü, kendisinden bilgisayar çipi satın almak için kapısına gelen müşterileri, kendisine hiç iyi
görünmediğini söylerler. Neo da yukarıdaki ifadesiyle yaşadığı ikilemi
kapısına gelen bu kişilerle paylaşmak ister.
Neo'nun yaşadığı bu ikilem aslında son derece doğaldır. Aslında düşünen her
insan böyle bir çelişki içinde olduğunu fark edebilir. Kitaplarımızda bu
konuya dikkat çektiğimiz pek çok pasaj vardır. Bunlardan biri şöyledir:
Peki rüyanızdan hiç uyanmadan yaşamaya devam etseniz, rüya içinde
yaşadığınızın, gördüklerinizin hiçbirinin aslı ile muhatap olmadığınızın
farkına varabilir misiniz? Kesinlikle hayır. Uyanıp, kendinizi yatağınızda
uyuyorken bulmadığınız sürece, hiçbir zaman rüyada olduğunuzu anlayamazsınız
ve koskoca bir ömrü gerçek hayatınızı yaşadığınızı zannederek geçirirsiniz.
Öyle ise, gerçek hayat dediğimiz hayatımızın da bir rüya olmadığını nasıl
ispatlayabiliriz? Bir gün bu gördüğümüz hayattan çıkıp kendimizi bambaşka
bir yerde, bu hayatımıza dair görüntüleri izlerken bulmayacağımıza dair bir
bilgimiz var mıdır? (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 65)
Matrix filminde, gerçeklerin farkında olan Morpheus, Neo'ya gördüklerine
inanmaması, gerçeği kavramak için araştırması gerektiğini sık sık
öğütlemektedir. Filme ait aşağıdaki satırlarda da, yine Morpheus, Neo'nun,
gördüklerine inanmadan evvel sorgulaması gerektiğine şöyle dikkat
çekmektedir:
Morpheus : Gözlerinden belli. Sende gördüklerini kabullenen birinin gözleri
var. Uyanmayı beklediğin için. Tuhaf ama bunlar gerçekten pek uzak değil.
İnsanların da içinde yaşadığımız dünyanın gerçek durumunu sorgulaması
gerekmektedir. İnsan, dışında var olduğuna inandığı dünyanın aslına hiçbir
zaman ulaşamayacağı gerçeğinin farkına varmalı ve bu gerçekten dünyadaki
amacı ile ilgili kesin doğrulara ulaşmalıdır.
Filmde de yoğun olarak vurgulanan, maddeyle muhatap olamadığımız gerçeği
konusunda, kitaplarımızda verilmiş örneklerden bir kısmı şöyledir:
![](../KO/neort.jpg)
... insanlar genelde "dış dünya" kavramının içine herşeyi dahil etmezler ya
da etmek istemezler. Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız,
evinizin, içindeki eşyalarınızın veya antikalarınızın, yazlığınızın, yeni
aldığınız arabanızın, ofisinizin, mücevherlerinizin, bankadaki hesabınızın,
gardırobunuzun, eşinizin, çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip
olduğunuz diğer şeylerin de size gösterilen bu "hayali dış dünyaya" dahil
olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz,
kokladığınız kısacası beş duyunuzla algıladığınız herşey bu "hayali dünya"ya
aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz iskemlenin sertliği,
kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan Güneş, renkleriyle göz alıcı
bir çiçek, pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla
ilerleyen bir sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz, işinizde kullandığınız
bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli müzik setiniz...
Gerçek budur. Çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir
görüntüler bütünüdür. İnsanlar kısa yaşamları boyunca aslında gerçekliği
olmayan algılarla denenirler.
Çevrenizdeki mal hırsına kapılmış insanların en çok nelere değer
verdiklerini bir düşünün: İyi bir ev, lüks eşyalar, gösterişli mücevherler,
son model bir araba, bankalarda yüksek miktarda para, yat... İşte bu nedenle
de bu insanlar, sahip oldukları tüm bu maddeleri beyinlerindeki bir ekrandan
izledikleri ve asıllarıyla asla karşılaşamayacakları gerçeğinden çok
korkarlar.
Oysa kabul etmek istemeseler de beyinlerinde oluşan bir kopya dünya içinde
yaşamaktadırlar. Dışarıdaki dünya ile muhatap olmaları mümkün değildir.
Çünkü sesi, ışığı ve kokuyu hiçbir şekilde geçirmeyen kafataslarının içine
girebilen sadece bu maddelerden gelen elektriksel bilgilerdir. (Hayalin
Diğer Adı: Madde, s. 104)
Bir insanın sahip olduğunu sandığı herşeyi, evi, arabası, ailesi, işi ve tüm
dostları beyninin içinde meydana gelen his ve görüntülerden ibarettir. Bu
gerçeği kavrayan bir insan, herşeyin tek sahibinin, bu görüntüleri beyninde
yaratan Allah olduğunu anlar. Dünya hayatına hırsla bağlı olan insanlar bu
nedenle bu gerçekten çok büyük bir korku duyarlar. (Hayalin Diğer Adı:
Madde, s. 103)
Zamansızlık Gerçeği
Zaman, bizim, yaşadığımız olaylar arasında yaptığımız kıyasa dayalı bir
kavramdır. Örneğin, bir kişi arabaya biner. Sonra kontak anahtarını çevirir
ve gaz pedalına basarak arabayı hareket ettirir. Bir miktar yol aldıktan
sonra arabasını kaldırımın kenarına park eder. Kişi, tüm bu eylemler
arasında kıyas yapar; her biri arasında bir süre geçtiğini düşünür ve
böylece zaman algısını elde eder.
Tüm olaylar bize belli bir sıralama yöntemi ile gösterildiği için, zamanın
hep ileri doğru aktığını düşünürüz. Örneğin bir yaprak ağaçtan hep aşağı
doğru düşer, yukarı doğru çıkmaz veya yağmur damlaları hep gökyüzünden
düşer, damlaların hiçbir zaman taneler halinde yukarı doğru çıktığını
görmeyiz. Bu durumda bir yaprağın ağacın üzerindeki hali geçmiş iken,
aşağıya düştüğü hali gelecektir. Oysa eğer hafızamızdaki bilgiler, bir
filmin başa sarılması gibi tersine doğru gösterilmeye başlarsa bizim için
gelecek, yani yaprakların aşağıda bulunduğu hali geçmiş olur, ağacın
tepesindeki hali ise gelecek olur.
Bu örnekten anlaşıldığı gibi zaman, algılayana bağlı olarak değişken bir
algıdır. Zamanın izafiyeti yani değişkenliği o kadar farklıdır ki, bizim
için binlerce yıl süren bir zaman dilimi, bir başka boyutta sadece tek bir
saniye bile sürebilir. Hatta, evrenin başından sonuna kadar geçen çok büyük
bir zaman dilimi, bir başka boyutta, bir saniye bile değil, ancak bir "an"
sürüyor olabilir.
Matrix filminde de tüm algılarla beraber, zamanın da izafi olduğu
vurgulanmakta ve Neo'ya zaman konusunda da yanıldığı anlatılmaktadır.
Aşağıdaki karelerde filmin kahramanı Neo, 2060 yılında ABD'de yapılmış, hava
ve kara taşıtı olarak kullanılan bir geminin içerisindedir. Daha evvel Matrix'in içinde giydiği şık kıyafetleri ya da yaşadığı şehrin modern
görünümü artık yoktur. Bunun yerine eskimiş kıyafetler giymekte ve harap
görünümlü bir mekanda bulunmaktadır.
Neo : Morpheus bana ne oldu? Burası da ne?
Morpheus : Ne değil, ne zaman?
Neo : "Ne zaman" mı?
Morpheus : 1999 yılında olduğumuzu sanıyorsun ama 2199'a yakınsın. Kaç
yılında olduğumuzu tam olarak söyleyemem, çünkü tam olarak biz de
bilmiyoruz. Şimdilik bunu açıklayabilecek bir şey söyleyemem.
Bir kimseye tüm yaşadıkları gibi zaman algısı da yapay sinyallerle çok
farklı olarak hissettirilebilir. Zamansızlık gerçeği ile ilgili
kitaplarımızda yer almış olan izahlardan bir kısmı şöyledir:
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani
göreceli bir kavramdır.
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir.
Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek
doğal bir saat yoktur...
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada
gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç
dakika hatta birkaç saniye sürmüştür. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s.
70-71)
... zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin
yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir
algı biçimi olduğu da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın
izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek
bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur.
Sonuç olarak, zaman ve mekan mutlak olmayan, başlangıçları olan, Allah'ın
yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette ki
bunlara tabi değildir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş,
tespit etmiş ve yaratmıştır… (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 10)
İnsanlar zamana bağımlı oldukları için böyle bir olay onlara uzak gelir,
oysa Allah katında zaman yoktur, daha önce de belirttiğimiz gibi geçmiş ve
gelecek tek bir andır. Tıpkı bir video kasetteki karelerin tek bir anda var
olması gibi… Biz bir filmi seyrettikten sonra nasıl ki o filmi geriye doğru
sarıp yeniden seyredebiliyorsak, bizim için geçmiş olayları Allah'ın
dilemesiyle yeniden seyretmemiz mümkündür. Önemli olan Allah'ın o an bize o
olaylara ait algıları tekrar hissettirmesidir. (Sonsuzluk Başlamış Durumda,
s. 90)
![](../KO/matrixdfgg.jpg)
Anılarımız da Aslında Birer Hayaldir
Filmin başrol oyuncusu Neo, gerçekleri yani şimdiye kadar gerçek sandığı
hayatının bir hayalden ibaret olduğunu öğrendikten sonra, tekrar Matrix
adındaki sanal dünyaya gittiğinde çevresini hayretle izler. Arabadaki
yolculuğu boyunca geçmişine ait birtakım şeyleri hatırlar; ancak bunların
hiçbirinin gerçekte yaşanmamış olmasından dolayı şaşkınlık duyar. Neo'nun,
geçmişine ait anılar olarak düşündüğü olayların tamamı, hafızasına yapay
olarak verilmiş görüntülerden ibarettir.
Morpheus : İnanılmaz değil mi?
Neo : Tanrım.
Trinity : Ne oldu?
Neo : Orada yemek yerdim. Harika makarna yaparlar. Hayatımla ilgili anılarım
var. Hiçbiri olmamış.
Bu konuda kitaplarımızda yer vermiş olduğumuz açıklamalardan birkaçı
şöyledir:
Biz, bize verilen telkinden dolayı, geçmiş, şu an ve gelecek gibi bölümlere
ayrılmış zaman dilimlerini yaşadığımızı zannederiz. Oysa, "geçmiş" gibi bir
kavrama sahip olmamızın tek nedeni, -daha önce de belirttiğimiz gibi-
hafızamıza bazı olayların verilmesidir. Örneğin, ilkokula kaydolduğumuz an
hafızamızda bulunan bir bilgidir ve biz bu nedenle bunu geçmiş bir olay
olarak algılarız. Gelecekle ilgili olaylar ise hafızamızda bulunmaz. Bu
nedenle biz henüz haberdar olmadığımız bu olayları "yaşanacak", "gelecekte
meydana gelecek" olaylar olarak kabul ederiz. Oysa geçmiş nasıl bizim için
yaşanmış, tecrübe edilmiş, görülmüş olaylar ise, gelecek de aynı şekilde
yaşanmıştır. Ancak bu olaylar bizim hafızamıza verilmediği için biz bunları
bilemeyiz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 139)
5 yaşındayken bakkaldan aldığınız bir gofreti yerken hissettiğiniz şeker
tadı, 7 yaşında ilkokula başlayacağınız gün sabah erken saatte heyecanla
uyanmanız, lisedeki coğrafya dersinde içinizde duyduğunuz sıkıntı, matematik
öğretmeninizin tahtaya yazdığı uzun denklemler, bir yakınınızı kaybettiğiniz
trafik kazasında hissettikleriniz, işinizde kazandığınız bir başarı
nedeniyle yaşadığınız gurur, yıllarca hayal ettiğiniz bir şeyi almaya
giderken duyduğunuz sevinç kısacası yaşadığınız ve hissettiğiniz, başınızdan
geçen tüm bu olaylar aslında aynen durmakta, yalnızca sizin beyninizde
muhafaza edilmemektedir. Muhafaza edilen de hatıra olarak, anı olarak yani
geçmiş gibi hissettirilmektedir. Şu an var olan o sahneleri beyniniz
algılamamaktadır... İnsanlar akan bir zamana tabi olduklarını düşünür,
yaşamlarının geçmiş, şimdi ve gelecek olmak üzere bölümlere ayrıldığını
sanırlar… Fakat yaratılmış her canlının, her olayın ve herşeyin aynı bir
film şeridini oluşturan kareler gibi, kare kare sonsuz olarak yaratıldığını
ve aynı anda var edildiğini bilmek bu kavrayışı kolaylaştıracaktır.
(Sonsuzluk Başlamış Durumda, s. 74-75)
Matrix ve Matrix Reloaded filmleri tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Pek
çok televizyon kanalında, dergi ve gazetelerde, filme konu olan maddenin
aslına ilişkin bilimsel gerçekler tartışıldı. Bu filmlerin milyonlarca
insanın ilgisini çekmiş olmasının en önemli nedenlerinden biri ise,
insanların bu konunun önemini kavramış ve derin düşünmeye başlamış
olmalarıdır.
![](../KO/matrix1121.jpg)
![](../KO/matrix_Switch.jpg)
Bu Gerçeğin Bizi Ulaştırdığı Olağanüstü Sonuç
İnsan beyninin dışında madde olarak adlandırılan, görüntüden oluşan ve
sağlamlık hissi verilen bir alem vardır. Ancak siz bu aleme asla duyularınız
aracılığı ile ulaşamazsınız. Her insan beyninde oluşan alemi seyreder,
beyninde oluşan aleme dokunur, beynindeki alemin sesini dinler.
Burada anlatılan, her insanın üzerinde büyük bir ciddiyetle düşünmesi
gereken çok önemli bir hakikattir. Çünkü bu gerçeği görmezden gelen her
insan, ömrü boyunca küçücük bir noktada oluşan görüntüyü gerçek zannederek
yanılmaktadır. Örneğin beynindeki bir noktada oluşan binaların sahibi
olduğunu zanneden bir adam, bu görüntüden dolayı kibirlenir, şımarır, bir
gün öleceğini unutarak kendisini sonsuz güçlü zanneder. Veya beynindeki bir
noktada oluşan fakir hayat görüntüsü başka bir insanın ezik, mutsuz ve
umutsuz yaşamasına neden olur. Beyninin içindeki küçücük bir yerde oluşan
para görüntüsünü kaybeden insan hemen perişan olur. Beyninin içindeki araba
görüntüsünün çizildiğini gören bir başkası ise hiddetlenir, mal hırsından
dolayı büyük bir öfke duyar. Oysa, bu kişilerin her biri rüyasında zengin
veya fakir olan, veya rüyasında arabası çizilen bir insandan farklı bir
durumda değildirler. Çizilen araba, beynimizin içinde oluşan bir araba
görüntüsüdür. Bu arabanın aslını, dışarıdaki gerçek halini hiç kimse, hiçbir
zaman bilemez ve göremez. Bunu ancak beynimizdeki ve dışındaki evreni projekte eden yüksek benliğimiz (şuur) bilir.
![](../KO/matrix19.jpg)
İşte bu gerçeğin farkında olmayan, veya çok açık olmasına rağmen bu gerçeği
kabullenmek istemeyen insanlar, hayatları boyunca hep yanılgı içinde,
gerçekleri görmezden gelerek yaşarlar. Bu insanların durumu bir sinema
filmini veya tiyatro oyununu gerçek zannederek bu filmin veya oyunun içinde
yaşamak isteyen bir insanın durumu gibidir. Çevresindekiler bu insanı ne
kadar ikna etmeye ve ona gerçekleri göstermeye çalışsalar da bu insan bunu
anlamazlıktan gelir.
Ancak her insanın, hiçbir istisna olmaksızın, bu gerçeği anlayacağı,
kavrayacağı ve kabul edeceği bir an vardır. İşte bu an her insana ölümle
birlikte gelecektir. Ölümle birlikte insanın beyninde seyrettiği dünya
hayatına dair görüntü değişecek, bunun yerine ölümle birlikte ( yada
aydınlanma denen içsel keşifle birlikte - Nirvana- ) insan sanki bir
uykudan uyanacak, rüyasından gerçek dünyaya geçer gibi, gerçek ve sonsuz
hayatına geçecek, bu hayatın da görüntüsü daha net ve gerçek olacaktır. Aynı
rüyasındaki daha bulanık görüntüden uyanıp daha net olan dünya hayatına geçiş yapan insan gibi. Aslında Rüya görürken bulanık rüya görmeyiz gayet
yaşadığımız gerçeklik kadar rüyalarda nettir. Fakat bir gerçeklik içinde
diğerinin anımsanması daha güç olmaktadır.
MADDENİN ASLI KONUSUNDA BİLİMSEL GELİŞMELER
Hologram Bir Dünyada mı Yaşıyoruz?
Dünyanın en ünlü bilim dergilerinden biri olan New Scientist adlı dergi, 27
Nisan 2002 tarihindeki kapak konusunda, okuyucularına önemli bir bilimsel
gelişmeyi aktarmıştır. J. R. Minkel tarafından kaleme alınan makale "Sahte
Evren" başlığı altında ve "Neden Hepimiz Bir Hologramın İçinde Yaşıyoruz?"
kapak yazısı ile yayınlanmıştır. Bu makalede açıklanan bilimsel tespiti şu
şekilde özetleyebiliriz: Dünyayı bir ışık demeti olarak algılıyoruz, bu
yüzden de bu algılara bakarak maddeyi mutlak gerçek zannetmek büyük bir
yanılgı olacaktır. New Scientist, bilim adamı-yazar J. R. Minkel'in bu
önemli konu ile ilgili şu itirafına yer vermiştir:
Şu an bir dergi tutuyorsunuz, bunu katı bir madde olarak algılıyorsunuz ve
siz bunun evrende bağımsız bir şekilde var olduğunu görüyorsunuz.
Etrafınızdaki objeler de aynı şekilde, belki bir fincan kahve ya da bir
bilgisayar, hepsi dışarıda gerçekmiş gibi görünüyor. Ama hepsi yalnızca bir
hayal.
"Sahte Evren", "Neden Hepimiz Bir Hologramın İçinde Yaşıyoruz?" başlıklı ve
27 Nisan 2002 tarihli New Scientist dergisi.
Minkel makalesinde, bazı bilim adamlarının bu fikri "herşeyin teorisi"
olarak adlandırdıklarını söylemektedir. Ayrıca Minkel, bilim adamları
tarafından "herşeyin teorisi"nin, evrenin yapısının açıklanmasında ilk
basamak olarak kabul edildiğini aktarmaktadır.
