Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli 

Görelilik Kuramları

Bu bölümde, 20. yüzyılın büyük kuramlarından özel ve genel görelilik kuramlarını inceleyeceğiz. Özel Görelilik 1905'te,Genel Görelilik ise 1915'te yayımlandı.

Albert Einstein (1879-1955), yirminci yüzyılın en büyüklerindendi. O, sağduyuya dayanan köhne inançlarımıza, insan aklının en kapsamlı saldırısını yöneltti. Bize,uzaklığın ve zamanın göreli olduğunu gösterdi. Işığın, paket paket yayıldığını, yani kuantum denen enerji paketçiklerinin varlığını gösterdi. Bizi düşsel yerlere bilimsel gezilere çıkardı. Kimi zaman Güneş' e götürdü bizi, kimi zaman asansörde tehlikeli deneylerin kobayı yaptı . Ama onun büyük öngörüleri doğrulandı. O, 'önce deney ve gözlem, sonra kuram' diyen eski bilimsel çalışma yöntemine’ son ve büyük darbeyi indirdi. Önce hesap yaptı, tahminde bulundu. Deney arkadan geldi. Ve deney, Einstein’i destekledi. Ne büyük bir onur: O, gerçek bir deha idi.

   Özel görelilik, iki temel önermeye dayanır:

   1. Hareket görelidir.

   2. Evrendeki en yüksek ve mutlak hız, ışığın hızıdır.

Bizler,gündelik yaşamda, düşük hızlar dünyasında yaşarız. Einstein,bizi yüksek hızlar dünyasına götürür. Işık ışınına bindirir ve gezdirir. O zaman anlarız ki yüksek hızlarda zaman "yavaşlar" ve de uzunluklar "kısalır". Böylece uzayın ve zamanın mutlak olmadığını öğreniriz. Işık,enerjinin bir biçimidir,hem en yüksek hızlı foton akımı olmanın yanı sıra elektromanyetik dalgadır da. Zaman konusunda ünlü ikizler paradoksunu göreceğiz. Özel göreliliğin doğa,uzay ve zaman kavramlarımızda yarattığı büyük dönüşümü öğreneceğiz.

 Genel görelilik, uzay-zamandan oluşan dört boyutlu bir evren modelini sunar.

Genel görelilik, her şeyden önce bir çekim kuramıdır;ama uzayın eğriliğinden ileri gelen bir çekim...Uzay,zamanı da içine alan bir dört boyutludur ve yoğun kütle tarafından bükülmüş,eğrilmiştir.   Kuantum etkilerinin belirsizliği, çok küçük ölçeklerde anlamlıdır; genel görelilik ise çok büyük ölçeklerdeki uzay-zaman yapısıyla ilgilidir. Işığın doğrusal yolla yayılmadığını,Güneş gibi büyük kütleli yıldızların çevresinden geçerken büküldüğünü göreceğiz. Genel görelilik,1970lerden itibaren bilimin gündeminde ilk sıralara tırmandı. Evrenimiz genişliyor;bunu genel görelilik öngörebiliyor. Büyük Patlama ve karadelikler   kuramları genel görelilik temelli kuramlardır. Hawking,genel görelilikle ilgili olarak şöyle der:  "Einstein'ın çok sayıda deneyle uyum gösteren görelilik kuramı, zaman ve uzayın birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlı olduğunu kanıtlar. Uzay, zaman olmaksızın bükülemez. Bu nedenle zamanın bir şekli vardır."

(Ceviz Kabuğundaki Evren,s:33)

Genel göreliliğin 1970'lerde bilim dünyasında yeniden doğuşu ve Evrenin evrimi konusu,bazı insanların bu kurama yönelik felsefi eleştirilerini artırmasına da yol açtı.

Aklın İsyanı adlı kitabın yazarları aynen şöyle yazıyorlar: "Elde ettiği başarılara rağmen,genel görelilik teorisinin yanlış olma olasılığı halen vardır. Özel göreliliğin tersine,genel görelilik için gerçekleştirilen deneysel testlerin sayısı çok değildir. Bugüne dek,teori ile gözlenen olgular arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamış olsa da,nihai bir kanıt henüz yoktur."(Alan Woods-Ted Grant, Aklın İsyanı,Tarih Bilinci yay(Ocak 2001),Çev:Ömer Gemici-Ufuk Demirsoy, s: 172) Burada hem doğa yasalarıyla hem de Genel Görelilikle ilgili yanlışlar dile getiriliyor. Bilimde "nihai kanıt" diye bir şey yoktur. Bu konuyu Bilimin kesinsizliği dosyasında ayrıntısıyla tartışacağım. Genel görelilik,girdiği her testten başarıyla geçmiş bir kuramdır. O konuda kuşkusu olan bilim insanları değil, orada kendi "inançları"nı bulamayanlardır.

    Einstein’in genel göreliliği, klasik teori olarak isimlendirilen bir şeydir; yani belirsizlik ilkesini kapsamaz. Bu nedenle genel göreliliği, belirsizlik ilkesiyle bileştiren yeni bir kuram bulunması gerekir. Çoğu durumda, bu yeni kuramla klasik genel görelilik arasındaki fark çok küçük olacaktır. Bunun nedeni, daha önce belirtildiği gibi, kuantum etkilerinin kestirimde bulunduğu belirsizliğin yalnızca çok küçük ölçeklerde olması, genel göreliliğin ise çok büyük ölçeklerde uzay-zaman yapısıyla ilgilenmesidir. Ancak Penrose ve benim kanıtladığımız tekillik teoremleri uzay zamanın çok küçük ölçeklerde son derece eğrilmiş olacağını gösteriyor. O zaman belirsizlik ilkesinin etkileri çok önemli olacaktır ve bazı dikkate değer sonuçlara işaret eder görünmektedir.

   Einstein’in kuantum mekaniği ve belisizlik ilkesi ile problemlerinin bir kısmı, onun, bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklinde sağduyuya dayanan düşünceyi kullanmasından ileri gelmektedir. Bir parçacık ya bir yerdedir ya da başka bir yerde. Yarısı bir yerde, yarısı diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların Ay’a ayak basması gibi bir olay ya olmuştur ya olmamıştır. Yarı olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olmaması gibidir. Ya öylesiniz ya da değilsiniz. Fakat eğer bir sistemin belirli t ek bir geçmişi varsa belirsizlik ilkesi parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı Ay’da olmaları gibi her türlü paradoksa yol açar.

(S. Hawking, Kara Delikler Ve Bebek Evrenler S: 81-82)

Uzay teleskopu Hubble, Dünya' dan 593 kilometre ötelerde uzayı bizim için gözetliyor.

    Kütle Çekimi Nedir?

    Newton' un dehası, kütle çekim yasalarını bulmaya yetti. İki madde, birbirlerini kütleleriyle doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çeker. Einstein, bunlarda düzeltmeler yapılmasını sağladı. İlginçtir çok eski zamanlardan bu yana tanınan yer çekimi (daha genel olarak her kütlenin birbirini şu ya da bu kuvvetle çekmesi) insanoğlunun hâlâ açıklayamadığı bir olgu olarak duruyor. Cisimlerin yere doğru düşmesini nasıl açıklayabiliriz?

   İki açık uçlu boruyu, aynı doğrultuda yan yana koyalım. Borular içinde aynı anda bir patlama tepkimesi gerçekleştirelim. Oluşan gazlar her borunun uçlarından dışarıya doğru püskürür. Bu durumda borular, nasıl hareket eder? Borular birbirini çeker. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Patlamayla birlikte borular arasında bir yüksek basınç bölgesi oluşur, buna bağlı olarak bölgeye gaz akışı azalır. Boruların karşıt uçlarındaki püskürmelerin tepmeleri sonucu borular birbirine doğru itilir. Tıpkı bir silah namlusundan çıkan merminin yarattığı geri tepme gibi.

   Şimdi bütün yönlerde graviton denen mermiler atan iki cisim düşünelim. "Bütün yönlerde" açıklamasına dikkat ediniz. Çünkü kütle çekim yasası, küre yüzeyinin her noktasından çıkan her doğrultuda etkilidir. Öte yandan kütlesel çekim, iki cismin merkezini birleştiren doğrultuda en yüksektir. Çünkü kütlesel çekim, uzaklığa bağlıdır. Ters yönlerde dışarı atılan gravitonların geri tepmesi iki cismi birbirine doğru yaklaştırır.

   Eğer bu anlattığımız model doğruysa gravitonlar, yani kütle çekim alanının kuantumları bir kütleye ve enerjiye sahip olmalı; yani graviton salan her cisim, kütle ve enerji kaybetmelidir. Bu konuda ilk olarak Prof. D. İvanenko bir şeyler söyledi. Çarpışan iki graviton nasıl bir sonuç verir? Belki de elektron ve pozitron gibi bir parçacık ve anti-parçacık çifti oluşturabilir. Bu varsayıma göre bu parçacık çiftleri bir yerlerde buluşarak gravitonlara da dönüşebilir. Ama bu iki dönüşüm çok büyük enerjilerle olabilir. Bu nedenle bu dönüşüm olasılığı pek zayıftır. Peki bir cisim, kendiliğinden gravitonlar yayıyor olmasın? Evet bu daha olası. Her bir graviton, bulunduğu parçacık kütlesinden bir kısmını alıp götürür. Gravitonların enerjileri bilinirse, bir parçacığın yarıya kadar küçülmesi için geçecek zaman hesaplanabilir. Bir başka deyişle maddenin kütlesel çekim alanına bozunması sırasındaki yarı-ömrü hesaplanabilir. Böyle hesaplar yapılmış milyarlarca yıl değerleri elde edilmiştir.

   Diğer hesaplar, gravitonun kütlesini 5x 10-66 gram ve enerejisini 5x10-45 erg değerinde vermektedir. Bir protonun kütlesel çekim alanına bozulması yarı-ömrü 10 milyar dolayındadır. Gravitonun yoğunluğu ile protonunki aynı sayılırsa gravitonun yarıçapı 2x10-27 santimetre kadardır. Protonun yarıçapı 1.5x10 -13 santimetre olduğundan proton yanında graviton, Dünya üzerindeki bir toz zerresi gibidir.

  Özel görecelik kuramının sonuçları arasında hiç bir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağı saptaması vardır. Işık, Dünya' dan Ay' a gitmek için bir saniye, Güneş' e gitmek için sekiz dakika, bir galaksiden diğerine gitmek için milyonlarca yıl kastetmektedir. Böyle olunca kütle çekim kuvveti denen şey nedir? Dünya' nın Ay üzerinde yaptığı etki, ışık hızıyla yayılıyorsa kuvveti belirleyen uzaklık, etkinin çıkış anında Dünya' yı Ay' dan ayıran uzaklık mıdır; yoksa etkinin Ay' a varış anıdaki uzaklık mıdır?

   Her şey bir yana bu etki nedir?

  Özel görelilik kuramı, ışığın hızını, birbirine göre düzgün bir hareketle yer değiştiren bir gözlemciler takımı için aynı olduğunu kabul etmişti. Gözlemcinin hareketindeki herhangi bir ivme, önsel olarak gözlemcinin evreni tanıma biçimine etki yapabilir. Bu ivme acaba nasıl işe karışacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için, yalnızca mantığa dayanmak gerekir. Çünkü bu türlü etkileri deneysel biçimde açığa çıkarmak çok güçtür. Einstein soruna en kestirme yönden yaklaştı. Sonsuz sayıda olanaklar içinde bir ivmenin etkisinin ne olabileceğini araştırmak yerine o asıl ivme yokluğunun nasıl belirtilebileceğini aramaya koyuldu. Ama olanaklı gözlemcilerden bir tanesinin hangisi olduğunu belirtecek güçte miyiz? Yeryüzünde bulunan bir gözlemci kuşkusuz işimize yaramaz, çünkü Dünya' nın Güneş' e göre hareketi ivmelidir. Güneş' in de Samanyolu galaksisine, onun da öteki galaksilere göre ivmeli hareketi vardır.

  

   Görelilik Doğarken Ölmek: Ne Yazık!

   Einstein, Zürich Teknik Üniversitesine girdiğinde Hermann Minkowski gibi büyük bir matematikçi o üniversitede ders veriyordu. Einstein, onun derslerini sıkıcı buluyordu gerçi ; ama kendisi matematik özünü Minkowski' den aldı.

   Uzayın iki noktası arasındaki uzaklık dendiğinde zihnimizde canlanan ilk şey, Öklid uzayı için geçerli tanımdır. Öklid uzayı ve bu uzay için geçerli olan uzaklık tanımı, aynı zamanda günlük deneyimlerimizin ve sağ duyumuzun bizi tereddütsüz kabul etmeye zorladığı, bize son derece "doğal" gelen kavramlardır. Hatta bu kavramlar bizim için o kadar " doğal" dır ki, fiziğin daha farklı özellikleri olan ve daha farklı bir uzaklık temelinde yeniden inşa edilmesi düşüncesini belirli bir direnç göstermeden kabul edemeyiz. Oysa özel görelilik kuramı tam da böyle bir gerçekliği bize sunmaktadır. Sağ duyunun yeterli olmadığını, en azından Güneş' in Dünya etrafında değil, Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü biliyoruz. Öklid uzayı, homojen, izotrop ve düz bir uzaydır. Özel görelilik kuramının ortaya atılmasından üç yıl sonra, 1908'de, H. Minkowski, uzay ve zamanın yanyana konduğu değil, kaynaşıp bir bütün oluşturduğu bir yapı ortaya koydu. Ve o Minkowski ki, ölüm döşeğinde "Rölativite (görelilik) doğarken ölmek. Ne yazık ! " diyecekti.

   Zamanın bağımsız bir değişken olarak uzay eksenlerinin yanında ayrı bir eksenle gösterilmeye başlamasının tarihi, Galile' ye kadar uzanır. Bilindiği gibi zamanın uzaydan farklı bir karakteri vardır. Uzayın noktaları aynı anda hep birlikte varolurken, zamanın noktaları birbirinin ardı sıra vardır. Yani uzayın noktaları arasında bir "eşanlı bitişiklik" ilişkisi, zamanın noktaları arasında ise bir "ardışıklık" ilişkisi vardır. Zamanın bu özelliği göz önünde bulundurulduğu sürece bir doğruyla gösterilmesinin sakıncası yoktur. Fakat zamanın bu özelliğinin unutulması ve zamana kendini temsil etmekte kullanılan bir uzay doğrunun özelliklerinin atfedilmesi tehlikesi her zaman vardır.( Bilim ve Mühendislik s: 127-128) Zamanın uzayla kaynaştırılması zamanın uzaysallaştırılması anlamına gelemez; zaman mutlaklığını kaybetse de, zamanın temelinde yer alan ardışıklık ilişkisinin kendisi mutlak karakterini korur.

   Einstein' den önce evren, genellikle, sonsuz bir uzay denizinde yüzen madde adası olarak düşünülürdü. Uzay, bitimsizdi. Oysa Newton yasası, maddenin düzenli olarak dağıldığı sınırsız bir evreni yasaklıyordu; çünkü evren sınırsız olursa, sonsuza dek uzanan madde kütlelerinin toplam çekim gücü de sonsuz olacaktı. Bundan başka, insanın güçsüz gözüne, Samanyolu' nun ötesinde uzay ışıkları gittikçe seyrekleşiyor, dipsiz boşluğun uzak sınırlarında tek tük dağılmış deniz fenerleri gibi görünüyordu. Fakat evreni bir madde adası gibi düşünmek de zorluklar çıkarıyordu. Böyle bir evrenin içindeki madde miktarı uzayın sonsuzluğuna oranla o kadar küçük kalıyordu ki, galaksilerin hareketini yöneten dinamik yasaları bu maddeyi bulut damlacıkları gibi dağıtır, evren bomboş kalırdı.

   Uzay

   Uzay nedir? Uzay, boşluk mudur? Uzay nasıl eğrilebilir? Uzayın eğriliği ile kastedilen nedir?

   Einstein, evrenin geometrisinde yanıldığımızı anladı. Örneğin iki paralel ışığın uzayda hiç kesişmeden gideceğini sanırız. Çünkü Öklid geometrisinin sonsuz düzleminde paralel çizgiler kesişmez. Doğrunun iki nokta arasındaki en küçük uzaklık olduğunu söyleriz.

   Bir zamanlar insanoğlu, Dünya' nın düz olduğunu düşünürdü. Bugün Dünya' nın yuvarlak olduğunu biliyoruz. İzmir ile New York arasındaki uzaklık düz bir yol değil, bir çember yayıdır. Dünya söz konusu edildiğinde bile Öklid geometrisi geçerli değildir. Ekvator' un iki noktasından Kuzey Kutbu' na çizilen dev üçgenin iç açıları toplamı 180 derece değildir; daha büyük bir derecedir. Dünya üzerinde dev bir çember çizilse, çevresi ile yarıçapı arasındaki oran klasik değer "pi sayısı"ndan küçük çıkar. Çünkü bu dev çember bir düzlemde değildir. Dünya' nın yuvarlaklığından kimse şüphe etmez. Fakat insanoğlu bu gerçeği, Dünya' dan ayrılıp ona uzaktan bakarak bulmamıştır. Bu, Dünya' da dururken de, kolayca gözlenen olayların uygun matematiksel açıklaması ile rahatça anlaşılabilir. Einstein de astronomik gerçekleri dikkate alarak yeni bir evren modeli ortaya attı.

  Öklid geometrisi, bir çekim alanı içinde geçerli değildir. Çekim alanında doğruların, düzlemlerin anlamı olsa bile pek basittir. Işık bile çekim alanı içinden geçerken düz bir çizgi üzerinde gitmez. Çünkü çekim alanının geometrisi, içinde doğru bulunmayan bir geometridir. Işığın çizebileceği en kısa yol bir eğri, ya da alanın geotrik yapısının belirlediği büyük bir çemberdir. Bir çekim alanının yapısını düşen cismin kütlesi ve hızı belirler. Bir bütün olarak evrenin geometrik yapısına biçim veren de evrende bulunan maddelerin toplamı olmalıdır.Evrende her madde toplanmasına karşılık uzay-zaman sürekliliğinde bir biçim bozulması vardır. Her gök cismi, her galaksi uzay-zamanda, bölgesel bozukluklar meydana getirir; denizdeki adaların çevresinde görülen çalkantılar gibi. Madde toplanması ne kadar yoğun olursa, bunun sonucu olan uzay-zaman eğrilmesi o kadar büyük olur. Sonuç olarak tüm uzay-zaman süreklisi bir bütün eğridir. Evrendeki hesaplanamaz madde kütlelerinin oluşturduğu biçim bozukluklarının yerleşmesi, sürekliliğin büyük bir kozmik eğri halinde kendi üzerine kapanmasına yol açar. Bu nedenle Einstein evreni Öklid' inkinden ayrıdır ve sonsuz değildir.Yerde sürünen bir solucan Dünya' yı düz ve sonsuz görür. Bunun gibi yerdeki bir insana bir ışın düz çizgi üzerinde sonsuza gidiyormuş gibi görünebilir. Einstein evreninde doğrular yoktur; yalnız büyük çemberler vardır. Uzay sonsuz değildir, fakat sınırsızdır.

(Evren ve Einstein s: 110-115)

   Einstein evreninde yüz milyonlarca ateş halinde yıldızı ve hesaplanamayacak ölçüde seyrek gaz, soğuk demir, taş ve kozmik toz sistemlerini tutan milyarlarca galaksiyi içine alacak büyüklüktedir. Bu evrende, saniyede 300 bin kilometre hızla uzayda yola çıkan bir Güneş ışını, büyük bir kozmik çember çizecek ve 200 milyar yıldan biraz sonra kaynağına dönecektir.

( Evren ve Einstein s:117)

  Bununla birlikte Einstein, kendi evren bilimini geliştirirken, yıllarca sonra açıklanan astronomi olayını bilmiyordu. Yıldızların ve galaksilerin hareketlerini rasgele sayıyordu. Einstein, evreni durgun saydı. Oysa evren genişliyordu. Bütün galaksiler, sistemli olarak bizimkinden uzaklaşıyor. Bu sonuç o kadar önemlidir ki, bunun nasıl ortaya konulabildiğini göstermek yararlı olacaktır.

   Oldukça yakın galaksilerin uzaklığının belirtilebilmesi onların içinde iyi bilinen çeşitli örnek yıldızların tanınması yolu ile olur. Bu yıldızlar için değişme devrelerinin, onların kendi öz aydınlatma miktarı ile belli olduğu bilinmektedir. Bu uzaklıkların, elverişli bir şekilde bulunabildiğini söylememize olanak sağlayan başka yöntemler de vardır ki, bunların sonuçları, oldukça iyi sayılabilecek derecede diğer yöntemlerin sonuçları ile çakışırlar.

   Galaksilerin hızlarını, bunların görünür ışıktaki ışımalarını çözümleyerek de belirlemek olanaklıdır.

  Şimdi herkes, evren ve zamanın kendisinin, büyük patlamada bir başlangıcı olduğunu düşünüyor. Ve Hawking, sitemini şöyle dile getiriyor: "Bu , birkaç değişik kararsız taneciğin keşfinden çok daha önemli olmakla birlikte, Nobel Ödülleri ile değerlendirilebilmiş bir buluş değildir" (s: 28)

   İki karadelik çarpışır ve birleşirse, sonunda ortaya çıkan karadeliğin alanı, baştaki karadeliklerin alanlarının toplamından daha büyüktür. Bu durum, termodinamiğin ikinci yasasına göre, entropinin davranışına çok benzemektedir. Entropi, hiç azalmaz ve tüm sistemin entropisi, onu oluşturan parçaların entropileri toplamından büyüktür. Bir karadeliğin kütlesindeki değişme, onun olay ufkunun alanı da değişmeye, açısal momentumundaki değişmeye ve elektrik yükündeki değişmeye bağlıdır. Bir karadeliğin uzay ufkunun her yerinde yüzey gravitesi aynıdır. Bu benzerlikten cesaret alan Bekenstein 1972' de olay ufku alanının belli bir katının karadeliğin entropisi olduğunu ileri sürdü. "Lakin bu teklif tutarlı değildi. Eğer karadelikler, olay ufkuyla orantılı bir entropiye sahip olsalardı, yüzey gravitesiyle de orantılı, sıfırdan farklı bir sıcaklıkları olurdu. Karadeliğin, kendi sıcaklığından daha düşük sıcaklıktaki bir termal ışınımla temasta olduğunu düşünelim. Karadelik, ışınımın bir kısmını yutarken dışarıya birşey gönderemeyecektir. Zira klasik kurama göre, karadelikten bir şey çıkamaz.Bu durumda, alçak sıcaklıktaki termal ışınımdan, yüksek sıcaklıktaki karadeliğe ısı iletilmiş olacaktır. Bu ise, genelleştirilmiş ikinci yasaya aykırıdır. Çünkü termal ışınımdan entropi kaybı, karadelik entropisindeki artmadan daha büyük olurdu. Lakin, bundan sonraki konuşmamda göreceğimiz gibi, karadeliklerin, tama da termal özellikte bir ışınım yaydıkları keşfedilince, tutarlılık yeniden sağlandı. Bu sırf bir tesadüf veya bir yaklaşım sonucu olamayacak kadar güzel bir sonuçtur. Böylece karadeliklerin gerçekten bir iç gravitasyonal entropisi olduğu anlaşılıyor. Göstereceğimiz gibi bu, bir karadeliğin basit olmayan topoljisi ile ilgildir. İç entropinin anlamı, graviteni çoğunlukla kuantum kuramıyla ilgili olanın dışında, ek bir belirsizlik düzeyi ortaya çıkarmasıdır. Bu nedenle, "Tanrı zar atmaz" dediğinde, Einstein yanılıyordu. karadelikler dikkate alındığında, Tanrının zar atmakla kalmayıp, bazan zarları görülemeyecek yerlere de atarak bizi şaşırttığı görülmektedir." (Uzay ve Zamanın Doğası s: 34-35 )

  Gravitenin hiç olmazsa normal durumlarda, daima çekici olduğunu gördük. Eğer gravite elektrodinamikteki gibi bazen çekici, bazen de itici olsaydı, on üzeri kırk kere(10 40) daha zayıf olduğu için onu hiç fark edemezdik. Ancak, gravitenin daima aynı işareti taşıması nedeniyle, bizimle Dünya gibi iki makroskobik cismin taneciklerinin arasındaki gravitasyonal kuvvetler, bizim hissedeceğimiz ölçüde bir kuvvet toplamına yol açar. Gravitenin çekici olması, onun evrendeki maddeyi yıldız ve galaksi gibi cisimler oluşturmak üzere bir araya getirecek şekilde davranacağı manasına gelir. Daha fazla sıkışmaya karşı madde, yıldızlarda termal basınç ile galaksilerde de iç hareketler ve dönmelerle bir süre direnir. Ama en sonunda ısı veya açısal momentum dışarı taşınacak ve cisim büzülmeye başlayacaktır. Eğer kütle, Güneş' in kütlesinin bir buçuk katından küçükse, elektron veya nötronların dejenerasyon basıncı nedenle büzülme durabilir. Cisim de buna göre bir beyaz cüce veya bir nötron yıldızı haline yerleşir. Fakat, kütle bu limitten büyükse, büzülmeyi durdurabilecek bir şey yoktur. Belirli bir kritik büyüklüğe kadar küçülünce, onun yüzeyindeki gravitasyonal alan o kadar kuvvetli olacaktır ki, ışık konileri içeri doğru kıvrılacaktır. Bunun size dört boyutlu bir resmini çizmek isterdim. Fakat, hükümet tasarrufları. Cambridge Üniversitesini ancak iki boyutlu ekranlarla yetinmeye zorluyor. Bu nedenle zamanı düşey doğrultuda üç uzay doğrultusunun ikisini perspektif olarak gösterdim.

