|
Zaman
Yolculuğunu Araştırma
Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 - Turkey / Denizli
Merkez Bilgi Alanı Vakfı - 04
Gönderen Vorph - 21 Ocak 2007 17:08:07
MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI - 1999
Perşembe Konferansları Dizisi : 22 / Mart / 2001
MU UYGARLIĞI
Konuşmacı: Cahit CÜMBÜŞEL
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.
Geçen ayki konferansımızda anlatmış olduğumuz Agarta devleti hakkında kısa
bir özet yapıp dinlemiş olanlarda bir tazeleme dinlememiş olanlarda da bir
zemin oluşturmayı uygun bulduk. Hint, Tibet ve Moğol tradisyonlarında ve
geleneklerinde Asya Kıtasının göbeğinde, Büyük Himalaya dağlarının altındaki
doğal ve yapay yeraltı galerilerinde tünellerle dünyanın hemen hemen her
noktasına bağlanmış ve uzantıları bulunan bir yeraltı devletinden söz
etmiştik. Bu Agartadır. O dünyamızın okült hükümeti ve yönetim merkezidir.
Dünyasal beşeri evrimin ve yeryüzünden gelip geçmiş nice medeniyetlerin tüm
genel evrim gidişatlarının ve onların tüm genel bilgilerinin ayrıca
yaradılışın , ruhun ve tekamülün ve kozmik bilgilerin ve kozmik bilimlerin ,
ayrıca maddenin ve maddi bilimlerin bütün kayıtları Agarta'nın milyonlarca
kitaptan meydana gelmiş kilometrelerce uzunluktaki kütüphanelerinde
kayıtlıdır. Böylece Agarta bu devasa bilgi hazineleriyle doğu
tradisyonlarının da ifade ettiği gibi kozmik bir üniversite , bir bilim
araştırma merkezi konumundadır. Ezoterik öğretiler Agarta'nın hakimini
dünyanın kralı rütbesiyle anarlar. Yardımcıları konumundaki 2 tane rahip
kral ile birlikte bütün dünya beşeriyetinin genel ve özel evrimsel gidişatı
üzerinde etkin rol oynarlar. Agarta inisiyeleri nadiren kendi bedenleri ile
genellikle de enkarnasyonlar yani doğumlar yoluyla yer üstü beşeriyetinin
aralarına karışarak gözlemlerini, ihbarlarını, geliştirici ve yükseltici
misyonlarını yapmaktadırlar. Bir çok peygamberler , bir çok gerçek
filozoflar, bir çok gerçek bilim adamları, bir çok gerçek liderler ve gerçek
sanatçılar , bilinen ve bilinmeyen ve de gerçek kimlikleri çoğu kez gizli
kalmış üstatlar ve vazifeliler işte bu Agarta dediğimiz okült inisiyatik
merkezde , bu mürşitler odağında inisiye olmuşlar , özel eğitim ve himaye
görüp beşeriyete rehberlik etmişler ve etmektedirler. İnanılmaz bilimler ve
kudretler merkezi inisiyelerince fizik ve psişik yetenekleri olağanüstü
gelişmiş, maji biliminin hayır yolundaki bütün incelik kullanımlarına sahip
olan Agarta özellikle son 50 bin yıldan beri bütün dünya beşer varlıklarının
evrimsel gidişatlarına çok gizli ve çok etkin yardımlar yapmıştır.
Bilgi ve bilgeliğin belirli bir program gereği kendini geri çekmesi sonucu
kendisini 19.yüzyıla kadar gizli tutan Agarta hiyerarşinin müdahalesi ve
izniyle 19.yüzyılın başlarında kendisini yavaş yavaş kademeli bir şekilde
deşifre etmeye başlamıştır. Agarta bilgisini, felsefesini, ahlakını, dini
materyalini ve bilimini doğrudan doğruya Mu'dan, ki bu akşamki
konferansımızın ana konusunu teşkil etmektedir ve kısmen de Atlantis'ten
almıştır. Yani kadim Güneş Kültürünün bir devamıdır diyebiliriz. Güneş, Mu
da Tek ve Mutlak Tanrı'nın sembolü idi ve Agarta'nın asıl misyonu Mu 'nun bu
vahye dayalı Siriusyen bilgilerini muhafaza etmek ve bunları nesilden nesle
aktarmak, öğretmek ve böylece geliştirme misyonunu sürdürmek idi.
Ezoterik bilgilere göre yeryüzünde bir çok devreler geçmiştir. Hint
geleneklerinde bunlara Kalpalar veya Yugalar denir. Bunların ilkine Altın
Çağ derler. Daha sonra bir envolüsyona, bir düşüşe bağlı olarak Gümüş ,
Bronz ve Kahramanlar Çağları yaşanmış ve bugün de yaşadığımız çağa Demir
Çağı ve ya doğudaki adıyla Kali Yuga denmektedir. Altın Çağ dediğimiz vakit
buradaki, altından maksat bildiğimiz altın madeninin bol olduğu çağ
manasında değildir. Kıymetli, yüksek, üstün anlamında kullanılmıştır,
değerli bir çağ manasına gelir. Biz şimdi bugünün insanları olarak Demir
Çağını yaşamaktayız. Bizimle birlikte bir devir tamamlanmaktadır. Demir
Çağ'ından sonra tekrar bir Altın Çağa dönüş , insanlar için bir dönemin
bitip yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.
Bu ön bilgiyi verdikten sonra geçmiş dönemlerin bugünkü dönemimize ne yönde
etkileri olduğuna bir bakalım. Bunları 5 ana madde altında topluyoruz. Yani
daha önceki kültürlerin, daha önceki medeniyetlerin günümüz medeniyetine
olan etkilerini 5 ana madde altında topladık:
1- Kültürel olarak : Bunlar dinler felsefeler ve ekoller şeklinde gelmiştir.
2- Arşetipik ve ya atavik semboller vasıtasıyla, derin şuur altımızdan
etkilemeye devam etmektedir.
3- Astral plandan düşünce formları yoluyla. ( bu astral planın yapısı ve
düşünce formları hakkında okültizm isimli konferansta daha geniş bilgi
vermeye çalışacağız)
4- Enkarnasyonlar yani yeniden doğumlar yolu ile.
5- Genetik olarak ademlerden ademlere etkilemeler yolu ile.
Mu uygarlığı konusunda bilinen en kapsamlı araştırmacı İngiliz albay James
Churchward dır. Churchward uzun bir süre Hindistan'da İngiliz ordusunda
hizmet görmüş 1883 yılında batı Tibet'te bulunmuştur. Mu konusuyla ilk
teması da Tibet'te olmuştur. Burada bulunduğu sırada bir tapınağa konuk olan
Churchward kendisinin Mu hakkındaki ilk esaslı bilgilerini bu tapınağın eski
arşivlerinden edinmiştir. Bu tapınağın mahzenlerinde rastladığını söylediği
tabletler, taş tabletlerdi bunlar, Mu'nun kutsal metinlerinden kopya edilmiş
çeşitli harfler ve şekillerden ve sembollerden oluşan çok eski bir ölü dilde
'' Nagamaya'' dilinde yazılmıştı. Bu dili bilen tapınağın baş rahibinin
üstatlığı altında 2 yıl boyunca bu dili öğrenerek tabletleri deşifre eden
Churchward' a göre en az günümüzden 15.000 yıl önce yazılmış olup
Hindistan'a Naakaller yani Mu bilim rahipleri tarafından getirilen bu
tabletler Mu ve Mu dini hakkında geniş bilgiler içermekteydi. Churchward
daha sonra Tibet'ten ayrılarak bütün yaşamını adadığı bu işin
araştırmalarına girişti. 50 yıl sürecek olan bu araştırmalar için Caroline
adalarında , Güney Pasifiğin bütün takım adalarında, orta Asya'da, Birmanya
da , Mısır'da , Sibirya'da , bütün Amerika'da hatta Avusturalya'da
araştırmalar yaptı ve dökümanlar topladı. Bu arada Churchward, Amerikalı
arkeolog William Niven' nin de Meksika'da birtakım tabletler açığa çıkardığı
haberini aldı. Benzeri tabletler William Niven tarafından da 1921 - 23
yılları arasında , Meksika'da aşağı yukarı 2600 adet tablet tarzında açığa
çıkarılmıştı. William Niven da bu tabletleri kendi hesabına inceledi ve
Churchward' ı tanımadığı halde aynı sonuçlara ulaştı. Yani kadim bir
geçmişte Pasifiğin sularına gömülmüş gizemli bir kıtaya ön planda yer
vermekte iki araştırmacı da tamamen fikir birliğine varmışlardı. Böylece
Churchward Hindistan'daki tabletlerden edindiği Mu hakkındaki bilgilerinin
eksik taraflarını da William N. tarafından bulunan tabletlerden tamamlama
imkanını elde etti. Churchward Mu ya ilişkin 4 adet kitap yayımlamıştır.