Söz konusu dergide yayınlanan bu makale, evreni beynimizde bir hayal olarak
algıladığımızı, dolayısıyla bizim maddenin aslıyla muhatap olmadığımızı
açıklayan bilimsel bir kaynaktır.
Modern fiziğin bulguları maddesel evrenin
bir algılar bütünü olduğunu gösteriyor. 30 Ocak 1999 tarihli sayısında bu
gerçeği ele alan ünlü İngiliz bilim dergisi New Scientist'in kapağında şu
soru yer alıyor: "Gerçeğin Ötesinde: Evren, Bilginin Bir Dansı mı ve Madde
Sadece Bir Seraptan mı İbaret?"
Bilimsel Dergiler Filmlerde İşlenen
Simülasyon Dünya Senaryolarının
Gerçek Hayat İçin de Mümkün Olabileceğini İfade Ediyorlar
Dünyaca ünlü bilim dergisi New Scientist'in 27 Temmuz 2002 tarihli sayısında
da "Hayat bir programdır, o zaman silindiniz" başlığıyla yayınlanan
makalesinde Micheal Brooks, Matrix filmindeki gibi simülasyon bir dünya
içinde yaşıyor olabileceğimiz ihtimalini şu sözlerle gündeme getiriyor:
27 Temmuz 2002 tarihli New Scientist'de "Hayat bir programdır, o zaman
silindiniz" başlığıyla yayınlanan makalede yapay bir dünya içinde yaşıyor
olabileceğimiz ihtimali gündeme getirilmektedir.
Matrix II'yi beklemenize gerek yok. Zaten dev bir bilgisayar simülasyonu
içinde yaşıyor olabilirsiniz... Elbette ki 'The Matrix' filminin gerçek
olmadığını düşündünüz. Çünkü sadece öyle düşünmeniz istendi.
Makalenin yazarı Micheal Brooks, Yale Üniversitesi'nden Nick Bostrom adında
bir felsefecinin yorumlarına da yer vererek düşüncelerini destekliyor. Nick
Bostrom, Hollywood yapımı filmlerin birçok kişinin düşündüğünden çok daha
fazla gerçeğe yaklaştıklarını düşünüyor. Ayrıca yaptığı hesaplar sonucunda,
bizim de filmlerdeki gibi bir simülasyon dünya içinde yaşıyor olma
ihtimalimizin olduğunu düşünüyor.
Özellikle son yıllarda, maddenin aslıyla muhatap olamadığımız gerçeğinin
anlaşılmasıyla birlikte, bu bilimsel gerçek insanları daha derin düşünmeye
yöneltmektedir. Filmlere de sık sık konu olan bu durum, fiziksel gerçekliği
olmayan ortamların, ne kadar gerçekçi olarak canlandırılabileceğini; hatta
insanların bu hayali görüntülere aldanabileceğini de vurgulamaktadır.
![](../KO/neo_trinity_morpheus.jpg)
Farklı kaynaklar ve yorumlar
Matrix felsefesi platoncucu ve sokratesci
felsefenin insanların aklını dünya dısı bir ortama
inandırmaya çalısan bir
felsefe sentezidir.
Egzistens seyredenler bilirler gerçek dünya
ile sahtesi karışmaya başlar.Matrix 1 de biz birçok düşünce ile bir odaya
kapatılmıştık.Reloaded te artık bazı şeyler belirginleşiyor. Artık kahinin
neden ajana dönüşmediğini biliyoruz.
Matrix adlı program genel bir sistem programı ile bu program içindeki akıllı
mantıklı birçok programdan oluşuyor.Bazı programlar kendi şuurları ile
hareket edebiliyorlar.Bazıları ise bundan mahrum.(Smith'in ölmemesi ve yükseltgenerek karşımıza çıkması, kahinin ajana dönüşmemesi) Ancak reloaded
bize ilginç veriler sundu.Bizim zion namı ile bildiğimiz şehir aslında matrixin bir parçası.(aslında o da yok) Bunu kahinden Neo'ya mektup taşıyan
bir adamla ve Kahramanım Smith'in insanları kendine dönüştürmesi ile
anladık.Ayrıca Kurtulan tek kişi olması da bir rastlantı değil.İçine girdiği
adamın aklını değiştirip onunla suikast bile yapacaktı.Mimarımızla Neo
matrixin sonunun makinaların sonunun olmayacağı türünde bir konuşma
yaptılar.Bu birbirine paralel bağlı milyarlarca matrixin olabileceği
anlamına geliyor.Son olarak Neo uçan robotları kahramanca öldürdü.Normal bir
insandan farkı olmaması gerekiyordu ama bunu başardı.Güçlerini düşünceden
fiziksel platforma da taşıyabildiğini mi gösteriyor yoksa hala düşüncesinden
çıkmadığını mı? Kafanızın karışması çok normal... (Karışmadıysa ne ala) Matrix'le Zionun birbirine paralel bağlı olması fikri de bana sürülen bir
fikirdi ama bu işi daha da karıştıracağı için üzerinde durmadım.
![](../KO/M74gb.jpg)
![](../KO/M87hn.jpg)
![](../KO/M92nh.jpg)
![](../KO/matrix_trinity.jpg)
![](../KO/Matrix3e.jpg)
![](../KO/matrix_420.jpg)
Matrix felsefesine ne oldu?
memphis 21.05.2003
Matrix Reloaded her ne kadar aksiyon sahnelerinin fazlalığıyla eleştirilse de filmin son 10 dakikasındaki olaylar insanı düşünmeye itiyor. Felsefesi üzerine çok sayıda mesaj var. Tabii bu özgün bir felsefeyse.
Filmdeki isimler
Neo: O, kurtarıcı. Filmin gidişatına bakılırsa Mesih. Zira filmin son sahnelerinde Neo gerçek dünyada da robotları eliyle durdurabiliyor. Başta Mr. Bush´ un bağlı bulunduğu tarikat olmak üzere birçok hıristiyan grup tarafından tekrar dünyaya geleceği düşünülüyor. Sadece bu kadarı olsa yine iyi de, Bush´ un tarikatı "O" gelmeden önce onun gelişine hazırlanmak gerektiğini düşünüyor. Bknz. Irak savaşı.
Trinity: Üçleme. Hıristiyanlıktaki anlamı baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi. Filmde de bir üçleme var aslında. Filmde birçok kez Morpheus, Neo ve Trinity'yi bir arada görürüz. Onlarda kendi içlerinde bir üçleme oluştururlar. Hıristiyanlıkla ilgili bir sitede bulduğum üçleme (trinity) resminde ilginç bir ayrıntı var. Üçgenin içi "is" dışındaki daire "isn´t".
Morpheus'un filmdeki en akılda kalan sözleri bol isn´t lı sözlerdi. Bir bağıntısı var mı acaba?
Morpheus: Vaftizci Yahya olarak nitelendiriliyor. İncil de geçen Salome hikayesindeki, Salome isimli kadın tarafından başı kestirilen kişi. Salome ihtiraslı bir kadındır, Yahya´ yı sevmektedir. Sevgisinin ve ihtirasının yüzünden Yahya´ nın kafasının kesilmesine sebep olmuştur şeklinde bir hikaye.
Nebukadnezar gemisi: Milattan önce 7. asırda Kral Nebukad Nezar, Babil´ e en parlak günlerini yaşatmıştı. Ayrıca yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´ teki Hazreti Süleyman Mabedi´ ni yıkan kişidir. Tüm Ortadoğuyu
birleştirmiştir. Irak savaşından da tanıdık geliyor bu isim. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar´ dı. Saddam'da kendini Babil ile bağdaştıran biriydi. Tüm Ortadoğu´ da tek devlet düşüncesindeydi. Filmde neden bu gemiye böyle bir isim verildi, ilginç. Ama filmin sonunda gemi patlamıştı, bunu da düşünmek gerek.
![](../KO/nabukadnazargemisi.jpg)
Hıristiyanlığın ilk yıllarında neler olmuştu diye düşünürsek ve bunu Matrix´ e uyarlarsak nasıl bir tablo ortaya çıkar diye düşünüyorum. O yıllarda Roma İmparatorluğu´ nun gücü karşısında Hıristiyanlık gizli gizli yayılma çabasındaydı. Hıristiyanlığı yaymaya çalışan bugün de Hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan liderler vardı. Hıristiyan olan halk uzun yıllar mağaralarda yaşadı. Yayıldığı coğrafyayı hepimiz biliyoruz. Topraklarımızın bir bölümünü de içine alan (sözde) "vadedilmiş
topraklar" da. Hıristiyan olanlar onların inancına göre kurtulmuş
insanlar. Kurtulup yaşadıkları yerler de Roma'nın baskısı yüzünden mağaralar...
Mağara felsefede de varolan bir kavram. Mağarada yaşayan bir filozofun felsefesi. Ben burada yaşıyorsam burası benim dünyamdır gibi bir düşünce felsefe tarihinde.
Matrix dışına çıkan, kurtulan insanlar Zion ismindeki dev bir yeraltı mağarasında yaşıyorlar filmde. Peki Zion kelimesininde bir anlamı var mı acaba? Bizim bildiğimiz haliyle siondur. Siyonizm de aynı kökenden gelir. Yalnız filmde bir tezat var. Vadedilmiş topraklar yeraltında bir yerde, ve daha önce kimsenin yaşamadığı toprak klar. Buraları vadedilmiş ilan edip yerleştiklerinde kimseye zararları dokunmuyor, çünkü o topraklarda yaşayanlar yok. Peki gerçek hayattaki, günümüzdeki vadedilmiş dedikleri toprakların durumu? Ya da gelecekte bu topraklarla ilgili planları?
![](../KO/matrix1sf7ma5.jpg)
Matrix´ te ölmek
Matrix´ te kurtuluşcuların öldürdükleri herkes program kodu mudur? Yani bir binayı koruyan güvenlik görevlilerinin tümü, Matrix´ in polislerinin tümü? Bunların içerisinde insan olup da pil olarak yaşayan, olan bitenden habersiz masumlar var mıdır? Yoksa eğer, olmamasının Matrix´ i yapanlar tarafından gerekçesi nedir? Ne de olsa sanalda yaşayan insanlar gerçekten habersizler, neden bu noktalarda onlara görev verilmemiş olsun ki? Eğer içlerinde insanlar varsa, bunları da kurunun yanında yaş, kodun yanında insan misali öldürmek terörizm kategorisine girmez mi?
Ruhu yok saymak
İnsanların kafalarının arkasına takılan cihazlarla sanal bir dünyada bir çeşit oyun oynamaları mümkün gelmekle birlikte tersi pek mantıklı değildir. Filmde kendini aşan ajan Smith, Neo´ ya o kadar büyük bir kin besliyorki Matrix sisteminden bağımsız hareket etmeye başlıyor. Neo´ nun rüyasında gördüğü bir olayda Smith bir insanın sanaldaki vücudunu ele geçiriyordu. Neo´ nun diğer rüyasının gerçek olduğunu düşünürsek, bununda gerçek olduğu sonucuna ulaşılabilir. Zaten filmde elinde bıçakla Neo´ nun yanına gelen adam filmin sonunda da savaştan kurtulan tek kişi olarak koma halinde gemide yatmıyor mu? Bu kişinin Smith´ in beynini ele geçirdiği insan olduğu yargısına varırsak, bu nasıl olmuştur? Bir tek bu adam nasıl kurtulmuştur? Neden komadadır? Diğer komada olan kim? Neo. Peki neden komada? Gerçek hayattaki robotlara belki bir telepatik güçle karşı koyabildiği için. Aynısını Smith´ de yapmış olabilir mi? Peki bir bilgisayar programı ya da son haliyle solucan virüsü nasıl olupta bir insan vücudunda hayat bulabilmektedir?
6 sayısı
Matrix 6 kere yokolmuş/yokoluyor. 6 kere yokolduğuna göre her yokoluşta insanlar da yokolmuşlar. 7. kez kuruluşu sonuncusu olacak. Ya da 7. si kurulamayınca 6 sonu olacak. Bunun dünyanın 7. gün kurulduğu inancıyla bir ilgisi var mıdır?
Belki vardır :) Peki Matrix´ in çizgi film serisi olan Animatrix kaç bölümdür? Bu sayılar tesadüfi sayılar mıdır? Kafama takılan bir başka konu ise tapınakta toplanan konsey. Konseyin üye sayısını filmi izlerken tam sayamadım ama toplam sayıları 12 olabilir mi? Bu 12 sayısı Hıristiyanlıktaki havarilerle ilgili olabilir mi? Konuyla direkt ilgili değil ama aklıma geldi, AB bayrağında niye 12 yıldız var?
Neden-Sonuç ilişkisi
Neden: Filmi yapan bir Amerikan şirketi. Kutsal değerlerine biraz fazla bağımlı insanlar.
Sonuç: Matrix´ i Hıristiyanlık değerleri içinde boğmak. Kabuğunu kırıp süregeleni sorgulayıp gerekirse değiştiren sorgulayıcı insanlık düşüncesini arkaplana atan bir Matrix.
Sonuç, bu felsefeden ziyade ideoloji eksenine doğru her bölümde
biraz daha kayan bir film. Sonuç kabuğunuzu kırın sorgulayın
diyenlerin, bunu derken daha kendi kabuklarını kırmaktan oldukça
uzak olmaları.
![](../KO/matrix27.jpg)
- Gerçek bir yanılsamadır - Nietzsche
- Neyazıkki Matrix'in ne olduğunu kimse
anlatamaz,onu kendin görmek zorundasın.(Laurence Fishburne)
- Gerçek dünyaya hoşgeldin.(Laurence
Fishburne)
- Hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir
rüya gördün mü? Ya bu rüyadan hiç uyanamasaydın o zaman gerçek dünya ile
rüya arasındaki farkı nasıl ayırt ederdin? - Morpheus (Laurence Fishburne)
- Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır.
- Oracle (Gloria Foster)
- Ne olduğunu düşünme. Ne olduğunu bil! - Morpheus (Laurence Fishburne)
- Bu açıklanamaz, ama hissedersin. Hayatın
boyunca dünyayla ilgili bazı şeylerin yanlış olduğunu hissetmişsindir. Ne
olduğunu bilmezsin, ama o ordadır; beynine saplanmış bir kıymık parçası
gibi... Seni deli eder... (Morpheus)
- Yolu bilmek ile ,o yolda yürümek farklı
şeyler.
- Niçin burada olduğunu biliyorum, Neo. Ne
yaptığını biliyorum... Niye uyuyamadığını biliyorum, niye yalnız
yaşadığını ve niye her gece, bilgisayarının başında oturduğunu biliyorum.
Onu arıyorsun. Biliyorum, çünkü geçmişte ben de onu aramıştım. Ve o beni
bulduğunda, bana aslında onu aramadığımı, bir cevap aradığımı söyledi.
Bizi harekete geçiren, bir soruydu, Neo. Seni buraya getiren soru. Soruyu
biliyorsun, benim gibi. (Trinity)
- Gerçeği nasıl tanımlarsın ? Eğer
hissedebildiğin şeylerden bahsediyorsan, koklayabildiğin, tadabildiğin ve
görebildiğin, o zaman gerçek, basitçe beynine iletilen elektronik
sinyallerdir. (Morpheus)
- Matrix bir
sistemdir, Neo. Bu sistem bizim düşmanımız. Ama sistemin içindeyken ne
görüyorsun? İş adamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar. Kurtarmaya
çalıştığımız insanların zihinleri. Ama biz başarana kadar, bu insanlar da
sistemin bir parçası ve bu da onları düşmanlarımız yapıyor. Şunu
anlamalısın: Bu insanların çoğu serbest bırakılmaya hazır değil. Ve büyük
bir kısmı o kadar içine girmişler, sisteme o kadar bağımlı hale gelmişler
ki, onu korumak için savaşabilirler... Beni dinliyor musun, yoksa kırmızı
elbiseli kadına mı bakıyorsun? Tekrar bak. Dondur! Matrix'de değil
miyiz? Bu sana bir şeyi öğretmek için dizayn edilmiş bir program. Eğer
bizden biri değilsen, onlardan birisindir. (Morpheus)
- Sizinle, bir süredir kafamı meşgul eden
bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bu düşünce aklıma sizin türünüzü
sınıflandırmaya çalışırken geldi ve anladım ki sizler aslında memeliler
sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre
ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle
değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal
kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu
başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir
organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar
hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız. Ve bizler de
bunların ilacıyız. (Ajan Smith)
- Orada olduğunuzu biliyorum. Sizi
hissedebiliyorum. Korktuğunuzu biliyorum. Bizden korkuyorsunuz. Değişimden
korkuyorsunuz. Gelecekte ne olacağını bilmiyorum. Size nasıl biteceğini
söylemek için gelmedim. Nasıl başlayacağını söylemek için geldim. Telefonu
kapatacağım. Ve sonra bu insanlara, sizin, onların görmesini istemediğiniz
şeyi göstereceğim. Onlara bir dünya göstereceğim sizin olmadığınız bir
dünya. Kuralların, kontrolün, sınırların ve sınırlamaların olmadığı bir
dünya. Her şeyin olabileceği bir dünya. Buradan nereye gideceğinizi size
bırakıyorum. (Neo)
- Bildiğin yol ile yürüdüğün yol arasında
bir fark var. - Morpheus(Laurence Fishburne)
![](../KO/matrixreloaded55.jpg)
Diyaloglar
- Neo: Matrix nedir ?
- Trinity: Cevap oralarda bir
yerlerde, Neo. Seni bekliyor. Ve seni bulacak, eğer sen de istersen.
- Ajan Smith: Neden Bay Anderson,
neden?
- Neo: Bu benim seçimim.
- Neo: Bunun gerçek olmadığını
sanıyordum.
- Morpheus: Aklın bunu gerçek
yapıyor.
- Neo: Matrix'in içindeyken ölürsen,
burada da mı ölüyorsun ?
- Morpheus: Vücut zihni olmadan
yaşayamaz.
- Çocuk: Kaşığı eğmeye çalışma. Bu
olanaksızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış.
- Neo: Ne gerçeği ?
- Çocuk: Kaşığın olmadığı gerçeği.
- Neo: Kaşık yok mu ?
- Çocuk: O zaman eğilenin kaşık
olmadığını anlayacaksın. Eğilen yalnızca sensin.
![](../KO/matrix01F.jpg)
![](../KO/nospoon1.jpg)
![](../KO/nospoon2tggt.jpg)
![](../KO/matrix38fg.jpg)
Uyarı: Program Yanıt Vermiyor,
Devrim Gerçekleşmedi!