   "Uzay-zamanın, içinden sonsuza kaçmanın mümkün olmadığı bölgesine karadelik denir. Bunun sınırı olay ufku adını alır. Olay ufku, sonsuza kaçamayan ışık ışınlarının oluşturduğu bir boş yüzeydir. Saçsızlık teoremleri, bir cisim karadelik oluşturacak şekilde çökerken büyük miktarda enformasyonun kaybolduğunu gösteriyor. Daha önceleri, bu enformasyon kaybı önem taşımıyordu. Çünkü Çökmekte olan bir cisimle ilgili bilgilerin karadelik içinde kaldığı düşünülüyordu. karadelik dışında bulunan bir gözlemci için çöken cismin nasıl bir şey olduğunu belirlemek çık zordur. Ama klasik kuramda bu ilke olarak olanaklı görülüyordu. Gözlemci, çökmekte olan cismi gerçekte hiç gözden kaybetmeyecektir. Buna rağmen o yavaşlayacak ve olay ufkuna yaklaştıkça daha da kararacaktır. Fakat gözlemci hala onun hangi maddeden yapıldığını ve kütlesinin nasıl dağıldığını görebilecektir. Kuantum kuramı bunun hepsini değiştirmiştir. Önce, çöken cisim olay ufkunu geçmeden önce sadece sınırlı bir miktarda foton gönderecektir. Bunlar, çöken cisim hakkında tüm bilgiyi taşımaya yetmeyecektir. Bunun anlamı, kuantum kuramına göre, dışarıdaki bir gözlemci için, çöken cismin durumunu ölçmenin mümkün olmadığıdır. Bunun çok önemli olmadığı, çünkü dışardaki bir kişi ölçemese de enformasyonun hala karadelik içinde olduğu düşünülebilir. Fakat işte burada, kuantum kuramının ikinci etkisi ortaya çıkıyor. Göstereceğim gibi, kuantum kuramı karadelikleri ışıtır ve kütle kaybettirir. En sonunda bunlar tamamen yok olurken, içlerindeki tüm enformasyonu da birlikte götürürler. Bu enformasyonun gerçekten de kaybolduğu ve başka bir şekilde geri gelemeyeceği lehinde argümanlar vereceğim. Göstereceğim gibi, bu enformasyon kaybı, fiziğe, kuantum mekaniği ile ilgili olanın dışında ve onun üzerinde, yeni belirsizlik düzeyi katmaktadır."

   1973 yılında bu olayı ilk defa incelediğim zaman, çökme sırasında bir emisyon patlaması olacağını, fakat ondan sonra tanecik yaratılmasının duracağını ve geride gerçekten siyah bir kara cisim kalacağını bulmayı umuyordum. Fakat büyü şaşkınlıkla, çökme sırasındaki bir patlamadan sonra geriye, sabit hızda bir tanecik yaratımı ve emisyon kaldığını buldum.(s:56) Bir süredir, kuvvetli bir elektrik alanında pozitif ve negatif elektrik yükü taşıyan tanecik çifti yaratıldığı bilinmektedir.(s:67) Karadelikler, elektrik yükü de taşıyabildiği için, bunların da çift yaratılabileceği düşünülebilir. Lakin bunun miktarı, elekton-pozitron çiftleri ile karşılaştırıldığında çok küçük bulunacaktır. Zira, kütle bölü yük oranı on üzeri yirmi defa daha büyüktür. Bu şu demekti: karadelik çiftleri oluşturmak üzere önemli bir ihtimal belirmesinden çok daha önce, herhangi bir elektrik alanı, elektron-pozitron çiftleri yaratımı ile nötralize olacaktır. Bunun yanında, magnetik yüklü karadelik çözümleri de vardır. Magnetik yüklü tanecik olmadığı için, böyle karadelikler, gravitasyonel çökme ile yaratılamazlar. Fakat bunların, kuvvetli bir magnetik alanda çiftler şeklinde yaratılabileceği düşünülebilir. Bu durumda adi tanecikler magnetik yük taşımadığı için, adi tanecik oluşması ile arada bir rekabet yoktur. "Bu nedenle, magnetik yüktlü bir karadelik çifti yaratabilecek kadar büyük bir ihtimal olabilmesi için, magnetik alan yeter derecede kuvvetli olabilir."  

(Uzay ve Zamanın Doğası, 69)

Özel Görelilik

"Zamanın göreliliğinin keşfi, insanın doğa görüşünde köklü bir değişiklik yaptı. Bu, insan aklının,yüzyılların köhne kavramlarının durağanlığına karşı kazandığı en büyük zaferlerden biridir. Onu ancak,dünyanın küreselliğinin keşfinin teşvik ettiği devrimle kıyaslayabiliriz."

Lev Landau-Yuri Rumer

"Zaman,insanın güncel ve daima ilgilendiği gizemli kavramlardan biridir. Uzay gibi zaman da maddenin bir varoluş biçimidir. Zaman maddenin dışında varolamaz ve zamanın geçişi maddedeki değişmelerle ölçülür."

M.Vasilyev-K.Stankoviç

 

Özel Görelilik Kuramı nedir?  

Albert Einstein(1879-1955) 'in devrim yaratan 1905 yazılarının konuları nelerdir?  Einstein,hangi çalışmasıyla Nobel ödülünü almıştır? Dört boyutlu dünya ne demektir?Uzay ve zaman nasıl kaynaşır?Uzay ve zaman mutlak mıdır,yoksa göreli mi? Zaman "büyük patlama" ile mi başladı,yoksa büyük patlama zaman içinde mi oluştu? Irkçı bilimciler Einstein'i nasıl suçlamışlardır? Einstein "atom bombası"nın yapımına katılmış mıdır? Einstein,ABD Başkanına yazdığı mektuplarda ne dedi?  İkizler paradoksu nedir? Poincare'nin atamadığı adım neydi?Özel görelilik kuramı doğrulanmış mıdır? Feynman,"fizik yasalarında simetri" konusunda,İlya Progogine zaman, Alp Akoğlu da "Zaman Oku", Tekin Dereli "Zaman Makinesi" konusunda bilgiler verecek. Bunları da okumayı unutmayın.

Bizler, günlük yaşamda ışık hızından çok daha düşük hızlarla karşılaşırız. Işığın hızı ise çok yüksek bir hızdır. Işık, saniyede 300 bin kilometre yol alır. Newton mekaniği ya da klasik mekanik denen eski düşünceler,  düşük hızlardaki cisimlerin hareketlerini tanımlamak için kullanılır. Newton mekaniği düşük hızlarda çok iyi sonuç verir;ama hızları ışığın hızına yaklaşan parçacıklara uygulandığında başarısız olur. Örneğin bir elektronun hızını,birkaç milyon voltluk potansiyel farkı kullanarak,ışık hızının yüzde 99'una (0.99c) varan hızlara çıkarabiliriz. Burada sınır ışık hızıdır,elektronu ışık hızından daha fazla hızlandıramayız. Newton mekaniğine göre ise hızın böyle bir sınırı yoktur. Hatta bu mekaniğe göre potansiyel farkı ya da buna karşı gelen enerji 4 katına çıkarılırsa  elektronun hızı,yaklaşık,ışık hızının iki katına yakın bir hız kazanmalıdır. Oysa deneyler, ivmelendirici gerilim ne olursa olsun,elektronun hızının ışık hızından küçük kaldığını gösteriyor. Einstein bilime,çok büyük katkılar yaptı;ama görelilik, onun en büyük ve zekice ortaya koyduğu bir kuramdır. Bu kuramı,1905'te ortaya koyduğunda henüz 26 yaşında bir gençti. Ne büyük bir onur...Özel görelilik kuramı çok sayıda deneyle doğrulanmıştır. İşte size bunları anlatacağım.

Özel görelilik iki temel önermeye dayanır:
1. Eylemsiz referans sistemlerinin tümünde,fizik yasaları aynıdır.(Fizik yasalarının tümü,birbirine göre sabit hızlarla hareket eden tüm gözlemciler için aynıdır)Hareket, görelidir. Yani düzgün hızla hareket eden bir araçta yapılan deneyin sonuçları,durgun bir laboratuvarda yapılan aynı deneyin sonuçlarıyla özdeş olacaktır. Durgun bir laboratuvarda bir deney yaparsanız ve sabit hızlı bir arabayla geçen bir gözlemci de sizin deneyinizi gözlerse,hem laboratuvar koordinat sistemi,hem de hareketli arabanın koordinat sistemi eylemsiz referans sistemleridir. Buna göre laboratuvarda mekanik yasalarının doğru olduğunu bulursanız,hareketli arabadaki kişinin gözlemleri de sizinkiyle uyuşmalıdır. Bu aynı zamanda,hiçbir mekanik deneyinde,iki referans sistemi arasında herhangi bir fark saptanamayacağı demektir. Yani, uzayda mutlak hareket kavramı anlamsızdır.
2. Işığın hızı,evrendeki en yüksek ve mutlak hızdır. Işığın hızı, eylemsiz tüm gözlemcileri için bunların hareketlerinden bağımsız olarak aynı kalır. Işık hızının diğer hızlarla önemli çelişkisi Galileo toplama yasasına uymamasıdır. Havanın durgun olduğu bir referans sisteminde sesin havadaki hızı 330 m/s'dir. Bununla birlikte,ses kaynağına göre hareket eden bir referans sisteminde sesin hızı ölçüldüğünde,sesin hızı bu değerden daha büyük ya da daha küçüktür. Bu durum ışık için geçersiz olmaktadır. Galileo toplama yasası mı yanlış? Yoksa ışığın özel bir durumumu var? Michelson-Morley deneyi işte bu sorunun yanıtını gösterdi. Aslında bu deney, Einstein'in görelilik üzerine çalışmasını yayımlamadan önce,1887'de yapıldı. Ancak Einstein'in bu deneyin ayrıntılarından haberdar olduğu açık değildir. Buna karşın deneyin sonucu,Einstein'in kuramı çerçevesinde hemen anlaşılabilir. Çünkü kurama göre,gözlemcinin ya da kaynağın hareketinin ışık hızı üzerine bir etkisi yoktur. Özel görelilik kuramı, uzay ve zaman konusundaki sağ duyuya dayanan düşüncelerimizi değiştirdi.

"Hareket Görelidir "Ne demektir?

Bu kuramın iki önermesini tanımıştık. Bu önermeler, bizi yeni bir düşünme düzeyine sıçramaya zorlar. A ve B gibi iki kayıktayız. A kayığı, bir çupra sürüsünü oltasına düşürmüş ve denizin o noktasında durağan. B kayığı ise çupra arayışı için sabit bir hızla ilerliyor. Ortalık sisle kaplı. Kayıklardaki gözlemciler kimin hareket halinde olduğunu bilemiyor.  Sessiz ve sarsıntısız bir trendeki yolcu pencereden baktığında kendisinin değil, çevresindeki uzayın hareket etiğini sanır.

Hareketi nasıl gözleriz?

 Bir referans (başvuru) sistemi olmaksızın hareket kavramının anlamı yoktur. Her durumda hangi sisteme göre hareketi belirtmek istediğimizi belirlemeliyiz.Başvuru sistemi, bir yol, yer yüzeyi, Güneş, galaksimizin merkezi olabilir. Bermuda' da ve Avusturalya' da Perth' e düşürülen taşlardan her ikisi de "aşağıya " düşmekte, ama   bu iki taş, yerin merkezine göre tam olarak zıt yönde hareket etmektedir. Bu durumda referans sistemi neresidir? Yerin merkezi mi; yoksa yerin yüzeyi midir? Aslında referans sistemleri, eş derecede doğrudur ya da vardır. Sorun, sizin amacınız için hangisini daha uygun olduğunu saptamaktır. Eğer tüm uzayı dolduran bir eter olsaydı, tüm hareketleri ona dayandırırdık ve böylece Bermuda ve Perth sakinleri şaşkınlıktan kurtulmuş olurdu. Böyle bir eterin yokluğu evrensel bir referans sistemi olmadığını anlatır. Çünkü ışık (veya daha genel olarak elektromanyetik dalgalar) boş uzayda bilgi aktarabilecek tek araçtır. Bütün hareket, yalnızca kendisini gözleyen kişiye ve araca göre vardır. Evrende yalıtılmış olsak, hareket halinde olup olmadığımızı belirleyemeyiz, çünkü referans sistemi olmaksızın hareket kavramının bilimsel  anlamı yoktur.

Einstein ' in 1905' te geliştirdiği özel görelilik kuramı, birbirlerine göre sabit hızlarla hareket eden sistemlerin ( eylemsizlik referans sistemleri)  sorunlarına eğilmektedir.

 Şimdi düşünelim ki iki kayık yan yana geliyor ve tam bu anda yıldırım çakıyor. Özel göreliliğin ikinci önermesine göre yıldırım ışıkları, düzgün olarak tüm doğrultulara yayılıyor. Birinci önermeye göre  her iki kayıktaki gözlemci, kendisinin merkezde olduğu, genişleyen bir ışık küresi bulmalıdır.; hatta alevin parladığı noktaya göre, bunlardan birisi konumunu değiştiriyor olsa bile kayıklardan başka bir referans sistemini sis yok ettiğinden gözlemciler kimin değişikliğe uğradığını fark edemez ve böylece, her ikisi için de ışık hızı aynı olduğundan her ikisi de özdeş olayı görmelidir.

 Göreli olaylar, günlük deneyimlerden farklıdır.

 Açık bir günde A ve B kayıkları denizdedir. Bunlardan biri, kayıkla yan yana gelince suya bir taş atar. Taşın yaratığı dalgalar nasıl görünür? Her iki gözlemci, farklı dairesel yörüngeler yayıldığını gözler. Yalnızca dalgacık örneklerinin merkezinde olup olmadığını gözetleyerek herbir gözlemci, kendisinin suya göre hareket edip etmediğini söyleyebilir. Su, bir referans sistemidir ve kayıkla su üstünde hareket eden bir gözlemci, farklı yönlerdeki  dalgacık hızlarını, kendisisine göre birbirlerinden farklı olarak ölçer.; oysa kayık üzerindeki duran bir gözlemcinin ölçtüğü dalgacık hızları her yönde aynıdır. Şu noktayı anımsamak çok önemlidir. Sudaki dalgalar ve hareketler ile uzaydaki hareket ve dalgalar çok farklıdır. Uzay, kendi içinde bir referans sistemi değildir; su, kendi içinde bir referans sistemidir. Sudaki dalga hızları, gözlemcinin hareketi ile değişir; ışığın uzaydaki dalga hızları ise gözlemcinin hareketi ile değişmez. Örneğimizdeki iki kayıkta bulunan gözlemcilerin, özdeş halde yayılan ışık küreleri algılamaları gerçeğinin tek açıklama yolu, her gözlemcinin koordinat sisteminin, öbürünün bakış açısından, birbirlerine göre hareketten etkilenmiş olmasıdır.

Bunlardan birinciyi, yani hareketin göreli olmasını hele bir düşünelim. Dünya' nın kendi ekseni etrafında ve Güneş çevresinde döndüğünü artık hepimiz biliyoruz. Biz insanlar, Dünya denen müthiş bir hareketlinin, diyelim ki bir trenin yolcularıyız. Ama Dünya,  bize hep duruyor gibi geliyor. Neden? Çünkü trenimiz ve biz, aynı hızda ve aynı yönde hareket etmekteyiz. Şimdi bir tren istasyonu ve onun önünden geçen tren modelini düşleyelim. Bu bir düş değil, belki de yolculuklarınızdan anımsayacağınız bir gözlemin öyküsüdür. Biri istasyonda bekleyen istasyon şefi, diğeri de trendeki bir yolcu olan iki kişinin hareketi nasıl kavrayacaklarına bakalım. İstasyon şefi için hareket eden şey  hep trendir. Trendeki yolcu ise kendisinin durağan olduğunu, istasyonun ve tüm diğer dünya yüzeyinin kendi yanından geçip gittiğini düşünebilir. Bir biçimli hareket, yalnızca göreceli  olarak belirtilebilir; mutlak bir hareketli olduğunuzu öne süremezsiniz; ancak bir başka nesneye göre hareket etmekte olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Siz, sandalyenizde otururken aslında Dünya ile birlikte hareket halindesiniz. Ama Dünya ile hız farkınız sıfır olduğu için bunu farketmiyorsunuz. Siz, arabanızla şu kadar hızla otobanda seyrederken, bu hızınız sandalyesinde oturan komşunuza göredir. Sanıyorum hareketin göreliliği konusunda anlaşıyoruz. Şimdi daha geniş uzaylara açılmak için yine istasyon şefimize ve trendeki yolcumuza dönelim; epeydir yerlerinde tembel tembel oturuyorlardı. Onlara ölçme görevi vereceğiz. Şefe bir ölçü çubuğu ve  bir saat; trendeki yolcuya da bir ölçü çubuğu ve bir saat veriyoruz. İkisine de yolcunun bulunduğu pencerenin yatay uzunluğunu ölçme ödevini veriyoruz. Yolcunun işi kolay. Yerinden kalkacak ve pencerenin uzunluğunu ölçecek. Şefinki biraz daha zor. Tren geliyor,  ama istasyonda durmadan geçiyor, ışıkları açacak, yolcuların istemleriyle uğraşacak ve bu arada hareket halindeki trenin pencere boyutunu ölçecek. Sanıyorum pencere boyutu değişmediğine göre, şef ve yolcunun aynı uzunlukları ölçeceğini düşünüyorsunuz. Ama Albert Einstein, size yanıldığınızı gösterecektir. Şefin pencereyi görmesi için, pencerenin ön ve arka noktalarındaki ışık, şefin gözünü ulaşmalıdır. Ancak öndeki ışık daha kısa sürede, arkadaki ışık daha uzun sürede ona ulaşır. Bu da aynı bir uzunluğun farklı hızlardaki gözlemcilerce farklı ölçüldüğünü gösterir. "Hareket Halindeki Cisimlerin Elektrodinamiği " başlıklı makalesi, özel göreliliğin ana düşüncelerini içeriyordu. Einstein, önce esir (eter) kuramını bir kenara itti. Sonra, içinde göreli hareketle mutlak hareketin ayırt edilebileceği sabit bir uzayın bulunmadığını ileri sürdü Başka bir anlatımla, evrende durduğuna emin olabileceğimiz hiçbir şey olmadığını gösterdi. Duran bir trende otururken, yandan başka bir tren geçse, bunu gören herkes bunun farkına varır. Ama sarsıntıları yok eder ve duran ile yanından geçen yolculara sorarsak, hangi trenin hareket halinde olduğunu söylemek güçleşir.

Işık Hızının En Yüksek Hız olması Ne Demektir?

Işık hızının sabitliği neleri düşündürür?

Her gözlemci ölçülerini kendi referans sistemine  göre yapar. Bu referans sistemi nedir? Kendi evi, laboratuvarı, gezegeni ya da galaksisi olabilir.

Uzaydaki her şey birbirine göre değişik hızlardadır. İnsanın evrendeki yerini veya hareketini belirleme amacıyla kullanabileceği esir ya da başka bir işaret yoktur. Herkes için ortak olan tek sonuç, içinde bulunduğumuz hareket haline bağlı olmaksızın, ışık hızını ölçtüğü zaman, her yerde aynı sonucu bulacağıdır.

Einstein' in düşüncelerinin ilginç sonuçları vardır. Bir uzay platformunun Dünya yörüngesine yerleştirildiğini ve bir bilim adamının cetvel ve saatle ışık hızını ölçmekle burada bulunduğunu düşünelim. Bu bilim adamının saat ve cetvel dışında bu iki aletten başkasına gereksinim duymaması hayret vericidir. Bunun nedeni,   hızın herhangi bir şeyin verilen bir zaman içinde alacağı yolun ölçüsü oluşudur. Platformdaki bilim adamı, ölçülerini dikkatle yapar ve ışığın, tıpkı Dünya üzerinde olduğu gibi, saniyede 300.000 km lik bir hızla hareket ettiğini saptar.

Yine aynı ölçüyü yapmak üzere Dünya’dan ikinci bir heyet gönderilir. Fakat bu seferki bilim adamı nisbeten yavaş hareket eden bir uzay istasyonunun sağladığı kolaylığa sahip değildir. Ölçülerini, dünyada iken karşılaştırdıkları vakit uzay istasyonundakilerin aynı oldukları saptanan cetvel ve saati kullanarak hızla hareket eden roketli bir uzay gemisinden yapması istenir. Uzay gemisi, istasyonun yanından hızla geçerken içindeki bilim adamı ölçmelerini yapar ve bu sırada uzay istasyonundaki bilgin de onu teleskopla gözetler. İstasyondaki bilgin, uzay gemisinin, ordaki meslektaşının ve onun kullandığı cetvelin hareket yönünde kısaldıklarına dikkat eder. Fakat, uzay gemisinden verilen ışık hızıyla ilgili rapor onu şaşırtır. Meslektaşının raporuna göre, ışığın uzay gemisinde ölçülen hızı da 300.000 kilometredir. Bu nasıl olabilir? Ölçüyü kısalmış cetvelle yaptığına göre sonucun farklı olması gerekirdi. Bunun kaçınılmaz yanıtı, hızın hesabında kullanılan diğer büyüklüğün de değişmiş olmasıdır. Yani zaman akışı “yavaşlamış”tır.

     Onun çıkış noktası, ışık hızının evrensel bir sabit olduğuydu. Bunu, kendisi değil,  Michelson ve Morley daha önce kanıtlamıştır. Maxwell, bu konuda adımlar atmıştır.

Esir Kuramını Kurtarma Çabaları

Michelson-Morley Deneyi, esir kuramına indirilmiş önemli bir darbeydi. Ama 1893 yılında Dublin' deki Trinity Kollejinde görevli Fitzgerald , yeni bir öneriyle esir kuramını kurtarmayı denedi. Bundan ayrı olarak bir başka görüşü de Leiden Üniversitesinden H.A. Lorentz ortaya attı. Fitzgerald ve Lorentz' e göre, esir içinde hareket eden cisim hareket yönünde kısalıyordu. Bu kısalmanın miktarı, cismin hızının ışık hızına yakınlığına bağlıydı. "Lorentz- Fitzgerald kısalması" denen bu değişme, basit bir matematik formülle açıklanmıştı. Buna göre, Dünya' nın Güneş çevresindeki hareketi Michelson-Morley  aletinde 200 milyonda bir oranında kısalmaya neden oluyordu. Ne kadar küçük olursa olsun bu değişme, deneyin neden başarısız olduğunu açıklamaya yeterdi. Aletteki kısalma, aletin gerçek fiziksel büzülmesi, esirden geçerken yavaşlayan ışık demetinin hızındaki herhangi bir azalmayı örtecek düzeydeydi. Lorentz ve Fitzgerald, o an için doğru sonuç veren bir matematiksel hipotez ortaya attılar; ama bunun başarılı bir açıklamasını yapamadılar. Yine de katı maddenin hareketten dolayı kısalması  herkesin dikkatini çekti.Hareket nasıl olur da bir cismin kısalmasına neden olabilirdi?

1905  DEVRİMİ

Einstein,1905 yılında henüz 26 yaşındaydı. Birden ve harika  bir sona ulaştı...1905' te Einstein Almanya’nın  ünlü fizik dergisi 'Annalen der Physik    ' te   art arda yayımladığı üç çalışması olağanüstü bir yankı uyandırdı; bu yazılar, insanoğlunun evrene bakışını kökten değiştirdi.