Bunlar 1930 lu yıllardan itibaren yayımlandılar. 1. Kitap ''Mu'nun
Çocukları'' , 2. Kitap ''Batık Kıta Mu'' , 3. Kitap ''Mu'nun Kutsal
Sembolleri'' ve 4. de ''Mu'nun Kozmik Güçleri''
Mu konusuna geçmeden önce bu kitapların bizim ülkemizle ilgili ilginç bir
yanı olduğundan bahsetmek istiyorum. Bu kitaplar bundan yaklaşık 70 yıl
kadar önce Atatürk'ün direktifiyle ülkemize getirtilmiş Türkçe'ye tercüme
ettirilmiş ve incelenmiştir. Atatürk'ün en çok üzerinde durduğu konulardan
birisi de Anadolu insanının kökleri konusu idi. Bu amaçla Nisan 1930 da Türk
Tarih Kurumunu kurdu. Türk halklarının köklerinin orta Asya' ya dayandığını
biliyordu, acaba orta Asya halklarının kökenleri nereye dayanıyordu.
Atatürk'ün araştırmak istediği konu buydu. Bu konuyla alakalı olarak 1930
yılında emekli general Tahsin Bey' i, ki daha sonra soyadı kanunuyla
birlikte Tahsin Mayatepek olarak anılacak idi, Güney Amerika
medeniyetlerinden Maya toplumunun dil ve kültürü ile Anadolu insanının dil
ve kültürü arasındaki benzerlikleri araştırması için gönderdi, çünkü böyle
bir benzerlik tespit edilmişti. Büyük bir heyecanla araştırmalarını sürdüren
Tahsin Bey çok enteresan bilgiler içeren bir çok raporu Atatürk'e sundu.
Bunlara giremiyorum ama iki tane kısa misal vereceğim,
İslam'da ve Mevlevilikte kullanılan enteresan ritüellerin bir çoğunun Maya
toplumlarında da bulunduğu tespit edilmiştir. Örneğin namazdaki secde
hareketinin ve Mevlevilikteki dönüş hareketi Mu da da vardır. Raporları
inceleyen Atatürk konu hakkında daha kapsamlı araştırmalar yapmak üzere
Tahsin Bey'i Meksika'ya ateşe olarak atadı. Tahsin Bey orda yoğun
araştırmalarına devam etti, bu arada William Niven ve James Churchward'ın
çalışmalarından Atatürk'ü haberdar etti. İşte bunun üzerine Atatürk bu 4
tane kitabı ülkemize getirtti ve 60 kişiden oluşan bir tercüme heyeti kurup
bunları derhal dilimize tercüme ettirdi. Atatürk bu bilgilerden çok
etkilenmişti. Özellikle insanın yaradılışı, Mu'nun insanlığın anayurdu
oluşu, nüfusun 64.000.000 oluşu, kolonileri ve göçleri, batış nedenleri,
Mu'nun dini bilgileri ve Mu'nun yönetim biçimini inceledi. Ayrıca Uygurlar
ve Türklerle ilgili kısımları altlarını çizerek okuduğunu ve notlar aldığını
biliyoruz. Atatürk'ün vefatından sonra bu konunun bir daha hiç açılmadığını
da biliyoruz.
Gene ezoterik bilgilerimize göre bugün sahip olduğumuz batı ve doğu
medeniyetlerinin yani bütün medeniyetimizin ana
kaynağının Mu olduğuna, onun bir kolonisi olan Atlantis olduğuna ve daha
sonra Mu 'nun batışı ile Mu'nun diğer kolonilerinden kaynaklanan bilgiler
olduğuna sahibiz. Atlantis kıtası da bu günkü Atlantik okyanusunda
bulunan çok büyük bir kıtadır. O da aşağı yukarı Mu ile eş zamanda batmıştır
yani günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce.
Şimdi, Atatürk'ün yapmış olduğu bu çalışmalara bağlı olarak ülkemizdeki Türk
halklarının kökenlerinin orta Asya'dan Uygur devletinden geldiğini öğrenmiş
bulunuyoruz; ki Uygur devleti Mu'nun en büyük kolonilerinden biri
konumundaydı. Bu arada konvensiyonel bilimin Anadolu'ya göçüp gelmiş olan
atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodların özel niteliklerini
bilmediğini ifade edelim. Yani bu göçler vasıtasıyla bir takım genetik
kodların da bu insanlar vasıtasıyla Anadolu'ya yani Türkiye'ye geldiğini
biliyoruz. Ve elbette ki bu genetik yapı hakkında yüzyıllardan beri intikal
eden bir bilgi akışı da var. Ezoterik çalışmalarımızın sonuçlarına göre
bizdeki kanaat şöyledir: Anadolu topraklarına gelen varlıkların bir özelliği
vardır, burası hem Mu' dan hem de Atlantis' ten göç eden kolonilerin
birleştikleri, adeta girdap teşkil ettikleri ve harman oldukları bir zemin
durumundadır. Ege denizi ve İskenderiye'ye kadar uzanan bu bölge çok önemli
bir kavşak noktası haline gelmiştir. Dolayısıyla Anadolu halkının en
eskisinden en yenisine yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün asıl
beslenme kaynağının Moğolistan dolayısıyla Uygurlar olduğunu bilmekteyiz. Mu
medeniyeti Uygur kolonisine bütün bilgi birikimini , bütün kültür birikimini
aktarmıştı. Buna bağlı olarak Uygurluların inanç , bilim, sosyolojik yaşam,
insan ve doğa arasındaki denge , insan ve kozmos arasındaki yapılar
bakımından getirip bıraktıkları esasların çok doğru olduğunu belirtiriz.
Bir takım doğal olaylar sonucunda, ki bunlar son manyetik felaket ve onun
yol açtığı büyük tufanlar ve dağların yükselişi hadiseleridir. Uygur göçleri
bundan kaynaklanmaktadır. İşte bu Uygur'dan Hindistan'a , Çin'e ,
Afganistan' a ve İran yoluyla da Anadolu'ya büyük göçler yapılmıştır. Ve
böylece bu büyük Uygur göçü ile birlikte Mu bilgeliği
ve Atlantis teknolojisi ile yetişmiş olan büyük insanlık güçleri,
büyük insanlık zekaları ve zihniyetleri de göç etmiştir. Onların içine
karışmış olan bir çok varlıkta bu özel kapasite adeta bir tohum tarzında
mevcuttur. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik
duyular dışı algılamayla ilgili genetik kodlardır. Bunlar mükemmel
bir şekilde hiç bir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakmadan o varlıklar
tarafından o göçlerle bu ülkeye yani Anadolu'ya taşınmıştır.
Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük
nitelik psişiktir. Başka bir ifadeyle buranın varlıkları asıl iç yüzleri
ruhsal dünyaya dönük olarak yaşar. Görünüşte hepimiz dünya malı ile yaşarız
ve her türlü dünya faaliyetini yaparız, ama orada ince bir nokta, ince bir
fark var, bizim iç yüzümüz, iç varlığımız sürekli ruhsal dünyaya,
görünmeyene, daha yüksek mertebelere hamleder durumdadır. Çünkü doğamızda,
taşıdığımız genetikte bu imkan mevcuttur. İşte bütün bunlar bize
anavatanımız Mu'dan, Uygur göçlerinden intikal eden bir vazife mirasıdır. O
halde bu toplumun bu ülkenin vazifesi ; Mu' da ve Atlantis' de olan ve
kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi
intikalini fakat bu kez daha yüksek ve daha kapsamlı olarak ortaya çıkarmak,
buna zemin hazırlamak, bu bilgileri almak, hayata geçirmek ve onları adeta
emsaller tarzında bütün beşeriyete sunmaktır.
Bir ara bilgi daha vermek istiyorum o da şu, şimdi anıları belli bir maksat
ve program gereği beşeri hafıza ve kayıtlardan silinmiş olan pek çok geçmişe
ait olay ve onların öğeleri her defasında saklı yerlerinde onlarla ilgili
asıl görevli sahiplerini beklemektedirler. Sonunda o kişi veya kişiler
yaptıkları araştırma ve incelemelerin esasını teşkil edecek olan asıl yapı
taşını yani o saklı duran şeyi bulmaktadırlar. Eski dillerin çözülmesi böyle
olmuştur. Eski yerleşim birimlerinin bulunuşu böyle olmuştur. Eski yitik
medeniyetlerin yitik bir çok unsurun bulunuşu da böyle olmuştur. Bu temel
bilgiden yola çıkarak James Churchward' da Mu kıtasını böyle bir misyonun
sahibi olarak benzeri stilde tüm dünya kamuoyuna duyurmuş olan bir önder
araştırmacıdır. Kendisinin verdiği bilgilere göre adının açıklanmasını
istemeyen Hintli bir Rishi ile 2 yıl boyunca Nagamaya dili üzerinde ve onun
sembolizmi üzerinde çalışmıştır. Basit görünümlü yazıların rahiplik düzeni
içinde gelişmiş bir kardeşlik topluluğu olan kutsal kardeşler ''Naakallar''
için özel olarak tasarlanmış ve ezoterik anlamlar içeren bir dil olduğunu ve
bu dili okumayı, bu dili anlamayı, bu dili yorumlamayı öğrenmiştir.