Yayınlandığı dönemde dünya çapında yüzbinlerce kişiyi etkisi altına alan Matrix fırtınası
üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin kimiler için popülerliğini hala
kaybetmedi.
Dört yıllık macera Wachowskiler'in
"bütünleşme umudu" üzerine kurdukları son yapım ile aslında serinin tek bir
film olarak algılanabileceğini gösterdi: “Olanlar hakkındaki sınırlı
bilgimizle olabilecekler hakkındaki sınırsız inancımızın sentezinden oluşan
bir bütünlük."
Başlangıcı
Bilgisayarların ve bilgisayar ağlarının
kullanımının yaygınlaşmasıyla 90’larda ortaya çıkarak giderek yaygınlaşan
sanal gerçeklik kavramı ‘Matrix’ vizyona girdiğinde (1999)
doruk noktasına ulaşmış, yeni binyıla girerken gerçekleşeceği öngörülen
dijital kıyamet, neredeyse tüm yaşamın sona ereceği ‘organik kıyamet’ kadar
önemli olarak görülmeye başlamıştı.
Gazetelerde, internette tanışıp evlenen,
yaşamını insanlara kapalı bir şekilde sadece interneti kullanarak sürdüren,
gerçeği yerine sanal seksi tercih eden insanların haberlerini okuyorduk. İnternette örgütlenen gruplar sanal bir anarşi yaratıyor, hackerlar olmayan
bir dünyada kendi krallıklarını ilan ediyordu. Siber punk adında bir alt
kültür oluşmuş ve genç nüfus arasında hızla yayılmaya başlamıştı.
Bilginin hızla ve kolaylıkla paylaşılabilir
hale gelmesi, sınırları ve yaş faktörünü ortadan kaldırması, bilgisayarın ve internetin sunduğu sınırsız özgürlük hakkı milyonları tuzağa düşmüş,
kıstırılmış, sınırlandırılmış hayatlarından çekip çıkartıyor; başka bir
evrenin, başka bir dünyanın varlığını düşleyen ozanların hayalleri gerçek
oluyordu. İnternetle ilgili kanunların henüz çıkarılmadığı bu dönemde
insanlar ‘Matrix’e zaten hazırdı. Yalnız filmdekinin aksine özgürlük, gerçek
yaşamda değil sanal gerçeklikte elde edilebilen bir kavramdı.
Bu dönemdeki gelişmelere sinema sektörü
açısından bakarsak eğer, bir taraftan sinemada bilgisayar destekli
efektlerin kullanımı ve sanal oyuncuların oynaması tartışılırken, diğer
taraftan farklı türlerin bir araya gelmesiyle oluşan, postmodern yapının bir
yansıması olan yeni türler deneniyordu...
Sinemada teknolojinin kullanımı özellikle
pahalı Holywood prodüksiyonlarının vazgeçilmez parçalarından birisi haline
gelmişti. Yıllar önce yönetmenlerin akıllarına bile gelmeyecek kamera
açıları, aydınlatma teknikleri ve (‘Matrix’deki
kullanımıyla devrim niteliğinde olan) ‘Kurşun Zamanı’ olarak adlandırılan
ağır çekim yöntemleri, sinema ve gerçeklik ilişkisini giderek daha ince bir
çizgiye dönüştürüyordu.
Holywood’un ‘rüya makinası’ olduğu yönündeki
inançtan hareket edersek bu ulaşılmak istenen ve beklenen bir sonuçtu.
‘Matrix Revolutions’da bir adım daha ileri giderek perdede
gerçek olanla sanal olan arasındaki farkı ortadan kaldıran bu teknik,
Oscarlı görsel efekt uzmanı John Gaeta tarafından ‘sanal sinematografi’
olarak adlandırılıyordu.
Filmde Neo’yu canlandıran Reeves bile bir
röportajında bu tekniğin yönetmene verdiği üstünlüklerden söz ederek
oyuncunun etkinliğini azalttığından dem vuruyordu. Gaeta’nın yapmak istediği
şey gerçekte mümkün olmadığını bildiğimiz ve beynimiz tarafından yadsınacak
ve hatta bize gülünç gelebilecek hareketleri mümkün olduğunca gerçeğe yakın
hale getirmekti.
Matrix’in ve devam
filmlerinin bu konudaki başarısı tamamen sanal aktörlerin oynadığı,
bilgisayar ortamında hazırlanan filmlerin ortaya çıkmasını sağladı (Final Fantasy).
Görsel alandaki bu gelişmeler sinema dışına
da sıçrayarak diğer sanat dallarını hatta görsellik üzerine temellendirilmiş
bütün bir kültürü etkiledi. Bir süre sonra biz de Matrix’deki
operatör gibi önümüzde akıp giden 0 ve 1 rakamlarını gerçeklik olarak
algılamaya başladık. Neyse ki şimdilik bu rüyayı sadece gözlerimiz ve
kulaklarımızla algılıyoruz ancak gelecekte gelişen teknolojilerin sonucu
olarak Huxley’nin ‘Yeni Dünya’ sında yer alan duy-gör-dey filmlerini
izleyebileceğimizi söylemek çok da yanlış olmaz...
Matrix serisinin
farklılığı, sunduğu görsel malzemenin cazibesinin yanında yukarıda
değindiğimiz 90’lı yılların özelliği olan postmodern yapısından da
kaynaklanıyordu.
Filmleri kategorize etmekte giderek
zorlandığımız bu dönemde; bir film aynı zamanda kara film ve bilimkurgu
özelliklerini, dramanın ve fantastik sinemanın öğeleriyle birleştirerek
farklı türlerin harmanlanmasıyla oluşabiliyordu.
Sinema tarihinin unutulan – unutulmayan
bütün yapımlarından az çok izler taşıyan farklı malzemelerin uygun oranlarda
bir araya getirilmesiyle oluşan bu yapıya 90’larda postmodernizmin sanata
olan olumsuz etkilerine itafen ‘pastiş’ denilip bu yapımlar bazı çevreler
tarafından küçümsenirken; birkaç yılda bu terim evrimleşerek ‘füzyon’ adını
aldı ve başarının temel koşullarından birisi haline geldi. ‘Füzyon’
meşrulaştı ve Tarantino gibi yönetmenlerin filmlerinde korkusuzca dile
getirildi.
Meşrulaşmasında araç olarak ustalara ve türe
duyulan saygı ve sevgi kullanıldı. İzleyicilerin de heyecanla çanak tuttuğu
bu yapımlar Holywood sinemasının yeni kurtarıcıları oldular.
Aslında ortaya çıkan kolektif ürünler,
birleştirdikleri ‘esinlenmelerle’ oluşturdukları homojen yapıyla izleyicide
yeni bir şey izlediği yanılsamasını uyandırırken, aslında kendini aşamayan
kendi üstüne kapanan bir yapının tutsağı olmaktaydılar. Matrix
üçlemesinde ‘esinlenilen’ filmleri eminim ki biraz düşününce siz de
bulabilirsiniz.
O halde ‘Matrix’ serisini
fenomen haline getiren daha önce bir çok defa gördüğümüz hikayesi değildi.
Kullandığı sinematografik yenilikler ise sadece eleştirmenler ve görsel
efekt uzmanlarından oluşan küçük bir azınlık tarafından hatırlanacak,
kitleler tarafından unutulup gidecekti. Mesele, ilk filmde sorulan
gerçeklikle ilgili soruların karşı konulamaz çekiciliğinden kaynaklanıyordu.
Üstelik bunu benzerlerine göre daha fazla göze çarpan bir tarzla doğrudan
sorularla gerçekleştiriyordu:
Morpheus’un (Düşler Tanrısı) Neo (Mesih)’ya
sorduğu soru hepimizi aylarca meşgul edecekti: ‘Hiç gerçekliğinden emin
olduğunu düşündüğün bir rüya gördün mü? Eğer o rüyadan uyanamasaydın ne
olurdu? Gerçek dünyayla rüya arasındaki ayrımı nasıl bilebilirdin?’
Sonraki bir sahnede de gerçekliği
sorguluyor: ‘Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin,
koklayabildiğin tadabildiğin ve görebildiğin şeylerden bahsediyorsan aslında
gerçek beynin tarafından gönderilen elektrik sinyallerinden ibarettir.’...
Mimar Neo'ya ne söylemişti?
Hatırlayacağınız gibi "Matrix Reloaded"ın
sonlarında karşımıza çıkan Mimar karakterinin Neo'ya söyledikleri, hem ilk
filmde sunulan dünyayı alt üst etmiş, hem de trilojinin gidişatına dair
merakları doruğa çıkarmıştı.
Hatırlayacağınız gibi “Matrix Reloaded”da
tıpkı ilk film “Matrix”te olduğu gibi karakterler arasındaki diyaloglar
filmin pek çok noktası açık bırakılmış dünyasına dair ipuçları elde etmek ve
çeşitli tasavvurlarda bulunmak için kilit bir konuma sahipti. İlk filmde
bunlar Neo’nun kırmızı hapı seçmeden önce Morpheus’la olan diyaloğu, Neo’nun
Kahin’le olan diyaloğu ve Ajan Smith’in sorgulama sırasında Morpheus’la olan
diyaloğu şeklinde özetlenebilir. İkinci film “Matrix Revolutions”da da kilit
konumdaki tüm diyaloglar Neo çevresinde toplanmıştı: Neo’nun Kahin’le, Ajan Smith’le, Merovingian’la ve de Mimar’la olan diyalogları filmin hem kafaları
karıştırmasında, hem ilk filmde sunulan ipuçlarının ters yüze edilmesinde,
hem de izleyicinin bu sunulan yeni matrix dünyasına dair akıl yürütmesinde
oldukça etkiliydi. Ancak özellikle filmde ilk kez karşımıza çıkan ve tüm matrix dünyasının arkasındaki akıl olarak sunulan Mimar’ın Neo’ya
söyledikleri, daha “Revolutions”ı izlememiş olsak da, triloji içinde ayrı
bir yerde duruyor. Biz de hazır son film gündemdeyken size yeniden
hatırlatalım, hafızalarınızı tazeleyelim istedik:
![](../KO/matrix_reloaded_neo.jpg)
Mimar: Merhaba, Neo.
Neo: Sen kimsin?
Mimar: Ben mimar'ım. Matrix'i ben
yarattım. Seni bekliyordum. Birçok sorun var, ve sürecin bilincini
değiştirmiş olmasına rağmen... hâlâ bir insansın. Bu yüzden cevaplarımın
bazılarını anlayacaksın, bazılarını da anlamayacaksın. Buna bağlı olarak,
ilk sorun en geçerli soru olsa bile aynı zamanda -sen farkına varabilir ya
da varmayabilirsin- en konu dışı olanı.
Neo:
Neden buradayım? Mimar: Hayatın matrix'in programlamasına has, dengelenmemiş bir denklemin artıklarının
toplamı. Sen, aksi takdirde matematiksel kesinliğin bir uyumu olan bir
şeyin, en içten çabalarıma rağmen ortadan kaldırmayı başaramadığım bir
anomalinin sonucusun. Bu, sinsice kaçınılan bir yük olmasına rağmen,
beklenmedik bir olay değil ve dolayısıyla kontrol edilemez durumda değil.
Seni kaçınılmaz bir şekilde buraya getiren de bu kontrol.
Neo: Soruma cevap
vermedin. Mimar: Çok doğru. İlginç. Bu diğerlerinden daha hızlı. (Mimar’ın
oturduğu koltuğun arkasındaki ekranda beliren önceki seçilmiş kişiler araya
girer:) Diğerleri mi? Hangi diğerleri. Kaç kişi? Bana cevap ver.
Mimar: Matrix düşündüğünden daha eski. Ben, bir integral anomalinin çıkışından
sonrakinin çıkışına saymayı tercih ediyorum ki; bu durumda bu altıncı sürüm
oluyor. Neo: Yalan söylüyorsun! Bu mümkün değil. Neden kimse bana bunu
söylemedi? Mimar: Kimse Bilmiyor. Kesinlikle. Senin de şüphesiz fark etmeye
başladığın gibi, en basit denklemlerde bile dalgalanma meydana getiren
anomali sistemik. Neo: Seçim. Sorun seçim.
![](../KO/m7_copy3.jpg)
Mimar: Tasarladığım ilk matrix, doğal olarak mükemmeldi. Bir sanat eseriydi.
Hatasız, haşmetli. Bu zafere eşdeğer tek şey muazzam başarısızlığıydı. Her
insanda bulunan kusurların sonucu olarak yok olmasının kaçınılmazlığı artık
benim için çok açık. Bu yüzden, tarihinizi temel alarak doğanızın
garipliklerini yansıtacak şekilde tekrar tasarladım. Ama bir kez daha
başarısızlık yüzünden hayal kırıklığına uğradım. O zamandan beri cevabın
gözümden kaçtığını, çünkü daha daha küçük... ya da belki de
kusursuzluğun parametreleriyle daha az sınırlanmış bir aklın gerektiğini
anladım. Böylece cevabı bir başkası tesadüfen buldu. Sezgileri olan bir
program. İlk başta insan ruhunun belirli bazı|özelliklerini araştırmak için
programlanmıştı. Eğer matrix'in babası bensem… o da, şüphesiz, annesi olur.
Neo: Kahin.
Mimar: Lütfen. Dediğim gibi,
ancak bilinçaltı seviyesinde farkında olsalar bile, bir seçme hakkı
tanındığı zaman... deneklerin neredeyse %99'unun programı kabul etmesi
üzerine, tesadüfen bir çözüm buldu. Bu bir fonksiyonu sona erdiriyor olsa
da, açıkça temelden hatalıydı. Bu yüzden, kontrol edilmediği takdirde
sistemin kendisini tehdit edebilecek, aslında çelişkili bir kavram olan sistemik anomaliyi yaratıyordu. Bu yüzden, azınlık olmalarına rağmen,
programı kabul etmeyenler kontrol edilmedikleri takdirde, yükselen bir
felaket ihtimali teşkil edeceklerdi.
Neo: Sorun Zion.
Mimar: Buradasın,
çünkü Zion yok edilmek üzere. Yaşayan herkes yok edilecek, tüm varlığı
ortadan kaldırılacak. (Mimar’ın oturduğu koltuğun arkasındaki ekranda
beliren önceki seçilmiş kişiler araya girer:) Palavra!
![](../KO/matrixreloaded64.jpg)
Mimar:
İnkar, insani tepkilerin en
öngörülebilen olanıdır. Ama emin ol. Bu, onu altıncı yok edişimiz olacak Ve
bunda fazlasıyla iyi hale geldik. Seçilen kişinin şimdiki görevi kaynağa
geri dönüp, taşıdığın kodun geçici olarak yayılmasına izin vererek... ana
programın yeniden yüklenmesini sağlamak. Ardından, Zion'u yeniden inşa etmek
için, matrix'ten 16'sı kadın, 7'si erkek, 23 birey seçmen istenecek. Bu
işleme uymamak matrix'e bağlı herkesi öldürecek korkunç bir sistem çökmesine
neden olacak Ve bu da Zion'un yok edilmesiyle birleştiğinde sonunda tüm
insan ırkının soyu tükenecek.
Neo:
Bunun olmasına izin vermeyeceksiniz. Yapamazsınız. Hayatta kalmak|için
insanlara ihtiyacınız var.
Mimar:
Kabul etmeye hazır olduğumuz varoluş seviyeleri var. Ama şu anki konu, senin
bu dünyadaki tüm insanların ölümünün sorumluluğunu kabul etmeye hazır olup
olmadığın. Tepkilerini okumak çok ilginç. Beş selefin, seçilmiş kişinin
görevini kolaylaştıran, türünüzün geri kalanına derin bir sevgi duymalarını
sağlayacak belirsiz bir doğrulama, benzer bir hüküm üzerine
temellenmişlerdi. Onlar bu deneyimi çok genel bir şekilde yaşarken, senin
deneyimin çok daha özel. Karşılıklı aşk.
Neo: Trinity.
Mimar:
Konu sizden açılmışken, Seni kurtarmak için kendi hayatı pahasına matrix'e girdi.
Neo:
Hayır.
Mimar:
Ve bu da bizi nihayet, temel gerçeğin vurgulandığı ve anomalinin hem
başlangıç, hem de son olarak ortaya çıktığı, gerçek anına getiriyor. İki
kapı var. Sağındaki kapı kaynağa ve Zion'un
kurtuluşuna açılıyor. Solundaki kapı matrix'e, sevgiline ve türünün sonuna
açılıyor. Senin de layıkıyla belirttiğin gibi sorun seçim. Ama ne yapacağını
zaten biliyoruz, değil mi? Daha şimdiden zincirleme reaksiyonu
görebiliyorum. Kimyasal haberciler, özel olarak akıl ve mantığı bastırmak
için tasarlanmış bir duygunun başlangıcının işaretlerini veriyorlar. Basit
ve açık bir gerçeği görmeni engelleyen bir duygu. O ölecek ve bunu önlemek
için yapabileceğin hiçbir şey yok… Umut. İnsanın en temel yanılsaması. Aynı
anda, hem gücünüzün, hem de zayıflığınızın kaynağı.
Neo:
Senin yerinde olsam, bir daha karşılaşmamayı dilerdim.
Mimar:
Karşılaşmayacağız.
"Matrix Reloaded": Hakikatin çölüne ikinci yolculuk...
The Matrix Reloaded?
Artık ezberlediğimiz ilk film, bilimkurgu
aleminde sıkça karşılaştığımız makinelerin egemenliğine geçmiş dünya
temasını işliyordu; ancak makinelerin temsil ettiği yapay zekâ, daha önce
karşılaşılmadık bir gelişmişliğe sahipti. İnsanların, onlara enerji sağlayan
güneşe engel olmak için gökyüzünü kapatma girişimine karşılık, güneş
enerjisinin yerine bizzat insan vücudundan elde ettikleri bioenerjiyi
koymuşlar; bunun için de insanları uyutarak beyinlerini bir tür bilgisayar
programına bağlamışlardır. Böylece insanlar, okyanus içinde olduğunun
farkında olmayan balık misali, sanal bir dünya içinde yaşamaktadır. Yalnızca
Morpheus'un önderliğindeki bir grup direnişçi, bu Matrix
dünyasının dışına çıkmıştır ve makinelerin hükümranlığına son verecek
seçilmiş kişiyi aramaktadırlar. Hatırlayacağınız gibi, direnişçiler seçilmiş
kişi Neo' yu, Matrix dünyasında yaşayan bilgisayar hacker'ı
Thomas Anderson'un karakterinde bulmuşlardı ve film Neo'nun
gerçekten seçilmiş kişi olup olmadığını kavrama sürecini perdeye taşıyordu.