1. Einstein "atomun varlığı"nı Yeniden Kanıtlıyor: Polenlerin Sıvı İçindeki Dansı

Atomların  Önemi

Jean Perrin,1908'de,Einstein’in polen taneciklerinin hareketiyle ilgili niceliksel kestirimlerini doğrulayan bazı önemli deneyler yaptı. Bu deneyler, aynı zamanda Einstein’in tümüyle kurama dayanan hesaplarının ne denli incelikli yapıldığını da gösterdi. İşte o zaman başta kimyacı Ostwald  bile "atomcu" oldu.  Ancak katı pozitivisti Ernst Mach, doğrudan deneye dayanmıyor diyerek atomun varlığını kabul etmedi;ölümüne dek “bozulmaz şüpheciliğini” korudu. Bugün fizikçiler, patent inceleyicisi Einstein’in yazısını atomların varlığı konusunda ilk ikna edici test olarak kabul etmektedirler. Yalnız başına o tek yazı onun bilimsel saygınlığını sağlardı.

Atomları göremeyiz ve onlara dokunamayız; onlar dünyamızın farkına varılabilen bir kısmı değildir. Yine de fiziğin büyük kısmı atomların varlığına dayanır. Kuantum elektrodinamiğinin mucitlerinden biri olan Richard Feynman (1965 Nobel), bir defasında, bir tufanda geleceğe iletilmesi gereken bir cümle dışında tüm bilimsel bilgi tahrip edilseydi bu cümlenin ‘.. doğada her şey, birbirinden biraz uzak olduklarında birbirini çeken, fakat, birbiri içine sıkıştırıldıklarında birbirini iten, aralıksız bir hareket içinde dolaşan atomlardan yapılmıştır ” şeklindeki cümle olması gerektiğini yazmıştı.

Einstein’in uğraştığı sorun, atomların varlığının nasıl kanıtlanabileceği sorunu idi. Atomlar görülemeyecek kadar küçük iken bu iş nasıl yapılabilirdi? Uçan tenis toplarıyla dolu odanın içine bir basket topu koyduğunuzu düşünüelim. Büyük basket topu her taraftan tenis toplarının saldırısına uğrar ve rastgele hareket etmeye başlar. Tenis toplarının bombardımanının rastgeleliğini varsayarak, basketbol topunun hareketleri belirlenebilir. Baste topu, kendine carpan toplar nedeniyle sıçrar ve ortalıkta zıplar.

2. Fotoelektrik Olayın Kuantum Kuramıyla Açıklanması

   İkinci bomba, aslında kuantum kuramıyla ilgiliydi. Fotoelektrik olayın incelendiği bu yazı, kuantum kuramının bir savunmasıydı.Aslında diyoruz, çünkü Einstein kuantum kuramının kurucularından olduğu halde giderek ilerlemenin gerisinde kalma talihsizliğini yaşayacaktı. Makalesinin adı: Işığın Oluşumu ve Dönüşümü Üzerine Bir Görüş 'tü. Einstein bu makalesinde fotoelektrik olayı çözümlüyordu .Bu çözümlemede Planck'ın kuantum önermesini kullandı. 1900 yılında Alman fizikçi Max Planck, enerjinin sürekli olmadığını, paket paket alındığını ve verildiğini ileri sürmüştü. Ayrıca atomlar arasındaki enerji alışverişinin ışığın frekansıyla  doğru orantılı olarak ve kuantum denen enerji paketleri biçiminde gerçekleştiğini deney sonuçlarına dayanarak söylüyordu. Fotoelektrik olayda üzerine ışık düşen bazı metaller , elektron yayar. Einstein işte bu olayı, ışığın fotonlar (kuantumlar) halinde yayılmasıyla açıkladı. Planck, ışık kaynaklarının kuantlaşmış enerji değişimi yaptıklarını varsaymıştı. Einstein bir adım ileri giderek, ışığın kendisinin kuantlaşmış olduğunu-ışık foton denen parçacıklardan oluşmuştu- varsaymıştır. Fotoelektrik etkiyi tanımlayacak bir denklem türetti. Planck dahil  fizikçilerin çoğu,ışığın doğayı  bir süreklilik olarak gören görüşe uygun olarak,dalga biçimli bir olay olduğunu düşünüyorlardı. Bu devrimci fikir, o zaman yerleşik olan ışığın dalga teorisine karşı bir çıkıştı-bu durum, fizikçilerin onu reddetmeleri için yeterli nedendi. Diğer fizikçiler Einstein’in önerisini, yalnızca foton için pek doğrudan bir kanıt sayılamayacak olan fotoelektrik etkiyi açıkladığı için reddettiler. Fakat Einstein ışık konusunda dalga-parçacık ikili yapı kavramına sıkı sarıldı ve ışığın bu görünüşte çelişkili özelliklerini uzlaştırmaya çalıştı; ama başaramadı.

Einstein,1905 yılının üç yazısından yalnız fotoelektrik olay konusundaki yazısı için”gerçekten devrimci” diye söz eder ve gerçekten de öyleydi. Işığın kuantlı olduğunu söyledi. 1915 yılına dek onun bu devrimci fikri deneysel olarak kontrol edilemediği gerekçesiyle pek ilgi görmedi. Örneğin,1912'de bile Planck, Berlin Üniversitesi’nde  verdiği derslerde hala Einstein’in ışık hakkındaki ‘keşifsel görüş açısına” saldırıyordu. Bunu yapan sadece o değildi. Bilim adamlarının çoğu bilimin, mantığa sağduyuya meydan okuyabileceğini kabullenemiyordu. 1913 yılında Prusya Bilim Akademisi üyeliğine önerilirken  "Einstein' in   modern fizikte katkıda bulunmamış olduğu bir sorun yoktur denilebilir" tümcesinin ardından ışık kuantumu önermesi "spekülasyon" olarak nitelendiriliyordu.

Elektron yükünün ölçülmesini sağlayan Amerikalı deneyci R. Milikan , Einstein’in foto elektrik olayla ilgili  denklemeni test etmek için yıllarca uğraştı ve 1915 yılında: "Einstein denkleminin görünürdeki tam başarısına rağmen, sembolik ifadesi olmak üzere tasarlandığı fiziksel teori o kadar tutarsız bir şey ki, kanımca, Einstein kendisi artık onu savunmayacaktır " demişti. Einstein onu savundu. Ancak foto elektrik denklemi deneysel olarak doğrulandıktan sonra bile, diğer fizikçilerin ışığın bir parçacıklı (kuantlı) olduğu görüşüne karşı direnmeleri sürdü. ‘Gerçekten devrimci’ foton fikrinin, ışık parçacığının, kabul edilmesinden önce yeni deneysel doğrulamaların yapılması gerekiyordu.

  3. Uzay ve Zaman Kavramları

 Üçüncü yazı, sonradan özel görelilik kuramı adı verilen uzay ve zaman kavramları üzerineydi.Üçüncü   makalenin adı Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği  idi. Bu makale elektromanyetik olguları açıklayan Maxwell yasalarına yeni bir bakış açısı getiriyordu. 19. yüzyıl sonlarında ışığın elektromanyetik bir dalga özelliği gösterdiği ve uzaydaki hızının da saniyede 300 000 km(186.000 mil) olduğu anlaşılmıştı. Filozofların ve bilimcilerin çağlar boyu kafa yorduğu bu iki kavram, 1905 yılındaki yazıyla bambaşka bir  öz ve biçim  kazandı. 1910 yılında Max Planck , onun bu yazısıyla ilgili olarak " Doğru olduğu kanıtlanırsa, kanımca Einstein, yirminci yüzyılın Kopernik' i olarak değerlendirilecektir " demişti.  İÖ Demokrit, atomlar ve boş uzay var diyordu. Parmenides ve öğrencisi Zenon, hareketi yadsıyordu. Bazıları uzayı her şeyin içinde yüzdüğü peltemsi bir ortam "eter" olarak tasarlıyordu. Zaman da bir nehir gibi geçmişten geleceğe akan metronom tik taklarıydı. Peki ama uzay neydi; zaman neydi? Bunların birbiriyle ilişkisi var mıydı? Einstein bunu çok basit söylemişti: Uzay, bir ölçü çubuğuyla ölçtüğümüz şey; zaman da bir saat ile ölçtüğümüz şeydir. Bu pek basit sunuş, çok boyutlu bir düşüncenin simgeleriydi aslında. Bu tanımlarla silahlanmış olarak Einstein, birbirine göre değişmeyen bir hızla hareket eden iki gözlemci arasında uzay ve zamanın ölçümlerinin nasıl değiştiğini sordu. Bir gözlemcinin ölçüm çubuğu ve saati ile bir trende hareket ettiğini, diğerinin de çubuğu ve saati ile istasyonun platformunda olduğunu varsayalım. Trendeki kişi, vagonun kenarında pencerenin boyunu ölçer. Aynı şekilde platformdaki kişi, yanından geçerken aynı pencerenin boyunu ölçer, iki gözlemcinin ölçümler birbirine göre nasıldır? Basitçe, bu ölçümlerin sonucunun aynı olması gerektiğini düşünürüz- eninde sonunda ölçülen aynı penceredir. Fakat Einstein’in ölçü sürecini dikkatli şekilde analiz ederek gösterdiği gibi, bu yanlıştır.

Zamanın mutlak değil göreli olduğunu artık biliyoruz. Bir olayın bir uzay noktasından başka bir uzay noktasına yayılmasının hızı sonsuz olarak ivmelendirilemez, yani yayılmanın hızı ışık hızı değerini aşamaz.

Hiçbir hızın ışık hızını aşamayacağını anlatan doğrulama bir doğa yasasıdur. Bir kere daha yinelemeli: Yalnızca limit hız, yani ışık hızı farklı laboratuvarlar için aynı değere sahiptir. Bu gerçek bize çok önemli bir teknik sorunu da önümüze koyuyor: Işık hızı, erişilebilecek en yüksek hızdır.

Einstein devrim yaratan makalesinde iki nokta arasında yol alan ışığın hızının nasıl belirleneceği sorunundan yola çıktı. Bu amaca yönelik olarak iki temel önerme geliştirdi:

1. Mekanik denklemlerin geçerli olduğu her başvuru sisteminde, elektrodinamik ve optik için aynı yasalar geçerliydi.

2. Işığın hızı, kendini yayan cismin hareketinden bağımsızdı ve boşlukta her zaman aynı hızla yayılıyordu.

Bu ilkelere göre, birbirine göre hareket halinde olan iki gözlemci, hızları sabitse, iki ayrı yerde gerçekleşen iki olay arasında geçen süreyi aynı biçimde değerlendiremez. Gözlemcilerden biri, bu iki olayı aynı anda yani eş zamanlı olarak görürken, öteki olayları belirli bir zaman aralığıyla,yani ardışık olarak görür. Eşzamanların göreliliği denilen bu olgunun nedeni, olayların gerçekleştiğine ilişkin en hızlı belirti olan ışığın hızının, her iki gözlemci için de aynı ve sonlu olmasıdır.

 Platformda ölçüm çubuğu ile duran kişi, pencerenin kendi önünden geçtiğini ‘görmelidir’. Bir başka deyişle, hareket eden pencerenin uzunluğu konusunda bilgi getiren ışık, platformda duran kişiye iletilmiş olmalıdır, aksi takdirde, ölçümü mümkün değildir. İki ölçümün kıyaslanması konusuna ışığın özellikleri girmiştir ve bu nedenle, ilk olarak ışığın ne yaptığını incelemeliyiz.

Einstein’dan önce de bilim adamları, ışığın hızının sonlu fakat çok hızlı, saniyede 180 000 mil(yaklaşık 300 000 kam/s) kadar olduğunu biliyorlardı. Fakat Einstein, ışığın hızı konusunda özel bir şey olduğunu; ışığın hızının mutlak bir değişmez olduğunu düşünüyordu. Ne kadar hızlı hareket ederseniz edin, ışığın hızı her zaman aynıdır. Bir ışık ışınını hiçbir zaman yakalayamazsınız. Bu gerçeğin ne kadar tuhaf olduğun anlamak için, bir silahtan yüksek bir hızla bir kurşun çıktığını varsayalım.   Kurşunun hızı mutlak bir değişmez değildir, öyle ki, kurşunun ardından bir roketle yola çıkarsak ona yetişebiliriz ve kurşuna yetiştiğimizde kurşun hareketsiz görünebilir. Kurşunun hızının hiç bir mutlak anlamı yoktur, çünkü onun hızı hep bizim hızımıza göre bir hızdır. Fakat ışığın durumunda durum böyle değildir; onun hızı mutlak bir hızdır;her zaman aynıdır, bizim hızımızdan tamamen bağımsız. Bu, ışığın hızını başka herhangi bir şeyin hızından niteliksel olarak farklı yapan tuhaf özelliğidir.

Işığın hızının mutlak değişmezliği varsayımı, özel görecelik kuramının ikinci önermesi idi. Einstein’in ilk önermesi, mutlak tek biçimli hareketi belirlemenin olanaksız olduğu idi. Tek biçimli hareket değişmeyen bir yönde, değişmeyen bir hızla ilerler-esas olarak kayar. Einstein’in önermesine göre kaymaktaysanız, hızınızı bir başka şeyin hızına göre kıyaslamadığınız sürece, kaymakta olup olmadığınızı belirleyemezsiniz. Biri trende, diğeri platformda olan iki gözlemci bu önermeyi resimlemektedir. Platformdaki kişi için, hareket eden şey, trendir. Ama trendeki kişi de aynı şekilde, kendisinin durağan olduğunu ve platformun ve tüm dünyanın onun yanından geçerek hareket ettiğini varsayabilir. Tek biçimli hareket yalnızca göreli bir şeydir-ancak,b ir başka şeye göre hareket etmekte olduğunuzu söyleyebilirsiniz.

Bu iki öneriden,(ışığın hızının değişmezliği ve hareketin göreli oluşundan) özel görelilik kuramının tüm mantıksal yapısı çıkmıştır. Ancak, bir fizikçi ve Einstein’in arkadaşı olan Paul Ehrenfest ’in vurguladığı gibi, bu ilk iki önermenin birbiri ile çelişmediğini belirten, kendiliğinden ortaya çıkan bir üçüncü önerme vardır. Yüzeysel olarak, bu iki önerme çelişiyor görünür. Bir önerme tüm tek biçimli hareketlerin birbiriyle göreli olduğunu söyler. Diğer önerme, mutlak olan ışığın hareketi hariç olmak üzere diye ekler. Özel görelilik kuramına göre, dünyanın tüm iyi bilinmeyen özelliklerinin kökeninde, tüm maddi nesnelerin hareketleri arasındaki görelilik ve ışığın hızının mutlak oluşunun karşılıklı ilişkisi yatmaktadır.

Einstein, bu önermeleri kullanarak,  bir gözlemci tarafından yapılan uzay ve zaman ölçümleri ile ona göre tek biçimli hareketle ilerleyen bir diğer gözlemci tarafından yapılan aynı ölçümler arasındaki ilişkiyi gösteren yasaları matematiksel olarak çıkardı. Einstein, platformdaki kişinin, hareket eden trendeki pencerenin boyunu, trendeki  kişinin ölçümüne göre daha kısa bulacağını gösterdi. Hayali trenin hızı arttıkça,  hız ışık hızına yaklaşırken, pencerenin boyu, platformdaki kişi tarafından gittikçe daha kısa olarak ölçülecektir. Tanıdığımız dünyamızda, gerçek trenler gibi, nesnelerin çoğunun hızı, ışık hızına kıyasla çok küçük olduğu için, ancak ışık hızına yakın hızlarda görülen bu tür dramatik kısalmaları hiç bir zaman görmeyiz.

Bunlar ve pek çok başka test,  Einstein’in ilk çalışmasının doğruluğunu kanıtlamıştır. Genç Einstein kendisini insan düşüncesinin en yükseği ve en iyisi ile tanıtan bir bohem ve bir isyancı idi. 1905 yılından 1925'e kadar yoğun yaratıcılık döneminde, “Yaşlı Adam”- Doğanın Yaratıcısı veya Zekası için kullandığı terimdi bu- karşısında ateşli bir tavır içinde göründü.

Einstein ve Determinizm

Armağanı, basit ve çekici tezlerle maddenin kalbine gidebilme yeteneği idi. Fizik topluluğundan ayrı olarak, ama bilimin süren polemikleriyle bağlantı içinde, Einstein evrenin yeni bir görünüşünü kavradı.

Einstein’in 1905 yılı yazıları ve Planck’ın 1900 yılı yazısı, 20.yy fiziğine yol göstericilik yaptı. Daha önceki fiziği dönüşümden geçirdiler. Einstein tarafından  geliştirilen Planck’ın kuantum (foton) fikri doğanın sürekli bir görünümünün ileri sürülemeyeceği anlamına geliyordu. Maddenin birbirinden ayrı atomlardan oluşmuş olduğu gösterilmişti. Newton zamanından beri savunulan uzay ve zaman kavramları yıkılmıştı. Yine de bu ilerlemelere karşın determinizm fikri- evrenin her ayrıntısının fiziksel yasalara bağlı olduğu düşüncesi- Einstein ve onun dönemindeki fizikçilerde yerleşik kaldı. Bu keşiflerdeki hiçbir şey, determinizmi yenemedi.

Einstein’in büyük gücü, matematiksel tekniğinde değil, fakat derin anlayışında ve ilkelere sarsılmaz bağlılığında yatıyordu. Klasik fiziğin ilkelerine ve determinizme sarsılmaz bağlılığı, şimdi onu özel görelilik kuramından en büyük eseri olan genel görelilik kuramına götürüyordu. Genel Görelilik kuramı için ana sayfaya bakınız.

         Zamanın Genleşmesi: Yavaş Akan Zamanda Bir Gezinti

        Hareketli saatler,bir miktar yavaş çalışır. Bu daha yeni tanımlanmış ışık saatleri için olduğu kadar,adi mekanik saatler için de doğrudur. Gerçekten bu sonuçları tüm fiziksel süreçlerin,kimyasal tepkimeler ve biyolojik süreçler dahil,hareketli bir çerçevede oldukları zaman, durgun bir saate göre yavaşladıklarını söyleyerek genelleyebiliriz. Örneğin uzayda hareket eden bir astronotun kalp atışları,uzay gemisinin içindeki bir saat ile tempo tutturmuş olsun. Astronotun hem saati hem de kalp atışları durgun bir saate göre yavaşlamıştır. Astronot uzay gemisinde yaşamın yavaşladığı duygusuna kapılmaz. Zaman genişlemesi,çeşitli deneylerle doğrulanmış olan gerçek bir olgudur. Örneğin müonlar bir elektronunkine eşit yüke ve elektronunkinden 207 kez büyük bir kütleye sahip olan kararsız elemanter parçacıklardır. Müonlar,kozmik ışınların,atmosferin yukarı kesimlerinde,soğurulması sonucu oluşabilirler. Müonların yerdeki gözlemciye göre ömürleri, müonlarla birlikte hareket eden gözlemciye göre daha büyük gözlenmiştir. 1976'da CERN laboratuvarında yapılan müon deneylerinde hareketli müonların ömrü,binde iki hata ile, göreliliğin öngörüsüyle uyumlu olarak,durgun müonunkinden yaklaşık 30 kez daha uzun olarak ölçüldü. Hafele ve Keating tarafından rapor edilen bir deneyin sonuçları(1972), zaman genişlemesi olgusu için dolaysız kanıt oluşturuyor. Deneyde,çok kararlı sezyum demeti atom saatleri kullanıldı. Uçan bir jette bulunan böyle dört saat ile ölçülen zaman aralıkları, ABD Deniz Gözlemevi'ne yerleştirilmiş referans atom saatleriyle ölçülen zaman aralıkları ile karşılaştırıldı. Yere bağlı bir saat,yerin ekseni etrafındaki dönmesi nedeniyle, gerçek bir eylemsizlik çerçevesinde değildir. Bu sonuçları kuram ile karşılaştırmak için birçok faktör dikkate alınmalıydı. 

Bunlar arasında yere göre hızlanma ve yavaşlamanın periyotları,hareketin yönündeki değişimler ve yere bağlı saate göre uçan saatlerin uğradığı daha zayıf çekim alanı gibi faktörler bulunur. Onların sonuçları,özel görelilik kuramının öngörüleriyle iyi bir uyuşma gösteriyordu. Hafele ve Keating makalelerinde şunu rapor ettiler: "ABD Deniz Gözlemevi'nin atomik zaman eşeline göre,uçan saatler doğuya doğru gittiklerinde 59+10 ns kaybettiler ve batıya doğru gittiklerinde 273+7 ns kazandılar... Bu sonuçlar,makroskopik saatlerde ortaya çıkan ünlü saat paradoksunun belirsiz olmayan bir ampirik çözümünü verir."Uzay gemisindeki saatin yavaşlaması, fizikçilerin “zamanın genişlemesi” deyimlerine bir örnektir. Bu, Einstein’in denklemlerinin bir sonucudur ve ışık hızının sabit oluşundan ileri gelmektedir. Zamanın genişlemesi, ilk anda kurnazca bir düşünce oyunu, dış dünyaya uygulanması mümkün olmayan yararsız matematiksel bir oyun gibi görülebilir. Bununla birlikte, Einstein bunun bir beyin jimnastiği olmadığını daima hissetmiştir. Einstein, zaman genişlemesinin gerçek dünyanın(alemin) gerçek bir özelliği olduğuna inanıyordu. Bir uzay gemisiyle dünyadan hızla uzaklaşan insanın, saatini yavaşlamasını gerçekten fark edeceğini ısrarla iddia ediyordu. Bundan başka, böyle bir insanın dünyaya dönüşünde değer verdiği her şeyin (ailesinin, memleketinin, uygarlığının) tamamen yok olduğunu görmesi de mümkündür. Işık hızına yakın hızla çevremizdeki bir yıldıza yapılacak yolculuk insana bir kaç senelik gibi gelebilir. Yolcu, biyolojik bakımdan gerçekten birkaç yıl yaşlanır. Ama dünyaya döndüğü zaman, burada yüzyılların geçmiş olması ve bıraktığı her şeyi değişmiş bulması mümkündür.

Zamanın genişlemesi Einstein tarafından ileri sürüldükten 13 yıl sonraya kadar, ispat edilememiş bir kuram olarak kaldı. Daha sonra, bu gecikmenin gerçek fiziki örnekleri, bilim adamları tarafından parçacık fiziğinde gözlenmeye başlandı. Örneğin, mezon adı verilen ve kütleleri elektron ve proton kütlelerinin arasına isabet eden, atomdan daha küçük bir takım parçacıkların parçalanmasında buna rastlanır. Normal koşullar altında bu parçacıklar son derece kısa ömürlüdür; kendiliklerinden elektron ve nötrinoya ayrılırlar. Fizikçiler, ışık hızına yaklaşan son derece yüksek hızlarda bu parçalanmanın bir miktar geciktiğini saptamışlardır.

Bir gözlemciye göre hareket eden bir saat, gözlemcinin saatine göre daha yavaş tik-tak sesi verir. Yani uzay aracındaki bir kimse, uzay aracı içinde iki olay arasındaki zaman aralığını diyelim bir dakika bulursa, yeryüzündeki biz iki olay anasındaki aralığın daha uzun süre olduğunu buluruz. Bu etkiye zaman genleşmesi denir. her gözlemci kendisine göre hareket halindeki saatlerin durgun hallerine göre daha yavaş çalıştığını bulur. Bir cismin kütlesi, hareke halinde daha büyüktür. Bu nedenle salınım yapan bir cismin periyodu hız arttıkça büyür. bu bakımdan, birbirine göre durmakta olan bütün saatler bütün gözlemcilere göre, ister saat grubunun ister gözlemci grubunun sabit hızdaki hiçbir hareketine bakılmaksızın aynı davranıştadır. Zamanın göreli karakterinin pek çok sonuçları vardır. Örneğin bir gözlemciye aynı anda oluyor izlenimi veren olaylar, göreli harekette olan başka bir gözlemciye göre aynı anda oluyor değildir. Peki kim doğrudur? Her iki gözlem de doğrudur; çünkü her ikisi de yalnızca gördüklerini ölçmektedir. Kısaca eşzamanlılık mutlak değildir, görelidir. Enerjinin korunumu ilkesini alalım. Bu ilke evrende toplam enerjinin sabit   kaldığını anlatır. Buna göre evrenin herhangi bir noktasında belli bir miktar enerji yok olurken aynı anda eşit bir enerji mi ortaya çıkmalıdır? Aynı anda olması için enerji aktarılması gerekir. Aynı anda olma göreli olduğundan kimi gözlemciler enerjinin korunmadığını bulacaktır. Ama kuram, yitik enerjinin , enerji aktarımı olmadan başka bir yerde kendiliğinden ortaya çıkabileceğini de yasaklamaz.  Enerji akışı için pek çok yol vardır. bir yerde kaybolan ve başka yerde ortaya çıkan enerji, birinci yerinden ikinciyle akmıştır. Buna göre yalnız tüm evren dikkate alındığında değil, uzayın herhangi bir bölgesinde ve herhangi bir anda dahi enerji yerel olarak korunur.