Buna göre Mu kıtası Pasifik okyanusunda Amerika ile Asya arasında yer almış
büyük bir kıtadır. Merkezi ekvatorun biraz güneyine düşer. Toprakları bugün
hala su üzerinde kalmış bulunan bazı kara parçalarını da bazı adaları da
içine almıştır. Büyüklüğü yaklaşık olarak doğudan batıya 9500 km kuzeyden
güneye 4800 km civarındadır. Kıta ince boğazlar veya denizlerin ayırdığı 3
kara parçasından meydana gelmektedir. Bu daha ileriki bir durumdur.
Günümüzde Pasifik okyanusuna tek tek ya da takım adalar halinde yayılmış
adaların tümü bir zamanlar Mu kıtasının parçaları idiler. Kıta günümüzden
12.000 yıl önce meydana gelen çok büyük depremler sonucu batmış adeta cayır
cayır yanan bir girdaba dönüşerek Pasifiğin derin sularına gömülmüştür.
Böylece bu bölge büyük bir uygarlığın ve 64.000.000 insanın mezarı haline
gelmiştir. Paskalya adası , Tahiti adası, Samoha adaları, Tonga adaları,
Marshall adaları , Gilbert adaları, Caroline adaları,Mariana adaları, Hawai
adaları, Marques adaları ve daha niceleri sessiz bir mezarın bekçileri gibi
adeta bu büyük kıtanın hüzünlü parmaklarını andırmaktadırlar. James
Churchward çalışmalarının ana bilgilerini iki kadim kaynağa dayandırmaktadır
; bir tanesi kendisinin Hindistan'da bulduğu ve Tibet manastırlarında özel
bir inisiyasyondan geçtikten sonra okumayı başardığı tabletlerin
çevirilerine , ikincisi de arkeolog Niven' ın Meksika'da bulmuş olduğu
tablet gurubunun çevirilerine. Her iki tablet gurubu da köken bakımından
aynıdır. Yani Mu'nun vahyedilmiş kutsal metinlerindeki alıntılardan meydana
gelmiştir. Naakal tabletleri, Naga sembolleri ve harfleri ile yazılmıştır.
Bilgilerimize göre bunlar anavatanda yazılmış, önce Burma'ya oradan da
Hindistan'a getirilmiştir. Bu bilgilere göre örneğin
Tevrat'ta söz konusu edilen cennet Aden Cenneti veya Aden Bahçesi, artık var
olmayan ve zamanında Pasifik okyanusunda bulunan bir kıtanın üzerindeydi,
yani Mu'da. Kendisi büyük bir inisiye olan Musa bir çok diğer peygamberler
gibi, İsa gibi, Muhammed gibi, asıl kayıtlarını Mısır Sina mabet
kayıtlarından almıştır ki onlar da Mu esaslıdır. Fakat bu gün
elimizde bulunan özellikle Tevrat kitabı Musa' dan 800 ya da 900 yıl sonra
Ezra peygamber tarafından yapılan hatalı tercümelerin toplamından
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bugünkü bildiğimiz şekliyle Tevrat'taki
genesis ya da yaradılış hikayesinin aslında Mu nun 700 asırlık geçmişini
konu alan bu kadim tabletlerden toplanan etkileyici tutanaklardan elde
edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Himalaya manastırlarındaki 70.000 yıl
öncesine giden yazmalar görülmeye değerdir. Bunlardan bazıları insanı
200.000 hatta 270.000 yıl gerilere götürmektedir. Yani Mu kıtasıyla ilgili
tabletlerin geçmişi 270.000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Fakat J.
Churchward' un araştırmaları ancak 70.000 yıl öncesine kadar
uzanabilmektedir daha önceleri hakkında kendisi fazla malumat elde
edememiştir. Naakal kayıtlarındaki yaradılış hikayesinin açılış bölümünün
Tevrat'taki nakille olan benzerliği ne kadar dikkate şayansa daha sonra
gelen sapmalar da o oranda dikkate şayandır. Dünyanın her köşesi yaradılış
efsaneleriyle doludur. Ve bunların arasında öyle büyük benzerlikler vardır
ki, ister istemez hepsinin aynı ortak kökenden, Mu dan geldiği sonucunu
çıkartıyoruz.
Şimdi J. Churchward' un ağzından bu konuyla ilgili bir pasaj nakletmek
istiyorum, yaradılışla ilgili tercümeler yaparken şöyle diyor:'' Hepsinin
içinde çevrilmesi en zor olan 7. emirdi. Bunun deşifre edilmesi kolay oldu.
Fakat kadim anlamları en yakın haliyle iletecek modern kelimeler bulmak
neredeyse imkansız gibiydi. Örneğin ilk insanın bedenine yerleştirilen şeyi
temsil edebilecek şeye bulduğumuz en yakın kelime can veya ruhtu. Tevrat'ta
kullanılan Tanrı nefesinden üfledi' ifadesi de aynı sembolizme iyi bir
örnektir. Her halükarda Tanrı'dan alınan özel güçler şeklindeki mana gayet
açıktır. Yani bundan da bunların Tanrı'nın bir parçası olduğu sonucu
çıkmaktadır. Genel olarak Naakal tabletlerinin deşifre edilmesi olağanüstü
zordu çünkü çok az hiyeratik yazı ve çok fazla şekil ve çizim vardı. Ayrıca
tabletlerin hasar görmüş ve silinmiş kısımları da vardı ki onlardan hiç
faydalanamadık. Bunun dışında modern dilde karşılığı olmayan bir çok
kelimeye de rastladık. Ancak çalışma başlamadan önceki dönemde rahip dostum
Nagamaya dili dediği dile ait bilgi sahibi olmaksızın kadim tabletlerin ve
yazıtların çözümlenmesinin imkansız olduğunu belirtmişti. Çünkü Mu ile
ilgili tüm kadim tabletler bu dilde yazılmıştı. Ve üstelik tüm Naakal
yazıtlarının yalnızca Naakaller ve onların öğrencileri tarafından bilinen
ezoterik ve gizli anlamları da vardı. ''
Mu kıtasının varlığı, günümüzden 12.000 yıl önce battığı ve koloniler
halinde tüm dünyaya yayıldığına ilişkin mevcut olan kaynaklar şunlardır :
Öncelikle James Churchward' un Hindistan'da ve Niven'ın Meksika'da bulduğu
tabletler bundan sonra Yukatan ve orta Amerika'da bulunan kalıntılar,
heykeller, piramitler, eski Maya kitap, yazma sembol ve efsaneleri. Bunlara
örnek bugün British Museum da bulunan Troana El Yazması. Bu kadim bir Maya
kitabıdır ve Mu konusundan bahsetmektedir. Bir diğer Maya kitabı Kortesianus
kodeksidir. Ayrıca Hindistan'da, Çin 'de , Burma'da , Tibet'te ve
Kamboçya'da bulunan bir çok kitap, elyazması , efsane ve kalıntılar gene
Mu'dan bahsetmektedir. Örneğin Valmiki'nin yazdığı Ramayana destanı. Gene
Lhassa'da arkeolog Chiliman tarafından bulunan Lhassa belgesi, bunlara
ilaveten Pasifik'te bulunan yüzlerce adadaki büyük taş heykeller, en
meşhurları Paskalya adasındakilerdir biliyorsunuz, kalıntılar, yazıtlar,
semboller ve efsaneler. Bir diğer örnek doğuda ve Pasifik okyanusunun batı
cephesindeki bütün yerleşimlerde bütün kadim kalıntılar daima doğuya dönük
yapılmıştır, bu Asya'ya göre anakaranın yönüdür.
Kamboçya ve Ankor' daki bütün heykel ve tapınak girişleri ve yolları
bunun en güzel örneğidir. Gene eski Mısır a ait kitap ve yazmalar özellikle
Mısır 'ın Ölüler Kitabı. Bilindiği üzere Mısır'ın Ölüler Kitabı öte aleme
intikal eden insanların haletlerini anlatan bir kitap gibi bilinmesine
rağmen , asıl maksadı batmış olan Mu medeniyetini ve onun anılarını
tazelemekten ibaretti. Gene eski Yunan filozoflarının kitapları ve tüm
dünyaya yayılmış olan efsaneler. Bütün bunlar bize Pasifik'te çok eskiden
büyük bir kıtanın ve büyük bir medeniyetin var olduğunu göstermektedir.