İlk filmin kaldığı yerden devam eden Matrix Reloaded da, güçlerinin
farkına varan Neo sayesinde, insanların direnişi daha güçlü bir
hal almıştır. Ancak, makineler her zaman olduğu gibi- insanlara göre korkunç
bir gelişme göstermiş ve ilk filmde bahsi geçen, insan direnişinin son
kalesi olan, yerkürenin çekirdeğine yakın bir yerde konumlanmış Zion
kentinin yerini keşfetmişlerdir. Şimdi, ilk filmde Morpheus ve
ekibinin gemisi Nebuchadnezzar'a saldıran sentinelleri (ahtapota
benzeyen dev robotlar) Zion'a gönderip insan direnişinin süngüsünü düşürme
planları yapmaktadırlar. İnsanların tek umudu, makinelerin korunaklı
dünyasına açılabilme yeteneğine sahip Anahtarcı (Keymaker)
lakaplı kişiyi bulmaktadır. Bunun içinse tabii ki Neo'ya
güvenmektedirler. Ancak Anahtarcı, çok iyi bıçak kullanan ve
ortadan kaybolma yeteneğine sahip olan filmin yeni kötü karakterleri İkizler
tarafından çok iyi bir şekilde korunduğundan, ona ulaşmak pek de kolay
değildir. Aynı zamanda, kendini kopyalama yeteneğine kavuşmuş olan Ajan
Smith onlardan almaya çalıştığı şeyi geri almak üzere Neo'nun
peşine düşmüştür. Devam filmi de, tıpkı 1999 yılında izlediğimiz Matrix
gibi çok etkileyici sahnelere sahip. Ancak filmin en öne çıkan
sahnesinin, otobanda geçen takip sahnesi olduğunu söyleyebiliriz. Anahtarcı'nın
izini bulan Morpheus ve Trinity, onu kaçırarak Matrix'ten
sağ salim çıkabilecekleri bir telefon hattı aramaya başlarlar. Ancak, en
yakın hata ulaşmak için, yakınlarındaki bir otobanı kullanmaları
gerekmektedir.
Ajanlar, Matrix'teki her insanın
vücudunu kullanabildikleri için, kalabalık otoban onlar açısından çok
tehlikelidir; ancak başka çareleri de yoktur. Böylece, 600 bin dolara mal
olan ve çekimleri yedi hafta süren otoban sahnesi başlar. Bu sahnede
Ajanlarla Morpheus ve Trinity arasında biri bir Cadillac'ın
arka koltuğunda, diğeri de bir tırın üzerinde olmak üzere iki adet çok
etkileyici kung fu sahnesi de mevcut. Wachowski Kardeşler, bu sahneyi
hayal ettikleri gibi çekebilmek için uygun bir otoban bulamayınca çareyi
California'daki eski bir askeri üsse yeni bir otoban inşa etmekte bulmuşlar;
bu da film içerisinde bu bölüme özel önem yüklediklerini gösteren bir
ayrıntı. Matrix Reloaded' da Matrix gibi, teknik açıdan yeni
uygulamaların denendiği bir film. İlk filmdeki çalışmalarıyla Oscar kazanan
görsel efekt uzmanı John Gaeta, Manix adlı şirketindeki özel
ekiple Wachowskiler' in isteği üzerine sanal sinematografi denen bir
teknik geliştirmişler. Perdede gerçek olanla sanal (ya da yapıntı) olan
arasındaki farkı ortadan kaldıran bu teknik sayesinde, filmde kullanılan
2500 efektli sahneyi, efekt kullanılmayan sahnelerden ayırt etmek o kadar da
kolay olmayacak. Benzer şekilde, kendini kopyalama yeteneğine sahip Ajan
Smith'in Neo'yla dövüştüğü sahnelerde de izleyiciler, hangi
Ajan Smith'in gerçek, hangilerinin kopya olduğunun ayrımına
varamayacaklar. Bu nasıl mı mümkün oluyor? Öncelikle yüksek çözünürlüğe
sahip beş-altı kamerayla, kopyası çıkarılacak oyuncu ya da nesnenin farklı
açılardan görüntüsü kaydediliyor ve bilgisayara yükleniyor. Bilgisayar da,
oyuncunun görülebilecek her bir noktasını hesaplayarak bir model çıkarıyor
ve bu modelin hareketlerini çekilecek sahnenin gereklerine göre
şekillendiriyor. Böylece, izleyici bu sahnelerin gerçek oyuncu ya da objeyle
çekilmediğini fark edemiyor. Filmin başrol oyuncusu Keanu Reeves, bu
teknik için şunları söylüyor:
Aslında perdedeki görüntünün sizin
varlığınıza doğrudan bağlı olmaması rahatlatıcı bir his. Ancak,
yönetmenlerin kullanacakları malzemeyi elde ettikten sonra oyuncuyu tamamen
olayın dışında bırakabilmeleri, onlara çok daha fazla güç ve otorite
sağlıyor ve oyuncuların filme olan etkilerini belirsizleştiriyor.
Bildiğiniz gibi, Matrix Reloaded'la, serinin üçüncü filmi
Matrix Revolutions'ın çekimleri aynı anda gerçekleştirdi.
![](../KO/Matrixfilm.jpg)
Matrix:
"İnançlı olun!"
İsa Mesih, Roma İmparatorluğu’nun kölelerini
özgürleştirdi. Neo Mesih, yarattığı yapay zekalı makinelerin kölesi olan
insanoğlunu!
Elektronik beyin, onu yaratmakla övünen
insanı, YAŞAM enerjisini ‘sağmak’ için tarlada ekin haline getirmiştir. Uzak
bir gelecekte, insan zihinlerini sanal gerçeklik içinde 1999 yılında
‘oyalamaktadır’. Böylece insanlar, bir matris sayesinde, birer mısır koçanı
olduklarının farkına varmadan, zihinlerinin içinde yaşayıp gitmektedir. Hem
de pek sevdikleri yirminci yüzyılda.
“Matrix” yazıp yöneten Wachowski
Biraderler, çağdaş uygarlık dediğimiz düzeni bu noktada eleştirmeye
başlıyor. Fazlasıyla maddiyatçı, fazlasıyla teknolojiye düşkünüz. Oysa
insanı makineden ayıran, bir ruhu olmasıdır. Bu noktadan hareket edip
zamanımızdan yaklaşık iki yüzyıl sonra, Yunan mitolojisi ve semavi dinlerin
devamı bir kurtuluş destanı yaratıyorlar. İnsanoğlunu habersiz oldukları
makinelerin boyunduruğundan kurtaracak bir Mesih gönderilmiştir: Sanal
düzenin korsanı, bir hacker, Neo, yani “yeni”. Matris içinde aslında
yaşamayan, uyuyan insanları kurtarmak için seçilmiş kişiyi bulup uyandıracak
olan Düşler Tanrısı Morpheus’tan başka kim olabilir?
![](../KO/matrix82.gif)
![](../KO/M_TheMatrix_DivX.jpg)
Matris’in belalısı, terörist/hacker Morpheus,
militanlarından Trinity (Kutsal Üçlü) ile birlikte Neo’yu yapay zekayla
mücadeleye hazırlar. Morpheus, vaftizci Yahya’nın İsa’ya yol göstermesi gibi Neo’ya uzakdoğu sporlarını öğretir. Zihin gücüyle Matris’in koruyucusu
ajanlar kadar hızlı ve becerikli olabilir çünkü sanal ortamda bedeni (?)
ölen birinin zihin ölümü de gerçekleşmektedir.
Wachowski Biraderler insanoğlunu
uyarıyor: İnançlı olun. Topraktan geldiğinizi, toprağa gideceğinizi
unutmayın. Siz etten ve kandan oluşmaktasınız. Sinirlerinizin ucu
beyinlerinize ulaşıyor. Bu yüzden inanılmaz bir hareketlilik yeteneğine
sahip karakterlerinin de makine karşısında acı çekme, yaralanma, kan
kaybetme gibi zaaflarını vurguluyorlar. Zaten, insanların Matris’in
varlığını farkedebilmek için zihinlerinde doğum anını yeniden yaşamalarını,
bir anlamda vaftiz edilmeleri gerekiyor.
"Matrix Revolutions" Efsanede son perde...
“Matrix” artık bir efsane.“Matrix
Revolutions”ın bu efsaneye eklenen son halka mı olacağını, yoksa onu
yeni ufuklara mı taşıyacağını zamanla göreceğiz. Ancak Wachowskiler’in
yaşamlarında yeni bir sayfa açtıkları ve “Yüzüklerin Efendisi”
üçlemesini yönetmeni Peter Jackson’la birlikte, yeni projeleri en çok
merak edilen yönetmenler arasında oldukları kesin. “Matrix” ve
“Matrix Reloaded”ın elde ettikleri gişe başarısı ve sinema
tarihinde üzerine en fazla tartışma yaratılmış, en çok düşünce üretilmiş,
akademiden başlayıp yılda bir-iki kez sinemaya giden/gidebilen kişilere
kadar herkesin dikkat alanına girmeyi başarmış filmler oldukları
düşünüldüğünde, karşımızda sinemanın sınırlarını çoktan aşmış bir olgunun
olduğunu kabul etmek gerek. Bu durumda, geçtiğimiz Mayıs ayında vizyona
giren “Matrix Reloaded”la birlikte tek bir film gibi çekilen
“Matrix Revolutions”ın şimdiye kadar tanık olmadığımız bir merak ve
heyecanla beklenmiş olması çok normal. Bu merakı beslemek adına, filmle
ilgili bilgilerin kamudan sır gibi saklandığını biliyorsunuz. Biz de film
izleme keyfini azaltmamak için, detaylara fazla girmeden, “Matrix
Revolutions”a kısa bir bakış atmak istiyoruz: Wachowskiler’in
sürekli olarak “Matrix”in “bütünleşme umudu” üzerine kurulmuş bir
seri olduğunu söylemelerini ve seriyi “olanlar hakkındaki sınırlı
bilgimizle olabilecekler hakkındaki sınırsız inancımızın sentezinden oluşan
bir bütünlük” olarak tanımlamalarını düşünürsek ve tüm bunları filmin
fragmanıyla birleştirirsek, “Matrix Revolutions”ta insanlar kadar
makinelerin ve yapay zekânın da önemli olacağını tahmin edebiliriz. Keanu
Reeves de seriyle ilgili bu tahminle örtüşecek şeyler söylüyor: “İlk
filmde insanlarla makineler karşı karşıya geliyordu. Reloaded ve
Revolutions’taysa yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kalınca,
‘matrix’in içinde saklanmaya çalışan makineler tarafından üretilmiş
bilgisayar programlarının bakış açısını görüyoruz. Aynı anda insanlar da
tıpkı bu programlar gibi Zion’a saldıran makineler tarafından yok edilme
tehdidiyle karşı karşıya. En sonunda makineler de benzer bir tehditle
karşılaşınca insanlar, makineler ve bilgisayar programları hayatta
kalabilmek için işbirliği yapmanın bir yolunu aramak zorunda kalıyorlar.”
Bu sözlerden, rahatlıkla, “Revolutions”ta insan kimliği kadar, makine
ve bilgisayar programı kimliklerinin de önemli olacağını, ilk filmde kurulup
ikinci filmde yerle bir edilen gerçeklik/matrix zıtlaşmasından çok bu farklı
kimliklerin ayakta kalabilmek için mücadelesinin öne çıkacağını kestirmek
hiç de zor değil. İlk filmde yeni yeni tanış olduğumuz dünyanın, görkemli
özel efektlerin ve de karizmatik karakterlerin desteğiyle hakim olan duygu
hayranlıkken, bu filmde kurulan dünyaya dair inançlarımızı yıkan ikinci
filmde hissettiğimiz daha çok boşluktu. Şimdiye kadar bize sunulan matrix
evreninde yer alan diğer aktörlerin de (makineler ve bilgisayar programları)
dahil olacağı büyük bir savaşa tanık olacağımız “Revolutions”ta bu
duygu daha çok kaos olacak gibi gözüküyor.
Hatırlayacağınız gibi, ikinci filmde, Neo gerçek gücünün sınırlarına
dair aydınlanmaya başlamış ve Mimar’la konuşmasından sonra, matrix
dışı olarak bildiğimiz dünyada sentinellere hükmederek kafaları
karıştırmıştı. Filmin finalinde Neo’yu, vücudu Ajan Smith
tarafından ele geçirilmiş olan Bane’le yan yana şuursuz biçimde
yatarken bırakmıştık (Aslında bu finali, son filmin iki yıldızlarının Neo
ve Ajan Smith olacağını haber veren bir sahne olarak okumak mümkün.)
“Revolutions”ta Neo, matrix’te elde ettiği güçleri ve seçilmiş
kişi özelliklerini gerçek dünyada da kullanabilmesinin ardındaki gerçeği
öğreniyor. İnsanların son umudu olan Zion şehrini kuşatmış olan makinelere
karşı Zee ve Kid gibi yetenekli sivillerin de desteğini alan Zion ordusu karşı koymaya çalışıyor. Bu iki ordu arasındaki savaşın sinema
tarihinin en özgün ve en gösterişli savaş sahnesi olacağı iddialarının
havada uçuştuğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Bane’in vücudunda
Zion’a sızan ve giderek güçlenen Ajan Smith artık iyice kontrolden
çıkıyor ve direnişçilerle birlikte makinelerin hükümranlığını da tehdit
etmeye başlıyor. Bu esnada Neo ve Trinity, şimdiye kadar hiç
kimsenin cesaret edemediği bir şeye kalkışırlar ve Niobe’nin gemisini
alarak çöle dönmüş yeryüzüne çıkıp makinelerin başkentine doğru yola
koyuluyorlar. Dev bir metropolü andıran kente vardıklarında Neo, tüm
bu düzenin ardındaki güçle karşı karşıya gelecek ve ona hızla kaçınılmaz
gibi gözüken sona yaklaşan dünyayı kurtarmak için bir uzlaşma teklif
edecektir. Bu kurtuluşun gerçekleşmesi için, son bir kez de olsa, Neo’nun
Ajan Smith’in karşısına çıkması gerekecektir. Son filmde ilk iki
filmde karşımıza çıkan kadronun büyük ölçüde korunduğunu söyleyebiliriz.
Sadece, Kahin’i canlandıran Gloria Foster’ın ani ölümü
nedeniyle bu karakterde farklı bir isim, Mary Alice çıkacak
karşımıza. Hoş, Wachowski Kardeşler, ilk filmden itibaren, üçlemenin
diğer filmlerinde Kahin’in görüntüsünü değiştirmeyi düşünmüşler,
bundan son anda vazgeçmişlerdi. Bu beklenmedik gelişmeden sonra, ilk
fikirlerine geri dönmek zorunda kaldılar. İkinci filmde, Kahin’in de
aslında bir bilgisayar programı olabileceğini öğrendiğimizi düşünürsek,
böyle bir görünüm değişikliğinin hiç de yadırgatıcı olmayacağını
kestirebiliriz. İlk iki filmdeki görsel efekt zenginliğinin bu filmde de
korunduğunu söylememize sanırız gerek yok. Her ne kadar “Revolutions”ın
büyük bölümü, çölü andıran gerçek dünyada geçse de, 40 milyon dolara mal
olan makinelerle insanların büyük savaşının gerçekleştiği sahnede ve Neo’nun
Ajan Smith’le yağmur altındaki son dövüşünü izleyeceğimiz sekansta
görsel efekt departmanının yöneticisi John Gaeta ve ekibi yine
yeteneklerini konuşturmuş. İlk iki filmde rastlamadığımız kadar çok karakter
ve yaratıkla karşılaşacağımız “Revolutions” için Gaeta şunları
söylüyor: “Reloaded’ta Neo’nun uçması ya da Smith’le
dövüşmesi gibi doğaüstü sahneler için gerçeküstü sanal sinematografinin
olanaklarını geliştirmek için çalışmıştık. Revolutions’taysa,
insanlarla makinelerin karşı karşıya geldiği büyük destansı sahnelerle,
makinelerin başkenti gibi gerçek dünyaya çıktığımızda karşımıza çıkacak
uçsuz bucaksız alanların tasarımıyla uğraştık daha çok. Her iki filmin de
Alien ve Blade Runner gibi filmlerden bu yana bilimkurgu
sinemasının gelişmesine en çok katkı yapan filmlerden olmasını umuyorum”
diyor. Şimdiye kadar, özellikle ikinci filmden yola çıkarak “Revolutions”ın
finalinde olacaklarla ilgili sayısız senaryo üretildi. Filmin vizyona
girdiğini düşünürseniz bunlara detaylı olarak değinmenin pek de anlamı yok.
Ancak, “Revolutions” için, ikinci filmde aklımızda beliren sorulara
açık şekilde yanıt getiren bir final düşünen senaryolar kadar, her şeyin
daha da karışacağını, gerçeklik alanıyla matrix alanı arasındaki sınırların
iyice buharlaşacağını iddia eden senaryolar da mevcut. Büyük finalle ilgili
siz ne düşüneceksiniz bilmiyoruz; ancak deneyimli yapımcı Joel Silver,
serinin düşünsel açıdan en zengin bölümü olduğunu iddia ettiği filmin sonu
için oldukça heyecanlandırıcı ve umut vaat edici şeyler söylüyor: “Neo’nun
yolculuğunu duygusal, eğlenceli ve zekice bir finalle çözüme kavuşturan
film, bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiği hakkında gerçek bir fikir
veriyor.”
"Matrix Reloaded"ın karizmatik
karakterleri
NEO (Keanu Reeves) Neo ya da
adını oluşturan harflerin yerlerini değiştirdiğimizde bir şekilde The One;
yani seçilmiş, yani kurtarıcı-mesih İsa. Bir zamanlar yaşadığı dünyanın
Matrix adında bir bilgisayar simülasyonu olduğunu anlayana dek uyuyordu.
Matrix sisteminin içindeki yanılsamalar dünyasında sıradan bir yaşamı
olan Thomas Anderson adında bir bilgisayar hacker'ıydı. Harikalar
Diyarı'na doğru yola çıkan Alice misali, tavşan'ı izlediğinde
yalnızca kendi yaşamını değil, insanlığın kaderini değiştirecek bir
yolculuğa çıktığının farkında bile değildi; ama artık her şeyin farkında.
