|
Felsefik, dinsel, bilimsel açıdan
yaradılış:mistisizm
Mehmet İhsan Darende
Çarşamba, 31 Ocak 2007
Dinsel kaynaklarla bilimsel görüşler arasında bir çok alanda ortaya çıkan
tartışmayı, mistisizm -özü itibariyle incelendiğinde- uzlaştırmaktadır.
Varoluşa ilişkin farklı görüşler Dinsel kaynakların yaradılış anlayışı ile
gözlem ve deneye dayalı bilimsel düşüncenin, hayatın oluşumu konusundaki
kabulleri temelden farklıdır ve istisnalar bir yana bırakılırsa, öteden
beri, birbiriyle çatışma halindedir. Hemen tüm dinsel kaynakların yaradılış
teorisine göre, yaratıcı Tanrı, evreni yoktan var etmiştir: Ayrıntılar bir
yana bırakılırsa, tanrısal iradeyi temsil eden “ol” emri ile madde ve
enerjiden müteşekkil evren yaratılmıştır. Yaratılışın ilk aşamasında yer ve
gökler, sonra canlılar, en son olarak da insan yaratılmıştır. Yaratma
eylemi, kıyamete kadar, yani evren var olduğu müddetçe sürecektir: Yoktan
var eden Tanrı, bilhassa hayatı, kendi ruhundan üfleyerek yaratmaya ve
evrensel gelişimi belirlemeye devam etmektedir.
Dinsel kaynaklardaki ortak tema, yaratmanın bir yoktan var etme eylemi
oluşudur. Üstelik bu kaynaklara göre yaratma, Tanrı’nın süreklilik arz eden
bir eylemidir ve yaratıcı Tanrı, her an yaratmayı; evrensel gelişime
müdahale etmeyi, kesintisiz olarak sürdürmektedir
Materyalizm temelinde gelişen bilimsel düşünceye göre ise madde ve enerji
birbirine dönüşebilen, yoktan var edilemeyen, var iken yok edilemeyen temel
unsurdur. Evrenin gelişimi süreci, maddenin tekil bir durumu olan sonsuz
yoğunluğun, büyük patlama (big bang) ile genişlemesi suretiyle başlamıştır
ve genişleme halen devam etmektedir. Bu sürecin konumuzu ilgilendiren
bölümü, dünyadaki canlı oluşumu, yani hayatın ortaya çıkışı ile ilgilidir.
Buna göre: Oksijen, karbon, hidrojen, azot ve fosfor atomları uygun miktarda
enerjinin uygulanması sonucunda, protein molekülünü oluşturan zincirler,
yani amino asit molekülleri şeklinde bir araya gelebilmektedir. Aynı
şekilde, nükleik asit molekülleri de, uygun enerjinin uygulanması suretiyle
teşekkül etmektedir. Laboratuar ortamında, bu atomlar elektrik enerjisine ya
da ültraviyole ışınlara tabi tutularak, amino asit moleküllerinin oluşumu
gözlenebilmiştir. Nükleik asit molekülleri de, uygun enerjinin uygulanması
sonucunda zincir oluşturacak şekilde birleşmekte, üstelik birleşik
moleküller (zincirler), yine uygun enerjinin kullanımı sonucunda kendisinin
tam bir kopyasını teşekkül ettirebilmektedir.
Güneşten kopan ve gittikçe soğuyan, dış yüzeyi kabuklaşmış dünyada, yoğun
yağmurlar sonucunda teşekkül eden okyanusun içinde, belirtilen atomlardan
bol miktarda mevcut idi. Üstelik bu ilk aşamada, bir yandan, henüz oluşmamış
ozon tabakasından süzülemeyen güneş ışınları, doğrudan okyanus sularına
ulaşıyor, diğer yandan, yoğun hava olayları, okyanusu sürekli yıldırım
bombardımanına maruz bırakıyordu. İşte bu enerji kaynakları, okyanusta
bulunan oksijen, karbon, hidrojen, azot ve fosfor atomlarını, amino asit ve
nükleik asit zincirleri şeklinde bir araya getirmiştir. Bu zincirler de,
aynı enerji kaynaklarının yardımıyla, kendi kendini kopya edebilen ilk canlı
formunu oluşturmuştur. Materyalizme göre, hayat bu şekilde ortaya çıktıktan
sonra, doğal seçilim yasasına göre, güçlünün canlı kalabildiği ve varlığını
pekiştirdiği bir süreçte evrimleşmiştir.
Görüldüğü gibi, materyalist var oluş anlayışı ile dinsel kaynakların tasvir
ettiği yaradılış düşüncesi, birbirinden tamamen ters yönlerdedir ve iki ayrı
uçta yer almaktadır. Bu düşünceleri telif etmeye çalışan felsefi akımlar
değişik zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunların en eskisi, başlangıçta
mitolojik kavramlar üzerine kurulan mistik düşüncedir. Özellikle Aryan
mitolojisinden etkilenen ve o zaman için evreni tanımlamada kullanılan
kavramlar üzerinde gelişen ilk mistik akımlar, zamanla evrimleşmiş, gittikçe
daha bütünsel bir anlayışa ulaşarak, çevre uygarlıkları da etkilemiştir.
Bilhassa antik Grek düşüncesi, doğudan ve bilhassa İran’dan gelen mistik
anlayıştan ciddi olarak etkilenmiş, Grek filozoflarınca akla yapılan vurgu,
mistisizme yeni bir boyut kazandırmış, kişisel deneyim-akıl sentezi, mistik
düşünceyi gitgide geliştirmiş ve yetkinleştirmiştir.
Mistik anlayışa göre evren, Tanrı’nın kendini dışlaştırması sonucunda ortaya
çıkmıştır. Tanrı yaratıcıdır ama yoktan var etmemiştir, kendi özünü dışarı
vurarak, bu öz varlıktan maddeyi yaratmıştır. Bu anlayışa göre Tanrı sonsuz
ışıktır, sonsuz enerjidir. Madde, bu enerjinin yoğunlaşması ile ortaya
çıkmıştır. Yaratma, Tanrı’nın öz varlığını kullanarak gerçekleştirdiği bir
eylem olduğu için, evrendeki her şey, onun bir parçası, bir görünüm
biçimidir. Madde, Tanrı ile aynı cevherdendir. Böyle olduğu için de
evrendeki her şey, Tanrı’nın bir yönünü, tanrısal kudretin bir veçhesini
ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi mistik anlayış sentezcidir, hem Tanrı’nın
varlığını kabul etmektedir, hem de maddenin kadim olduğunu. Ancak madde
Tanrı’nın öz cevherinden yaratılmış olduğu için kadim olmak, Tanrı’ya has
bir özelliktir; madde tanrının cevherinden olması dolayısıyla kadimdir.
VAROLUŞA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ
Dinsel kaynakların “yoktan var etme” anlayışı, filozoflarca eleştirilmiştir.
Bu eleştirilerin odaklandığı nokta şudur: Eğer evren, Tanrı’nın öz
cevherinden farklı bir cevherden oluşmuş ise iki ayrı gerçeklik mevcut
demektir. Bunlardan birisi Tanrı, diğeri ise ondan tamamen ayrı olan
evrendir. Evreni Tanrı’nın yaratmış olması bu sonucu değiştirmez; eğer aynı
cevherden oluşmamışsa, Tanrı’nın kendisinden başka bir gerçekliğin daha
kabulü gerekir ki, bu Tanrı’nın birliği ve tek gerçek olması anlayışına
aykırıdır.
Materyalist var oluş anlayışı da eleştiriye açıktır:
Bu anlayışa göre, madde yoktan var edilemez, varken yok edilemez, enerjiye
dönüşebilir, enerji de maddeye dönüşebilir. Evrenin gelişimi, maddenin
özünde var olan yasalara göre gerçekleşir. Bu yasalar yaratılmış değildir;
bir aklın eseri de değildir; bunlar maddenin özünde kendiliğinden mevcuttur.
Kanımca, evrensel gelişimi belirleyen yasaların varlığı kabul edildiği
halde, bu yasaları belirleyen bir gücün, bir mutlak aklın varlığını
reddetmek çelişki oluşturmaktadır. Çünkü her yasa, mutlak olarak onu
belirleyen bir güç ve aklın sonucudur. Yasa varsa, yasa koyucu da olmak
zorundadır. Bilimsel tespitlerle isimlendirilen yasaların tümü, materyalist
felsefenin de kabulündedir. Hatta materyalizmin temeli bu bilimsel
yasalardır. Fizik yasaları, kimya yasaları, biyoloji yasaları vs.
materyalist felsefenin de kabulündedir. Ancak bunların kendiliğinden olduğu,
maddenin özüne ilişkin bulunduğu ileri sürülmektedir. Oysa bilimin
açıklayamadığı, tekilliklerdeki yasaya uymazlık, yasanın kendiliğinden
olduğu iddiasını havada bırakmaktadır:
Evrenin sürekli genişlemekte olduğu bilimsel bir gerçekliktir. Bu
genişlemenin, evrensel gelişme yasaları çerçevesinde gerçekleştiği de
izahtan varestedir. Ancak, evren halen genişlediğine göre, süreci tersine
çevirince, karşımıza bir tekillik durumu çıkmaktadır. Çünkü evren bir milyon
yıl önce, şimdikinden daha küçüktü. Bir milyar yıl önce ise, ondan da
küçüktü. Tarih daha da geriye gittiğinde işte bu tekilliğe ulaşmaktayız.
Bilim insanlarının “büyük patlama” dediği ana geldiğimizde, karşımıza
tekillik çıkmaktadır. Materyalizm bunu, bir tekil durum olarak
adlandırmaktadır. Belirtilen durumda maddenin sonsuz yoğunlukta ve sıfır
hacimde olduğu ileri sürülmektedir. Bununla birlikte, bu durumda bilimsel
yasaların uygulanamayacağı da kabul edilmektedir
i. Çünkü bu durumu açıklayacak hiç bir bilimsel yasa yoktur. Bilimsel
yasalar, bu tekillik anında geçerliliğini kaybetmektedir.
Bilimsel yasaların geçerliliğini kaybettiği böyle bir tekillik varsa,
bunların maddenin özünden kaynaklandığını, kendiliğinden var olduğunu kabul
etmek mümkün değildir. Çünkü kendiliğinden olan, özden kaynaklanan, her
durumda geçerliliğini sürdürmelidir: Eğer büyük patlama, bir tekillik durumu
ise tüm yasaların o tekillik içinde de varlığını sürdürmesi gerekirdi. Eğer
yasa, bu durumda geçerliliğini yitiriyorsa, maddenin kendisinden
kaynaklanmıyor demektir. Tabii, eğer o tekillik durumunu bir mutlak akılla
açıklamıyorsak böyledir. Bunun yerine, tanrısal öz kendini dışlaştırırken,
bu dışlaşma ve gelişmenin yasalarını belirlediyse, durum farklıdır. Çünkü
Tanrı, mutlak akla, mutlak bilgiye, mutlak güce sahiptir ve kendini
dışlaştırarak, kendi öz cevherinden evreni yaratırken, bu gelişimin
kurallarını mutlak aklı ile tespit etmiştir. Onun özü mutlak akla sahip
olduğu gibi, evrensel gerçekliğin her bir parçası da bu mutlak aklın bir
bölümüne sahiptir; çünkü tanrısal özün bir parçasıdır. İşte evrensel gelişme
yasalarını belirleyen bu mutlak akıldır. Tüm gelişim, bu yasalar uyarınca
gerçekleşir; biz buna bilimsel yasalar adını veriyoruz. Örneğin iki atom
hidrojenle bir atom oksijenin tepkimeye girmesi halinde, ortaya su çıkar. Bu
yasayı değiştirmek mümkün değildir. Ancak koşulları değiştirmek ya da
belirlemek ise elbette imkân dâhilindedir. Yani iki atom hidrojenle bir atom
oksijeni bir araya getirmek ya da ayırmak mümkündür. Bunun için koşulları
değiştirmek yeterlidir. Bu değişimlerin tümü, aynı bilimsel yasalar uyarınca
gerçekleşir. Bu yasalar bilindiğinde, buna uygun olarak koşullar
ayarlanabilir ve yasanın çalışması, iradi olarak yönlendirilebilir.
Mutlak akıl-mutlak güç, madde ve enerjinin birbirine dönüşebilen temel yapı
taşını ve bunların ne surette birbirine dönüşebileceğini, nasıl gelişeceğini
belirleyen temel yasayı yarattı. Bundan sonraki tüm gelişim, bu değişmez
yasa çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, Darvinizm ile dinsel
bakış açısı arasındaki çatışmayı senteze bağlayan, mistisizmdir. Çünkü
canlının sudan çıkması, gelişerek çok hücreli yapıya dönüşmesi, onun da
gelişerek insanı oluşturması, mutlak aklın koyduğu temel gelişme yasası
çerçevesinde ise bunun, dinsel metinlerin sözünde değil ama özünde yatan
yaratma olgusuna ters düşen bir yanı yoktur. Gerçekten de gelişen temel yapı
taşını kendi cevherinden oluşturan, yani insana dönüşen maddeyi yaratan,
Tanrı’dır. Bu temel yapı taşının, insanı oluşturması için geçen süreci
yöneten yasayı yaratan da aynı mutlak güçtür. Yani Tanrı’nın oluşturduğu
temel yapı taşı, yine Tanrı’nın ihdas ettiği evrensel gelişme yasasına tabi
olarak insana dönüşmüş ise insanı Tanrı’nın yarattığı kuşkusuzdur. Ancak bu
“yoktan var etme” değildir.
İşte mistisizm bu anlayışı savunmaktadır. Yoktan var edilemeyen, var iken
yok edilemeyen tek gerçeklik, Tanrı’nın kendisidir. Evrende yer alan her
şey, yani madde ve enerji, bu öz cevherden oluşmuştur. Bu sebeple yok
edilemez, yoktan var edilemez; ancak birbirine dönüşebilir. Bu dönüşüm, yine
mutlak aklın ihdas ettiği yasalar uyarınca gerçekleşir. Bu yasalar
değiştirilemez ama kullanılarak, evrensel gelişime müdahale edilebilir. Bunu
sağlayan irade ise öze ait mutlak irade olduğu kadar, onun parçasından
ibaret olan bireysel iradedir de. Bireysel irade -ki dinsel kaynaklar bunu
cüz’i irade olarak isimlendirir- mutlak iradenin bir parçasından başka bir
şey değildir. Bireysel irade de, bir sonuca yönelmiştir ve bu sonucu
gerçekleştirmek için, evrensel gelişim yasalarını kullanır. Bunu
gerçekleştirmek için de koşulları, bu yasaların, istediği sonucu
gerçekleştirmesine imkân tanıyacak şekilde düzenler. Bireysel irade,
bilebildiğimiz yaşam formlarının şu ya da bu biçiminde, şu ya da bu ölçüde
mevcuttur. Bireysel iradenin yetkinliğini belirleyen, yaşam enerjisinin
frekansıdır. Evrensel gelişim, en azından dünyadaki haliyle, insanı
oluşturacak şekilde gerçekleşmiştir. Vücudu ile oranlandığında beyni en
büyük olan canlı insandır ve aşağıda açıklanacağı üzere, yaşamsal enerjinin
ne kadar büyük bölümü beyinde kullanılabilirse, frekans o derece yükselir.
Bu, bilincin ve iradenin o ölçüde yetkinleşmesi demektir.
Materyalist anlayış, canlının ortaya çıkışı da dâhil olmak üzere, tüm
gelişimin ve canlı evriminin tesadüflere bağlı olduğunu iddia eder. Buna
göre, okyanus sularında mevcut oksijen, hidrojen, karbon, azot ve fosfor
atomları, tamamen tesadüfî koşullarda, yıldırım çarpması, ültraviyole ışın
bombardımanı tarzında enerji akımına maruz kalmış ve bunun sonucunda,
tesadüfen amino asit ve nükleik asit zincirleri teşekkül etmiştir. Yine
tesadüfî enerji etkileşimi sonucunda bu zincirler birleşmiş, böylece ortaya
çıkan moleküller kendisini kopya etmeye başlamıştır. Bu şekilde ortaya çıkan
ilkel canlı biçimi, yine tesadüfen, daha karmaşık organizmalar şeklinde
gelişmiş, aynı DNA zinciri, vücudun bir bölümünde bir organı, başka bir
bölümünde başka bir organı oluşturacak şekilde çalışmıştır. Üstelik karmaşık
organizmaların çevresel koşullara göre değişim göstermesi de tesadüften
ibarettir.
Örneğin, Afrika ve Amerika kıtaları bitişikken ortaya çıkan maymun formları,
bu iki ana karanın ayrılmasından sonra şöyle evrimleşmiştir: Afrika’da kalan
maymunlardan, çevrede fazla ağaç olmadığı için, yerde yaşayabilenler hayatta
kalmış, ağaçta yaşayanlar doğal seçilim sonucunda yok olmuştur. Buna
karşılık Amerika’da kalanlardan, çevrede bol orman ve ağaç olması sebebiyle,
ağaçta yaşayan maymun türü hayatta kalmış, yerde yaşayanlar yok olmuştur. Bu
sebeple, Amerika’da yaşan maymunların kuyrukları uzun ve güçlü, Afrika’da
yaşayanlarınki ise kısa ve güçsüzdür.
Bu görüşe göre, başlangıçta hem ağaçta yaşayan uzun kuyruklu, hem de yerde
yaşayan kısa kuyruklu maymunlar mevcuttu. Çevresel koşullar, “doğal seçilim
yasası”nı işletti ve ormanlık bölgede kısa kuyruklular, ağaçsız bölgede de,
uzun kuyruklular yok oldu. Bu anlayışın mantıksal bir açmazı mevcuttur: Bu
görüş doğru ise, hayatın evrimleşmesi değil, başlangıçtaki çok daha çeşitli
türden, doğal seçilim sonucunda birçoğunun yok olması suretiyle geri gidişi
söz konusudur. Materyalizm buna da cevap vermektedir: Hayat geri gitmemekte,
evrimleşmektedir. Başlangıçtaki çeşitlilik, sonraki durumdan daha fazla da
değildir. Sonradan çeşitliliği artıran etken, genlerde şu veya bu yolla
ortaya çıkan mutasyondur. mutasyon, kural olarak organizmanın hayatta kalma
şansını azaltır. Ancak bazı mutasyonlar, çevresel koşullara çok daha uyumlu
organizmaların ortaya çıkmasına sebebiyet verir ve bunlar hayatta kalırken,
mutasyona uğramayanlar yok olur. Görüldüğü gibi, evrimi sağlayan temel etken
de tesadüftür: Tesadüfen mutasyona uğrayan organizma, yeni canlı formlarına
dönüşmekte ve bu yeni tür çevreye uyum sağlamayı başarırsa, türlerdeki
çeşitlilik ve evrimsel gelişim gerçekleşmektedir.
Materyalizm, mutlak akıl ve mutlak iradeyi reddettiği için, tüm gelişimi
tesadüflere bağlamak zorundadır: İlk canlı formun otaya çıktığı tarihte,
henüz -insan gibi- akıl ve irade sahibi bir yapı bulunmadığı için, bu
gelişim ve dolayısıyla evrimi yönlendiren bir iradeden bahsetmek de mümkün
değildir. O halde tüm gelişim, evrensel gelişme yasalarına göredir ve
koşullar tesadüfen ortaya çıkmıştır.
Kişisel olarak katılmadığım, bu görüştür. Termodinamiğin ikinci yasası
uyarınca, evrende düzensizlik (entropi) sürekli olarak artmaktadır.
Sistemlerde en olası durumlar düzensizliğin en çok olduğu durumlara karşı
gelir. Başka bir deyimle düzensizliğin en büyük olduğu durum, yani sistemin
en olası durumu, enerji alış-verişinin de en az olduğu durumdur. Düzen
enerji gerektirir, en kararlı durum ise enerji değişimine en az ihtiyaç
duyulan, dolayısıyla enerjinin en az bulunduğu sistemdir. Canlı formu ise
tam tersine düzen demektir. Hayatın bizatihi kendisi, aynı atomların aynı
şekilde, düzenle bir araya gelmeleri demektir. O halde iki ihtimal
mevcuttur: Ya yaşam, termodinamiğin ikinci yasasının istisnasıdır ya da
yaşamı ortaya çıkaran, atomların düzenli şekilde birleşmesini sağlayacak
koşulları belirleyebilecek, oluşturabilecek bir güç ve irade mevcuttur.
Birinci ihtimal mantık dışıdır ve yasa kavramına da aykırıdır: İlk canlı
formun tesadüfen ortaya çıktığını varsayalım. Gerekli enerjinin de
ültraviyole ışınlardan veya yıldırım bombardımanından elde edildiğini kabul
edelim. Bu enerjinin uygulanması ile kendini kopyalamaya başlayan
moleküllerin varlığını da kabul edelim. Bu başlangıç koşulları tesadüfen
ortaya çıkmış olsa dahi, bu düzenliliğin sürmesi, gelişmesi ve gittikçe daha
düzenli hale gelmesi, termodinamiğin ikinci yasasına aykırıdır. Çünkü bu
yasa uyarınca evrensel gelişim, en düzensiz ve en kararlı durumları ortaya
çıkartacak şekilde gerçekleşmektedir. Kendi haline bırakıldığında, yani
sadece tesadüflere kaldığında, bu ikinci yasa, ortaya çıkan canlı formun bir
süre sonra yol olmasıyla sonuçlanırdı. Oysa ilk koşulu belirleyebilen,
bundan sonrası için de yine aynı koşulları düzenlilik yönünde devam
ettirebilen bir güç, ancak irade ile açıklanabilir. Çünkü düzenlilik için
sürekli enerji, yeni teni enerji kaynakları gerekir. Enerjinin akışı bir
irade tarafından yönlendirilemiyorsa, bunun düzenliliği artıracak şekilde
hareket etmesi, üstelik enerjinin de sürekli artması söz konusu olamaz.
Özetle, canlı formun oluşumun tesadüfî koşullar sağlamış olsa dahi, evrim,
daha düzenli bir sistem demektir ve enerji ve irade gerektirmektedir.
Tesadüfen ortaya çıkan koşulların, varlığını, daha da düzenli bir sistemi
doğuracak şekilde devam ettirmesi, ancak, bu koşulların oluşumunu
yönlendiren bir irade ve gücün varlığına bağlıdır. Koşulların daha düzenli
olmaya gidecek şekilde devamının tesadüflerle sağlanması mümkün değildir,
çünkü tesadüfler, düzenlilik değil, düzensizlik yaratır.
Oysa mistisizme göre, mutlak akıl ve irade sahibi Tanrı, kendini
dışlaştırarak evrensel gelişimi başlatmış ve bunun yasalarını da kendisi
belirlemiştir. Bu gelişimin her bir aşamasında, bu mutlak akıl ve iradenin
her bir parçası, çeşitli güç ve şiddetlerde koşulları etkileme imkânına
sahiptir. Her bir parçanın evrimi, elbette evrensel gelişme yasarlına göre
gerçekleşmektedir ama koşulları değiştiren sadece tesadüfler değil, gerek
mutlak iradenin özü, gerekse her bir cüzde tecelli eden parçasıdır. Yani
akıl ve irade, sadece insanın tekâmülü ile ortaya çıkan kavramlar değildir:
İnsanın farkı, beyin enerjisinin frekansının yüksekliği ile orantılı olarak,
mutlak akıl ve mutlak iradeyi en çok yansıtabilmesinden gelmektedir.
Görüldüğü gibi bu görüş, dinsel kaynakların ileri sürdüğü, sürekli yaratan,
mucizeler ortaya çıkartabilen, kendi koyduğu kanunları değiştirebilen veya
çiğneyebilen tanrı görüşü ile temelden farklıdır. Kanunları değiştirmek ya
da çiğnemek başka bir şeydir, kanunları işletmek için koşulları düzenleyip
değiştirebilmek bambaşka… Koşulları değiştirmek için insan olmak dahi yeter.
Örneğin genetik manüplasyonla, genlerde bilinçli ve iradi mutasyona yol
açmak mümkündür. İnsanın ortaya çıkmasından sonra, düzen iradi olarak
sağlanmaktadır. Hatta genetik yapılar değiştirilebilmekte, farklı canlı
türleri ortaya çıkartılabilmektedir. Bu hem sürekli bir düzenin tesadüfe
değil, iradeye bağlı olduğunu ispatlamaktadır, hem de koşulları belirlemek
için tanrısal güce gerek bulunmadığını. Evrensel gelişim için yasaların
değiştirilmesi değil, koşulların düzenlenmesi gerekmektedir ve bunu da ancak
irade sahibi bir güç gerçekleştirebilir.
İradenin sadece insana ait olmadığını şu örnek çok güzel ortaya koymaktadır.
Bazı yılanlar, kış uykusuna yattığında, sindirim sistemini tamamen ortadan
kaldırmakta ve böylece enerji tasarrufu sağlamaktadır. Yiyecek bulduklarında
ise yeniden sindirim sistemi üretmektedir. Bu sadece dış koşulların
belirlediği bir olay değildir. Bütünsel aklın her bir parçası, cüz’i de olsa
iradeye sahiptir. Bu irade, evrimsel gelişime yön vermektedir. Yılana,
sindirim sistemini önce yok edip, sonra yeniden oluşturma imkânı tanıyan,
sıcak bölgelerde yaşayan insanları kalın saçlı, kısa burunlu şekilde
evrimleştiren, soğuk çevre koşullarındaki insanların evriminde, uzun burna
yol açan bu iradedir. Elbette evrimsel gelişim, bir kuşakta ortaya
çıkmayacaktır. Ama yaşamsal enerji formunun zorlaması, genetik mutasyonla
sonuçlanmaktadır, yani olumlu sonuç veren mutasyonu sağlayan enerji, hayat
enerjisidir. Bu da mutlak aklın ve iradenin bir parçası olması sebebiyle
sınırlı da olsa iradeye sahiptir ve gerek mutasyonu sağlayan, gerek karmaşık
organizmalarda, aynı DNA’nın vücudun değişik bölgelerinde değişik organları
oluşturmasını temin etmeye yönelik olarak genleri baskı altında tutan bu
iradedir.
BİLGİ FELSEFESİ YÖNÜNDEN DİNSEL KAYNAKLAR, BİLİM VE MİSTİSİZM
Bu üç farklı anlayış, varlığın algılanabilmesi, öğrenilmesi ve bilinmesi
açısından da farklı görüşlere sahiptir:
Bilimsel anlayışa göre, evrende var olan her şey, gözlem, deney ve zekâ
yoluyla kavranabilir, öğrenilebilir, bilinebilir. İnsan, çevresinde olan
biteni gözlemleyerek, maddenin doğası, ilişkileri, gelişimi, onu etkileyen
yasalar konusunda tahminlere ulaşabilir. Zihninde oluşan kavramları tasnif
edip, bunların birbiriyle ilişkisini sistemleştirebilen insan, hareket ve
gelişimi belirleyen kanunlar hakkında tahminler yapabilir; tahminini deneye
vurarak, doğruluğunu sınayabilir ve böylece doğru bilgiye ulaşabilir.
Materyalist anlayışa göre, evreni tanımanın ve bilgi edinmenin tek yolu
budur.
Dinsek kaynaklara göre insan, Tanrı’nın kendisine verdiği akıl ile çevresini
tanıyabilir ve kavrayabilir. Ancak bu sınırlıdır. Bilhassa Tanrı’nın
kendisini akılla kavramak mümkün değildir. Bu sebeple Tanrı, ancak kendini
ifade ettiği ölçüde ve bu sınırlar içinde kavranabilir, bilinebilir. Vahiy
ya da tanrısal esin, tanrısal olan hakkında bilgi edinmenin tek yoludur, bu
yol, insan aklına kapalıdır.
Mistisizm, varlık hakkında bilgi edinmenin temel yolu olarak, düşünsel
yoğunlaşma, meditasyon, çile gibi kişisel deneyim yöntemlerini kabul eder.
Bu yöntemlerle kendi içine dönen insan, varlığının özündeki tanrısal cevhere
kavuşur ve hem tanrıyı, hem de onun değişik görünüm biçimlerinden oluşan
evreni tanır ve bilir. Evrendeki her şey, tanrının öz cevherinden yaratılmış
olduğu için, tanrıyı bilmek, evreni bilmektir. Ancak mistisizmde, bireysel
zekâ, bilimsel gözlem ve deney, bilgi edinme yöntemi olarak kabul
edilmemektedir. Tam tersine, kişisel deneyim yöntemlerine başvuracak olan
insan, duyu organları vasıtasıyla edindiği mevcut bilgilerini silmek,
bilincini sıfırlamak zorundadır. Bundan sonraki çabası, kişisel deneyim
yöntemleriyle içindeki tanrısal özü dışarı çıkarmak, tanrıya ait olan mutlak
akla ulaşmaya çalışmak, kendi zihnini durulaştırarak, mutlak akıldan
kendisine yansıyan parçayı geliştirmek ve böylece bilinç başkalaşımı
sağlamak, tanrısal bilince ulaşmak yönündedir.
Dikkatlice incelendiğinde, mistisizmin, bilgi edinme yöntemlerinde de
sentezci bir yaklaşıma sahip olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de mistik
görüşte, bireysel zekâ ve duyu organlarının algılama yeteneği ile bilgi
edinme reddedildiği halde, kişisel deneyim yöntemlerini aktarmanın tek yolu
duyu organlarıdır. Mistik okullar, bu yöntemlerin üzerinde yoğunlaşır ve
öğrencilerine, bu yöntemleri hem öğretir, hem uygulatır. Dolayısıyla sadece
kişisel deneyim yöntemlerinin öğrenilip bilinmesi dahi, duyu organlarının
kullanılmasını gerekli kılar. Diğer yandan, beyin hücrelerine yüklenmiş her
bilgi parçacığına ulaşmak, beyin enerjisini kullanmak ve yönlendirmekle
mümkündür. Kişisel deneyim yöntemleri ise bir yönüyle beyin enerjisini
kontrol etmeyi öğretir, diğer yönüyle, biyolojik kökenli enerjinin daha
büyük bir bölümünün beyin tarafından kullanılmasını sağlar. Böyle olunca da,
kişisel deneyim yöntemleri, beynin daha etkili kullanımı ile sonuçlanır ve
mistisizmin kendisi değilse bile uyguladığı yöntemler, bireysel zekâyı
dışlamaz.
Madde, enerjinin yoğunlaşmış biçimidir ve mutlaka, bir miktar enerjiyi
içerir. Gerçekten de, atom altı parçacıkları birbirine bağlayan, atomları
moleküller halinde birleştiren, molekülleri cisimler halinde bir araya
getiren enerjidir. Dolayısıyla maddenin yapısı içinde, belirtilen bağlar
biçiminde yer alan enerji de zorunlu olarak bulunmaktadır.
Kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen
parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan
parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı
verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur.
Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı
parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de
aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında
sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir
elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan
vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji
yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.
İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de
beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar
pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden
saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı
parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı
parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir.
Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları,
insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda,
taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve
burada depolanır. İnsanın bu bilgiye yeniden ulaşması, beyin enerjisini, bu
bilginin depolandığı hücre grupları arasında iletişim kuracak şekilde
kullanması ile mümkün olur. İşte bu noktada, kişisel deneyim yöntemlerinin,
iki yönden önem kazandığını söyleyebiliriz.
Birincisi, beyin hücrelerine depolanmış bilgiye ulaşmak, beyin enerjisinin
bu hücreler arasında iletişim kurması ile mümkün olduğuna göre, beyin
enerjisini yönlendirme yöntemlerini iyi bilen insan, bilgiye çok daha kolay
ve çabuk ulaşacaktır. Kişisel deneyim yöntemlerinden konsantrasyon,
işte bu alanda sürekli çalışmayı gerektirmektedir. Daha açığı,
konsantrasyon, beyin enerjisinin bilinçli olarak kullanılıp yönlendirilmesi
eylemidir. Kontrol edilmediği takdirde beyin enerjisi, birçok hücre arasında
iletişim kurup, karmakarışık düşüncelerin zihni işgal etmesine sebebiyet
verir. Böyle olunca da, beyne depolanmış bilgiye, istenen her anda, çabucak
ve kolaylıkla ulaşma imkânı ortadan kalkar. Oysa beyin enerjisini tek bir
yönde toplama ve yönlendirme hususunda deneyim kazanan insan, bilgiye çok
daha çabuk, az enerjiyle ve kısa zamanda ulaşır.
Diğer yandan, kişisel deneyim yöntemleri, beynin kullandığı enerjinin
miktarını da artırır. Şöyle ki: Canlı dünyası öyle bir düzen oluşturmuştur
ki, bitkiler ve hayvanlar birbirini bütünleyerek hayatta kalır. Çünkü
organizmanın kendini kopya etmesi için enerjiye ihtiyacı vardır. Bunun için
gereken enerjiyi, bitkiler, güneş ışınlarından elde eder. Bitki, güneş
ışınını bünyesinde depolarken, karbondioksit ve suyu kullanır ve
klorofil sistemi aracılığıyla bu molekülleri çözerek şeker moleküllerine
(ve oksijen molekülüne) dönüştürürii. Bir başka deyişle bitkiler, güneş
enerjisini şekere dönüştürerek depolar. Hayvanların ise bünyelerinde şeker
yapma imkânı yoktur. Böyle olunca, hayvan hücrelerinin kendini kopya etmesi
ve yaşamını sürdürmesi için gereken enerji, bitkilerin depoladığı şekeri
kullanmak suretiyle elde edilir. Bitkinin depoladığı şeker, oksijenle
tepkimeye girdiğinde depolanmış enerji açığa çıkar ve hücrenin kendisini
kopyalaması için kullanılır. Bu tepkimenin sonucunda ortaya çıkan
karbondioksit yeniden dışarıya verilir ve bu da, bitkilerin yeniden şeker
üretmesi için kullanılır. Böylece bitkiler ve hayvanlar, aynı atomları
kullanarak, molekülleri birbirine dönüştürecek süreçleri birbirini
bütünleyerek kullanır.
İşte bu yoldan elde edilen enerji, hem hücrenin kendini kopya etmesi, hem de
protein üretmesi için kullanılır. Bir başka yönden, tüm yaşamsal
fonksiyonlar için kullanılan enerji budur. Bu enerjiyi kullanarak, bir tek
hücre kendini kopyalayıp gelişmekte ve örneğin koskoca bir filin vücudunu
oluşturmaktadır. Aynı enerji, hareket etmek, kasları gevşetip açmak,
düşünmek gibi tüm faaliyetler için de kullanılmaktadır. Bitkiden elde edilen
bu enerjinin yaklaşık % 10’luk bölümü, hücrelerin kopyalanması ve vücudun
teşekkülü işinde kullanılmaktadır. Geri kalan enerji ise hareket için
ayrılmıştır. Toplam enerjinin % 30’u beyin tarafından kullanılmaktadır.
Bilindiği üzere, enerjinin frekansı, miktarı ile doğru, dalga boyu ile ise
ters orantılıdır. O halde enerji miktarı arttığında frekansı yükselir ve
dalga boyu küçülür. Beynin kullandığı enerjinin miktarı ve yoğunluğu
arttığında da, frekansı yükselir ve dalga boyu küçülür. Dış dünyadan alınan
yüksek frekanslı fotonların taşıdığı bilgiyi ayırt etmek ve kullanmak için,
beyin enerjisinin dalga boyunun, bu fotonun dalga boyuna indirilebilmesi
gerekir. Daha açıkçası, yüksek frekanslı ve küçük dalga boylu parçacıkların
taşıdığı bilginin değerlendirilebilmesi, ancak, beyin enerjisinin dalga
boyunun, bu parçacığın dalga boyu kadar küçültülebilmesi ile mümkündür.
Böyle olunca, dış dünyadan gelen sezilgen parçacıkların taşıdığı bilginin
algılanıp değerlendirilebilmesi, bu parçacığın frekansı ve dalga boyu ile
beyin enerjisinin frekans ve dalga boyunun uyumlu olmasına bağlıdır. Mor ve
kızıl ötesini göremediğimiz gibi, beyin enerjimizin frekans ve dalga boyu
ile örtüşmeyen bilgiyi analiz etmemiz de olanaksızdır.
İşte bu sebeple, beynin kullandığı enerjinin miktarının artması ve kullanma
biçimi, beyin hücrelerine depolanan bilginin daha ayrıntılı analiz
edilebilmesi için zorunludur: Enerji arttıkça frekans yükselecek, dalga boyu
küçülecek ve dalga boyu küçüldükçe, en ayrıntılı bilgiler bile analiz
edilebilecektir.
Kişisel deneyim yöntemleri, beynin kullandığı enerjinin artmasını sağlar.
Bilhassa düzenli meditasyon, vücudun geri kalanının harcadığı enerjiyi an
aza indirgerken, çok daha büyük bir enerji dilimini beynin kullanımına
sunar; üstelik konsantrasyonla birlikte, beyin enerjisinin bir tek bölgede
yoğunlaşmasını sağlar. Böylece, tüm enerjinin tek bir yönde kullanılması,
yani birçok hücre grubuna dağılıp miktarının azalmasının engellenmesi,
frekansı yükseltir, dalga boyunu küçültür. Bu ise çok daha ayrıntılı bilgiye
ulaşmak demektir.
Mistisizmde “ölmeden ölmek” ya “tanrının benliğinde kaybolmak” kavramlarıyla
anlatılan, mutlak aklın, mutlak bilginin ve mutlak iradenin frekansına
çıkabilmektir. Kişisel deneyim yöntemleri, beyin enerjisinin miktar ve
frekansını artırmayı mümkün kılar, bu da daha çok bilgiye ulaşmayı.
Özetlersek mistisizm, gerek varoluş, gerekse evreni bilme ve tabıma
anlamında, dinsel ve bilimsel görüş ve yöntemlerin akılcı bir sentezini
sunmaktadır. Aklı dışlamayan bir kişisel deneyime dayalı anlayış, hem
kendimizi, hem çevremizi daha iyi tanımamızı, hayatın sevgiden ibaret olan
özünü kavramamızı sağlayacaktır.
M. İhsan DARENDE
i Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere
(S.Say-M.Urul çevirisi) Sayfa: 129
ii Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri 20. Basım Sayfa:49
1- başladınız yine...
kuark bilim 2007-02-02 11:36:19
"Oksijen, karbon, hidrojen, azot ve fosfor atomları uygun miktarda enerjinin
uygulanması sonucunda, protein molekülünü oluşturan zincirler, yani amino
asit molekülleri şeklinde bir araya gelebilmektedir. Aynı şekilde, nükleik
asit molekülleri de, uygun enerjinin uygulanması suretiyle teşekkül
etmektedir."
Bu maddeler nasıl oluşmuştur? Bunun cevabını verebilecek bilimsel bir mecra
yoktur?
2- Lütfen yazının tümünü okuyalım
İhsan Darende 2007-03-20 05:36:47
"Başladınız yine" başılığı, eleştiri değil suçlamadır: "Siz iflah olmaz
fanatikler, bu temelsiz düşünceleri pompalayıp duryorsunuz" analamı
taşımaktadır. Öncelikle her çeşit düşünceye saygı duymalı ve sadece karşı
görüşlerimzi ortaya koyarak, bilimsel tartışma platformu oluşturmalıyız.
Bunun dışındaki yaklaşımlar, fanatizmin kendisidir. Diğer yandan bir
suçlama yapacaksak, yazının tümünü okumalıyız.
Bu yazıda, materyalist anlayış savunulmamakta, tam tersine, tüm gelişimi
tesadüflere bağlayan ve iradeyi reddeden anlayış eleştirilmektedir. Eleştiri
haklı da haksız da olabilir. Ancak önce tahammül sonra da, suçlama yerine
tartışmayı tercih edelim, hepimiz bundan kazançlı çıkarız. Bilim tartışmayla
gelişir, insanlık, evrensel gelişim yasalarını tartışarak kavrar, kavradıkça
koşulları değiştirebilir ve evrensel gelişime müdahale edebilir. Varlık,
körü körüne her komuta uymaya programlı değildir. Saygılarımla...
3-Mistisizim
Hasan BELEK 2007-05-02 09:24:31
Merhaba,
Öncelikle, ismi Allah olanı bilmek gerektiğine inanıyorum. İnsanlar, nasıl
inanıyorlar, gökte bir güç var, bir yerde bir galakside yada,oturmuş,
kanatlı melekleri var, yeryüzünde postacı peygamberi var, kitap yollamış,
şöyle yaparsan cennete, böyle yaparsan cehenneme gidecek anlayışı, bir
tanrıya inanmaktır.Oysa Allah rasulü, tanrı inancını ve putları
yıkmıştır.Yukarıda gökte biri var ve onun postacısı olan peygamberi ve
kanatlı melekleri var anlayışı olan tanrı dır.(İşte şirk olan budur.)Allah
anlayışı bambaşkadır, ‘O’ evrensel öz’dür. Fakat ( O) herşeye kendi özünden
verdiği için,’O’ nun rasulün de açığa çıkan bilgi(İNSAN BEDENİNDEKİ
KUVVETTE, ÖZ’DE AÇIĞA ÇIKAN), O’ N DAN AÇIĞA çıkmıştır. Bu gerçektir. Bu
bilgi’ler, sonucu dinsel kitaplar, olmuştur. yani bir dinsel kitap gökten
vahiy meleği ile gelmemişdir. Kitap rasül den açığa çıkan bigi’dir. İsmi
Allah olanın muradı nı kimse bilemez, çünkü, sen vucudundaki ayağının
ucundaki bir hücrenin doğup öldüğünü bilemediğin gibi, evren içre evrenlerde
bulunan 400 milyar galaksi içindeki dünyamız ve insan bir hiç hükmündedir.
O’evrende nasıl büyük balık küçük balığı yutuyorsa bu bir yasa ise ve
sünetullah, o sünnetullahı, ‘OKU’muş tur Rasül. Muteşem beyin Allah rasulü
Muhammet Mustafa as.Allah sistemini ‘OKU’duğu için son nebi dir. Buradan
ismi Allah olana gelirsem, İsmi ALLAH,olan Yarattığı herşeye (makro’dan
mikro’ya )kendi özünden vermiştir, hepside bilinçli ve şuurludur. Herşey
Allah cc. ilminde irade edip tasarladığı ve programladığı kader üzere
yarattığı bütün yaradılmışlar takdir edilmiş kader’e göre yaşarlar, DERKEN,
hepsinin özlerinde vardır. (’O’ Güç,bir evrensel öz,bir artısı eksisi
kendinde olan maya’dır.)İnsan, bazı meseleleri kavrarsa, talep ederse,
kaderinde varsa, farkında olur, farkında ettirilir. İnsan bir kere girdimi,
çıkışı yok, ya fark edecek ya fark edecek. Azda olsa fark ettirilir,’O’ güce
sahiptir,(nasibi kadar)içinde o güç vardır ve ismi Allah dır.1400yıl evvel,
Allah rasulü Muhammet as. zerre küllün aynasıdır demiş. Ayrıca, her şey yeni
bir şan'da dır demiş. Bunlar düşünülmesi ve o zat muhteşem beyin Muhammet
as.ı iyi kavrayıp ne söylediklerini iyi 'OKU' malıyız.
Allah adaleti, yarattığı her kuluna herşeye yaşam hakkı tanımasıdır. Kul
adaleti de bence, O’nun yarattığı herşeye, saygıyla sevgiyle davranmasıdır.
Ayrıca, İnsan, ne yaparsa yapsın, muhakkak karşılığını yaşayacaktır. Bu
durum yıllardır tecrübeyle sabittir. İnsanlar, bu durumu anlamasalar da.
İyilik yapan,karşılığını iyilik olarak, kötülük yapan karşılığını, kötülük
olarak almadan, bu dünyadan göçmez.Ayrıca kimsenin ahı, kimsede kalmaz. Bu
sözler bilimsel olarak uygulanır, çünkü beyin dalgaları mazlum kişinin beyin
dalgası zulum yapana sonunda zarar verir. Sonsuz, zamansız’ dan gelen
birer varlık olan insanlar, yine sonsuz ve zamansızın yanına dönecekler,
herkesin, herşeyin bir görevi vardır. Herkes ‘O’sonsuz ve zamansız olan ve
ismi Allah olana kul olmağa çalışsın. KUL”luğunun idrâkında olmak demek; tüm
varlığının, vücudunun, “ben”liğinin, O’nun esmâsından var olduğunu, bunun
ötesinde mutlak bir “hiç”likten ibâret olduğunu bilmek, hissetmek, yaşamak
demektir!.Allah’a ibadet”, kulluğunun idrakında olmak demektir!(.A.H.)
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy
|
|