Mu kıtası geniş düzlükleri olan , güzel, tropik bir ülkeydi. Vadi ve ovalar
ekili topraklar ve tarlalarla doluydu. Mu kıtasında dağ yoktu çünkü daha
henüz Dünya' nın hiçbir yerinde dağ yoktu ve dağlar oluşmamıştı. Aşağı
yukarı 64.000.000 kişinin saltanat sürdüğü bu büyük kıta üzerindekilere her
türlü refahı sunan bir yuvaydı. Bütün devasa kıta her tarafı örümcek ağı
gibi saran düzgün yollarla örülmüştü. Bütün bu anlatılan 64.000.000 kişilik
halk 10 kabileden oluşan bir topluluktan meydana geliyordu. Hepsinin dini
aynıydı. Semboller vasıtasıyla tek Yaradan'a ibadet etmek. Hepsi de ruhun
ölümsüzlüğünü ve eninde sonunda gelmiş olduğu ulu kaynağa döneceğini
biliyorlardı. Yaradan'a saygıları o kadar büyüktü ki onun ismini telaffuz
etmezler , dua veya niyazlarında ona bir sembol aracılığıyla seslenirlerdi.
Ra, güneş , onun bütün niteliklerini simgeleyen kolektif bir sembol olarak
kullanılmaktaydı. En üst mertebedeki rahip olan Ramu, Yaradan'ın dinsel
öğretilerindeki temsilcisiydi. Temsilci olması sebebiyle Ramu'ya
tapınılmayacağı esaslı bir şekilde öğretilmiş ve anlaşılmıştı. Mu' da hakim
olan ırk beyaz derili ırktı. Bunlar duru beyaz ve buğday tenleri, yumuşak
bakışları, koyu renk iri gözleri, düz ve siyah saçlarıyla son derece güzel
insanlardı. Bunun dışında kahverengi, sarı ve siyahın tonlarını taşıyan
başka ırklara mensup insanlar da mevcuttu. Mu topraklarında 7 büyük şehir ya
da merkez vardı. Din, ilim ve diğer disiplinler de burada öğretiliyordu.
Ayrıca üç kara parçasına dağılmış olan pek çok şehir ve kasabalar mevcuttu.
Bizlerin bugün bildiğimiz Hint, Mısır ve Babil, Mu battıktan sonra onun
adeta sönmekte olan közlerinden başka bir şey değillerdi. Mu kıtasının bir
de kraliyet amblemi vardı. Bu amblem tüm yeryüzünün asıl sahibesi Mu'nun
arması, hiç bir şekilde gelişigüzel yaratılmış bir form veya bir nişan
değildi. Bundaki her çizgi belli bir anlam yüklüydü. Bunları inceleyelim. A
olarak gözüken Mu alfabesinin harflerinden biriydi ve geleneksel M harfinin
kalkan şeklinde düzenlenmiş hali idi. M onun sembolik harfi idi. Bunun
ötesinde Mu kelimesinin yazılışı böyle idi. B ile gösterdiğimiz haç armanın
merkezindedir ve şöyle okunur: "ulumil" bunun çevirisi imparatorluğu
demektir.
C olarak gösterdiğimiz daire, kabartmayı çevreleyen güneşin çizimidir ve
birleşik halde arma şöyle okunur: Güneş İmparatorluğu. Ve bunun başına da
kalkan ekini koyduğunuz zaman Mu Güneş İmparatorluğu olur. Güneşin 8 ışını
vardır , bunlar 8 yönü temsil eder. Böylece tüm dünyanın Mu' nun egemenliği
altında olduğu söylenmektedir. Işınları çevreleyen daire evrenin sembolüdür.
Ancak burada ifade edilen evren insanın evrenini yeni yer yüzünü ifade
etmektedir. Bu şekilde bu sekiz ışının bütün beşeriyetin bütün insanlığın
üzerine düştüğü ifade edilmek istenmektedir. Böylece Mu' nun kraliyet arması
bize yer yüzündeki tüm insanlığın onun yönetimi altında olduğunu
anlatmaktadır. Mu tüm yer yüzünün sahibesiydi. Geleneklerin söylediğine göre
Mu bir imparatorluğa dönüştüğü zaman kral veya imparator olarak bir
hiyeratik reis seçilmişti. Hiyeratik reis dinsel öğretilerdeki tanrılığı
temsil ediyordu. Ra denilen güneş tanrılığın tüm niteliklerini kendisinde
toplayan kollektif ve en yüksek semboldü. Kral olarak seçildiği zaman
hiyeratik reis kraliyet sembolü olarak Ra, güneş ünvanını alıyordu. Bu
ünvanın yanında Mu topraklarının ismi de ekleniyor ve böylece kralın tam adı
Ramu ya da Güneşmu oluyordu. Bu ifade Hint'de Rama olarak geçmiştir.
Mu medeniyeti günümüz uygarlığından gerek fiziki gerek
spiritüel bilimlerde olsun pek çok alana da daha ileri düzeylere ulaşmıştı.
Kozmik enerjilere ki güneş enerjisi, kristal enerjileri, bizlerin bugün
lazer dediğimiz türden enerjilere benzer enerjiler ve daha tanımadığımız bir
çok enerjilere dayanan bir çok uygulamaları ile aydınlatma, ısınma, ulaşım,
bilgi depolama ve bilgi nakli gibi konulara hakim olmuşlardı. Deniz, hava ve
uzay taşıtları vardı ve bunlar bir tür kozmik enerji ile hareket
ediyorlardı. Bu teknik sonradan eski Hint'e miras kalmıştır. 20.000 yıl önce
Hindular tarafından bu tür hava taşıtlarının kullanıldığına ilişkin kayıtlar
vardır. Özellikle Mahabbarata destanında Vimanalar
olarak tarif edilen çizimleri yapılan , uçan cisimlerden bahsedilmektedir.
Mu ve Atlantis'in ilk dönemlerinde genetik bilim
öylesine ileriydi ki, o dönemde yaşayan bazı maymunsu varlıkları, insansı
bir hale dönüştürüp bir çok gündelik işlerinde de kullanıyorlardı.
Hatta bugün bizlerin birtakım robotlar imal edip bunları günlük işlerimizde
kullanma çabamızın bu olayın arşetipik imajlarından kaynaklandığı da
söylenmelidir.
James Churchward' un uzanmış olduğu nokta günümüzden 270.000 yıl öncesi idi.
Ancak yer yüzündeki bizim anladığımız manadaki canlılığın ve hayatın oluşumu
günümüzden milyonlarca yıl öncesine gitmektedir. Bununla ilgili 200.000.000
yıla kadar bahseden kayıtlar mevcuttur. Buradaki tarihlerin, rakamların
fazla bir önemi yoktur. Bu rakamlar özellikle karıştırılmış ve kapalı hale
getirilmiştir. Önemli olan dünyamızda günümüzden milyonlarca yıl önce
medeniyetlerin, varlıkların ve kıtaların yaşadığıdır. Ancak bu aşamalarda
dünyamız şimdikinden çok daha süptil , çok daha ince, çok daha az yoğun bir
ortama ve yapıya sahipti. Adeta bir benzetmeyle bugünkü bizim fizik
dünyamız, fizik kesafetimiz teşekkül etmemişti. Yani şimdiki astral
mekanımız o zamanın fizik mekanıydı diyebiliriz. O dönemdeki varlıkların
doğu tradisyonlarında bir tür fantomlar, bir tür astral bedenler, bir tür
enerji bedenler, eterik varlıklar oldukları ifade edilmektedir. Bu konulara
şu anda konumuzla pek bağlantılı olmadığı için girmek istemiyorum. Bazı
kaynaklar Lemurya ve Mu sözcüklerini de eş anlamda kullanmaktalar. Yani
Lemurya kıtasını Mu kıtası gibi de nakletmekteler. İşin doğrusu şudur ki Mu
ve Atlantis'ten önce Lemurya denilen devasa bir kıta ve medeniyet de
mevcuttu. Mu bu medeniyetin hitamı ile ve bir geçişle ve fizik kesafetteki
ilk oluşum ile bizim anladığımız manadaki fizik hayatın, fizik bedenlerin
oluşumu ile ilk insanın ortaya çıktığı yerdir. James Churchward ilk insan Mu
da ortaya çıkmıştır dediğinde bizim anladığımız fizik kesafetteki ilk
insanın ortaya çıkmasıdır ve doğrudur.
Bu Lemurya dönemi esnasında kuzeyde de Hiperborea denilen bir başka kıta
, Gondvana denilen gene başka bir kıtanın varlıklarından bahsedilmektedir.
Hatta bazı diğer bilgiler Lemurya'nın son dönemlerinde ve Mu' nun ilk
dönemlerinde dünyada devlerin yaşadığından bahsetmektedir. İnsan boyları 30
m. idi. Ve bunlar küçülerek günümüzdeki ölçülere inmiştir. Hatta bu devler
ırkından Tevrat'ta da bahsedilmektedir. Ayrıca teozofik, okült ve ezoterik
kaynaklar yaşamın 7 aşamalı periyotlar halinde geliştiğini söyler. Yani
yeryüzündeki beşer cinsinin gelişimi de 7 temel ırk veya soy kategorisinde
ele alınmaktadır. Bunların en süptilden başlayarak giderek yoğunlaşan ve
katılaşan bir envolüsyona uğradığını biliyoruz. Biz şu anda konuşmanın
başında bahsettiğimiz Altın Çağ'dan ki o da belli bir kesafetin ifadesi idi,
kabalaşarak , envolüsyona uğrayarak Demir Çağı'na indik veya düştük
ifadesinin burada bir karşılığını bulmaktayız. Böylece bu yedi temel ırk ile
bir bütünün, bir halkanın, bir çemberin kapanacağı ifade edilmektedir.