İlk başlarda, kendisine yüklenen sorumluluğun büyüklüğü karşısında kafası
karışsa da, O insanlığı kurtarabileceğine inandı ve savaşmaya
başladı. İlk film The Matrix, Neo'nun uyanışının öyküsüydü,
The Matrix Reloaded ise silkinişinin ve yapmak zorunda kaldığı
seçimlerin öyküsü olacak. Seçilmiş kişi olmanın, tarihin her
döneminde olduğu gibi, yalnızca kendine inananlara karşı değil,
inanmayanlara karşı da bir sorumluluk gerektirdiğinin bilincine varacak olan
Neo yine de insanlığı, yapay Matrix sistemi içine mahkûm eden
ve enerjisini sömürerek kendi yaşamlarını baki kılmaya çalışan makinelerin
hükümranlığından kurtarmak için savaşmayı sürdürüyor.
Morpheus (Laurence Fishburne)
Kırmızı hap mı, mavi hap mı? Bu ilahi soruyu Neo'ya sorarak gerçeği
yeniden sorgulatan adam. Adının anlamı
ise düşler tanrısı. Kısaca Neo'yu Matrix sisteminden
kurtaran gizemli, asi lider. Neo'nun insanlığı kurtaracağına inanan
kişi. İnsanlığın makineleri yenerek dünyayı yeniden sahiplenmesine önderlik
edecek olan Neo'yu keşfederek özgürlük savaşını başlatıyor, hem de
canı pahasına. Matrix Reloaded'da Morpheus karakteri karşımıza
karizmasına karizma katmış bir şekilde çıkıyor. Özellikle, özenle
hazırlanmış kıyafetleri, bu etkiyi arttırmakta büyük bir role sahip. Ancak
bu filmde, ebedi yalnız, ermiş kişi imajından sıyrılıp, daha güçlü ama aynı
zamanda biraz daha dünyevi bir kimliğe sahip olacağını söyleyebiliriz. Çünkü
Matrix Relaoded bizi insan direnişinin son kalesi olan kurtarılmış
Zion şehrine götürüyor ve buradaki direnişin başında yer alan, Neo'nun
eski sevgilisi Niobe'yle tanışmamızı sağlıyor.
Trinity (Carrie-Anne
Moss) Ekibin kadın figürü Trinity, Morpheus ile birlikte
Matrix'e karşı savaşırken Neo'nun da onlara katılmasına
yardımcı oluyor. İlk filmde, aksiyon severlerce fazla dramatik bulunan
masalsı öpücüğüyle Neo'yu yeniden diriltmiş, böylece ikili arasında
film boyu süren yakınlığın, gerçek bir aşk olduğu yolundaki kanıları
arttırmıştı. Her ne kadar Kâhin'in ona ne söylediği tam olarak devam
filmlerinde ortaya çıkacaksa da bu konuda epey bir fikir yürütüldüğünü
belirtmeden geçmeyelim. Bu filmde Morpheus'la birlikte Anahtarcı (Keymaker)
denen gizemli şahsiyetin peşine düşen Trinity'yi sinema tarihinin en
iyi takip sahnesi olma iddiasında yine dövüş konusundaki hünerlerini
sergilerken izleyeceğiz. Ajan Smith (Hugo Weaving) En hayran
olunan kötü adam. Ama bu ikinci macerada adamlar olarak geri dönüyor. O bir
ajan. İnsanlığı köleleştiren Matrix'in en önemli ajanı. Görevi ise
Neo'nun ve onun birlikte savaştığı asilerin yükselişini önlemek ve
insanlığın tırmanan özgürlük savaşını engellemek. Bu bölümde kendini klonlama yeteneği de kazanan Ajan Smith, ilk filmdekinden çok daha
güçlü bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Niobe (Jada Pinkett Smith)
Matrix'in ikinci macerasında karşımıza çıkacak yeni karakterlerden biri
olan Niobe Morpheus'un eski sevgilisi. Son insan şehri olan,
Matrix?e karşı direnişi örgütleyen Zion'un halkı ile birlikte yok
olmama mücadelesi veriyor ve yokedici, acımasız robotlar sürüsüne karşı
savaşıyor. Niobe aynı zamanda Neo için kilit bir isim; çünkü
ona yeniden Matrix'e girme girişiminde yardımcı oluyor. Kısaca yeni,
ama hem Morpheus?un geçmişiyle bağ kurmamızı sağlaması açısından hem
de öyküdeki yeri açısından önemli bir karakter. İkizler (The Twins) (Adrian
Rayment ve Neil Rayment) Yeni maceranın diğer yeni ve karizmatik kötü
karakterleri İkizler. Görevleri Anahtarcı (Keymaker)
denen, Matrix içerisindeki her gizli bölmeyi açma yeteneğine sahip
gizemli karakterin isyancıların eline geçmesine engel olmak, Neo'yu
engellemek ve onun Matrix'in içinde savaşmasına olanak tanımamak.
Tabii ki bu sırada Neo?nun yolunu açmaya çalışan ve Anahtarcı'nın
peşline düşen Morpheus ve Trinity'yi yok etmek de görevleri
arasında. Bu karizmatik karakterler, istedikleri şeyleri yaratarak Matrix'i
somut bir biçimde etkileme, çok iyi bıçak kullanabilme ve hayalet gibi
ortadan kaybolabilme yetilerine sahipler. Persephone (Monica Bellucci)
Persephone, Yunan mitolojisinde, Persephone Zeus ve Demeter'in
kızıydı. Hades tarafından yeraltı dünyasındaki eşi olmak üzere kaçırılmıştı.
Matrix Reloaded'da son dönemde, özellikle Dönüş Yok (Irreversible)
filmiyle hem ülkemizde hem de dünya genelinde gündeme oturan güzeller güzeli
Monica Belucci tarafından canlandırılan Persephone, Neo'yu
baştan çıkarmaya çalışan esrarengiz bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bu
yeni karakter bir yandan Matrix Reloaded'a farklı bir gizemli bir
boyut kazandırırken, bir yandan da Wachoswki Kardeşler'in ilk
filmdeki isimlere anlam yükleme alışkanlığının süreceğini gösteriyor.
![](../KO/matrix21.PNG)
![](../KO/M58kahin%201.jpg)
![](../KO/matrix62.gif)
![](../KO/matrix_Oracle_cookies.jpg)
![](../KO/matrix_10F.jpg)
![](../KO/M_TheMatrixtr_DivXr4.jpg)
![](../KO/matrix_oracle.jpg)
![](../KO/matrixreloaded06.jpg)
Kahin
("Matrix Revolutions"
filminden)
“Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır.
Sonun yaklaştığını, karanlığın yayıldığını ve ölümü görüyorum… ve onun
yolundaki tek engel sensin Neo. Eğer bu gece onu durduramazsan, korkarım
hiçbirimiz yarını göremeyeceğiz.” Orijinal dilinde: “Everything that
has a beginning has an end. I see the end coming, I see the darkness
spreading. I see death... and you are all that stands in his way. If you
cannot stop him tonight, then I fear tomorrow will never come.” [“Matrix
Revolutions”ta, Kahin (Orcale) Neo’ya, varoluşuyla ilgili
son ipuçlarını veriyor ve üstü kapalı da olsa filmin ‘climax’inde Neo’yla
Ajan Smith’in son dövüşüne şahit olacağımızı bizlere fısıldıyor…]
Bir
Referans Bombardımanı Olarak "Matrix"
1999 yılında "The Matrix"i
izlediğimiz dönemde genele hakim olan hava şöyleydi: "Bu filmi çok
sevdim, niye sevdiğimden emin değilim. Bir yandan yeni bir şey izlediğimi
düşünürken, bir yandan da sürekli bir deja vu yaşadığımı hissettim"
Aslında, insanı ilk anda rahatsız da etse "Matrix"i izlerken bu ruh
halinden kurtulmak sanıldığı kadar kolay değil, zaten gerekli de değil. Özel
bir filmle karşı karşıya olduğumuzu aklımızda tutup, bu filme doğru
yaklaşımın bu olduğuna kendimizi inandırmamız gerekiyor. "Matrix"in,
deneyimli izleyicilerin bile kafasını karıştıran bu yapısında, gerek
bilimkurgu türünden gerekse tür içine yer almayan filmlerden pek çok öğeyi
aynı potada eritiyor ve ortaya farklı -ya da öyle gözüken- bir ürün
çıkarıyor oluşunun rolü büyük. "Matrix"in sinema tarihiyle ilişkisine
dair her şeyden önce belirtmemiz gereken nokta, filmin yakın tarihle olan
ilişkisi, yani 90'lı yıllarda, sinemanın yeniden şekillenişinin geldiği son
noktaya işaret ediyor oluşu. Filmin başlı başına bir referans kolajı
şeklinde düşünülmesi, bizzat bu yıllarda çekilmiş filmlerin başat özelliği.
Wachowski Kardeşler, bu eğilimi öyle bir noktaya çekiyor ki, bir
yandan filmdeki her bir kareyi daha önce bir yerlerden gördüğünüz hissine
kapılırken, referansların çokluğu nedeniyle, gördüğünüz şeyin çok orijinal
olduğu illüzyonuna kapılıyorsunuz. Türleri harmanlama anlamında da film, bu
yıllarda iyice popüler bir formül haline gelen, bilimkurgu-aksiyon-karafilm
harmanının başarılı bir örneği. Özellikle kara-filmin karanlık ve
paranoyanın hakim olduğu atmosferi "Matrix"te gerçeklik evreninin
temel özelliklerine işaret ediyor [Bu paranoyanın, "Matrix"ten iki
yıl kadar önce izlediğimiz, "Matrix" kadar iyi bir film olmasına
karşın değeri yeterince anlaşılamamış "Gizemli Şehir"de ("Dark
City") çok etkili bir biçimde kullanıldığını hatırlatalım.] Filmin yakın
dönem referansları, yalnızca atmosferle ya da anlatım yapısıyla ilgili
değil. Filmi izlediğimiz dönemden aklımızda kalan daha dolaysız referanslar
da var. Örneğin, filmin çok tartışılan, hatta bazı kimseleri hayal
kırıklığına uğratan 'öpücük' sahnesi, Luc Besson imzalı "Beşinci
Güç" ("The Fifth Element") filminin finalindeki öpüşme sahnesini
hatırlatıyor.
Benzer biçimde karizmatik Ajan Smith sonunda ağına
düşen Morpheus'a "hepiniz virüssünüz" dediğinde, hafızamızda çok taze
yeri olan "Virüs" filminde aşağı yukarı aynı cümlenin telaffuz
edildiğini hatırlamamak mümkün değil. Aynı şekilde ajanların şekilden şekle
girme gibi bir özelliğe sahip olmaları, "The Invasion of the Body
Snatchers"la başlayan, "Terminatör 2"de, civadan yapılmış robotla
son noktaya gelen bir dizi insan vücuduna/şekline girebilen
makineye/yaratığa götürüyor bizi. Filmin kolajladığı türlerin en önde olanı,
hiç kuşkusuz 'bilimkurgu'. Ancak geniş bir tema yelpazesi olan bu türün pek
çok noktasına temas etse de, filmin yine de daha öne çıkardığı temalar var.
Bunların ilki, Matrix dünyasının temel özelliğine işaret eden
"makinelerin insanlardan daha güçlü hale gelmesi ve dünyayı ele geçirmeleri"
teması. Her ne kadar, en paralel biçimiyle "Terminatör"de karşılaşmış
olsak da, tarihsel olarak bu temanın farklı farklı filmlerde daha az yoğun,
ama etkili bir biçimde kullanıldığına tanık olmuştuk. Örneğin "2001"in
kendi hakimiyeti için, robot yasalarına aldırmadan komuta ettiği uzay
gemisini ele geçirmeye çalışan HAL'i, "Alien"da benzer bir girişimde
bulunan 'Ana' adlı bilgisayarı, "Blade Runner"ın daha fazla yaşam
için isyan eden replikaları ve bilimkurgu tarihi içinde benzer taleplerle
kazan kaldıran pek çok robot ya da makine efendilerinin kim olduğunu
unutmuştu. Saydığımız filmlerde olduğu gibi, "Matrix"te de insanlar
adeta 'Tanrılarını unutan/Tanrılarına karşı ayaklanan' makinelere
kimin patron olduğunu gösteriyor ve Tanrısını unutanlar yine
cezalandırılıyor (Tabii üçüncü filmi izleyenler bunun da bir illüzyon
olduğunu, ilk filmde kazanıyor gibi olan insanların aslında hiçbir şey
kazanmadıklarını biliyorlar.)
Yine filmin kurduğu dünyanın temel bir
özelliği olan 'sanal gerçeklik'e "Gerçeğe Çağrı" ("Total Recall"),
dijital verilerin insan beynine yüklendiği "Johnny Mnemonic" veya
"Tuhaf Günler" ("Strange Days") filmlerinden aşina olduğumuz gibi,
insanın farkında olmadığı bir sistem tarafından uyutuluyor oluşu
vesilesiyle, John Carpenter'ın 80'li yıllardaki çalışmalarından biri
olan, kült filmi "Yaşıyorlar!"ı (“They Live!”) anımsamamak
mümkün değil. Filmi, aksiyon boyutundan takip etmek istiyorsanız, karşınıza
yine bu türün birçok özelliğinin çıkması mümkün. Jackie Chan, Van
Damme, Bruce Lee, Chuck Norris ve Steven Seagal
gibi türün temel dövüşçülerinin stillerini (dolayısıyla pek çok dövüş
stilini) karıştırması, türün usta-çırak ilişkisini Morpheus'un Neo'yu
eğitmesi sırasında tür içinde klişeleştiği biçimde kullanması, Ajan Smith'le
Neo'nun ya da Morpheus'un karşılaşmalarının bir tür düello
şeklinde oluşu, bunların ilk akla gelenleri. Wachowski Kardeşler
Japon animasyonlarına olan hayranlıklarını hiçbir zaman gizlemiyor ve "Matrix"
serisini "manga estetiğini sinemaya uyarlamak" için gerçekleştirdiklerini
söylüyorlar. Bu konuda, "Matrix"in göbekten bağlı olduğu filmin, bir
manga başyapıtı olan "Ghost in the Shell" olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Gerek estetik açıdan (ateşli silahların yoğun biçimde
kullanılması, akrobatik dövüş sahneleri ve bu sahneleri özel efektlerle estetize etme ve akışkan kılma, vs.) gerekse de tematik açıdan (iki filmde
temelde bir siberpunk ve sanal gerçeklik öyküsünü perdeye taşıyor,
bilgisayar ağı filmlerin dünyasında temel bir işleve sahip ve filmdeki
insanların gerçek dünyaya erişimine engel oluyor, vs). iki film arasında çok
fazla benzerlik var. Daha zorlanması halinde filmin "Süpermen"den
"Tom ve Jerry"ye kadar, bir araya gelmesi olanaksız gibi görünen
filmlerden izler taşıdığını da görmek mümkün. Bir de tüm bunların Uzakdoğu
felsefesinden, Batı sosyal bilimlerinde son dönemde yükselen temalar olan
siber-kültüre (cyber-culture) ve siber-punka, Plato'dan Kant'a, oradan
Baudrillard'a kadar pek çok felsefi referansla harmanlanmış olması (bu
referansları 'Matrix'in Felsefesi' başlıklı yazımızda
bulabilirsiniz), durumu iyice içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Ancak
bunun çok keyifli bir 'içinden çıkamama' deneyimi olduğu aşikâr.
![](../KO/mat12.jpg)
![](../KO/Matrix_DivX_38.jpg)
"Kaşık yok? (?Matrix?)''
Çocuk: Kaşığı eğmeye çalışma. Bu
olanaksızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış.
Neo: Ne
gerçeği? Çocuk:
Kaşığın olmadığı gerçeği.
Neo: Kaşık yok mu ?
Çocuk: O zaman eğilenin kaşık olmadığını anlayacaksın. Eğilen
yalnızca sensin. (Orijinal dilinde: Spoon boy: Do not try and
bend the spoon. That's impossible. Instead... only try to realize the truth.
Neo: What truth? Spoon boy: There is no spoon. Neo:
There is no spoon? Spoon boy: Then you'll see, that it is not the
spoon that bends, it is only yourself.)
Sakın
uyanma! Matrix vizyonda...
Değişen dünya dengeleri, çizgileri kayan
sınırlar arasında yer bulmaya çalışan bireyler, yükselen globalizme tepkisel
olarak artan etnik kimlik arayışı, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya uzanan
şiddet, Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da din savaşları... Doğrusu zaten
kıyamet hali yaşıyorduk.
İnsanoğlunun binlerce yıllık kanlı tarihi tekerrür ediyordu da, yine şifa
olsun diye, dine ve de felsefeye sarılıyorduk. Bilime hizmet eden teknoloji
de artık kendi başına bir tapınma odağı olmuş, artık bilim teklolojiye
hizmet eder konuma gelmişti. Müdahale etme şansımız yoktu, kısaca çaresiz,
yorgun ve halsizdik. Biraz uykuya muhtaçdık.Herkesin aynı gerginlik, korku
ve bitkinlik hali yaşadığı bir ortamda sinemanın da tüm bu gelişimlerde
nasibini alması kaçınılmazdı. Matrix’in tüm kadim bilgilerin izinde
popüleri harmanlaması gayet takdire şayandı doğrusu. Fani dünya haşlerinden
feci halde yorgunduk. İçinde yaşadığımız ‘matrix’den çıkıp Wachowski
biraderlerin ‘Matrix’ine girerek bir başka uyuma haline geçmek
istedik. Hakkımız değil miydi hani...
İroni bu ya; sinema gibi bir ilüzyon sanatının yansımasında aniden ‘gerçek’
ile sanal dünya arasında bocaladık ve sorgulamaya başladık; biz nerede
duruyorduk acaba! Biz bu ‘Matrix’e ne zaman girmiştik? Matrix’den
çıkış var mıydı? Bizi içinde yaşadığımız uyku halinden sarsmaya çalışan
film, neden varoluşumuzu tartışmamızı istiyordu? Ona faydası neydi? Her şey
bir komplonun parçalarıysa bizim de ‘Matrix’den şüphe etmemiz doğaldı,
böylece film üzerine daha çok konuşmaya, tartışmaya başladık. Bu paradoksun
etrafında dönmekten anlamları kaçırdık, kısır döngüye girdik, üzerimize bir
rehavet çöktü.. Peki güç kimdeydi artık, ‘Matrix’ de mi?
‘Matrix’in yarattığı sansasyon, sinema teknolojisi adına getirdiği
benzersiz yeniliklerle başarılı aksiyon sahneleri içermesi değildi
malumumuz. Din ve matematik ve de bunların birbirinden ayrılmadan önce, hep
birlikte yorumlandığı insanlığın ilk ‘düşünme ve akıl yürütme ’ sürecindeki
adıyla felsefenin deryasına dalıverdik gönüllüce. Altmetin güçlü, sembolleri
deşifre etmesi pek keyifliydi. Ancak İncil ve Tevrat’a yakın olmayan her
faninin bocalayacağı ölçüde kendimizi telef ettik. Neo’nun Mesih,
Trinity’nin Kutsal Üçlü, Morpheus’un uyku/düşler tanrısı
göndermelerine sıkıca sarıldık.
