Öğrencilere, bilimin
doğasını yeterince anlamaları için yardım etmek fen öğretiminin en
temel amaçları arasındadır.(1) Yapılan araştırmalar gerek fen
öğrencilerinin gerekse fen öğretmenlerinin bilimin doğasına dair kabul
edilen bilimsel yaklaşımla uyumlu olmayan kavramlara sahip olduklarını
göstermektedir.2-7Geçerli yaklaşıma göre, fen öğretiminde içerik amaç
değil, bilimsel sürecin doğasının öğretimi için bir araçtır. Bu
nedenle, bilimin doğasının öğretimi için uygun araçların(içeriğin)
seçimi önemlidir.
Bilimin en önemli
karakteristiklerinden birisi de ampirik (deneysel) olmasıdır. Fen
öğretimi, sadece bilimin ampirik doğasını vurgulayarak değil, temel
keşfe dayalı prensipleri vurgulayarak da kavramsal anlamayı
kolaylaştırabilir.Öğrencilerin bilimin doğasını anlamasını istiyorsak
bilimin ampirik doğasını vurgulamak yeterli değildir. Bu çalışmada,
bilimde keşfe dayalı prensiplere dikkat çekilerek, gravitasyon
konusunun bilimin doğasının birçok yönünün öğretimi için uygun bir
konu olduğu tartışılacaktır.
Keşfe dayalı
prensipler
1897’de Thomson’un
katot ışınlarıyla deneyler yaparken elektronu keşfettiğine inanılır.Thomson’un
katot ışınlarının e/m değerini belirlemesi önemli bir deneysel
sonuçtur. Fakat, Thomson e/m değerini belirleyen ne tek ne de ilk
kişidir. Kaufmann (1897) ve Wiechert (1897) de aynı yıl Thomson’un
bulduğu e/m değeriyle aynı değeri, belirlemişlerdir.Bilim, deneyseldir
dediğimizde bilimin bu önemli yönünü göz ardı etmiş oluruz.
Böylece, Thomson,Kaufmann
ve Wiechert’in çalışmaları arasındaki fark tam olarak görülemez.
Kaufmann, elde ettiği bu deneysel sonuçlardan hiçbir sonuç çıkaramadı.
Wiechert ise katot ışını parçacıklarının evrensel nitelikte çok küçük
parçacıklar olduğunu anlamasına rağmen Thomson’un yaptığı zihinsel
tahlilden çok uzaktı.Bu parçacıkların atomların temel bileşenleri
olduğu fikrini asla yakalayamadı. Böylece, Wiechert katot ışınlarıyla
ilgili uzun süredir devam eden tartışmalara bir çözüm getirmesine
rağmen, elektronun keşfeden kişi olamadı. e/m oranının deneysel olarak
belirlenmesinin arkasındaki mantık, keşfe dayalı (heuristic) bir
prensiple Thomson tarafından sağlandı.(3 ) Thomson e/m oranını
belirleyeceği deneyi yapmadan önce,
“Eğer bu oran
sabit çıkmazsa katot ışınları iyon olarak, tam aksine eğer sabit
çıkarsa bunlar temel yüklü parçacık olarak tanımlayacağım.”
şeklinde düşündü.