Bizlerin bu gün 5. Temel ırkı oluşturduğumuz söylenmektedir. Önümüzdeki
devrede 6. Temel ırkı oluşturacağımız da ifade edilmektedir. Ancak burada
bilmemiz gereken en önemli nokta tek bir cümle ile dünyamızın ortamının
gezegen olarak da fizik kesafet olarak da fizik bedenler olarak da şu anda
bulunmuş olduğu kesafetten, yoğunluktan çok daha süptil bir kesafetten
başlayarak giderek yoğunlaştığının bilgisi adeta bir envolüsyon tarzında bir
iniş tarzında bir hareketin oluştuğu ve bunun gene bir çıkışla ilerleyeceği
yönündedir, bu neden böyle olmuştur, bu gene ayrı bir konu olarak
konuşacağımız bir konudur.
Şimdiki konumuz Mu dini. Mu' daki tüm öğretiler sade ve açıktı. Teolojinin
kırıntısı bile yoktu. En bilgisiz olanlar bile içlerindeki her küçük cümleyi
anlayacak kadar bilgi sahibiydi. Yani öğreti o denli saf ve sadeydi. İnsana
göksel babasına korku ve dehşet içinde değil güvenle ve her şeyden önce
sevgiyle yaklaşılması gerektiği öğretiliyordu. Sevgi 12 büyük erdemin en
üstünde yer alıyordu. Çünkü, Sevgi, evreni yönetiyordu ve göksel baba büyük
sevgiydi. Bu dinin dayanak noktası semavi baba olan Yaradan'ı sevmek ve
kulluk etmekti ve kardeş oldukları için bütün insanları sevmekti. İnsanlığın
ilk dini şeklen son derece sade idi. Yüce sonsuza ibadetin yer yüzündeki
gelmiş geçmiş en saf şekliydi. Bu tek Tanrıcı bir dindi. Çünkü Tanrı tekti;
ancak ona bir çok nitelikler vermişler ve her bir niteliğe de belli bir
sembol atfetmişlerdi.
Güneşin ve onun tasviri olan daire sembolüne kısaca değinelim. Neden güneş
bütün dünya kültürlerinde Tanrı'nın monoteistik sembolü olarak seçilmişti.
Biliyorsunuz daire geometrik şekillerin en üstünü en kusursuz olanıdır ve
başlangıcı ve sonu yoktur ve bir sonsuzluğu ifade eden en kusursuz formdur.
Ancak sadece bundan değil, bu da işin içine dahil olmakla birlikte, gene
ezoterik bilgilere göre Atlantis'in veya Mu'nun ilk dönemlerinde dünyamız
kapalı bir sistem tarzında, nasıl kapalı, dünyamızdan güneş gözükmemekte
idi, o dönemdeki gökyüzü ve deniz mavi değil gri, dünya tamamıyla kalın bir
sis örtüsüyle kaplı ve yaşamakta olan beşer ne güneşi görüyor ne de güneşi
tanıyor , tufanlar vasıtasıyla öyle bir dönem geliyor ki, bu yoğun sis
tabakasının yeryüzünden kaldırılışı ve güneşin ilk defa ortaya çıkışı
yaşanıyor ve o sırada insanların yanında bulunan kozmik öğretmenler ki
bunlara Manular denmektedir. Bütün Hind edebiyatındaki Manu'nun unutulmaz
hatırası da buradan gelir.
Daire sembolü insanın ilk dinsel öğretilerinde kullanılan ilk üç sembolden
birisi ve en önemlisi idi. Tüm sembollerin en kutsalı addediliyordu. Bu Ra
denilen güneşin tasviriydi ve Yaradan'ın bütün niteliklerini kendisinde
toplayan kollektif bir semboldü. Ona öyle büyük bir edeple yaklaşılıyordu ki
asla bir isimle anılmıyordu. Mayalar, Hindular, Uygurlar ve bütün diğer eski
kavimler ondan isimsiz diye söz ederlerdi. Dairenin başı ve sonu yoktur
dolayısıyla böyle bir kavramı temsil edebilecek en ideal sembol olarak
tasarlanmıştır.
İkinci sembolümüz, Mısır'da Yaradan'ı temsil eden tüm sembollerde, başlar
bir diskle süslenmiştir. Bu da güneş Ra' nın çizimidir . Mısır'daki bütün
firavunların bütün çizimlerin arkasında bir daire olduğunu hatırlayalım, o
da güneşin sembolüdür. Ayrıca kırmızı bir küre sütun başlarında
kullanılmıştır bu da gene güneş Ra' yı sembolize etmektedir.
Mu da salt bir daire olan sembol Nagalarda ortasına bir nokta konularak
gelişmiş veya değişmiş, Uygurlar onu ikinci bir halka ile sembolize
etmişler, daha sonra da 4. Sembol Mısırlıların tanrı başlarında
kullandıkları semboldür ve 5.de az önce ifade ettiğim gibi ölüler için
dikilen mezar taşlarının tepesine konulan semboldür, bunların tamamı güneşi
sembolize eder.
Mu' daki din, insanlara belli aşamalar altında öğretiliyordu. Öncelikle
insana her şeye kadir ve yüce bir varlığın olduğu öğretiliyordu. Onun
aşağıdaki ve yukarıdaki her şeyin yaratıcısı olduğu ve insanın bu kadir
varlık tarafından yaratıldığı ve onun tarafından yaratıldığı için onun oğlu
olduğu ve aynı şekilde bu varlığın insanın semavi babası olduğu. İnsan
yaratıldığı zaman yaratıcı, insanın bedenine asla ölmeyen ve ebediyen var
olan bir ruh yerleştirmişti. Gene insan yaratıldığı zaman maddesel bedeninin
geldiği yer olan toprağa dönmesi takdir olunmuştu. Bu maddesel bedenin
öldüğü zaman ruh serbest kalıyor ve öte aleme giderek bir başka maddesel
bedeni işgal etmek üzere beklemeye geçiyordu ve bir çağrı alana kadar orda
beklemeye devam ediyordu. Bu arada insanlara bir vazifeleri olduğu yani
hayatın bir amacı olduğu da öğretilmekteydi. Bu amaç veya bu vazife, maddi
arzulara galip gelmek suretiyle ruhun maddesel bedene hükmetmesiydi. Bunu
başardığı zaman yüce kaynağa geri dönecekti. Ancak yalnız tek bir maddesel
yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğu
ve buna bağlı olarak bu vazifeyi tamamlayana kadar ruhun bir çok maddesel
bedenlerle birleşerek bir çok defa dünyaya gelmesinin takdir olunduğu da
öğretiliyordu, yani reenkarnasyon bilgisi de öğretiliyordu. Gene Mu dininde
Semavi Babanın yüce sevgi olduğu ve yüce sevginin tüm evreni yönettiği ve
asla ölmediği bireyin zihnine iyice işleniyordu. Tüm insanların aynı Semavi
Baba tarafından yaratıldığı, bu nedenle tüm insanların kardeş olduğu ve
birbirleriyle ilişkilerinde bu gerçeğin esas alınması gerektiği de
öğretiliyordu. Ayrıca dünyadaki görevlerinin neler olduğu ve öte tarafa
çağrıldığı zaman en elverişli geçişi yapabilmek için nasıl yaşanması ve
kendisini nasıl hazırlaması gerektiği öğretiliyordu. Özellikle doğruluk,
sevgi, yardımseverlik, safiyet ve göksel babaya karşı tam bir sevgi ve güven
ve teslimiyet yolunun izlenmesi gerektiği anımsatılıyordu. Ana hatlarını
kısaca ve kapsamsız bir şekilde sunduğumuz bu tablo insanın ilk dininin
hangi temel prensiplere dayandığını ortaya koymaktadır. Tanrının babalığı ve
insanın kardeşliği. Bir cümle ile bu.
Mu'daki dinsel öğretim Naakal rahipleri tarafından yapılmaktaydı. Bu
okullarda oluşturulan rahiplik kurumu halkı eğitmekteydi. Şöyle bir ifade
geçiyor ; ister prens olsun, ister köle olsun, kapı herkese açıktır.
Doğrudan doğruya mabede geçerlerdi, eşittiler, çünkü Göksel Baba'nın,
hepsinin babasının huzurundaydılar ve burada gerçekten kardeşlerdi. Hiç bir
ücret alınmazdı, her şey karşılıksızdı. Daha sonra kolonilere taşınan bu
bilgiler kolonilerde kutsal sırlar adı altında toplanmıştı. Ve bugün de aynı
şekilde kullanılmaktadırlar. Doğuda bunlara altın çağın kitapları da
denmektedir. Daha sonra ilerleyen çağlarda bu bilgiler özellikle
Mısırlılarda üst düzeydeki kişilere yani birtakım inisiyelere aktarılmaya
başlanmıştı. Örneğin kendi dönemlerinde Mısır'a giden ve aralarında Eflatun,
Pisagor, Thales gibi isimlerin bulunduğu, hatta Heredot, pek çok Yunan
filozofu da bu bilgilerle kısmen inisiye olmuşlardı. İnsanın ilk dininden
arta kalanlar 12.000 yıldan bu yana yani Mu' nun sulara gömüldüğü günden
itibaren nesillerden nesillere aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.
Bu metinlerden bir pasajı şöyle okumaktayız: İnsan için Yaradan
kavranılmazdır. Kavranılmaz olduğu için de ne resmedilebilir ne de
isimlendirilir. O,isimsizdir. Kelimelerle ifade edile bilinen Yaradan ebedi
Yaradan ya da Mutlak Yaradan değildir. Dile dökülebilen bir kelime onun
ebedi varlığına bir isim olamaz. O bir ismi olmadığı yerde göklerin ve yerin
başlangıcıdır. Eylemsiz olan O isimlerden münezzehtir, o isimsiz olandır.
İlk uygarlığa ait yazıların hiçbirisinde kurban ve buna karşılık gelebilecek
bir kelimeye rastlanmamaktadır. Bu kelime ilk olarak günümüzden 5 - 6.000
yıl önceki Maya kitaplarında ortaya çıkmaktadır. Ve ifade şöyledir: Mu
geceleyin kurban edildi. İlk uygarlığın kelimelerinde yalnızca sunaklara
konulan hediyelerden bahsedilmektedir yani kurbandan bahsedilmemektedir. Ve
bu hediyelerin de genellikle meyve ve çiçekler olduğu söylenmektedir.
Mu kıtası 64.000.000 vatandaşıyla battıktan sonra yeryüzünde geriye kalan
halkların hemen hemen tamamı kimi edebiyat yoluyla kimi anıt mabet dikerek
kimi ateşin kullanıldığı çeşitli merasimlerle onun anısını yaşatma gayreti
içinde oldular. Kişemaya'ların dinsel törenlerinde ateşli bir ev
kullanılmaktaydı Mu nun batışını anımsatmak için, Mısır da alevli tanklar
vardı, daha ilerleyen yıllarda Musevi törenlerinde ateş takdimleri
yapılmaktaydı. Böylece kurban merasimlerinin daha sonra dejenere olan
bilgilerle açığa çıktığını öğrenmekteyiz, çünkü Tanrının emri kesindir:
Öldürmeyeceksin. Bu emir, Musa Peygamberin ünlü on emrinde de geçmektedir.
Ayrıca Mu dininde hiçbir sembolün hiçbir şekilde putlaştırılamayacağı
öğretilmekteydi. Sembollerin yegane kullanılma nedeni yalnızca zihnin
Tanrı'ya tefekkür ettiği konu üzerinde yoğunlaşmasına olanak sağlamak
içindi. Yani bir tür konsantrasyon objesi olarak kullanılmaktaydı. Mu
dininin teolojisi ya da dogmaları yoktu. Her şey basit, sade, en eğitimsiz
bir zihnin kavrayabileceği şekilde bir dille öğretilmekteydi. Bütün bu
teolojiler ve dogmalar, Mu battıktan sonra yani anavatan battıktan sonra
ortaya çıkmıştır. Çünkü kontrol edici tesir ortadan kalkmıştı. Özellikle
Mısır'daki rahiplik kurumları bu dejenerasyonu başlatmışlar ve Mısır'daki o
korkunç karmaşık teolojik düzen ortaya çıkmıştır. Şunu da ilave edelim gene
Mısırlı rahipler tarafından icat edilene kadar şeytan diye bir şey de Mu da
bilinmemektedir. Yani Mısır'daki Seth, Hindistan'daki Shiva gene bu Hindu
rahipler tarafından icat edilen ve saf Mu öğretisi içine sokulan bir
dejenerasyondan ibarettir. Gene Mu dininde cehennem diye bir kavram da
yoktu. Bu kavram da yine rahipler tarafından ana dine sokulmuş bir
teşevvüşün ifadesidir. Sonuç olarak Mu dinini 4 ana maddede toplayarak
bitirebiliyoruz. Tanrı tektir, her şeyi yaratandır, anlaşılamaz ve
kavranılamaz. Ruh ve beden dualitesi kabul edilmektedir. Ruhun sonsuzluğu
kabul edilmektedir. Enkarnasyon hakikati ve ruhun tekamülü kabul
edilmektedir.
Üçüncü konumuz Mu' nun kolonileri yani bugün adı bilinen medeniyetlerimizin
asıl kökleri. Bu bölümü tek bir cümleyle özetliyim. Bugün bilinen bütün
medeniyetlerin kökü Mu' dur. Şimdi bu özeti kısaca açmaya çalışalım. Ancak
öncelikle şöyle bir bilgi var onu da nakledeyim ; bundan yaklaşık 50.000 yıl
önce Mu ülkesinin Telos bölgesinde evrensel hakikatlerin, sanatın ve kozmik
bilimlerin öğretildiği ve bunlarla ilgili fikirlerin alınıp verildiği bir
kurum vardı. Bu kurum bütün dünyanın anavatanı olan Mu' nun kalbiydi. Orası
en büyük mabet ve katıksız hakikatlerin, gerçek Sirius Kültürünün , kuruma
girmeye layık kimselere doğrudan doğruya öğretildiği evrensel bir bilgi
eviydi. Hakikatlerin ve bilgeliğin apaçık öğretildiği anavatan Mu' dan
bizlere kadar ulaşan bilgilerin yani orjinal ismiyle Naakaller'in , Mu nun
yedi kızı vasıtasıyla geldiği bir gerçektir. Bu yedi kız, güneş kızları, Mu
ülkesinin dışında teşekkül ettirilmiş olan kolonilerdi. Atlantis'te,
Peru'da, Hindistan'da, Uygurlar'da, Tibet'te, Babil'de ve Mısır'da. Ve
bunların çevrelerinde oluşmuş olan eğitim merkezleriydi. Bu merkezler
gerçekten hakikat ve bilim yuvalarıydı. Bunlar adeta evrensel ışığın,
evrensel zekanın beşeriyetle temas ettiği noktalardı.
Mu' dan göçen bütün kolonilere Mayalar denmekteydi. Maya dediğimiz vakit biz
Amerika'daki Maya medeniyetini anlamaktayız ancak Mu dan göçen her koloniye
Maya denmekteydi. Kolonileşme Mu batmadan aşağı yukarı 70.000 yıl önce
başlamıştı. Mu kolonileri için bir sembol oluşturulmuştu. Ufuktan doğan
ancak henüz ışınları bulunmayan güneş. Bir numaralı resimde bunu
gösteriyoruz. Bu koloni, yani Mu dan ayrılan bu koloni ana karanın denetimi
altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna
dönüşüyor ve buraya hükümdar atanıyordu. Koloni imparatorluğuna dönüştüğü
vakit de güneşine ışınlar ekleniyor ve ufuktan yükselen bir güneş halini
alıyordu. Burada da hükümdarın sanı güneşin oğluydu. Bu anakara Mu'dan
verilen bir semboldü.
Anakara yani Mu dünyayı nüfuslandırmaya başladığı zaman kuzey Amerika ve
doğu Asya ilk kolonilerin kurulduğu bölgelerdir. Bu nedenle insanın kadim
geçmişi ile ilgili ilk kayıtları Avrupa , Mısır , Babil ya da Afrika da
değil , kuzey orta ve güney Amerika ile Asya' da aramak daha isabetli
olacaktır. James Churchward Tibet' teki manastırlarda bazı haritalara da
ulaşmıştır. Bu haritaların birinde güney Amerika kıtasını görmekteyiz. Bu
haritaya göre ilk büyük koloni akışı 25.000 yıl önce güney Amerika'nın
merkezinden gemilerle geçiyordu. Buradan geçerek Atlantis üzerinden kuzey
Avrupa'ya, bir kol Afrika'ya ve İran'a kadar uzanmaktaydı. Ancak güney
Amerika da o dönemlerde büyük bir iç deniz olduğunu görmekteyiz. Buna Amazon
denizi denmekteydi, bu harita günümüzden aşağı yukarı 16.000 yıl önceyi
göstermektedir. Aynı şekilde Brezilya' daki ilk yerleşimler gene Mu'dan
yapılan koloni göçleriyle olmuştu. Atlantik okyanusunda bulunan Mu kıtasının
batışıyla birlikte bu Amazon denizinin bu okyanusta oluşan boşluğu doldurmak
üzere sularının oraya hücum ettiği ve bu sayede bugün Amazon denizinin
yerinde bugünkü Amazon nehri ve kolları ile Florida 'nın ortaya çıktığını
bilmekteyiz. Gene Kuzey Amerika' daki Kızılderililerin kökeni yani Poeblo
Kızılderililerinin, Hopilerin, Zunilerin, bütün bu Kızılderililerin
kökenleri, gelenekleri, ortaya koydukları dinleri ve anlayışları da Mu ya
dayanır. Mesela Hopi Kızılderililerinde güneşle yani Tanrı'nın kollektif
sembolüyle tanrının kendisi birbirinden net olarak ayrılmıştır. Bu şekilde
orta Amerika ya geldikleri zaman onların gayet yüksek ve eğitim görmüş
insanlar olduğunu söyleyebiliyoruz. Afrika'daki zencilerin kökleri de yine
anakara Mu' nun güney batı bölgelerinden yapılan göçlerle oluşmuştur.
Mu dan batıya yapılan göçlerde 3 tane büyük kol gözükmektedir. En kuzeyden
gelen kol Uygurlar daha sonra Nagalar Hindistan'ı oluşturmuş ve Tamiller
Mısır'ın ilk atalarını oluşturmuştur. Mısır gizemin ve gizemli bilimlerin
ülkesi ve eski Grek bilgelerinin felsefesinin beşiği olarak ortaya
çıkmaktadır. Mu battıktan sonra Hindistan da bu bilgileri yıllarca korumuş
fakat anakaranın devreden çıkmasıyla zaman içinde Bunlar da Brahma
rahiplerinin dejeneratif etkileri sonucunda bugünkü haline gelmiştir.
Günümüz tarihçileri Hindistan'da çok eski bir medeniyetin olduğu konusunu
göstermekte maalesef başarılı değillerdir. Onların bilgilerine göre
Hindistan'ın tarihi günümüzden 3.000 yıl öncesine gitmektedir. Halbuki
elimizdeki bilgiler bu tarihin 35.000 yıl öncesine dayanmakta olduğunu
göstermektedirler. Buna göre Akat'ların, Sümer'lerin, Babil'lerin ve yukarı
Mısır'ın ancak Hindistan'ın çocukları olduğunu söyleyebiliriz. Bunları
gösteren binlerce tablet binlerce kayıt ve özellikle Hinduların Heredot'u
sayabileceğimiz Valmiki'nin Ramayana Destan'ındaki kayıtlar mevcuttur. Tabi
ki bu destanlara, bu geleneklere , bu efsanelere çağdaş bilim son derece
kısır bir anlayışla ve sembolizmi çözme bilgisinden yoksun olarak yaklaştığı
için bu bilgilere ulaşmak mümkün olmamaktadır.
Büyük Uygur İmparatorluğuna yani en kuzey göçe geldiğimiz vakit bunun güneş
imparatorluğu Mu ya ait en büyük ve en önemli koloni imparatorluğu olduğunu
görmekteyiz. Bunun doğu sınırı Pasifik okyanusuna kadar dayanmakta batı
sınırı ise Avrupa'nın içlerine kadar uzanmaktaydı. Güneyde ise Çin'e ,
Hindistan'a ve Pers ülkesine kadar uzanıyordu. Uygur İmparatorluğunun
zirvesini yaşadığı dönemde henüz dağlar yeryüzünde yükselmemişti. Bu dönemde
bütün yeryüzü düz ve denizden yükseklik 5-6 metreyi geçmemekteydi. Bugün
Gobi çölü olan yer o zaman zengin ve sulak bir bölgeydi. Başkent de bu
bölgedeydi. Buraya bugünkü adıyla Karakota denmektedir. Şuanda yapılan
kazılarda burası 15 metreyi aşan kum, çakıl ve deniz kabuklarıyla
kaplanmıştır. Bu oradan bir büyük tsunaminin, bir büyük dalganın geçtiğini
göstermektedir. Bunu zaten çağdaş bilim de kabul ediyor.
Bütün doğu ülkelerinde karşımıza çıkan efsaneler şöyle der: Himalaya dağları
da dahil olmak üzere Orta Asya' nın tamamı bir zamanlar düzlüktü ve verimli,
tarıma elverişli alanlar, ormanlar, göl ve nehirlerle kaplıydı. Mükemmelen
inşa edilmiş caddeler ve kervan yolları çeşitli kent ve kasabaları birbirine
bağlamaktaydı. Bugün ise Gobi çölünün, tufanın (bu Tevrat'taki son tufandır)
tüm toprağı söküp, yerine çıplak kayalar bıraktığı kısımlardan meydana
geldiği görülmektedir.
Bir Tibet manastırındaki eski kayıtlar şöyle demektedir: Uygurların
başkenti, tüm insanlarıyla birlikte, imparatorluğun doğu yakasını boydan
boya etkileyen ve her şeyi yok eden bir tufan tarafından yok edildi. Bu eski
kayıt kesin jeolojik kanıtlara da sahiptir. Başkentin çatılarından eski
Karakota 'nın temellerine dek tüm bir katman kaya, çakıl ve kumla kaplı. Su
basmasının meydana getirdiği bu durumu dünyanın her yerindeki tüm jeologlar
kabul etmektedirler. Bu son tufanın , son manyetik felaketin kuzey dalga
akışıydı. Ancak şunu ifade edelim ki, dev tsunamilerin en büyüğünün bile
boyu 60 metreyi geçmediği; ancak bugün orta Amerika'da bulunan Peru da
Tiahunako kentinin de aynı şekilde böyle kum, taş ve çakıldan oluşan bir
katmanla örtüldüğünü görmekteyiz yani 3000 -4000 metre yükselmiş olan
bölgelerin üstünden denizin geçtiği gözükmektedir oysa hiç bir dev dalga
3000 m yükseklikte bir dağı aşacak yükseklikte mümkün değil olamayacağını da
hesaba katarak dünyanın o zaman dağlardan yoksun bir jeolojik konuma sahip
olduğu ifade edilmektedir. Daha sonra bu manyetik hareketin ve depremlerin
hitamında yeraltı gaz kuşakları tarafından bugünkü sıra dağlar oluşmuştur.
Japonlar da anakaranın iki beyaz kabilesinden biri olan Kişe Maya'lardan
meydana gelmekteydiler. Japon dili incelendiğinde % 40 oranında Maya
kelimelerinden oluştuğu görülmektedir. Bugün Orta Amerika'daki Mayalar ile
Japonların tercümansız anlaşmaları mümkündür.
Ayrıca Japon bayrağındaki güneş, onlara ana karanın, Mu' nun bir
yadigarıdır. Çünkü Mu'nun amblemi bildiğiniz gibi bir güneşti. Tibet ,gene
Mu kökenli kolonizasyonun oluşturduğu bir medeniyettir. Bugün özellikle
Tibet dağlarındaki manastırlarda bu bilgilerin korunduğu çok özel arşivler
mevcuttur. Bunlar da belki günü geldiğinde dünya beşeriyetine
açıklanacaktır. Çin uygarlığı da dünyanın en eski uygarlıklarından biri
olarak düşünülür ve kabul edilir. Çağdaş bilim onların geçmişini günümüzden
5000 yıl ötesine çekmektedir ve genellikle Çinlilerin kendi medeniyetlerini
kendilerinin ürettiği zannedilmektedir halbuki bu doğru değildir. Onlar da
babaları tarafından gelen bir mirastan nasiplenmişlerdir yani Uygurlardan.
Yeryüzünün tarihsel açıdan en önemli noktalarından biri olan Babil de
anakaranın kolonilerinden biriydi ve hem doğudan hem de batıdan gelen
göçlerin birleştiği nokta olarak Babil de adeta anakaranın kolonilerinin
doğu ve batı hatları buluşmaktadır. Böylece tüm dünyanın çevresinde tam bir
insan çemberi oluşmuştur. Babil bu insan çemberinin kapandığı buluştuğu bir
noktadır. Güney Mısır'ın Hindistan'dan akan bir koloni tarafından
oluşturulduğunu Kuzey Mısır'ın da Atlantis üzerinden gelen bir Mu kolonisi
tarafından oluşturulduğunu görmekteyiz. Sümer'lilerin de gene aynı kökenden
geldikleri ifade olunmaktadır. Aynı şekilde tarihlerinin henüz tamamı gün
ışığına çıkmayan Greklerin de ki elimizdeki bilgiler tarihlerinin 15.000 yıl
öncesine gittiğini söylemektedir, tıpkı Mısır'lılar gibi geçmiş dönemlerine
gidildikçe medeniyetin daha yükseldiğini görmekteyiz, yani bugün Mısır
bilimcileri Mısır tarihini incelediklerinde ne kadar geçmişe giderlerse
medeniyetin o kadar daha mükemmelleştiğini görmekteler aynı şey eski Yunan
için de böyledir. Son olarak Greklerle ilgili Eflatun'un bir ifadesi ile bu
kolonileşme bölümünü toparlayalım; Atinalılara hitap ediyor ve şöyle diyor:
"Bize anlattığı soy kütüklerine gelince bunlar bizim için çocuk masalı
hükmündedir, çünkü her şeyden önce siz bir tek tufan hatırlıyorsunuz oysa
çok sayıda tufan meydana gelmiştir."
Grekler de tıpkı Mısırlılar gibi yeryüzündeki en eski insandan geldiklerini
söyleme hakkına sahiptirler. Takip edilebildiği kadarıyla asıl Grekler, Mu'
dan Atlantis yoluyla Orta Amerika'dan gelmiş ve ilk yerleşimlerini Anadolu,
Balkanların alt kısımları ve o günlerde varolan Ege Adalarında kurmuşlardı.
Greklerin özgün sembolü olan Grek haçı, Mu' nun kraliyet armasının da asıl
figürüydü.
Mu kıtası Pasifik okyanusunun nerdeyse yarısını kaplayan muazzam büyüklükte
bir kıtaydı ve Mu' nun batışıyla birlikte bazı yerlerde okyanus tabanı
binlerce metre aşağı inmişti çünkü 9500 km boyunda ve 4800 km eninde dev bir
çukura hücum eden sular tüm çevredeki suların bu çukura çekilmesine yol
açtı. O dönemde, yani günümüzden 12.000 yıl önce Atlantis kıtasında da
benzer, jeolojik hareketlerden dolayı çökmeler meydana gelmekteydi.
İşte böylece Atlantis'in batışıyla güney Amerika'daki Amazon denizinin
sularının Atlantik okyanusunu doldurduğu gibi burada da çok büyük bir su
akımı oluştu. Yeraltındaki büyük gaz kuşakları Mu kıtasını yerüstüne
çıkartmış olduğu gibi yüz binlerce yıl sonra aynı kuşakların yeraltı
hareketleri batışına yol açmıştır. Ve bu gaz kuşaklarının yer değiştirmesi
bu arada büyük volkanik hareketlere ve dev tsunamilere de yol açıyordu. Bu
volkanik hareketler vasıtasıyla aşağı yukarı 4.5 km yi bulan yer altından
gelen ateş kitleleri oluşmuştu ve okyanustan yükselen ve kıyılara doğru
saldıran dev dalgalar tüm canlıları ve şehirleri yutarak ova içlerine doğru
ilerlediler. Kayıtlardan okuyorum;gece boyunca tüm karalar ortalarından
yarıldı ve parçalara ayrıldılar ve ülke dibe gömülmeye başladı,daha
aşağılara, ateşten bir göle doğru indi. Koskoca kıta parçalar halinde
ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü ve her taraftan saldıran alevler
tarafından yutuldu. Ateşler adeta kurban istiyorlardı ve Mu üzerindeki
64.000.000 kişi ile ateşlere kurban edildi. Mu yavaş yavaş dipsiz uçuruma
doğru çökerken talepte bulunan bir başka güç daha vardı. 80.000.000 metre
küp su. Dev su kütleleri dört bir yandan hücum ettiler ve bir zamanlar
ülkenin merkezi olan bir yerde kaynar halde buluştular. Mu , insanın ana
vatanı, bütün o tapınakları, şehirleri, sarayları, harika sanatları,
ilimleri ve her çeşit ustalığıyla birlikte maziye karışmış , ölümcül sular
vasıtasıyla örtülmüşlerdi. İşte Mu böylece yok olmuştu. Ana kaynağın yer
yüzünden silinmesi bütün bu kolonileri de etkiledi. Nerdeyse 13.000 yıl
boyunca bu büyük uygarlığın üzerinde kalın bir perde çekildi. Kıta battığı
zaman bazı sırtlar ve yükseltiler su yüzünde kalmıştı bunlar bugünkü ada
topluluklarını oluşturmuşlardı fakat volkanik hareketler devam ettiği için
bunlar da zaman zaman değişime uğramaya devam ediyorlardı. Bu kara
parçacıkları izin verdiği ölçüde üzerinde kaçabilen insan toplulukları
tarafından istila edilmişlerdi. Burası işte bugün ki Pasifik okyanusu haline
gelmişti.
Tüm insanlığın beşiği yeryüzünün tek hakiminden geriye kalan az sayıda kişi
her şeylerini kaybettiklerini gördüler , hiçbir şeyleri kalmamıştı, ne
giysi, ne alet edavat, ne yiyecek , ne barınak, yalnızca bir parça toprak.
Yaşamak isteyenlerin bir tek seçeneği vardı ; yavaş yavaş vahşiliğin alt
kademelerine doğru indiler. Ve en azından bir süre için hemcinslerinin
etleriyle beslenmek durumunda kaldılar yani vahşiliğin ve yamyamlığın
tohumları da böylece atılmış oldu. Medeniyetin zirvesine ulaşmış bir
topluluk vahşiliğin en alt seviyelerine inmeye başlamıştı. Her şeye rağmen
geçmiş ardında, gelecekte tanınmak üzere bazı işaretler de bırakıyordu. Bu
dönemde Meksika vadisindeki uygarlıklar da Atlantis'in batması ile
okyanustan gelen dev dalgalar ile süpürülüyordu.
Mısır'ın Ölüler Kitabının, Mu'nun yok oluşuyla hayatlarını kaybeden
insanlara Mısır'ın ve tüm insanların ilk atalarının anısına yazılmış bir
kitap olduğundan bahsetmiştik. Şimdi geçmiş ve yakın çağlarda tüm dünyada
yaygın olan atalara ibadetin kökeninde anavatana duyulan sevgi ve bağlılık,
eski atalara duyulan o sevgi ve saygıdan ve hatta bu çiçek bırakma
merasimlerinin gene arşetipik semboller olarak bize kadar geldiğinin bir
ifadesi de bugün ölülerimizin kabrini ziyaret ettiğimizde bir demet çiçek
bırakmamız olarak gelmiştir. Yani bunun da geçmişinde böyle bir gelenek
olduğu ifade edilmektedir. Mısır'ın Ölüler Kitabının adı Permehuru diye
geçiyor. Bunu Churchward şöyle okuyor, Per ekini geri kalma yönünde, - huru
yu da gün, ve -me yi de Mu anlamında yoruyor ve dolayısıyla bu birleşik
kelimeyi 'Mu günden geri kaldı' anlamında okuyor. Yani Mısır 'ın Ölüler
Kitabı'nın gerçek adı Mu günden geri kaldı idi. Bu ifade Mısır'ın Ölüler
Kitabının Mu 'nun yok oluşuyla birlikte hayatlarını kaybeden 64.000.000
kişinin anısına ithaf edilir ifadesini de desteklemektedir.
Mu'nun önce amansız depremlerle sarsılarak parçalara ayrıldığını ardından da
yeraltındaki alevlere doğru gömülerek bir ateş çukuruna düştüğünü ifade
etmiştik. Şimdi Ölüler Kitabı'ndan alacağımız bazı sembolleri deşifre ederek
çevirelim ve aradaki bağlantıyı gösterelim. Mısırlı rahiplerin, Ölüler
Kitabı'yla ilgili yorumlarında ateş denizini dejenere ederek bunun bir
cehennem çukuru, cehennem ateşi olduğu şeklindeki ifadelerinin aslı böyle
değildir, bu şekil Mu' nun yıkımını tanımlamaktadır.
Bir numaralı kanca gibi olan şekiller ateşin alevini gösteren bir Mısır
sembolüdür. İki numaralı dikdörtgen anavatanın hiyeratik M harfi, onun
alfabetik ve geometrik sembolü olduğunu zaten biliyoruz, nerden biliyoruz,
bu Nagamaya dilindeki sembolik okumalardan biliyoruz. Dikdörtgen olan her
eski çizim Mu' nun ifadesidir. Ve Mu yerine kullanılan en yaygın
sembollerden biridir, onun içinde bir dikdörtgen daha var , bu uçurum veya
çukur ateşlerle doludur. Böylece bu şekil şöyle okunmaktadır: Mu bir ateş
çukurunun içine batmış, batarken ateşin alevlerince kuşatılmış ve
yutulmuştur.
Gene Mısır'ın Ölüler Kitabından bir başka figürü ele alalım. Çok sık
kullanılan bu geleneksel figürde en çok göze batan bir sunak , sunağın
üstünde batan bir güneş , onun üzerinde de taç yapraklarını kapatmış ölü bir
lotus çiçeği. Lotus çiçeği Mu'nun çiçek sembolü idi. Bu birleşik sembol
Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda en çok rastlanan çizimlerden biridir. Ve bütün
kitap boyunca lotus hep kapalı ve ölü olarak çizilmiştir. Yani bu Mu'nun
battığının ifadesidir. Bir numaralı çizim Mu' nun geleneksel sunak şekli ,
iki numara kutsal lotus sembolü kapalı durumda, üç ışık saçmayan güneş,
güneşin battığını ve ufukta kaybolduğunu göstermektedir. Mu'nun yani lotusun
altına çizilmesi, güneşin Mu ufkunda kayboluşunu ifade etmektedir. Yani;
güneş ölü Mu medeniyeti üzerinde bir daha çıkmamak üzere batmıştır.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy
|
|