Senaryo Doğu ile Batı felsefesinin ustaca bir karışımıydı lakin filmin
‘İnançlı olun’ desturu İsa’ya inanlar içindi de, fazla önemsemedik. İsa’nın
yeniden doğacağı ‘ilahi’ inancını olumlayan bu aksiyonda ‘gerçek’ ile sanal
alanda nerede durduğumuzu bildiğimizi düşündük
Dört yıl bekledik, derken ikinci ’Matrix’ geldi. Adının ‘Reloaded’
yani ‘yeniden yükleme’ olması, filmi görmeden bile bir fikir sahibi olmamızı
sağladı. Yani Matrix’de ‘oyun’ yeniden başlıyordu. Ve aslında gerçek ile
sanal arasında bir fark olmadığını, her şeyin sanal bir ortamda sunulduğunu,
bir tasarımcının (Mimar) bize bir üst programda bir şeyler sunduğunu, hatta
‘her şeyin’ yalan, bilgisayar aleminin tek gerçek olduğu fikrini bize
vermeye çalıştıklarını filan sezme huzursuzluğunu yaşadık. Ama akıllı
Wachowski biraderler sayesinde hiç emin olamadık. En teknoloji fakirimiz
bile virus ile Ajan Smith, eski bir program olan Orackle ile kahin arasında
anlamlar bulmak için debelendi. Bir çoğumuz bu ‘yeniden dolduruşa’ pek
bozuldu, ‘Matrix’e olan inancı sarsıldı. Üçüncü ve son bölüme daha
fazla bel bağladı.
![](../KO/M69trinity.jpg)
İnançla ve de dirençle üçüncü ve son bölümü bekledik. Üstelik adı
‘Devrimler’di. Sonunda, tekno ritmindeki ilahiler eşliğinde Neo’nun can
vermesiyle barış sağlandı. Önce Trinity’nin ve esas olarak da mesih
Neo’nun kendini telef etmesiyle insanlık geçici bir süre de olsa
barış ortamına, yani günümüzdeki ‘gerçek’ dünyanın koşullarıyla paralel
huzursuz bir ateşkes ortamına kavuştu. Yani 1999 yılında ilk başladığımız
nokta geldik. Şimdi; makineler besin kaynağı olan insanları nasıl gönüllüce azad edecek, esas kıyamet şimdi kopacak, filan tartışmaları bir yana filmin
finali bir dördüncü ’Matrix’ macerası için hazırlanmış adeta. Onlar
çekmeyi düşünmüyorsa biz çekmekten gocunmayız illa da. Yani her şey o kadar
havada. Tıpkı içinde yaşadığımız ‘gerçek’ dünya gibi... Bu üçüncü filmle
yaşamın anlamını öğrenmeyi ve de ‘ilahi’ sorularına yanıt uman fanatik
sinemaseverler teskin edileceğe benzemiyor pek.
İngilizlerin ünlü ve de perstijli gazetesin Guardian'ın efsane sinema
eleştirmeni Derek Malcolm, yaptığımız sohbette, ‘Esas kıyamet
işte bu!’ demişti ve eklemişti: ‘Milyonlarca izleyicinin
serinin finalinden medet umması ve yaşamın anlamına yanıt bulacağını
beklemesi kıyamet değildir de nedir! Bu sinema değil, toplu histeri hali!
Dr. Funda Ferik'in okunması gereken bir makalesi ;
"Üniversiteden atılan çizgi roman çizerleri wachowski kardeşler matrix filmini yaparken tüm dünyada bu kadar sansasyon
yaratacağını acaba tahmin etmişler miydi?
Film 1999 yılında vizyona
girdiğinde tüm dünyada yankılar uyandırdı.
Bir önceki kuşak üzerinde Star
Wars serisi nasıl etki yaptıysa matrix de bu yeni kuşak üzerinde benzer
etkiler yarattı. Film bir yandan yeni kuşağın hiç de yabancı olmadığı playstation oyunlarını andıran aksiyon sahnelerini barındırırken bir yandan
da Descartes’ın tüm akademik hayatı boyunca yanıtını aradığı “gerçek nedir?”
sorusunu araştırıyordu. Üstelik üçleme tamamlandığında bile film hala bu
sorunun yanıtı belirsiz bırakarak kafaları karıştırmaya devam ediyordu.
Filmde Keanu Reeves geceleri bütün vaktini
NEO takma adıyla sanal dünyada
geçiren bilgisayar programcısı thomas anderson’ı canlandırmakta. anderson,
neo olarak yaşadığı sanal alemde kendisine sunulan gerçekle ilgili bir takım
tersliklerin gittiğinin farkında olan ama bu tersliğin ne olduğunu
adlandırmakta zorlanan saygın bir şirkette çalışan, sigorta güvenlik
numarasına sahip, düzenli olarak vergilerini ödeyen sıradan bir vatandaş
rolünde. Yaşadığı dünyaya ait gerçeklik “zihnine saplanmış bir kıymık” gibi
kendisine işkence etmekte ama yine de kendini cevaplar aramaktan aciz
hissediyor. Taki karşısına tüm yaşamını seçilmiş insan kehanetine adamış morpheus çıkana dek.
Morpheus neo’ya bir seçme şansı tanıyor: kırmızı hap
mı, mavi hap mı? kırmızı hap neo’ya tavşan deliğinin ne kadar derin olduğunu
gösterecek mavi hap ise düş dünyasında huzurlu bir hayat yaşamasını
sağlayacak.
Neo seçimini yapmadan önce morpheus ona son kez hatırlatıyor.
“hiç gerçek olduğundan çok emin olduğun bir düş gördün mü neo?
Ya bu düşten
hiç uyanmasaydın? Düş dünyasını gerçek dünyadan nasıl ayırt edebilirdin?”
Çünkü Morpheus’un tek vaat ettiği
''GERÇEK'' başka hiçbir şey değil.
![](../KO/Mred_pill_or_blue_pillgh2.jpg)
Neo seçimini yapıyor ve kırmızı hapı alıyor.
Bunun karşılığında kendini
çıplak bir vaziyette, kollarından, bacaklarından ve başından kablolara
bağlanmış olduğu pembe bir bulamaç tüpünün içinde buluyor.
Örümceğe benzeyen
bir robot onu bu ortamdan çekip çıkardıktan sonra neo gözlerini nabukadnezar
adlı bir gemide açıyor ve Morpheus ona gerçeğin çölünü anlatmaya başlıyor.
Neo matrix’in aslında insanlığın büyük bir bölümünü enerji kaynağı olarak
kullanan yüksek zekaya sahip makineler tarafından tasarlanmış bir sanal
dünya olduğunu fark ediyor. Gerçek dünya ise artık çoktan yok olmuş.
![](../KO/M61b.jpg)
Film bu noktadan sonra izleyiciyi ciddi bir felsefe tartışmasının ortasına
sokuyor. çünkü gerçek bizim hissettiklerimiz ve duyularımızla
algıladıklarımızdan bağımsız bir anlama sahip.
Morpheus da tam bu noktaya
dikkat çekiyor. Matrix’den kurtarıldıktan sonra morpheus neo’yu “gerçek
dünyaya hoş geldin” diyerek selamlıyor. Neo gemide yükleme programına ilk
kez girdiğinde şaşkın bir biçimde “bu gerçek değil mi?” diye sorduğunda
Morpheus daha da kafa karıştıran şu cevabı veriyor: “gerçek nedir? gerçeği
nasıl tanımlıyorsun? eğer hissedebildiğin, tadabildiğin, kokusunu
alabildiğin ve görebildiğin şeylerden bahsediyorsan o zaman gerçek beynin
tarafından yorumlanan elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir.”
Aslında “gerçek nedir?” sorusu en başından beri bilimkurgunun başlıca
dayanak noktalarından birisi olmuştur. Bilimkurgu hayranlarının çoğu robert
wise’ın 1951 tarihli the day the earth stood stil adlı filminden
haberdardır. Filme dayanak teşkil eden öykü 1941 yılında harry bates
tarafından yazılmış olan farewell to master kitabına aittir.
Filmin
kahramanı insansı uzaylı klaatu washington’a gelir ancak taşıdığı barış
mesajına rağmen insanlar tarafından katledilir. filmde yer alan robot gnot
klaatu’nun cesedi başında nöbet tutar ve bir süre sonra efendisini
diriltmeyi başarır. Bunun üzerine filmde yer alan bir başka karakter robota
şöyle der: “efendine olup bitenlerin bir kaza olduğunu, bütün dünyanın
ölçüsüz bir üzüntü içerisinde olduğunu söylemeni istiyorum.” robot’un cevabı
ise izleyiciyi şok eder: “yanlış anlamışsın. o benim değil, ben onun
efendisiyim.”
Bu erken dönem bilimkurgu filminde yapay zekanın robot olarak gösterildiğini
görmekteyiz. Robot kelimesi ise ilk kez 1920 yılında rossum’s universal
fabrikasında geçen rur adlı oyunu yazan çek yazar karl capek tarafından
kullanılmıştır. Fritz lang’ın metropolis filminde ise görsel anlam kazanır.
Tüm yaşamını bilimkurgu eserleri yazmaya adamış
Isaac asimov robot kavramına
yeni boyutlar katar. Asimov 1940 tarihli kitabı robbie’de robot biliminin üç
yasasını ortaya koyar. 1986 tarihli robot dreams adlı kitabında okuyucular robopsikoloğu kavramıyla tanışır. kitap rüyalar gördüğünü iddia eden elvex
adlı bir robot üzerine kurgulanmıştır. Elvex insan-robopsikolog
Dr.
Calvin’e
rüyasını anlatır. Elvex rüyasında “insanlarımı serbest bırakın” diyen bir
adam görmüştür. Dr. Calvin bu adamın aslında elvex’in ta kendisi olduğunu
öğrendiğinde tereddüt etmeden robotu yok eder.
Yapay zeka ürünü robotların bir gün gerçekten zekalarını kullanmaya
başlayacakları paranoyası bilimkurgu romanlarının üzerinde özenle durduğu
bir konudur. 1963 tarihli Dial f for frankenstein adlı kitabında
Arthur C. Clarke dünya çapında bir telekomünikasyon ağının sonunda insan beyninden
daha karmaşık bir hal alacağı ve bu şekilde bir bilincin ortaya çıkacağını
öngörüyordu. Stanley Kubrick’in
Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanan
''2001: a space odyssey'' filmi de yine bu durumun en güzel örneklerinden
birisidir. Filmdeki ana bilgisayar ''hal'' kontrolden çıkmış ve discovery adlı
uzay gemisindeki mürettabatı öldürmeye başlamıştır.
William gibson’ın 1984
yılında yayınlanan romanı neuromancer’da turing diye bilinen bir polis
gücünden bahsedilir. Turing polisleri herhangi bir bilgisayar sisteminde
ortaya çıkabilecek gerçek bir zeka farkındalığına karşı her an
tetiktedirler. Philip k. dick’in 1968 yılında yazdığı
''do anroids dream of
electric sheep?'' Adlı romanından uyarlanan 1982 yapımlı
''Blade Runner'' filmi bu
paranoyanın üzerine yapılmış kült filmlerden birisidir.
Film yaşayan tüm
yaratıkların değerli olduğu bir dünyada bu boşluğu kapatmak için kaçak
olarak üretilen replikantların yok edilmesini konu ediyordu.
Blade runner filmini yine dick’ in eserlerini konu eden şu filmler izlemiştir: 1966
tarihli we can remember it for you wholesale’den uyarlanan total recall
(1990); 1979 tarihli confessions of a crap artist’ten uyarlanan fransız
yapımı confessions d’un barjo (1992); 1987 tarihli second variety’den
uyarlanan kanada yapımı screamers (1995) ve 1956 tarihli the minority
report’dan uyarlanan minority report (2002). dick’in şizofrenik hayatını en
iyi yansıttığı eserlerinden birisi de hala filme çekilmemiş olan 1964 yılına
ait martian-time slip’tir.
Yapay zeka üzerine en iyi bilimkurgu romanları yazan kişilerden birisi de greg egan’dır.
Ama bu yazar kendi içinde bir ironi barındırır.
Çünkü
ortalıkta egan’ın kendisinin bir yapay zeka olduğuna dair söylentiler
dolaşmakta. zira bugüne kadar egan’ın ne bir fotoğrafı yayınlanmış ne de
kendisi ortaya çıkmıştır. Egan’ın 1995 yılında yazdığı
''permutation city'' ölümsüzlüğün hayal olmaktan çıktığı bir dünya üzerine kurgulanmıştır.
Tüm
insanlık sanal gerçeklik programına yüklenmiştir, böylece sonsuza kadar
mutlu yaşayabilirler. Ancak bu durumdan kurtulmak isteyenler içinde bir
alternatif bulunmaktadır. Sanal dünyadan özgür bırakılmak isteyen kişi
hizmetler menüsünden serbest kalma opsiyonunu seçebilir. Ama bu opsiyon
sistem dışı bırakılmıştır.
Bunu yapan da sanal dünyaya aktarılmadan önce
gerçek dünyada bu kararı veren kişinin kendisidir.
Robert wilson’un 1999
yılında yazdığı kitabı Darwinia da böyle bir sanal ortama bir virüs
bulaşırsa neler olabileceği üzerinedir.
Aynen matrix’deki gibi gerçek dünya ile düş dünyası arasında sıkışıp kalmış
bireyleri inceleyen bir başka yazar da Stanislaw
Lem’dir. 1974 tarihinde
yazdığı the ''futurological congress'' kitabının kahramanı ijon tichy 2039
yılında gözlerini yeni bir dünyada açar. Bu dünyada insanlar tüm
ihtiyaçlarını karşılamak için uyuşturucular kullanmaktadırlar.
Aslında
uyuşturucu alınmadığında gerçek dünya kabus kadar korkunçtur.
Aldous
huxley’in 1932 yılında yazdığı ''brave new world'' adlı kitap bu temanın
öncülüdür. Ford’dan 632 yıl sonra olayların geçtiği bu dünyada insanlar hipnopedya denen uykuda eğitim ve soma dene uyuşturucu sayesinde mutluluğu
yakalamış gözükürler. Aslında bu dünya bir anti-ütopyadır.
Anti-ütopya
dünyası yevgeny zamyatin’in mıy, george orwell’in 1984, ray bradburry’nin
fahrenheit 451, anthony burgess’in clockwork orange, ursula k.le guin’in the
dispossessed adlı kitaplarında ve Terry
Gilliam’in ''brazil'' ile
''12 monkeys'' filmlerinde uç noktada işlenir. 2002 yapımı equilibrium filminin de abartılı
aksiyon sahnelerine rağmen benzer bir temayı konu edindiği söylenebilir.
Anti ütopya konusu zaman zaman sanal gerçekliğin bir sonucu olarak da
filmlerde işlenir. Örneğin Alex
Proyas’ın 1998 yılında çektiği
''dark city'' filminin baş kahramanı john murdoch uyandığında kendini tamamen yabancı
olduğu bir dünyada bulur. Murdoch
''open your eyes/vanilla sky'' kabusunu
hatırlatan sanal bir dünyada yaşamakta olduğunu fark eder.
Üstelik gerçek
diye hatırladığı anılar ise bir başkasına aittir.
Daniel Galouye’nin 1964
yılında yayınladığı ''counterfeit world'' kitabında sanal dünya konusu daha
korkunç bir boyutta işlenir. Bu roman, ilk önce
'welt am draht (1973)' adıyla
daha sonra da ''the thirteen floor (1999)'' adıyla iki kez filme çekilmiştir.
The thirteen floor filminin kahramanı
Douglas Hall 1999 yılında los
angeles’ta yaşamakta olan bir bilgisayar şirketi yöneticisidir.
Kendi isteği
ile bir bilgisayar programına bağlanır ve beynine 1937 yılında yaşayan john
ferguson isimli bir banka veznedarının bilgileri yüklenir.
Sisteme bağlanan Douglas
Hall artık kendini 1937 yılı ortamında yaşar bulur.
Filmin sonunda
ise Douglas Hall üst üste geçmiş sanal dünyalar gerçeği ile yüz yüze gelir.
1999 yılında zengin ve başarılı bir adam iken zevk için 1937 yılında
yaşamayı tercih eden hall aslında 2024 yılında yaşamakta olan bir insan
olduğunu öğrenir. Nasıl 1937 yılında bir veznedar olduğu durumu sanal bir
düşten ibaretse 1999 yılında zengin bir adam olduğu durumu da sanal bir
düşten ibarettir.
Çoğu kişi tarafından matrix filmine esin kaynaklığı yaptığı düşünülen 1996
yılı yapımlı mamoru oshii’e ait japon animesi ghost in the shell sanal
dünyalar üzerine kurgulanmış en başarılı eserlerden birisidir.
Ayrıntılara
inildiğinde bilgisayar programını anımsatan jenerik, kullanılan sapsız güneş
gözlükleri, dövüş teknikleri ve sanal dünyaya geçiş için gerekli olan boyun
bölgesindeki delikler matrix’den önce bu animede gözükür. Konu yine gerçek
dünya ile sanal dünya üzerine kurgulanmıştır.
Matrix izleyiciye karmaşık
gözükebilir ama ''ghost in the shell'' neredeyse anlaşılmazdır.
![](../KO/matrix-simulacra.jpg) ![](../KO/matrix_simulacra2.jpg)
Yine matrix filmine dönecek olursak neo’nun bize tanıtıldığı ilk sahnede neo
hack programını jean baudrillard’ın simularca and simulation adlı kitabın
içinde sakladığını görüyoruz. post
modernizm üzerinde büyük etki yaratan bu
kitabın sunduğu son argüman şudur: doğal ve yapay arasındaki ayırıma bir
anlam verebilme yetimizi tamamen yitirmiş durumdayız.
Öyleyse tüm çıkış
noktasını yapay bir dünyadan uyanışa adayan matrix filmini bir şaka olarak
yorumlayabilir miyiz? Biraz daha derine inersek wachowski kardeşlerin
muzipliklerinin karakter isimlerinde de kendini gösterdiğini fark
edebiliriz. Örneğin gerçeğe erişim sağladığı varsayılan nabukadnezar gemisi,
m.ö. 605-562 tarihleri arasında yaşamış ve en sonunda çıldırmasına neden
olan rahatsız edici, kehanetimsi rüyalardan mustarip babil kralının adını
taşımaktadır. Peki Morpheus’un misyonu insanları özgürlüğe kavuşturmak
olmasına karşın matrix’in yapımcıları neden mürettabatın kullandığı gemiye
bir yıkım ve kötülük timsalinin adını vermeyi seçmişler?