Yine, elektronun
yükünün belirlenmesi için Milikan’ın yağ damlası deneyi, bilim
tarihindeki önemli deneylerden birisidir.Yukarıda yaklaşım dikkate
alındığında, Milikan elektronun yükünü belirlerken elinde bir elektron
teorisini olduğunu ve bu teoriye göre bir deney keşfettiği
görülebilir. Milikan, deneyini yaparken elektronun varlığını ve
böylece deneysel olarak belirlenmesini ortaya koyan bir elektron
teorisi mevcuttu. Temel bir yükün varlığı kabulü olmaksızın,
Milikan’ın elindeki deneysel verilerinin hiçbir anlamı olmayacaktır.(4
)
Aynı deneysel
verilerin farklı şekilde yorumlanmasının başka bir örneğini Rudherford
ve Thomson’un atom modellerinde görebiliriz. Rutherford alfa
parçacıklarıyla yaptığı deneyle sonucunda nükleer atom modelini ileri
sürmüştür. Thomson ve arkadaşları alfa parçacıklarıyla yapmış
oldukları deneylerde Rudherford’la aynı sonuçları buldular.Bu deneysel
verilere dayanarak, alfa parçacıklarının büyük açılarda saçılmaları
için Thomson bileşik saçılma hipotezini ileri sürerken, Rudherford
tekli saçılma hipotezini ileri sürmüştür.Bu iki hipotez iki farklı
atom modelinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.(5 )
Gravitasyon’un
öyküsünde bilimin kristalize olmuş şekli görülebilir.Gravitasyon,
tarih boyunca teorilerin en geçerli test alanlarından birisi
olmuştur.Yukarıdan bakıldığında yere doğru hareket eden nesneler, ilk
çağlardan bu yana, insanoğlunun tecrübe alanını işgal etmiş bir
olgudur. İnsanlar eski zamanlardan beri bu olguyu anlamaya ve
açıklamaya çalışmıştır.Bu olguyla ilgili ilk açıklamayı antik Yunan’da
görmekteyiz. Aristo’nun (M.Ö. 384-322) kapsamlı doğa felsefesi
içerisinde, düşen nesneler önemli bir yer tutmaktadır.Ona göre evrende
her elementin ( toprak, su, hava ve ateş) bir yeri vardır. En altta su,
onun üzerinde toprak, toprağın üzerinde hava ve havanın üzerinde ise
ateş yer almaktadır.Tüm maddeler bu dört elementten oluşmaktadır.
Bir eşyanın
özelliklerini belirleyen şey, bu elementlerin o eşya içerisinde
bulunma oranlarıdır.Maddelerin duyu organlarımızla algıladığımız tüm
özelliklerini (renk, koku vb.) belirleyen bu oranlardır.Bu yerden ayrı
düştüğünde yeniden ait olduğu yere dönmek ister ve buna çalışır. Buhar
hâlinde havaya çıkan su, yağmur olarak ait olduğu yere (yeryüzüne)
iner.Yukarıdan bırakılan bir taş parçasının hareketi ise benzer
şekilde ait olduğu yere gitme eğiliminin bir sonucudur (Şekil 1).
Yakılan ateşin yukarı doğru yönlenmiş alevlerinin nedeni en üst
tabakada bulunan yerine gitme isteğidir6.
Ayrıca, Aristo’ya
göre bir cismin hareketinin sürdürmesi ancak onu hareket ettiren şeyle
temasının kesilmemesini gerektirir. Aristo’nun bu yaklaşımında,
hareketi antropomorfolojik ( insan merkezli ) bir açıdan dikkate aldığı
görülmektedir. Aristo’nun bu yaklaşımı binlerce yıl boyunca gücünü
kaybetmeksizin geçerliliğini sürdürmüştür. 17. yüzyıla gelindiğinde
Galileo’nun açtığı yolda,Newton’un(1642-1727) bu olguya yeni bir çehre
kazandırdığını görmekteyiz. Newton gravitasyonu, kütleler arasında,
uzaktan birbirine etkidiğini varsaydığı kuvvet kavramını dikkate
alarak açıklama yoluna gitmiştir. Böylece, Newton, keşfe dayalı (heuristic)
bir prensip ileri sürmüştür.
F=G(m1m2)/R2
eşitliği ile
gravitasyonu basit ve güçlü bir temele oturtmuştur. Ona göre yukarıdan
bıraktığımızda nesnelerin hareketi dünyanın o nesneye uyguladığı çekim
kuvvetinin bir sonucudur (Şekil 2). Kuvvet nedir? Newton’un sisteminde
kuvvet standart bir kütleye kazandırdığı ivmeyle tanımlanmıştır. Başka
bir ifadeyle nesnelerin hareketinde meydana gelen değişimler, o
nesneye, etkidiğini düşündüğümüz kuvvet kavramını atfetmemize neden
olmaktadır.Epistemolojik açıdan bakıldığında hareket kuvvetten
doğmamış, kuvvet hareketten kaynaklanmıştır. 1789 yılında Henry Cavendish, Newton’un ortaya koyduğu bu keşfe dayalı (heuristic)
prensibi dikkate alarak “dünyanın tartılması” adını verdiği
deneyini yapmıştır. Cavendish, bu deneyi yapmadan önce elinde bir
gravitasyon teorisi vardı.Newton’un kütlesel çekim hipotezi
olmadan Cavendish’in deneysel bulgularının bir anlam ifade etmesi
düşünülemez.