 Zaman göreli bir nicelik ise de, günlük deneyimlerimizle edindiğimiz zaman kavramı da tümüyle yanlış değildir. En başta hiçbir gözlemciye göre zaman tersine işliyor gözükmez. Art arda oluşan bir olaylar dizisi her yerdeki tüm gözlemciler için yine aynı sırada görünür; ancak her olay çifti arasındaki zaman aralıkları aynı olmayacaktır. Buna bağlı olarak hiçbir gözlemci, bir olayı olmadan önce göremez. Aynı şekilde bir olayı, hareket durumu ne olursa olsun uzaktaki bir gözlemci, olaya daha yakın bir gözlemciden önce göremez. Çünkü ışık hızı çok büyüktür ;ama sonludur ve sinyaller bir l uzaklığını katetmek için l/c minimum zaman periyodunu gerektirir.  Geçmiş olayların zamansal (ve uzaysal) görüntüleri farklı gözlemcilere farklı gözükürse de, geleceği gözlemenin hiç bir yolu yoktur.

       STATÜKO İLE ARASI GENE AÇIK

Zamanın genleşmesi ve uzunluğun kısalması gibi garip davranışlardan başka Einstein’in kuramı enerjinin şekil değiştirmesi bakımından da beklenmedik tartışmalara yol açtı. Einstein’in zamanında bilim adamları “enerjinin korunumu” gibi “kütlenin korunumu” ilkesini de kabul ediyorlardı. Bunun kısa ifadesi, maddenin hiç yoktan yaratılamayacağı ve varken de yok edilemeyeceği idi. Belirli bir kütle parçasında oluşan değişiklik, ancak mekanik veya kimyasal yoldan bir azalma veya çoğalma olabilirdi.

 Başka bir deyişle bir kütle parçası ya da ona başka bir parçasının yapıştırılması, çivilenmesi, lehimlenmesi ile artabilir veya buharlaşma, erime, yontulma suretiyle eksilebilirdi. Bununla birlikte evrendeki toplam kütle miktarı sabit kabul ediliyordu. Einstein’e   gelene kadar fizikçiler, hareketin de maddenin temel yapısını değiştiremeyeceğini ileri sürüyorlardı. Fakat bu düşünceler, Einstein’in buluşlarıyla tümüye çelişkiye düşmüştü.

Bilim adamları, maddenin miktarını her zaman onu terazide tartarak belirlemez. Daha çok, bilinen bir kuvvetle itildiği veya çekildiği zaman ne kadar çabuk hızlandığına bakarlar. Buna göre tarif ederler. Ancak, böyle bir ölçünün sonucuna ağırlık değil kütle denir. Aynı itme uygulandığı zaman, büyük bir kütle, küçük bir kütleye göre daha yavaş hızlanır. Bilim adamları yeteri kadar büyük bir itme verildiği takdirde bir maddenin ışıktan daha hızlı hareket etmesini engelleyecek bir neden görememektedirler.

İşte bu noktada Einstein, hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı gidemeyeceğini ileri sürüyordu. Hızın etkisi atında kalan yalnızca uzunluk ve zaman değil. Kütle de benzer etki altında kalıyordu. Bir cismi hızı ışığınkine yaklaştıkça kütlesi artıyor ve onu itmek zorlaşıyordu. Işık hızında maddenin kütlesinin sonsuz olması gerekirdi. (Enerji Ansiklopedisi, s: 138)Ne kadar büyük olursa olsun hiçbir enerji miktarı onu daha fazla hızlandıramazdı. Bu şimdi gözlemlerle desteklenmektedir.

    Normal hızlarda göreliliğin gösterdiği kütle artması önemsizdir.Ses hızıyla uçan bir jet uçağının kütlesinin artması bile yüzde birin 10.000 milyonda birini geçmez. Bunanla birlikte, ışık hızına yaklaştıkça kütle hızla artar. Işık hızının yüzde 90'ına varılınca kütle iki kattan fazla büyür. Bu etki, büyük atom parçalayıcıların üretiminde önem kazanır. Bu makinelarda parçacıklar bir daire boyunca birçok kere döndürülür. Parçacık,her devirde biraz enerji ve kütle kazanır. Bundan dolayı, itici kuvvetlerin etki süreleri, her devir sırasında gittikçe ve hafifçe ağırlaşan parçacıkların uygun şekilde hareket etmelerini sağlayacak şekilde ayarlanmalıdır.

   Bu noktaya dek Einstein, yalnızca maddenin kütlesiyle kinetik enerjisinin birbirine bağlı olduğunu açıklamıştı. Onları bu sınırlı anlamda eşit farzettikten sonra sonuçta atom devriyle sonuçlanacak cesaretli adımı attı. Kütlenin her türlü görünüşüyle enerjinin eşdeğer olduğunu iddia etti. Buna göre, enerji ve madde evrenin iki farklı yüzü değil, aynı yüzünün sadece iki ayrı tarafıdır. Bu kurama göre, enerjinin artması veya eksilmesi daima kütlenin değişmesine karşıttır. Bir cismi ısıtmak(onu ısı enerjisi ile doldurmak) bile kütlesinin belli belirsiz artmasına neden olur. Einsten'in kuramının yayımlanmasından sonra spekülasyonlar da arttı. Eğer bu kuram doğruysa çevremiz akıl almaz bir servetle doluydu.

     Kütle ve Enerijinin Eşitliği

      Einstein, 1905 yılında, son olarak dördüncü    bir kısa yazı yazdı;ama bu yazının tüm sonuçları 1907 yılına dek geliştirilmedi. Einstein, kütlesi m olan bir parçacığın hareket enerjisinin (E) analiziyle, parçacığın E=m c2 denklemiyle  bulunan bir enerjisi olduğunu gösterdi. Buradaki  c, ışık hızıdır ve sabit bir niceliktir.

Einsteinden önce fizikçiler, enerji ile kütleyi ayrı şeyler olarak düşünüyordu. Bu durum günlük deneyimimizde açıkça görülüyor. Bir taşı kaldırmak için harcadığımız enerjinin taşın kütlesiyle ne ilgisi vardır? Kütle, maddi bir varlık izlenimi verir; ama enerji bu izlenimi vermez.Isı,ışık bu izlenimi vermez. Eski bilgilere göre kütle ve enerji ayrı ayrı korunur görünen niceliklerdi. 19.yy’da fizikçiler enerjinin sakınımı yasasını-enerji ne yaratılabilir ne de yok edilebilir- buldular. Bir taşı kaldırdığımız zaman enerji harcanır; ama kaybolmaz. Taşın, düşürüldüğü zaman serbest kalan bir potansiyel enerjisi vardır. Ayrıca bir de kütlenin korunumu yasası vardı-kütle ne yaratılabilir ne de yok edilebilirdi. Bir taş kırılırsa, parçalarının toplamı kütlesi başlangıçtaki taşın kütlesine eşittir. Enerji ve kütlenin ayırımı ve ayrı sakınım yasaları 1905'te fizikçilerin düşüncelerine yerleşmişti, çünkü muazzam bir deneysel desteğe sahipti.  Einstein’in görüşünün yeniliği,işte böylesi bir temel üzerinde yükseldi.

Einstein, görelilik kuramının önermelerinin, enerji ve kütlenin ayrımı ve ayrı korunum yasaları olması düşüncesinin bırakılması gerektiğini keşfetti. Bu sarsıcı keşif onun E=m.c2 denkleminde özetlenmiş olan şeydir. Basitçe kütle ve enerji, aynı şeyin farklı görünümleridir; çevrenizde gördüğünüz tüm kütle bir çeşit yoğunlaşmış enerjidir. Bu yoğunlaşmış enerjinin küçük bir miktarı bile serbest kalsa, sonuç bir nükleer bombanınki gibi felaket bir patlama olurdu. Nükleer fisyon ve füzyon süreçlerinde muazzam miktarda enerjinin serbest kalması,kütle ile enerjinin eşdeğerliğini açık sbir şekilde ortaya koymaktadır.Şüphesiz, çevremizdeki kütle kendini enerjiye dönüştürmek üzere değildir-bu işin gerçekleşebilmesi için çok özel fiziksel koşullar gerekir. Fakat zamanın başlangıcında evreni yaratan büyük patlama sırasında, kütle ve enerji ve madde yalnızca birbirinden farklı olarak bulunuyor ve bir gün uzak gelecekte, çevremizde gördüğümüz madde tekrar enerjiye dönüşüyor olabilir.

Göreliliğin çok önemli bir sonucu, kütle ile enerjinin eşitliği ve ışık hızının özel sınırlandırıcı karakteridir. E= mc2 formülü maddede saklı muazzam enerjilerin kuramsal bir anlatım yoludur. Bu enerjilerin, sonradan, evrendeki tüm yoğunlaşmış enerjilerin-güneş ve yıldızların enerjisinin, yani ilk nükleer enerji yığınlarının kaynağı olduğu gösterilecekti. Gerçekten de Güneş bizi ısıtırken daha hafifler, hidrojenini yakarak helyum meydana getirir; bu, Promete’nin sonudan ders almamış olan izleyicilerinin, hidrojen bombası biçiminde gökyüzünden yeryüzüne indirdikleri çeşitten bir ateştir. Işık hızının sınırlandırıcı karakteri de aynı ölçüde önemlidir. Einstein, aynı zamanda, bütün hızların göreli olduğunu kanıtlayarak, sürekli atan ivmeye rağmen, hiçbir parçacığın ışığın kritik hızından daha hızlı olarak hareket edemeyeceğini de açıklamış oldu. Çünkü, parçacık bu hıza yaklaştıkça, daha fazla hızlanması giderek güçleşiyordu.

Einstein’in özel görelilik kuramı, deneyler ve gözlemler le saptanmamış ve yalnızca amaca uygun olarak geliştirilen, mutlak uzay, mutlak zaman, esir ve eşzamanlılık gibi kavramların fizikten çıkartılmasına yol açmıştı. Özel görelilik kuramıyla varılan uzunluk kısalması, saat yavaşlaması ve kütle artması gibi sonuçlar önce sağduyuya aykırı buunduysa da daha sonraki araştırmalar bu kuramın geçerliliğini kanıtladı.

Einstein 1907 ve 1911'de özgül ısılar üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarla bir katıdaki tüm molekülllerin özdeş fekansla titreşim yaptığını ve bu titreşimlerin kuantumlu olduğunu varsayarak, düşük sıcaklıklarda özgül ısının sıcaklıkla nasıl değiştiğini açıkladı. 1912'de ise ışık indüklenin bir kimyasal tepkimede yer alan her molekülün tepkimeye yol açan ışınımdan bir kuantum soğurduğunu belirledi.

Einstein Kütle-Enerji İlişkisini nasıl Savundu?

Bu düşünceler, Einstein’in Bern’deki arkadaşlarına garip göründü ve onlar bu fikri reddettiler. Son zamanlarda yayınlanan bir biyografide Peter Michelmore bu tartışmalardan tipik birini şöyle aktarır:

Arkadaşları “Diyorsunuz ki, bir kömür parçasında bütün Prusya süvarilerininkenden fazla enerji var. Bu doğru ise şimdiye kadar neden farkına varılmadı?” diye itiraz ettiler.

Einstein’in yanıtı şöyle oldu: “ Son derece zengin bir adam parasını hiç sarfetmezse, başkalarının onun ne kadar zengin olduğunu, hatta parası olup olmadığını bilmesine olanak yoktur. İşte madde de böyledir. Dışarı vermedikçe enerjisi gözlenemez.”

Peki bu gizli enerjiyi maddeden nasıl çıkarmayı düşünüyorsunuz?”

        Einstein bu soruyu da şöyle yanıtladı:

Bu enerjinin ilerde elde edilebileceğine dair en ufak bir ipucu göremiyorum. Bunun için atomun istediğimiz zaman parçalanması gerekirdi. Atomun parçalanmasına ise ancak doğa bunu yaptığı zaman şahit oluyoruz.”

  Michelmore’a göre, ayrı konuşmada Einstein’e enerji denklemini deneysel çalışmalar sonucu mu bulduğu da soruldu. Senelerden beri laboratuvara girmediğini söyleyince arkadaşları hayretten donakaldılar.

Einstein, kendinden emindi;laboratuvara gerek olmadığını söyledi ve devam etti:

Fizik, gelişme halinde bulunan mantıki bir düşünce sistemidir. Temel yasalar sadece görgü ve denemeyle elde edilemez. Fiziğin ilerlemesi serbestçe icada dayanır. Haklı olduğumda en ufak bir şüphem yok...”

Bütün eleştirilere karşın kuramı doğrulayan gözlemlerin sayısı arttıkça kuram yavaş yavaş kabul görmeye başladı. Madde=enerji eşdeğerliğinin en dramatik doğrulanışı, pozitron adı verilen yeni bir temel parçacığın keşfedildiği 1932 yılında gerçekleşti. Bu yeni parçacık, yüksek enerjili fotonların(kozmik ışınların) incelenmesi sonucunda ortaya çıktı. Bu fotonlar o zamana dek dünyadaki radyoaktif maddelerden çıkan gamma ışınları ve uzaydan gelerek Dünya'ya çarpan kozmik ışınlar olarak iki şekilde incelenmişlerdi. Gamma ışını kaynaklarından çıkanlardan çok daha yüksek enerjili kozmik ışın fotonları, ondan üç sene önce “sis odası” ismiyle anılan bir aygıta,İngiliz fizikçi C.T.R. Wilson  incelemişti. Bu aygıtta, su buharından oluşan sisten geçen parçacıklar, küçücük su damlacıklarından oluşan izler bırakır. Bunların fotoğrafı çekilir. Sis odası bir elektromıknatısın kutupları arasında bulunduğu takdirde, manyetik alan yüklü parçacıkların eğrisel bir yörüngede hareketlerine yol açar. Bunun eğriliğinin eğiminden parçacıkların yükleri hesaplanır.

  1932'de Kaliforniya Üniversitesi fizikçilerinden C.D. Anderson, normal negatif yüklü parçacıkların izinden farklı bir ize rastladı. İzin yoğunluğu, görünüşe göre kurala uymayan bu parçacığın kütlesinin elektron kütlesine eşit olduğunu gösteriyordu. Fakat, eğriliğin ters yöne doğru olması parçacığın pozitif yüklü olduğuna işaret ediyordu. Anderson, bu parçacığa “pozitron” adını verdi.

Olayın açıklaması şöyleydi: kozmik ışın fotonları, kütlesiz elektromanyetik enerji paketleri halinden, kütlesi olan elektron ve pozitron çiftlerine dönüşüyordu. Enerjiden kütleye bu geçiş, tümüyle Einstein’in denklemine uygundu.

Kozmik ışınlarla ilgili olayların daha ileri incelemesinde fotonların bu yok olması olayının tersine de rastlandı. Kütle de enerjiye çevrilebiliyordu. Deneyler serbest pozitron ve elektronların birbirini yok edebileceklerini ortaya koyuyordu. Bunların kütlesi, oluşan fotonların enerjisi haline geliyordu. Dönüşme hangi yöntemle olursa olsun Einstein’in denklemini doğrulamaktaydı.

          Irkçı Bilimciler, Einstein’ i Nasıl Suçlamıştı?..

          "Irkçı" bilimci de olur mu? Evet olur. Hiçbir peygamber, kendi yurdunda rahat etmedi.. Einstein de Almanya’da rahat etmedi. Olayı kuantum kuramının öncülerinden birinden, Heisenberg' den aktarıyorum:

 "1922 yazı benim için düş kırıklığı getiren bir deneyimle sonuçlandı. Hocam Sommerfeld, Leipzig'de doktorların ve doğa bilimcilerin katılacağı ve Einstein' in de "genel olarak görelilik kuramı" hakkında bir konuşma yapacağı konferansa davet etmişti...Görelilik kuramını bizzat bu kuramı oluşturan kişinin ağzından dinleyeceğim için çok sevinçliydim...

 Einsten' in konferansı büyük bir salondaydı. Dört bir yandan küçük kapılarla girilen bir tiyatro salonuna benziyordu. Tam kapıdan içeri girmek istediğim anda genç bir adam beni dürttü- Sonradan öğrendiğime göre Güney Almanya'da tanınmış bir profesörün asistanı ve öğrenicisiymiş- Elinde Einstein' in görelilik kuramı hakkında yazılar bulunan kırmızı bir pusula vardı. Pusulada Einstein' in görelilik kuramının bir spekülasyon ve bu konunun Yahudi gazetelerinin bir abartması olduğu yazılıydı. İlk anda böyle bir pusulanın bu gibi kongrelerde ara sıra ortaya çıkan bir deli saçması olduğunu düşündüm. Ama bana sonra, bu pusuladaki ifadenin, Sommerfeld' in konferanslarında kendisinden sık sık söz ettiği ve deneysel çalışmalarıyla ünlü profesöre ait olduğu bildirildiğinde bütün umutlarım suya düştü. Çünkü en azından bilimin, Münih' te iç savaş sırasında gördüğüm politik düşünce ayrılıklarından uzak tutulması gerektiğine son derece inanmıştım. Ama burada, bilimsel yaşamın karakter olarak zayıf ya da hastalıklı insanlarca kötü politik tutkularla çirkinleştirilmeye çalışıldığına tanık oldum.

El pusulasından sonra Wolfgang'ın bana anlatmış olduğu görelilik kuramı üzerine tüm karşı çıkışları kafamdan sildim ve teorinin doğruluğundan kesinlikle emin oldum. Çünkü Münih iç savaşındaki deneyimlerimden, politik bir yönelmenin bildirilen ya da çaba gösterien hedefe göre değil, onu gerçeğe dönüştürebilecek araçlara göre değerlendirilmesi gerektiğini öğrenmiştim. Kötü bir araç, yazarın kendisinin savunduğu tezdeki kabul ettirme gücüne inanmadığını gösterir. Burada bir fizikçi tarafından görelilik kuramına yöneltilen araç o kadar kötü ve subjektifdi ki, bu karşıt görüşlü fizikçi çok açık olarak artık,görelilik kuramının bilimsel kanıtlarla çürütülebileceğine inanmıyordu. Bu düş kırıklığından sonra Einstein’in konferansını hakkıyla dinleyemedim. Ve oturum bitince Sommerfeld’in aracılığıyla Einstein'le tanışmak için hiçbir çaba göstermeden sıkıntılı bir şekilde otelime döndüm.Odama çıktığımda,bu arada,sırt çantamın,çamaşırlarımın,ufak tefek eşyalarımın ve öteki elbisemin çalınmış olduğunu gördüm. Bereket versin ki dönüş biletim hala cebimdeydi. İstasyona gitim ve Münih'e kalkan ilk trene bindim... Münih'te ailemi bulamadım ve şehrin güneyindeki ormanlık bölgede yer alan Forrstenrieder parkında oduncu olarak iş aradım. Orada Fichtenwald'ı kabuk böcekleri istila etmişti ve pek çok ağaç kesilmek,kabukları da yakılmak zorunda kalmıştı. Parasal açığımı kapayabilecek kadar kazandığımda yeniden fiziğe geri döndüm. Geçmişe karışmış tatsız olayları yeniden günışğına çıkarmak için değil,daha sonra Niels Bohr'la olan konuşmalarımızda benim bilimle politika arasındaki davranış tarzımda önemli bir rol oynayan bu oluntu hakkında size bilgi verilmeliydi...

Münih'te Yahudi aleyhtarı belirli gruplar rol oynuyor."Son savaşta yenilgiyi bir türlü hazmedemeyen eski subaylarla birleştiler. Ama aslında biz bu grupları fazla ciddiye almıyoruz. Sadece kin duygusuyla hareket ederek akılcı politika yapılamaz. Ama en kötüsü,böylesine saçmalıkları arkadan arkaya destekleyen iyi bilim adamlarının olması."

Bundan sonra Leipzig'de yapılan ve görelilik kuramına politik yoldan karşı çıkan doğa bilimcileri bir araya getiren konferansı anlattım. Biz o zamanlar önemsiz gibi görünen politik kargaşanın daha sonra ne gibi korkunç sonuçlara gebe olduğunu sezememiştik...

Bohr ile Heisenberg

Bohr, akılsız yaşlı subaylar ve görelilik kuramına karşı çıkan fizikçilerle ilgili şu düşünceleri dile getirdi:

"Bakınız bu noktada ben İngiliz zihniyeti (centilmenlik, başkalarının düşüncelerine ve çıkarlarına saygı gösterme,hukuka verilen üstün önem)nin birkaç açıdan Prusya zihniyetinden üstün olduğunu açıkça görüyorum. İngiltere'de şerefiyle yenilmek bir kahramanlık olarak görülür. Prusyalılar'da ise yenilmek utanç verici bir şeydir. Onlarda yenen için yenilen karşısında alicenap olmak bir şereftir. Bu övgüye layıktır. Ama İngiltere'de yenilen taraf yenilgisini kabul ettiği ve kendini acındırmadan buna katlandığı sürece,yenen karşısında yücelir ve bu da ona şeref kazandırır. Bu her halde yenen tarafın alicenaplık göstermesinden daha zordur. Ama böylesine bir davranışı,hislerine kapılmayarak,kendine hakim olarak gösterebilen mağlup,böylelikle galip katına yükselir. Özgür insanların yanında özgür bir insan olarak kalır. Benim tekrar eski Vikinglerden bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Belki bunu çok romantik buluyorsunuzdur. Ama bu bana sizin düşündüğünüzden de ciddi geliyor."

"Aksine bunun ciddiyetini tamamıyla kavramış bulunuyorum" diyerek Bohr'un söylediklerini onayladım....

Bohr, bu arada savaştan sonra kısa bir süre için Kramers'le buraya geldiklerini söyledi.

(W. Heisenberg, Parça ve Bütün'den)

Kaynakça:

1. Baiser, Çağdaş Fiziğin Kavramları (1995), Çeviren: Gülsen Önengüt,  Akademi Yayınları, Istanbul 1997)

2. Einstein,Albert; İzafiyet Teorisi(1916), Çeviren: Gülen Aktaş,Say Yayınları,İstanbul 2001

3. Landau, Lev-Roumer,Yuri;Görelilik Kuramı, Çeviren: S.Gemici, Say Yayınları,İstanbul 1996

4. Vasilyev, M.-Stanyukoviç,K.; Madde ve İnsan, Çeviren: Ferit Pehlivan, Onur Yayınları 1989)

5. Heisenberg,Werner; Parça ve Bütün(1969), Çeviren: Ayşe Atalay,Düzlem Yayınları 1990

6. Serway,Raymond A.,Fen ve Mühendislik İçin Fizik(1992),Çeviri Editörü:Kemal Çolakoğlu, Palme Yayıncılık(1996)

 

Genel Görelilik Kuramı

  "Yirminci yüzyılda evren görüşümüzün tamamen değiştiğini biliyorsunuz. Evrenin tüm olarak davranışı,artık,bilimin bir araştırma konusu,gözlem konusu haline getirmiştir. Evrenin,böyle bir global,toplu davranışı olduğunun temel örneklerinden bir tanesi,uzak yıldız gruplarının uzak galaksilerin ortak bir hareket içinde olmaları,ortak bir kaçış göstermeleri."

M. Ali Alpar (TÜBA Asli Üyesi)

"İnsanları çoğu kez düşündüren bir sorun var. Evrendeki uzak galaksiler bizden uzaklaşıyorsa,bunun anlamı,bizim çok özel merkezi bir yerde duruyor olmamız mıdır? hayır,değil. Evrenin neresinde konumlanmış olursak olalım galaksiler yine aynı uzaklaşma eğiliminde olacaklardı. Genleşme, büyük ölçüde düzgündür ve uzayda hiçbir özel konum,öteki bir konuma yeğlenmez."

Roger Penrose

Einstein'ın genel görelilik kuramının altındaki yönlendirici ilke,mutlak boş uzayın fiziksel bir olay olarak anlamsızlığına olan inancıdır. Zaman zaman dediği gibi "Uzay,bir şey değildir".Uzay ve zaman yalnızca cetveller ve saatlerle anlamlıdır.

Jeremy Bernstein

Genel göreliliğin bir çok vargıları,bilimsel deney ve gözlemlerle parlak bir şekilde doğrulanmaktadır .

M.Vasilyev&K.Stanyukoviç

 

Genel görelilik yanlışlanmadı. Tam tersine onu destekleyen kanıtlar birikti ve gökbilimcilerin ona olan ilgisi de arttı. Ben sizin de ilginizi çekebilmek için "genel görelilik yanlışlandı mı?"diye sordum. Aşağıdaki sorular ilginizin boşa olmadığını size gösterecek,bundan eminim.

Genel Görelilik, neden 1960'lara dek pek ilgi görmedi? Albert Einstein(1879-1955) ,genel göreliliği öne sürerken herhangi bir gözlemsel veriye dayandı mı? Genel görelilik,yalnız makrokozmosa ilişkin bir kuram mıdır?  Einstein,genel görelilik denklemlerini bulduktan sonra,kuramının sınanması için hangi testleri önerdi?  Bu testler doğru çıkmış mıdır? Genel görelilik, kuantum kuramının belirsizlik ilkesini kapsar mı? Genel görelilik ile kuantum kuramlarını uzlaştırma çabaları sonuçlandı mı? Einstein, Bohr'la yaptığı tartışmalardan birinde" Siz, zar atan bir tanrıya, bense gerçek nesneler olarak var olan şeyler dünyasındaki yetkin yasalara inanıyorum.” " derken ne anlatmak istiyordu? Hangi dahi, "Tanrı zar atar,o uslanmaz bir kumarbazdır" dedi?  Evrenimiz genişliyor,bunu nasıl açıklayacağız?

Leopold Infeld, Einstein'le birlikte çalışmış ve Fiziğin Evrimi (Onur yayınları) adlı kitabı yine onunla birlikte yazmış bilimcilerden biridir. Bir gün Enstein'a şöyle der:"  Sanıyorum ki, siz çıkıp ortaya atmasaydınız bile özel görelilik kuramı çok geçmeden bulunacaktı. Zaman olgunlaşmıştı onun için." Bu görüşe Einstein'ın yanıtı şöyle olur: "Evet,dediğinize katılıyorum;ama bu,genel görelilik için doğru değildir". Bu yanıt Einstein'ın ikinci devriminin rolünü çok açık göstermektedir. Özel göreliliği belki bir başka bilimci bulabilirdi;ama genel görelilik ancak Einstein gibi bir deha sahibinin ürünü olabilirdi. Çok kere bilimsel buluşlar için "o bulmasaydı,bir başkası bulacaktı" denmesi,işi biraz hafife almaktır.  Genel görelilik bir dahi vuruşuydu! Genel görelilik denklemlerinin ve öngörülerinin yaşıyor olması bile bunun başlıbaşına kanıtıdır. Einstein, kahramanların tarihteki rolüne iyi bir örnek oluşturuyor!

Bilindiği gibi özel görelilik, hiçbir işaretin, hiçbir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağı ilkesi üzerine kuruludur. Işık, Dünya’dan Ay’a gitmek için 1 saniye, Güneş’ten Dünya’ya gelmek için 8 dakika, bir galaksiden bir diğerine gitmek için milyonlarca yıl harcar. Böyle olunca Newton’un kullandığı ve uzaklığa bağlı olmayan yerçekimi kuvveti nedir? Dünya’nın Ay üzerinde yaptığı etki, olabildiği kadar hızlı, yani ışık kadar hızlı yol alabiliyorsa, kuvveti belirleyen uzaklık, etkinin çıkış anında Dünya'yı Ay’dan ayıran uzaklık mıdır, yoksa etkinin Ay’a varış anındaki uzaklık mıdır? Her şey bir yana bu etki nedir?

 Albert Einstein   kütle ve enerjinin,uzay-zamanı,belirlenmesi gereken bir şekilde bükeceğini düşünüyordu. Newton'un başına düşen elma veya gezgen gibi nesneler,uzay-zamanı boyunca düz doğrular boyunca ilerlemeye çalışacak;ancak uzay-zaman eğri olduğu için,yolları bir çekim alanı tarafından bükülmüş gibi görünecekti.

Einstein,arkadaşı Marcel Grossmann'ın yardımıyla,daha önce Georg Friedrich Riemann tarafından geliştirilen bükülmüş uzay ve yüzeyler kuramı üzerinde çalıştı. Riemann sadece uzayın eğri olduğu düşünüyordu. Einstein ise eğri olanın,uzay-zaman olduğunu kavradı. Einstein ve Grossmann 1913'te,kütle çekim kuvvetlerinin,uzay-zaman eğriliğinin sadece bir ifadesi olduğunu ileri süren ortak bir makale yazdılar.

Ne var ki Einstein'ın yaptığı bir hata yüzünden(ki o da insandır ve yanılabilir) uzay-zaman eğriliği ile kütle ve onun içerisindeki enerji arasında ilişki kuran eşitlikleri bulamadılar. Einstein,nihayet Kasım 1915'te,doğru eşitlikleri buluncaya kadar,ev hayatı ile ilgili konulardan ve savaştan büyük ölçüde etkilenmeksizin,Berlin'de bu problem üzerinde çalışmayı sürdürdü. 1915 yazında Göttingen Üniversitesi'ne yaptığı bir ziyaret sırasında,düşüncelerini matematikçi David Hilbert ile tartıştı ve aynı eşitlikleri bağımsız olarak Einstein'dan birkaç gün önce buldu. Yine de Hilbert'in kabul ettiği gibi,bu yeni kuramın şerefi Einstein'a aitti. Kütle çekimini uzay-zaman bükülmesi ile ilişkilendirmek onun fikriydi. Savaş döneminde bile,bu tür bilimsel tartışma ve fikir alışverişlerinin aksamadan sürmesi,o dönemin uygar Almanya'sı için bir övünç kaynağıdır. Bu durum, yirmi yıl sonraki Nazi dönemi ile büyük bir çelişkiydi. Kütle çekimini kapsamayan özel görelilik kuramından ayırt edilmesi için bükülmüş uzay-zamanla ilgili yeni kurama "genel görelilik" adı verildi.

Genel görelilik kuramı, bütün başvuru sistemleri(koordinat sistemleri) için geçerli fiziksel yasalar formülleştirme kuramıdır. Kuramın başlıca problemi, gravitasyon yani kütle çekimidir. Einstein, gravitasyon sorununu çözümlemekle işe başlamadı; ama dinamiğin ilkelerini daha da derinleştirdi. Anımsanacaktır ki özel görelilik kurulurken, ışığın hızının, birbirlerine göre düzgün bir hareketle yer değiştiren bir gözlemciler takımı için aynı olduğu kabul edilmişti. Gözlemcinin hareketindeki herhangi bir ivme, önsel olarak, onun evreni tanıma ve anlama biçimine etki yapabilir. Bu ivme, acaba nasıl işe karışacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için, yalnızca mantığa dayanmak gerekir. Çünkü bu türlü etkileri deneysel biçimde açığa çıkarmak çok güçtür. Burada da Einstein, soruna, en yalın ve en kestirme yönünden girişti. Sonsuz sayıda olanaklar içinde bir ivmenin etkisinin ne olabileceğini araştıracak yerde o, asıl ivme yokluğunun nasıl belirtilebileceğini aramaya yöneldi.

Genel Göreliliğin Ayağa Kalkışı

Genel görelilik,1960-1980 arasında bir yeniden doğuş (rönesans) yaşadı. Bu yıllara kadar fiziğin asıl akışından ayrı, steril, formal bir konu oldu. Genel göreliliğin denenmesinin çok zor olduğu düşünüldü,öğrenilmesinin ve anlaşılmasının çok zor olduğuna inanıldı.1962'de Thomas Kuhn,Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde genel görelilikle ilgili bakın ne yazıyor: "Bugün bile Einstein'in genel kuramı insanları başlıca estetik ilkeler sayesinde kendine çekebilmektedir ve öyle sanıyoruz ki bu, matematikçiler dışında çok az kişinin algılayabildiği bir çekiciliktir."

Thomas Kuhn,bu düşüncelerini yazdığı sırada(1962'de),belki saptaması doğruydu;ama bu düşünceler 1990'lardan sonra değişmiştir. Çünkü genel görelilik,bilimin çeşitli dallarınca ayağa kaldırılmıştır. Bu kuram artık çok çekici konumlara yükselmiştir. Birden hem astrofizikçilerin hem de parçacık fizikçilerinin ilgi alanına girmiştir.

Prof.Clifford M. Vill (Washington Üniversitesi, Mc Donnell Uzay Bilimleri merkezi-Serway, Fizik) genel göreliliğin bu yeniden doğuşunun (rönesansının) en dikkate değer ve önemli görünümlerinden birinin "deney ve gözlemin kuramsal ilerlemeleri motive etmesi ve tamamlaması" olduğunu belirtiyor. Gerçekten 1960'lara dek biriken denel olgular, kuramın birden canlanmasını sağladı. Bunları aşağıda açıklayacağım. Ama şunu belirtmek gerek Einsten, 1915 yılı sonlarında genel görelilik denklemlerini türetirken herhangi bir gözlem sonucuna dayanmıyordu. Yani kendisini motive eden bir denel destek söz konusu değildi. Onun amacı, özel görelilik kuramını eşdeğerlik ilkesiyle birleştiren şık bir çekim kuramı oluşturmaktı. İşte bu özelliğiyle Einstein, bilim tarihinde gerçek bir devrim yarattı.

Einstein, "evrenin en anlaşılmaz özelliği, anlaşılabilir olmasıdır" demişti. Bununla birlikte, meslekten olmayanlar için, evreni onun kadar hiç kimse zorlaştırmadı. Anladım dediğiniz bir anda yeni bir anlama sorusu bizi bekliyordu. Zaman genişler, uzunluklar kısalır, evrenin maddesi patlar ve kaybolur. Deneyime ve sağduyuya hepten güven kalmaz. Evren, matematikçinin evreni olmaya yüz tutar. Ama bu büyük dehanın her öngörüsü,deneylerin sınavından başarıyla geçmiş bulunuyor. Einstein, aslında 1905 yılından bu yana başımızı döndürüyor. Kimimiz farkında belki;ama büyük çoğunluğumuz farkında bile değil! "İşte orada" diyordu Einstein ve ekliyordu:

" Bu muazzam alem vardı ve karşımızda bizim varlığımıza tabi olmaksızın büyük ve ebedi bir bilmece gibi duruyordu. Bu alemin temaşası, bana bir kurtuluş yolu gibi görünüyordu. "

 Einstein'in Eşdeğerlik İlkesi

Genel göreliliğin temelleri, Galile ve Newton'un eşdeğerlik ilkesine kadar geri gider. Newton'un görüşüne göre eşdeğerlik ilkesi şöyle anlatılabilir:" Tüm cisimler,kütleleri ve bileşimleri ne olursa olsun,bir kütle çekim alanında aynı oranda ivmelenir."  Bu eşdeğerlik, yaklaşık 100 yıl önce Macar fizikçi Baron Lorand von Eötvös tarafından yapılan klasik deneylerle ve Princeton ve Moskova Devlet Üniversiteleri'nde yapılan deneylerle yıllar boyunca tekrar tekrar doğrulandı. Bu testlerin doğruluğu yüz milyarda birden daha iyidir. Albert Einstein,serbest düşen bir laboratuvarın içindeki bir gözlemciye göre,bu eşdeğerliğin bir sonucu olarak,yalnızca cisimlerin sanki kütle çekimi yokmuş gibi yüzmeleri gerektiğini değil,aynı zamanda elektromanyetizma ve kuantum mekaniği gibi gravitasyonal olmayan olayların tüm yasalarının da sanki kütle çekimi gerçekten yokmuş gibi davranmaları gerektiğini kabul etti. Bu düşünce şimdi Einstein'in eşdeğerlik ilkesi olarak bilinir ve değişim içerdiği için bir anahtar  adımdır:  yeryüzündeki bir laboratuvar gibi kütle çekiminin bulunmadığı bir referans çerçevesinde,kütle çekiminin fizik yasalarına etkisi,yasaları serbest düşen bir çerçeveden laboratuvar çerçevesine basitçe, matematiksel olarak dönüştürmekle elde edilebilir. Diferansiyel geometri olarak bilinen matematik dalına göre bu, uzay-zamanın kavisli olduğunu söylemekle aynı şeydir. Böylece, kütle çekiminin etkisi,kavisli uzay-zamanda bulunmasının etkisinden ayırt edilemez.

Özel görelilik kuramını açıklamak için kullandığımız tren yerine Dünya'dan uzakta bir uzay gemisinde olduğumuzu varsayalım. Roket motorları çalıştırıldığı zaman, uzay gemisi hareket etmeye başlar,önce yavaş sonra daha hızlı ve daha hızlı hareket eder. Hız artmakta olduğu için, bu bir ivmeli harekettir. Yani uzay gemisinin hareketi düzgün doğrusal hareket değildir.    Uzay gemisi içinde bu hızlanma olayını bir kuvvetin bizi tabana doğru çekişi şeklinde hissederiz. Roket motoru gemiyi hızlandırdığı sürece bu kuvveti hissetmeye devam ederiz.

 Uzay gemisinin hızlanışı nedeniyle oluştuğunu bildiğimiz bu kuvvetin kütlesel çekimden ayırt edilemeyeceğine dikkat edilmelidir. Hızlanmakta olan uzay gemisi içinde farklı kütlede taşlar düşürürsek, bunlar tabana aynı hızla düşecektir- tıpkı bu işi Dünya'da yaptığımız zaman olacağı gibi. Taşları bıraktığımız anda, uzay gemisi tarafından hızlandırılmaları durumu sona erer-serbest düşme durumundadırlar- ve biz onlarla temas kurmakta acele eden şeyin uzay gemisinin tabanı olduğunu düşünebiliriz.

Bu olay genel görelilik kuramının ilk ana fikrini-ivmeli bir hareketle kütlesel çekim etkisini ayırt etmenin mümkün olmadığını- açıklar. Yıldızlar ve gezegenler arası boşlukta, bir uzay gemisi içinde yolculuk yaptığımızı bilmezsek, hissettiğimiz “kütlesel çekim” etkisinin tüm geminin hızlanan hareketinden ileri geldiğini belirleyemeyiz. Hızlanma gibi ivmeli bir hareketi, kütlesel çekimden fiziksel olarak ayırt edemeyişimiz gerçeği fiziksel eşdeğerlilik -tek biçimli olmayan hareket ile kütlesel çekimin eşdeğerliliği-olarak bilinir.

Genişleyen Evren
Einstein, genel görelilik kuramını evrenin bütününe uygulayarak sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurdu ve bununu matematiksel yapısını geliştirdi. Ama 1929'da ABD’li astronom Edwin Powell Hubble gerçekleştirdiği gözlemlerle uzak gökadalarının ışığının kırmızıya kaydığını, buradan kalkarak da bunların Dünya’dan uzaklaştığını ortaya koydu. Böylece, genişleyen evren modeli Einsitein’in durağan modelini geçersiz kıldı.
 

 Einstein tüm bunların uyum içinde olduğunu gördüğü zaman, yaratıcı anı ‘yaşamımın en mutlu düşüncesi’ dediği şeyi kaydetti:


[“1907 yılında Radyoaktivite ve Elektronik yıllığı için özel görecelik kuramı üzerinde çalışırken, Newton’un kütlesel çekim kuramını özel görecelik kuramına uyacak şekilde değiştirmeye çalıştım. Bu doğrultudaki girişimler bu işi yapma olasılığını gösteriyordu, fakat, fiziksel bir temel olmadan önermeyle desteklenmeleri gerektiği için, beni tatmin etmiyorlardı. O noktada bende, aşağıdaki şekilde, yaşamımın en mutlu düşüncesi uyandı:tıpkı bir elektromanyetik indüksiyonda bir elektrik alanının üretilişi gibi kütlesel çekim alanı da benzer bir göreceli varlığa sahiptir. Böylece bir evin çatısından serbest düşme durumunda bir gözlemci için, düşüşü sırasında hiçbir kütlesel çekim alanı- en azından hemen yakınında-yoktur... Eğer gözlemci bazı nesneleri bırakırsa, bu nesneler, kimyasal veya fiziksel yapılarından bağımsız olarak, kendine göre, hareketsiz veya tek biçimli bir hareket durumunda kalacaktır.(Bu değerlendirmede, havanın direnci ihmal edilmelidir.) Bu nedenle gözlemci, kendi konumunu ‘hareketsizlik’ olarak nitelemede haklı olacaktır.


Aynı yerçekimi alanında tüm nesnelerin aynı hızlandırma ile düşeceklerini belirten son derece ilginç deneysel yasa, bu değerlendirmenin ardından derin bir fiziksel anlam kazandı. Çünkü bir kütlesel çekim alanında diğerlerinden farklı şekilde düşen bir nesne bile olsa,gözlemci o nesne kanalıyla,onun içine düşmekte olduğunu ayırt edecektir. Fakat böyle bir şey mevcut değilse- deneyimin büyük bir kesinlikle doğruladığı gibi- gözlemci, kendinin bir kütlesel çekim alanı içinde düşmekte olduğunu düşünme konusunda herhangi bir nesnel nedene sahip olmayacaktır. Tersine, kendi durumunu, hareketsizlik ve çevresinin durumunu,alansız olarak (kütlesel çekime göre) düşünmekte haklı olacaktır. Bu nedenle,  deneyimden bilinen, serbest düşmedeki hızlanmanın maddeden bağımsız olduğu gerçeği,görecelik önermesinin birbirine göre tek biçimli olmayan şekilde hareket etmekte olan koordinat sistemlerine uzatılması gerektiği konusunda güçlü bir nedendir.”]


Einstein kütlesel çekim etkisinin tek biçimli olmayan bir harekete eşdeğer olduğunu anladı. Yeryüzünde durarak,yerçekiminin bizi toprağa çektiğini hissederiz. Bir taşı düşürürsek düşer. Şimdi, çatıdan düşüşümüz sırasında bir taş düşürürsek, taş bizim önümüzde yüzer. Bu durum hızlanmakta olmayan bir uzay gemisinde bulunmaya benzer-serbest düşme durumunda oluruz, kütlesel çekim yoktur. Roket motorları kapatılıp hızlanma durduğu zaman, astronotlar kütlesel çekimi olmayan bir ortamda olduklarını hissederler.


Hızlanan uzay gemisi içinde odamızda, bir taş düşürürsek, yukarıya doğru hızlanan şeyin taban olduğunu fark edebiliriz. Yeryüzünde, yaşadığımız yer çekimi etkisinin zeminin yukarı doğru hızlanmasına eşdeğer olduğu açık değildir. Fakat eşdeğerdir-yer çekimi kesin olarak tek biçimli olmayan harekete eşdeğerdir.
Genel görelilik kuramında,Einstein, tek biçimli olmayan şekilde hareket etmekte olan iki gözlemci (örneğin bir gözlemci hızlanan bir uzay gemisinde, diğeri yer çekimi olmayan uzayda yüzer durumda) tarafından yapılan uzay ve zaman ölçümleriyle ilgili yasaları bulmuştur. Bu yasaların değerlendirilmesi Enistein’ı, eğri uzayın geometrisi olan matematiksel Riemann Geometrisi disiplinine-eğri uzayın geometrisine- götürdü.


Burada Einstein, matematikçi bir dostu ve eski sınıf arkadaşı olan Marcel Grosmasman ’ın yardımını istedi. Ancak Einstein,görelilik ilkesini genellemek için bu matematik araştırmaları yapmadan önce bile sonucu sezmişti. O, “Riemann’ın eserini ilk olarak, genel görelilik kuramının temel ilkesinin açıkça kavranmış olduğu bir zamanda öğrendim” diyordu. Genel göreliliğin yaratılışı bir fizikçinin, sezgilerini ifade etmek için doğru dili bulmak üzere mevcut bir matematik disiplinine dönüşünün bir örneğini sunmaktadır


 Bilim adamı deneyim ve deneylerin dünyası ile işine başlar. Fiziksel sezgiden başka bir şey olmayan bir temelde, deneyimden bir mutlak önermenin soyutlamasına geçer-tıpkı Einstein’ın eşdeğerlilik ilkesinin, kütlesel çekimin geometri olduğu anlamına geldiğini kavraması gibi. Einstein bu kavramsal sıçramayı, herhangi bir deneyin onu kontrol edebileceği yerin çok ötesinde ve herhangi bir destekleyici kanıta sahip olmadan önce yapmıştı. Böyle bir kanıt nasıl olabilirdi? Hiçbir fizikçi kütlesel çekimin geometriyle ilişkisini hiç düşünmemişti bile. Bir sonraki adım, önermeyi, deneysel olarak kontrol edilebilen özel kuramsal sonuçlar çıkarmak üzere kullanmaktı. Genel görecelik kuramı açısından bu sonuçlar, Merkür’ün yörüngesindeki kayma gibi kestirimlerdir. Herhangi bir deney, kuramsal sonuçların yanlış olduğunu gösterirse, bu aynı zamanda, bu sonuçların dayandığı önermenin de yıkılışını getirir. Mutlak önermenin, sonucun yanlışlığının bulunmasından zarar görebilmesi, pozitivist yöntemin bir parçasıdır.


Fakat, Einstein’ın yönteminde merkezi durumda olan kuvvetli bir antipozitivist unsur, ilk yere mutlak önermeyi koyan deneyimden sezgisel bir sıçramadır. Teorisyen, mutlak önermeyi rasyonel olarak deneyimden çıkaramaz; çünkü o deneyimi aşar. Yalnızca sezgi, ilham olarak gelen bir tahmin önermeyi icat edebilir. Bu Einstein’ın “Bir teorinin yaratılışı için, yalnızca kaydedilmiş fenomenler topluluğu hiçbir zaman yeterli değildir-her zaman maddenin kalbine hücum eden, insan zihninin özgür bir buluşu eklenmiş olmalıdır” derken kastettiği şeydir. Fizikte çok miktarda yaratıcı çalışma, sezgiyi ilk adım olarak alan bu yöntemle ilerler, bu bilimsel yaratıcılığın rasyonel olmayan ama doğrulabilir bir yönüdür.


Birinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda, Einstein’ın ünü arttı ve dünya çapında ünlü oldu. Düşünebildiğim kadarıyla, böyle dikkat çeken başka bir tek kişi vardı, o da ahlaki bir önder olarak ilgi toplayan, ünlü bir kişi oluşunu Hindistan’ın sömürgecilikten kurtulmasına önderlik etme aracı olarak kullanan Gandhi idi.  Gandi için şöyle diyor: "Hiçbir dış yönetim tarafından desteklenmemiş bir halk lideri: Başarısı kabiliyete ve teknik aletlerin gücüne dayanmayan,sadece kişiliğinin ikna etme gücünden doğan bir politikacı;kuvvet kullanımını her zaman küçümsemiş olan zafer dolu bir savaşçı;amaç ve şaşmaz kararlılık ile donanmış bilge ve alçak gönüllü bir insan: Bütün gücünü halkının yücelmesine ve geleceklerinin güzelleşmesine adamış bir kişi; sadece insan olarak Avrupa'nın eziyetlerine karşı gelmiş ve her zaman zafer kazanmış bir insan.Gelecek nesiller böyle bir kişinin yaşayıp,bu dünya üzerinden geçtiğine belki de inanmayacaklar"

 

 Einstein hiçbir zaman ünlü bir kişi olmak istemedi-yine de öyle olunca, ününü inandığı şeyleri geliştirmek için kullandı. Bu Einstein olayı nasıl açıklanabilir?


Burada etki olan çeşitli faktörler vardır: İlki okur yazarlığın artışıyla bağlantılı olarak radyo ve kitlesel dolaşımı olan gazetelerin çıkışıydı. İkinci olarak, Avrupa savaş nedeniyle yorgun ve harap düşmüştü, özellikle Almanya’nın yenilgiden bir şeyler kurtarması gerekiyordu. Halkın ilgisi politik dünyadan çok uzak görünen ve Almanlara kendi büyük bilimsel kültürlerini hatırlatan Einstein’a ve başarılarına döndü. Savaş sırasında, Einstein, her zamanki gibi kendi yolundan gitti. Bu tavrın hıyanete eş sayıldığı bir zamanda o bir barışseverdi (pasifistti). Pek çok Alman Yahudisi kendi kimliklerini gizleyip assimile olurken, O Yahudi olmakla övünüyordu. Bunlar popüler olmayan özeliklerdi; ama Einstein’ın ilkeli adamların nadir bulunduğu bir zamanda kamuoyunda ilkeli adam olarak tanınmasını sağladı. Son olarak Avrupa'da o yıllar ideolojik tartışma ve çelişki yılları idi. Rusya’da 1917 devriminin sonucu olan bir iç savaş vardı. Her yerde faşizm yükselmekteydi. Sosyal ve dini filozoflar, doğanın açığa çıkışında bir sonraki adım olduğu açık hale gelmiş olan Einstein’ın yeni teorilerinde kendi görüşleri için destek aradılar. V. Fock ’un önderlik ettiği Sovyet fizikçileri, göreceliği, idealizmin saldırılarına karşı savunmayı ve onun, Sovyet devletinin ideolojik temeli olan Lenin’in materyalizmi ile sıkı bir uyum içinde olduğunu belirtmeyi gerekli gördüler. İngiltere ve Amerika'da bazı bilim adamları, Einstein’in görelilik kuramının, insanın ahlaki değerlerinin sosyal ve kültürel ortamlarına göre, göreli olarak değiştiğini savunan bir felsefe olan, ahlaki veya kültürel görelilik ile hiçbir ilişkisi bulunmadığında ısrar ettiler. O zamanlar bu felsefe üniversitelerde popüler idi ve geleneksel dinleri tehdit ediyordu. Kendisi bir kveykır (bir mezhep) olan Arthur Eddington, dindar insanları evrende Tanrı ve Ruh için hala bir yer bulunduğu konusunda temin ediyordu. Bu gelişmeler karşısında, Einstein kendisi, on yirmi yaş arası yıllarında formüle edilmiş olan kozmik felsefesini, evrenin insanoğlu ve onun problemlerine karşı kayıtsız (Kozmik Kod 1 s:53) olduğunu yineledi. Fakat ahlaki sorunların insanın varlığı için son derece önemli olduğunu ve insanlığın kendi kurtuluşu için bir ahlaki düzen yaratması gerektiğini belirtti.
Einstein’in ünü büyürken ve evren konusundaki görüşü kamu oyunun bildiği bir şey haline gelirken bile, fiziğin kendisi büyük adımlarla ilerliyordu. 1920'lerde, atomik fenomenlerin kuantum kuramı yaratıldı.

Einstein bunun, yanlış olduğu için değil( deneyler konusunda aynı görüşte idi), onun fiziksel gerçeklik konusunda tam olmayan bir tanım verdiğini hissettiği ve dünyanın nesnelliği ve determinizmini reddettiği için, reddetti. Niels Bohr ile büyük tartışmaları başladı(Bu konu, Einstein ve Kuantum Kuramı başlıklı dosyamızda bulunmaktadır). 1920'lerin sonlarında ve 1930'larda, yen kuantum kuramını kabul eden ve büyük başarıyla uygulayan yeni bir fizikçiler nesli ortaya çıktı. Kimyasal bağlar kuramı keşfedildi, yeni kuantum kuramı kimyanın temellerini açıkladı. Yeni kuantum kuramından katı halli maddeler, metaller, elektriksel iletkenlik ve manyetizma kuramları geliştirildi. Nükleer fizik başladı. Einstein’in bu gelişmelerle çok az ilgisi oldu. 1926'dan sonra fizik yan işi oldu. Aslında Einstein, yeni kuantum kuramının yeterince radikal olmadığını düşünüyordu. Einstein, kuantum kuramının bir birleşik alan kuramının-elektriksel, manyetik ve kütlesel çekim alanlarını birleştiren ve genel göreliliğin ötesine geçen bir kuram- sonucu olabileceğini düşünüyordu.1938'de Einstein “şimdi yirmi yıldan fazla bir süre, bu temel elektrik sorunu ile mücadele etmiş bulunuyorum ve onu bırakamamakla birlikte cesaretim oldukça kırıldı” dedi. Elektrik ve kütlesel çekimi birleştirmeyi başaramamışsa da doğadaki tüm kuvvetleri birleştirmeye çalışmanın önemini vurgulayan ilk fizikçilerden biriydi. Bu konu, fiziğin ancak son yıllarda üzerinde büyük ilerleme sağlamış olduğu amaçlardan biri idi. Tüm çalışması içinde, genel görecelik dışında, yaptığı her şeyin onsuz keşfedilmiş olabileceğini düşünüyordu. Bu onun yaratıcılığının ve bir bilim olarak klasik fiziğin tacı idi. Fakat, en azından gelecek yarım yüzyıl için, fizikte ilerlemeye giden yol, başka bir yerde buluyordu.
 

 Albert Einstein çalışmalarının asıl ağırlığını, görelilik kuramını daha genel bir çerçeveye yerleştirme çabası üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu amaca yönelik olarak, gözlemcilerin birbirlerine göre sabit değil, değişen hızlarda yani ivmeli olarak hareket ettikleri durumda ortaya çıkan olayları araştırmaya girişti ve elde ettiği kuramsal bulguları 1916'da Annalen der Physik ’te Genel Görelilik Kuramının Temelleri başlıklı makalesinde yayımladı. Bu kurama göre uzaydaki herhangi bir noktada kütle çekimi ile hızlanma hareketinin etkileri eşdeğerdir ve birbirinden ayırt edilmez. Bu hipotez, kütle çekiminin bir kuvvet değil, uzay-zaman sürecinde, bir kütlenin etkisiyle oluşan eğrilmiş bir alan olduğunu öngörür. Bu nedenle, büyük kütlelerin yakınından geçen kuantumlu ışık ışınlarının doğrultusunda bir sapmaya ortaya çıkar. Genel görelilik kuramı yalnızca Newton fiziğinden değil Öklitçi geometriden de kopuşu simgeliyordu ve dört boyutlu uzay-zaman yerine “eğri” bir zay zaman tanımını getiriyordu. Genel görelilik, özel görelilikten daha devrimci bir kuramdı. Çünkü herhangi bir kuramsal geçmişi bulunmuyordu. Genel görelilik kuramının en önemli yanı, kütlesel çekim kavramının, bir kuvvet kavramı olmaktan çıkarılmasıydı. Einstein, gerçekte kütlesel çekim kuvveti diye bir şey olmadığını söyledi. kütlesel çekim olarak düşündüğümüz kuvvetin yerine evrenin geometrisi (Riemann’ın geliştirdiği eğri geometri) sorumluydu artık. Einstein eğri uzayı, bir uzay-zaman süreklisi olarak adlandırdı. Uzay-zaman süreklisi bir ölçüde trampoline benziyordu. Trampolin (üzerinde akrobosi hareteleri yapılan gergin bez ya da ağ) üzerine bir gülle koyarsanız sonuçta büyük bir çukur oluşur. Bir portakal ise daha küçük bir çukur yaratacak ve daha derin çukura doğru yuvarlanma eğiliminde olacaktır. Yıldızlar ve gezgenler de uzayda, topların trampolin üzerinde gösterdiği etkiyi yaratır. Gökcisimleri gerçekte çevrelerinde çukurlar oluşturarak uzayın geometrisin belirlerler. Bu çukurlu eğri uzayda, büyük nesneler tıpkı trampolin üzerindeki gülle örneğinde olduğu gibi daha az kütleli nesneleri kendilerine doğru çekme eğilimi gösterir.

Kurama Duyulan Güven

 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı, modern fizikteki atılımı birden kesintiye uğrattı. Savaş, bazı bilim adamlarını kendi hizmetine aldı; ama bunlar, çoğunluk değildi. Bunların savaşa hizmet etmediği yerlerde bile, tarafsız ülkelerin dışında, hareketleri sınırlanmış deneyci bilim adamlarının saf bilimsel araştırmaları geri bıraktırıldı. Ama kuramsal bilim adamları, çoğunlukla çalışmalarını sürdürdüler ve insanoğlunun düşünce tarihinin en büyük aşamalarından biri bu dönemde gerçekleştirildi: Einstein’in 1915 yılında genel görelilik kuramını tamamlaması.

Güneş Tutulmasından Gelen Destek

Bir sonraki test,ışığın Güneş tarafından saptırılmasıydı. Kuramın bu doğal olayla denenmesi daha zordu. Einstein’in denklemleri, uzak bir yıldızdan gelen ışığın, tıpkı uzay gemisi asansöründeki ışık demeti gibi,Güneş çevresindeki kütlesel çekim alanının etkisiyle bir miktar eğileceğini gösteriyordu.  Denklemlere göre sapmanın tam olarak 1.75 saniyelik bir yay olması gerekiyordu. Bu düşüncenin sınanması için uygun tek zaman Güneş’in tam tutulması anıydı. Tam Güneş tutulması, genel göreliliğin yayımlanmasından yaklaşık üç yıl sonra, 29 Mayıs 1919'da Güney yarımküresinde gözlenecekti. İngiliz Kraliyet Derneği, Afrika’nın batı kıyıları açığındaki bir adaya bir araştırma ekibi gönderdi.

Yıl 1919. İngiltereli astronom Arthur Eddington, Einstein' in kuramını duymuştu. 29 Mayıs 1919'da Einstein'i doğrulayan Güneş tutulması sonuçlarını Royal Society kuruluşuna sundu. Bu konudaki haberler ilk olarak tarafsız bir ülke olan Hollanda'daki fizikçi Hendrik Lorentz' e geldi. Lorentz, o sıra Berlin' de bulunan Einstein' e bir telgraf çekti. Telgraf, Einstein' in eline geçtiğinde odada bir öğrencisi de vardı. Telgrafı öğrencisine uzatarak " Bu seni ilgilendirebilir" dedi. Öğrenci telgrafı açtı ve kuramının doğrulandığını bildiren satırları okuduktan dan sonra bir sevinç çığlığı attı. Einstein ise kim bilir hangi beyinsel ve ruhsal fırtınaların içinde yüzüyor ki heyecanlanmadı ve

" Kuramın doğru olduğunu biliyordum, sen şüphe mi ediyordun ?"dedi.

Öğrenci şaşkınca sordu:

" Peki ya deney, genel görelilik kuramını doğrulamasaydı ne diyecektin ?"

Einstein kuramından emindi, ama Tanrı için endişeliydi:

"O zaman, sevgili Tanrı için üzülecektim. Kuram doğrudur."

İşte bu Einstein'a yaraşan bir dahi özgüvenidir.

Jean Bernal Bilimler Tarihi'nde şöyle der:"Görelilik, aslında, 20. yüzyılın biliminden çok 19. yüzyılın biline aittir. 20. yüzyıl biliminin esası süreksizlik ve atomizmdi; öte yandan görelilik, hâlâ, bir süreklilik ve alan kuramıdır. Yalnız görelilik alanları, Maxwell’in elektromanyetik alanlarından çok daha genelleştirilmiştir. Bunlar, yeni “uzay-zaman” kavramlarıdır. Einstein’in 1905 yılında ortaya koyduğu özel görelilik kuramı, yalnızca, göreli hareket gözlenebileceğinden, gözlemcinin hareketine bağlı olarak, uzay ve zamanın bir dereceye kadar birbirleriyle değiştirilebilir karakterde olduklarını göstermişti. On yıl sonra Einstein, o zamana kadar keyfi ve muammalı bir durumda kalmış çekim kuvvetini genel bir mekan-zaman çerçevesine oturtmayı başardı; ama bunu yaparken de hem Newton mekaniğinden ve hem de Öklit’in temelleri hala çok güçlü olan geometrisinden ayrılması gerekiyordu."

Zaman mutlak değilse, uzayla zamanı birbirinden ayırma olanağı da yoktur. Gerçekten de hareket, uzayda zamanın akışıyla yakalanan bir yer değiştirmedir; ama zamanın akışının kendisi de hareketin hızına, yani uzayda aşılan uzaklığa bağlıdır. Artık dört boyutlu bir uzaydan söz etmeliyiz.

Merkürünü Yaramazlığı

Einstein, iki doğal olayın, eğri uzayın gerçekliğini kanıtlayacağından emindi. Bunlardan birincisi Merkür yörüngesindeki sapmaydı. Merkür’ün izlediği yörünge,Newton fiziğince tanımlanmış olan eliptik yörüngeye uymuyor ve çizdiği elipsin ekseni yüzyılda 43 yay-saniyelik bir öteleme gösteriyordu. Küçük ama 19. yy teknolojisiyle ölçülebilen bu farkı hiç kimse açıklayamadı. Einstein’in alan denklemleri, Merkür’ün yörengesi için uygulandığında kesinlikle 43 saniyelik bir fark öngörüyordu. Einstein’in yeni denklemleriyle, Merkür gezegeninin günberi noktasında ortaya çıkan şaşırtıcı düzensizlikleri ve daha güçlü kütle çekim alanlarında bulunan yıldızların, tayfın kırmızı ucuna daha yakın ışık yaymalarının nedenini açıklamak olanaklı duruma geldi.

Merkür gezegeni, eliptik yörüngesinde öbür gezegenlerin düzenliliği ile dönmez. Her yıl küçük   ölçüde yörüngesinden sapar. Merkür' ün bu yaramazlığı uzun süre çözülemedi. Newton mekaniği de sorunu açıklayamamıştı. Einstein' in genel görecelilik kuramı olayı aydınlattı. Merkür, Güneş' e  en yakın gezegendir. Küçüktür ve büyük bir hızla döner. Newton yasalarına göre bu etkenler sapmayı açıklayamaz.; hareketin öbür gezegenlerle aynı olması gerekir. Einstein yasalarına göre ise Güneşini yer çekim alanının şiddeti ve Merkür’ün büyük hızı bir değişiklik yapar.  Merkür' ün yörünge elipsi, Güneş çevresinde 3 milyon yılda tamamlanır. Güneş' in kütle çekim alanının şiddeti ve Merkür' ün büyük hızı eliptik yörüngede sapmaya yol açar. Eistein' in bulmayı başardığı çok başka bir sorun da kütle çekiminin ışık üzerine etikisini önceden öngörmesidir.   Şimdi bu konuyu inceleyeceğiz.

Gravitasyonal Kırmızıya Kayma

Einstein'in eşdeğerlik ilkesinin hemen görülen bir sonucu,gravitasyonal kırmızıya kayma etkisidir. Bu, Einstein öyle olduğuna inandığı halde,yalnızca genel göreliliğin bir sonucu değildir. Bir tür kırmızıya kayma deneyimde, bir kütle çekim alanında,farklı yüksekliklerde bulunan durgun,iki özdeş saat (yani iyi tanımlanmış,kararlı frekansta sinyal üreten herhangi bir aygıt) arasındaki frekans kayması ölçülür. Eşdeğerlik ilkesinden frekans kaymasını çıkarmak için,saatin sinyalini yaydığı anda, bu saate göre durgun olan,serbest düşen bir çerçeve düşünülür. Bu çerçevede özel görelilik geçerli olduğu için,sinyalin frekansı bir saatten ikinci saate yaklaşırken çerçeve, serbest düşen gravitasyon alanında olduğundan, aşağı doğru bir hızla pike yapar ve bu nedenle düşen çerçeveden bakıldığında ikinci saat yukarı doğru hareket etmektedir.

Böylece ikinci saatten görülen frekansın, Doppler etkisiyle standart değerinden kaydığı görülecektir.

İlk ve en ünlü yüksek duyarlıklı kırmızıya kayma ölçümü, Pound-Rebka'nın 1960'taki deneyinde gerçekleştirildi. Bu deneyde, Harvard Üniversitesinde Jefferson fizik laboratuvarının kulesine çıkarken ya da inerken demir-57'nin bozunmasının çıkan gamma ışını fotonlarının frekans kayması ölçüldü. Bugüne kadar başarılmış en doğru gravitasyonel kırmızıya kayma deneyi 1976 Haziran'ında yapılan bir roket deneyi idi. Bir "hidrojen maseri" olan atom saati bir Scout D roketinde 10 000 km'lik bir yüksekliğe çıkarılmış ve bunun frekansı,yerdeki benzer bir saatinkiyle radyo sinyalleri aracılığıyla karşılaştırılmıştı. Roketin hareketinin etkisi dikkate alındıktan sonra,gözlemler yüzde 0.02'lik bir gravitasyonel kırmızıya kayma olduğunu doğruladılar.

Bu tür deneyler nedeniyle,şimdi fizikçiler uzay-zamanın eğrilmiş olduğundan ve doğru bir kütleçekim kuramının eğrilmiş uzay-zamana dayandırılması gerektiğinden emindirler. Gerçekten Güneş ya da bir yıldız uzay-zamanı eğer. En büyük eğrilik yıldızın yüzeyinin hemen üzerinde olur. Yıldızlardan çok uzakta,kütle çekiminin zayıf olduğu yerde,uzay-zaman hemen hemen mükemmel olarak düzdür. Bununla birlikte,bu konudaki tek kuram bu olmadığı için,genel göreliliği otomatik olarak içermez. Uzay-zaman eğriliğinin miktarı ve doğası hakkında genel göreliliğe özgü öngörüleri sınamak için başka deneyler gereklidir. Bu deneylerden ilki, Einstein'in adını her gün kullanılan bir sözcük yapan bir sınama idi:ışığın sapması.

 Doppler Olayı ve Genel Görelilik.

Gözlerimizi kapadığımızda çevreden bize yaklaşan veya bizden uzaklaşan araçların seslerini tanıyabiliyorsak, neyin yaklaşıp, neyin uzaklaştığını anlayabiliyorsak bunun açıklamasını, Doppler’e borçluyuz. Doppler Olayı,hareket eden cisimlerin yönlerini ve hızlarını bulmamıza yarar. Bir demir yolu peronunda beklediğinizde size yaklaşan ve sizden uzaklaşan tren düdüklerindeki seslerin nasıl değiştiğini anımsıyor musunuz? Yaklaşan tren düdüğünün sesi tizleşir; uzaklaşanınki pesleşir. Tren size yaklaşırken ses üreten dalga merkezleri de size yaklaşmakta ve sesin dalga boyu giderek küçülmektedir. Dalga boyunun küçülmesi demek, frekansın (birim zamandaki titreşim sayısının) artması demektir. Tren düdüğünün perdesindeki değişim oranının ölçülmesi, trenin istasyona yaklaşma hızının ölçülmesine olanak sağlar. Yıldızların ve galaksilerin hızlarını ölçmek için de aynı ilke kullanılır.

Rus bilimci A. A. Friedman, genel göreliliğin temel denklemlerinin bir çözümüyle "evrenin genişlediği"ni bildirdi(1922). Buna göre evrendeki madde yoğunluğu düzenli dolarak azalıyor ve galaksiler arası uzaklıklar artıyor olmalıydı. Uzaklaşan galaksiler, genleşen evren. Gökbilimciler, genel göreliliğin bu varsayımını doğrulamak için Doppler olayını kullandılar.

Kütlesel çekim alanı, ışığın yalnız doğrultusunu değil, dalga boyunu (dolaysıyla frekansını) da değiştirir. Kütle çekimi altında cisme doğru gelen ışık demetinin dalga boyu azalır (frekansı artar), ışık, mavi görünür. Kütle çekiminden uzaklaşarak gelen bir ışık demetinde ise dalga boyu artar (frekans küçülür), ışık, kırmızı görünür. Bir çok galaksinin hızı ölçüldü  ve Tayf çizgilerinin, tayfın kırmızı ucuna doğru kaydıkları görüldü. Kırmızıya kayma denen bu olay, galaksilerin bizden uzaklaştığını gösteriyordu. Bilim adamları, daha uzak galaksilerin hızlarının daha büyük gözüktüğünü buldular. Kırmızıya kayma, gözlenebilen en uzak galaksilerinki saniyede 60 bin kilometre ve daha büyük hızlarda olmak üzere, galaksilerin gerçekten birbirinden uzaklaşmakta olduğunu kanıtladı.

Uzaydaki Asansör

Yine çekim alanı dışında sabit bir ivme ile boş uzaya tırmanan asansörle başlıyoruz. Asansörün içinde bir fizikçi bulunuyor. Yıldızlar arası uzayda dolaşan aylak avcı asansöre bir mermi atıyor. Merak etmeyin fizikçimize hiçbir şey olmayacak!Mermi asansörün duvarını deliyor, içerden geçiyor ve birinci duvarı deldiği noktanın biraz altından olmak üzere öbür duvarı da delip geçiyor. Avcı olayı nasıl açıklıyor: Newton' un eylemsizlik yasasına göre mermi aslında düzgün bir çizgi üzerinde yol alıyor; ancak asansör "yukarı" doğru gittiği için ikinci duvardaki delik biraz "aşağıda" kalıyor. Durumu bir de asansörün içinde yaralanmadan kalan fizikçimize soralım. O, evrende nerede bulunduğunu bilmiyor. Ama Dünya'daki kütle çekimini biliyor. Dünya üzerinde atılan bir mermi kütle çekimi etkisiyle parabolik bir yay çizer. Fizikçimiz de merminin yolunu kütle çekimine bağlıyor. Asansör, boş uzaydaki tırmanışını sürdürürken mermi deliğinden bir ışık düşüyor. Işığın hızı çok büyük olduğu için asansör duvarları arasındaki küçük uzaklığı saniyenin çok küçük bir kesrinde kat eder. Ama bu sürede asansörümüz de yukarı doğru belli bir yol alır. Böylece ışık karşı duvarda, birinci duvardan girdiği noktanın biraz altına düşer. Fizikçimiz bu olayı nasıl açıklayacak? Asansörün hareketinden habersizdir ve bir kütle çekim alanı içinde bulunduğunu sanmaktadır. Kütle çekimi,kütlenin çevresindeki uzayı bükmesi anlamına geliyor. Böylece ışığın yolunun eğri bir uzayın varlığı sonucunda büküldüğünü düşünür. Einstein de böyle düşünmüştü. Bu öngörü doğruysa uzak yıldızlardan gelen ışın Güneş çevresinden geçerken kütle çekim alanının etkisiyle eğrilmelidir. Yıldızlar gündüz görülmediğinden, Güneş' in ve diğer yıldızların birlikte görülebileceği yalnız bir durum vardı: Güneş tutulması. Einstein, bir tutulma sırasında Güneş' in karanlık yüzünü çevreleyen yıldızların fotoğraflarının çekilmesini ve aynı yıldızların başka zamanlarda çekilmiş fotoğraflarıyla karşılaştırılmasını önerdi. Güneş'i geçen yıldız ışığının eğrilmesi sonucu, biz Dünyalılar, yıldızları oldukları yerlerden farklı yerlerde, Güneş' ten uzaklaşmış gibi görürüz. Einstein görülecek sapmayı hesapladı. 29 Mayıs 1919' daki Güneş tutulmasının gözlemleri Einstein' in doğru düşündüğünü ve hesapladığını gösterdi.

Eğri Uzay

 Genel Görelilik Test Edildi mi?

Einstein, gezegenlerin yıldızların çevresindeki uzayı kütleleri oranında bükmesinin geometrisini-kütlesel çekime eşdeğer olan bu geometriyi- belirleyen bir dizi denklem türetti. Genel göreliliği sınamak için üç test önerdi:

1. Güneş' in çekim alanında ışığın hafif bükülmesi

2. Merkür gezegeninin yörüngesinden sapması

3. Bir kütlesel çekim alanında saatlerin daha yavaş çalışması gerektiği

 Genel görelilik kuramının ilk testi ışığın Güneş’in kenarında bükülmesidir. Bugün bilim adamları bu testi belli galaksiler ve yıldızlar gibi radyo kaynaklarının Güneş’in arkasından geçerken pozisyonlarını tam olarak ölçebilen cihazlar olan radyo interferometreleri kullanarak yapıyorlar. Fakat Einstein bu deneyi 1916 yılında önerdiği zaman hiçbir radyoteleskop yoktu. Araya Birinci Dünya Savaşı(1914-1918)girmişti. İngiltereli bir astronom ve Royal Society üyesi olan Arthur Eddington, Einstein’in yeni teorisini duydu ve 29 Mayıs 1919'da güney yarıkürede gerçekleşmesi beklenen bir tam güneş tutulmasını izleyerek onu test etmek istedi. Birinci Dünya Savaşı(1914-1918) ortamında, Royal Society’nin bir güneş seferini karşılayacak fonlar bulması ümidi yoktu. Eddington bir barışseverdi , hükümetine karşı utangaç davrandı ve muhtemelen kendisini İngiltere dışına götürecek 5000 Sterlin aldı. Güneş tutulması Sobral, Brezilya ve Batı Afrika kıyılarında bir ada olan Principe Adalarında izlendi.

Bir tam Güneş tutulması sırasında tutulmuş olan Güneş’in çok yakınındaki yıldızların alanı karanlıkta görülebilir hale gelir ve fotoğrafları da çekilebilir. Güneş’in arkasındaki uzak yıldızlardan gelen ışıklar, Güneş'in kenarına çok yakın bir yol üzerindedir ve bu nedenle, Einstein’a göre, Güneş etrafındaki eğri alanda bükülmeleri gerekir. Bu bükülme durumu, altı ay sonra, güneş yıldızların ışık yolunun yakınında değilken, bu yıldızların gece çekilecek ikinci bir fotoğrafı ile kıyaslanırsa açığa çıkarılabilir. Bu kıyaslama, iki fotoğrafta yıldızların göreceli konumları arasında Güneş etrafındaki eğri uzay-zamanda ışığın bükülmesi nedeniyle oluşan bir kaymayı gösterir.  1919 yılında, Royal Society, hem Sobral hem de Principe ’de Güneş tutulmaları sırasında görülen yıldızların konumlarının Einstein’in kestirimleri ile uyum halinde olduğunu ilan etti. Böylece,İki yüz yıl sonra, Newton’un kütlesel çekim yasası yıkılmış ve Einstein’in  ününün yayılması dönemi başlamıştı.

Göreliliğin klasik testi çok önce yapılmıştı. Fakat ancak son on yılda, genel göreliliği çok kesin olarak test eden bazı yeni testler yapılmıştır. Basitçe, on yıl önce bu teknoloji yoktu. Irwın Shapiro ve MIT’teki arkadaşları genel görelilik için güzel bir test geliştirdiler. Güçlü bir radar ışını ve bilgisayar sinyal işlemcileri kullanarak, Merkür veya Venüs gibi bir gezegenden, Güneş'in arkasından geçerek tutulmalarından hemen hemen önce önce radar ışınları gönderdiler. Gezegen tutulduğu zaman hiç radar ışını geri dönmemektedir, fakat tutulmadan hemen önce, radar sinyalinin (ışık ışını ile aynıdır) dünyayı terk etmesi, uzak gezegenden yansıması ve dünyaya dönmesi için gereken süreyi ölçmek mümkündür. Genel görelilik kuramına göre, uzay eğriliği nedeniyle bir ışık ışını, Güneş’in çok yakınından geçerken biraz bükülmek zorundadır. Bu durum, ışık ışınının tur süresini, Güneş’in kenarından geçmeseydi gerekli olacak süreye göre arttırır. Yeryüzünden görüldüğü şekliyle gezegen, Güneşin kenarına yaklaşırken, radar sinyalinin geri dönmesi için gerekli süre artar ve genel görecelik kuramında bu gecikme konusunda kesin bir kestirim vardır. Küçük deneysel hatalar sınırı içinde bu kestirim doğrulanmıştır.

Uydu teknolojisinin gelişimi ve insansız uzay araçlarıyla Güneş sisteminin keşfi genel görecelik kuramının testi konusunda yeni yollar açmıştır. Şimdi Mars’ın etrafında yeryüzüne sinyaller gönderen bir uydu vardır. Bu uydu ve Mars, dünyanın bakış açısıyla, Güneşin arkasından geçmek üzere iken, Güneş yakınındaki uzay eğriliği nedeniyle, sinyallerin Dünya’ya ulaşması gittikçe daha fazla zaman alır. Bilim adamları, etkili sinyal gecikmelerini kesin olarak ölçebilir ve bunlar da Einstein’in kuramını doğrulamaktadır.

Işığın bükülmesinin belki de en dramatik doğrulanışı, 1979 yılında bir kütlesel çekim merceğinin keşfedilmesi oldu. Kütle yakınında uzay bükülmesine yol açtığı için, ışık yolları, büyük bir kütlenin yanında, sıradan bir cam mercekteki odaklaşma veya saptırma etkisini yol açtığı gibi bükülürler. Çift kuasar görüntüsünün,bizimle kuasar arasındaki görüş hattı boyunca yer alan bir galaksinin ya da galaksi grubunun gravitasyonel mercek etkisi nedeniyle bir tek kuasarın çok katlı görüntüsü olduğu bulundu. Böyle daha bir çok mercek bulundu. Einstein kütlesel çekim merceği etkisi konusunda 1937'de kestirimde bulunmuştu. Einstein bir mercek gibi davranan bir büyük kütle bizimle daha da uzaktaki bir ışık kaynağı arasındaki görüş çizgisi üzerinde yer alırsa, o zaman uzaktaki kaynağın çift imajını göreceğimizi gösterdi. Dennis Walsh, Robert Carswell ve Ray J. Weynman 1979'da bir kuasarın-son derece uzak bir radyo ve ışık sinyalleri kaynağı- güçlü bir teleskop ile gözlendiği zaman, gerçekten iki görüntülü göründüğünü fark ettiler.

Kuasarın bu çift görüntüsünün en iyi açıklaması, bizimle kuasar arasında yer alan tüm galaksinin kütlesel çekim mercekleri ürettiğidir. Işığın sapmasıyla yakından ilişkili olan "Shapiro zaman gecikmesi",Güneş'in yakınından geçen ışık sinyallerinin bir gecikmesidir. Örneğin, dünyadan superior bağlamdaki Mars'a (Mars,Güneş'in öte tarafında iken) bir gidiş-dönüş yolunda Güneş'i sıyırarak gelen bir sinyal için,gidiş dönüş için gerekli süre,Newton kuramının verdiği yaklaşık 250 µs'nin üzerine çıkacak şekilde artar. Sinyalin Güneş'e olan uzaklığı arttıkça bu etki azalır. Radyo-astronom Irwin Shapiro'nun 1964'te bu etkiyi keşfini izleyen iki onyılda,radarın gezegenlere ve uzay aracına ayarlanması tekniğini kullanarak yüksek duyarlıkta birçok ölçüm yapıldı. Üç çeşit hedef kullanıldı: Merkür ve Venüs gibi gezgenler,Mariner-6 ve 7 gibi serbest uçan uzay araçları ve Mars yörüngesindeki Mariner-9 ve 1976'da Mars'a konan ve yörüngesine giren Viking gibi "demir atan uzay araçları" olarak bilinen uzay araçları ile gezegenlerin bir kombinasyonu. Viking deneyleri,genel göreliliğin öngörüsüyle binde bire kadar uyuşan çarpıcı sonuçlar verdi. Bu Dünya-Mars uzaklığında 30 metrelik bir uzaklığa karşılık gelir.  

Einstein, yaşamının sonuna değin, elektromanyetik alan ile kütle çekimi alanını bir tek denklemler kümesinde birleştirerek bir birleşik alan kuramı geliştirmeye çalıştı; ama bunda başarılı olamadı.
 1925'e dek kuantum mekaniğinin en yaratıcı sonuçlarını ortaya çıkaran kendisi olduğu halde,özellikle W.Heisenberg’in belirsizlik ilkesini öne sürmesinden sonra bu alandaki gelişmeleri karşıt bir tutum içine girdi. Schrödinger’in dalga denkleminin neyi temsil ettiği üzerine Bohr, Heisenberg, Born gibi bilginlerle yaptığı tartışmalar bir uzlaşmayla sonuçlanmadı ve
Albert Einstein, çalışmalarını, yeni akımın dışında, yalnız olarak yürüttü. Bu tartışmalardan birinde şöyle yazmıştı:

Bilimden beklediklerimiz açısından birbirimize karşıt kutuplarda toplandık. Siz (Bohr), zar atan bir tanrıya, bense gerçek nesneler olarak var olan şeyler dünyasındaki yetkin yasalara inanıyorum.”

Kaynakça

1.Barrow, John D.,Evrenin Kökeni(1994),Çeviren: Sinem Gül,Varlık/Bilim Yay(1998)

2.Barrow, John D., Olanaksızlık: Bilimin Sınırları ve Sınırların Bilimi(1997),Çeviren: Nermin Arık,Sabancı Üniversitesi Yayınları(2002)

3.Einstein, Albert; İzafiyet Teorisi,Çeviren: Nihat Fındıklı,Deniz Kitaplar Yayınevi(1976)

4.Einstein, Albert;Fikirler ve Tercihler,Çeviren:Z.Elif Çakmak,Arion Yayınları-1999)

5.Gamow,George; Güneş Diye Bir Yıldız(1963),Çeviren Gülen Aktaş,Say Yayınları(1991)

6.Hawking, Stephen; Ceviz Kabuğundaki Evren (Mayıs 2001), Alfa Yayınları(Haziran 2002),Çeviren: Kemal Çömlekçi

7.Infeld, Leopold; Albert Einstein,Çeviren: Cemal Yıldırım,Bilgi yayınevi(1999)

8.Kuhn, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı(1962),Çeviren :Nilüfer Kuyaş,Alan Yayıncılık(1982)

9. Landau,Lev- Roumer,Yuri; Görelilik Kuramı(İzafiyet Teorisi nedir?) Çev: S.Gemici,Say Yayınları (1996)

10. M.Will,Clifford; Serway,Fen ve Mühendislik İçin Fizik(1992),Çeviri Editörü: Kemal Çolakoğlu, Palme Yayıncılık,Ankara(1996)

11.Pagels,Heinz R.; Kozmik Kod:Doğanın Dili/Kuantum Fiziği (1981), Çeviren: Nezihe Bahar, Sarmal Yay( Ekim 1993)

12.Serway,Raymond A.;Fen ve Mühendislik İçin Fizik(1992),Çeviri Editörü: Kemal Çolakoğlu, Palme Yayıncılık,Ankara(1996)

13.Vasilyev,M.-Stanyukoviç, Madde ve İnsan,Çeviren Ferit Pehlivan, Onur yayınları (İkinci baskı,1989)

 

Uzay zaman

Zaman nedir? Mutlak mıdır,göreli mi?Uzay ve zaman ayrı iki olgu mu? Yoksa bunlar birleşik mi? Uzay ve zaman hep var mıydı?Önce zaman vardı da uzay onun içinde mi doğdu?Işık hızının en yüksek ve sabit hız olduğu nasıl anlaşıldı? İlya Prigogine, zamana öncelik veren Nobellilerden. O, önce zaman vardı diyor. Yanılıyor mu?

 

Einstein'ın çok sayıda deneyle uyum gösteren görelilik kuramı, zaman ve uzayıýn birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlı olduğunu kanıtlar. Uzay, zaman olmaksızın bükülemez. Bu nedenle zamanın bir şekli vardır.

Stephen Hawking

Uzun zamandır,zamanın gerçek doğası, bir bilmecedir. Bilmece şudur: zaman, üzerinde olayların gerçekleştiği ,arkaplanda değişmeyen ve aşkın bir sahne olarak mı düşünülmelidir,yoksa yalnızca olayların kendisi olarak mı? Bu ikinci durumda olay olmadığında,zaman da olmayacaktır. Bu ayırım bizim için önemlidir,çünkü ilkvarsayım bizi ,evrenin zaman içinde yaratılması hakkında konuşmaya yönlendiriyor. Bunun alternatifi ise, zamanı evrenle birlikte varolan bir şey olarak düşünmektir. Evrenin başlangıcının “öncesi” yoktu, çünkü bir zamanlar , zaman yoktu.

John D.Barrow

Bundan yaklaşık üç yüz yıl önce büyük Isaac Newton (1642-1727)uzay ve zaman konusunda enfes bir bilimsel ve felsefi döşek yazmıştı. “Mutlak uzay,kendi doğası içinde,dıştan hiçbir şeyle ilgili olmaksızın,hep aynı kalır ve hareket edemez” demişti. Yine zaman için de “ Mutlak,gerçek ve matematik zaman,kendi doğası içinde,kendiliğinden ve dıştan hiçbir şeyle ilgisi olmaksızın eşit biçimde akıp gider” demişti. Newton bu satırları yazarken,yeni ya da tartışmaya açık herhangi bir şeyi tanımlamakta olduğunu kesinlikle düşünmedi;o,yalnızca sağduyulu herhangi bir kişiye gözüktüğü biçimiyle uzay ve zaman kavramalarını titiz bir dille basitçe biçimlendiriyordu. Geoge Gamow (1904-1968) konuyu şöyle sürdürür: "Aslında uzay ve zaman hakkında bu klasik düşüncelerin doğruluğu inancı öylesine sarsılmazdı ki düşünürler tarafından çoğu kez önsel (a piori) kabul edilmiş, hiçbir bilim adamı (amatörler dışında) yanlış olabileceğini, bunun için yeniden sınanması ve yeniden tanımlanması gerekebileceğini düşünmemişti. O zaman biz neden yeniden ele alıp düşünelim?

Bunun yanıtı, klasik uzay-zaman düşüncesinden vazgeçilmesinin ve onların tek ve dört boyutlu birleştirilmesinin, ne Einstein’ın mutlak estetik arzusu ne de onun kıpır kıpır matematik dehasının zorlamasıyla değil, denel araştırmalarda sürekli su yüzüne çıkan inatçı gerçeklerden ve bunların klasik, bağımız uzay zaman anlayışına uymamasından ileri geldiğidir. (G.Gamow, 1-2-3 Sonsuz, s: 95)

Uzay ve zaman konusundaki düşüncelerimizi,daha doğrusu Newton'dan 20.yy başına dek geçen zamandaki anlayışımızı Einstein değiştirdi. O zamana dek evrenin bulunduğu sahne öklit tarafından tanımlanmış olan üç boyutlu geometrik uzaydı ve olaylar zaman denilen bir ortamda değişir(di).Uzay ve zaman,olayların gerçekleştiği ancak olaylar tarafından etkilenmeyen bir fondu. Uzay ve zaman ayrı olgulardı. Her iki yönde de sonsuza giden tek bir doğru veya bir demir yolu olduğu düşünülüyordu. Zaman,hep varolduğu ve varolacağından yola çıkılarak,ebedi görülüyordu. Buna karşın,çoğu insan fiziksel evrenin sadece birkaç bin yıl önce, yaklaşık şu anki haliyle yaratıldığı inancındaydı. Bu durum Alman düşünür Emmanuel Kant gibi kimseleri meraklandırıyordu. Evren,eğer,gerçekten yaratılmışsa yaratılıştan önce neden sonsuz bir bekleyiş vardı? Bununla birlikte,evren her zaman varolduysa,gerçekleşecek her şey neden önceden gerçekleşmemiş,yani tarih bitmemişti? Özellikle de her şey aynı sıcaklıkta olacak şekilde,evreni ısıl dengeye neden ulaşmamıştı?

Kant,bu sorunu "saf aklın çelişkisi" olarak adlandırdı;çünkü mantıksal bir yadsımaydı,bir çözümü yoktu! Ancak bu, sadece zamanın sonsuz bir doğru ve evrende olup bitenlerden bağımsız olduğu modelin (Newton'un matematiksel modelinin) kapsamı içerisindeki yadsımaydı.1915'te Einstein'in ortaya attığı genel görelilik, birbirine bağlı bir uzay-zaman modeli getirdi. Bu bölümde uzay-zaman kavramımızdaki bu değişmeyi anlatacağız.

Einstein, uzay ve zamanın ayrı olmadığını gösterdi. Önce uzay-zaman dediğimiz birleştirme,sonra daha ileri giderek kütleçekimini açıklayabilmek için eğri uzay-zaman fikirlerini ileri sürdü. Böylece sahne,uzay-zaman; kütleçekim de uzay-zamandaki bir değişim anlamına çevrildi. Hiçbir kuram, elbette yolun sonu değildir; ama Einstein'ın fikirleri,deneylerce doğrulanmıştır. Hawking: "Uzay,zaman olmaksızın bükülemez. Bu nedenle zamanın bir şekli vardır Genel görelilik,uzay ve zamanı bükerek,onları olayların gerçekleştiği durağan olayların etkin,dinamik katılımcılarına dönüştürür. Zamanın her şeyden bağımsız bir şekilde varolduğu Newton kuramında şu soru sorulabilir: Tanrı evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? Aziz Augustine'in de söylediği gibi,bu konu hakkında "İşine fazla karışanlar için Cehennemi hazırlıyordu " diyerek şakaya kaçınılamaz. Bu,insanların yüz yıllardır üzerinde düşünüp durduğu,ciddi bir sorudur. Aziz Augustine'e göre,Tanrı her şeyi yaratmadan önce,hiçbir şey yapmadı. Aslında,bu modern düşüncelere çok daha yakındır.

Bununla birlikte,genel görelilikteki zaman ve uzay,evrenden veya birbirinden bağımsız olarak varolamaz. Bunlar, bir saatteki kuartz kristalinin titreşim sayısı veya bir cetvelin uzunluğu gibi evren içerisindeki ölçülerle tanımlanır. Evren içerisinde,bu şekilde tanımlanan zamanın minimum veya maksimum bir değerinin-başka bir deyişle,bir başlangıcının veya bir sonunun- bulunması akla oldukça yakındır. Başlangıçtan önce veya sonun ardından neyin gerçekleştiğini sormak anlamsız olur. Çünkü,böyle zamanlar tanımsızdır.

Açıktır ki genel göreliliğin matematiksel modelinin,evrenin ve zamanın kendisinin bir başlangıcı veya sonu olduğunu öngörüp öngörmediğine karar vermek önemliydi. Einstein da dahil olmak üzere kuramsal fizikçiler arasındaki genel önyargı, zamanın, her iki yönde de sonsuz olduğu şeklindeydi. Aksi taktirde evrenin yaratılışı hakkında bilim dışı sorular beliriyordu. Einstein eşitliklerinin,zamanın bir başlangıcının veya sonunun olduğu çözümleri biliniyordu;ancak büyük bir simetrileri vardı ve hepsi çok özeldi. kendi kütle çekimi altında çöken gerçek bir kütlede,basınç veya yanal hızların,yoğunluğun sonsuz olacağı noktada maddenin toplanmasına olanak tanımayacağı düşünülüyordu. Benzer biçimde evrenin genişlemesi,zamanda geriye doğru izlenirse,evrendeki maddelerin hepsinin sonsuz yoğunluktaki bir noktadan ortaya çıkmadığı sonucuna varılacaktı. Sonsuz yoğunlukta böyle bir nokta,tekillik diye adlandırılıyordu ve zamanın bir başlangıcı ve sonu olacaktı."(Ceviz Kabuğundaki Evren,s: 35-36)

Ancak bilimin felsefeci karşıtları bu konularda kuşku tohumları ekmeyi sürdürüyor. Özellikle genel göreliliğe saldırıyorlar. Genel Görelilik dosyamızda konunun öteki boyutlarını incelediğimiz için burada zaman(ve uzay) konusuyla sınırlı kalacağız.

Alan Woods ve Ted Grant, Aklın İsyanı (Tarih Bilinci yayınları-Ocak-2001) adlı kitaplarında zamanla ilgili olarak şöyle yazıyorlar:

"Tüm karışıklık,felsefi olarak yanlış bir zaman kavrayışından çıkmaktadır. Bunun sorumlusu kısmen Einstein'dır, çünkü zamanın ölçümünü zamanın kendisiyle karıştırmakla öznel bir unsuru teoriye katmış oldu. Bir kez daha Newton'un eski mekanik fiziğine duyulan tepki aşırıya kaçtı. Sorun zamanın "göreli" ya da "mutlak" olup olmadığı değildir. Ele alınan temel mesele,zamanın nesnel mi öznel mi olduğudur,zamanın maddenin bir varoluş tarzı mı,yoksa zihinde varolan ve gözlemci tarafından belirlenen tümüyle öznel bir kavram mı olduğudur"(s:213)

"Tuhaftır ama,görelilik teorisinde zamanın ve uzayın ne olduğuna dair bir tanım aramak boşunadır."(s:172)

Bir kere zaman ve uzay kavramları konusunda en kapsamlı kuram, görelilik tarafından getirilmiştir: Zaman,saatle;uzay,ölçü çubuğuyla ölçtüğümüz şeylerdir. Sorunu nesnel-öznel ikilemine kilitleyen felsefecilerdir;bilimciler nesnelerin "nesnel gerçek" olduklarını bilir;ama bunu diline dolamanın hiç bir bilimsel değeri olmadığı için onun ölçülebilir özellikleriyle ilgilenir. Bilimciler, "nesnel gerçek" karşısında huşu içinde duran vaızlara benzemez,nesnel gerçeğe elini uzatır; ona gözünü diker,ışık gönderir;onu yerinden etmeye çalışır;onun yaşını öğrenmeye,bileşimini bulmaya,benzerini oluşturmaya çalışır. Gerçek karşısında onun "nesnel" olduğunu söyleyip durma eylemine göre bilimcinin hem akıl yürütmesi, hem de eylemi zor iştir;ama bu uğraş onlara zevk verir.

Şimdi bu kadar iddialı görünenlerin zaman için çok ilginç şeyler söylemesini bekliyor olmalısınız. Şunu diyorlar:

"Zaman,maddenin değişen durumunun nesnel bir ifadesidir. Ondan bahsetme biçimimizde bile bu ortaya çıkar. Zamanın "aktığından" söz etmek yaygındır. Aslında sadece nesnel sıvılar (öznel sıvılar var mı?!) akabilirler. Tam da bu meteforun seçilmesi,zamanın maddeden ayırt edilemez olduğunu kanıtlar. Zaman yalnızca öznel bir şey değildir. Fizik dünyada varolan gerçek bir süreci dile getiriş biçimimizdir. Zaman bu nedenle,tüm maddelerin sürekli bir değişim durumunda oldukları gerçeğinin ifadesidir aslında. Tüm nesnel varlıkların oldukları şeylerden başka bir şeye dönüşme kaderi ve zorunluluğudur."Varolan her şey yok olmayı hak eder."(s:139) "Zaman ve hareket,birbirinden ayrılmaz kavramlardır." (s: 140)

"Maddenin varoluş tarzı olarak uzay ve zaman, nesnel olgulardır. Bunlar, insanlar tarafından kendi rahatlıkları için icat edilmiş salt birer soyutlama ya da keyfi kavramlar değil,maddenin evrenselliğini ifade eden temel özelliklerdir."(s:163)

Bilimciler açısından sorun zamanın tanımı değil,ölçümüdür. Bir şeyin tanımlanması,özelliklerinin bilinmesine yani ölçmeye bağlıdır. Yoksa zamanın nesnel olduğunu söyleyip durmak zamanı tanımlamak anlamına gelmez. Şimdi bakın çok ilginç bir mantıkla karşı karşıya olduğumuzu size göstermek istiyorum.

Feynman şöyle diyor:" Zaman, ne kadar beklediğimizdir! Her halükarda sorun zamanı nasıl tanımlayacağımız değil,onu nasıl ölçeceğimizdir."(Aklın İsyanı,s:157)Bir daha okuyorum: " Sorun,zamanı nasıl tanımlayacağımız değil, onu nasıl ölçeceğimizdir". Bu alıntıyı alıyorlar kitaplarına ama söylenenden hiçbir şey anlamadıkları açık ki görelilik kuramını eleştirmeye devam ediyorlar.

Zaman

  Keyif aldığımız bir olay, bir film, bir sohbet, bir yemek ya da bilimsel, sanatsal çalışma sonunda " zaman ne çabuk geçti!! " deriz. Gerçekten bu sezgi doğru mudur?Zaman göreli midir? Zaman sürekli midir; kuantumlu mudur? Evet zaman, hareketliye göre değişen bir özellik gösterir.

   Işık, Ay' dan Dünya' ya bir saniyede, Güneş'ten ise sekiz dakikada ulaşır. Bir galaksiden başkasına gitmek ise ışığın milyonlarca yılını alır. Bir ışık ışını yani bir foton, Dünya'yı ne kadar sürede dolaşır? Saniyenin onda biri kadar (0.1 saniye) sürede.. Bir saniye deyince göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre anlaşılır. Işık işte bu sürede 300 bin kilometre gibi inanılmaz bir yol kat eder. En hızlı yol alan ışığın bile Güneş' ten sonra en yakın yıldızdan bize ulaşması 4 yıl alır. Bizler biz galaksiyi gözlediğimizde gördüğümüz, aslında galaksinin milyonlarca yıl önce saldığı ışıktır. Bize ulaşana dek ışığı göremeyiz. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünün referans alındığı bir zaman birimi, evrensel zaman olarak isimlendirilmişti. Şimdilerde, dünyanın dönüşünün zamanla değiştiğini biliyoruz.

   1967 yılında saniye, yeniden daha doğru bir şekildi tanımlandı. Tanımlamada kullanılan alet atomik saat olarak bilinir. Bu yeni alette, belli atomik geçişlerle ilgili frekanslar 1012 de bir duyarlılıkla ölçülebilir. Bu atomik geçişler oldukça kararlı ve saat ortamından bağımsızdır. Bununu anlamı, her 30.000 yılda bir saniyeden daha az olan sapmaya karşılık gelmesidir. Böyle frekanslar saatin çevresindeki değişmelerden etkilenmez. Böylece zaman birimi saniye, 1967 yılında sezyum atomunun (referans saat) karakteristik frekansı kullanılarak tekrar belirlendi.

  Bir saniye , sezyum-133 atomunun 9 192 631 770 defa titreşim yapması için geçen zamandır.

   En Dakik Saat Nedir? Ve yine bu süre içinde yani bir saniyede sezyum-133 izotopu daha inanılmaz sayıda ışıma yapar:Tam 9 milyar 192 milyon 631 bin 770 ışıma (Bilim ve Teknik, 337. sayı) Peki yıl nedir? Onu belirtmeye alıştık. Bir yıl, 365 gündür; Dünya'nın Güneş çevresindeki bir dönüşünün zamanıdır. (Roland Omnes,Evren ve Dönüşümleri s: 54)

  Zaman. Önce ne soyut bir terim diyeceksiniz. Oysa bizleri onu çok somut ve üstelik sorun çözücü güç gibi sıkça kullanırız:

   Zamanla her şey yoluna girer. Zamanla alışırlar .

   Zamanın Kısa Tarihi . Zaman Makinesi. Geçmiş Zaman Olur ki.

   Zamandaki görelilik, uzaklık kavramında da görelilik olduğunu bildirir. Hızların eklenmesi ilkesi, düşük hızlardaki sistemlerde anlam taşır. Uzaklık da zaman gibi göreceli bir kavramdır; ilişki kurulan sistemden bağımsız bir uzaklık yoktur. Çünkü, zaman ve uzaklık ölçüleri, ilgi kurulan sistemin hızına göre değişiyor. Zaman ve uzaklık ölçülerinin mutlak büyüklükler olduğu kanısının yanlış olduğunu görüyoruz. Özel görecelik kuramının bu sonuçları kuşkusuz sağ duyumuza aykırı geliyor. Neden? Sağduyumuz bize evrenin homojen (türdeş) ve düz bir uzay sunar. Bu uzayda doğruların egemenliği vardır. Bir odanın ölçülerini düşünün. En, boy ve yükseklik (şu x,y ve z eksenleri). Klasik fiziğe bakıldığında olaylar, üç boyutlu bir uzay süreklisi ve tek boyutlu bir zaman süreklisi içinde tasvir edilir. Bu dört boyutlu süreklide zaman, asimetriktir. Bir yönde akar zaman. Önceden sonraya; geçmişten geleceğe... Bu uzay-zaman tasarımı dört boyutludur. İşte dört boyutun yan yana durduğu bu "sağduyulu uzay", Öklid (Euclides) uzayıdır. " Küçük ölçüde, nispeten küçük uzaklıklar araştırıldığı sürece, uzayın pratikteki özellikleri, Öklid uzayının özellikleridir. Burada paralel doğrular var gibi görülür; doğru çizgi çok yaklaşık olarak en kısa yoldur; bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 dereceye son derece yakındır. Bununla birlikte daha büyük uzaklıklar için, yani uzayın milyarlarca ışık yılı düzeyindeki uzaklıklarla ilgilendiğimiz zaman, uzay artık Öklid uzayı değildir.

    Fakat Einstein, sağduyunun 18 yaşından önce zihinde yerleşen önyargılardan başka bir şey olmadığını gösterdi.Sonraki yıllarda karşılaşılan her yeni düşünce “tartışılmadan kabul edilen bu kavramlar savaşmalıdır. Einstein, tanıtlanmamış hiçbir ilkeyi açık ve bellidir diye kabul etmek istemediği içindir ki, derinlerde yatan doğa gerçeklerine kendinden önce gelen bilim adamlarından daha iyi inebilmiş ve daha çok yaklaşabiliştir. Hareketli saatlerin yavaşladığını, hareketli çubukların küçüldüğünü varsaymak, bunların yavaşlamadığını ve küçülmediğin varsaymaktan daha mı gariptir diye sordu Einstein. Klasik fizikçilerin ikinci varsayımı doğrudan kabul etmelerinin nedeni, insanın günlük yaşamında bu değişiklikleri gösterecek hızlarla karşılaşmamasıdır. Bir otomobilde, uçakta ve V-2 roketinde bile bir saatin yavaşlaması ölçülemeyecek kadar küçüktür. Ancak hızlar ışık hızına yaklaştığı zaman görelilik etkileri görülebilir."

   Özel görelilik kuramında ise uzay-zaman ayrılığı ya da bunların birbirinden bağımsızlığı ortadan kalkar.

Alp Akoğlu'nun Zaman Oku konusunda  Haziran 2000 tarihli Bilim ve Teknik dergisindeki yazısını okuyabilirsiniz.


    Zaman Paradoksunun Bir Öyküsü
    Yerdeki takvim ile yıldızlarda gezinti yapanların takvimi aynı mıdır? Madde ve İnsan' ın yazarlarından aktarıyorum :


 " Yer halkı dış uzaydan yolcuları karşılamak için hazırlanıyor. İniş alanını çevreleyen çiçeklerle donanmış duraklar alabildiğince doldurulmuş. Gökten, denge bozucu bir gümbürtü alçalıyor. İniş klavuz sistemlerinin teknisyenleri hazırola geçiyorlar. Hayır, bu yıldızsal geminin kendisi değildir. O yere kendi ağırlığı etkisinde süzülebilir, ve o yer çevresinde eliptik bir yörüngeye yerleştirilmiştir. Onun mürettebatı gezegenler arası uçuş için geliştirilmiş özel bir roketle iniyor: işte, roket, havayı içinden biçen çok parlak bir alev püskürmesinin önüne katılmış olarak göz erimine ulaşıyor. Birkaç dakika içinde yerde bir durağa iniyor. Hafif bir alüminyum merdiveni gemi ağzına doğru süzülüyor. Platformda, vücudunu sıkıca saran elbisesi içinde kır saçlı bir adam, bir astronot gözüküyor. Bu yolculukta, yeri terk ettiği zaman 27 yaşındaydı. Yersel takvime göre, gidiş dönüş yolculuğu 25 yıl tuttu, artı, beş yıl da uzak yıldızın dünyasında geçti. Adam şimdi kaç yaşındadır? Elli yaşında mıdır?
Astronot yere iniyor ve, kendinden beş yüz yıl önce Sebastian del Cano’nun yaptığı gibi, diz çöküyor ve inişi alanının taş yüzünü öpüyor. Daha genç olan kardeşi ona yetişip geçmiş. Ama genç kardeş çok yaşlı gözüküyor ve astronot ağabeyliği bırakıyor.


“Biz havalandığımız zaman, diyor, ben senden dört yaş büyüktüm. Şimdi sen benden yaşça on yıl büyüksün, çünkü, Dünya’nın 30 yılına karşılık uzay gemimizin saatine göre ben ancak 16 yıl yaşamışım”
Bu paradoks mu? Evet; ama ne kardeşler, ne de onların çevresindeki insanlar bu duruma şaşmıyorlar. Bu paradoks oldukça iyi bir şekilde incelenmiştir. Ama bizim bu paradoksu anlamamız için, bilim adamlarının bu paradoks ile ilk kez yüz yüze geldikleri güne dönmeliyiz.

Michelson-Morley Deneyi

19.yy ortalarında bilim adamları elektromanyetik dalgaları, özellikle ışığı, bütün evreni kaplayan çok önemli bir töz olan esir titreşimlerinin yayılması olarak düşünüyorlardı. Bu tözü yalıtmak ya da herhangi bir gözlenebilir özelliğini ortaya çıkarmak için yapılan tüm girişimler her zaman boşa gitti. Bütün bu bilim adamları, esiri mutlak esnek, ışığı soğurmaz olarak düşünüyorlardı. Bu tözü yalıtmak ya da herhangi bir gözlenebilir özelliğini ortaya çıkarmak için yapılan tüm girişimler her zaman boşa gitti. Bütün bilimadamları, esiri,mutlak esnek, ışığı soğurmaz olarak biliyorlardı. Bir "esir rüzgarı"nı ortaya çıkarmak mümkün olmaz mı diye soruyorlardı. Bir kaynaktan farklı yönlere yayılan ışığın hızı belirlenerek,ışık kaynağının hareket ettiği yön belirlenemez mi?

Bir ses kaynağının hareket yönünü belirlemekte bir zorluk olmadığını ve eğer kaynak,sesin hızından daha hızlı hareket ediyorsa,onun yaklaşmasının basitçe duyulamayacağını daha önceden belirttik. Işık için de böyle midir? Işık da bu yasalara uyar mı?

1881'de gelmiş geçmiş en büyük deneycilerden biri Amerikan fizikçisi Albert Michelson, ışık kaynağı hareketinin ışığın hızına etkisini belirleme amacı güden bir deney yaptı.Işık oldukça hızlı yol alıyordu ve Michelson ışık taşıyıcı esire göre yeterli hızda hareket edebilecek bir cisim arıyordu. Dünya,ki Güneş çevresindeki hareketi sırasında saniyede 30 kilometre yol alıyordu,bu da uygun bir cisimdi. Gerçekte Dünya,esire göre ancak 1.5 km/saniye hız yapıyor olsa bile Michelson'un düzeneği ( interferometre) bunu ayırt edecek incelikte olmasına karşın "esir rüzgarı"nı asla ortaya çıkaramadı.

Michelson, deneyini birçok kez yineledi,başkaları tarafından gerçeklendi;ama sonuç aynı kaldı: hiç bir "esir rüzgarı" ortaya çıkarılamadı.Bu buluşun paradokslu çıkarsaması,ışığın yayılma hızının kaynağın hızına bağlı olmaması idi. Ama bu durumda gerçekten garip bazı şeyler mümkün oluyordu.

Bir istasyonu saniyede 240.000 kilometrelik bir hızla geçen bir tren düşünün. Daha ileri giderek bu terinin uzunluğunun hızı ile orantılı ve 300.000 kilometre uzunlukta olduğunu düşünün. Lev Landau'nun Einstein treni adını taktığı böyle bir tren,kuşkusuz ki, yerin çevresini bir çok kez saracaktır;ama bizim amacımıza çok uygun gelmektedir. Şimdi varsayalım ki,tren peronda bekleyen istasyon şefine tam yaklaştığı anda birinci vagonun ön duvarında bir ışık ortaya çıkıyor. Yolcuların ve istasyon şefinin görüş açılarından bu etkinin sonucunun farklı olduğunu görürüz. Yolcular son vagonun arka duvarının tam bir saniyelik zaman içinde ışıklandığını göreceklerdir. İstasyon şefi,arka duvarı ışık demetine yaklaşıyor görecektir. Basit bir hesaplama istasyon şefinin,ışığın duvara tam yarım saniye sonra düşeceğini söylemesini mümkün kılar. İstasyon şefi de yolcular da her ikisi de doğrudur.

Çıkarsama, istasyon şefinin görüş açısından,zaman,trenin içinde perondakinden daha yavaş geçiyor şeklinde olur. Eğer Einstein treni evreni içinden hareketine aynı hızla devam eder ve sonunda tekrar perondan geçerse,kendi kol saatlerini istasyonun saati ile karşılaştıran yolcular,hayretler içerisinde,hareketli tern içinde hareketsiz istasyondan daha az zaman geçtiği bulacaklardır. "Hareketli tren içinde hareketsiz istasyondan daha az zaman geçmiş" sözleri,tren içindeki saat ibrelerinin kadranı istasyondaki saat ibrelerinden daha az sayıda dolanmış olduğu ve yolcuların perondaki insanlardan daha az yaşlanmış oldukları şeklinde anlaşılmalıdır.
( M.Vasilyev - K.Stanyukoviç, Maddde ve İnsan, Çeviren: Ferit Pehlivan, Onur Yayinlari,Ankara 1989, s:115-120)

Zaman Konusunda Farklı Bir Görüş
Ilya Prigogine, Kesinliklerin Sonu'nda yazıyor: “..Einstein’in ‘zamanı bir yanılsama'" olarak ileri sürdüğü biliniyor. Gerçekte zaman, fiziğin Newton’un klasik dinamiğinden görelilik ve kuantum fizigine dek temel yasalarında yer aldığı biçimiyle geçmiş ve gelecek  arasında hiçbir ayırıma izin vermez. Bugün hala çok sayıda fizikçi için şu tam bir kesinlemedir: doğanın temel betimlenmesinde zaman oku  bulunmaz. Bununla birlikte her yerde, kimyada,  jeolojide, kozmolojide, biyolojide ya da insan bilimlerinde geçmiş ve gelecek farklı roller üstlenmiştir. Fiziğin zamansal bir simetri yüklediği bir dünyadan zaman oku nasıl çıkabilir? Fizikte “determiniz ikilemi”ne değişik bir boyut kazındıran zaman çelişkisi  budur. Zamana çelişkisi bu yapıtın temel noktasını oluşturur.


Zaman çelişkisi  çok geç, ancak 19. yy’ın ikinci yarısında Viyanalı fizikçi Ludwig Boltzmann ’ın çalışmaları sayesinde tanımlanmıştır. Kendisi biyolojide Charles Darwin’in modelini izleyebildiğine inanmış ve fizik olgularının evrimci bir betimlemesini yapmıştır. Geçmiş ve gelecek arasındaki eşdeğerliliğe dayanan Newton fiziği yasalarıyla geçmiş ve gelecek arasında temel bir ayırım güden her tür evrimci girişim arasındaki çelişkiyi açıklığa kavuşturmayı amaçlamıştır. O dönemde Newton fizik yasaları ideal, nesnel ve eksiksiz bir bilginin ifadesi olarak kabul ediliyordu. Geçmiş ve gelecek arasında eşdeğerlilik savında olan bu yasalara göre,zaman okuna temel bir anlam yükleyen her girişim bu ideale karşı bir tehdit gibi görünmüştür. Bu dumu bugün hala değişmemiştir. Boltzmann dönemi fizikçilerinin Newton fizik yasalarını kesin olarak kabul etmeleri gibi çok sayıda fizikçi bugün mikrofizik alanında kuantum mekaniğini fiz
iğin kesin açıklaması olarak benimsemiştir. Bu yüzden sorun sürüp gitmektedir: insan düşüncesinin temel yapısını bozmadan zaman okundan nasıl söz edilebilir?
Zaman oku, Boltzmann döneminden beri görüngübilim alanında yer almıştır. Buna göre geçmişle gelecek arasındaki farklılıktan sınırlı gözlemciler olarak biz insanlar sorumluyuz. Zaman okunu doğa gibi ancak yaklaşımsal olarak betimleyebildiğimiz bir olgu niteliğine indirgeyen bu sav, yeni kitapların çoğunda hala savunulmaktadır. Zaman okunun ortaya çıkmasıyla oluşabilecek çözümlenemez gizemin açıklamasını bilimlerden beklemeyi bırakmış yazarlar da vardır.  Unutmamalıyız ki, Boltzmannn’dan bu yana durum çok değişti. Dinamik fiziğinin ve kaos  düşüncesine bağlı kararsız dinamik sistemler dinamiğinin şaşırtıcı gelişimi Galile’den beri oluşturulan zaman kavramını yeniden gözden geçirmeye iter bizi.


Gerçekten de son yıllarda yeni bir bilim doğmuştur: dinamik süreçler fiziği. Bu bilim bugün kimyadan biyolojiye, kozmolojiden çevrebilime ve sosyal bilimlere kadar birçok alanda kullanılan oto-organizasyon ve dağıtıcı yapılar gibi yeni kavramaları beraberinde getirmiştir. Dinamik fiziği tek yönlü bir zaman olarak nitelenen dağıtıcı süreçleri ele alır ve bunu yaparken tersinmezliğe yeni bir anlam katar. Önceleri zaman oku difüzyon, sürtünme,akışkanlık gibi çok basit süreçlere bağlıydı. Bu süreçlerin sadece dinamik yasaları yardımıyla anlaşılabilir oldukları sonucunu çıkartabilirdik. ama bugün aynı şeyi söyleyemeyiz. Tersinmezlik (tek yönlülük) artık bu kadar basit olaylarda ortaya çıkmıyor sadece. çevrintilerin (girdapların), kimyasal titreşimlerini ya da laser ışınımlarının oluşumu gibi birçok yeni olayın kaynağını da oluşturuyor aynı zamanda. Bu olayların hepsi zaman okunun temel yapıcı işlevini gösterir. tersinmezlik eksiksiz bir bilgiye kavuştuğumuzda kaybolacak olan basit bir görünümle özdeşleştirilemez artık. Milyarlarca molekül topluluğunda birbirine uygun davranışların temel bir koşuludur. Tekrarlamaktan hoşlandığım bir formüle göre şöyle de söyleyebiliriz: zaman oku görünmüyorsa,madde görmez, dengeye körükörüne bağlı kalır;zaman oku ortaya çıktığındaysa,madde dengeden uzaklaşmış olarak görmeye başlar! tersinmez dinamik süreçlerin tutarlılığı olmaksızın dünya üzerinde yaşamın varlığı anlaşılmazdı. Zaman okunun yalnızca görüngübilimsel olduğu savı çöktü. Zaman okunu yaratan biz değiliz. Tam tersine, biz onun çocuklarıyız.


Fizikte zaman kavramının yeniden gözden geçirilmesine yol açan ikinci gelişme de karasız dinamik sistemlerin gelişmesidir. Klasik bilim düzen ve kararlılığa önem vermişti, oysa artık her gözlem düzeyinde salınımın ve karasızlığın temel bir işlev taşıdığını biliyoruz. Bu kavramlarla birlikte çoklu seçim ve sınırlı öngörülük kavramları da ortaya çıkar. kaos gibi kavramlar benimsenmiş ve kozmolojiden ekonomiye tüm bilim dallarına girmiştir. Ancak bu yapıtta göstereceğimiz gibi kararsız dinamik sistemler aynı zamanda klasik dinamiğin ve kuantum fiziğinin gelişmesine dolaysıyla da temel fizik yasalarının yeniden formülleşmesine yol açmıştır. Bu formülleştirme gerek geleneksel fiziğin gerekse kuantum mekaniğinin ve göreliliğin ileri sürdüğü geçmiş ve gelecek arasındaki simetriyi bozar. Sözünü ettiğimiz geleneksel fizik, eksiksiz bilgiyi ve kesinliği birbirine bağlar: benimsenen başlangıç koşullarının verilmesi yeter; gelecek, bu koşullara göre öngörülebilir ve geçmiş yine bu koşullara göre yeniden kurulabilir. Değişkenliğin (kararsızlık??) gelmesiyle doğa yasaları yeni bir anlam kazanır. Bundan öyle olasılıkları ifade eder.


Bu kitabın en büyük amacı fizik yasalarının bu dönüşümünü ve böylece doğayı nasıl betimlediğimizi göstermektir. Diğer sorular doğrudan zaman sorunuyla ilgilidir. Bu sorulardan biri kuantum kuramında gözlemciye yüklenen anlaşılmaz işlevdir. Zaman çelişkisi, doğada görülen zamansal simetri bozukluğundan bizi sorumlu tutar. Ancak dalga fonksiyonunun indirgenmesi olarak adlandırılan kuantum kuramının herhangi bir görünümünden gözlemci sorumlu olacaktır. Daha sonra göreceğimiz gibi kuantum mekaniğine görünüşte öznel bir görünüm kazandıran ve biçko tartışmaya yol açan gözlemci kavramına bu işlevi yükleyen kuantum kuramının kendisidir. Yaygın yorumlara göre,kuantum fiziğinde gözlemciye başvuruyu gerektiren ölçüt bir zamansal simetri bozukluğuna denk düşer. Buna karşılık kararsızlığın kuantum kuramına girmesi zamanın simetrisinde bir bozukluğa yol açar. Bu durumda kuantum gözlemcisi bireysel konumunu yitirir! Zaman çelişkisinin çözülmesi kuantum çelişkisine  de bir çözüm getirerek kuramın gerçekçi bir formülünün oluşmasını sağlar. Bu bizi klasik ortodoksluğa ve deterministliğe değil; tam tersine, kuantum mekaniğinin istatistiksel niteliğini doğrulamaya,hatta kesinlemeye götürür.


Daha önce de söylemiştik: temel yasalar artık kuantum fiziğinde klasik fizikte olduğu gibi kesinlikleri değil, ancak olasılıkları ifade eder. Yasaların yanı sıra, yasaların sonucu olmayan ve olasılıkları güncelleştiren olaylar da var elimizde. Bu açıdan fiziğin (s:12). “big bang” (büyük patlama) adını verdiği büyük olayın anlam sorununa değinmeden edemeyiz. ‘Big bang’ın anlamı nedir? Zamanın kaynağını mı gösterir? Zaman big bang’la mı başladı? Yoksa zaman, evrenimizde daha önceden de var mıydı?


Burada bilgimizin sınırlarına, spekülasyonun ve bilimsel düşünüşün birbirine karıştığı bir alana geliriz. Kuşkusuz kanıttan söz etmek için henüz çok erken,ama kavramsal olasılıkları incelemek ilgi çekici olabilir. İlerde açıklayacağımız gibi bugün big bang’ı kararsızlığa bağlı bir olay olarak düşünebiliriz, bu da zaman değil, evrenimizin başlangıç noktası konumuna getirir big bang’ı. Evrenimizin bir yaşı varken, bu evreni oluşturan kararsızlık ortamının yaşı yoktur. Bu anlayışa göre zamanın başlangıcı yoktur ve belki de sonu da olmayacaktır!
Sınırlarını zorlayarak da olsa, varsın fizik zamanın okunun birincil nitelikli olduğunu ileri sürsün,başlıca görevimiz, özellikle deneylerle öğrenebildiğimiz alanlarda düşük enerji alanında,makroskopik fizik, kimya ve biyoloji alanlarında doğa yasalarını formülleştirmektir. Bu aynı zamanda insanı doğayla birleştiren ilişkilerin kurulduğu noktadır.


Zaman ve determinizm sorunu bilimle sınırlı değildir;köklerini ta Sokrates öncesi dönemde bulduğumuz ussallık olarak adlandırdığımız şeyin kökeninden bu yana Batı düşüncesinin merkezinde yer almıştır. Determinist bir dünyada insanın yaratıcılığı nasıl algılanmalı ya da etik olarak nasıl düşünülmelidir? Bu soru, aynı zamanda hem nesnel bir bilgiyi vaat eden hem de özgür ve sorumlu, yani ideal hümanisti kesinleyen bir geleneğin içindeki şiddetli gerilimin bir yansıması değil midir? Demokrasi ve modern bilimler aynı tarihin mirasçılarıdır;ama demokrasi özgür bir toplum idealini yaratırken,bilim de determinist bir doğa öğretisini kabul ettirmeye çalışırsa, bu tarih bir çelişkiye yol açar. Doğaya yabancı olduğumuzu düşünmek,bilim serüvenine olduğu kadar Batı dünyasına özgü anlaşılırlık tutkusuna da yabancı olan bir ikiciliği kapsar. Sözünü ettiğimiz anlaşılırlık tutkusu, Richard Tarnas ’a göre “bütünlüğünü varlığının kökenleriyle yeniden bulmaktır.” Bugün bu serüvenin en önemli noktasında, bilimle kesinliği, olasılıkla bilgisizliği artık özdeşleştirmeyen yeni bir ussallığın başlangıç noktasında olduğumuzu düşünüyoruz.


Bu yüzyılın sonunda,bilimin geleceği sık sık gündeme getirilecek. Kimilerine göre  Zamanın kısa tarihi romanında açıkladığı gibi “tanrı düşüncesi”ni çözebilecek yetkinliğe ulaştığımızda sona yaklaşmış olacağız. Bense, tersine serüvenin daha başında olduğumuza inanıyorum. Yalınlaştırılmış durumlarla sınırlı olmayan,idealleştirilmiş,ama aynı zamanda da bizi gerçek dünyanın karmaşıklığıyla karşı karşıya bırakan bir bilimin;insan yaratıcılığının doğanın her düzeyinde ortak temel çizginin bireysel bir ifadesi olarak belirmesini sağlayan bir bilimin doğuşuna tanık oluyoruz. Fizik ve matematik arasındaki ilişkilerin zengin tarihinde yeni bir sayfa açan bu kavramsal dönüşümü,doğa üzerine düşüncelerin evrimiyle ilgilenen her okuyucunun okuyabileceği,anlayabileceği bir şekilde sunmaya çalıştım. Bununla birlikte,bazı bölümler,özellikle de 5. ve 6. bölümler az çok teknik gelişmeleri içermektedir. Ancak sonuçlar sonraki bölümlerde genel bir şekilde yeniden ele alınmıştır. Her kavramsal yenilik kesin bir doğrulanmayı ve yeni tahminlere sınır getirmeyi gerektirir. Şunu da belirtmeliyim ki, bu tahminler bilgisayarda gerçekleştirilen simülasyonlarla doğrulanmıştır.
Bu yapıt, onlarca yıllık bir çalışmanın sonucu olsa da aslında doğayla diyaloğumuzun tarihini içeren yeni bir bölümünün başlangıcındayız daha. Ancak her birimizin ömrü sınırlı, bu yüzden sonuçları bugünkü biçimleriyle vermeye karar verdim. Okuyucuyu bir arkeoloji müzesini gezmeye değil, yeni yeni oluşmakta olan bir bilim dalında kısa bir gezintiye davet ediyorum.


(İ. Prigogine, Kesinliklerin Sonu, Çeviren: Süheyla Sarı, Sarmal Yayınları 1999, s: 9-14 )

 

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

Ana Sayfa /index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2   

Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru

Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)

New World Order(Macro Philosophy)  / Astronomy