Neo’ya görmekte
olduğu düşten uyanma fırsatını sunan
Morpheus da adını, yunan
mitolojisindeki düşler tanrısından almaktadır.
Böylece neo’nun elinde
tuttuğu kitabın içeriğini ve filmdeki gerçek kahramanların isimlerini göz
önünde bulundurursak hepsinin gerçek dünyaya ilişkin yargılarında yanılıyor
olabilecekleri yorumunu yapabiliriz.
Filmde hain yehuda olarak sunulan ve şeytan lucifer’den esinlenerek
adlandırılan Cypher izleyicilere alternatif bir okuma biçimi sunar: “Ben matrix’in bu dünyadan daha gerçek olabileceğini düşünüyorum.
Burada yapmam
gereken bir fişi çekmek. Ama orada sen apoc’un (fişi çekilen adam) ölümünü
seyretmek zorundasın.” belki Cypher için “gerçek nedir?” sorusu önem
taşımayabilir. Belki cehalet gerçekten mutluluktur.
Bu noktada bizi bir çok soru beklemekte.
Cehaletin gerçekten mutluluk
olduğuna karar verebilmek için önce gerçeğin ne olduğunu sorgulamalıyız.
Gerçek nedir ve neyin gerçek olduğunun bir önemi var mı?
Eğer gerçek
algıladıklarımızdan ibaret ise algılama olayı insan beynine gönderilen
elektrik sinyallerinden başka bir şey değil.
Başka bir deyişle gördüğümüz,
duyduğumuz, kokladığımız kısacası beş duyumuzla algıladığımız her şey
beynimizde olup bitmekte. Algıladıklarımızın dışında bir dünya mümkün mü?
Ve
eğer bu gerçek dünya aynen matrix’de gösterildiği gibi çölden ibaretse
gerçek ne kadar önem taşıyor? Durumu bir de şu açıdan analiz edelim. Matrix gerçek olabilir mi?
Ya da matrix nedir? Filmde gördüğümüz kadarıyla matrix
yapay zeka ürünü makinelerin tam hakimiyet kurduğu bilgisayar tabanlı bir
düş dünyası, kontrolün son raddeye ulaştığı bir teknoloji toplumu,
insanlığın kendi eliyle sonunu hazırladığı bir kapan veya insan kibrinin
dışavurumu. O zaman bir önceki sorumuza dönebiliriz.
Matrix gerçek olabilir
mi?
Gerçekten bir gün insanların yarattığı yapay zeka ürünü makineler
bilinçlenip insanları köle haline getirebilir mi? Oxford’da matematik
profesörü olan Roger Penrose’un 1989 yılında yayınlanan yapay zekayı ele
aldığı kitabı emperor’s new mind bu spekülasyonlara önceden yanıt verir. Penrose insan bilinçliliğinin kuantum mekaniği özelliklerine sahip olduğunu
ve dolayısıyla dijital bir bilgisayarın insan bilinçliliğine asla sahip
olamayacağını öne sürer.
Biraz hayal gücümüzü kullanalım.
Eğer biz bu aşamada matrix gibi bir sistem
tarafından yönetilen köleler isek Penrose’un bu iddiasını yapay zeka ürünü
makinelerin bir oyunu olarak yorumlayabiliriz: endişelenmenize gerek yok,
düş görmeye devam edin. O zaman matrix gibi bir film nasıl yapılabildi
sorusu bizi bekler. Belki bu durum yapay zeka ürünü makinelerin kibrinin
dışavurumudur. Sonuç olarak matrix revolutions filminde makinelerin de sevme
ve sevilme konusunda programlar yazabileceğini yani bir nevi
insanlaşabileceğini gördük. Belki de makinelerin varmak istediği nihai hedef
budur. Aksi takdirde enerji kaynağı olarak kendilerine insanlar yerine asla
sistemi tehdit edemeyecek zeka seviyesi düşük hayvanları seçebilirlerdi.
İnsanları pil olarak seçtiler çünkü ihtiyaç duydukları insan bilinciydi.
Matrix filmi ile ilgili olarak insan paranoyasının ulaşacağı son nokta
herhalde tanrı kavramı olur. Yapılan bir röportajda wachowski kardeşler
matrix ve kutsal kitap arasındaki paralelliklerin özellikle seçildiğini
belirtmişlerdir. Öte yandan filmde tanrı kavramı asla kullanılmaz.
Biz bu
durumu iki açıdan yorumlayabiliriz. tanrı hala var olmayı sürdürmüş ve
gelişen olaylar karşısında tepkisiz kalmıştır.
Veya tanrı asla varolmamıştır.
Son cümleyi açıklamak gerekirse tanrı kavramı yapay zeka ürünü makineler
tarafından beynimize yüklenen bir programdır. Yine bu aşamada kendimizi matrix tarafından kontrol edilen köleler olarak düşünürsek belki de bu
filmin yapılma amacı büyük bir gurur içerisinde gerçeği gözler önüne serme
isteği olabilir. Sonuç olarak bu durum yapay zeka ürünü makinelerin bir
blöfü. Yani makineler böyle bir filmin yapılmasına olanak tanıyarak matrix’in gerçek olabileceği fikrine gülüp geçmemizi sağlamak istemiş
olabilirler. Ne de olsa matrix sadece bir film, öyle değil mi?
Yoksa biz
gerçek olduğundan çok emin olduğumuz bir düş mü görüyoruz?
Öyle ise bizi bu
düşten kim uyandıracak? Bir de duruma şu açıdan bakalım.
Matrix’ deki bir
insanın düpedüz düş gördüğünün farkına varması mümkün olabilir mi?
Serinin
ikinci filmi matrix reloaded’da bu konuya açıklık getiriliyordu.
Sistem
içinde düş gördüğünü fark eden insanlar programın anomalileri olarak
nitelendiriliyordu. Bu sistem hataları yani insanlar programdan çıkarılıyor zion’da toplanıyordu.
Bu hatalar programın her versiyonunda yer alan
seçilmiş insanın seçimi ile yok ediliyor ve hatalardan arınan sistem tekrar
yükleniyordu. Matrix reloaded’da bize anlatılan buydu.
Yine şu an yaşamakta
olduğumuz dünyanın sanal bir düş olduğunu farz edelim.
Paranormal olaylar ve
bunlara şahit olan insanlar sistemin anomalileri olabilir mi?
Ya da sır
bırakmadan kaybolanlar? Bugünkü bilgi düzeyimizle bu sorulara yanıt bulmak
maalesef imkansız gözüküyor. Konu hakkında sorular üretmek de paranoya
düzeyimizi arttırmaktan başka fayda sağlamıyor.
Şu aşamada Penrose’a
inanmak, matrix gibi bir film yaparak bizi şaşırtmayı başardığı için wachowski kardeşleri takdir etmek ve sadece bir filmdi diye düşünmek belki
de en uygun yaklaşım."
![](../KO/matrixspoon.jpg)
'Matrix'in
özü tasavvuftur'
Matrix tartışmalarına
başka bir boyut!
Neo önce kendini sorguluyor, bulunduğu
âlemin farkında değil
Tasavvuftaki aşk denilen ikinci aşamada Neo kendini araştırıyor
Tasavvuftaki 'rehber', yani Morpheus ile
karşılaşıyor
Morpheus, iki hap çıkarıyor, tasavvufta
esma aşaması gerçekleşiyor,
Hakikatleri görme rengi tasavvufta
kırmızı. Neo da kırmızı hapı alıyor
Morpheus, yani rehber, Neo'yu mürşide
yani Kâhin'e yönlendiriyor
Tasavvuftaki rüya halinin yerini 'Matrix'te
simülasyon almış
Tasavvuftaki Kaf Dağı'nın ardı Matrix'te
Zion
Neo kendi benliğini yendiğinde bakabillah
aşamasını geçiyor
Semazen Fatih Çıtlak, 'Matrix'i kare kare
analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi
1999 yapımı 'Matrix', 460 milyon dolar
hasılat, 4 Oscar ödülü, oyun, DVD ve çeşitli gadget'lerin yarattığı muhteşem
bir ciroyla sinema tarihine geçmiş, kısa sürede kült filme dönüşmüştü.
Devamı niteliğindeki 'Matrix Reloaded'ın koparacağı gürültü, çok daha büyük
olacağa benziyor. 2003 sinema sezonunun en çok beklenen yapımı, gösterime
girdiği ilk günlerde rekorları altüst ederken; sadece sinema izleyicileri ve
eleştirmenlerinin değil, fizikçilerin, filozofların, ilahiyatçıların da
gündemini oluşturuyor.
Herkes Matrix'i tartışıyor. Çekim harikalarını, felsefesini, kuşağını... Andy e Larry Wachowski Kardeşlerin trilojisinin ikincisi için, 'metafiziksel
bir gerilim', 'siber uzay döneminin bir kara sinema örneği', 'felsefi bir
yapım' tanımları yapılırken, İslam tasavvufu uzmanı Fatih Çıtlak, ciddi bir
iddiada bulunuyor. İtalyan yönetmen Alberto Rondalli'nin Kapadokya'da
çektiği 'Derviş' isimli filmin Mevlevi sanat danışmanı, aynı zamanda 'Matrix'
hayranı Çıtlak'a göre, 'Matrix' kesinlikle tasavvuftaki tüm aşamaların aynen
filme taşınmasıyla oluştu. Bunu film yapımcıları da bilerek yaptılar. Çıtlak'a göre filmde Budist felsefeden izler olsa bile, 'Matrix'in dayandığı
temel felsefe, kesinlikle tasavvuftan alınmış. Hatta Fatih Çıtlak, 'Matrix'i
kare kare analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi.
![](../KO/mevlanaMatrix.jpg)
- 'Matrix'le tasavvuf arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Tasavvuf, İslam'ın muhabbetle hayata tatbik edilmesi. Kişinin kendi
egolarından muhabbetle vazgeçmesi. Bu merhaleleri 7 bölümde incelemişlerdir.
İlk başta mürşide intisap, mürşit bir aynadır, aynayla olan irtibatı,
kendini düzeltmesi, yeniden âleme doğuş ve orada yaşadığı hakikatlerle
beraber kemalata doğru gider. 4. ve 5. adım arasında kişi artık 'ben' dediği
bütün şeylerden sıyrılmak durumundadır. Tasavvufu diğer mistik görüşlerden,
mesela Budizm'den ayıran en temel özelliği budur. Yok olmakla iş bitmez. Yok
oluştan sonra yeniden o yokluk ve hiçlik bilgeliğiyle var olma safhası
vardır. Zaten bu bölümleri şöyle bir göz önüne getirirsek, o yüzden
rahatlıkla diyebiliyoruz ki, 'Matrix'in anlattığı aşamalar tesadüfi aşamalar
değildir. Tipik bir tasavvufi merhaleleri anlatan risaleden farksızdır 'Matrix'.
Ben o yapımcılarla, senaristlerle oturup konuşmayı çok arzu ederdim.
Halihazırda da bu imkânı araştırıyorum.
Çünkü ben 'Matrix' filmini seyrettiğimde filmin son sahnesinde artık
dayanamadım ayağa kalktım ve "Bu kadar benzerlik olamaz" dedim. Hiçbir
filmden ben bu kadar etkilenmedim, 'Çağrı' dahil. Hatta üzülüyorum görsel
efektler filmin mistik, felsefi yönünü biraz örtermiş gibi duruyor. Halbuki
bence film aksiyonla değil, tabanında barındırdığı fikirlerle ilki başardı.
Bizim bilgilerimizi olduğu gibi almışlar, kendileri işlemişler.
- Biraz ayrıntıları konuşalım mı? Tasavvuftaki aşamalar filmde nasıl
tezahür ediyor?
Bir kere tasavvuftaki o merhalelerden yola çıkarsak, ilk önce bulunduğu
âlemin farkına varmayan, kendi benliğini bilmeyen ve eşya dediğimiz değişik
sıfatlarda gözüken şeyi de bilememe hali var. İlk baştaki sahnede bu var. Neo, bir yandan kendi bulunduğu iş yetmiyor, gayri meşru bazı işlere
kalkışıyor, fakat bu korsan şeyleri yaparken, sistemin açıklarıyla beraber,
bu sistemin bu kadar açıkları olmasını, kendi aklıyla sorgulamaya başlıyor.
"Bu kadar mükemmel sistem içerisinde ben bunu yapabiliyorsam, ben neyim, bu
sistem neyin nesi, ne kadar gerçek, ben ne kadar gerçeğim" diye sorgulama
safhası var. Zaten bunu yaptığı işle uğraşırken görüyoruz. Mesela bilgisayar
program yazılım hususunda çok ileri seviyede. Tasavvuf da bunu söyler,
"Hangi iş olursa olsun, bir işi çok güzel yaparsan, altından Hak gözükür"
der. "Onun faniliğini anlarsın, onun gerçek yapıcını bulma hali zuhur eder"
der.
Aynen tasavvufta da böyledir. Sonra hayal mi,
gerçek mi diye kestirirken, kendini araştırma hadisesi başlıyor. Tasavvufta
buna aşk denir. Kendini araştırma duygusu zevke dönüştüğü zaman buna aşk
denir. Ve araştırmaya başlıyor, ondan sonra şüpheyle karşılayacağı bütün
hayatını değiştirebilecek bir sorgulamayla, tasavvufta rehber dediğimiz,
mürşide kişiyi ısmarlayan, bazen mürşidin de halifesi olan rehber dediğimiz
kişi, yani Morpheus ile karşılaşıyor. Ve siyahi. Siyah renksizliktir. Siyah
bir renk değildir. Morpheus ile karşılaşıyor ve ona bir şeyler söylüyor,
sonra 2 tane hap çıkarıyor Morpheus. Tasavvufta biz buna esma diyoruz. İlaç
tesiri. Tasavvufta verilen esmaların her birinin ayrı bir rengi var. Çok
enteresandır. Hakikatleri ayırt edemeyeceğin, aldığın esmayla artık
hakikatleri görmeye başladığın esmanın renkleri farklıdır.
- Nedir onlar?
"Mavi renk alırsan hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edeceksin"diyor.
"Fakat kırmızı renkli hapı alırsan artık bunun dönüşü bir daha yok" diyor.
Şimdi sıkı durun, tasavvufta da o her şeyi fark edebilme ve geriye dönememe
esmasının rengi kırmızıdır. Yani buna hiç kimse tesadüfi diyemez. Çünkü
bunlar literatürlerde yazılı. Biz her şeyde olduğu gibi, kendi kültürümüze
yabancı kalmışız. Sonra hemen karşımıza ayna çıkıyor. Kendi benliğini bulma.
Aynaya mı bakıyorum, ben mi aynadayım derken kendisi ayna oluveriyor. Ben
5-6 kez bu filmi izledim. Benim için 'Matrix' seyretmek ayrıcalık. Esmayı
aldıktan sonra, buna intisap denir tasavvuf literatüründe, ne olur biliyor
musunuz, yeniden doğulur. İnsanlar arasındasındır fakat başka bir âleme
doğmuşsunuzdur. Aynen 'Matrix' te olduğu gibi. Aynadan sonra bir doğuş
vardır, kendi kabından çıktıktan sonra bakar, daha kendi kozasını yırtamamış
varlıklar görür milyonlarca. Bir anda şaşırır, 'Ben nereye doğdum, meğer
yaşadığım dünya neymiş' diye. Zaten bilgelik buradan itibaren başlar. Artık
ondan sonra öğrendiği her şey çok farklıdır.
Çünkü ayrı bir âlemden konuşuyordur. Bu âleme ait değildir artık. Fakat bu
âlemin içyüzü hakkında devamlı eğitimler alır. Tasavvufta bir öğrencinin
merhaleleri ve merhalelerde karşısına dikilebilecek tehlikeleri, onu tehdit
eden hadiseleri nasıl öğrendiğini sorsam, nasıl yanıt verirseniz? Belki 'Matrix'
ten ipucu bulacaksınız, ben söyleyeyim, rüyayla. Bunun yerini orada
simülasyon almış. Tamamen rüya âleminde eğitim alır öğrenci. Rüyayla
aldığından dolayı kendine özel bir eğitim alır, bir üçüncü şahıs, dervişle
mürşit arasındaki ilişkiyi çözemez. Mümkün değildir bu. Bunu simülasyonla yapıyor. Artık rüya âleminde yaşayış öyle bir hale geliyor ki, hani o
düştüğü sahneyi hatırlayın. Ne zaman düşüyor? 'Ben' dediği zaman düşüyor.
'Ben başarabilirim' dediği zaman o benlikle arasındaki bizim himmet
dediğimiz alakayı kesiyorlar. Yere düşüyor. Manada, rüya âleminde yaşatılan
bu öğreti, o kadar gerçekçi ki, o âlemde yaşamasına rağmen ağzından kan
gelecek şekilde kalkıyor. Birebir bir öğreti. Hayal mahsulü ütopik bir
öğreti değil. Burayı da yüzde yüz işlemişler.
Nihal Bengisu/Zaman Gazetesi Yazarı
'Matrix din arayışı'
Matrix şık ve güzel bir salon kadını gibi, kime yaklaşsa 'iki laf'
edebilecek bir genel kültür, düzey ve cazibeye sahip, üstelik işgüzar;
konuklarının birbiriyle tanışması ve bundan nasıl bir muhabbet doğacağı da
onun meraklı tabiatının ilgi sahasında. 'Matrix' te elbette tasavvufi
göndermeler de var: Kant felsefesine, nihilizme, Tanrı tanımaz varoluşçu
felsefeye, çok Tanrılılığa göndermeler olduğu gibi Reloaded'in 'Anahtarcı'sı
Wachowski Kardeşler'in elinde; onlara dini, felsefi, kültürel ve dünya
tarihinde durmaksızın tekerrür etmiş, hiçbir zaman modası geçmemiş
kavramların anahtarlarını yapıyor; her kapıyı açıyor bu anahtarlar. Kapının
arkasında ne mi var? Elbette kolektif şuur.
Hem teslim olmaya hem isyan etmeye hem sorgulamaya hem de inanmaya ehil olan
doğamızı bu kadar kurcaladığı için seviyoruz 'Matrix'i. Sözgelimi 'uyanmak'
kavramı, 'hakikat/gerçeklik' kavramı, 'sistem' kavramı 'özgürlük' kavramı,
bunlar birçok öğreti ve doktrinde ayrı ayrı ele alınmış şeyler; ama İbn-i
Arabi'nin 'uyanmak'ı ile Nietzche'nin 'uyanmak'ı aynı değil tabii.
Wachowski Kardeşler bence 'kutsal'a değil, 'ruhani' olana ilgi duyuyorlar.