20. yüzyılın
başlarında gravitasyona yeni bir bakış açısı Einstein(1897-1955)’dan
gelmiştir.Einstein yukarıdan bırakılan nesnenin hareketini, onların
üzerine dünyanın uzaktan etkidiğini düşündüğü kuvvetle değil, uzayın
eğriliği (ya da şekli) ile açıklayarak yeni bir keşfe dayalı prensip
ortaya koymuştur (Şekil 3). Ona göre, nesnelerin hareketi, dünyanın ona
etkidiği çekim kuvvetinden değil, kütlelerin uzayın yapısını
bozmasının (ya da bükmesinin) bir sonucudur. Ona göre ay dünyanın
çevresinde, dünya onu çektiği için değil, dünyanın kütlesi nedeniyle,
ayın bulunduğu uzayın eğik olması nedeniyle dönmektedir.
Daha sonraları,
gravitasyon kütleler arasında taşınan“graviton” adı verilen bir
temel parçacığın varlığı ile açıklanmaya çalışılmıştır (Şekil 4). Gravitasyon’un bu uzun ve ilginç öyküsü bitmiş değildir.
Tüm bu yaklaşımlarda
geçen kavramların doğasının anlaşılması bilimin kavramsal olarak
anlaşılması açısından önemlidir. Newton’un yaklaşımındaki kuvvet ve
nesne kavramlarının doğasının anlaşılması bilimin temel
karakteristiklerinin bilinmesi açısından önemlidir.Kuvvet ve nesne
kavramlarına fiziksel dünyadaki karşılıkları açısından bakıldığında,
kuvvetin soyut, söz konusu nesnenin ise somut olduğu
görülecektir. “Kuvvet”, düşen nesnelerle yapılan gözlemlerin, bize
varlığını kesinlikle kabul etmemizi zorunlu kıldığı bir kavram
değildir. Bu nedenle “kuvvet”, gözlenen olgunun açıklanması için ileri
sürülen, icat edilen zihinsel bir üründür. Fakat söz konusu nesne
böyle değildir. Bu ayrım Newton ve Einstein’ın yaklaşımları
karşılaştırıldığında daha açık olacaktır. Einstein’ın aynı gözlemi
açıklarken kuvvet kavramını kullanmaması, kuvvet kavramının insan
zihninin bir ürünü olduğunu gösterdiğinden, bu kavramın doğasını daha
belirgin hâle getirmektedir. Einstein’ın yaklaşımında kuvvet
kavramının yerini ''alan'' kavramı almaktadır. Bu da “alan” ve
“kuvvet” kavramlarının kavramsal olarak ortak karakteristiğini
ortaya koymaktadır. Böylece aynı gözlem farklı şekillerde
yorumlanmaktadır. Yine bu yorum, bize Newton’da
kuvvet-hareket, Einstein’da ise alan-hareket ilişkisinin zorunlu
ampirik bir ilişki olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü hareket, alana
atfedileceği gibi kuvvete de atfedilebilmektedir.
Epistemolojik açıdan
bu yaklaşımların hangisi tercih edilmelidir? Aristo’nun yaklaşımı
Einstein’ın yaklaşımına tercih edilebilir mi? Ya da Einstein’ın
yaklaşımı Newton’un yaklaşımına tercih edilebilir mi? Gerçekte bunu
belirlemek için geçerli bir yöntem yoktur.
Kuhn
( 7 ) bununla ilgili olarak
“...Newton
mekaniğinin, Aristo mekaniğini daha ileri götürdüğünden ve Einstein’ın
bulmaca çözücü araçlarının Newton’unkilerden daha iyi olduğundan
hiçbir kuşkum yok. Fakat, bu süreklilikte ben hiçbir tutarlı varlık
bilimsel gelişme yönü görmüyorum.Tam tersi, önemli birçok bakımdan
(her bakımdan olmasa da) Einstein’ın genel görelik kuramı Aristo’nun
kuramına, her ikisinin Newton’unkine olduğundan çok daha yakındır.”
ifadeleriyle bu
düşünceyi ortaya koymaktadır.
( Thomas Samuel Kuhn (d. 18
Temmuz 1922 - ö. 17 Haziran 1996) Amerikalı Filozof ve bilim
tarihçisidir. Kuhn'un en önemli yapıtı "The Structure of Scientific
Revolutions" adlı kitabıdır. )
Bu ise bize bilimin
birikimsel olarak ilerlemediğini göstermektedir.Bilim tarihinin
kesintilerle dolu bir süreç olduğu gravitasyon’un bu öyküsünde açıkça
görülmektedir. Ayrıca, bu durum bilimin mutlak gerçeklerle
ilgilenmediğini de göstermektedir.
Bu çalışmanın
yazarlarından Yalçın, üç dönemden beri kimya öğretmenliği
öğrencilerine olan derslerin de bilimin doğasıyla ilgili konularda
gravitasyon’un bu öyküsünü anlatmış, öğrencilerin ilgiyle izlediğini
gözlemiştir. Ayrıca, öğrencilerden ilginç cevaplar almıştır.Bu
cevaplar, bu konunun bilimin doğasının öğretiminde ne kadar önemli bir
materyal olabileceğini göstermesinin yanı sıra, öğrencilerin bilimin
doğasına dair bilgi eksikliklerini de ortaya koymaktadır.
Aşağıda, derslerde
öğrencilerin vermiş olduğu bazı cevaplar yer almaktadır.
“Nasıl olur, madem
aynı şeyler farklı şekilde yorumlanıyorsa, bilgisayarlar, cep
telefonları ve televizyonlar nasıl yapıyorlar.”
“Öyleyse biz
bunları boşuna mı öğreniyoruz.”
Bilimin doğasının tam
olarak anlaşılamaması öğrencilerin düşünce ve hayal gücünü
kısıtlamaktadır.Aşağıda bunu gösteren bir diyalog yer almaktadır.
Yalçın:“...bu
nedenle arkadaşlar, bu olguya (gravitasyon) farklı gözlerle bakabilmek
gerekir. Bunların dışında bir bakış açısı geliştirmeliyiz...”
Öğrenci (1):
“Öyleyse hocam bu olayı çekmeyle değil de itmeye açıklayamaz
mıyız?”
Bu cevap hayal
gücünün ve bağımsız düşünme yeteneğinin seviyesini göstermektedir. Nobel Ödüllü
Fizik Profesörü Richard P.Feynman’ın şu sözleri (8),
“...bize gerekli
olan şey hayal gücüdür; ama korkunç bir deli gömleği giydirilmiş hayal
gücü. Dünyaya yepyeni bir bakış açısı bulmamız gerek ve bu bakış açısı
bilinen her şeyle uyumlu olmalı. Ancak tahminler bir yerde bir şeylere
ters düşmeli; yoksa ilginç olmaz. Bununla beraber ters düştüğü konuda
da doğa ile uyum içinde olmalıdır.Gözlemlenmiş bulunan her şeyle
tamamen uyum içinde olan, ancak başka bir noktada ters düşen bir bakış
açısı bulabilirseniz büyük bir iş yapmış olursunuz.Sınanmış bütün
teoriler yönünden denendiğinde uyumlu, ama bir başka kapsamda farklı
sonuçlar veren; hatta sonuçları doğayla uyuşmayan bir teori bulmak
hemen hemen olanaksızdır; ama tamamen değil. Yeni bir teori düşünmek
son derece zordur ve olağan üstü bir hayal gücü gerektirir...”
hayal gücünün ve
bağımsız düşünmenin bilimsel süreçteki önemine dikkat çekmektedir.
Öğrenci (2):
“(Einstein’ın yaklaşımına göre tahtaya çizilmiş olan “alan”
çizgilerini göstererek, Şekil 3) Peki hocam bu eğrileri biz niçin
göremiyoruz?”
Yalçın:“Newton’un
“kuvvet”ini görebiliyor musun?”
Öğrenci (3):
“Evet haklısınız, onu da göremiyoruz.Bunu hiç düşünmemiştim.”
Ayrıca, gravitasyon,
bilimsel bilginin teorik ve ampirik kavramları arasındaki ayırımın
gösterilmesi için kullanılabilecek bir konudur.
Öğrenci (4):
“Kuvvetin varlığına elmanın varlığına inandığım kadar
inanıyorum.Elma üzerine kuvvet etkimese niye hareket etsin ki?”
Öğrenciler,
teorilerde geçen teorik ve ampirik kavramlar arasında ayrım
yapamamaktadır.Onu dünyaya çektiğini düşündükleri kuvvetle bırakılan
eşya arasındaki ayrımın farkında değillerdir. Yukarıdan bırakılan eşya
ile onu dünyaya çektiğini düşündükleri kuvvetin varlığına inançları
aynı düzeydedir.Eşyayı gördüğü için varlığına ne kadar inanıyorsa
görmediği fakat eşyaya etkidiğini düşündüğü kuvvetin varlığına da o
derece inanmaktadır.
Teorik ve ampirik
kavramlar arasındaki ayrımın yapılamaması, aynı olguyu farklı bir
teori çerçevesinde değerlendirilmesinde de problemlere sebep
olmaktadır.Öğrencilerde teorik ve ampirik kavramlar arasında tek fark
olarak birinin görülebilir diğerinin ise görülemez fakat her ikisinin
de mevcut olduğu inancı hâkimdir. Varlığı yönünden ikisi arasında
kesinlikle bir fark gözetilmemektedir. Teorik ve ampirik kavramların
eşdeğer tutulmaları sonucu, öğrencilerde saat gibi çalışan, kendine
özgü bir takım çarkları ve dişlileri olan, görünen ve görünmeyen
(fakat var olan) kavramların karşılık geldiği nesnelerin deterministik
bir ilişki çerçevesinde bağlantılı olduğu mekanik bir doğa anlayışı
gelişmektedir. Bu yaklaşım, insanın, değiştirilebilme ve
yorumlanabilme gibi özelliğe sahip teorik kavramı, gözleme dayalı
ampirik kavrama indirgemektedir.Fen eğitiminde amaç bireye bilimsel
düşünce yeteneği kazandırmaktır. Yani, fen öğretimi bilimsel bilgi
yığınlarının bireye kazandırılması değil bu bilimsel bilgilerin elde
ediliş yönteminin öğretimi olmalıdır.Bu nedenle, gravitasyon’un bu
öyküsünün, bilimin bir çok karakteristiğinin öğretimi için iyi bir
konu olabileceği açıktır. Gravitasyon’un bu sürecinde bilimsel
bilginin ampirik ve teorik bileşenleri arasındaki ayrımı daha açık bir
şekilde görebilmekteyiz. Gravitasyon konusu, bilimin aşağıdaki
karakteristiklerinin öğrencilere kazandırılması için kullanılabilir.
1. Bilim mutlak
gerçeklerle ilgilenmez.Bilim, mutlak gerçekliğe ulaşmayı
hedeflemez. Bilimsel bilgi, insan yorumudur. Bilim, insanların tabiatı
anlamak için oluşturdukları bir zihinsel girişimdir. Gravitasyon’a dair
gerek Newton’un gerekse Einstein’ın yaklaşımları onların hayal
güçlerinin bir ürünüdür.
2. Nedensellik
deneysel bir zorunluluk değildir.Nedensellik teorik bir prensiptir,
yani insan zihninin bir ürünüdür. Tabiatta nedensellik gizli olarak
bulunan bir prensip değildir.
3. Bilim
değişkendir.Farklı dönemlerde farklı yaklaşımların benimsenmesi söz
konusudur.Bu ise bize bilimin belli dönem ve zamanlarda bilim
adamlarının uzlaşmasından başka bir şey olmadığını göstermektedir.
4. Bilim birikimsel
bir şekilde ilerlemez.Aksine, kesintilerle ilerler.Geçen uzun zamanda
Newton’un yaklaşımı, Aristo’nun, Einstein’ın yaklaşımı ise Newton’un
yaklaşımının yerini almıştır.
5. Keşfe dayalı (Heuristic)
prensipleri bulmanın belirli bir metodu yoktur. Bu prensiplerin ortaya
konması psikolojik bir süreçtir. Bu prensipler, sezgisel olarak ortaya
atılırlar. Ne Newton ne de Einstein, bu prensiplere ulaştıkları bir
yöntemden bahsetmezler.
6.Teorilerde teorik
ve ampirik olmak üzere iki tür kavram vardır.