Kutsala pek saygıları yok, ama 'ruh' ile, 'sezgi' ile 'sezgisel bilme'
yolunda hakikate varmak için içgörünün arılaştırılması, zihnin ve 'ruhun'
kementlerinden kurtarılması ile ilgili bir mesajları olduğu açık. Filmin
tasavvufla ilişkisi, ona bakanla ilişkili bir durum. Mevlânâ'nın "Anlattığın
şey, seni dinleyenin kabı kadardır" sözünü 'Matrix' ten çıkarılacak
tasavvufi yorumlara uyarlayabiliriz; 'Matrix' bile mistik eğilimlere çanak
tutmaktadır ama bizim gördüklerimizi W. Biraderler'in gördüğünü sanmıyorum.
Tam bir metin ve metin sahibinin birbirinden bağımsızlaşması hali var
burada, metin/eser sahibinden çıkmıştır ve artık o bizim malımızdır,
istediğimizi görmekte de serbestiz. Bu anlamda ben Morpheus'un 'Yola
girmekle, yolda yürümek farklı şeylerdir' sözünden, hemen Şeyh Attar'ın
'Manevi Yol, ancak seyyahın hatalarının ve zaaflarının, uykusunun ve
ataletinin üstesinden gelme nispetinde açılır, genişler ve bunların her biri
onu, gayreti ölçüsünde maksuda yaklaştırır' sözünü hatırladığımı ve filme
bir süre hep bu gözle baktığımı itiraf etmek durumundayım.
İsmi 'üçleme'den gelen Trinty'nin öpüşüyle 'özgür kalan' ve yeniden doğan Neo'nun Mevlânâ'nın canı, kafes içinde bir kuşa benzettiği ve o kuşun özgür
kalabilmesinin ancak 'aşk' ile olabileceği meseline bağlanabilmesi de aynı
bakış ile mümkün görünmekte. Öte yandan tasavvuf geleneğinin perspektifinden
bakıldığında 'dünya hayatı' yani 'yalan dünya' koskoca bir 'Matrix' ten
başka nedir ki? Yunus'un 'Var biraz da sen oyalan' dediği dünya, sahte
acıları ve yapay cennetleri ile insanı nihai amacına yabancılaştıran,
gözünün önüne perde çeken ve 'aynel yakin' olamadan göçüp gitmesine neden
olan 'yalan dünya', bir açıdan 'Matrix'in ta kendisidir. Wachowski Kardeşler
bunu böyle kurgulamış diye değil ama, biz öyle görme genişliğine de sahip
olduğumuz için.
MATRİX NEDİR ?
![](../KO/matrix_reloaded1.jpg)
Matrix sadece bir
film değil, aynı zamanda doğu mistisizmiyle yoğrulmuş Batı felsefe, teoloji
ve edebiyatının bir gövde gösterisi; uzak doğu dövüş sanatları ve silahlı kovalamacalarla çeşnilendirilmiş görselliğiyle gözümüze, edebî ve felsefî
boyutuyla zihnimize hitap eden "Zekeriya Sofrası" misali bir ziyafet. Bence Matrix'i bu kadar ilgi çekici yapan, birçok farklı perspektiften
-sinematografik, edebî, felsefî, dinî vs.- değerlendirilmeye müsait oluşu.
Ben Matrix'i bir tekst olarak ele aldım ve satır aralarını okuyarak edebi ve
felsefî yönlerden ne anlamlar taşıyabileceğine dair önermeler çıkarmaya
çalıştım.Matrix, derinliğini kullanılan sinema tekniklerinden ziyade edebî
tenkitlere borçlu. Maalesef Türkçe karşılığı olmayan tekniklerin başında
edebiyat ve eleştiri literatürüne ünlü ingiliz şairi T.S. Eliot tarafından
kazandırılan "Objective Correlative" geliyor. Bu teknikle yazar, (burada
senarist ve yönetmen oluyor) okuyucuda (izleyicide) oluşmasını arzu ettiği
belli duygu, düşünce veya çağrışımların uyanmasını, o duygu, düşünce ya da
çağrışımı doğrudan doğruya beyan etmeden bir takım nesneler, durum veya
olaylar zinciri kullanarak sağlamaya çalışır. Kullanılan diğer bir teknik de
"Allusion" yani dolaylı yoldan yapılan atıflar, göndermeler. Her iki
tekniğin de hedefi kolektif bilinçaltına yani ortak tarihî, sosyolojik ve
kültürel geçmişe sahip kitlelerdir. Dolayısıyla Matrix'te yapılan atıfları /
göndermeleri anlamak için Batı edebiyatı, felsefesi, mitoloji ve teolojisi
ve hatta doğu mistisizmi hakkında yeterince malumat sahibi olmak gerekiyor.
(Tabii ki bunlar benim tezlerim, isteyen pekâlâ islâm Tasavvufuna veya başka
kıstaslara göre de yorumlayabilir.)
![](../KO/Neoflying.jpg)
Yapılan
göndermelere gelecek olursak; ilk olarak filmdeki bazı isimlerin içerdiği
anlamlar üzerinde durmak gerekir: Filme adını veren Matrix'in sözlük anlamı;
bir düzlem üzerinde sıralanmış bir dizi sayı, figür veya işarettir. Filmde Matrix'in bilgisayar ekranındaki görünüşü de sözlük anlamına uygun olarak
kurgulanmış, insan zihinlerinin tutsak alınıp köleleştirildiği sanal dünyaya
Latince rahim anlamına gelen Matrix adının verilmesi yerinde olmuş, çünkü
insanın kendini en güvenli ve rahat hissettiği ortam içinde sürekli uyuyup
dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekân rahimdir. Filmde ise
insanlar sun'î bir rahim olan tüplerin içinde yetiştirilmekte ve bu
insanlardan yapay zekâ için enerji elde edilmektedir.
![](../KO/Neosuperman.jpg)
Gördüğü rüyayı
kâhinlere yorumlatmak istemesiyle Tevrat'a konu olan Babil kralı
Nabukadnezar, filmde düşsel/sanal dünyaya karşı verilen savaşın mobil
kalesine, bir hoverkrafta ismini vermiş. Hoverkraftın modelinin numarası
olan Mark 3 no: 11 ise İncil'in Markus bölümünün 3. babının 11. mısrasına
tekabül ediyor. (Mark 3:11): "Murdar ruhlar onu gördükleri zaman önünde yere
kapandılar ve sen Allah'ın oğlusun diyerek haykırdılar." Zion incil'de
dünyanın yok edilmesinden sonra Allah'ın iyi kulları için kuracağı krallık
olarak geçiyor. Filmde ise zaten mahvedilmiş dünyada Matrix'ten kurtarılan
insanların yaşayacağı tek şehir, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak kişiyi
bulmaya kendini adayan ve potansiyel Mesihi düş dünyasından uyandırıp
gerçekler dünyasına davet eden karaktere Yunan mitolojisinde uyku tanrısı Hipnos'un oğlu olan Morpheus ismi verilmiş. Hıristiyan teolojisinde
Baba-Oğul-Kutsal Ruh'tan oluşan Teslis yani Trinity filmde
Asi-Zevce-Koruyucu şeklinde bir kadın kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Filmde Morpheus'un Baba, Neo'nun Oğul, Trinity'nin de Kutsal Ruh olduğu bir
teslisin varlığından da sözedilebilir. Cypher, Şeytanın isimlerinden Lucifer'e, bir gönderme. Âdem'in kendisinden üstün olmasını kabullenemeyerek
isyan eden şeytan gibi Cypher da Neo'nun seçilmiş kişi olma olasılığını
kabul etmeyip karşı safa geçiyor (John Milton'ın Kayıp Cennetinde Şeytan
kendini oğul İsa'ya hatta Tanrı'ya üstün gördüğü için isyan eder). Morpheus
ve Neo'ya ihanet etmesi göz önünde bulundurulursa, Cypher'ın İsa'ya ihanet
eden havari Judas'ı temsil ettiği de söylenebilir. Öte yandan Cypher sıfır,
hiç, önemsiz kimse veya şey ve şifre gibi anlamlan olan "Cipher" kelimesinin
bozulmuş hâli de olabilir. Thomas Anderson ismi gördüklerinin dışında herşeyden kuşkulanan İsa'nın havarilerinden St.Thomas'a gönderme yapıyor.
Ayrıca Anderson insanoğlu anlamına gelen ve İsa için kullanılan bir tabir.
Thomas'ın bilgisayarla ilgili illegal, korsan işler yaparken kullandığı ismi Neo, basit bir oyun olan anagram ile yani harflerin yer değişimiyle One'a
dönüşüyor. The One" Hıristiyan teolojisinde "seçilmiş kul" manasına
gelmekte. Nitekim Neo kendisini tanıyıp keşfettikten sonra bir mesih haline
geliyor. Sonsuz anlamına gelen "Eon" ise Neo'nun diğer anagramı. Edebî
eserlere yapılan göndermeleri filmi kare kare inceleyip satır aralarını
okuyarak anlamak mümkün. Bu inceleme film karelerinin kronolojik sıralaması
gözetilmeden rastgele bir sıralamayla yapılmıştır.
![](../KO/Matrix_bulletst.png)
![](../KO/neokursun.jpg)
Kontrolsüz
sanayileşme, dengesiz kapitalist yayılım, I. ve II. Dünya Savaşları ve hızlı
teknolojik gelişim edebiyatta anti-ütopik/distopik gelecek kurgulan şeklinde
yeni bir janrın oluşmasına neden olmuştur. Matrix'in de görsel bir
anti-ütopya olduğu söylenebilir. Anti-ütopik dünya düzeni konusunun
işlendiği en iyi ve en ünlü örneklerden biri olan George Orwell'in 1984'ünde
olduğu gibi Matrix'te de insanların hayatının görünmez bir iarede tarafından
denetlenip yönlendirilmesi, kökleştirilmesi söz konusu. 1984'te "Big Brother"
(Büyük Ağabey) adıyla zihinlerde somutlaşan bu irade, Matrix'te insanların
kendi elleriyle yarattığı ama kontrollerinden çıkan siberteknoloji halinde
ortaya çıkıyor. 1984'te insanlar ekranlar (screens) muhbirler ve düşünce
polisleriyle denetim altına alınırlarken, Matrix'te durum daha vahim, çünkü
insanlar zaten zihnen ekranın içindeler, yani hayatları sanal ortamda farkettirilmeden maniple ediliyor. Ayrıca 1984'ün düşünce polislerinden de
beter sanal ortamın sağladığı ultra-doğaüstü güce sahip ajanlar da söz
konusu. 1984'te rejim karşıtı Winston Smith'in sorgulandığı o ünlü 101 nolu
odaya benzer bir yerde yine potansiyel asi Neo'nun sorgulanması da ayrı bir
paralellik. Neo'nun apartman daire numarasının da 101 olması böyle bir
gönderme olasılığını güçlendirir nitelikte. Cypher'ın Ajan Smith'le pazarlık
yaptığı sahnede "bilgisizlik mutluluktur" demesi 1984'teki "bilgisizlik
kuvvettir" sloganını hatırlatıyor.
![](../KO/matrix35RT.jpg)
Görünmeyen, ne
olduğu bilinmeyen iktidar teması 1984'te olduğu kadar Kafka'nın Şato ve Dava
romanlarında da işlenir. Matrix'te "gerçeğin çölü" (desert of the real)
şeklinde takdim edilen çorak topraklar Waste Land'de hayat yerine ölüm veren
topraklar olarak sunuluyor. Eliot çizdiği anti-ütopik dünya portresinde
gerçeğin bir avuç dolusu toz ve gölgeden ibaret olduğunu; gölgenin de ilüzyondan başka birşey olmadığını ifade eder. Matrix'te ise bilgisayar
ortamında yaratılan sanal dünyanın gerisinde gerçeğin kasvetli çölü
uzanmaktadır. Neo'nun ajanlara karşı mücadeleye hazırlandığı eğitim
programında günlük iş koşuşturmasındaki insanların gösterildiği sahne
(kırmızılı kadının da yer aldığı sahne) işyerlerine yetişme çabasıyla soluk
soluğa, birbirlerinin yüzüne bakmadan, gözleri kendi ayaklarına kilitlenmiş
şekilde koşuşturan insanların betimlendiği Waste Land'in "Unreal City"
(Gerçekdışı Şehir) adlı bölümüyle benzerlik taşımakta. Matix'te de Çorak
Ülke'de de sistem içinde kendilerine biçilen role kanalize olarak
robotlaşan, hem kendilerine, hem birbirlerine, hem de gerçeklere karşı
yabancılaşan bireylere atıfta bulunulmaktadır.
Neo'nun
bilgisayarından gelen mesajla uyandırıldığı bölüm aslında filmin özeti
gibidir. Bu bölümde Neo'nun bir hacker olduğunu, birşeylerin ters gittiğini
hissettiğini ve bunu araştırdığını, özellikle Morpheus adlı anarşistin
yaptıklarıyla ilgili haberleri internetten takip ettiğini öğreniriz. Aslında Neo'nun bilgisayar sistemini ele geçirdiğini düşünmesi ironik bir durum
ortaya çıkarıyor. Çünkü O, bilgisayarlara hükmettiğini zannederken, Matrix
denen bilgisayar tabanlı bir sanal dünyada hayatına hükmedildiğinin farkında
değildir. (irony of situation/karakterin içinde bulunduğu durumun farkında
olmaması).
Bilgisayar başında uyuyakalan Neo'ya filmin anahtar
kelimelerinden "Uyan" mesajı gelir, sonra da gerçek yüzüne vurulur, yani Matrix'in ona sahip olduğu... Derken kapı çalınır ve Neo gelen müşterilerine
kapı açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi algı kapılarından ilki de açılır. Neo'nun müşterileriyle arasında geçen konuşma filmin devamında neler
olacağına dair ipuçlarıyla doludur (İngilizce tabiriyle bu kısım filmin foreshadwing'i). Meselâ Choi, Neo'ya "kurtarıcımsın" diyerek onun filmin
ilerisinde Mesih pozisyonuna yükseleceğinin işaretini verir. Yakalanması
halinde Neo'yu ele vermeyeceğini kastederek söylediği "Bu asla olmadı. Sen
yoksun" sözleri de Neo'nun sanal dünyadaki fizikî/bedeni yokluğunu
vurgulamakta. Choi Neo'yu dans kulübüne davet ederken onun fişten çekilmeye
(unplug) ihtiyacı olduğunu söyleyerek yine tiyo verir; çünkü Choi Neo'nun
uçmaya, rahatlamaya olan gereksinimi kastederken aslında onun ileride
kelimenin tam manasıyla zihnini Matrix'e bedenini ise sun'î rahime bağlayan
fişlerden çekileceğini haber vermiş olur.
![](../KO/matrix43.jpg)
Filmin çıkış noktası -edebî
tabirle filmin temel çelişkisi (main conflict'i)- olan düş ile gerçek
arasındaki ayrım da ilk kez bu konuşma esnasında olur. Neo müşterisine
"uyanıkken rüya görüp görmediğinden emin olamadığını hissettin mi hiç?" diye
sorar. Choi ise bu hissi meskalin olarak tanımlayarak içinde bulundukları ironik durumu vurgular (yine bir irony of sitııation), çünkü zaten bütün
hayatları bir halisinasyondan ibarettir ve bunun nedeni kesinlikle meskalin
değildir. Aldous Huxley'in yerlilerin meskalin alıp düş ile gerçek
arasındaki sınırı aşmalarını bizzat kendisi de tecrübe ederek anlattığı Algı
Kapıları isimli eserine ilk defa bu sırada göndermeler yapılıyor. Kapı
simgesi bundan sonra birkaç defa kullanılıyor. Meselâ Morpheus Neo'ya iki
kez şöyle der: "Ben yalnızca sana kapıyı gösterebilirim ama kapıdan kendin geçmek zorundasın", insanların doğal yollardan doğmayıp sun'î bir şekilde
yetiştirilmesi fikri de Huxley'in Yeni Dünya'sında insanların laboratuvarlarda üretilmesinden alınmış gibi. Yine filmin bu bölümünde
bilgisayardan gelen "beyaz tavşanı takip et!" direktifi ile Alice Harikalar Diyarında'ya göndermeler yapılmaya başlar. Neo kapısına gelen
müşterilerinden birinin -DuJour'un- omuzunda gördüğü beyaz tavşanın peşine
takılarak gerçeklere açılan bir deliğin içine atlamış olur. Filmde yapılan
en bariz gönderme de bu zaten. Morpheus Neo ile tanıştığında Neo'nun içinde
bulunduğu durumun psikanalizini de Alice in Wonderland benzetmesiyle yapar. Morpheus: -Gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç Neo? Ya o
rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? O zaman gerçek ve düş dünyalarının
arasındaki farkı nasıl anlarsın? Bu retotik sorular Jorge Louis Borges'in
Olağanüstü Masallar adlı kitabında anlattığı bin menkıbeyi çağrıştırmakta:
Çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür, ama uyandıktan sonra
rüyasında kelebek olan bir adam mı, yoksa kendini adam olarak düşleyen bir
kelebek mi olduğundan emin olamaz. Filmde ise herkes birbirinin rüyasında
yaşamaktadır, çünkü Matrix kolektif bir rüyadan başka bir şey değildir.
Ajanlar onu yakalamaya geldikleri zaman Neo'nun çalıştığı ofis birden
labirente, Neo ise kendi yaptığı labirente tutsak edilen mitolojik kahraman Dedalus'a dönüşür. Labirentten kaçarken babasının sözünden çıkıp güneşe çok
yaklaşan İcarus'un balmumundan kanatlarının erimesiyle denize düşüp olması
gibi Neo da Morpheus'un verdiği direktifleri tam olarak yerine
getiremediğinden labirentten kurtulamaz ve ajanların eline geçer.
Neo ile Kâhin
arasında geçen konuşma da ipuçları içermektedir. Kâhin Neo'ya "O" olduğunu
üstü kapalı bir şekilde söyler: Konuşmaları sırasında Kâhin Neo'ya
"beklediğimden daha sevimlisin, kuşkusuz o (Trinity) senden hoşlanıyor" der. Neo ise "kim?" diye sorar.
Matrix'ten
''Gerçeğe'' uyanış!
![](../KO/neodespiertadc.jpg)
![](../KO/Matrixdocbot.jpg)
![](../KO/matrix07.jpg)
![](../KO/matrix105gh.jpg)
![](../KO/matrix08.jpg)
![](../KO/matrix2678.jpg)
![](../KO/matrix29fg.jpg)
![](../KO/matrix_scse7.jpg)
![](../KO/Matrix_towers.jpg)
![](../KO/mcap2.jpg)
![](../KO/matrix_posterleri.jpg)
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu
bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL'
a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005
Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy |