|
DÜŞÜNÜYORUM, DEMEK Kİ VARIM.
XVii'nci yüzyılın ilk çeyreği içindeyiz. 1619 yılının 10 kasım günü,
ordular otuz yıl savaşlarında çarpışadursun, gözlerini Tuna nehrinin mavi
sularına dikmiş yirmi üç yaşında genç bir
subay, Rene Descartes (1596-1650) kendi kendine şöyle düşünüyor: Evet,
insanın amacı mutluluğa erişmektir. Mutluluğumuzu sağlamak içinse aklımızı
kullanmamız gerekir. İyi ama, bu aklı bu amaca erişebilecek bir güçle nasıl
işletmeli? Aklımız pek dağınık. Aristoteles mantığı onu gereği gibi
çalıştırmamıza yetmiyor.
Aklımızı işletmek için yeni bir metot bulmalıyız.
Bu metot, matematik metodu olmalıdır. Bir düşünceyi bu metotla bölüp
parçalayarak o düşünceyi meydana getiren ana düşünceleri bulup ayırmak,
sonra bu ana düşünceleri birleştirerek o düşünceyi yeniden kurmak (analitik
geometri)... İnsanların bütün düşünceleri birbirlerine bağlıdır, birbirinden
çıkar, başka bir deyişle, bir düşünceyi doğuran başka bir düşüncedir. Şu
halde, sırayı titizlikle kovalarsam, doğru olmayan bir
düşünceyi doğru sanmaktan sakınabilirsem (başka bir deyişle, düşünce
zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam), ne kadar gizli olursa
olsun sonunda bulamayacağım hiçbir bilgi kalmayacaktır.
Kesin olan tek şey var: Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek... Şüphe etmek,
düşünmektir. Şu halde düşünmekte olduğum şüphesiz. Düşünmekse var olmaktır.
Şu halde var olduğum da şüphesizdir. İşte bilgim: Ben varım. Şimdi bütün
öteki bilgileri bu sağlam bilgimden çıkarmalıyım.
İşte Descartes'ı yeniçağ felsefesinin kurucusu yapan metot, bu
metottur.Descartes, bu metotla düşünerek, şu sonuçlara varıyor: Varlığımın
amacı ne?.. Mutluluk. Mutluluğu elde etmek için iyi yaşamamız gerek. Şu
halde iyi yaşamanın bilgilerini elde etmeliyiz. Bu bilgileri bize felsefe
verecektir. Felsefeye başlamak içinse hayatımızın işlerini düzenleyen bir
töre (ahlak) edinmeliyiz. Şu halde önceden birkaç
iğreti ilke koyarak yaşamamızı düzenleyelim, sonra da bu düzen içinde asıl
töreye, asıl mutluluğa, asıl ilkelere erişelim.
Descartes, iyi yaşamak için gereken erdemin geçici ilkelerini Metot Üstüne
Konuşma adlı ünlü yapıtının üçüncü bölümünde veriyor:
1- Dine, kanunlara, göreneklere, akıllı insanların uyguladıkları aşırılıktan
uzak ölçülere uygun olarak
yaşamak.
2- İşlerimde kanılara varmak ve vardığım bu kanıların üstünde titizlikle
direnmek (başka bir deyişle, artık bu
kanılardan kuşkulanmamak ve bu kanıları değiştirmemek).
3- Düşüncelerimden başka hiçbir şeyin elimde olmadığını bilerek dünyanın
düzeninden çok kendi
isteklerimi değiştirmeye ve talihten çok kendimi yenmeye çalışmak.
4- Yaptığım işi başkalarının yaptıkları işlerle ölçerek değerlendirmek
(başka bir deyişle, yaptığım işin
analitik geometri metoduyla aklımı işletmek işinin yapabileceğim en iyi iş
olduğuna inanmak).
Descartes'a göre bu kurallar insanı bahtiyar (bonheur) eder, felsefeyle
uğraşabilmek için gereken kafa ve beden
rahatlığını sağlar, gerçek mutluluğu (beatitude) verecek olan bilgeliğe
hazırlar. Çünkü mutluluk, bilgeliktedir (antikçağ Yunan felsefesi idealini
hatırlayınız). Bilgeliğe de felsefeyle varılır.Descartes'ı böylesine bir kolaylığa götüren nedir? Bana öyle geliyor ki
Descartes, bütün bunlarla şunu demek istiyor: Her şeye razıyım. Beni
tedirgin etmeyin. Bırakın da rahat rahat düşüneyim ve size gerçek
mutluluğun, erdemin kurallarını bulayım.
Ya böylesine bir boyun eğişten sonra bulduğu nedir?.. Descartes, Prenses
Elizabeth'e 4 ağustos 1645 günlü mektubunu yazmamış olsaydı bunu hiçbir
zaman bilemeyecektik. Çünkü bu asıl amacın kurallarını hiçbir yazısında,
hiçbir kitabında söylememiştir. Prenses Elizabeth'e yazdığı kısa mektup,
sonradan Töre Üstüne Mektuplar (Lettres sur la Morale) adlı bir kitaba
alınarak Descartes'ın bütün bir ömür boyun eğişinin amacı biraz olsun
aydınlatılabilmiştir. Descartes bu mektubunda asıl töreye, asıl erdeme,
gerçek mutluluğa erişebilmek için şu ilkeleri koymaktadır:
1- Yapılması ya da yapılmaması gerekeni bilmek için elden geldiği kadar
düşünceyi kullanmak.
2- Aklın öğütlediği her şeyi, tutkulara kapılmaksızın yerine getirebilmek
için sağlam ve değişmez bir karar sahibi olmak.
3- Bizim edilmesi elimizde olmayan bütün ergilere (nimetlere) istek
duymamaya alışmak.
4- Gerçeğin bilgisinde aklımızla ilerleyerek üstün iyiye ve onun vereceği
hoşnutluğa (mutluluğa, beatitude anlamında) varmaya çalışmak. Geçici
kurallarıyla sağladığı rahatça düşünmek süresi sonunda
Descartes'ın vardığı bu kesin ilkelerden erdemin tanımını çıkarabiliriz.
Descartes'a göre erdem, düşünce, ölçüsünü kullanmaktır. Mektubunda açıkça
söylediği gibi, yaşamaktan hoşnut olmamız için yalnız erdem yeter.
Descartes, İsveç Kraliçesi Christin'e yazdığı 20 kasım 1647 günlü
mektubunda, vardığı bu sonucu daha da açıklıyor: Böylelikle eskilerin en
ünlü ve en karşıt iki görüşünü uzlaştırdığımı sanıyorum Madam. Bunlar da
Zenonia Epikouros'un görüşleridir. Zenon üstün iyiyi erdem ya da namusta,
Epikouros zevk ya da şehvet adını verdiğimiz hoşnutlukta görüyordu. Bütün
kötülükler bilgisizlikten doğan ve pişmanlıklar doğuran kararsızlıktan
geldiğine göre erdem, iyi sandığımız şeyleri işlemekte gösterdiğimiz
karardan ibarettir. Yaptığımız kötü bile olsa, biz onu iyi sandığımıza göre,
erdemli davranmış oluruz. Nitekim, yaptığımız iyi bile olsa, eğer biz onu
kötü sanarak yapmaya başlamışsak, erdemli davranmış olmayız. Erdem, bizim
kararımızdadır. Övülmeye değer biricik şey erdemdir. Ondan başka bütün
iyiler övülmeye değil, beğenilmeye değerler. Amacımız iyi olanı bilmek ve
onu istemektir. İyi sandığımızı istemek erdemiyle yetinelim. Meğer ki bu iyi
sandığımız şeyler, Tanrıdan elde edildiklerine inandığımız şeyler olsun.
Şunu açıkça görüyorum ki, bizde kendiliğinden bulunan en soylu biricik şey
özgür iradedir. Çünkü özgür irade bizi her bakımdan Tanrıya benzer kılmakta
ve ona bağlı olmaktan kurtarmaktadır. Şu halde onu iyi kullanma, bütün
iyilerin en büyüğüdür. Böylece, en büyük hoşnutluklarımız ancak
ondan gelebilir. İyiyi bilmek için olduğu kadar elde etmek için de
ellerinden geleni yapmaktan geri kalmadıklarını bilenlerin benliklerinde
duydukları mutluluk, hiçbir zevkle ölçülemeyecek kadar tatlı, sürekli,
sağlam bir zevktir. Descartes'ın yaptığı, bir yıkma ve yeniden kurma işidir.
Nitekim bu düşüncesini bir yapıtında daha da açıklıyor: Oturduğumuz evi
yeniden yapmaya başlamadan önce nasıl yıkmak, araç ve gereçler bulmak,
planını çizmekle yetinmeyip yeni evimizi yapıncaya kadar içinde rahatça
oturabileceğimiz geçici bir ev bulmak gerekirse... (Discours de la methode
pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les sciences, üçüncü
bölüm).
İçinde rahatça oturulabilecek bu geçici ev şudur: Tanrının, çocukluğumdan
beri içinde yetişmeme izin verdiği ve bana bağışladığı dine sıkıca bağlı
kalmak (aynı kitap ve bölüm)... Kendilerinden kuşkulandığımız her şeyi
yanlış sayarken ne Tanrı, ne gök, ne de yerin var olmadığını, bedenimizin de
bulunmadığını kolaylıkla düşünüyoruz. Ama kendimizin var olmadığımızı
düşünemiyoruz. Varız, çünkü düşünüyoruz. Bizim için ilk doğru, bu olsa
gerektir (Principes de la Philosophie, birinci bölüm, yedinci ilke).
Günümüzde olduğu gibi, XVii'nci yüzyıl Fransa'sında da her değerin karşısına
dikilen ufaklıklar bütün güçleriyle saldırıyorlar, Descartes'ı Tanrısızlıkla
suçluyorlar. Descartes, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle yakınmaktadır:
Tanrının varlığını kanıtlamaya çalıştığımı kanıt olarak ilerisürmekten başka
hiçbir kanıt gösteremeyenler beniTanrısızlıkla suçluyorlar (Chanut'ye
Mektup, 1 kasım 1646)... Buna karşı, onu büyük bir Tanrıcı sayanlar da
vardır.Descartes'ı inceleyen Charles Adam, incelemesini şu sözlerle bitirmektedir:
Descartes sadece bilim alanında önemli bir yer tutmakla kalmaz, bütün
çağların metafiziği de ona çok şey borçludur. O, metafizikte fiziğin zorunlu
temelini kurmuştur. Fizik, bu temel olmadan, eski ahlak gibi, kocaman bir
yapı olurdu, ama sadece kum üstüne otururdu (Charles Adam, Descartes'ın
Hayatı ve Yapıtları).İt ürür kervan yürür deyimince ufaklıklar saldıra dursun, Descartes güzel
yeni evinin temellerini atmaktadır. O, olağanüstü bir mimardır ama, ne
edelim ki XVii'nci yüzyıl araç ve gereçleriyle böylesine bir yapı kurabildi.
Nitekim on üçüncü ilkeden sonra tuğlalarını dizmeye başlamıştır: Tanrı
bilinmedikçe başka hiçbir şey hakkında kesin bir bilgi elde edilemez (on
üçüncü ilke). Peşin yargılar, çoğumuzun, var olmak zorunluğunun Tanrıdan
geldiğini anlamamıza engel olur (on altıncı ilke). Bir şeyde ne kadar
olgunluk varsa o şeyi meydana getiren Tanrıda da o kadar olgunluk vardır (on
yedinci ilke). Tanrının varlığı, sadece bununla bile, bir daha
kanıtlanabilir (on sekizinci ilke). Tanrıda bulunanları tümüyle
anlayamadığımız halde hiçbir gerçeği, onu bildiğimiz açık seçiklikle
bilemeyiz (on dokuzuncu ilke). Biz kendi kendimizi yaratmadık, yaratanımız
Tanrıdır ve sadece bu yüzden bile Tanrı vardır
(yirminci ilke). Bir an için var olduğumuza göre bir an sonraki varlığımızı
saklayan bizden başka bir güç var demektir, buysa Tanrıdır (yirmi birinci
ilke). Tanrının nitelikleri ancak doğa ışığında bilinebildiği kadar
bilinebilir (yirmi ikinci ilke). Tanrı, cisim. değildir, günah işlemez
(yirmi üçüncü ilke). Önemli olan, Descartes'ın, bu metafizik tuğlaların
arasına insan özgürlüğü harcını nasıl karıştırdığıdır. Gerçek şu ki,
Descartes, yıktığı Tanrının yerine, Hıristiyan kilisesinin anlayışından
büsbütün başka, insanların hemen hiçbir işlerine karışmayan yepyeni bir
Tanrı koymak istiyordu. Descartes'ı yetkiyle incelemiş bulunan La Bertoniere
bunu şöyle belirtiyor: Önce, pratik bir
güçlüğü karşılaması gerekiyordu. İlahiyata saygı göstermek, ona boyun eğer
görünmek, sonra da serbestçe bir bilim kurmak, her iki alanı birbirinden
kesin olarak ayırmak, bu iki alandan birinde çözümlenecek sorular
bulunduğunu ve bunun da ancak düşünce gücüyle çözümlenebileceğini
kanıtlamak... (La Bertoniere, Descartes Üstüne İnceleme).
Descartes, insan gücünü, gene İlkeler kitabında, yavaş yavaş Tanrı gücünün
arasından şöylece çekip çıkarmaya başlar: Kuşkulandığımız şeylere inanmaktan
sakınmamızı sağlayarak aldanmamıza engel olan özgür bir irademiz vardır
(altıncı ilke). Sonsuzu anlamaya çalışmak hiç de gerekli değildir. Sınırını
bulamadığımız her şeyin sınırsız olduğunu düşünmemiz yeter (yirmi altıncı
ilke). Tanrı, yanılmalarımızın nedeni değildir (yirmi dokuzuncu
ilke).İnsanın başlıca olgunluğu özgür bir iradeye sahip olmasıdır, insanı
övülür ve yerilir kılan da bu özgür iradesidir (otuz yedinci ilke).
İrademizin özgürlüğü, kendinden edindiğimiz deneyle, kanıtsız olarak
bellidir (otuz dokuzuncu ilke).
Kırkıncı ilkeye gelince... Çatışma, zorunlu olarak, başlıyor: Tanrının her
şeyi önceden düzenlediği kesindir...
Descartes, bizlerden önce davranmak telaşı içinde, kırk birinci ilkede,
gerekli soruyu ortaya atmaktadır: Özgür irademiz, Tanrının kurduğu bu düzene
nasıl uydurulabilir?.. Sorunun karşılığını verirken, aradan bunca yüzyıl
geçtiği halde, zavallı Descartes'ın nasıl terlediğini gözlerinizle
görebilirsiniz: Tanrının sonsuz, düşüncemizin sonlu olduğunu göz önünde
tutarsak bu güçlükten kurtulabiliriz. Gücün Tanrıda olduğunu anlayacak
zekamız var, ama bu gücün bizleri nasıl özgür bıraktığını kavrayacak zekamız
yok. Özgürlüğümüzden kuşkulanamayız. Tanrının büyük gücü bu özgürlüğe
inanmamıza engel olmamalıdır. Çünkü, içten bildiğimiz ve deneylerle
doğruladığımız bir gerçekten (irade özgürlüğünden) kuşkulanmamız mümkün
olmadığı gibi yapısı gereği anlaşılmaz olduğunu bildiğimiz şeyleri (Tanrı
gücünü) anlamaklığımız da mümkün değildir (kırk birinci ilkenin açıklaması).
Filozofumuz, Düşünceler adlı kitabının Doğru ve Yanlış Üstüne başlığını
taşıyan dördüncü bölümünde gene bu konuya dönmek ve gene böylece kıvranmak
zorunda kalmıştır. Şöyle diyor: Tanrının bizi aldatması mümkün değildir.
Öyleyse bize verdiği aklı iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanılmayız.
Ama yanıldığımız da bir gerçektir. Öyleyse bizde bir eksiklik var. Ama
Tanrının bizi böylesine eksik bırakması da imkansızdır. Öyleyse biz
yeteneklerimizi iyi kullanamıyoruz. Algımız (müdrikemiz) ve irademiz ayrı
ayrı yetkindirler, yanlış yapamazlar.Ancak biz onları çalıştırırken
irademizi, algımızda bulunan bilgimizin sınırında tutmalıyız. İrademiz,
bilgimizin sınırı içinde kaldıkça doğru, bu sınırı aşınca; yanlış işler.
Bize özgürlük vermiş olması Tanrının kusuru değil, tersine, bu özgürlüğü iyi
kullanmamak bizim kusurumuzdur. Bununla beraber Tanrı bu özgürlüğü iyi
kullanmamızı
sağlayabilirdi. Ne edelim ki, yanılmamak gücünü de verdiğine göre,
yanılmamıza engel olmadığından ötürü yakınmaya hakkımız olmamalıdır (Les
Meditations Metaphysiques Touchant la Premiere Phllosophie, dördüncü
düşünce).
Descartes'ın bütün bu sözlerinden çıkan sonuç nedir?.. Bu sonuç şöyle
özetlenebilir: Bilmiyorum. Üstüme varmayın. Önceden kurulmuş düzenle
özgürlük, öyle bir çıkmazdır ki çözmeye uğraşmak saçmadır. Yapmak istediğim
de bu değil. Ben, sadece insan düşüncesinin gücünü araştıracağım. Sokrates
gibi baldıran zehiri içmek istemem. Lütfen yakamı bırakın. Nitekim, İlkeler
kitabında, o büyük üslupçulara özgü terbiyeli deyişiyle, bunu açıklamaktan
da çekinmiyor:Tanrının dünyayı niçin yarattığı üstünde durmayacağız ve büyük
amaçlara yönelen nedenleri felsefemizden büsbütün çıkaracağız. Biz, sadece
akıl gücümüzle algılarımızın nasıl meydana geldiğini araştıracağız (yirmi
sekizinci ilke)... Başka bir yapıtında da şunları söylemektedir: Sağduyulu
insan, bütün kitapları okumak zorunda değildir. Ömür süresini iyice
hesaplayarak birtakım iyi işler yapacaktır. Bu' işleri ona sadece kendi aklı
öğretir.İnsan, yöntemini bilirse, bütün yaşamı boyunca gerekli olan bilimi
kendisinde bulabilir. İşte ben yalnız bu yöntemi öğretiyorum (La Recherche
de la Verite par la LumIere Naturelle, önsöz).
KARINCA'YLA YABAN KEÇİSİ.
XVii'nci yüzyıl düşüncesi Dekartçılığın egemenliği altındadır,
Descartes'ın metafiziği özellikle Port Royal manastırının tanrısal
bahçelerinde filizleniyor.Piskopos Jansenius (1585-l638) şöyle demektedir:
İnsan, yaratılışından bozuk, günahlarla kirlenmiş, aşağılık bir yaratıktır.
Bu aşağılık yaratık kendi çabasıyla kendini kurtaramaz, onu ancak tanrının
bağış'ı {inayet, gratia) kurtarabilir. Bunun için de tanrıya bağlanması ve
oturup beklemesi gerekir. Başkaca yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Gerçek erdem, temiz bir yürekle tanrıya bağlanmak ve onun bağışını
beklemektir. Tanrıya bağlanmayanlar erdemsizdirler. Port Royal manastırında
toplanan Janseıüstlerden biri de Blaise Pascal'dir (1623-1662).
Bilim alanından başarılarla yola çıkan bu çok akıllı matematikçi, sonunda
işi tam bir mistikliğe dökmüştür. Önceleri aklına pek güvenirken sonra
aklından da kuşkulanmaya başlayan Pascal bu kuşkusuyla Descartes'tan
ayrılmaktadır.Descartes'la birlikte matematiği en kesin bilim saymakta, oysa
matematiğin de içinden çıkamayacağı sorunlar bulunduğunu, bu sorunların
ancak gönül sezisiyle çözülebileceğini söylemektedir. Bu açıdan Pascal, bir
şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir diyen Sokrates'e yaklaşıyor.
Ona göre akıl tam gerçeğe varamaz, akıl ülkesinin sınırlarının bittiği yerde
gönül ülkesi başlar. Erdem, Tanrıya bağlanan ve Tanrının bağışını bekleyen
temiz bir gönüldür. Akıldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen
bilgiler vardır ki önemli olan da bu bilgilerdir.
Pascal de, Jansenius gibi, benin bilinmesini Tanrının bilinmesine bağlayan
Descartes düşüncesinin doğurduğu bir sonuçtur. Ancak Descartes bu önermeye
(kaziye) akıl yoluyla varıyordu. Pascal gönül yoluyla varıyor. Sayıların
kesinliklerinden bir sonuca varamayan büyük matematikçi ve fizikçi Pascal,
Düşünceler (Pensees) adı altında toplanan notlarında Tanrının büyüklüğünü
belirtmek için insanın küçüklüğünü tanıtlamaya çalışıyor. Hangi yöne dönse
karşılaştığı sonsuzluk, yücelik onu korkutmaktadır. Soruyor: Bu sonsuzluğun
içinde insanın değeri nedir? Her şey bir hiçlikten çıkıp sonsuzluğa doğru
sürüklenmektedir. Eşyanın ne ilk nedenini ne de son ereğini tanıyamamak
umutsuzluğu içinde ancak gelip geçici birtakım belirtileri seyretmekten
başka ne yapabilir insan? Bu akıl durdurucu akışı kovalamaya kimin gücü
yetebilir? Öyleyse haddimizi bilelim. Aklımızı yitiren bu sonsuzluk, Tanrı
gücünün en büyük kanıtıdır.
Pascalin açısından alınınca, bir karınca için de bir yaban keçisinin Tanrı
sayılması gerekeceği düşünülebilir. İnsan ancak bir şey bilebilir, diyor
Pascal; yakında öleceğini. Bundan başka hiçbir şeyi kesinlikle bilemez.
Ölüme karşı gözlerimizi kapamaya çalışmak neye yarar, gerçek şu ki, ister
açıklayalım ister açıklamayalım, bu ölüm hepimizi korkutmaktadır. Şu halde
Tanrıya inanarak bu korkudan kurtulmak daha karlı değil mi? Tutun ki bir
kumar oynuyorsunuz, ya yazı atacaksınız ya tura. İkisinden birini seçmek
zorundasınız. Tanrının yokluğunu seçerseniz bir iki geçici mutluluk elde
edebilirsiniz, ama ömrünüz de ölüm korkusu içinde kıvranmakla geçer.
Tanrının varlığını seçmek her bakımdan daha yararlıdır. Çıkarınızı
düşününüz.Pascal bu düşüncesiyle bir çeşit faydacılık, pragmacılık
yapmaktadır. John Stuart Mill'den (1806-1873) önce faydalıdan yana olmak
gerektiğini, William James'ten (1842-1910) önce pratik işe yararlığı
savunmaktadır. Kimi insanlar, diyor Pascal, en üstün iyiyi başkalarına söz
geçirmekte, kimileri bilimsel araştırmalarda, kimileri de şehvette
aramışlardır. Oysa, en üstün iyi, hiçbir küçülme ve kıskançlık duymaksızın
herkesin birden olabilendir. Buysa Tanrıdır.
Pascal'ın açısından alınınca, Tanrının yerine güneşin, suyun, havanın da
konulabileceği düşünülebilir.
Pascal, Düşünceler'inde şu sonuca varıyor: Tanrının varlığı yolunda kanıt ve
tanıtların sayısını artırmakla değil, ruhumuzdaki tutkuların sayısını
azaltmakla inana (iman) varmaya çalışınız. Ey gerçeği yalnız aklın ışığıyla
aramaya kalkışan insanlar, sonunuz ne olacak? Ne siz bu felsefelerden
geçebiliyorsunuz, ne de onlar size gereken karşılığı verebiliyorlar. O
halde, ey kendini beğenmiş insanlar, kendi benliğinizin kendiniz için nasıl
bir aykırılık (paradoks) olduğunu biliniz. Ey beceriksiz akıl,
zavallılığınızı anlayınız. Ey budala doğa, susunuz. Biliniz ki insan
insanlığın sonsuzca üstüne yükselebilir. Gerçek değerinizin ne olduğunu
Tanrınızdan öğreniniz. Tanrının sesini dinleyiniz(Pensees, üçüncü bölüm).
Cartesianisme (Renee Descartes'ın Latinceleştirilmiş adı Renatus
Cartesius'tur) yolunda yürüyen Jansenistlerin yanında vesilecileri (occasiona-listler)
de anmak gerekir. Bu ad altında toplanan düşünürler asıl nedeni Tanrı
saymakta, öteki bilinen nedenleriyse vesile nedenler olarak görmektedirler.
Vesileci düşünürlerin başında, kendinden sonraki birçok düşünürleri
etkileyen Arnold Geulincx (1624- 1669) gelmektedir. Geulincx'e göre, siz
beni itmekle bana birkaç adım attırabilirsiniz ama, benim birkaç adım
atmamın asıl nedeni siz değilsiniz, Tanrıdır.
Siz bir vesilesiniz. Cisimler, sontular etkin olamazlar. Etkin olan sadece
sonsuzdur, Tanrıdır. Bizler Tanrının
yaptıklarının seyircisiyiz, onun işlemlerinde hiçbir rolümüz yoktur. Kendi
kendimizi bile etkileyemeyiz. Erdem,
Tanrının düzenine boyun eğmektir. Bu boyun eğiş, Tanrının örneği olan akla
uygun davranmakla olur.
Başka bir deyişle, Geulincx, hem boyun eğmemizi istiyor, hem de bununla
yetinmeyerek, bu boyun eğişi aklımızla
yapmamızı öğütlüyor. Aklımız bu boyun eğişe karşı koyarsa ne yapmamız
gerektiğini bildirmediği gibi bu karşı
koyuşta aklın da bir vesile sayılacağını, asıl karşı koyanın Tanrı olması
gerektiği düşüncesi üstünde de durmuyor.
Bununla beraber Geaulinexin düşüncesi bir bakıma açıktır: Karşı koyan akıl,
akıl değildir.
Vesilecilerin bir ikincisi de Nicole Malebranche'tır (1638-1715).
Berkeley'le yaptığı bir görüşmenin heyecanından
ölen bu hasta düşünüre göre de erdem, Tanrı sevgisidir. Mutluluk bu
sevgidedir. Çeşitli varlıklar Tanrının birer
görünüşünden başka bir şey değildir, şu halde bütün istemlerimizin amacı
Tanrıdır. Her istek gerçekte bir Tanrı
sevgisini taşır. Gerçeği ortaya koyacak, insanı Tanrıyla birleştirecek tek
yol dine uygun olarak yaşamak yoludur.
Dine uygun olarak yaşamak, aklımızdan çok inanımızı dinlemek demektir. Başka
yollardan yürüyüp eksik ve aksak
bilgilerle oyalanmaktansa, ömrümüzü, birçok şeyleri hiç bilmeden geçirip
sonunda sonsuz olarak aydınlanmak çok
daha iyidir (De la Recherche de la Verite, altıncı kitabın son yaprağı).
Descartes'ın izinden yürüyen dinci düşünürlerin içinde erdemi kendine özgü,
özel bir biçimde tanımlayan bir başka
düşünür de Pierre Bayle'dır (1647-1706). Bayle'a göre erdem, aklın aldığına
değil, aklın almadığına inanmaktır.
Akla uygun olana inanmak kolaydır, bunu herkes yapabilir. Güç olan, herkesin
beceremediği akla uygun olmayana
inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu güç eylemde belirir. Tanrı
düşüncesini, bilimle, akılla bağdaştırmaya
çalışmak boşunadır. Bunlar hiçbir zaman bağdaşamazlar. Şu halde her birinin
alanını ötekinden ayırmak,
birbirlerine karşı hiçbir üstünlük düşünmeksizin, her birini kendi alanı
içinde değerlendirmek gerekir. Aklın gücü
kendi sınırı içindedir, bu sınırı aşamaz. Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik
yoktur. Buna karşı inanın da sınırı
çizilemez, inan inanabildiğin kadar... Her ikisi birbirlerine karşı da
çelişiktir. İsteyen dilediği yolu tutsun. Ben
kendi payıma her iki yolu birden tutuyorum, diyor Bayle.
TAP VE İSTE.
Küçük bir çocuğun denize düştüğünü görünce hemen atlayıp onu
kurtarmaya çalışırsınız. Bu
davranışınız erdemli bir davranıştır. Yüzme bilmiyorsanız siz de
boğulabilirsiniz. Üstünüzdeki yeni elbise
sırılsıklam olur. İçi para dolu cüzdanınız denizin dibine düşebilir. Hiç
değilse üşütüp hastalanabilirsiniz. Şu halde
erdeme uygun olan bu davranışınız akla aykırıdır. Öyleyse akıl karşısında
erdemin durumu nedir?
Bu sorumuzun karşılığını Baruch Spinoza'dan (1632-1677) alıyoruz.
Descartes'ın öldüğü yıl Spinoza on sekiz
yaşındaydı. Otuz bir yaşında ilk denemesini yayımlayacak, Descartes
düşüncesini açıklayacaktır. Descartes'ın
analitik geometri yöntemini gereği gibi uygulayarak, o kocaman Etika'sını
geliştirebilmek için önünde daha on dört
yıl vardır. Oysa kırk beş yaşında ölecek, Etika'nın basıldığını
göremeyecektir. Engizisyondan kaçarak Hollanda'ya
sığınan İspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen ailesinin oğludur. Haham olmak
için yetiştirilmişse de düşünür
olmuş, havradan kovulmuştur. Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktır.
Öyleyse akla uygunluğun ölçüsü
nedir? Bu soruyu karşılayabilmek için Spinoza düşüncesini biraz deşmek
gerekir. Spinoza, en geniş anlamıyla
özgürlüğü (hürriyet) düşüncede bulmaktadır. Her şeyi anlamak özgür olmaktır.
Açık düşünceye kavuşan insanın
tutsaklığı (esaret) yok olur. İnsanlar bilmediklerinin tutsağıdırlar,
bilgiye erişince özgürleşirler. Şu halde
erdemliliğimizin ölçüsü eşyayı anlayışımızdadır, özgür oluşumuzdadır.
Töresel bakımdan iyi, zekayı geliştiren şey;
kötü, zekayı bulandıran şeydir. Erdem, güçlü olmaktır (erdem karşılığı olan
Latince virtus sözcüğünün başlangıçta
güç, kuvvet anlamına geldiğini hatırlayınız). Güçlü olmak için de özgür
olmak gerekir. Özgür olmak için de akla
uygun davranmak gerekir.
Spinoza bu düşüncesini tanıtlamak (ispat etmek) için önce tanımlamalarla
(tarif) işe girişiyor: İyi deyince, kesin
olarak bize yararlı olduğunu bildiğimiz şeyi anlıyorum. Kötü deyince, bir
iyiliğin tadını almakta bize engel
olacağını bildiğimiz şeyi anlıyorum. Sonra, önermelere (kaziye) başlıyor:
İyi ya da kötü üstündeki bilgi,
kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç ya da acı duygulanımından (affection,
tahassüs) başka bir şey değildir.
Herkes kendi tabiatının kanunlarına göre iyi olduğunu sandığı şeyi zorunlu
olarak ister, kötü olduğunu sandığı şeyi
zorunlu olarak istemez.
Birisi kendisine yararlı olan şeyi aramak, başka bir
deyişle kendi varlığını korumak için ne
kadar çok çabalarsa ve bunu başarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar
erdemi var demektir. Kendi kendini
korumak çabası, erdemin ilk ve biricik temelidir. Kendi kendini koruma
çabasından önce gelen erdem tasarlanamaz.
Erdemle işlemek; aklın buyurduğu kurallara göre işlemek, yaşamak ve kendi
varlığını korumaktan (bu üç şey birdir)
başka bir şey değildir ve erdemin bu temeline göre onun kendi yararını
araştırması gerekir. Kimse kendi varlığını
başka bir şey için korumaya çalışmaz. Akılla yaptığımız bütün çabalar ancak
anlamaya savaşır ve insan, aklını
kullanması dolayısıyla, ancak onu anlamaya götüren şeyin kendisi için
yararlı olduğunu bilir. Bizler ancak bizi
anlamaya götüren şeye iyi, ona engel olan şeye de kötü diyebiliriz. Aramızda
birleşik bir şey olmadıkça hiçbir şey
bizim için iyi ya da kötü olamaz. Bir şey bizim tabiatımıza uygun olması
bakımından zorunlu olarak iyidir, bizim
tabiatımıza aykırı olması bakımından zorunlu olarak kötüdür.
Daha sonra da
bu önermelerden şu sonuçlara varıyor:
Aklın ilkelerine (prensip) göreyaşamaklığımızdan ileri gelen iyilik yapma
isteğine dindarlık diyorum. İnsanı, aklın
ilkesine göre, dostluk bağıyla başka insanlara bağlanmaya zorlayan isteğe
namusluluk diyorum. Aklın ilkelerine
göre yaşayan insanların övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk bağından
kaçınan ve ona aykırı davranan
kimseye namussuz diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle
güçsüzlük arasındaki fark, başka bir
deyişle gerçek erdemin aklın ilkelerine göre yaşamaktan başka bir şey
olmadığı ve güçsüzlüğün de ancak insanın
kendi dışında olanlarca yönetilmesine kendini bırakmasından başka bir şey
olmadığı kolayca anlaşılır.
Spinoza, aklın ilkelerini de şöyle anlatıyor: Aklın ilkesi, insanın kendi
kazancını ve kendine yararlı olan şeyi
araştırmasıdır. Akıl, tabiata aykırı hiçbir şey istemez. O halde o, herkesin
kendi kendisini sevmesini, kendi iyiliğini
istemesini, gerçekten kendisine yararlı olan şeyi aramasını, onu daha çok
yetkinliğe götürecek olan şeylere
yönelmesini, kendi varlığını korumasını buyurur. Erdemin temeli, insanın
kendi varlığını korumak için yaptığı
çabadan başka bir şey değildir ve üstün mutluluk insanın ancak kendi
varlığını korumasından ibarettir.
Dışımızda
bize yararlı olan şeyler vardır, varlığımızı korumak için gereksediğimiz bu
şeyleri de istemeliyiz. Yan yana gelen iki
insan, ayrı ayrı iki insandan iki kat daha güçlüdür. Şu halde insana
insandan daha yararlı bir şey yoktur. Öyleyse
insanlar, bütün tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak biçimde
birleşmesinden başka bir şey istemezler.
Böylece birleşince kendi varlıklarının korunması için birleşik çabada
bulunurlar, birleşik yararları olan şeyi aynı
istekle araştırırlar.
Bundan şu sonuç çıkar ki, akılla yönetilen insanlar,
aklın ilkelerine göre kendi kazançlarını
araştıran insanlar başkalarına olmasını istemedikleri şeyi kendilerine de
istemezler ve bunun içindir ki onlar
adaletli, sadık, namusludurlar (Etika, dördüncü bölüm, XViii'nci önermenin
scholie'si). Spinoza'ya göre, insanın
kendi
çıkarını ve kendine yararlı olan şeyi araştırmasını gerektiren aklın bu
ilkelerini dindarlığın ve erdemin temeli değil
de, tersine, dinsizliğin ve erdemsizliğin temeli sananlar aldanmaktadırlar.
Erdem, insanın kendi varlığını koruması
için en yararlı şeydir ve hiçbir şey insanın varlığını korumak bakımından
ondan daha yararlı değildir. Erdem, işte
bunun için, bütün insanlarca istenmelidir.
Şu halde denize düşen küçük bir çocuğu kurtarmak için elbisenizin
ıslanmasını, cüzdanınızın denizin dibine
düşmesini, hastalanmayı, boğulmayı göze alarak hemen atlamalısınız. Çünkü
siz de denize düşerseniz sizin için de
atlamaları gerekir. Başkalarına olmasını istemeyeceğiniz şeyi kendiniz için
de istemeyeceğinize göre, kendiniz için
istediğinizi başkaları için de isteyeceksiniz. Bu türlü davranış, akla
aykırı bir davranış değil, Spinoza'ya göre akla
uygun bir davranıştır. Sonunda gene kendi çıkarınız söz konusudur.
Akla uygun davranmak, tabiatımızın zorunluğundan çıkan şeyleri yapmaktan
başka bir şey değildir, diyor Spinoza.
Şu halde akıllı insanlar acı duymazlar, kimseye acımazlar, pişman olmazlar.
Aklın ilkelerine göre yaşayan bir
insanda bütün bunlar kötüdür, yararsızdır, işleme gücünü azaltır. İnsan,
erdeminin elverdiği kadar, iyi işlemeye ve
sevinç duymaya çalışmalıdır. Spinoza, önce, şu gerçeği ortaya atıyor: Öz
varlıkta (nefis) özgür bir irade yoktur. Öz
varlığın bir şeyi ya da başka bir şeyi istemesi, nedenle (sebep)
gerektirilmiş olup o neden de başka bir nedenle
gerektirilmiştir ve bu sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm,
önerme XLViii'nci).
Descartes'cı Spinoza'yı Descartes'tan ayıran özellik, bu zorunluğu Tanrıya
kadar götürmesidir. Spinoza, bu açıdan,
eski Yunan düşünürleriyle birleşiyor. Tanrı da (eski Yunan'da Tanrılar da)
bu zorunluğa bağlıdır. Descartes bütün
bilgilerin temelinde Tanrı özgürlüğünü buluyordu Descartes'a göre gerçek
özgürlük Tanrıdaydı, Tanrı isteseydi
başka türlü olabilirdi. Spinoza'nın doğa Tanrısıysa zorunlu olarak vardır ve
her şeyi, özgür iradesiyle değil,
tabiatından gelen bir zorunlukla belirlemiştir.
Spinoza, bu düşüncesini, Etika'nın birinci bölümüne yazdığı ekte şöyle
açıklıyor: İnsanlar, kendi isteklerini güden
nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür sanırlar. Çevrelerindeki her
şeyin de kendileri için yapıldığını
kafalarına koymuşlardır. Bundan ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer
güçlü bir özgürlüğün, hep kendilerini
düşünüp kendileri için çalıştığına inanırlar. Bu üstün varlığın ne
kendisini, ne nedenini, ne düşünce biçimini
bilirler.
Bundan ötürüdür ki ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini,
kendi düşüncelerini yakıştırırlar. Bunca,
birbirinden ayrı görünen, tapınışların özeti budur. Bütün bu yanılmaların
zorunlu sonucu olarak da, ona tapmakla,
onu hoşnut ettiklerini sanırlar. Doymak bilmez hasisliklerini doyurabilmek
için bütün doğayı hizmetlerinde
kullanmak isteğindedirler. Tanrı da, elbet, onların hizmetinde olacaktır.
Tapmak, gerçekte, hizmete çağırmaktır. Bu
yanlış ön düşüncenin (prejuge, peşin yargı, boş inan) zorunlu sonucu da,
onları ereksel nedenselliği (gai illiyet)
aramaya sürüklemiştir (daha açık bir deyişle, insan kafasına takılan
gereksiz soru şudur: Bütün bu olup bitenlerin
gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanların mutluluğu olmalıydı her halde.
Böylesine bir ön düşünceden doğacak
metafiziği düşünün artık. İnsanlar, kendi mutlulukları için doğada
buldukları birçok şeylerin yanında canlarını
sıkan fırtınalar, yer depremleri, hastalıklar, kötülükler gibi birçok
şeylere de rastladılar. Ya bunlar nedendi?..
Bunlar da Tanrılara gerekli saygının gösterilmediği zamanlarda oluyordu her
halde. Kısır döngüye (daire-i faside)
girilmişti bir kez. Tap ve iste. Tapınmanı çoğalt ve isteğini artır. Deney,
durup dinlenmeksizin bu yanlış
uslamlamalara karşı kendini gösterdiği ve her gün milyonlarca örnekle
iyilikler ve kötülükler sofularla sofu
olmayanların başına aynı oranda geldiği halde, insanlar kendilerini bu peşin
yargılarından kurtaramazlar. Tanrıları,
içinden çıkılmaz bir çelişmeyle hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir
sistem kurmaktan kolay geldi. Buysa,
insanları, Tanrı yargısının sonsuz derecede insan aklının üstünde bulunduğu
kuramını yerleştirmeye götürdü.
Eğer,
şeylerin-ereksel nedenselliğini bir yana bırakarak özlerini ve özelliklerini
göz önünde tutan matematik bilimler,
insanlara doğru yolu göstermeseydi bu karanlığın içinde boğulup gitmek işten
bile değildi. Gerçekte, ereksel
nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doğa, belli bir ereğe göre değil,
tabiatından gelen bir zorunluktan ötürü
davranır.
Spinoza'ya göre Tanrı, doğa demektir. Doğa, var olmak için kendinden başka
bir şeyi gereksemeyen şeydir. Her
şey, bu tek varlıktan zorunlukla meydana gelmiştir. Zorunluk, doğanın
tabiatında vardır ve doğa ne yapmışsa bu
zorunluktan ötürü yapmıştır. Özgürlük yoktur. Spinoza gibi matematiksel bir
kafanın bu sonuçla yetinemeyeceği
açıktır. Nitekim Etika adlı ünlü yapıtının son bölümü şu başlığı
taşımaktadır: Aklın gücü ya da insanın özgürlüğü
üstüne... Spinoza bu bölüme şöyle başlıyor: Sonunda, Etika'nın insanı
özgürlüğe götüren yolu inceleyen bu
bölümüne geçiyorum. Bu bölümde aklın gücünü anlatacağım. Aklın,
duygulanımlar (affection, teessür, tahassüs)
üstünde ne yapabileceğini, özgürlük ya da öz varlığın üstün iyiliğinin (beatitude)
ne olduğunu göstereceğim.
Burada, bilgili kişinin bilgisiz kişiye ne kadar üstün olduğunu göreceğiz.
Aklın yetkinleştirilmesi ve vücudun
korunması tıbbın işidir. Benim yapacağım sadece aklın, duygulanımları
dizginleyebilmek için ne kadar gücü
bulunduğunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt (mutlak) bir güç
olmadığını göstermiştim.
Spinoza'nın bu sözlerinde altını çizeceğimiz gerçekler şunlardır:
1- İnsanın özgürlüğü, aklın gücünde belirir.
2- Aklın gücü, bilgiyle gerçekleşir.
3- Aklın gücü, salt (mutlak) bir güç değil, bağıntılı bir güçtür.
Karşıt bir düşünce olarak, burada,Spinoza'nın da yaptığı gibi, stoacıları
kısaca anmak yararlı olacaktır: Salt
zorunlukçu olan stoacılar, duygulanımların salt irademize bağlı olduğunu
ilerisürmüşlerdi. Onlara göre, irademiz
vücudumuzu eğitebilir, duygulanımlarımıza kesin olarak egemen olabilirdi.
Nitekim stoacı köle Epiktetos, bacağını
kıran efendisine, yüzünü bile buruşturmadan, bu kadar oynarsan bacağımı
kırarsın dememiş miydim? diye
mırıldanmıştı.
Spinoza, haklı olarak, bu düşüncenin karşısındadır. Duygulanımlarımıza böyle
bir güçle egemen olmamız mümkün
değildir (Epiktetos'un acı duymaması değil, duyduğu acıyı belli etmemesi
başka bir konudur). Bu arada Descartes'ın
da, stoacıların bu görüşünü desteklediğini, kayıtsız irademizin salt gücünü
kanıtlamaya çalıştığını hatırlayalım.
Descartes, özgürlüğümüzü bu irade gücümüze bağlıyordu. Özgürdük, çünkü
irademiz tasdik edebildiği gibi ret de
edebilirdi. Bunda, sınırsız olarak, serbestti. Spinoza'ysa, ondokuzuncu
yüzyılda doğrulanacağı gibi, böylesine bir
özgürlüğe hiçbir zaman erişemeyeceğimiz kanısındadır.
Spinoza bu doğru
sonuca kendi yöntemiyle (Descartes'ın yöntemi)
varmıştır ve irademizin tasdik ya da ret işinde belirleyici koşulların
oynadığı önemli rolü bilmemektedir. Pek
derinden ve yetkiyle kavradığı tek şey, doğal zorunluktur.
Spinoza, ünlü yapıtının beşinci bölümünün iii'ncü önermesinde, insan
özgürlüğünü işlemeye başlıyor: Pasif bir hal
olan duygulanım, bulanık bir düşüncedir. Biz, bu duygulanımdan açık seçik
bir düşünce elde edersek, bu
düşünceyi, aklımızla o duygulanımdan ayırmış olacağız. O halde, biz bir
duygulanımı ne kadar çok tanırsak, o
duygulanım o kadar egemenliğimiz altına girmiş olacaktır.
Aynı bölümün Vi'ncı önermesinin scholie'sinde de şu pek önemli sonuca
varmaktadır: Şeylerin zorunlu olduğu
bilgisine, daha açık seçik bildiğimiz tikel şeylerde ne kadar çok
rastlarsak, öz varlığın (nefis) duygulanımlar
üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin bize gösterdiği
budur. Nitekim, kaybolan bir maldan
dolayı duyduğumuz acının, onu korumanın bizce mümkün olmadığı bilgisiyle
yumuşadığını görmekteyiz. Spinoza,
sağlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluğun bilgisini gün yüzüne
çıkarmaktadır. İnsan, özünü anlamadığı
nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranır ve özgürleşir.
İrade, akıldan başka bir şey değildir: Aklı
da akıl eden bilgidir. Aklın dışında olarak düşünülen irade özgürlüğü boş
bir kuruntudur. Seçmek zorunda bulunduğumuz
için seçeriz. Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduğumuzu açık seçik
bilmemizdir. Bu gerçeği,
Sokrates, verdiği bir örnekle, aydınlatmıştı: Sonraki acıyı bilmeyen
bilgisiz yakın mutluluğu seçer, yarasına bıçak
vurdurmaz.
Sonraki mutluluğu bilen bilgili yakın acıyı seçer, yarasına bıçak
vurdurur. Her ikisi de, seçimlerinde,
zorunluğun peşinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki gerçek zorunluğu
sahtesinden ayırabilir. Bilgisizin
zorunluğu mutsuzluğa, bilgilinin zorunluğu mutluluğa ulaştırır. Yarasına
bıçak vurdurmazsa öleceğini ya da
yarasına bıçak vurdurursa kurtulacağını bilmeyen bilgisizin zorunluğu,
elbette, bıçağın vereceği acıdan kaçmak
olacaktı. İşte bu bilgidir ki kişiyi özgür kılar, zorunlu olaylara egemen
yapar. Bu seçim, hiçbir zaman, bilgisiz bir
iradenin keyfine göre gerçekleşmemiştir. Kayıtsız irade gibi görünenin
altında, her zaman, bir zorunluk
yatmaktadır.
BOŞ KAĞIT.
Yeni doğmuş bir çocuğu düşünün. Diyelim ki, onun ruhu bir yaprak
kağıttır. İşte soru: Bu kağıt boş
mudur, dolu mudur?.. Descartes'ın da savunduğu Platoncu düşünceye göre bu
kağıt doludur: Bilgi, doğuştandır. Bu
bilgileri meydana çıkarmak için aklı işletmek, usa vurmak (muhakeme etmek)
yeter. Spinoza'yla aynı yılda doğan
bir başka XVii'nci yüzyıl çocuğu, İngiliz düşünürü John Lock'a (1623-1704)
göre, bu kağıt boştur. Bu kağıt,
yaşadıkça, deneyler ve gözlemlerle doldurulacaktır.
Aptalların ve
bilgisizlerin kağıtları ömürleri boyunca bomboş
kalır. Doğuştan bilgi yoktur. Hem doğuştan olmak, hem de bilinmemek
saçmadır, çelişiktir. Kağıt doğuştan dolu
olsaydı bilinmesi gerekirdi. Kimi gerçekler üstünde bütün insanlar
birleşiyorsa böyle bir gerçek yoktur ya bu
birleşme, o gerçeğin doğuştan olduğunu tanıtlamaz.
Kendisine sözü edilmeyen
bir gerçeği kendiliğinden bilen tek
kişi gösterilemez çünkü. Hoşlanma ve tiksinme (haz ve elem) eğilimleri
doğuştan olabilir ama, bunlar birer bilgi
değildirler. Bilgiler, duyularla alınır, kendiliğinden (a priori) değildir.
Duyular yoluyla alınmamış olan hiçbir bilgi
gösterilemez. Soyut kavramlar bile duyular yoluyla edinilir. Erdemin
doğuştan olmadığı her bakımdan bellidir,
çünkü her çağda ve herkesçe benimsenmiş genel bir erdem yoktur. Vicdanlar da
çağlara, uluslara, dinlere,
anlayışlara göre değişmektedir. Benim vicdanımı sızlatan, aynı eğitimi
görmemişsek, sizin vicdanınızı
sızlatmayabilir. İlkelerin doğuştan olduğunu ilerisürmek erdemsel eğitimin
gereksizliğine inanmak demektir.
Gereksizdir de yüzyıllardan beri niçin onun peşindeyiz? (Pensees sur
l'Eduction, Eğitim Üstüne Düşünceler). Hem
eğitimi önermek, hem de bilginin doğuştan olduğunu savunmak çelişiktir.
Ruh başlangıçta düz, yazısız, boş bir kağıttır. Bu kağıt, duyumların
getirdiği deneylerle dolar. Duymadan önce
düşünemeyiz. Erdem düşüncesi de duyularla gelmiştir. Erdem, bir otoriteye
uymaktır. Erdemi buyuran başlıca üç
otorite vardır: Tanrı otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesi...
Erdem, ancak bu otoritelerden birine, ikisine,
ya da tümüne bağlanmakla var olabilir. Bağlanmayan için erdem zorunlu
değildir.
İngiliz düşünürü Lock, görüldüğü gibi, düşünce zincirinin önemli
ustalarından biridir. Deneyden başka hiçbir
yöntem tanımamakla, Bacon' la beraber, günümüze kadar varan İngiliz
düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir.
Doğuştan bilgi olamayacağını savunarak Descartes'ı bir hayli yıpratmıştır.
Skolastik anlayışa en yıkıcı
vuruşu indirmiştir. Erdemi bir buyruğun sonucu saymakla törebilimcilerin
yolunu aydınlatmıştır. Gene bu açıdan,
duyumculara, faydacılara temel olmuştur. John Lock, evrene ve onun
olaylarına özdekçi bir gözle bakıyor. Spinoza
ve Locke'la aynı yılda doğan bir başka XVii'nci yüzyıl çocuğu, Richard
Cumberland (1632-1716), erdem alanında
XViii'nci yüzyıl düşüncesine öncülük etmektedir. XViii'nci yüzyıl
erdemcileri başlıca iki yolda yürüyeceklerdir:
Cumberland'ın yolu, Hobbes'ın yolu... Cumberland, Hobbes'a karşı bir
direnmedir. Bilindiği gibi Thomas Hobbes
(1588-1679) erdemi, herkesin herkesle kavgasının zorunlu bir sonucu
saymaktaydı. Devlet, bir dereceye kadar,
herkesin herkesle kavgasına son verdiği için erdem de, devlet buyruklarını
yerine getirmek demekti. Bu bakımdan
Hobbes da Locke gibi düşünmüştü. İşte Cumberland bu düşünceye karşı
çıkmaktadır.
Cumberland'a göre, erdem bir güvenlik gereksemesi değildir. İnsan, toplum,
devlet ve evren aynı amaca doğru
yürümektedirler. Bu amaç, en üstün iyiye varmak amacıdır. İnsan, ne topluma,
ne devlete, ne de evrene karşı
değildir, tersine, onlarla uyumludur, büyük bütünün bir parçasıdır. Erdem,
korkunun değil, bu bütüne varmak
eğiliminin bir sonucudur. İnsanı kendine sevdiren bencil içgüdünün yanında
insanı insana sevdiren özgecil bir
içgüdü de vardır. Doğal yasa (tabii kanun), bütün evrenin, her türlü
varlıklarıyla birlikte, en yüksek iyiye
yönelmesini buyurur. İşte akıl insana bu doğal yasayı gösterir. İnsan da bu
doğal yasaya özgecil (diğergam, alturist)
içgüdüleriyle uyarak bütün insanların, bütünüyle evrenin iyiliğini ister.
Çünkü kendi mutluluğu da bu isteğin
peşinden gitmektedir. Bencil (hodgam, egoist) içgüdünün verdiği bir mutluluk
da vardır elbet. Ama bu mutluluk
sürekli değildir. Öteki mutluluksa süreklidir, sonsuz haz vericidir. Çünkü
insan, ancak evren ve toplumla uyumlu
olarak yaşarsa mutlu olabilir. Şu halde Cumberland'a göre erdem, Hobbes'ın
dediği gibi bir korkunun sonucu değil,
bir sevginin sonucudur; bir bencilliğin sonucu değil bir özgeciliğin
sonucudur; bir güvenlik gereksemesi değil, bir
mutluluk gereksemesidir; bir devlet buyruğu değil, bir Tanrıya yönelme
eğilimidir. Bir duygu işi değil, bir us işidir.
(De Legibus Naturae, Doğa Yasaları Üstüne).
HER ŞEY İYİDİR.
Bu üç yıldaştan (aynı yılda doğan Spinoza, Locke, Cumberland)
on dört yıl sonra bir başka
XVii'nci yüzyıl çocuğu, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1717) doğacak ve
fiziği metafizikle açıklamaya çalışarak,
düşünce zincirini aydınlanma çağına doğru ağır ağır izlemekten hoşlanan
bizleri bir hayli şaşırtacaktır. Çağının
bütün teknik bulgularıyla ilgilenmiş, bu bulgulara katkıda bulunmaya
çalışmış, teoriyi pratikle birleştirmeye
uğraşmış ilginç bir düşünürdür.
Varlık, som bir bütün değil. Taş, böcek, ot, insan, yıldız vb. gibi çeşitli
biçimlerde beliriyor.
Bu biçimler, değişik
görünüşlerinin altında, aynı yapıyı taşıyorlar. Demek ki bunlar, özdeksel ya
da ruhsal olsun, aynı temel öğenin
bileşikleridir. Bu bileşikleri meydana getiren temel öğe nedir? İşte monat
düşüncesi de, felsefenin bu ana sorusuna
verilmiş karşılıklardan biridir. Evrendeki bu çeşitli bileşikleri belki
sonsuzca parçalayabiliriz. Ama bu soruyu
karşılayabilmemiz için artık başkaca parçası olmayan (Yu. Atoma), yani
parçalanamayan bir birim tasarımlamamız
gerekir. Bu birim, kuvve halinde de olsa, çeşitli bileşiklerin som
bütünlüğünü, yani tüm varlığı içermelidir. Daha
açık bir deyişle, özdeksel ve ruhsal, tüm varlıkta ne varsa bu birimde de
bulunmalıdır. Böyle olmasaydı varlık bu
birimlerin bir bileşiği olamazdı. Fizikte atom ve metafizikte monat adı
verilen bu birim çeşitli düşünürlerce
(Pitagorasçılar, Platon, Yeniplatoncular, Giordano Bruno, Van Helmont, Henry
Moore, Diderot, Voltaire, Kant,
Renouvier vb.) çeşitli açılardan yorumlanmıştır. Ne var ki monat'ı,
felsefesinin temel kavramı yaparak, üne
kavuşturan Alman düşünürü Leibniz olmuştur. Monat düşüncesini, Leibniz'den
önceki zincirin sözü edilmeye
değer son halkası olarak kullanan ve Leibniz'e kaynaklık eden İtalyan
düşünürü Giordano Bruno, onu bireysel
Tanrılık olarak tanımlamaktadır. De Monade ve De Triplici Minimo (1591) adlı
yapıtlarında Bruno, doğayla
Tanrıyı bir sayan kamutanrıcı bir anlayışla doğa Tanrının monatlardan
geldiğini ilerisürer. Her monat, bu doğa
Tanrının bireysel bir biçimidir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerresinde
bile aynı niteliği taşır ve canlı-ruhludur.
Doğa-Tanrı ya da Tanrı-doğa (Bruno'nun kamutanrıcılığı kendine özgü ve çok
parlak bir bilinçle meydana
getirilmiş bir doğa-Tanrıcılıktır), sonsuz ve sayısız bireysellikleri olan
monatlarda bütünüyle içkindir. Bu
yüzdendir ki monatlar sonluyla sonsuzu, kendi özel yasalarıyla evrenin genel
yasalarını, özdeksellikle ruhsallığı
birlikte taşırlar. Alman düşünürü Leibniz, kendi monat kavramını, özdekçi
yanından temizlediği Bruno
düşüncesine dayamıştır. Onun için monat, ruhsal bir töz'dür (cevher).
Monadologie (1714) adlı yapıtında,
monatları, Bruno gibi sonsuz sayıda tasarlar; bu tasarımıyla da Descartes'
ın üç ve Spinoza'nın tek töz
tasarımlarından ayrılır. Leibnizin monatları da, Bruno'nunkiler gibi,
evrenin bütününü içerirler; ne var ki yer
kaplamazlar ve tüm ruhturlar. Leibniz'e göre karmaşık olan yalın olanlardan
kurulu olmalıdır, yalın olanlarsa yer
kaplamazlar, yer kaplamayan özdek değildir, özdek olmayınca da mutlaka
zihinseldir. Doğanın gerçek atomları (Fr.Les Veritables Atomes de la Nature), monatlardır.
Bütün bileşikleri onlar meydana getirirler. Monatlar, çeşitli derecelerde
birbirlerine benzerlerse de biri ötekinin
aynı değildir, çünkü evrende birbirinin aynı olan iki şey yoktur ve bir
şeyin aynı olan ancak onun kendisidir.
Leibniz bu savıyla ruhsal monatları özdeksel atomlardan ayırmaktadır;
atomlar aynı nitelikte olarak sonsuz
sayıdaydılar, monatlarsa ayrı niteliklerde olarak sonsuz sayıdadırlar. Evren
monatlardan kurulmuştur. Bu bakımdan
monatlar, gelişmemiş monatlardan gelişmiş monatlara yükselen bir sıralanma
düzeni içindedirler.
Her monat kendi
gelişme olanağını kendi içinde taşır, başkaca bir monattan etkilenmez ve
başkaca bir monatı etkileyemez (Leibniz'in
ünlü deyimiyle: Monatların pencereleri yoktur). Monatların tasarımlama ve
iştahlanma güçleri vardır, bu güçlerle
bilgiler edinirler. Yüksek bir monatı daha aşağı bir monattan ayıran da bu
bilgi derecesidir. Her monat, gelecekteki
bütün durumlarını da içinde bulundurur ve sonsuzca gelişme olanağına
açıktır. Monatlar arasındaki ilgi ve düzen,
Tanrıca önceden kurulmuş bir uyumun sonucudur.
Bu uyum, pencereleri
olmadığından ötürü birbirlerine hiçbir
etkide bulunamayan monatlarda bir karşılıklı etki görünüşü doğurur. Monatlar
düzeninin en altında özdek monatı
(Leibniz'e göre bu özdek, özdeksiz ve ruhsal bir özdektir) en üstünde de en
yetkin monat olarak Tanrı monatı
bulunur. Aradaki monatlarsa inorganik evrenle organik evrenin monatlarıdır.
Organik evrenin monatları aşağı
derecedeki hayvanların, yukarı derecedeki hayvanların ve insanların
monatları olmak üzere üç ana bölümde
sınıflanır. Bu sınıflama, bulanık duyum ve algılardan açık seçik algı ve
duyumlara doğru yükselen bir gelişmeyi
gösterir. Bu anlayışa göre sıralanmanın en altındaki özdek monatında da en
yükseğindeki olanaklar (algılama,
tasarım ve iştah güçleri) kuvve halinde bulunmaktadır. Bu özdek, Leibniz'e
özgü bir paradoks olan özdeksiz bir
özdek olsa bile, Tanrılık olanağı da içeren bir özdektir. Leibniz' in
dolaylı olarak meydana koyduğu bu özdeksel
sonuç, kaçınılmazlığı oranında, pek parlak bir sonuçtur.
Bütün bunlara karşı Leibniz, Tanrılık düzeyde, olabildiğince iyimserdir
(optimist). Sanki Nietzsche'nin
kötümserliğini (pesimist) yüz elli yıl öncesinden sezmiş de onu şimdiden
karşılamak istermiş gibidir. Şöyle der:
Dünyamız, mümkün olan dünyaların en yetkinidir. Bu yetkin dünyada her şey en
iyidir. Voltaire, Candide adını
taşıyan çok hoş kitabında, ona, mümkün olan alemlerin bu en mükemmelinde
sana bir temiz sopa çekersem bu da
mı en iyidir? sorusunu soracaktır, ama bu soruya daha bir hayli yıl vardır
(Alman düşünürü Leibniz öldüğü yıl,
Fransız düşünürü Voltaire yirmi iki yaşındaydı).
Leibniz'e göre özdek (madde) sadece, Spinoza'da olduğu gibi, yer kaplama
niteliğiyle açıklanamaz, Özdek, cansız
bir yer kaplamadan ibaretse çekme, itme, sıcaklık, ışık nedir? Özdek, her
şeyden önce bir direnmedir, bir güçtür
(kuvvet). Evrendeki sayısız güçler arasındaki birliği sağlayan, Tanrıca
önceden kurulmuş ve saptanmış bir uyum, bir
öncel düzen'dir (Fr. L'harmonie preetablie). Leibnizin açısından erdem,
doğuştandır, dışarıdan gelmiş bir bilginin
sonucu değildir.
Çünkü dışarıdan hiçbir bilgi gelemez. Ne doğum ne de ölüm
vardır. Bunlar, ancak, monatların
sonsuz gelişmesinde birer görünüşten ibarettir. Ölmezlik, bir zorunluluktur.
İnsan, kendi öz tabiatına karşı
bağımsız, kendi kendine karşı özgür olamaz. Şu halde, erdem, bir zorunluktur.
Tanrı, bu monatlar monadı, mümkün
olan alemlerin en iyisini zorunlu olarak yaratmıştır. Kötülükler, ancak,
eşyanın ayrıntılarındadır ve iyiliklerin
parlaklığını artırmaya yararlar. Yoksa, bütün, en yüksek derecede
mükemmeldir. Bu mükemmel bütünde her şey
mükemmeldir. Şu halde erdem, bu mükemmelliğin zorunlu sonucudur.
Mükemmel
bütünde hiçbir şey, isteyebilse
de, bu mükemmellikten kurtulamaz. Şu halde erdemsizlik, mümkün değildir.
Tanrılık irade, Tanrılık zekanın
emrindedir. Tanrı, ne tabiatın ve ne de erdem yasalarının özgür yaratıcısı
değildir. Yaratmak zorundaydı, yarattı.
Evren gibi, erdem de; bu zorunluğun ürünüdür. Mutlu olmak için mutlu bir
çevrede yaşamak gerekiyor. Leibniz,
mutluluklarını arayan insanlara bu çevreyi göstermektedir: Dünya Tanrılık
düşüncede sonsuz sayıda mümkün
evrenler vardı, diyor Leibniz. Bunlardan ancak bir tanesi var olabilirdi.
Tanrının başka bir evren yerine bunu
seçmesini gerektiren neden, onun sonsuz iyiliği, sonsuz bilgeliği, sonsuz
gücüdür. Tanrı iyiliğinin, bilgeliğinin,
gücünün ona seçtirdiği en iyi olacaktı elbet. Sevilen şeyin mutluluğu,
kişiyi mutlu kılar. Tanrının yetkinliğini seyre
dalarak, her türlü iyiyi yaratanı gereği gibi seven kişilerin zorunlu
mutluluğu da bundan ötürüdür. Evrenin düzenini
biraz anlayabilseydik, onun, en bilgili insanların istediklerini kat kat
geçtiğini, onu olduğundan daha iyi kılmanın
mümkün olmadığını görürdük. Bu evren, yalnız genel olarak bütün için değil,
aynı zamanda ayrı ayrı her birimiz
için de en iyi evrendir (Monadoloji, 53, 55, 90. fıkralar).
Fransız düşünürü Voltaire (1674-1778), ünlü Felsefe
Sözlüğü'nün Her şey iyidir (Bien-tout est) maddesinde, Leibnizin bu
düşüncesini şöyle eleştirmektedir: Bir elmayı
yedik diye sonsuz bir ömür süreceğimiz bir haz ülkesinden kovulmuşuz. Bin
bir yoksuluk içinde, hepsi acı çekecek
ve başkalarına da çektirecek çocuklar meydana getirmişiz. Önümüzde bütün
hastalıklara tutulmak, bütün dertlere
uğramak, acılar içinde ölmek, sonra da, bir fenalık olarak, yüzyılların
sonsuzluğu içinde yanmak var. Leibnizin
iyilik, yetkinlik dediği bu mu? Mesanemde bir taş mı peydahlanıyor, bu
hayran olunacak bir mekaniktir. Taşlı
usareler yavaş yavaş kanıma karışıyor, oradan böbreklere süzülüyor, sidik
borusundan geçip mesaneye yerleşiyor,
orada yetkin (mükemmel) bir Newton çekimiyle birikiyor. Ben de bu dünyanın
en yetkin düzeni içinde ölümden bin
beter sancılar çekiyorum. Bir cerrah geliyor, apış arama sivri bir şiş
saplıyor, taş zorunlu bir mekanikle parçalanıyor,
ben de aynı mekanikle dayanılmaz acılar içinde ölüyorum. Bütün bunlar
iyidir, öyle mi? İşte taştan, damla
hastalığından, bütün cinayetlerden, bütün acılardan, ölümden meydana gelmiş
anlaşılmaz bir genel iyilik (Felsefe
Sözlüğü, I. cilt, s. 105).
Voltaire, ayrıca, dünya görüşünü de bir Suriye masalıyla açıklamaktadır:
Erkekle kadın, dördüncü kat gökte
yaratılmışlar. Cennet yemeği yerine kuru peksimet yemeye kalkmışlar. Cennet
yemeği deri deliklerinden uçup
gidermiş. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmiş. İyice sıkışmış
oldukları halde ayakyolunu arayan
kadınla erkek, rastladıkları bir meleğe yol sormuşlar. Melek de onlara,
dünyamızı göstererek, işte, demiş, buradan
altmış milyon fersah ötede şu, gördüğünüz küçük yuvarlak yok mu, evrenin,
ayakyolu orasıdır. Mümkün olan
alemlerin en yetkininde yaşıyoruz, öyle mi?.. Fransız alaycılığını dürtmek
için bu saf Alman düşüncesinden daha
uygun bir konu bulunamazdı. Alman düşünürü Leibnizin bu iyimserliği, Fransız
düşünürü Voltaire'i bir hayli
eğlendiriyor. Candide adlı yapıt, böylesine bir eğlencenin ürünüdür. Candide,
sözcük anlamını canlandıran, açık
yürekli, budalamsı bir kişidir. Eskilerin safderun dedikleri, Leibnizin bu
iyimserliğine inanmış, bön bir
oğlancağızdır. (Voltairein L'Ingenu adını taşıyan, aşağı yukarı aynı anlama
gelen bir romanı ve bir kişisi daha
vardır. Onda da XVii'nci yüzyıl Fransa'sıyla alay eder. Voltairein örnek
Fransızlara özgü kişiliği bu
alaycılığındadır). Voltaire, Candidei altmış beş yaşında yazdı. Leibniz
öleli kırk üç yıl olmuştu. Oysa, düşünceleri,
bir başka büyük Alman düşünürü Christian Wolff'un (1679-1754) da yardımıyla
çağını etkilemiş, geniş yankılar
uyandırmıştı. Wolff, Leibnizin dağınık düşüncelerini bilimsel bir sistem
içinde toplamıştı. XViii'nci yüzyılın ikinci
yarısı başlarken, bütün Alman üniversitelerinde bu iki büyük düşünürün
Leibnizo-Wolffien adı verilen karma
öğretisi okutuluyordu.
Bu öğreti, evrenin iyi bir Tanrı eliyle yaratıldığını, mümkün alemler içinde
mümkün olan en iyi alem olduğunu
ilerisürmekteydi. Görülen kötülükler bir zorunluğun sonucuydu. Tanrısal
sorumluluğun bu kötülüklerde parmağı
yoktu. Doğada her şey zorunlu olarak var olmaktaydı. Yeter neden (sebeb-i
kafi) olmadan hiçbir sonuç doğmazdı.
Bununla beraber, insanoğlunun tikel buyrultusu (cüzi irade) da vardı. Yeter
nedenlerin zorunlu sonuçlara götüreceği
şu ya da bu yolu seçebilirdi. İnsanoğlu, önüne açılmış olan birçok yollardan
dilediğini seçmekte özgürdü. Candide,
Baron Tunder-ten-Tronk'un şatosunda oturuyor. Sayın Baronun kız kardeşinin
evlilik dışı çocuğudur. Ekmek elden
su gölden keyfince yaşamaktadır.
Mutludur. Öğretmeni sayın Pangloss, genç ve saf Candide'e, yeter nedensiz
hiçbir sonuç olamayacağını ve
mümkün alemlerin en iyisinde Baron hazretlerinin şatosunun mümkün şatoların
en iyisi olduğunu öğretmektedir.
Ancak zavallı Candide, Baronun kızı sevimli Bayan Kunegond'a aşık olduğu
için, mümkün alemlerin en iyisindeki
mümkün şatoların en iyisinden kovulacak, bu rahat yaşayıştan ayrılmak
zorunda kalacaktır. Kafası, Leibnizo-
Wolffien iyimserliğiyle doldurulmuş olan delikanlının acıklı ve gülünç
öyküsü böylece başlamaktadır. İlkin, onu,
Bulgarların asker toplayıcıları yakalıyorlar (Voltairein Bulgarlar dediği
Prusyalılardır).
Abarlara karşı savaşa sokuyorlar (Voltairein Abarlar dediği de
Fransızlardır, sözünü ettiği savaş da 1756'da
başlayan Yedi Yıl Savaşlarıdır). Candide, mümkün alemlerin en iyisindeki
mümkün savaşların en iyisinden
mümkün davranışların en iyisini yaparak, sıvışıyor. Oysa, gene de, şöyle
düşünmektedir: Yeter nedensiz hiçbir
sonuç yoktur. Her şey zorunlu olarak zincirlenmiş, en iyi amaç için
düzenlenmiştir. Sayın Bayan Kunegond'un
yanından kovulmam, kırbaçlanmam, ekmeğimi kazanmak için dilenmem gerekiyordu
elbet. Bütün bunlar başka
türlü olamazdı. Bundan sonra, mümkün alemlerin en iyisinde, Candide'in
başına gelmedik bela kalmıyor.
Soyuluyor, dayak yiyor, bindiği gemi batıyor; insanların birbirlerini
ezdiklerini, birbirlerinin kuyularını
kazdıklarını, kendi mutluluklarını başkalarının mutsuzluklarında
bulduklarını görüyor. Ona göre bütün bunlar yeter
nedenler yüzünden, mümkün alemlerin en iyisinde olup biten, zorunlu
sonuçlardır.
Candide, bu arada, sayın Bayan Kunegond'u; sevgili öğretmeni Pangloss'u,
Pangloss'un öğretisine karşı çıkan
kötümser düşünür Martini bulmuştur. Bunların da başlarına, mümkün alemlerin
en iyisinde, gelmedik bela
kalmamıştır. Hastalanmışlar, dövülmüşler, çirkinleşmişlerdir.
Hep birden İstanbul'a geliyorlar. Voltaire, gerçek saydığı düşünceyi, bir
Türk düşünürüne söyletmek istemiştir. Bu
gerçek düşünce, ne Pangloss'un öğrettiği iyimserlik, ne de Martinin
öğrettiği kötümserliktir. Gerçek düşünce,
iyimserlikle kötümserliğin ortasında, dünyayı olduğu gibi gören, iyi
yönleriyle olduğu kadar, kötü yönleriyle de
kabul eden bir düşüncedir. Artık Candide, bütün bönlüğüne rağmen, kuşkulanma
yoluna girmiştir. Sayın öğretmeni
Pangloss'a soruyor: Peki, sevgili Pangloss, asıldığınız, parçalandığınız,
dayak yediğiniz, kürek cezasında acı
çektiğiniz zamanlarda da gene dünyada her şeyin yolunda gittiğini düşündünüz
mü?. Oysa Pangloss da, Martin
gibi, kendi düşüncesinde direnmektedir.
Panglossia Martin, durup dinlenmeden, tartışmaktadırlar. Bu sırada Candide,
Pangloss ve Martinin gözlerinin
önünden kocaman kayıklarla Erzurum'a, Limnos'a, Midilli'ye sürülen paşalarla
beyler geçmektedir. Sürülenlerin
yerlerini almak için başka paşaların; başka beylerin geldikleri
görülmektedir. Sonra, sıraları geldikçe; bunlar da
sürülmekte, öldürülmektedirler. Babıali'ye sunulmak üzere içleri samanla
doldurulmuş sıra sıra insan kafaları
geçirilmektedir. Tartışmalarının hiçbir sonuca bağlanamayacağını anlayan
Candide, Pangloss ve Martin, bir Türk
dervişine başvuruyorlar. Pangloss söz alarak: Sayın derviş, diyor, size,
insan denilen bu acayip yaratığın niçin
yaratıldığını sormaya geldik?.. Derviş, onlara ters ters bakarak: Sen ne
karışıyorsun be adam, diye karşılık veriyor,
bu senin işin mi ki?..
Candide, araya girerek: Fakat sayın efendim, diye sızlanıyor, yeryüzünde ne
kadar çok kötülük var?.. Derviş gene
süzüyor onları: İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar, diye karşılık
veriyor, padişahımız Mısıra bir gemi
gönderdiği zaman içindeki sıçanların rahat olup olmadıklarını düşünüyor mu?
Pangloss dayanamıyor: Peki, o halde
ne yapmalı? diye soruyor. Türk dervişi tek sözle karşılıyor bu soruyu:
Susmalı. Pangloss: Sizinle, nedenler ve
sonuçlar üstüne, mümkün alemlerin en iyisi üstüne, kötülüğün doğuşu, ruhun
özü üstüne konuşmaya gelmiştik, diye
direnmek istiyor: Ama bu sözleri duyunca derviş, onları kapı dışarı ediyor.
Susmak... Elde ettiğimiz sonuç bu mudur? Bir bakıma, bütün mümkünlerin
arasında uygulanabilecek tek mümkün,
buymuş gibi görünmektedir. Oysa, Voltaire de, bizler gibi, bu sonuçla
yetinmeyecektir. Türk dervişi, sadece
kuramsal gerçeği ortaya koymuştur. Bu kuramsal gerçeğin uygu alanındaki
anlamını da bir Türk bahçıvanı
belirtecektir. İyimser, kötümser ve kuşkucu üç filozofumuz, dervişin
yanından kovulduktan sonra, bir müftünün
boğdurulduğunu duyuyorlar. Pangloss, rastladıkları ihtiyar bir Türk
bahçıvanına, boğulan müftünün adını soruyor.
Bahçıvan, bahçesinin önündeki ağaçların gölgesinde, serinlemektedir. Onlara:
Bilmiyorum, diyor, hiçbir zaman ne
bir müftünün, ne de bir vezirin adını öğrenmedim. Sözünü ettiğiniz olaydan
da haberim yoktur. Genel işlere
karışanların çoğu zaman kötü bir biçimde öldüklerini, buna da layık
olduklarını sanıyorum. İstanbul'da olup
bitenlerle ilgilenmem, bahçemin yemişlerini İstanbul'a göndermekle
yetinirim.
Pangloss'un sorusunu yeniden sorabiliriz: Peki, o halde ne yapmalı?..
Sorunun karşılığını ihtiyar bahçıvandan
almış bulunuyoruz: Bahçemizin yemişlerini yetiştirmeli. Ama Pangloss
inatçıdır. İhtiyar Türk'ün öğüdünü tutarak,
üç büyük kötülük olan sıkıntıyı, utancı ve yoksulluğu uzaklaştıracak
böylesine bir işle uğraşacağı yerde,
usanmaksızın çene çalmaktadır (Voltaire'e göre, tıpkı Leibniz gibi). İkide
bir, Candide'e: Mümkün dünyaların en
iyisinde mümkün bütün olaylar zincirlenmiştir, demektedir, eğer siz, sayın
Bayan Kunegond'un aşkı için güzel bir
şatodan tekmeyle kovulmamış olsaydınız, eğer engizisyon işkencelerine
katlanmamış olsaydınız, eğer yaya olarak
bütün dünyayı dolaşmamış olsaydınız, eğer Baron hazretlerini kılıçla
biçmemiş olsaydınız, eğer güzel Eldorado
ülkesinden aldığınız koyunları yitirmemiş olsaydınız, şimdi burada, turunç
reçeliyle fıstık yiyemezdiniz.
Artık aydınlanmış ölan Candide, Pangloss'un bu gevezeliklerine, romanın son
sözü olan şu karşılığı veriyor: Bütün
bunlar güzel sözler ama... bahçemizi işlemek gerek. Ama Leibniz,
Voltaire'den habersiz olduğu halde (Voltairein
Candide ou L'optimisme adlı yapıtı 1759 yılında yayımlanmıştı, Leibniz kırk
üç yıl önce ölmüştü) insan
düşüncesinde beliren her türlü soruyu karşılamaya çalışıyor: Tanrının
kötülüklere neden izin verdiğini kesinlikle
anlamamız mümkün olsaydı, bilebildiğimiz küçük nedenlerin yanında koskocaman
nedenler, bizim
düşünemeyeceğimiz büyüklükte nedenler görecektik.
Tanrı, bütün parçaları
birbirine bağlı olan bu yetkin evreni
titizlikle yaratmış, bunu yaparken her ihtimali hesap etmiş, bu hesabın
sonunda da birtakım kötülüklere göz
yummamazlık edilemeyeceğini anlamıştır. Tanrısal bilgeliği kötülüğe göz
yumduran kaçınılmaz nedenlerin varlığına
inanmak zorundayız. Gerçi, Tanrının böyle bir şeye izin vermiş olması bizi
şaşırtıyor, çünkü biliyoruz ki, Tanrıdan
Tanrısal iyiliğe aykırı hiçbir şey çıkamaz. Şu halde, olaya bakarak, bu
iznin kaçınılmaz bir zorunluk olduğu
sonucunu çıkaracağız. Tanrının suçsuzluğunu tanıtlamaya (ispat etmeye)
çalışmak gerekmez. Kötülükler bir kez
dünyaya girmiş bulunuyor, şu halde Tanrı yetkinliğinden hiçbir şey
yitirmeden ona göz yummuş olsa gerektir.Mademki Tanrı kötülüklere izin vermiştir, o halde izin verdiğine iyi
etmiştir (İnanla Aklın Uygunluğu Üstüne
Konuşma, s. 48 ve sonrası).
Voltaire henüz ortada yoksa da, Leibnizin karşısında, başka bir Fransız
düşünürü, Pierre Bayle (1647-1706) var.
Bayle'a göre, akılla inan uyuşamaz. Akla uygun olana inanmak kolaydır, bunu
herkes yapabilir. Güç olan, herkesin
yapamadığını yapmak, akla uygun olmayana inanmaktır. Tanrı düşüncesini
akılla bağdaştırmaya çalışmak
boşunadır. Şu halde her birinin alanını ötekinden ayırmak, birbirlerine
karşı hiçbir üstünlük düşünmeden, her birini
kendi alanı içinde değerlendirmek gerekir.
Her ikisi birbirlerine karşı da
çelişiktir. İsteyen inan yolunu, isteyen akıl
yolunu tutabilir: Birbirlerine karışmadan her iki yolu birden tutmak da
mümkündür. Yoksa, Tanrıyla bu dünyadaki
eksiklik, bozukluk asla uzlaştırılamaz.
Leibniz, Bayle'a karşılık vermek için, Theodicee (Tanrıyı Savunma) adlı
yapıtını yazdı. Yapıt 1710 yılında
Amsterdam'da yayımlandığı zaman Bayie öleli dört yıl oluyordu. Leibniz bu
yapıtında kötülüğü, iyiliğin eksikliği
olarak tanımlıyor ve bu eksiklik olmasaydı iyiliğin de olamayacağını
ilerisürüyordu. Leibniz'e göre bu eksiklik,
Tanrının yetkinliği karşısında yok olmaktadır. İyimser olabilmek için bütünü
göz önünde bulundurmak gerektir.
Tanrı düşüncesiyle insan aklı arasında hiçbir çelişmezlik yoktur, elverir ki
insan aklı Tanrı yetkinliğini kavrayabilsin.
Leibniz, Theodicee'de Monadoloji'ye göre biraz daha yumuşamış görünüyor.
Tanrı, bu dünyayı yetkinliğini
göstermek için yarattı, diyor. Dünyanın sonlu varlıklardan kurulması bir
zorunluktu. Sonlu varlıklarınsa eksik
oluşları, yetkin olmayışları bir zorunluktu. Sonlu varlıklar, sonlu
oldukları için, yetkin değildirler. Çünkü sonsuz
varken, sonlu yetkin olamaz. Şu halde dünyanın eksik, kusurlu oluşu da bir
zorunluktur. Leibniz, bir hayli
direndikten sonra, baklayı çıkarıyor ağzından sonunda: Bu dünya iyi bir
dünya değildir. Ancak mümkün olanlar arasında en iyisidir. Tanrının iyiliği,
birçok eksik dünyalar arasından, en az eksik olanını seçmekle belirmiştir.
Tanrının sonsuz iyiliği olmasaydı daha çok eksik olanını da seçebilirdi.
YAŞASIN BENCİLLİK.
Bencillik kolundan tutmasa, erdem pek uzaklara gidemezdi
diyen La Rochefoucauld,
bilim yolundan gelmiyor. O, daha çok, Sainte-Beuve'ün dediği gibi,
yemeklerden sonra eğlenmek için düşünceler
karalayan, giderek yaptığından etkilenen, düşüncelerinin tadına varan,
tadına vardıkça da onları daha bir
düzenlemek gereğini duyan akıllı bir adamdır:
Çeşitli davranışları tek
açıdan ele almış, soyut olarak yorumlamıştır.
Yaşadığı çağ, XVii'nci yüzyıl, Fransa'nın en aydınlık, en mutlu çağlarından
biridir. Xiii'ncü Louis, Richelieu,
Mazarin, ondördüncü Louis bu soylu düşünüre altmış yedi yıl süren güvenli
bir ömür sağlamışlardır.
Dük de la Rochefoucauld, Prens de Marsillac, Vi'ncı François adlarından da
anlaşılacağı gibi, mutlu doğmuş bir kişiydi.Büyük tutkuları yüzünden aşkta, siyasal alanda çeşitli tedirginliklere
uğramış, sekiz gün kadar Bastille zindanına
bile kapatılmıştı ama; gene de birçok insanların imrenecekleri gibi
yaşamıştır. Kraliçe-Richelieu çatışmasında
kraliçeyi tuttu, Fronde ayaklanmasında iç savaşın şeflerinden biriydi;
taşıdığı ad kendisini kötü sonuçlardan
koruyordu.
Özdeyişlerin (Maximes), 1665 baskısına yazdığı önsözde şöyle
demektedir: Okuyucu için en doğru yol,
kendisini kural dışı tutmaktır. Şöylelikle, sözlerimin doğruluğuna ilk
katılan kendisi olacaktır. La
Rochefoucauld'ya göre bir kötülüğüne rastladığımızda şaşmamız gereken tek
insan yoktur. Bir kötülüğe
tutulmamıza engel olan şey, bir çok kötülüklerimiz oluşudur. Birini
övüşümüz, bir başkasını yermek içindir. Sadece
yermek için övdüğümüz de olur. Dürüst insanlar, kötülüklerini hem
başkalarından hem kendilerinden
gizleyebilenlerdir. İki yüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır. Erkeklerin
cesurluğuyla kadınların erdemi, benlik
tutkusuyla utanma duygusunun sonucudur. Borcumuzu ödemek için değil, bize
ödünç verecekleri daha kolay
bulabilmek için öderiz. İyilik, tembellikle iradesizliktir. Cömertlik, daha
büyüklerine ulaşmak için küçük
çıkarlardan vazgeçebilmektir. İncelik, ince sayılmak isteğinden başka bir
şey değildir. Değerbilirlik, daha büyük
alımlara kavuşmak isteğidir. Bizi ne kadar överlerse övsünler, bize yeni bir
şey öğretmiş olmazlar. Taptıklarımızı
değil, bize tapanları severiz.
Beğenmediklerimizi sevmek güçtür ama,
kendimizden çok beğendiklerimizi sevmek
ondan daha güçtür. Önemsiz iyiliklere karşı değerbilir olabiliriz, büyük
iyiliklere karşıysa nankör olmamak elimizde
değildir. Günahlarımızın sorumluluğunu taşıyan çıkar duygusu,
sevaplarımızdan ötürü de övülmelidir.
Gülünçlükleri göze çarpmamış insanlar, iyi incelenmemiş olanlardır. Göz
tokluğu, büyüklere sınır çizmek,
küçükleri de avundurmak için erdem sayılmıştır. Nankörlüklerle karşılaşmamak
için verebilmek gücünü elde tutmak
gerektir. Küçük suçlarımızı açıklayışımız, büyük suçlarımız olmadığına
herkesi inandırmak içindir. Aklı başında
adam, bizim gibi düşünendir. Bize kurnazlık edenlere kızmamız, kendilerini
bizden daha becerikli
sandıklarındandır. Başkalarının gururuna dayanamayışımız, kendi gururumuzu
incittiği içindir. En beğendiği
adamdan daha aşağı olduğunu sanan tek kimse yoktur. Övünmenin bir yolu da
başkalarını kötülemektir. Yaptığımız
iyilikler, ceza görmeden kötülük yapabilmemiz içindir. Başkalarına karşı
maske taşımaya o kadar alışmışızdır ki,
sonunda kendimiz bile gerçek yüzümüzü unuturuz. Acılarımızda çeşitli iki
yüzlülükler vardır. Sevdiğimiz kişinin
ölümüne acırken kendi yoksunluğumuza ağlarız. O ölünün bizim için iyi
duygularını düşünerek acırız. O ölüyle
birlikte ya malımız, ya mutluluğumuz, ya da gücümüz gitmiştir. Gerçekte
acındığımız bunlardır. Ölüler sadece,
diriler için akan göz yaşlarının şerefini taşırlar. Bu türlü acılarda insan
kendi kendini de aldatabilir. İki yüzlülüğün
bir başka çeşidi de vardır ki herkesi aldatır. Bu, güzel bir yasa özenen
kimselerin acısıdır.
Bunların ağlayıp sızlanmaları bir türlü dinmez, acılarının ömürlerince
süreceğine herkesi inandırmaya çalışırlar.
Böylesine bir benlik tutkusu, daha çok büyüklük düşkünü kadınlarda bulunur.
Kadın oluşları ünlenmeye giden
birçok yolları onlara kapadığı için bu yolu tutarlar. Bir başka çeşit göz
yaşı vardır ki kaynakları küçüktür, kolayca
akar, diner. Adları iyiye çıksın diye ağlarlar, acınmak için ağlarlar,
ağlamak için ağlarlar, ağlamamak ayıp sayılır
diye ağlarlar. En cömertçe bağışlanan şey öğüttür. Üğüt istemek ya da vermek
kadar iki yüzlülük olamaz. Öğüt
isteyen, verenin duygularına karşı saygı besler görünürken gerçekte kendi
duygularını ona onaylatmaktan,
davranışının sorumluluğunu onunla paylaşmaktan başka bir şey düşünmez. Öğüt
veren de kendisine gösterilen
güveni öder görünürken gerçekte kendi çıkarından ya da böbürlenişinden başka
gözettiği bir şey yoktur.
Gerçek yiğitlik gibi tam korkaklık da yoktur. Bunların arasındaki alan
öylesine geniştir ki, cesaretin bütün
biçimlerini içine alır. Bu biçimler, huylarımız kadar değişiktir.
Başlangıçta seve seve ileri atılan kimseler vardır ki
hemen usanıverirler. Görevlerini yapmış sayılmak için ileri atılmışlardır.
Korkularını gizleyebilenler de çeşitlidir.
Kimi, yerinde kalmak gücünü gösteremediği için ileri atılır. Herkesin
karşısında yapabileceğini kendi kendine
yapabilen yiğit yoktur. Geri dönebileceğine inanmak da ileri atılmayı
sağlayabilir. Kahramanlık, tehlikeyi gereği
gibi görmemektir. Acıma, başkalarının dertlerinde kendi dertlerimizi
anmaktır. Uğrayabileceğimiz, kendi başımıza
gelebilecek yıkımların kurnazca bir sezisi dir. Başkalarına yardım etmemiz,
gerekirse bizim de yardımımıza koşsunlar
diyedir. Onlara yaptığımız iyilikler, aslı aranırsa, önceden kendimize
yaptığımız bir iyiliktir.
Bizim erdem
dediğimiz şeyler, talihin ya da kendi hünerimizin düzenlediği davranışlarla
çıkarların bir araya gelmesinden
ibarettir. Erkeklerin yiğit, kadınların iffetli oluşları cesaretlerinden,
iffetlerinden ileri gelmez. Çeşitli nedenlerin
dışında tutkular, gün olur, karşı tutkuları doğururlar. Cimrilik el
açıklığına yol açar; güçsüzlük direnmeyi,
sıkılganlık küstahlığı yaratır. La Rochefoucauld'ya göre, hiçbir şey
üzerinde tam bir bilgi edinilemez. Çünkü bir
şeyi bilmek için ayrıntılarını bilmek gerekir. Ayrıntılar sonsuz olduğuna
göre bilgilerimiz eksik kalmak zorundadır.
La Rochefoucauld bu düşüncelerinde yalnız değildir. Dünya edebiyatının
sayısız yaprakları, böylesine derli toplu
değilse de, bunlara benzer deyimlerle doludur. Fenelon, ölmünden bir yıl
önce, bir dostuna şöyle yazıyordu:
İnsanlardan çok az şey istediğimi sanmakta haklısınız. İnsanlara çok şey
vermeye, buna karşılık onlardan hiçbir
şey beklememeye çalıştım. Bu alışverişten hoşnudum. Öyle sanıyorum ki, en
iyisi bütün insanlardan uzak
durmaktır. İyi insanın azlığı, insanlık için yüz karasıdır. Montaigne'le La
Fontaine de aşağı yukarı bu
düşüncededirler. Fontenelle şöyle demektedir: En içten gelen davranışlar,
kendilerini en az duyuranlardır.
Özseverliğin doğurduğu davranışlarımızı hemen hemen anlamayız, başka
ilkelere uyarak davrandığımızı sanırız.
J.J. Rousseau'nun ünlü Açıklamalar'ı da bu alanda kurulmuş yapıtlardandır.
P. Jannat'nin yayımladığı 1853
baskısına yazdığı önsözde, Sainte Beuve, Özdeyişler için, yazarının adını
sonsuzluğa bağlayan pek hoş yapıt
dediği halde, şunları da eklemekten kendini alamamıştır: İnsanoğlu, bilmeden
bağlı bulunduğu gizli teli kendisi
ortaya atmazsa, siz hiçbir zaman o teli ona göstermeyin, adını anmayın.
Çünkü bu bilgisizliğin içinde daha ince,
daha değerli bir tel vardır. Achilleus'un yokluğunda Troia ordusunun yükünü
sırtında taşıyan Aiax'la Friedland
savaşında ateşin içine atılan Ney'i bırakın kendi hallerine. Bu gibi anlarda
sakın onlara yaklaşmayın. Gerçeğin
peşini bırakmaktansa ölüme katlanan Archimedes'e de yaklaşmayın. Yakaladım
seni ey bencil, şen kendini harcarken
mutluluk payını alıyorsun, diyerek cüppesinin eteğine asılmayın sakın. Ne
diyorum, bana bile yaklaşmayın,
ormandaki şu küçük oduncu kulübesini seyrederken içimi bilmediğim bir barış,
bir durgunluk, bir mutluluk sardığı
sırada; lekesiz, günahsız düşlerime gömülmüşken bana bile yaklaşmayın.
Nedenin böylesine güzel bir biçime
büründüğü, böylesine bir beceriklikle gizlendiği sırada söz etmeyin
çıkardan, özseverlikten. Aynı neden o kadar
doğalca kalıp değiştirmiştir ki artık onu kişinin davranışında kendine özgü
bir ilke, bir eğilim olarak görmek
gerekir. Voltaire de Felsefe Sözlüğü'nün insan erdemlerinin sahteliği
bölümünde bu konuda şunları söylüyor: Dük
de la Rochefoucauld onun üzerine düşündüklerini yazıp da insanoğlunu işleten
o duyguyu açığa vurunca, yüksek
Katolik ruhani meclisi üyelerinden Esprit adında bir kişi, İnsan
Erdemlerinin Sahteliğine Dair adlı göz boyayan bir
betik yazdı. Bu kişi, erdem diye bir şey olmadığını söylüyor, her bölümü
Hıristiyanlık yararına bağlayarak bitiriyor.
Böylece, Bay Esprit'ye göre Cato, Aristides, Epiktetos iyi adamlar
değillermiş de iyiler yalnız Hıristiyanlarda
bulunabilirmiş. Hıristiyanlar arasında da yalnız Katoliklerde erdem varmış.
Katoliklerden de cizvitleri bir yana
bırakmalıymış. Sözün kısası, cizvit düşmanlarından başka hemen kimsede erdem
yokmuş. Bizimle dostlarımızdan
başkasında erdem olamaz demek istiyor. Doğrusu küstahlığın bu kadarı insanı
çileden çıkarıyor. Dostum, nedir
senin o erdem dediğin? İyilik etmek değil mi? Sen bize iyilik et, yeter.
Nedenini sana hemen bağışlarız. La
Rochefoucauld, Spinoza felsefesinin aristokrat eğlenceliğidir.
DEFOLUN, AŞK VE ÖCALMA DUYGULARI.
Wollaston, Clarke, Shaftesbury gibi bir
ayakları XViii'ncü
yüzyılda bulunan XVii'nci yüzyıl adamlarını daha sonraya bırakarak bu
yüzyılı kapatırken düşünce dünyasının
duygusal etkilerini yansıtmak için gene bir sanat ürününün aracılığından
yararlanmaya çalışacağız. Bu yüzyıldan
seçtiğimiz sanatçı XVii'nci yüzyıl Fransa'sının gözde ozanı Pierre
Corneille'dir (1606-1684).
Fransızlar ona, Fransız
trajedisinin babası diyorlar. Ünlü ozan Corneille, yedisinden yetmişine
kadar bütün insanları duygulandıracak bir
oyun yazmak istedi. Kaynaklar boldu. Fransa'yı İspanyol modası kaplamıştı.
Mutfaklarda İspanyol yemekleri
pişiriliyor, çalgılı kahvelerde İspanyol şarkıları söyleniyor, bayanlar
İspanyol dantelleriyle süsleniyor, baylar
İspanyol bıyıkları bırakıyorlardı. Böylesine bir İspanyolluğun ortasında
eline bir İspanyol oyunu geçirdi. Oyun, Las
Morcedades del Cid adını taşıyordu. Yazarı Güilhem de Castro, olaya klasik
bir açıdan bakmış, erdemleri gereği
gibi yarıştırmayı becerememişti. Corneillein ustalığı, hele İspanyol
tarihçisi Juan Mariana'nın Historia d'Espana'sına
kulaklarını tıkayınca, bu olaydan toplumu şaşırtacak bir oyun çıkarabilirdi.
Las Morcedades fazlaydı. Le Cid
yetiyordu.
Tarihçi Juan Mariana'ya göre olay şudur: Kendisine Arapların
taktıkları Cid (Seyyid) adıyla anılan
Rodrige, Xi'nci yüzyılda yaşamış bir satılık kılıçtı. Paraya düşkün, gözüpek
bir savaşçıydı. İspanyol olmasına
rağmen hangi ulustan fazla para alırsa o ulusun hesabına savaşıyordu.
Kılıcını çoğun Araplarla birlikte, İspanyollara
karşı kullanmıştı. Castil Kralı Vi'ncı Alphonce, hısımlarından Ovideo kontu
Don Gormaz'ın güzel kızı Ximeneş
Diaz'ı, kendine bendetmek istediği Rodrig'e verdi. Bu evlenme, siyasal bir
evlenmeydi.
İspanyol halk masallarına göre olay şuydu: Kahraman Rodrig, Gormaz kontu Don
Gormaz'ı öldürmüştü: Ya
öldürdüğü adamın kızıyla evlenmesi, ya da cezalandırılması gerekiyordu.
Rodrig, kızla evlenmeyi uygun buldu.
Dona Ximena'nın getirdiği drahomayla zenginleşti üstelik, büyüklüğü arttı.
Güilhem de Castro bu olaydan şu oyunu çıkarmıştı: Ximena'nın babasını
öldürünce, evlenmeleri zorlaştı. Toplum
hiçbir kızın, babasını öldüren adamla evlenmesini hoş görmezdi. Oysa, aşk
her şeyden üstündü, sonunda toplumu
da yenecek, sevgilileri birleştirecekti.
Bu kadarı Corneille'e yetmiyordu. Doğal bir sonuca böylesine kolaylıkla
varmak ustalığına yakışmazdı. İşler bir
hayli karıştırılmalı, erdemler kalın çizgilerle belirtilerek birbirleriyle
yarıştırtılmalıydı: Rodrig, Ximena'yı çok
sevdiği için babasını öldürmek zorunda kalmıştı. Çünkü Ximena'nın babası,
Rodrigin babasını tokatlamıştı.
Ximena, aşağılanmış bir adamın oğluyla evlenemezdi. Rodrig erdemliydi, önce
alnındaki lekeyi temizleyip
Ximena'ya layık olmalıydı. İşler böylelikle gereği gibi karışacaktı. Ximena
da Rodrigi çok sevdiği için kraldan onun
öldürülmesini, babasının öcünün alınmasını isteyecekti. Ximena erdemliydi,
görevini aşkından üstün tutan bir kız
olarak Rodrig'e layık olmalıydı. Ama bu iki layık böylesine bir çıkmazda,
nasıl birleşebileceklerdi? Kolayı
bulunurdu elbet. Önce toplumu yeni erdemlerle uyutmak gerekiyordu Tam
sırasıydı.
Araplar ortaya çıkıverdiler,
Castilin üstüne saldırmak üzereydiler. Rodrig'e yeni erdem gösterileri
fırsatı çıkmıştı. Rodrig vatanını kurtaracak,
kral da onun suçunu bağışlayacaktı. Yeter miydi?.. Yetmiyordu. Ximena'yı
seven genç bir şövalye onun öcünü
almak için Rodrigi düelloya çağıracaktı. Ximena önce genç şövalyenin ölmesi,
Rodrigin kazanıp o zavallı
delikanlıyı öldürmesi için Tanrıya yalvaracaktı. Olur muydu?.. Ximena her
şeyden önce insan olduğuna göre pekala
olurdu ama, o güzelim erdemleri de, toplumun gözünde, hapı yutardı. Öyle bir
çözüm bulunmalıydı ki, hem Ximena
sevinsin, hem Rodrig sevinsin, hem kral sevinsin, hem zavallı şövalye
sevinsin, hem toplum sevinsin.
Bu düelloya önce kral karşı koyacaktı: Eğer ben bu eski göreneği uygulayacak
olursam, haksız bir saldırışın
cezasını vereyim derken, devletimi en kahraman savaşçılarından yoksun
bırakarak zayıflatmış olurum. Görülüyor
ki, kral kendi mutluluğunu savunmaktadır. Gerçekte ne Ximena, ne Rodrig, ne
de genç şövalye umurunda değildir.
Sonra, karşılıklı bir diyalog: Ben dövüşmeye değil, cezamı çekmeye
gidiyorum. Onun vuruşlarının sizden
geldiğini, onun silahlarının sizin şerefinizi savunduğunu bildiğim için ona
karşı koymayıp göğsümü açacağım
diyecek Rodrig. Ximena da şu karşılığı verecek: Öleceksin ha? O delikanlı o
kadar korkunç mu ki bu korku
bilmez yüreği korkutuyor? Demek sen, benim babamı o kadar hor görüyorsun ki
onu yendikten sonra başkalarına
yenilmeyi düşünüyorsun?. Görülüyor ki, genç şövalye zavallı bir araçtan
başka bir şey değildir. Gerçekte Rodrig
gösterişiyle, Ximena da duygularının tepkisiyle kendi mutluluklarını
savunmaktadırlar.
Bir de kralın kızı var; o da Rodrigi sevmekte, ancak bir kral oğlu olmadığı
için onunla evlenemeyeceğini
düşünerek aşkını gizlemektedir. Aristokratça erdemi böylelikle beliriyor,
oysa gene de Ximena'ya şöyle söylemekten
kendini alamıyor: Onun ölmesini nasıl isteyebilirsin? Öyle bir kahramanın
ölümünü istemek devletin yıkılmasını
istemek demektir. Hiç insan babasının öcünü almak için vatanını düşmanlara
bırakır mı? Senin yapabileceğin, onu
aşkından yoksun bırakman, hayatınıysa bize bağışlamandır. Görüldüğü gibi,
prenses bir taşla üç kuş vuruyor.
Hem sevgilisini kurtarıyor, hem babasının tahtını kurtarıyor, hem de
Ximena'yı aşk alanından siliyor. Bu da ona
özgü bir erdem örneğidir.
Ximena'nın bencilliği bir başka açıdan da şahlanmak üzeredir. Bütün bu olup
bitenlerden yorulmuş, bıkmıştır. Bir
ara dayanamayıp, defolun ey kalbimi altüst eden aşk ve öc alma duyguları,
her ikiniz de defolun, ikinizin de
vereceği mutluluk, doğuracağı acılara değmez! diye bağırıyor. Elinden gelse
aşkı da, öç almayı da bir kenara itip
keyfine bakacaktır. Ama yapamıyor, çıkmaza girmiş bir kez. İnsan,
karmakarışık ettiğini bir anda silkip kurtulamaz.
Sonunda çözüm bulunuyor: Rodrig, genç şövalyeyi yenecek, ama
öldürmeyecektir.
Delikanlıyı ayakta gören
Ximena, Rodrigin öldüğünü sanarak acısını açıklıyor: Bütün gayretime rağmen
gizleyemediğim bir sırrı artık
sizden saklamayı gerekli görmüyorum, haşmetlim. Ben seviyordum. Görevimi
aşkımdan üstün tuttuğumu
gözlerinizle gördünüz. Gerçekten de bütün bu çekilenler böyle olmak için
değil, böyle olduğunu göstermek içindi.
Oysa gene yetmiyor. Toplum bir hayli yumuşamış olduğu halde soğumamış bir
mezarın üstüne düğün sofrası
kurulamaz. Kahraman Rodrig vatanı uğruna yeni savaşlara katılacak, bu
savaşlardan döndükten sonra Ximena'yla
evlenecektir. Toplum, tiyatronun kapısından rahatlıkla çıkabilir. Sonuçtan
emindirler; yapılmaması gereken bir
düğün yapılmamıştır, yapılması gereken bir düğünse kısa bir süre sonra
yapılacaktır. Ayrıca, kralın şu sözleri de
gönüllerini ferahlatmıştır: Bu kadar temiz ve güzel bir aşk insanın yüzünü
kızartmamalıdır. Ximena'nın şerefi
kurtulmuştur artık. Sevgilisini bunca tehlikelere atışı, babasının öcünü
almak demektir.
AYDINLIK, AMA KAÇ MUMLUK?
Geniş bir kapıdan giriyoruz. Kapının ardı
aydınlık. Bu kapı, XViii'nci yüzyıl
kapısıdır. Böylesine bir aydınlık, XVii'nci yüzyılın loşluğunu, XVi'ncı
yüzyılın karanlığını daha bir belirtiyor. Artık
insan kendi aklını kullanarak kendi anlamını kavramak üzeredir. Evrendeki
yerini bulacak, yaşama düzenini
kuracaktır.
Yeniden doğuş, üç yüzyıl sonra, ürünlerini vermeye başlamıştır. XViii'nci yüzyıl göğü, parlak bir güneş
ışığı içinde, masmavidir. Akıl, büyük Fransız devrimini kotarmaktadır.
Parolayı ünlü Alman düşünürü Kant veriyor:
Aklını kullanmak gücünü göster.
Felsefe tarihi, XViii'nci yüzyıla aydınlanma çağı adını koyuyor. Kant'ın
tanımına göre insan, aklını kullanmayışı
yüzünden düşmüş olduğu durumdan aklını kullanarak kurtulmuş; aydınlanma
yoluna girmiştir. Akıl, hep o akıldır.
Ama insan onu bugüne değin kullanmaktan ürküyor, aracıların yardımını
arıyordu: Artık aklını kullanmak gücüne
kavuşmuştur.
Gök ölçüsü yerini yer ölçüsüne bırakmak zorundadır. Öbür dünya bu dünyaya
inmiştir.
Eskimiş yaşama düzeni
yeni bir yaşama düzeniyle değiştirilecektir. İnsan, artık, evrendeki yerini
bilmektedir. Artık bütün değerler; din,
devlet, toplum, eğitim ve erdem hallaç pamuğu gibi yeniden atılacak, yeniden didiklenecektir. XViii'nci yüzyıl, yeni
bir düzen içinde insanlığın birleşeceğine inanmaktadır.
Antikçağ aydınlanmasının başkenti Atina'ydı. XViii'nci yüzyıl
aydınlanmasının başkenti Londra'dır. XViii'nci
Yüzyılın İngiliz düşünür yazarları ellerine geçirdikleri her sorunu aklın
öçlüsüne vurmaktadırlar. Artık düşünürlük
sanatı, toplum çoğunluğuna yayılabilmek için, elini, yazarlık sanatına
uzatmıştır. Soyut düşünce somut edebiyatla
kaynaşmaktadır.
John Locke (1632-1704), bu büyük İngiliz düşünür-yazarı, XViii'nci yüzyılın
sadece dört yılını yaşadığı halde,
XViii'nci yüzyıl aydınlanmasının kurucusu sayılmaktadır. Çünkü Locke,
davranışlarımızı akla göre düzenlemek
gerektiğini çoğunluğa yayan ve çoğunluğu etkileyen ilk düşünürdür. Locke'a
göre erdem, bir otoriteye uymaktı.
Bu otoriteler de Tanrı otoritesi, devlet otoritesi, görenekler
otoritesiydi. Erdem, ancak, insanın bu otoritelere kendini bağımlı
kılmasıyla var olabilirdi. Bu otoriteleri kaldırırsanız ortada erdem adına
hiçbir şey kalmayacaktı. Oysa birey özgür olmalı, görenek ve otoritenin her
türlüsünden kurtulmalıydı. Erdemimizi, yeni baştan, akla göre düzenlemek
gerekiyordu.
Başka bir İngiliz, William Wollaston (1659-1724), erdeme, nesnelerin
tabiatında bulunan objektif bir ölçü
aramaktadır. Ona göre erdem, doğru bir yargıdır. Bu yargı, doğru olmayana,
başka bir deyişle, yalana dayanıyorsa
erdemsizlik belirir. Örneğin bir köpeği kamçılayan bir kişi, köpeğin duygusu
yokmuş gibi davranmakla doğru
olmayan, yalan olan bir yargıya dayanmakta, bu yüzden erdemsiz olmaktadır.
Buna karşı sözünü tutan bir kişi,
sözünü yadsımamış (inkar), yalana sapmamış, doğru bir yargıya uygun
davranmakla erdemli olmuştur. Tüm
erdemler doğru yargılara, tüm erdemsizlikler de yalan yargılara dayanır.
Wollaston'a göre, erdemin ölçüsü
mantıksal doğruluktur. Doğru bir yargıya dayanan davranış aynı zamanda
evrendeki uyuma da uygun bir davranıştır.
Erdemin insanı mutlu kılışı bu yüzdendir Erdem, doğruculuktur. Çünkü
erdemsizlik yalancılıktır. Çeşitli
erdemsizlikleri düşününüz, bunların altında her zaman bir yalancılığın
gizlenmiş olduğunu göreceksiniz. Hırsızlık
erdemsizliği mülkiyet hakkını yok saymak yalancılığına dayanır, korkaklık
erdemsizliği korkutan olayın
büyümsenmesi yalancılığına dayanır.
Erdeme, nesnelerin tabiatında bulunan objektif bir ölçü arayan başka bir
İngiliz düşünürü de Samuel Clarke'tir
(1675-1729). Clarke'e göre töre yasaları, nesnelerin doğal niteliklerinden
doğmuştur. İnsan, bu doğal niteliklere
uymak zorundadır. Erdem, nesnelerin doğal niteliklerine uygun davranmaktır.
Bir odun küfesini sırtlayıp
sırtlamamak bizim elimizdedir, ama sırtlarsak ağırlığını da duymak
zorundayız, çünkü ağırlık onun doğal niteliğidir,
bu yüzdendir ki bu ağırlığa katlanmak bir erdemdir. Korunmak, zayıfın doğal
niteliğidir; bu yüzdendir ki zayıfı
korumak bir erdemdir. Karanlık ve soğuk bir kış günü, bir gece yarısında bir
ormana giren kişinin cesareti bir
erdemdir. Erdemsizliklerse bu doğal niteliklere uygun davranmamakla belirir.
Bir başka İngiliz, Shaftesbury (1671-1713) de erdeme estetik açısından
bakmaktadır. Ona göre erdem, güzelle
iyinin uyuşmasıdır. Erdemli insan, kendini bir sanat ürünü gibi
biçimlendirebilmiş insandır. Bencil ve özgecil
içgüdüler, insanın doğal nitelikleridir.
Gereken, ne birinin eksikliği, ne
de ötekinin fazlalığı, her ikisinin de en
uygun oranda uyuşmasıdır, insan elbette kendisini düşünecektir, ama gereken
odur ki, kendisiyle birlikte
başkalarını da düşünecektir. Kendisini nasıl yüceltiyorsa, toplumu da öylece
yüceltecektir. İşte bu bencillikle
özgeciliğin uyuşması insana özgüdür, yoksa bu nitelikler hiçbir oranda
uyuşmadan hayvanlarda da vardır. Evren
nasıl uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün olmalıdır.
Erdemli
insan, uyumlu bir bütün olarak
yetişmiş insandır. Bu uyumda güzelle iyi birleşirler. Uyumlu bir bütün
olarak yetişmiş insanda töresel yargılama
gücü vardır. Shaftesbury, erdem alanında hem estetikçi hem toplumcudur. Ona
göre insan tek başına ne iyi, ne de
kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü olabilir, bencil ve
özgecil içgüdüleri ancak toplum içinde
gelişebilir, töresel yargılama gücüne de ancak toplum içinde uyumlu bir
bütün olmakla kavuşabilir. Şu halde
Shaftesbury'ye göre erdem, toplumsal bir eğitim işidir.
Shaftesbury'nin yolunda yürüyen birçok İngiliz düşünürleri vardır. Akıl
ölçüsü, akla uygunluk zorunluğu hepsinde
ortaktır. Joseph Butler la (1692-1752) Francis Hutcheson (1694-1747) da bu
yoldadırlar. Butler, Shaftesbury'nin
töresel yargılama gücünü adlandırmış, bunun vicdan olduğunu söylemiştir.
Akılla yönetilen ve uyuşturulan bencil
ve özgecil eğilimler vicdanın sesiyle yargılanırlar. Bu sürekli yargılama
kişiyi erdemli kılar. Şu halde Butlera göre
erdem, Shaftesbury'den daha kesinlikle, kişinin kendi kendini
yargılamasıdır. Hutcheson da bencil ve özgecil
eğilimlerin yanına bir üçüncü eğilim koymaktadır; bu üçüncü eğilim insanı,
bütünün mutluluğu içinde kendi sürekli
mutluluğuna götüren daha yüksek bir eğilimdir. İşte bu yüksek eğilimdir ki
insanı erdemli kılar. Mutluluk, antikçağ
Yunan düşüncesinde olduğu gibi, erdemli olmakla sağlanır.
Bernard de Mandeville (1670-1733), Arılar, Efsanesi ya ,da Genel Zenginliği
Yapan Kişisel
Kötülüklerdir (The fable of the bees or private vices made public benefits)
adlı küçük yapıtını 1714 yılında
yayınladı. Yapıt, XViii'nci yüzyılın aydınları arasında gerçek bir fırtına
kopardı. Kavgalar, dövüşler oldu. Düşünce,
kendi gücünün heyecanını yaşıyordu. Sokratesin tohumlarını attığı, birçok
büyük düşünürlerin geliştirdikleri
olumlu erdem kuramı kökünden sarsılıyordu. Mandevillein düşüncesi, bilimsel
bir denemeye dayanmaktaydı;
Shaftesbury'nin The Moralist adlı yapıtına karşı yazılmıştı.
Mandeville, insan toplumunu bir arı kovanında inceliyordu İnceleme bir hayli
ilgi çekiciydi. Arıları durmadan
çalıştıran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen, örnek bir toplum haline
koyan neden, erdemlilik değil,
erdemsizlikti. Arı kovanındaki yükselmenin nedenleri hırsa, çekememezliğe,
kendini beğenmişliğe, açgözlülüğe,
zevk düşkünlüğüne dayanıyordu. Gelişme, refah kötülüklerden doğuyordu. Genel
zenginlik, özel kötülüklerin
çatışmasından çıkmıştı. Kişisel tutkular, hırslar, açgözlülükler,
çekememezlikler birbirleriyle karşılaşıp çatıştıkça
arılar toplumu gelişip güçlenmekteydi. Genel çıkarlar, özel çıkarların
toplamından başka bir şey değildi
(Dostoyevski'nin Raskolnikof'u da, Suç ve Ceza'da, bu düşünceden yola
çıkmıştı).
Mandeville, bundan sonra, düşüncesini masallaştırıyor: Erdemsizlikle zengin
olmuş bir arı düşünürü, bu genel
erdemsizliği gözleyerek, insan toplumlarında olduğu gibi, erdem elden
gidiyor, halimiz nice olacak! diye
haykırmaktadır. Kuşkusu gün geçtikçe, öteki arıları da etkilemiştir. Şimdi
bütün arılar erdemliliği özlemektedirler.
Oysa Jupiter (Yunanlıların Zeus'ü) gerçeği görmekte, arıların bu
nankörlüklerinden ötürü öfkelenmektedir.
Sonunda, onları bir çırpıda erdemli kılarak cezalandıracaktır.
Erdemli arıların kovanı ıssız bir çöle dönmüştür. Mahkemeler kapanmış,
yargıçlar ekmeksiz, papazlar aç kalmış;
devlet memurları, işsizlikten bunalmaya başlamışlardır. Her arı azla
yetinmekte, kimse çalışmamaktadır. Sadece
gerekli olan iş yapılmaktadır; herkes tutumlu olduğu, aşırı zevklerinden
sıyrıldığı, başkalarını kıskanmadığı, pek
azla doyduğu için çok az şey gereklidir. Lüks, düşünce, sanatlar sıfıra
yönelmiştir. İşsizlik almış yürümüştür. İyi
arılar savaş güçlerini de yitirmişlerdir. Düşmanları bundan kolaylıkla
faydalanıp onları kılıçtan geçirirler. Canını
kurtarabilen pek azı da bir ağaç kovuğuna sığınırlar. Artık, erdem yoluyla
mutluluğa kavuşmuşlardır.
Sokrates şunu demişti: Erdemlerimiz olmazsa, toplumumuz çürür. Bernard de
Mandeville de ters açıdan şunu
demektedir: Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz gelişmez.
Mutluluk erdemli olmaya bağlıdır, diyen Shaftesburycilere karşı çıkan
Mandeville'e göre mutluluk, erdemsiz
olmaya bağlıdır. Kişiyi mutlu kılan bencilliğidir. Bencil olmadıkları,
birbirlerini kıskanmadıkları, azla yetindikleri
gün arılar toplumu ıssız bir çöle döner. Mandeville'e göre erdem, kendimizi
başkalarından üstün tutmak çabasıdır.
Bir başka deyişle, bir çeşit komplekstir, aşağılık duygusudur. Erdemimizi
böbürlenmek için ediniriz. İyiliği sadece
iyilik için istediğimiz zaman da kendimize karşı böbürleniriz. Oysa
uygarlığı yaratan erdemsizliklerdir. Bir yandan
erdem oyunlarıyla kendimizi pöhpöhlerken, öbür yandan sürüyle erdemsizlikler
etmeseydik toplumumuz
gelişmezdi. Erdemsizlikler insanları ileriye götüren bir kamçıdır.
Bencillikle kamçılanmayan insan miskinin biridir,
ne kendine hayrı olur ne de toplumuna.
Giderek karşımıza bir başka İngiliz çıkacaktır. Bu İngiliz David Hume'dur
(1711-1776). Hume, akıldan
kuşkulanmakla işe başlıyor ve soruyor: Akıl, her sorunu çözebilir mi?.. Şu
halde aklın yetkisini iyice tanımamız
gerekir. Aklımızı işleten düşüncelerimiz, dış duyulardan ya da iç
duygulardan alınmıştır. Anadan doğma körde renk
kavramı yoktur. Tanrı düşüncesi de, kendi bilgeliğimiz ve iyilik etmek
niteliğimize sınırsız bir genişlik vermemiz
sonunda, bizde doğmuştur. Şu halde erdemin kaynağı bizdedir. Ama bu kaynak
aklımızda mıdır?.. Hayır. Bir
davranışın erdemli ya da erdemsiz olduğunu sadece aklımızın ölçüsüyle
çıkaramayız. Ölçümüz, akıldan çok, bir
duygu ölçüsüdür. Duygudaşlık (sempati) adını verdiğimiz bir duygu akımıdır
bu. Hem de öyle güçlü bir akımdır ki,
başkasında gördüğümüz bir erdem, bize engel olsa bile, hayranlık uyandırır.
Bu duygudaşlık bizi başkalarının
davranışlarını değerlendirmeye götürür, bu değerlerle kendimize dönüşümüz
daha sonradır. Bir başka deyişle,
ölçüyü başkalarında bulup kendimize uygularız. Şu halde vicdan,
yaratılışımızla birlikte işleyen bir yargıç değildir,
bir toplum ürünüdür. Toplum içinde duygudaşlarımız olmasaydı vicdanımız da
olmazdı. Ama bu gene de bir dıştan
geliş değildir; çünkü toplum, ortak bir iç yaşama, ortak bir iç dünyadır.
Toplum biziz; toplum, bizim dışımızda bir
şey değildir. Duygudaşlık, bizi başkalarının iyiliğine götürür. Çatıştığı
hallerde, kendi iyiliğimizi isteyen bencilliği
bile yener. Şu halde erdem, toplum içinde doğal bir duygudaşlıktır.
XViii'nci yüzyıl aydınlığı İngiltere'den, önce Fransa'ya, sonra Almanya'ya
geçmiştir. Fransız ve Alman düşünür
yazarlarının bu aydınlığa kattıkları ışık İngilizlerinkinden az değildir.
Başka bir XViii'nci yüzyıl düşünürü, Fransız maddecilerinin öncüsü Julien de
la Mettrie (1709-1751), olsun,
diyor, ne zararı var, akıl bizi gerçek nedenlere doğru götürüyor, oysa bu
sonuçları değiştirmez ki!.. Böbürlenme
duygumuzu toplumun yararına kullanıyoruz, işte bu erdemdir. Mademki toplumun
iyiliğini altını kazıyınca gene
kendi iyiliğimiz çıksa bile birçok davranışlarımızda kendi iyiliğimize üstün
tutuyoruz, bunun adına erdem
diyebiliriz elbet. Kendi hayatımızı hiçe sayarak denize atlayıp bir
başkasının hayatını kurtarıyoruz. Yaşama
iyiliğimizin yerine böbürlenme iyiliğimizi koyabilmişsek bu elbette önemli
bir adımdır.
Mutluluğu engelleyen
önyargılardır, işte akıl önyargıların hakkından geliyor artık. Vicdan
sızısı, pişmanlık gibi boş ve değersiz
üzüntülerden kurtulmalıyız (Spinoza'yı hatırlayınız).
Bir başka Fransız düşünürü, Claude Adrien Helvetius (1725-1771) de
bencillikle erdemin uyuşabileceği
düşüncesindedir. O da, Mandeville gibi, İngiliz düşünürü Hobbes'tan yola
çıkıyor.
Nedeni ne olursa olsun erdem
toplumun yararına olan davranışlardır. Bütünün mutluluğu, kişilerin
mutluluğunun toplamıdır. Şu halde bütünün
mutluluğunu sağlayan erdem bencillikle çatışmaz. Mademki toplumun yararını
sağlıyor, erdem bir çeşit bencillik
olsun, ne çıkar? Toplum, bu çeşit bencilliği geliştirmeye çalışmalıdır. Helvetius da, Sokrates gibi, erdemin ancak
eğitimle meydana çıkarılıp geliştirilebileceğini savunmaktadır.
Bu sıralarda özdeği (maddeyi) tümüyle yadsıyan özdeksizcilik (immateryalizm)
öğretisi bir papaz cüppesi altında
karşımıza çıkıyor. Özdeği yadsıma deyiminden alınan bir önekle Yadözdekçilik
deyimiyle de çevrilmiştir. İngiliz
Protestan piskoposu ve düşünürü Georges Berkeley (1685-1753) tarafından
ilerisürülen bu öğretiye göre varlık
algılamadır (La. Esse est percipi), algılarımızın ve düşüncelerimizin
dışında özdek diye bir şey yoktur. Özdeği
felsefesel bir kavram olarak bir yana iten ve onu somut biçimleri ve o somut
biçimlerin özellikleriyle aynılaştırma
yanılgısına düşen Berkeley, Treatise on the Principles of Human Knowledge
(İnsan Bilgisinin İlkeleri Üstüne .
Araştırma, 1710) adlı yapıtında şöyle demektedir: Tasarımların zihinsiz
varolmadığını ve varolamayacağını herkes
bilir.
Çeşitli duyumların da onları algılayan zihinden başka bir yerde
varolamayacakları bana hiç de daha az açık
gelmemektedir. Varolmak deyimiyle ne denmek istendiği iyice incelenecek
olursa bu savım çok daha iyi
anlaşılacaktır. Üstünde yazı yazdığım masa vardır dediğim zaman, onu görme
ve dokunmayla algıladığımı söylemiş
oluyorum. Bunun gibi bir koku vardı, demek ki koklamakla algılamıştım; bir
ses vardı, demek ki işitmekle
algılamıştım. Bütün bu anlatımlarda varolan'ın algılanan olduğu açıkça
görülmektedir (Kimi sözcüklerin altı
tarafımızdan çizilmiştir). Bu savıyla özdekçiliğe savaş açan piskopos
Berkeley, fiziksel nesnelerin tasarımlar
olduğu savından yola çıkarak tasarımların algılanarak varolduğu ve bundan
ötürü de fiziksel nesnelerin
algılanmadan ibaret bulunduğu sonucuna varmaktadır. Felsefe açısından
yukarda sözü edilen büyük yanılgısının
dışında mantık açısından da birçok yanılgılara düşmüş bulunan Berkeley, bu
yapıtından üç yıl sonra yayımladığı
Three Dialogues Between Hylas and Philonous (Hylas ve Philonous Arasında Üç
Konuşma, 1713) adlı yapıtında
öznel düşünceci savını daha da geliştirmiştir. Bu yapıtında da Duyulur
evren, duyularımızla algıladığımız evrendir.
Duyularla tasarımlardan başka hiçbir şey algılanamaz. Hiçbir tasarım
zihinden başka hiçbir yerde varolamaz (s.425) demektedir. Ona göre Düşünmeyen bir varlığın bir zihin tarafından
algılanmaksızın varolduğunu ilerisürmek
olanaksız bir çelişmedir (İbid, s. 462). Berkeley bu yapıtında Philonous'tür,
Hylas da ona karşı koymaktan çok,
konuşma olanağı sağlayan, bilimsel öğrenim görmüş sağduyuyu simgeler.
Philonous, Hylas'a karşı mantıksal ve
görgül kanıtlarını bir bir sıralamaktadır: Renk ancak onu gören için, koku
ancak onu duyan içindir. Onları vareden
bizim onları algılayan ruhsal varlığımızdır, bizim onları algılayan ruhsal
varlığımız olmasaydı onlar da olmazlardı.
Nesnelerle onların bizdeki düşüncesi bir ve aynı şeydir, nesneler
düşüncelerdir. Cisimlerin nesnel varlıkları yoktur,
onları vareden bizim ruhumuzdur. insanlar, sonsuz güçlü ruhun (Tanrının)
etkisiyle düşünceler algılayan ruhlardır.
Kumaşın kırmızı olduğu kesin değildir, gözlerimiz sarılığa tutulmuşsa bu
kumaşı sarı gördüğümüz gibi, gözleri
bizim gözlerimizden başka yapıda olan hayvanlar bu kumaşı başka renklerde
görebilirler. Demek ki renk, kumaşta
değil, gözlerdedir. Varolan bir şey, kendinden başka olması olanaklı
bulunmayan bir şeydir. Oysa nesneler, çeşitli
algılara göre çeşitli şeyler, eşdeyişle kendileriyle aynı kalamayan
şeylerdir. Örneğin önümüzde duran bir kap su,
elimiz sıcaksa soğuk ve elimiz soğuksa sıcaktır, eşdeyişle kendi kendisiyle
aynı değildir. İnsanın hafif bulduğunu
karınca ağır bulur.
Tatlı bir tatla güzel bir koku haz, acı bir tatla kötü
bir koku acı verir; demek ki tatlar ve kokular
da zihnimizdedir. Berkeley, antikçağ Yunan şüphecisi Ainesidemos'un
yüzyıllarca önce ilerisürdüğü kanıtları bir bir
yineledikten sonra, Philonous'la Hylas'ı şöyle konuşturur: Hylas: Ama
Philonous, zihnin dışında varolan
algılamasız bir töz düşüncesini bırakmaya razı olduğumdan, özdek sözcüğünü
istediğim gibi kullanmak ve yalnız
zihinde varolan duyusal düşünceler toplamına vermekten beni
alıkoymamalısınız. Gerçek anlamında ruhtan başka
bir töz olmadığını kabul ediyorum. Ne var ki özdek deyimine uzun zamandan
beri alışmışım, ondan nasıl
ayrılacağımı bilemiyorum. Dünyada özdek yoktur demek benim hala canımı
sıkıyor. Oysa, gerçekten de bu sözcükle
zihin dışında düşüncesiz bir töz kastedildiğine göre özdek yoktur. Ne var ki
özdekten eğer varlığı algılanmakla
beliren bir şey kastediliyorsa özdek vardır. Bu ayrım, ona büsbütün başka
bir doğrultu verir. İnsanlar bunu
anlayabilirler, çünkü nihayet özdek üstündeki anlaşmazlık tam olarak kabul
edildiği takdirde sizinle filozoflar
arasındadır. Onların ilkeleri sizinkiler kadar doğal ve insansal, sağduyuya
ve kutsal kitaba uygun değildir. Bizim
istediğimiz ya da sakındığımız şey, mutluluğumuzu ya da acımızı meydana
getireceğini anladığımız şeydir.
Fakat
mutluluk ya da mutsuzluk, haz ya da acı, zevk ya da ıstırabın saltık
varlığıyla bizimle bütün ilişkileri kesilmiş
meçhul şeylerin ne ilgisi var? Nesnelerin bizi ilgilendirişi, bizi mutlu
kılıp kılmamalarına bağlıdır ve mutlu kılıp
kılmamaları da sadece algılandıkları derecededir. Bunun ötesinde onlarla
ilgili değiliz ve onları bırakabiliriz.
Bununla beraber savınızda bir yenilik seziyorum. Filozoflar ya da halk gibi
düşünmediğimi görüyorsunuz.
Öğretinizin eski düşüncelerime ne eklediğini ya da onlarda ne değiştirdiğini
bilmek isterim... Philonous: Yeni
kavramlar ilerisürmüş değilim. Yapmak istediğim sadece eskiden filozoflarla
halk arasında bölünmüş olan hakikati
birleştirmektir. Halk, algıladığı nesnelerin gerçek nesneler olduğunu
sanıyordu. Filozoflarsa algılanan şeylerin
zihinde varolan şeyler olduğunu söylüyordu.
Yan yana konan bu iki anlayışın
birleştirilmesi, benim ilerisürdüğüm
savın temelidir... Hylas: Uzun zamandan beri duyumlarıma güvenmiyordum,
eşyayı donuk bir ışık altında ve sahte
bir gözlükle gördüğümü seziyordum. Şimdi gözlük çıkarıldı ve aydınlandım.
Şimdi onları asıl biçimleriyle
görüyorum ve saltık varlıkları hakkında üzüntü çekmiyorum. Bununla beraber
beni buraya getiren yolu henüz
tümüyle kavramış değilim. Siz de akademiciler, kartezyenler ve buna benzer
öğretililer gibi aynı ilkelerle söze
başladınız ve uzun zaman onların felsefesel şüpheciliklerini ilerletiyor
gibi göründünüz. Oysa vardığınız sonuçlar
onlarınkine tümüyle karşıt çıktı. Hylas'ın bilimsel bir karşı koyucu
olmaktan çok, destekleyici ve Karagöz'deki
Hacivat gibi konuşturucu durumunu belirttiği için olduğu gibi aktardığımız
bu parçanın temel ilkeleri, kısaca
Principles adıyla anılan yukarda sözünü ettiğimiz yapıtta verilmektedir.
Bu
yapıtın on yedinci paragrafı özdeksel
tözün iki bölüme ayrılmasındaki felsefesel anlam başlığını taşır, şöyledir:
Özdeksel tözden en titiz filozofların bile
ne anladıklarını incelersek görürüz ki bundan maksatları, genel bir varlık
düşüncesi ve bunun olayları meydana
getirişindeki göreli anlamdır. Varlık üstündeki genel düşünce bana soyut ve
anlaşılmaz görünmektedir. Varlığın
olaylara destek olmasıysa büsbütün anlaşılamaz. Her halde başka bir anlam
kastediyorlar, ne var ki bunu
açıklamıyorlar.
Özdeksel töz deyiminin dilegetirdiği anlamın iki bölümünü
düşündüğüm zaman bunların
birbirlerinden ayrılamayacaklarını görüyorum. Ama bu özdeksel dayanak, ya da
devim, biçim ve duyumlanabilen
öteki nitelikler sorunuyla neden uğraşıp kendimizi üzelim? Bunların zihin
dışında var bulundukları kabul edilmiyor
mu ve bu da hiç mi hiç anlaşılmayan bir varsayım değil mi?. Yapıtın on
sekizinci paragrafı da dışımızdaki
nesnelerin varlığı tanıtlanmak ister başlığını taşır, şöyledir: Her ne kadar
katılık, biçim ve devim niteliklerini
taşıyan özdeklerin zihin dışında varolmaları mümkünse de bunu bizim bilmemiz
nasıl mümkün olabilir?
Bunu ya duyularımızla ya da usumuzla bilmiş olabiliriz. Duyularımız bize sadece
duyduklarımızın, düşüncelerimizin ya
da duyumlarımızla araçsız olarak algılanabilen şeylerin bilgisini verir. Ne
var ki nesnelerin zihin dışında, ya da
algılanmaksızın var bulunduklarını bildirmez.
Bunu özdekçiler söyler sadece. Bundan ötürü nesnelerin varlığı hakkında
herhangi bir bilgimiz varsa bunu
usumuzla, eşdeyişle duyularımızla doğrudan doğruya algılanabilenle
yapabileceğimizi uslamlamayla anlarız. Bu da
nesnelerin zihin dışında, eşdeyişle algılamamız dışında var olduklarına bizi
inandıracak bir neden değildir. Kaldı ki
özdeğin ateşli yandaşları bile özdekle düşüncelerimiz arasında zorunlu bir
bağıntı bulunduğunu söylemek cesaretini
gösterememektedirler. O halde her bakımdan görülüyor ki, hiçbir cisim
düşüncesiz varolamaz, düşüncemizde
varolana benzeyemez. Rüyalarda, sayıklamalarda ve buna benzer olaylarda
meydana konan nesneler bunu her türlü
tartışmanın dışında tutar. Bundan da anlaşılır ki, düşüncelerimizi meydana
getirmek için dışımızda birtakım
nesneler bulunması hiç de zorunlu değildir.
Berkeleyin çeşitli yanılgılarla
dolu olan bu varsayımına temel aldığı
özdek tanımı da başka yanılgıların ürünüdür. Berkeley'e göre özdek, tanrının
yokluğu'dur. Şöyle der: Bir kez
özdeğe evet densin, tanrının özdek olmadığını kimse kanıtlayamaz (Common-place
Book, s. 32). Berkeley'e göre
tanrının özdek olması, tanrının olmamasıdır. Buysa olanaklı değildir, çünkü
tanrı olmadan evrensel düzen
açıklanamaz. Demek ki Berkeley, özdeğin varolmadığını ilerisürerken,
varolmakla yok olmak arasında bir seçme
yapmaktadır ve varolmayı tanıtlamak için özdeğin yokolduğunu tanıtlamaya
çalışmaktadır. Berkeley yapıtlarının
kimi yerinde de, temel savına aykırı olarak, nesnel gerçekliği yadsımadığını
ve ancak onun zihinsiz varolabileceğini
yadsıdığını söylemektedir ki bu da nesnel gerçekliği yadsımak demektir.
Şöyle der: Duyuların üstüne etki yapan
tasarımlar gerçek nesnelerdir ya da gerçekten vardırlar, bunu yadsımıyoruz.
Ama onları algılayan zihinler
varolmaksızın varolabileceklerini ya da zihinsiz varolan ilkörneklerin
kopyaları olduklarını yadsıyoruz (Principles,
paragraf 90), Nesnelerin gerçekliğinden azıcık olsun indirme yaptığımı
düşünmek, yanlıştır (İbid, paragraf 91).
Burada Berkeley gerçekliğin tanımında da yanılgıya düşmektedir, nesnel
gerçek ya da gerçeklik bilincimizin
dışında ve biz algılamasak da varolan bir gerçekliktir. Nitekim insanın
varlaşmasından önce de bir dünya vardı, onu
algılayacak hiçbir bilinç bulunmadığı çağlarda da nesnel gerçeklik
bulunuyordu. Berkeley şöyle demektedir:
Duyulur nesnelerin zihinsiz varoldukları da söylenebilir, ama başka bir
zihinde varolurlar (İbid, paragraf 91). Bu
başka zihin, Berkeley'e göre tanrının zihnidir. Bunu açıkça da söyler: Son
çözümlemede, ben'lerin algıladıkları
tasarımlar tanrının zihnindedir, eşdeyişle tanrı tarafından sürekli olarak
yaratılmaktadırlar (İbid, paragraf 91).
Demek ki Berkeley'e göre varlık ya bizim algımızda ya da biz algılamadığımız
zaman başkalarının algılarında,
algılayacak hiçbir bilinçli insanın bulunmadığı çağlarda da tanrının
algısında varolmaktadır. Şöyle diyor:
Diyorsunuz ki, benim için ağaçların bir parkta ve kitapların bir dolapta
onları kimse algılamaksızın varolduğunu
imgelemekten daha kolay bir şey yoktur. Haklısınız, ama yaptığınız sadece
zihninizde kitaplar ve ağaçlar diye
adlandırdığınız belli tasarımlar kurmaktan ve bu tasarımları algılayabilecek
bir kimsenin tasarımını kurmayı ihmal
etmekten başka bir şey değildir. Şu halde bu, varmak istediğiniz amaca
yaramaz, sadece imgeleme ya da zihninizde
tasarımlar kurma gücüne sahip olduğunuzu gösterir. Düşünce nesnelerinin
zihin olmadan varolduğunu
düşünebileceğimizi göstermez. Bunu göstermek için onların düşünülmeden,
kavranmadan varolduklarını
göstermemiz gerekir ki bu, açıkça saçmadır (İbid, paragraf 23).
Ferkeley duyum ve tasarım deyimlerini eşanlamda kullanıyor ki bu da başka
bir yanılgıdır. Ben ve benim gibi
olanların dışında bir de some Eternal Spirit (Öncesiz ve sonrasız bir Ruh,
eşdeyişle tanrı) zihninden ve algısından
tasarımından da söz etmektedir ki bu yüce varlığın varolması da ben ve benim
gibilerin algılamasına bağlıdır.
Berkeleyin düşüncelerinin zorunlu çelişik sonucu budur. Ne var ki Berkeley,
sadece özdeksel töz'ün algıdışı
varlığını yadsıyarak ruhsal töz'ün algıdışı varlığını kabul etmektedir. Bu
kabulse, havada kalan ve hiçbir tanıta
gerek duymadığı bir dogmadır. Berkeleyin bütün öğretisi böylesine bir
dogmayla temellenmekte ve bu dogmanın
doğruluğu varsayımı üstüne kurulmaktadır. Tanıtlamak istediği de, bu dogmaya
dayanarak, nesnelerin bilinç dışında
varolmadıkları değil, sadece bu nesnelerin özdeksel bir töz olmayıp ruhsal
bir töz olduklarıdır.
Bu yüzden Berkeleyin öznel düşünceciliğine Özdekyadsıcılığı anlamında immateryalizm
(Bu deyimi ilkin A. A. Luce
yazdığı bir kitabın başlığında kullanmıştır: Berkeley's Immaterialism)
denilmiştir. Richard H. Hophins da
Berkeley öğretisini Yenigerçekçilik (İng. New Realism) adıyla
nitelemektedir. Fraser de ona Düşünsel gerçekçilik
(İng. Ideal Realism) demektedir. Kimi yapıtlarda özdeksizci düşüncecilik (Fr.
Idealısme immaterialiste) de
denmiştir. Berkeley özdeksizciliği, temelde, Leibniz metafiziğine dayanır.
Alman metafizikçisi Leibniz Yalnız
ışık, renk ve sıcaklığın değil; devim, biçim ve genişliğin de ancak
görünüşte nitelikler olduğunu tanıtlayabilirim
diyor ve özdeği somut biçimlerindeki özelliklerle aynılaştırma yanılgısına
düşüyordu.
Bu büyük yanılgı, birçok
bilim adamı ve düşünürü olduğu gibi Berkeleyi de Her nesne yalnızca
niteliklerinin toplamı olduğuna, niteliklerde yalnız zihinde varolduklarına göre özdek ve erke, atomlar ve yıldızlardan
meydana gelen tüm nesnel evren ancak
bilinçteki bir kuruluş olarak vardır saçmasına götürmüştür. Oysa bilme
sürecinin öznelliği, hiçbir zaman bilginin
nesnel temelini yok etmez.
Tüm öznel düşüncecilik gibi Berkeley özdeksizciliği de tekbenciliğe
düşmekten, ben yoksam evren de yoktur
saçmasına varmaktan kurtulamamıştır. Nitekim Berkeley bunu açık'ça da
söylemektedir: Göğün tüm korosu ve
yerin yapısının, kısaca, dünyanın güçlü çatısını meydana getiren tüm
cisimlerin zihnin dışında hiçbir varlıkları
yoktur: Ben onları algılamadıkça, onlar zihnimde ya da başka bir yaratığın
zihninde varolmadıkça onların hiçbir
varlıkları yoktur. Ya da bir ölümsüz ruhun zihninde varolduklarını kabul
etmek gerekir. Demek ki sonuç da, çıkış
noktası gibi, Leibnitz'ci bir Tanrı savunusu'dur. Fransız özdekçisi Diderot,
Körler Üstüne Mektup'unda İnsan
zekasının yüzünü kızarttığı ve bütün sistemlerin en saçması olduğu halde
savaşılması en güç sistem olarak
tanımladığı Berkeley öğretisini, eytişimsel olmayan metafizik yapılı bir
özdekçilik izlediği için savaşılması en güç
sistem saymıştır. Çünkü metafizik özdekçilik de, düşüncecilik gibi, özdeği
niteliklerine indirger. Yanılgı her iki
kampta da ortaktır. Çağdaş idealizm ve metafizik, Diderot'nun deyimiyle
bütün sistemlerin en saçması olan
Berkeley özdeksizciliğini savunmakta devam etmektedir. Bu savunu, özellikle,
özdeğin varolmadığı savıyla
özdeğin zihinde varolduğu savının aynı şey olmadığı varsayımına
dayanmaktadır. Daha açık bir deyişle,
birçoklarına göre, özdek sadece zihinde vardır demek özdeksel dünya yoktur
demek değilmiş. Oysa pek açıktır ki
özdek sadece zihinde vardır demek, özdeksel dünya yoktur demektir. Bu
gerçek, sözcük oyunlarıyla
gizlenemeyecek kadar açıktır. Örneğin Amerikalı Profesör W. T. Stace şöyle
demektedir: Halk arasında
Berkeleyin, maddenin varolmadığı yolundaki saçma düşünceyi önerdiği sanılır.
Doktor Johnson da bunu işitince
taşa tekme atarak onu çürütmeye girişmiş. Ama Doktor Johnson bunu yapmakla,
felsefeden anlamayan akılsız bir
filisten sayılmayı hak etmiştir. Aslında Berkeley, ilerisürdüğü sanılan
çılgın önermeyi gerçekten söylemiş olsa,
Doktor Johnson'un tekmesi de bu düşünceyi kesin bir biçimde çürütmüş
sayılabilirdi. Gerçekte Berkeleyin dile
getirdiği görüşler ise istediğiniz kadar tekme atın, çürütemezsiniz bunlar
şunlardır: Madde yalnız bizim ve
tanrının zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur, maddenin özü algılanır
olmaktır, maddenin görünebilir ve
elle tutulabilir görünüşünün altında bilinmeyen ve bilinemez bir alttabaka
yoktur. Bildiğim kadarıyla, aklı
başında hiç kimse maddi dünyanın varolmadığını iddia etmemiştir. Belki bir
tek Gorgias. Ama Gorgias galiba
yalnızca bir şakacıydı. Maddi dünya vardır, oradadır şüphesiz, Doktor
Johnson'un ispatladığı gibi. Buna isterseniz
düş, isterseniz yanılsama ya da sadece bir görünüş deyin. Ama gene de bu
düş, bu yanılsama, bu görünüş oradadır.
Kesinlikle varolmaktadır (bkz. Stace, Hegel Üstüne, Birikim Yayınları,
İstanbul 1976, Murat Belge çevirisi, s. 19-
20. Kimi tümcelerin ve sözcüklerin altını ben çizdim. O.H.). Profesör Stace'
ın bu sözlerinde birçok yanılgılar
vardır: İlkin, Berkeley ileri sürdüğü sanılan çılgın önermeyi gerçekten
söylemiştir; bunu, yukarda, bizzat kendi
yapıtından aktardığımız alıntılarda göstermiş bulunuyoruz. İkinci olarak,
tanrı ve zihni bilimsel açıdan ciddi bir
tartışma konusu değildir. Üçüncü olarak, Madde yalnız bizim zihinlerimizde
ve zihinlerimiz için varolur demek,
pek açık olarak özdeğin zihin ya da zihinler dışında varolmadığını söylemek
demektir.
Dördüncü olarak, özdeğin
zihin ya da zihinler dışında varolmadığını söylemek, gene pek açık olarak
özdeksel dünyanın varolmadığını
savlamak demektir. Beşinci olarak, özdeğin özü hiç de algılanır olmak
değildir; insana duygularıyla algılanamayan
sayısız özdekler vardır, örneğin elektromanyetik alanlar algılanamazlar, ama
özdekseldirler.
Einstein'ın
matematiksel denklemlerinde açık seçik göründükleri gibi pusula ibrelerini
kuvvet çizgileri boyunca yöneltirler;
kaldı ki bunu tanıtlamak için elektromanyetik alanlara kadar uzaklaşmak da
gerekmez, örneğin saniyede yirmiden az
ve yirmi binden çok titreşimler algılanamazlar, ama vardırlar, Berkeleyin
ünlü sözü esse est percipi (Varolmak,
algılanmaktır) hiçbir söz oyunuyla gizlenemeyecek biçimde bunları yoksayar.
Altıncı olarak; profesör Stace için
özdeksel dünya vardır demek, yukardaki parçada açıkça söylediği gibi o bir
düş, bir yanılsama, bir görünüş
vardır demektir; oysa varolan ne düş, ne yanılsama, ne de görünüştür,
özdeksel dünyanın ve eşdeyişle nesnel
gerçekliğin ta kendisidir. Özetle, bizzat idealizm gibi özdeksizcilik savı
da, neresinden tutarsanız tutun, ipe sapa
gelmez bilimdışı bir savdır.
Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: Öğretilerinde
bir otobüsü düşünce sayanlar, onun
altında ezilmemek için karşı kaldırıma seğirtirken, otobüsün düşünceden
ibaret olmadığını pekala bilirler.
Evren ve tüm evrensel olanlar özdektirler. Bunların dışında özdek diye ayrı
bir şey elbette yok. Nasıl ki elma,
armut, üzüm, karpuz ve başkalarının dışında meyve diye bir şey yoksa.
Elmayı, armudu, üzümü, karpuzu
yadsımadan meyve de nasıl yadsınamazsa taş, toprak, kuş, ağaç yadsınmadan
özdek de öylece yadsınamaz.
XViii'nci yüzyıl akılcılığının doğal sonucu olan deneycilik, İskoçya
okulunun elinde biçim değiştirmiştir. Bu
okulun kurucusu Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas Reid'dır (1710-1796).
Reid'a göre dış deneylerden başka,
onlar kadar önemli olan, bir de iç deneyler vardır. İnsan ruhunu, doğuşunda,
henüz hiçbir şey yazılmamış, bomboş
bir kağıt (tabula rasa) sayan Locke'la, onun yolunda yürüyen Berkeley ve
Hume yanılmaktadırlar. Öyle bir çeşit
yargılar vardır ki bunlar kendiliğinden, insan ruhunda meydana gelirler.
Erdem yargısı bunların başında gelir. Erdem
yargısının meydana gelmesi için hiçbir dış deney gerekmez. Doğruyla yanlışı,
iyiyle kötüyü ayırt eden insanla
beraber doğmuş olan bu yargı gücüdür. Reid, ancak iç deneylerin ürünü
saydığı bu yargı gücüne sağduyu (common
sense) adını vermektedir. Bu yargılar, Reid'a göre, zihnin içgüdüleridir ve
bizimle birlikte doğarlar. Bu yargıların
doğruluklarından kuşkulanmamalı, onları oldukları gibi benimseyip
uygulamalıyız. Sağduyu, her sağlam insanda
aynıdır, değişmez.
Şu halde, Reid'a göre erdem, bir içgüdüdür.
Fransız maddecilerinden Paul-Henri Baron d'Holbach'sa (1723-1789) bu
düşüncenin tam tersini savunmaktadır.
Küçük yaşta Fransa'ya göçmüş bir Alman olan Baron d'Holbach'a göre, maddeyi
gereği gibi anlayamayanlar hemen
ruha başvurmaktadırlar. Nedenini çözemediğimiz bir olayla karşılaştık mı
Tanrıdan medet umuyoruz. Mademki bu
olayın nedenini bulamıyorum, şu halde bu bir Tanrı işidir, demek kadar sakat
bir düşünce olabilir mi? Bu davranış,
insan aklının henüz gücüne kavuşmadığı çağlarda hoş görülebilirdi. İlkel
insan, içinden çıkamadığı gök
gürültüsünün nedenini nasıl cinlere bağlıyorsa, aklın gerçek gücüne
kavuşamamış insan da erdemini Tanrıya
bağlamaktadır. Oysa, düşünce, bir molekül hareketidir. Madde, canlıdır.
Cansız sanılan bir madde, örneğin bir
elma, midemize girip kanımıza karışarak canlanır. Kaldı ki aslında da cansız
değildi o. Büyümekle, olgunlaşmakla,
kızarmakla hareket ettiğini pekala tanıtlıyordu. Bizimle birleştikten sonra
canlılığı su götürmez bir biçimde belirdi.
Bütün nedenler maddeden doğmaktadır. Maddeyle açıklanamayan hiçbir neden
yoktur. Tek bilim, fiziktir. Şu halde
erdem fiziktir, bir molekül hareketidir.
Burada, Fransız Ansiklopedicilerini de gözden geçirmek zorundayız. Bir
ansiklopedi kurmak davranışı, XViii'nci
yüzyılın en önemli davranışlarından biri olmuştur. Fransız Ansiklopedisi,
pek küçük bir azınlığın elinde bulunan
bilimi geniş toplumlara yaymıştır. Ansiklopedinin ilk cildi 1751 yılında
yayınlanmıştı ve XViii'nci yüzyıl
aydınlanmasına uygun olarak Akla Göre Düzenlenmiş Bilimler, Sanatlar ve
Zanaatlar Ansiklopedisi
(Encyclopedie ou Dictionnaire Raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers)
adını taşıyordu. Bu ilk ansiklopedi
35 cilt olarak 1780 yılında tamamlandı.
Bu büyük işte emeği bulunanların başında d'Alembert, Diderot, Voltaire,
Rousseau, Baron d'Holbach gelmektedir.
Ansiklopedinin ilk yayınlayıcısı Jean d'Alembert (1717-1783) ne maddeye, ne
de ruha bel bağlamayan bir
kuşkucuydu. Bu bakımdan ansiklopedinin onun yönetiminde yayınlanan ciltleri
bu kuşkuculuğun etkisi altındadır.
Deneylerin dışındaki bilgilere sırt çevirmiştir, deneylere bile kuşkuyla
bakmaktadır. D'Alembert'e göre salt hiçbir
bilgimiz yoktur. Dünyayı böyle biliyoruz, çünkü bize böyle görünüyor,
aslında belki bambaşkadır.
François Marie Voltaire'se (1694-1778) bir düşünürden çok bir yayıcı, bir
dilci, bir etkileyicidir. Gününe göre
aşırı sayılan birçok yeni düşünceleri Fransa'ya o sokmuş, o tanıtmıştır.
Voltaire yeni bir dünya görüşü peşindedir.
Bu dünya, aklın egemenliğine girmelidir. Ruhu maddeden ayıranlara kızdığı
kadar, ruhu maddeyle birleştirenlere de
kızmaktadır. Ona göre varlık, hem maddesel hem de ruhsaldır. Bu ikiliği
birbirinden ayırmak kadar, bir saymak da
akılsızlıktır. Ruhu maddeden ayırmaya çalışmak boşuna, gereksiz bir
soyutlamaya girişmek demektir. Ruhu
maddeyle birleştirmek de gülünçtür. Ruhun görevleri maddeye bağlıdır ama,
onun kendine özgü bir yapısı da vardır.
Voltaire, ünlü Felsefe Sözlüğü'nün Erdem (Vertu) maddesinde erdemi kısaca,
benzerine iyilik etmek'le
tanımlamaktadır: Erdem nedir? Benzerine iyilik etmek. Bana iyi gelen şeyden
başkasına erdem adını verebilir
miyim? Ben yoksulum, sen cömertsin. Ben tehlikedeyim, sen yardımıma
koşarsın. Sana hiç düşünmeden erdemli
bir insan derim. Dinsel erdemlerin seni ilgilendirir, inancın varsa bundan
bana ne? Ermiş Pavlus sana
iyilikseverliğin inandan da, umuttan da ileri bir şey olduğunu söylemekte
haklıydı. Topluluk halinde yaşıyoruz. Şu
halde bizim için gerçekten iyi olan, topluluk için yararlı olandır: Dünyadan
el etek çekmiş bir adam kendi başına
iyi bir insan olabilir, ama ben ancak başka insanların yararlanacağı erdemli
bir davranışta bulunduğu zaman ona
erdemli insan diyebilirim. Tek başına kaldıkça ne iyi, ne de kötü adamdır,
bizim için hiçbir şey değildir. İnsanlar
arasındaki erdem bir iyilik alışverişidir. Neron, Papa Vi'ncı Alexandre gibi
canavarlar birçok iyiliklerde de
bulunmuşlardır, deniliyor. Hiç çekinmeden söyleyelim, o iyilikleri ettikleri
gün hepsi de erdemli insanlar
olmuşlardır.
Kimi Tanrıbilimciler İmparator Antonius'un böbürlenmek için
adaletli, çalışkan, iyiliksever olduğunu
ve erdemleriyle insanları aldatmaktan başka bir şey yapmadığını söylerler. O
zaman ben de kendimi tutamıyor:
Tanrım, diye haykırıyorum, ne olur, bize sık sık böyle yalancılar gönder!..
Peki, ya kötülük?..
Gene aynı sözlüğün Kötü (Mechant) maddesinde de şunları söylemektedir:
İnsanın, yaratılışından kötü olduğunu
haykırıp duruyorlar. Bundan daha yanlış bir düşünce olamaz. İnsanoğlu hiç de
kötü olarak yaratılmamıştır. Ama
hastalandığı gibi kötüleşebilir de. Yeryüzünde bir milyar insan 'varsa
bunun, aşağı yukarı beş yüz milyonu dikiş
diken, yün eğiren, çocuklarını emziren, birazcık da komşularını çekiştiren
kadınlardır. Bu zavallıların yeryüzünde
ne gibi kötülükler ettiklerini anlamıyorum. En az iki yüz bin de çocuk
vardır ki elbette ne adam öldürür, ne de
yağma ederler. Aşağı yukarı bir o kadar da kocamış ya da hasta çıkar. Geriye
pek pek yüz milyon güçlü, cinayetler
işleyebilecek delikanlı kalır. Bu yüz milyondan doksan milyonu sürekli
olarak didinip toprağı zorladıklarından
kötülük etmeye vakitleri yoktur. Geriye kalan on milyona yaşamaktan mutluluk
uman işsiz güçsüz kimselerle
aristokratları, çeşitli ve saygıdeğer meslekler tutanları katınız. Demek
oluyor ki gerçekten kötü olarak, daima
dünyayı karıştırmak isteyen kimi politikacılarla kendilerini bu
politikacılara kiralayan birkaç bin serseriden başkası
kalmıyor. Bu yırtıcı hayvanlardan da aynı zamanda kullanılanların sayısı
hiçbir zaman bir milyonu bulmaz. Hem bu
sayıda yol kesen eşkıyaları da hesaba katıyorum. Şu halde, yeryüzünde; en
fırtınalı zamanlarda bile, kötü
denilebilecek binde bir kişi vardır, o da her zaman kötü değildir. Aynı
sözlüğün Töre (Morale, Ahlak) maddesinde
şöyle der: Nasıl tek geometri varsa, öylece, tek töre vardır. Hintli boyacı
da, Tatar çoban da haklıyla haksızı bilir.
Konfüçyüs bir fizik sistemi kurar gibi bir töre sistemi kurmuş değildir, o
bunu bütün insanlığın kalbinde bulmuştur.
Bu töre dincilerde olduğu kadar paganlarda da vardır. Töre; ne boş
inançlarda, ne de dinsel dogmalardadır.
Bütün
dogmaların birbirlerine karşıt oldukları halde akıllarını kullanmasını bilen
bütün insanlarda törenin aynı kaldığı ne
kadar söylense azdır.
Voltaire, sözlüğünün Doğruya Eğriye Dair (Du Juste et de 1'Injuste)
maddesinde de şu düşünceyi ortaya
atmaktadır: Bize doğruluk, eğrilik duygusunu kim vermiş? Bize bir beyinle
bir de kalp vermiş olan Tanrı. Peki,
aklınız size erdemi ne zaman öğretiyor? İki kere ikinin dört ettiğini
öğrettiği zaman. Ey Sonde adalarının sapsarı
insanları, kara Afrikalılar, tüysüz Kanadalılar, Platon, Cicero, Epiktetos...
Pirincinizin fazlasını, gelip sizden
isteyen yoksulu öldürmektense, bunu ona vermenin daha iyi bir şey olduğunu
hepiniz biliyorsunuz. Bu duygu
hepinizde ortaktı. Doğa her zaman şunu haykırmıştır: Eğri değil, doğru
olunuz.
Voltaire, ünlü sözlüğünün Eşitlik (Egalit6) maddesine de şöyle
başlamaktadır: Köpek köpeğe, at ata ne borçludur?
Hiçbir şey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruğu altında değildir. Ama insanoğlu
akıl denen Tanrı ışığına kavuşmuş. Ne
kazanmış biliyor musunuz? Dünyanın her yerinde köle olmayı.
Voltaire'e göre hayvanlar akılsız oldukları için özgürdürler. Öyleyse
insanlar sadece hayvansal yanlarıyla eşit
olabilirler. Nitekim sözlüğün 1711 baskısında şu parça eklenmiştir:
Yaratılışlarına bağlı olan yetiler bakımından
bütün insanlar, eşittirler. Çin kralı, Moğol imparatoru, Türk padişahı
kullarının en aşağısına bile, sana, düşünmeyi,
ayakyoluna gitmeyi, yediklerini hazmetmeyi yasaklıyorum! diyemez. Bir ineğin
peşinde dolaşan bir boğa, başka bir
boğanın saldırısına uğradı mı öteki çayıra gidip kendisine başka bir sevgili
bulur, özgürdür.
Bir horozdan dayak
yiyen horoz başka bir kümeste kendini avutur: Ama bizler için iş böyle
değildir. Bir vezir bir bostancıyı Limni
adasına sürer, başvezir veziri Bozcaada'ya sürer, padişah baş veziri Rodos
adasına sürer, yeniçeriler de padişahı
tutuklayıp dini bütün' Müslümanları keyfine göre sürgün edecek bir başkasını
tahta çıkarırlar. O da kutsal gücünü
böyle ufak tefek işlerde kullanmakla yetinirse ne mutlu.
Hiçbir işe ihtiyacımız olmasaydı işçi arar mıydık? diye soruyor Voltaire.
Demek oluyor ki ihtiyaçları olmasa bütün
insanlar zorunlu olarak eşit olacaklardı. Peki, sadece düşünmek, ayakyoluna
gitmek ve yediklerini hazmetmek
bakımından eşit olan insanlardan birinin kaldı ki insanlar düşünmek,
ayakyoluna gitmek ve yediklerini hazmetmek
bakımından da eşit değildirler öteki insanın işine neden ihtiyacı olsun?..
Voltaire'e göre, doğal yaşayışta böyle bir
ihtiyaç duyulmamıştır: Bütün dört ayaklıların, kuşların, sürüngenlerin
yararlandıkları doğaya pek uygun olan bir
yaşayışta insanoğlu da onlar kadar mutlu yaşamaktaydı. O zaman, bir
başkasına egemen olmak kimsenin aklına bile
getirmeyeceği bir kuruntuydu.
Görüldüğü gibi, Voltaire, insanları hayvanlaştırmak için kafa patlatmakla
suçladığı Rousseau'nun vardığı aynı
sonuca varmaktadır. Bu sonuç, Yunanlı Hesiodos'tan beri yirmi beş yüzyıldır
özlemi çekilen altınçağ övgüsüdür.
Ne var ki Voltaire ötekiler gibi bu çağa dönülmesini öğütlemiyor. Tersine,
artık bu çağa dönülemeyeceği
kanısındadır. Çünkü insan akıllanmıştır. Akıl, hayvansal gereklerin dışında,
birçok ihtiyaçlar doğurmuştur.
İnsanoğlunun alageyiklerin, karacaların barınağından, yatağından başka bir
eve, yatağa ihtiyacı vardır. Çünkü
insanoğlu, yapısına uygun bir iklim bulmamıştır. Açık bir deyişle,
insanoğlu, hayvanlar gibi doğaya
uymamaktadır.
Öyleyse insanoğlunun doğayla çatışması akılla, bir başka deyişle,
insanlığıyla başlamaktadır. Ama bu akıl, bu
insanlık niçin eşitsizliği doğuruyor? Eşit olmak için her halde doğaya uygun
olmak mı gerekir? Voltaire, bu gerekli
soruyu şöyle karşılıyor: Soyumuza kancayı takan yoksulluk, bir insanı bir ba.şka
insanın buyruğuna vermektedir.
Peki, yoksulluk soyumuza neden kancayı takmıştır?.. Voltairein' bu konudaki
düşüncesini ki asıl sorun budur şu
sözlerinden çıkarabiliriz: Kalabalık bir aile verimli bir tarlayı ekip
biçiyor. Yanı başındaki iki küçük ailenin de
nankör, verimsiz toprakları var. Toprağın paylaşılmasında kimine verimli,
kimine verimsiz topraklar düşmüş.
Öyleyse eşitsizlik talihsizlik'le başlıyor. Ama sadece bu da değil. Her
insan, doğuştan, başkasını ezmeye, zengin
olmaya, zevke, safaya eğilimlidir, tembellikten de pek hoşlanır.
Onun için
her insan başkalarının parasını, karılarını
elde etmek, onların efendisi olmak, hepsini kendi keyfine boyun eğdirmek,
sonra hiçbir şey yapmamak, ya da ancak
pek zevkli şeyler yapmak ister. Voltaire bu nedenleri pek olağan
bulmaktadır: Şu talihsiz dünyamızda bir arada
yaşayan insanların iki sınıfa, buyuran varlıklılarla iş gören yoksullara
ayrılmaması, yukarda sayılan eğilimleri
yüzünden, imkansızdır. Eşitsizlik, iki papazın birbirlerini kıskanması kadar
olağandır.
Dahası var: Her insanın yüreğinin ta içinde kendisini öteki insanlarla eşit
saymaya yerden göğe kadar hakkı vardır.
Böyle olunca, bir kardinal aşçısının efendisine yemek hazırlatması gerekmez.
Ama aşçı şöyle diyebilir: Ben de
efendim gibi bir insanım, ben de onun gibi viyaklayarak dünyaya geldim, o da
benim gibi aynı acılarla, aynı
törenlerle ölecek: İkimiz de aynı beden işini görüyoruz. Şayet Türkler
Roma'yı zaptederler, ben kardinal, efendim
de aşçı olursa onu yanıma alırım. Bu sözlerin hepsi akıllı uslu, doğru
sözlerdir. Ama Türk padişahı Roma'yı
alıncaya kadar aşçı görevini yapmalıdır. Yoksa insan topluluğu bozulur
gider.
Kuralar çekilmiş, paylar dağıtılmış, talihlilerle talihsizler yerlerini
almışlardır.
Voltaire 1771 baskısına şu sözleri
ekliyor: Kuralar çekildikten sonra gelmiş bize diyorsun ki, ben de sizin
gibi bir insanım, benim de iki elimle iki
ayağım, belki sizden fazla gururum, hiç değilse sizinki kadar karışık, saati
saatine uymaz, sizinki kadar çelişmeler
içinde bir aklım var. Bana da payıma düşen toprağı verin. Şu bilinen
dünyamızda verimli verimsiz elli bin milyon
arpent (beş bin metrekarelik toprak ölçüsü) ekilecek toprak var. Dünyada
topu topu bir milyar kadar iki ayaklı
hayvanlarız, her birimize elli arpent düşer. Hakkımı yemeyin, verin bana
elli arpentimi. Aldığı karşılık şudur:
Burada herkesin payı dağıtılmıştır. Bizim aramızda karnını doyurmak, üst baş
edinmek, başını sokacak bir yer
bulup ısınmak istiyorsan, babanın yaptığı gibi sen de bizim için çalış, ya
da bizi eğlendir. Merak etme, karşılığını
öderiz. Yoksa dilenmek zorunda' kalırsın ki bu da senin gururunu büsbütün
kırar.
Görüldüğü gibi, Voltaire'e göre insan toplumunun bozulmaması için köleler
köleliklerini yapmalıdırlar. Bu,
dilencilik ederek gururu büsbütün kırmaktan iyidir. Hem, köleler
talihsizliklerinden başka niçin köleleşmişler,
biliyor musunuz? Voltairei dinleyin: Kalabalık bir aile iyi bir tarlayı ekip
biçiyor, yanı başındaki iki küçük ailenin
de nankör, verimsiz toprakları var. Bu iki yoksul ailenin varlıklı aileye ya
hizmet etmesi, ya da onu boğazlaması
gerekir. Yoksul ailelerden biri karnını doyurmak için zengine kolunun
emeğini sunar.
Öbürü gidip üstüne saldırır, dayağı da yer. İşte hizmetçiler, ırgatlar
hizmet eden ailenin, köleler de dayağı yiyen
ailenin torunlarıdırlar.
Voltaire'e göre, hiçbir şeyi olmayan bir sürü insanlar bulunmalıdır. Çünkü,
hali vakti yerinde bir adam kendi
toprağını bırakıp sizinkini sürmeye elbette gelmeyecektir. Hem, bir çift
kunduraya ihtiyacınız olursa bunu size
Danıştay başkanı yapamaz. Bütün yoksullar mutsuz değillerdir, çünkü şöyle
doğmuşlardır. Sonra, sürekli çalışma
ne halde olduklarını pek fazla duymalarına engel olur.
Toprağın paylaşılmasında talihsiz bir atanın torunu olmak talihsizliğine
uğramışsanız, artık, sonsuza kadar,
payınıza ya ırgatlık, ya da dayak yemek düşecektir. Metafiziğe
saldırılarıyla ünlenen Voltaire, kısır döngüye
tutulmuş bu düşüncesiyle katıksız bir metafizikçidir.
Voltairein, bütün yapıtlarından çıkarabileceğimiz genel düşüncesi şöyle
özetlenebilir: Ayaktakımı hiçbir zaman
akıldan yararlanamayacaktır. Bu sınıfın kendisini aydınlatmaya ne vakti ne
de yeteneği vardır. Aydınlanmış monarşi
bunları yönetir. Akıllı bir kral en iyisidir. Tarihsel değişmeler, akıl ve
din çekişmesinden doğmuştur. Akıl, doğal
dindir. Ulusları, aydınlatarak, hurafelerin pençesinden akıllı kişiler
kurtaracaklardır. Tanrı, en yüksek varlıktır.
Din, bu yüksek varlığa tapmaktan ibarettir. Akıl, bu yüksek varlığın
varlığını tanıtlar. Çünkü, her yapılan, bir
yapıcıyı gerektirir. Tanrı düşüncesinden başka icat edilen her şey saçmadır,
İsa adlı bir Yahudiye ne lüzum var?.
Töre (ahlak), Tanrının insanlara verdiği akılla kavranan doğal bir güçtür.
Bütün gönüllere serpilen aynı tohumdur.
Çeşitli töreciler çatışmışlardır ama, aynı töreyi öğretmişlerdir. İki kere
iki her yerde dört eder, çünkü akıl her yerde
aynı ilkeden aynı sonucu çıkarır.
En büyük töre yasası haksızlık
yapmamaktır, bunu da, dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, bütün insanlar bilirler.
Diderot (1713-1784), Madam Puisieux'ye, 1749 yılında Londra'dan şöyle
yazıyordu: Körlerin erdemli
olabileceklerine inanmıyorum Madam. Bir kör için, işeyen biriyle hiç ses
çıkarmadan kanı boşalan biri arasında ne
ayrılık vardır? Bizler de, eşyanın uzaklığı ya da küçüklüğü yüzünden, tıpkı
körler gibi, acıma duygumuzu yitirmiyor
muyuz? Erdemlerimiz, duyumlarımıza, eşyanın bizim üstümüzdeki etkilerine o
kadar bağlı ki... Ceza korkusu
olmasa, pek çok kimsenin uzaktan kırlangıç kadar görünen bir insanı
öldürürken, bir öküzü elleriyle boğazlamaktan
daha az acı duyacağı besbellidir. Acı çeken bir ata acıdığımız halde
umursamadan bir karıncayı çiğnemez miyiz? Ah
Madam, bilseniz, körlerin erdemi bizimkinden, bir sığırın erdemi bir körün
erdeminden ne kadar başka.
Bizimkilerden daha çok duyuları olan biri de bizim erdemimizi, kötü bir şey
söylemeye dilim varmıyor, ne kadar
kusurlu bulurdu.
Büyük Fransız düşünürü Diderot, XViii'nci yüzyıl Fransız özdekçiliğini,
yukarda görüldüğü gibi, duyumculukla
temellendirmektedir. Ünlü devrimci Georges Politzer, onun için, Marx ve
Engels'ten önceki en büyük özdekçi
(materyalist) düşünür diyor. Lenin, Diderot'nun, hemen hemen çağdaş
diyalektik materyalizmin sonuçlarına
vardığını söylemiştir. Engels, Tarihsel Özdekçilik (1892) adlı yazısında,
başta Diderot olmak üzere, bütün Fransız
özdekçileri için şunları yazmaktadır: Bu arada maddecilik, İngiltere'den
Fransa'ya geçerek, bu ülkede
Descartesçılıktan gelen bir başka maddecilikle karşılaştı ve onunla
kaynaştı.
Maddecilik, başlangıçta, bu ülkede de
tamamen aristokratik bir öğreti olarak kendini gösterdi ama, aradan çok
geçmeden içindeki devrimci öz açığa çıktı.Fransız maddecileri, sadece dinsel konuları eleştirmekle kalmadılar;
yollarının üstüne çıkan her çeşit bilimsel
geleneği ve politik kurumu da eleştirdiler. Savundukları maddecilik
öğretisinin her konuya evrensel bir biçimde
uygulanabileceğini göstermek için bu öğretiyi bilimin bütün konularında,
Encyclopedie adlı büyük eserlerinde
uyguladılar ve daha sonraları bu yüce eserin adıyla anıldılar. Böylece, bu
öğreti, her iki biçimde de (apaçık
maddecilik ya da deisme) Fransa'nın bütün okumuş gençliğinin kabullendiği
bir öğreti haline geldi (bkz. F.
Engels, Sosyalist Düşüncenin Gelişmesi, Salahattin Hilav çevirisi, 1964, s.
45, 46).
Denis Diderot'nun düşünceleri kısaca şöyle özetlenebilir: Evrendeki bütün
olguların özü bir'dir. Madde dışında
bir ruhun varlığı boş bir kuruntudan ibarettir. Bitkide süren, hayvanda
duyan, insanda düşünen hep o bir şeydir ki
bu da madde'dir. Sırf düşünceyle felsefe yapılamaz, çünkü düşünce maddesel
olaylardan gelir ve onlarla oluşur.
Metafizik, yüzyıllardan beri payandalanarak ayakta tutulmaya çalışılan çürük
bir yapıdır, hiçbir deney karşısında
tutunamaz. Evrim, doğaldır ve doğanın seçmesiyle, ayıklanmasıyla sürüp
gider.
Bütün varlıklar birbirlerinden türemiş
ve birbirlerine katışmışlardır (Diderot'nun bu ilginç görüşünü Lamarck ve
Darwin, çok daha sonra,
tekrarlayacaklardır):
Diderot'nun bu Herakleitos'vari sezişleri, gerçekten hayranlık vericidir.
Bu yüzyılın yetiştirdiği bir başka Fransız düşünürü de, çeşitli konular
üstüne Demeç'leriyle (Fr. Discours)
ünlenen J. J. Rousseau'dur. Dijon Akademisi, 1749 yılında, bir yarışma
düzenlemişti:
Bilimlerle sanatların
ilerlemesi erdemimizi geliştirdi mi? İşte o güne kadar kendini müzikçi sanan
İsviçreli Jean-Jacques Rousseau'yu
(1712-1778), çağının en önemli yazar düşünürlerinden biri yapan soru, bu
sorudur.
İnsan iyiydi, onu kötü eden uygarlıktır (medeniyet). Otuz yedi yaşındaki
Rousseau, soruyu böyle karşılayarak
Dijon Akademisi'nin armağanını kazanacak. Hem de öylesine bir başarıyla ki,
ünü bir anda bütün Avrupa'ya
yayılacak ve yazarlık hayatı bu ünlenmeden sonra . başlayacak. Genç
Rousseau, şimdi, kocaman bir aydınlanma
çağına bir başına karşı çıkmanın övüncü içindedir.
Rousseauya göre, birkaç yüzyıl önce Avrupalılar mutlu bilgisizlikleri içinde
erdemli yaşıyorlardı. Bu bölgede
edebiyat sanatının yeniden dirilerek erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar
sebep oldu.
Bizans'ın çökmesi
Yunan sanatının kalıntılarını İtalya'ya göçtürdü. Yazma sanatını düşünme
sanatı izledi. Avrupalıların mutsuz
bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlıkları da böylece başlamış oldu. Müslümanlar,
Bizans'ı silip süpürmeseydiler
Avrupa'da bir yeniden doğuş (Renaissence) olmayacak; Avrupalılar da mutlu
bilgisizlikleri içinde erdemli erdemli
yaşayıp gideceklerdi.
Rousseau, bu düşünceleri savunan Bilimlerle Sanatlar Üstüne Demeç (Discours
sur les Sciences et les Arts) adlı
yapıtının sonradan yapılan bir yeni baskısına şöyle başlamaktadır: Ün nedir?
İşte ünümü borçlu olduğum yapıt.
Bana bir armağan kazandırmış ve adımı tanıtmış olan bu parça orta
derecededir, bir bakıma hiç de önemli değildir
diyebilirim. Eğer bu ilk yazıya gereğinden çok değer verilmeseydi yazarı da
nice mutsuzluklardan korunmuş olurdu.
Oysa önceden gösterilen bu yersiz övgünün, sonradan, çok daha yersiz
yergileri üstüme çekmesi kaderimmiş benim.
Rousseau'nun, sonradan önemsizliğini böylece açıkladığı bu yapıtında
savunduğu düşünceye göre, edebiyat, sanat
ve bilim insanları kuşatan zincirleri çiçeklerle süsler, özgür yaşamak için
doğmuş görünen insanlardaki o doğal
duyguyu boğar, tutsaklıklarını (esirliklerini) sevdirir ve onları sözde
uygar uluslar kılığına sokar.
Bilimler ve
sanatlar kral tahtlarını sağlamlaştırmışlardır. Sanat, davranışlarımıza
yapmacık katmadan önce yaşayışımız ne kadar
sadeydi, törelerimiz kaba ama, ne kadar doğaldı. Doğrusu, insanın tabiatı
şimdikinden iyi değildi ama, insanlar
birbirlerinin ruhlarına kolayca girebildiklerinden ne kadar rahat
yaşıyorlardı. Bugünse hoşa gitmek sanatı daha
kurnazca özentilerle birtakım kurallara bağlandığından törelerimiz
bayağılaştı. Bütün ruhlar aynı kalıba dökülmüş
görünüyor. İçimizden geldiği gibi yaşayamıyoruz. Kimse, olduğu gibi görünmek
gücünü gösteremiyor. Bu sürekli
baskı altında toplum adlı bir sürü meydana getiren insanlar, daha güçlü bir
neden davranışlarını değiştirmezse, aynı
durumlar karşısında hep aynı şeyleri yapacaklardır. İnsanların özlerini asla
bilemeyeceğiz.
Bilim ve sanat yükseldikçe erdemin silindiği görülür. Bu olay, her yerde ve
her zaman olagelmiştir. Astronomi
saçma inançlardan doğmuştur; hitabet tutkudan, kinden, dalkavukluktan;
geometri cimrilikten; doğa bilgisi boş bir
meraktan; her şey, töre (ahlak) bile insanın kibrinden... Bilimlerin ve
sanatların bizim kötü eğilimlerimizden
çıktıkları açıktır. Şu halde bunların hiçbiri bizim erdemlerimizden doğmuş
değil. Hele varmak istedikleri yere
bakınca doğuşlarındaki kusur büsbütün beliriyor.
Lüks onları beslemese
sanatlar ne işe yarardı, haksızlık olmasa
hukukun ne yararı olurdu? Sonunda, mutlu bir rastlantıyla, gerçeği bulsak
bile ondan hangimiz gereğince
yararlanabileceğiz ki? Söyleyin bana ünlü filozoflar, boşlukta cisimlerin
neden birbirlerini çektiğini öğretmemiş
olsaydınız sayımız daha mı az olurdu, daha kötü mü yönetilirdik, daha
güçsüz; daha erdemsiz mi olurduk? Elde
ettiğimiz sonuç nedir?
Lüksün zorunlu sonucu olan törenin bozulması, böylelikle zevklerimizin de
bozulmasına sebep olmuştur.
İlkçağların sadeliğini özlemle anmadan erdemi düşünemiyoruz artık. Romalılar
sanat zevklerini geliştirdikçe
askerlik değerlerinin azaldığını görmüşlerdir. Yunanlılar, Prometeus'u
Kafkasya'daki bir dağa boşuna
çivilemediler. Eski Yunan cumhuriyetleri, vatandaşlarını evlerine kapayıp
uyuşturan, bedenlerini çökertip ruhlarını
gevşeten durgun sanatları yasaklamışlardı. Bilgisizliğe övgünün en güzelini
yapan ünlü bilgin Sokrates değil midir,
Tanrıların bana verdiği akıl üstünlüğü hiçbir şeyi bilmediğimi bildiğimde
beliriyor, diyerek.
Bahçelerimiz heykellerle, salonlarımız tablolarla süslü. Halka beğendirilmek
istenen bu yapıtlar neler söylüyor
dersiniz? Bunlar, insan aklının, insan duygusunun ne kadar sapıklığı varsa
işte onları canlandırırlar. Bütün bu
kötülükler, bilimlerle sanat değerlerinin yükselip töre değerlerinin
alçalmasıyla insanlar arasına sokulmuş olan o
uğursuz eşitsizlikten değilse, neden doğuyor? Artık bir insanın namuslu olup
olmadığı değil, bir sanata kabiliyeti
olup olmadığı aranmaktadır. Bir kitabın yararlı olması değil, güzel yazılmış
olması aranmaktadır. Her türlü övgü
parlak zekayadır, erdeme değil. Bu sonuç bilimlerle sanatların yeniden
diriltilmesiyle bir kez daha belirmiştir. Evet,
yazarlarımız, düşünürlerimiz, astronomlarımız, şairlerimiz, ressamlarımız
var da değerli vatandaşlarımız yok. Sultan
Ahmet, matbaayı yurduna sokmamak için direnmekte haklıydı. İnsan kafasının
bütün saçmalıklarını yarına iletecek
olan bu makine ne kadar korkunçtur. Krallar bu korkunç makineyi kapı dışarı
etmelidirler. Yarının çocukları,
bizden daha budala değillerse eğer; ellerini havaya kaldırıp acı acı şöyle
bağıracaklardır: Ey ulu Tanrı, sen bizi
babalarımızın bilgilerinden ve uğursuz sanatlarından koru. Bize
bilgisizliğimizi, sağlığımızı, yoksulluğumuzu
bağışla. Bizi mutlu edebilecek ve senin en değerli saydığın şeyler işte
asıl bu nimetlerdir.
Rousseau, yapıtını; şu sözlerle bitirmektedir: Ey erdem, sade ruhların ince
ve yüksek bilgisi, seni öğrenmek için bu
kadar araca ve zahmete ne lüzum var? Senin ilkelerin bütün yüreklerde kazılı
değil mi? Senin kanunlarını öğrenmek
için kendine kapanmak, hırsızlardan uzak kalındığı bir anda, vicdanının
sesini dinlemek yetmez mi? İşte asıl felsefe
budur, onunla yetinelim.
Bir başka yapıtında da, bu düşüncesini, şöyle tamamlamaktadır: Ruhun
derinliğinde bir tüze (adalet) ve bir töre
(ahlak) ilkesi vardır. Bu ilke ruhla birlikte doğmuştur. Ne dersek diyelim,
yaptığımız işin iyi ya da kötü olduğunu
biz onunla ölçeriz; başkalarının işlerini de bu ilkeyle ölçeriz. İşte ben
buna vicdan diyorum.
1754'te Dijon Akademisi'nin açtığı yarışmaya ikinci kez katılan Jean-Jacques
Rousseau, ünlü Eşitsizlik üstüne
Söylev'ine şöyle başlıyordu: Ey insan, hangi ulustan olursan ol ve ne türlü
düşünürsen düşün, dinle. Yalancı
kitaplardan değil de, asla yalan söylemeyen doğadan okuduğumu sandığım
biçimiyle işte tarihin... Öyle bir çağ ki,
bunu hissediyorum, kişi orada durmak ister. Sana gelince, insanlığın
durmasını isteyebileceği çağı arayacaksın.
Bahtsız torunlarına daha da büyük hoşnutsuzlukları hazırlayan nedenlerden
ötürü şimdiki durumundan yakınan sen
belki de geri dönmek isteyeceksin ye bu duygun, ataların için bir övgü,
çağdaşların için bir eleştirme, senden sonra
yaşamak bahtsızlığına katlanacaklar içinse acıma ve korku olacaktır.
Rousseau, iki türlü eşitsizlik belirtiyor: Doğal eşitsizlik, siyasal
eşitsizlik... Doğal eşitsizlik sağlıksal ve bedensel
güçlerin eşitsizliğidir. Siyasal eşitsizlikse toplumsal üstünlüklerin
yarattığı eşitsizliktir. Acaba bu iki eşitsizlik
arasında bir ilişki var mıdır, daha açık bir deyişle örneğin bir patron,
çalıştırdığı işçilerinden kolunun ya da
kafasının gücü bakımından her halde daha üstün müdür?.. Rousseau, ünlü
Söylev'inin birinci bölümünde doğal
eşitsizliği inceliyor. Ona göre doğal eşitsizlik, gerçek bir eşitsizlik
değildir. Gerçek eşitsizlik, uygarlıkla
başlamaktadır.
Rousseau'nun bu söylevinin tadına varabilmek için onun bütün yapıtlarında
beliren genel düşüncesini bilmek
gerekir. Rousseau'ya göre ilkel insan, eşit ve özgürdü. Toplumsal insan da
eşit haklarla yapacağı sözleşme (contrat
social) ve yasalarla kendi özgürlüğünü kendisi sağlayacaktır. Tek devlet
biçimi, halk egemenliğidir. Toplumda
herkes aklının yasasına uyar. Bilindiği gibi, Rousseau akılcıdır, akılsa
ortaktır, bu yüzden aklına uyan herkes aynı
şeyi yapacak ve isteyecek demektir. İnsan, aklının almadığı şeylere
zorlanamaz. Genel özgürlüklerinden vazgeçen
kişiler genel iyiliği ancak kendi çıkarlarıyla uyuştuğu oranda isterler.
Öyleyse insanlar başka çıkarlarını sağlamak için özgürlük çıkarından
vazgeçeceklerdir. Gerçek siyasa bu
uyuşmaya dayanır. Çeşitli gelenek, görenek ve toprak koşulları çeşitli
yasalar gerektirir. İnsan, kişisel
yorgunluğunu azaltmak için uygarlığı istemiş, oysa uygarlık ondan daha büyük
yorgunluklar isteyerek onu
aldatmıştır. Başlangıçta doğal özgürlük, töre, eşitlik vardı. Mülkiyetin
ortaya çıkması uygar toplumları doğurdu ve
özgürlüğün, törenin, eşitliğin çöküntüsü başladı. Devlet baskısı bu çöküşün
en yüksek noktasıdır. Bunun sonu ya
genel kölelik ya da ereksel bir düzenle baskının yok edilmesi olacaktır.
Tanrı, en yüksek özdür. Din, bu yüksek
varlığın bize verdiği dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapınma
biçimciliği, kurallar, din adamları gibi aracı ve
yabancı güçler onu bozmasın. Her vatandaşa görevlerini sevdirecek bir
uygarlık dini olmalıdır. Töre (ahlak) de, din
gibi, Tanrısal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu ben sevgisinin gelişmesi
sonucu olan vicdan duygusudur.
Vicdan, akıl yoluyla aydınlatılır ve insanları yönetir. İnsan iyidir,
yabancı bir şey onu değiştirmedikçe de iyi
kalacaktır. İnsanın tek tutkusu ben sevgisidir ki onun da iyilik ya da
kötülükle hiçbir ilgisi yoktur. İnsan, içinde
bulunduğu koşullara göre iyi ya da kötü olur (Lettres de A. M. de Beaumont).
Rousseau, doğal eşitsizliğin gerçek eşitsizlik olmadığını tanıtlamak için
işe başından başlıyor. İlkel insanı,
Aristotelesin zannettiği gibi, bir, hayvan türü olarak değil, bugünkü
biçimiyle gerçek bir insan olarak ele alacaktır.
Ama ilkel insan da, kimi hayvanlardan daha çevik, kimi hayvanlardan daha
güçsüz olsa da, hayvanlar gibi karnını
doyuruyor, susuzluğunu gideriyor ve birleşiyor. Birinin öbürüne hiçbir
üstünlüğü yoktur. Çünkü bu üstünlük hiçbir
işe yaramayacaktır. Eğer onu bir ağaçtan kovarlarsa öteki ağaca gidebilir.
Hiçbir hüneri, dili, tartışması, ilgisi, evi
barkı yoktur.
Buysa hiçbirinin ötekine ihtiyacı olmadığını belirtmektedir.
Bir başkasına ihtiyacı olmadığına göre
ona zarar vermek isteğini de duymayacaktır. Hem ne türlü bir zarar
verebilirdi ki? Biri, ötekinin topladığı yemişleri
ele geçirebilirdi ama, ona söz geçiremezdi. Söz geçirmek isteyenin
köleleştirmek istediğini ayağının altına alıp
kaçmaması için sürekli bir çaba harcaması gerekirdi.
Buysa, köleleştirilmek
istenilenden çok köleleştirmek
isteyenin özgürlüğünü yok ederdi.
Kölelik bağı, insanların karşılıklı ilişkileriyle başlamaktadır. Kendisini
öteki için kesin olarak gerekli kılamayan
adam, onu hiçbir zaman köleleştiremez. Öyleyse gerçek eşitsizlik bu
gereklilikle, daha açık bir deyişle uygarlıkla
başlamaktadır.
Eşitsizlik Üstüne Söylevin ikinci bölümü şu sözlerle başlıyor: Bir toprağı
ilk olarak çevirip, burası benimdir
demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam,
uygar toplumun babasıdır. Kazıkları
çekip atarak ya da hendeği doldurarak öteki insanlara, bu adamı
dinlemeyiniz, meyvelerin herkesin olduğunu ve
toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz diyebilecek bir
adam, insanlığı ne kadar suçlardan,
savaşlardan, yoksulluktan ve acılardan korumuş olurdu.
Öyleyse bu iş nasıl oldu? Bir adam çıkıp da bir toprak parçasının çevresine
kazıklar çakıp, nasıl, burası benimdir
diyebildi?.. Rousseau bu sonucu şöyle bir gelişmeye bağlamaktadır:
1- İnsanın ilk duygusu, korunma duygusudur. İlkel insan korunabilmek için
doğa engellerini aşmayı, gerektiğinde
öteki. hayvanlarla dövüşmeyi er geç öğrenmek zorundaydı. Çünkü zorluklar
gittikçe baş göstermeye başlamıştı.
Kurak yıllar, uzun ve dondurucu kışlar insanların yeni hünerler elde
etmelerini gerektiriyordu. Kara yemişleri
donunca ya da kavrulunca göllerden ve denizlerden yararlanmalıydı. Olta,
zoka, yay ve ok bu zorunlukla yapıldı.
Tüylü hayvanların derilerini yüzüp bu derilere bürünmek böylelikle
öğrenildi.
2- Zihin aydınlandığı oranda hünerler gelişti. Odunlar kesilmeye, kulübeler
yapılmaya başlandı. İşte bu kulübeler,
ilkel ailelerin birbirlerinden ayrılmalarını doğuran ve belki de ilk
çatışmaları gerektiren ilk mülkiyet tohumlarıdır.
3- En hünerli, en sayılan oldu. Bu durum ilk eşitsizliğe atılan en büyük
adımdı. Sayılan, uyandırdığı bu saygıdan
yararlanmaya başlayacaktır. Önce bunu kurnazlıkla sağlayacak, iki yüzlülük
ve yalan böylelikle filizlenecektir. Bu
durumu, bir gün gelecek, elbette sertlik ve korkutma kovalayacaktır. İlkel
insan artık yepyeni bir duyguyla baş
başadır, başkalarına karşı üstün olmak istemektedir. Bir yandan rekabet,
öteki yandan çıkarlar çatışması ve sürekli
olarak kendi yararını başkalarının zararından sağlamak durumu gibi
kötülükler, mülkiyetin ilk sonucu ve doğmakta
bulunan eşitsizliğin ayrılmaz nedenleridir.
4- Para doğmadan önce varlık, toprak ve hayvanlardan ibaretti. Babalardan
çocuklara geçen bu varlık gittikçe
büyüyünce, kimileri için mülklerini ancak başkalarının zararına
büyütebilmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.
Kimileri de ister güçsüzlük, ister tembellik yüzünden olsun, büsbütün malsız
kalmak zorundaydılar. Çevrelerinde
her şey değiştiği halde sadece kendileri değişmemiş olan bu gibiler için de
geçimlerini varlıklıların elinden ya bir
hizmet karşılığında ya da zorla almaktan başka yapılabilecek hiçbir şey
yoktu. İşte; huy ve yapıların çeşitliliğine
göre, ezmek ve ezilmek böylelikle belirmeye başladı. Tüzenin (adaletin) pek
güçsüz bulunduğu bir çağda çeşitli
kötülükler olağanüstü bir hızla geliştiler.
5- Varlıklılar, çıkarları gereği, birbirleriyle dayanışmak zorundaydılar.
Buna karşı yoksullar da kendilerini
korumak için barış ve düzen yasaları koymak zorunda kaldılar. Gerçekte hepsi
kendi özgürlüklerini sağlamak
kuruntusu içinde kendi zincirlerine koşuyorlardı. İçlerinden en akıllıları,
özgürlüklerinin bir parçasını korumak için
özgürlüklerinin öbür parçasını harcamak gerektiğini anladılar. Toplumsal
sözleşme (contrat social) gereği devlet
böylece doğmuş oldu.Rousseau, ünlü Söylevini şu sözlerle bitirmektedir: Eşitsizlik, doğal
değildir, gücünü insan aklının gelişmesinden
almakta ve sonunda mülkiyet yasalarıyla gerçekleşmektedir. Çoğunluk
yoksulluktan kıvranırken bir avuç kişinin
gerektiğinden çok şeyleri bol bol ellerinde tutması doğal yasaya bu doğal
yasa ne türlü yorumlanırsa yorumlansın
açıkça aykırıdır.
Voltaire'se, kendisine yapıtını gönderen Rousseau'ya şu karşılığı
vermektedir: Yapıtınızı aldım. Teşekkür ederim.
İnsanlara ne olduklarını söyleyerek onları sevindiriyorsunuz ama,
düzeltmiyorsunuz. Bilgisizliğimiz ve
güçsüzlüğümüz yüzünden bizi hoşnut eden toplumumuzun kusurları öyle güçlü
sözlerle anlatılamaz. Bizi yeniden
hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamıştır. Yapıtınızı okuyan,
elinde olmadan, dört ayakla yürümek
isteği duyuyor. Bu huyu bırakalı altmış yıldan çok olduğu için kendi payıma
imkansızlığını görüyor, bu doğal
gidişi sizden ve benden çok hak edenlere bırakıyorum. Eğer gelişmeden ve
bunun sonucu olan sanatlardan
yakınması gereken biri varsa o da ben olmalıyım. Kötüye kullanıldığı halde
sanatları sevmek gerektir, kötülükler
bulunduğu halde toplumu sevmek gerektiği gibi...
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜĞÜ.
İnsan özgür olmak istiyor. Soru şudur: Özgürlük
nedir ve nasıl elde
edilir?.
1789'da yayımlanan İnsan Hakları Bildirisi'nin birinci maddesi, özgürlük
(erkinlik, hürriyet) ilkesini şu özdeyişle
dile getiriyordu: İnsan özgür doğar, özgür yaşar... Doğru muydu? Doğru
olsaydı, bu ilkeyi ortaya atabilmek için
yapılan Fransız İhtilali'nin hiçbir anlamı kalmazdı. İnsanlar özgür
doğmuyorlar, özgür yaşamıyorlar ama, özgür
olmak istiyorlar, yüzyıllardan beri de bunun için savaşıyorlar.
Doğrusu
şuydu: İnsan özgür doğmalı, özgür
yaşamalıdır.
Niçin? diye sorulabilir. Tarih, bu soruyu gerekli kılan örneklerle doludur.
1922 yılında faşizmin sözcüsü Mussolini şöyle demektedir: Bizden özgürlük değil, ekmek istiyorlar,
ekmek!.. Bu sözde, ekmek, özgürlüğün
karşısına bir karşıt güç olarak çıkarılmıştır. Oysa özgürlükle ekmeğin doğal
ilişkisini ortaya koymaktadır. İtalyan
grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüğü vererek karşılığında
alınacak ekmek mi, yoksa ancak
özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi?.. Önemli olan buydu ve Mussolini'yi
çökerten yanılma da bu olmuştur.
İnsan Hakları Bildirisi, özgürlüğü şöyle anlatmaktadır: Başkalarına zarar
vermeden istediğini yapabilmek... Bu
tanımda özgürlük bir hayli kısıtlıdır ve yeni soruları getirmektedir:
Başkaları kimlerdir? Başkalarına zarar Vermek
ne demektir? İnsan, kendisinden başka olan o kişilere zarar vermeden
istediğini nasıl yapabilir?..
Nitekim, 1818
Connecticut Anayasası, bu soruları daha da pekiştirmiştir: Her yurttaş, her
konudaki düşüncelerini serbestçe
konuşmak, yazmak ve yaymak hakkını taşır, ancak bu özgürlüğün kötüye
kullanılmasından da sorumludur.
Büyük Fransız Devrimi'nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde,
özgürlüğün bu tanımını kullanmışlardır.
Görünüş şudur: Özgürlük doğaldır. Ama bu özgürlük, sorumluluğu gerektirir.
Gene, bu özgürlük, başkalarına zarar
vermemelidir... Bu ilkeleri sağlamak için de, örneğin yüz maddelik bir yasa,
ilk maddesinde ortaya attığı özgürlük
ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kısıtlamaya çalışmaktadır.
Özgürlüğün kök anlamı, sonraları, çeşitli yeni anlamlara itilmiştir.
Montesquieu (Charles-Louis de Secondat,
1689-1755), sözcüğün serüvenini şöyle anlatmaktadır: Özgürlük sözcüğü kadar
çeşitli anlam verilmiş, onun kadar
insan kafasını yormuş başka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüğü, önceden
kendisine sınırsız bir zor kullanma
yetkisi verilmiş kişiyi düşürmekteki kolaylık anlamına almışlar, kimileri de
boyun eğecekleri kişiyi seçmek yetkisi
olarak. Başkaları silahlanmak ve zor kullanmak hakkı olarak benimsemişler,
daha başkaları da yapacakları
kanunlarla yönetilmek sanmışlardır.
Bir ulus da, uzun bir süre, özgürlüğü
sakal bırakmak geleneği saymıştı (Ruslar,
sakallarını kestirmek isteyen Büyük Petro'ya özgürlüklerini ileri sürerek
direnmişlerdi). Kimileri bu adı bir hükümet
biçimine vererek öteki hükümet biçimlerini ondan yoksun bırakmışlardır.
Demokrasinin tadını alanlar demokrasiye,
monarşiden yararlananlar monarşiye mal etmişlerdir (Kapadokyalılar,
Romalıların getirmek istediği demokrasiyi
istememişlerdi). Sözün kısası, herkes, kendi geleneklerine ya da
eğilimlerine uygun düşen hükümet biçimine bu adı
verip işin içinden sıyrılmıştır. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediğini
yapıyormuş göründüğünden,
özgürlüğü demokrasiye mal etmişler, ulusun yetkisiyle özgürlüğünü birbirine
karıştırmışlardır (De l'Esprit des
Lois, on birinci kitap, konu II).
Montesquieu, özgürlüğün serüvenini böylece anlattıktan sonra ona kendi
açısından yeni bir anlam vermektedir:
Özgürlük, kanunların izin verdiği her şeyi yapabilmek hakkıdır.
Demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş
görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediğini yapmak demek değildir. Bir
devlette, başka bir deyişle kanunları olan
bir toplumda, özgürlük, ancak istememiz gerekeni yapmak olmalıdır. Bir
vatandaş, kanunların yasak ettiği şeyi
yapabilseydi özgür olamazdı; çünkü öteki vatandaşlar da aynı şeyi
yapacaklardı. Özgürlük, yetkinin kötüye
kullanılmadığı yerde vardır. Öteden beri denenmiştir, kendisine yetki
verilen her insan bu yetkiyi kötüye kullanma
eğilimindedir. Bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanır. Erdemin
bile sınırlanmaya ihtiyacı vardır. Yetkinin
kendi kendisini durdurması gerek. Yetki, gene yetkiyle sınırlanır. Bir
anayasa öyle olmalıdır ki, o yasa gereğince hiç
kimse, kanunun kendisini yapmaya çağırmadığı bir şeyi yapmaya ve kanunun
izin verdiği şeyleri de yapmamaya
zorlanmasın (De l'Esprit des Lois, on birinci kitap; konu üçünçü ve
dördüncü).
Montesquieu'yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din,
ahlak ilkelerini kapsayan genel düşünce
yapısı şöyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, İngiliz şartlı
monarşisidir (meşrutiyet). Hükümet güçleri kanun
yapmak, yapılan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargılamak olmak üzere
üçe bölünmeli ve bu üç güç
birbirlerine karşı bağımsız olmalıdır. Her ulusa uygulanabilecek kanun
yapılamaz, kanun her ulusun yapısına göre
değişik ve o yapıya uygun olmalıdır. Coğrafya başkalığı, büyüklük ya da
küçüklük, bolluk ya da yoksulluk, din
başkalığı, yaşama biçimleri ulusları birbirinden ayırır. İnsan aklı, bütün
bu ayrılıkları karşılayabilecek güçtedir.
Güçlü akıl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrı vardır ama, bu Tanrı
belki de bir kanundan başka bir şey
değildir. Din, toplumsal bir güç olmalıdır, toplum kanunlarının gücüyle
uyuşmalıdır. Din, siyasal bir
mekanizmadır. Kanunların yetmediği yerde başlamalı ve kanun eksikliğini
tamamlamalıdır. İnsan, yaratılıştan
iyidir. Çünkü akıl, insanları iyi olmaya zorlar. O akıl ki Tanrıyı da iyi
olmaya zorlamıştır. Akıl, evreni (insanları ve
Tanrıyı) yöneten bağımsız bir güçtür. Akıl, her ulus ve her devlet biçimi
için ayrı ahlak kuralları gerektirir.
Görünüşteki çeşitlilik de bunu tanıtlamaktadır.
Montesquieu, plansızlıkla suçlandırılan yapıtı ilerledikçe, özgürlüğü, daha
açık anlamlarda da ele almak
zorunluğunu duyuyor: Siyasal özgürlüğü yalnız anayasayla olan ilgisi
bakımından incelemek yetmez. Bir de bu
özgürlüğü vatandaşla olan ilgisi bakımından belirtmek gerek. Burada
özgürlük, kişinin duyduğu güvenlik ya da
güvenliği üstüne edindiği kanıdır. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur
da vatandaş özgürlükten yoksun olur.
Gene öyle olur ki vatandaş özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi
olmaz. Bu gibi hallerde devletin
yönetim biçimi, uygulama bakımından değil de hukuk bakımından özgürdür,
vatandaş da hukuk bakımından değil
de uygulama bakımından özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüğü
meydana getiren, yalnız temel kanunların
hükümleridir. Dahası var. Devletlerin çoğunda, özgürlük, devlet yönetiminin
istediğinden çok daha fazlasıyla
sınırlanmış, baskıya uğramış, ya da sindirilmiş olduğundan her yönetim
biçiminde vatandaşların özgürlük ilkesine
olan eğilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardır.
Felsefe anlamında özgürlük, kişinin
istediğini yapabilmesi, hiç olmazsa istediğini yapabildiği kanısını
taşımasıdır. Siyasal anlamda özgürlük, kişinin
güvenliğidir, hiç olmazsa güvenlik içinde yaşadığı kanısını taşımasıdır.
Hiçbir şey bu güvenliği, genel ya da özel
suçlandırmalar kadar bozamaz. Şu halde vatandaş özgürlüğünün başlıca
dayanağı, ceza kanunlarının iyi niyetidir.
Vatandaşların suçsuzluğu güven altına alınmazsa özgürlüğü de güvenli olamaz.
Özgürlük, cezaların özü ve
orantısıyla değişir. Ceza kanununun her cezayı, suçun özünden çıkarması
özgürlüğün başarısı demektir. Böylece
her çeşit bireysel yargı ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfine
değil, olayın özüne bağlanır. İnsanın insanı
ezmesi söz konusu olmaz artık. İyi bir kanunu uygulayan bir ülkede duruşması
gerçekten yapılarak asılan kişi,
Osmanlı imparatorluğunda yaşayan paşaların herhangi birinden daha özgürdür
(De l'Esprit des Lois, on ikinci
kitap, konu bir, iki, dört).
Montesquieu, özgürlüğü, ters açıdan da tanımlamaya çalışıyor: İki çeşit
kölelik vardır. Gerçek kölelik, köleyi
toprağa bağlayandır. Bu çeşit köleler evlerde çalışmazlar; efendilerine
belli ölçüde buğday, kumaş, hayvan verirler.
Kişisel kölelikse ev işlerine özgü, daha çok efendinin kişiliğine bağlıdır:
Kölelik demek, bir insanın malıyla ve
vücuduyla başka bir insanın avcunun içinde olması demektir. Böyle bir durum
için iyidir denemez elbet. Kölelik,
kölenin işine yaramadığı gibi, efendinin işine de yaramaz. Kölenin işine
yaramaz, çünkü erdemden tümüyle
uzaklaşmaktadır. Köleliğin başlangıcının acıma duygusunda bulunduğunu
söylerler. Devletler hukuku, savaş
tutsaklarının öldürülmemeleri için köle olarak kullanılmalarına izin vermiş,
sanki savaş tutsaklarının öldürülmeleri
gerekliymiş. Mal ve mülkün insanlar arasında bölüşülmesine izin veren kanun,
bölüşen insanlardan bir kısmının
bölünen mallar arasına konulmasına izin vermez. Kölelik, doğal hukuka olduğu
kadar medeni hukuka da aykırıdır
(De l'Esprit des Lois, on beşinci kitap, konu i, ii, X).
Özgürlüğün ne olduğunu anlayabilmek için yüzyıl daha geçecek. Bugün artık
onu açık seçik biliyoruz. İnsanın
özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe
geliştirebilmesi olanaklarına sahip
olması demektir. Buysa, ancak doğanın ve toplumun nesnel yasalarını
insanların kendi yararlarına kullanabildikleri
ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri bir toplumda
gerçekleşebilir. Böylesine bir toplum
varlaşmadıkça özgürlük bir boş sözden ibarettir ve sakal bırakma özgürlüğü
anlayışından öteye geçemez.
Ünlü bir
diyalektikçi şöyle der:
Özgürlük, doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir. Tersine, bu yasaları
öğrenmek ve onları belli amaçlar için
kullanabilmek demektir. Bu, dış doğa yasaları için olduğu kadar, insanın
beden ve ruh varlığını yöneten yasalar için
de böyledir. Demek ki irade özgürlüğü denilen şey, nedeni bilerek karara
ulaşmak yetisinden başka bir şey
değildir. Bir insanın belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu
kararın tutarlılığını belirten zorunluğa
bağlıdır. Kararsızlık, çeşitli ve çelişik bir sürü karar olanağı arasından
bilgisizliği seçmek demektir. Sonuç olarak
özgürlük, doğadan gelen zorunlukları tanıyıp bilerek, hem kendi üstümüzde
hem de dış doğa üstünde sözünü
yürütür olmaktır. Böylece özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür.
METAFİZİĞE KARŞI FİZİK.
Bir yanda, fiziğin denetiminden yoksun metafizik,
düşünce gücüne güvenerek
çeşitli hayaller kuradursun; öte yanda, emekleme döneminden kurtulan fizik
ayağa kalkmış, hızla ilerlemeye
başlamıştır. Aristoteles, cisimlerin doğal durumlarının dinginlik (sükunet)
olduğunu sanıyor ve onları devindirmek
için bir dış etkinin gerektiğini düşünüyordu (Kendisi devinmeyen bir ilk
devindirici, eşdeyişle tanrı düşüncesine de
böylelikle varmıştı).
İtalyan fizikçisi, büyük öke Galileo Galilei
(1564-1642)'ye gelinceye kadar fizik alanında
Aristoteles anlayışı egemendi. Galile, parlak bir sezişle, cisimlerin doğal
durumlarının dinginlik (sükun) olmayıp
devim olduğunu anlamıştı. Cisimlerin devimli ya da dingin görünüşleri hız
farklarından doğuyordu. Dinginlik, sıfır
hızda bir devimden başka bir şey değildi. Oysa Aristoteles, sıfır sayısını
yokluk sayıyor ve onun bir nicelik değil,
bir nitelik olduğunu ilerisürüyordu. Gerçi Aristotelesin bu anlayışına
Galile'den önce de karşı çıkanlar olmuştu.
Örneğin Vi'ncı yüzyılda İskenderiyeli Philoponos, havayla engellenmese,
atılan bir okun yoluna devam edeceğini
söylemişti (Xii'nci yüzyıl düşünürleri cisimlerin devim değişikliğine karşı
gösterdikleri dirence inclınatio viölenta
adını verdiler. öndördüncü yüzyılda da Paris Üniversitesi Profesörü
Buridanus bu güce impetus adını taktı.
Her iki
deyim de Osmanlıca'ya meyli kasri deyimiyle çevrilmiştir). Ne var ki Galile,
eğik düzeyler üstünde küçük toplarla
yaptığı deneylerde, diyelim dağın tepesinden kopan bir kaya parçasının, eğer
sürtünme etkileriyle yavaşlayıp bir
engelle karşılaşmazsa (eşdeyişle, bir dış etkiyle durdurulmazsa) sonsuza
kadar yuvarlanacağını tanıtlıyordu. Bunun
gibi, diyelim odamızın bir köşesinde duran masa da, eğer biz onu itip
çekmezsek, kendiliğinden odanın öbür
köşesine gidemezdi. Galile'nin ileri sürdüğü durgunluk ya da dinginlik bu
anlamdadır (Durgunluk ya da dinginliğin
göreli olduğu ve bir cismin durumunu ancak başka bir cisme göre dile
getirdiği unutulmamalıdır). Durgunluk ya da
dinginlik, belli bir hızda dengede kalmaktan ibarettir. Süredurum yasası,
cisimlerin, devim değişikliğine karşı
dirençlerini dile getirir ve genellikle dış bir güç tarafından zorlanmadıkça
her cisim olduğu yerde durur ya da doğru
bir çizgi üstünde devimini sürdürür formülüyle dile getirilir.
Kullandığımız
araba bir dönemeci hızla dönerse bu
yasanın gerçekliğini kendi bedenimizde de duyarız. Sola dönmüşsek sağa, sağa
dönmüşsek sola yıkılırız. Çünkü
gövdemiz doğru bir çizgi üstünde devimini sürdürmek ister, araba köşeyi
dönerken karşı bir etkide bulunur,
bedenimizse bu karşı etkiye süredurum (atalet) direnci gösterir. İlkin
Newton, daha sonra Einstein, Galile'nin bu
buluşundan çok önemli sonuçlar çıkarmışlardır. Süredurum gücünün ivme, geri
tepme, merkezkaç vb. gibi çeşitli
biçimleri vardır. Gerçekte Newton'un yerçekimi adını verdiği olgu da
süredurumun bir biçiminden başka bir şey
değildir. Örneğin hızla dönen bir atlıkarıncadaki adam, gövdesinin,
atlıkarıncanın merkezinden dışarıya çekildiğini
duyar. Oysa bu duygu, doğru bir çizgi üstünde gitmek isteyen gövdenin bir
merkez çevresinde dönme etkisine karşı
gösterdiği süredurum tepkisidir.
İngiliz fizik bilgini Isaac Newton'un 1665 yılında Kepler yasalarından
çıkardığı bu kuram 1687 yılında yayımlanan
Philosophiae Naturalis Principie Matematica (Doğa Felsefesinin Matematik
İlkeleri) adlı yapıtında açıklanmıştır.
Gezegenlerin güneş çevresindeki devimlerini açıklayan Kepler yasaları,
gezegenleri güneşe doğru çeken bir gücün
varlığını gösteriyordu. Newton'un uslamlamasına göre güneşte ve gezegenlerde
bulunan bu güç, onlara ait özdeksel
elemanlarda da olmalıydı. Daha açık bir deyişle, tüm cisimler karşılıklı
olarak birbirlerini çekmekte olmalıydılar.
Bu tümevarımsal uslamlamadan yola çıkan Newton, kütleleri m ve m kare ve
aralarındaki uzaklık r olan iki
özdeksel cismin birbirlerini şiddeti f, mm / r kare olan bir güçle
çekeceğini hesapladı. Buradaki f, evrensel çekim
değişmezidir ve 6,7.10 üzere eksi sekiz'e eşittir, eşdeyişle birer gramlık
iki kütle bir santimetre uzaktan
birbirlerini bu sayıdaki dinlik bir güçle çeker. Çeker ama, çekim gücü adı
verilen bu güç nedir, ne türlü bir güçtür?
Newton bunu açıklayamamış ve açıklayamadığı için de Alman düşünürü Leibniz
tarafından kıyasıya eleştirilmiştir.
Newton, çekimin nedenlerini ve içyüzünü açıklayamadığını adı geçen
Principia'sında söyler, yapıtını şu sözlerle
bitirir: Şu ana kadar çekimin nedenlerini bulamadım, bunun için de
hypotheses non fingoo (Newton'un varsayım
kurmuyorum anlamındaki ünlü sözü). Çekim gücünün gerçek yüzü, niteliği ve
nedenleri iki yüzyıl sonra Einstein
tarafından açıklanacak. Yürümemiz gereken daha pek çok yol var.
USUN SINIRLARI.
Metafiziğin dayanağı olan us (akıl) ne türlü bir ustur? Neyi
bilebilir, neyi bilemez? Nesnel
gerçeklikten koparılıp soyutlanmış olan bu usun sınırları nedir? Bu
soruların karşılığını da ünlü Alman düşünürü
Immanuel Kant (1724-1804) vermeye çalışacak.
Gerçeğe us yoluyla varılabileceğini ileri süren ilk metafizikçi Parmenides
(I.Ö. 540-450)'ten beri us, hemen hiçbir
fiziksel engelle karşılaşmaksızın, bunca yüzyıl, ipi kopmuş bir balon gibi
başıboş; hayal alemlerinde gezip
dolaşmıştır.
Ne var ki artık onun, kimi yerde gerçeklere de yaklaşmasını
beceren, gücünden şüphelenme başlıyor.
Bu şüphelenmeyi başlatan, özellikle Hume'un temsil ettiği İngiliz
şüpheciliğidir. İngiliz düşünürü David Hume
(1711-1776) bir açıdan, tüm çağdaş düşünceci yanılgıların babası
sayılabilir. Kantçı ve olgucu bilinemezcilik onun
ürünüdür. Çağdaş düşünceci öğretileri geniş çapta etkilemiştir. Kant, onun,
kendisini metafizik uykusundan
uyandırdığını söyler. Eleştiricilik, olguculuk, yeni olguculuk, yararcılık,
pragmacılık, varoluşçuluk vb. gibi birçok
çağdaş düşünceci öğretiler, Hume'cu öğretilerdir. Hume, bilgi edinmek için
deneyden başka hiçbir kaynak
bulunmadığı düşüncesinden yola çıkar. Ne var ki bunu düşünceci bir biçimde
yorumlar. Hume'a göre deney ve
duyum, nesnel gerçekliği değil, onun sadece izlenimler (İng. Impressions, Os.
İntibaat)'ini verir. Anlığımız bu
izlenimlerden düşünceler (İng. Ideas, Os. Fikirler) yapar. Nesnel gerçeklik
hiçbir zaman bilinemez. Çünkü onu
bilmek için deneyden başka hiçbir kaynağımız yok. Deneyse evrensellik ve
zorunluk öğelerinden yoksundur. Deney
evrensel değildir, çünkü sınırlıdır, daha yeni bir deneyin nasıl bir sonuç
vereceğini bilemeyiz.
Deneyin bugüne
kadar hep aynı sonucu vermesi, bundan sonra da o sonucu vereceğini
kanıtlamaz. Deney zorunluktan yoksundur,
çünkü örneğin bize soğuma olayı donma olayının izlediğini verir, ama bu
sadece bir olgudur ve zorunlu bir olgu
değildir, eşdeyişle deney bize soğuma olayını donma olayının izlediğini
verir, ama soğuma olayını her zaman ve her
yerde zorunlu olarak donma olayının izleyeceğine dair gerekçe vermez. Soğuma
olayını örneğin buharlaşma olayı
da izleyebilir. Bu ikisinden hangisinin gerçekleşeceğini anlamamız için gene
deneyi izlemek ve olgu'ya bakmak
zorundayız. Demek ki bilebileceğimiz sadece olgulardır, onların zorunlu
olduğu değil (Kantçı eleştiriciliğin ve
Comte'cu olguculuğun ne kadar basit bir temel üstünde yükseldikleri de
böylelikle açıkça görülmüş oluyor).
Hume'a göre deney, evrensel ve zorunlu olmadığından, gerçek değil, yanılsama
(İng. Illusion, Os. Vehmi
havas)'dır. Bu yanılsamayı sağlayan da çağrışım (İng. Association, Os.
Tedai)'dır. Soğuğu donmanın izlediğini
birçok kez görmüşüz, soğuğu yeniden görünce anlığımız bu eski görgülerini
çağırır, bizler de bu yüzden bu ikisi
arasındaki ilişkiyi evrensel ve zorunlu sanırız. Buysa bir kuruntudan başka
bir şey değildir. Hume, böylelikle,
sadece nesnel gerçekliği değil, bilimin temeli olan nedenselliğin de
nesnelliğini yadsır. İşte, metafizik uykusundan
uyanan Kant bu temelden yola çıkacak.
Bir zamanlar gök bilgini Copernic şöyle düşünmüştü: Yıldızların; dünyamızın
çevresinde döndükleri inancına
dayanarak gök olaylarını çözemiyorum. Bir de tersini deneyeceğim.
Dünyamızın, onların çevresinde döndüklerine
inanarak bakacağım gök olaylarına... Copernici örnek alan Kant da şöyle
düşünüyor: Bilgimiz, dışımızdaki
nesnelerden gelenlerle düzenleniyor inancına dayanarak metafizik olayları
çözemiyorum. Bir de tersini
deneyeceğim. Dışımızdaki nesneler, bilgimizden gidenlerle düzenleniyor
inancına dayanarak bakacağım metafizik
olaylara... (Kant, Kritik der Reinen Vernunft, ikinci baskının önsözü).
İşte, ünlü düşünür Immanuel Kant'ın ruhçuluk serüveni böylelikle başlar. Bu
serüven, Kant'ın en güç anlaşılan
serüvenidir. Kant, koskoca doğanın karşısına insan aklını çıkarıyor ve bütün
doğasal nesnelerin bu akılla
kurulduğunu (inşa edildiğini) ileri sürüyor. Gerekir ki bu akıl, Tanrılaşsın
(Nitekim ondan sonra gelip onun
yolunda yürüyenler bu aklı Tanrılaştıracaklardır). Oysa Kant, bunu yapmıyor.
Tersine, bütün doğasal nesnelerin
kurucusu olduğunu savunduğu insan aklına sınır çiziyor, onun güçsüzlüğünü
gösteriyor ve aklın sınırları dışında
asla bilinemeyecek olan bir metafizik gerçekler alemi bulunduğuna inanıyor.
İnsan aklının gücüyle güçsüzlüğü
çelişme'sini böylesine ortaya koymak, diyalektik yönteme götüren adımlardan
en büyüğünü atmak demektir.
Nitekim Kant, kocaman sistemi içinde, pek az kimsenin farkına vardığı önemli
bir gerçeği belirtmektedir: Ben,
sadece incelemekle görevimi yerine getireceğim. Doğa, sırası gelince,
gerçeği açıklayacak olan adamı da ortaya
çıkaracaktır (Immanuel Kant'ın Yapıtları, Ernst Cassirer yayını, Berlin,
1922-1923, cilt dört, s. 151).Kant'a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır.
Felsefe, us'la (Al. Vernunft) yapılıyor.
Öyleyse usu değerlendirmek, onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek
gerek. Felsefe nasıl bir usla
yapılıyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt usia (Os. Akl-ı mahız, Fr.
Raison pure, Al. Reinen vernunft). Öyleyse
salt us nedir?.. Kant'ın üç büyük yapıtından ilki olan Salt Usun Eleştirisi
(Kritik der Reinen Vernunft, 1781) bu
sorunun karşılığını araştırır. Salt us, duyarlığın (Al. Sinnlichkeit)
verilerinden alınmamış olan (a priori) bir bilgiyi
gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak düşünce
düzenine yükselmek demektir. Öyleyse, salt
usun bilme yöntemi bir aşkınlık yöntemi'dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir
bilgi edinebilir mi?.. Öyleyse bilgi
nedir, önce onu tanımlamak gerek.
Kant'a göre her bilgi, bir yargıdır (Al. Urteil). Ne var ki her yargı, bir bilgi (Al.
Kenntnis) değildir. Örneğin, her cisim yer kaplar yargısı bize yeni bir
bilgi vermez, çünkü cisim kavramı esasen
yer kaplamayı içerir; bu yargıda sadece bir çözümleme yapılıyor ve cisim
kavramı çözümlenerek kendisinde
esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa,
bu yük ağırdır yargısı bize yeni bir
bilgi verir, çünkü yük kavramı kendiliğinden ağır ya da hafif olduğunu
bildirmez; burada, ötekinin tersine, bir
çözümleme değil bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargılar,
çözümsel yargılar değil, bireşimsel
yargılardır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi
aşarak gerçekleştirebilir mi?
Kant bu soruya
kesin olarak şu karşılığı veriyor: Gerçekleştiremez. Böylece metafiziği
kesin olarak yıkmış oluyor: Salt us, deneyden
yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez. Öyleyse metafizik tasarımlar,
insanların romantik düşlerinden başka
bir şey değildirler (Bu yargı, Kant' ın özdekçi yanını belirtir ve Engels
bunun içindir ki kendisine Utangaç özdekçir
der). Kant öncesi felsefenin Tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından
indirilmiş olmaktadır; artık, aşkınlık yöntemiyle
çalışan salt usa güvenilmeyecektir. Kant araştırmakta, eşanlamda
eleştirmekte devam ediyor: Salt us, bireşimsel
yargı olan bilgi'yi niçin gerçekleştiremez?.. Çünkü us, sadece bir
bireştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için
gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır. Elimizle tuttuğumuz taşı
yere bırakınca onun düştüğünü
görüyoruz ve ancak ondan sonradır ki (a posteriori) Bırakılan taş, düşer
bilgisini edinebiliyoruz. Bu deneyi
yapmadan önce (apriori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri
veren duyarlık'tır. Duyarlık, bu
gereçleri bize nasıl veriyor?.. Zaman ve mekan içinde veriyor. Oysa nesneler
düzeninde zaman ve mekan diye bir şey
yoktur.
Demek ki bunlar duyarlığın dışarıdan almadığı, kendinden çıkardığı bir
şeylerdir ve duyarlık bunları katmadan,
dışarıdan aldığı hiçbir şeyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde
edilemeyeceklerine göre, usun verileri olamaz.
Çünkü küçük çocuklar, zaman ve uzayı düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal
işlemi gerçekleştiremedikleri halde
sevdikleri şeylere yaklaşır ve sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar. Öyleyse,
duyarlık, ne nesneler düzeninden ne de
düşünce düzeninden aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir?.. Kant, bu soruya,
kendine özgü bir karşılık veriyor:
Sezi'yle (Al. Anschauung). Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak
duyarlığın sezişiyle elde edilebilir. Zaman, iç
duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekan,
dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan
gelen her duygu mekanla birliktedir.
Katılmadıkları hiçbir duyumun
gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri
olmadıkları halde Deneyüstü'dürler (Al. Transzendentale): Deneyden
çıkarılmamışlardır ama, bunlarsız da deney
yapılamaz. Görüldüğü gibi, Kant, artık Aşkın (Al. Transzendent) kavramından
Deneyüstü (Al. Transzendental)
kavramına geçmektedir; ona göre aşkın bilgi olamaz ama, deneyüstü bilgi
olabilir. Bir soru daha gerekiyor:
Deneyden gelen verilere duyarlığın seziyle elde ettiği biçimlerin katılması,
bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye
yeter mi?.. Yetmeyeceğini söyleyen Kant, sonunda, usa deneyüstü bir görev
bulmuştur: Bireştirme işi. Kant'a göre
us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve ne de duyarlığın
katkıları bilimsel bilgiyi
gerçekleştirebilirdi. Öyleyse us, bu bireştirme işini nasıl yapıyor?..
Duyarlığın katkısıyla birlikte gelen bilgi
gereçlerini düzenleyici kalıplara (Fr. Ulam, Ar. Kategorie) sokarak, us, bu
kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın
sezisinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve kendisiyle
birliktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi,
gene de, nesneler düzeninde değil, us'un düşünme düzeninde (Al. Verstand)
gerçekleşmektedir.
Kant, böylelikle
kendi düşünme yöntemini de bulmuş oluyor: Deneyüstü yöntem (Al.
Transzendental methbde). Kendi kurduğu bu
terimle, eleştirici bakışını dilegetirerek, bilgi'nin duyuların ürünü
olduğunu savunan Duyumculuk'la anlığın ürünü
olduğunu savunan Anlıkçılık'ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin
birleşik bir üstünde'liğinde olduğunu
ilerisürüyor. Önemli olan şudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le bağıntı'sını
kesmeden çıkmaktadır. Us, bireştirme
görevini gerçekleştirirken deneyle bağıntısını koparırsa ki fiziğin üstüne
yükselme anlamında metafizik budur
aşkın'ın alanına girer ve köksüz düşler kurmaya başlar. Kant'ın
deneyüstücülüğü, bir Bağıntıcı deneyüstüçülük'tür.
Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleştirilir, salt us'un kurguları
bireştirilemez.
Us'un bireştirici kalıpları,
deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çıkarılmamış önsel (a priori)
kalıplardır ama, ancak deneyin verilerini
bireştirmekte işe yarayabilirler. Kavramlar' la nesneler asla kopmaksızın
bağıntılı olmalıdır. Metafizik, bu bağıntıyı
gerçekleştiremediği içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre
kesin, tümel, her zaman ve her yerde
geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü
sonsaldır, deneyden sonra
gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler.
Bireşimsel yargıların da önsel olanları vardır
ama, sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel
bireşimsel yargı'lardadır. Örneğin,
matematik yargıların tümü bu niteliktedir, iki kez ikinin dört ettiği
yargısı hiçbir deneyden çıkarılmamıştır.
Çünkü deney sınırlıdır, bin deney yaparız ama, bin birinci deneyde ne elde
edeceğimizi bilemeyiz. Matematik
yargılar, deneyden çıkmamış önsel bireşimsel yargı'lardır ama, bir bakıma bu
karakterde olan metafizik yargılara
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. İki kez ikinin dört
ettiği her zaman denenebilir, Tanrının
varlığı hiçbir zaman denenemez (Kant, bu düşüncelerden ötürü, 1794'te
Gillaume II. hükümetinden bir ihtar almış ve
din konusunda yazı yazması yasaklanmıştır). Kant, us'un önsel kalıplarını,
Aristoteles'ten de yararlanarak, yargı
biçimlerinden çıkarıyor. On iki yargı biçimi vardır, öyleyse bunlardan her
birini meydana getiren kendisiyle
biçimlendiren on iki kalıp olmalıdır. Bir yargı, ya insanlar ölümlüdür
önermesinde olduğu gibi, Tümel (Os. Külli,
Fr. Universel), ya kimi insanlar erdemlidir önermesinde olduğu gibi Tikel (Os.
Cüz'i, Fr. Particulier), ya da
Sokrates, düşünürdür önermesinde olduğu gibi Özel (Os. Hususi, Fr. Singulier)
olur. Bunları meydana getiren
kalıplar, sırasıyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), Çokluk (Os.
Kesret, Al. Vielheit), Teklik (Os. Vahdet, Al.
Einheit) kalıplarıdır ki Nicelik (Os. Kemmiyet, Al. Quantitaet) ana
kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya Herakleitos
us'ludur önermesinde olduğu gibi Olumlu (Os. İcabi, Fr. Affirmatif), ya
Diogenes, us'lu değildir önermesinde
olduğu gibi Olumsuz (O,s. Selbi, Fr. Negatif), ya Ruh, ölmezdir önemesinde
olduğu gibi Sınırlayıcı (Os. Tahdidi,
Fr. Limitatif) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Varlık (Os.
Hakikat, Al. Realitaet), Yokluk (Os.
Selb, Al. Negation), Sınırlılık (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation)
kalıplarıdır ki Nitelik (Os. Keyfiyet, Al. Qualitaet)
ana kalıbından toplanırlar.
Bir yargı, ya Tanrı, iyilikçidir önermesinde
olduğu gibi Kesin (Os. Hamli, Fr.
Categorique), ya Tanrı, iyilikçiyse kötüleri sevmez önermesinde olduğu gibi
Varsayımsal (Os. Şarti, Fr.
Hypothetique), ya Tanrı ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür önermesinde olduğu
gibi Ayrık (Os. Münfasıl, Fr.
Disjonctif) olur. Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tözlülük (Os.
Cevheriyet, Al. Substantialitaet),
Nedensellik (Os. İlliyet, Al. Kausalitaet), Karşılıklık (Os. Müşareket, Al. Wecheelwirkung) kalıplarıdır ki İlişki
(Os. İzafet, Al. Relation) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya insanlık
belki dik yürümeyle başlamıştır
önermesinde olduğu gibi Belkili (Os. İhtimali, Fr. Problematique), ya
Tanrının iyilikçi olması gerekir önermesinde
olduğu gibi Zorunlu (Os. Zaruri, Fr. Apodictique), ya dünya yuvarlaktır
önermesinde olduğu gibi Savlı (Os.
Tahkiki, Fr. Assertorique) olur. Bunları meydana getiren kalıplar,
sırasıyla: Olanaklılık (Os. İmkan; Al.
Möglighkeit), Zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), Gerçeklik (Os.
Haliyet, Al. Wirklichkeit) kalıplarıdır ki
Kiplik (Os. Daıp, Al. Modalitaet) ana kalıbında toplanırlar.
Görüldüğü gibi
Kant, deney verilerinin ancak on iki
biçimde birbirleriyle bireştirilebileceğini ilerisürmektedir. Bu on iki
biçimi de dört ana biçimde (Nicelik, Nitelik,
İlişki, Kiplik) topluyor. Bunların içinde en önemli bulduğu İlişki'dir.
Çünkü her bireşim bir ilişkiyi dile getirir. Bu
ilişkilerden de zorunlu olarak Nedensellik ve Süreklilik yasaları çıkar. Bu
yasalar, kendilerinden çıkarıldıkları
kalıplar gibi, önseldirler.
Kant, bu önsel, deneyden alınmamış, us'un kendi malı olan kalıpların,
ilkelerin ve yasaların uygu alanını
sınırlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmıyor; fizik yolunu da
kapayarak Bilinemezci üçüncü felsefe'nin
kapılarını açıyor.
Kant'a göre us, deneyin verileriyle bağını koparıp
metafizik yapamayacağı gibi, deneyin verilerinin
arkasına geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenleri (Al.
Erscheinung) vermektedir. Bizse bu
görünenlerin ardında bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve
yukarı sınırı aşmaya çalıştığımız gibi bu
aşağı sınırı da aşmaya çalışıyoruz. Kant, bu her iki aşmayı da aynı aşma
(Al. Transzendent) saymakta ve us'un
kalıplarının sadece şeyin görüneni'ne (Fenomen) uygulanıp, şey'in kendisine
(Numen) uygulanamayacağını
söylemektedir. Kant, böylelikle, us'un sınırını kesinlikle çizmiş oluyor: Bu
sınır, şeyin kendiliği'dir ve hiçbir
zaman aşılmamalıdır, çünkü bilinemez. Kant'ın oluştuğu ortam, bir
matematik-fizik-usçuluk ortamıdır. Nitekim
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiştir. Matematiğin ve
fiziğin ilkeleri us'un ürünü sayılmakta,
gerçeğe us yoluyla varılabileceğini savunan ântikçağ Elea'lılarının
düşüncesi Leibniz-Wolf öğretisinde en yüksek
aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David
Hume'un sesi, us'un eleştirilmesini ve
yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütlemektedir. Tarihsel düşünce
diyalektiği XViii'nci yüzyıl sentezini Us'ta
gerçekleştirmiştir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapması gerekeni
yapmış ve şu sonuca varmıştır: Bizler,
gizlerle dolu bir evrende bir düş'ün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz
hiçbir şey yoktur. Sezişlerimizin,
kavramlarımızın, deneydışı idelerimizin içine gömülmüşüz; bir şeyler
kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız
şey sadece olay'lardır.
O olaylar ki, bilmediğimiz nesneyle asla
bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan
ilişki'sinden doğmuştur. Nesne'yi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceğiz,
us'a zorunlu olarak bu iki
bilinemez'in ortasındaki ilişki alanı kalıyor. Oysa us, özgür olma
dileğindedir; aşma çabaları bu yüzdendir.
Salt
us'un eleştirisi'nde bu özgürlük dileğinin işe yaramadığı anlaşılmıştır;
salt us deneyle olan bağını kopararak
kuram yapamıyor, ama eylem de yapamaz mı?.. Kant'ın ikinci büyük yapıtı
Uygulayıcı Us'un Eleştirisi (Kritik der
Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Zorunlukla
olan'ın karşısında bir de özgürlükle
olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanıdır. Us, salt olamıyor ama,
uygulayıcı olabilir. Ne var ki bu durumda adı
değişerek İrade olur. Doğru'nun duyusu nasıl nesneler düzeninden düşünce
düzenine yükselip biçimlenmek
zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düşünce düzeninde biçimlenip nesneler,
düzenine inmek zorundadır.
Özgürlükle olmayan iyiliğin hiçbir anlamı olamaz. Ceza korkusu, armağan
umudu, beğenilme isteği, göreneğe
uyma zorunluğu vb. gibi etkenlerle gerçekleştirilen iyilik, gerçek iyilik
değildir. Demek ki us'un uygulayıcı olarak
çok önemli bir görevi var: İyiliği, özgürlükle, salt iyilik için
gerçekleştirmek. Bu özgürlük, duyarlığın bütün
etkilerinden kurtulmuş bir özgürlük olmalıdır. Özgürlük zorlamaz, sadece
yükümlü kılar.
Törebilimsel yasa, fizik
yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir seçim işidir. O, kendi yasasını
kendisi koyar. Önceden konmuş ve verilmiş
bir yasaya uymaz. Demek ki Tanrısal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir
törebilim değildir. Yasa'yla özgürlük'ün
çelişkisi, ancak kendi yasanı kendin koymakla aşılabilir. Ancak bu yasayı
insanlığı bir araç olarak değil, bir erek
olarak belirtecek bir biçimde koymalı. Yoksa deney alanıyla yeniden bir
ilişki kurup özgürlüğünü yitirmiş olursun;
çünkü insanlığı araç olarak gözeten bir yasa, us'un özgür yasası değil,
kişisel çıkarının yasasıdır. Bu yasa evrensel
olmalı. Yoksa bu yasa us'un gerçek ürünü olan önsel bireşimsel yargı
niteliğini taşımaz ve tümel geçerli'lik niteliğini
elde edemez. Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiş bir Koşullu (Al.
Hypothetisch) yasa değil, uygulayıcı
us'un kendi kalıplarında biçimlendirdiği bir Düzenlenmiş (Al. Kategorisch)
yasa'dır. Bir şey elde etmek için değil,
iyilik için iyilik edilecek.
İşte Kant'ın İyi irade (Al. Gute wille) adını
verdiği özgür irade budur (Kant, bu
törebilimsel düşüncelerini, söz konusu yapıtından çok, Grundlegung zur
Metaphysik der Sitten ve Metaphysik der
Sitten adli yapıtlarında incelemiştir). Görüldüğü gibi Kant, Salt Us'un
Eleştirisi'nde yadsıdığı metafiziği, Pratik
Us'un Eleştirisi'nde diriltmeye çalışmaktadır. Kant'ın bu idealist eğilimi
üçüncü büyük yapıtında daha da
belirecektir. Doğru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye us'un üçüncü
bir işlevi kalmıştır: Güzel idesi. Us,
doğayla törebilim arasında kalan estetik alanda nasıl işliyor ve bu
işleyişin de ötekiler gibi önsel ilkeleri var mıdır?..
Kant'ın üçüncü büyük yapıtı, Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der
Urteilskraft, 1790) bu sorunun karşılığını
arayacaktır. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düşünceden giden (uygulayıcı
us) arasındaki köprüyü Yargı gücü
adını verdiği (yargılayıcı us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor.
Deneylerden
gelen' le düşünce gerçekleşiyor,
düşünceden giden de deneyde gerçekleşecek. Oysa bu gerçekleşmenin us'un
buyruğuna uygun olup olmadığını
Yargı gücü denetleyecek (Bu tema, diyalektik özdekçiliğin teori, pratikle
doğrulanır önermesinin Kantçı sezisidir).
Doğru, bir düşünceyle gerçekleştirilen bir iyi'liğe güzel bir davranış
diyoruz. Öyleyse güzel, bu iki ideyi birbirine
bağlayan bir köprüdür ki bunu da Yargı gücü gerçekleştirir. Kant, güzeli
yüce'den ayırıyor. Bir fırtınada denizin
kudurmuş dalgalarına bakarak: Ne güzel diyebiliriz ama, gerçekte duyduğumuz
güzellik değil; büyüklük, güçlülük
ve ürkünçlükten doğan yücelik'tir (Al. Erhabene). Yücelik, böylesine güzel (Fr.
Dynamique) olabildiği gibi yıldızlı
bir gecenin ihtişamı gibi matematiksel (Fr. Matheniatique) de olabilir.
Böylece yüce'den ayrılan güzel; iyi'den,
hoş'tan, yarar'dan da ayrılmaktadır.
Güzel'in niteliği, hiçbir karşılık
gözetmeksizin yargılanır oluşudur. Kantçı
törebilime göre iyi de bu niteliği taşır, oysa iyi, eylemsel bir irade
işidir; güzelinse ne eylem ne de iradeyle
ilgisi vardır. Hoş duysal bir beğeni, güzel'se yargısal bir beğenidir. Bir
tabak meyve tablosu, onları yemek isteğini
duyurursa hoş ve ancak bu isteği duyurmadıkça güzel'dir. Yararlı elde
edilmek istenir, güzel'se sadece seyredilir.
Hiçbir karşılık gözetilmeden beğenilmek onun temel niteliğidir. Güzel'in
başka bir niteliği de tümel geçerli
oluşudur. Kant böylece önsel bireşimsel yargı'yı burada da yakalamış oluyor.
Demek ki güzel'de de bir önsellik
var, bu önsellik bizi kendisine karşı belli bir tutuma zorlar. Bu tutum,
özel değil, genel bir tutumdur; sadece bizim
için değil, herkes için geçerlidir.
Güzellik yargısı kavramsız (Fr. Sans
concept) bir yargıdır, demek ki bir bilgi işi
değildir.
Güzellik, ereği düşünülmeyen bir ereksellik'tir. Bir müzik parçasında bize
zevk veren onun besteleme
nedeni değildir, oysa o gene de bir ereğe uygun olduğu için güzel'dir. Kant,
böylece, estetik yargı'yı (Fr. Jugement
esthetique) ereksel yargı'dan (Fr. Jugement teleologique) ayırıyor. Sanatçı
güzeli yaratırken onu belli bir ereğe
göre biçimlendirir, bizse o güzeli ereğini düşünmeden kavrarız. Güzelin
bizler için anlamı, kendi ereğine
uygunluğu değil, bizim ereğimize uygunluğu'dur. Kant, yapıtının ikinci
bölümünde, Ereklik (Al. Finalitaet)
kavramı'nı incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristotelesin
Entellekheia'sı gibi, kendi nedenine uygunluk'tur. İki
türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doğuran öznel
uygunluk, ikincisi yararlı'yı doğuran nesnel
uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yağlıboya bir tabloda estetik yargının
konusu olurken bir ilaç kutusunun
içinde ereksel yargının konusu olabilir. Cansız doğa, sürekli bir
nedensellik içinde Descartesçı bir mekanizmle
düzenlenmektedir. Canlı doğaysa kendi ereğiyle düzenlenir.
Kömür bir
neden-sonuç zincirinin ürünüdür, ama göz
pek bellidir ki görmek için yapılmıştır. Bu yüzden, doğanın açıklanışında
ereklik kavramından vazgeçemiyoruz.
Kant, burada, us'un metafizik yapamayacağını söylediği halde metafiziğin
alanına yeniden ve iyice girmekte
olduğunu görerek sakıntılı bir dil kullanmaktadır. Ne nedensellik ne de
ereklik doğanın kendiliğini açıklayamaz,
der. Cansız ve canlı, tümüyle doğa, Kant'a göre bilinemez olmakta devam
etmektedir. Duyular bize bu bilginin
anahtarını veremez, ama duyulur üstü'nde anlak alır'da birtakım anahtarlar
gizlidir. Görüldüğü gibi, idealizmin
kapısını her şeye rağmen aralık bırakmak bilinemezciliğin zorunluğudur.
Kendisinden önceki felsefe akımlarının
düşünsel sentezini ustaca gerçekleştiren Immanuel Kant'ın, kendisinden
sonraki felsefe akımlarını büyük ölçüde
etkileyen bu üç önemli yapıtını toparlarsak şu sonucu saptarız: Doğru'yu us
kurar, iyi'yi us buyurur, güzeli us yargılar.
Bilinemez kendilik' in dışındaki bilinir olaylar dünyasını tek sözle us
düzenler. Bu yargı, idealist bir vargıdır. Kant, tarih görüşünü açıklayan
dokuz önermesinde, düzensizlikler düzen içindir, demektedir. Uyuşmazlık,
bütün istidatların gelişmesi için doğanın koyduğu bir araçtır. İnsan birlik
ister ama, doğa ikilik istemiştir.
Bunda da
doğanın bir ereği vardır elbet. Her davranışın bir karşı davranışı vardır.
Bu karşı davranışlar insan gücünü uyarıp
onun istidadını geliştirirler. İnsan tüm iyi olsaydı gelişemezdi.
Kötülükler, insanı, iyilikler için geliştirmektedir ki
bunun da sonucu, bir toplum düzenine varacaktır. Doğa, insanın hem
çalışmasını, hem de çalışmaktan kaçmaya
uğraşmasını istemiştir. Çalışmaktan kaçmaya uğraşmak çalışmayı gerektirir
çünkü. İnsan, bir gün çalışmadan
yaşayabilmek ereğine ulaşmak için çalışmak zorundadır. İnsanın kötü
bencilliği onu geliştirmekte, büyük düzeni
yaratacak çabaya katılmasını sağlamaktadır. Doğanın bu inceliğini gereği
gibi anlamamız gerekir.
Tutkular
olmasaydı insan sünepeleşirdi, gelişemezdi (Bernard de Mandevillein Arılar
Masalı'nı hatırlayınız). İnsanlık tarihi, yetkin bir toplum yasasını meydana
getirmek için, doğanın gizli bir planının gerçekleştirilmesinden ibarettir.
Uyuşmazlıklar, çatışa çatışa, o yetkin toplumu hazırlamaktadırlar.
Erdemsizliklerden gocunmamalı. Çünkü insanı büyük erek olan erdeme
götürecek bu erdemsizliklerdir. Doğanın insan cinsini çözmeye zorladığı en
güç sorun (problem), tüze'yi (adalet) gerçekleştiren uygar bir topluma
erişmek sorunudur.
İnsan, en geç bu sorunu
çözebilecektir. Bu sorun, insanlığın son sorunudur.
Şöyle düşünüyor Kant: Tarihsel gidiş pek düzenli görünüyor. Kişilerin ayrı
ayrı gidişleri düzensiz olabilir ve
kişiler bu tarihsel düzenin farkında olmayabilirler. Ama insan türünün genel
gidişi, bu düzenli gidişe uygundur (bu
konuda bkz. Macit Gökberk, Kant ile Herder'in Tarih Anlayışları, İstanbul,
1948).
Sonra, bu tarihsel düzeni araştıran ünlü önermelerini sıralıyor (Idee zu
Einer Allgemeinen Geschichte in
Weltbürgerlicher Hinsicht, yukarda adı geçen Cassier baskısının 4. cildinde,
s. 151-166):
1- Bir varlığın doğal güçleri, tam ve ereğe uygun olarak gelişmek için
belirlenmişlerdir.
2- İnsan aklı, tam olarak, insan türü çerçevesi içinde gelişebilir (Başka
deyişle, gelişen akıl, kişilerin ayrı ayrı
akılları değildir).
3- Doğa, kendi mekanik düzeninin üstünde kalan her şeyi, insanın kendi özgür
aklıyla elde etmesini istemiştir
(Başka deyişle, akıl mekanik düzenden yararlanmayı gerektirmeyen bir
güçtür).
4- Doğanın, gelişmeyi sağlayan mekanizması uyuşmazlıktır (antagonisma)
(Başka deyişle, uygunluğu sağlayan
uyuşmazlıktır). (Dikkat ediniz: İnsanın toplumsal olmayan toplumsallığı,
özgür bulunmayan özgürlüğü... İnsan,
hem toplumu kurmaya, hem de ve aynı zamanda toplumu dağıtmaya çalışan bir
didişme içindedir. Toplumu toplum
eden, bu çelişik didişmedir).
5- Doğanın insan türünü varmaya zorladığı en güç erek, tüzeyi sağlayan uygar
bir toplum ereğidir (Kant, doğasal
düzendeki büyük maksadı bu erekte buluyor. Böyle bir toplum, hem içinde en
geniş özgürlüğün, hem de özgür
kişiler arasındaki zorunlu çatışma yüzünden en geniş özgürlüksüzlüğün
dalgalandığı bir toplumdur).
6- Bu, hem en güç, hem de insan türünün en geç varabileceği bir erektir.
7- Gerçekten uygar bir yasa kurabilmek, uluslar arasındaki ilişkilerin
uluslararası yasalara uygunluğuna bağlıdır
(Başka deyişle, nasıl gelişme ayrı ayrı kişilerden çok insan türünün
gelişmesiyse, insan türünün gelişmesi de ayrı
ayrı ulusların değil, ancak uluslararası bir gelişmenin sonucu olabilir.
Bunu sağlamak için de, önce, devletlerin
birbirleriyle olan ilişkilerinde hiç birinin tek başına bozamayacağı güçlü
yasaların bulunması gerekir).
8- İnsan türünün tarihi, yetkin bir toplum düzeninin oluşması için doğanın
gizli bir planının yavaş yavaş
gerçekleşmesidir. Çünkü doğa, insanın bütün yeteneklerini ancak böyle bir
yetkin düzende meydana çıkarabilir
(Başka deyişle, insanın bütün yeteneklerinin gerçekleşebileceği tek ve
biricik durum, böylesine yetkin bir toplum
düzenidir. İnsan, ancak bu yetkin düzen içinde gerçek ve güçlü insan
olacaktır: İnsanlığın pek kısa geçmişi, pek
uzun geleceğinin bu vaadini taşımaktadır).
9- İnsan türünün tam ve uygar bir topluma erişmesini amaç edinen bir doğa
planını düşünmek, doğanın bu büyük
maksadını desteklemektir.
Kant'a göre insan, böylelikle, doğadan büsbütün koparak kendisinin kurduğu
dünyaya yerleşmektedir.
Alman düşünürü Immanuel Kant'ın öğretisi, eleştiricilik (kritisizm) adıyla
anılır. Yeniçağ düşüncesinin kurucusu
sayılan Kant, us'un (akıl) ne olduğunu anlayabilmek için us'u eleştirmiştir.
Üç ünlü yapıt bu düşünceden
doğmuştur: Saf Us'un Eleştirisi (1781), Pratik Us'un Eleştirisi (1788),
Yargı Yetisinin Eleştirsi (1799)... Eleştiri
düşüncesini İngiliz düşünürü David Hume'dan (1711-1766) alan Kant'a göre
eleştiri, her türlü felsefe çalışmasının
çıkış noktası olmalıdır. Us nedir ve us'un gücü ya da güçsüzlüğü nerede
başlayıp nerede bitmektedir? Kant, bu
eleştirisiyle, düşünsel (spekülatif) felsefenin Tanrılaştırdığı us'u gerçek
yerine oturtmak istiyor.
Yaptığı iş, pratik
alanda bir eylemcilik işidir. Gerçekte, doğrudan bir felsefe kurmaya
girişmemekte, ancak us'un felsefe yapıp
yapamayacağını ve ussal bir felsefenin mümkün olup olmadığını
araştırmaktadır. Vardığı sonuç kesindir: Us, felsefe
yapamaz. Bu açıdan Kant, bir başka noktadan idealizme vardığı halde, us'un
güçsüzlüğünü ve saltık gerçeğe
erişemeyeceğini belirtmekle idealizmi kökünden çökertmektedir. Pratik us
adını verdiği irade ve eyleme, böylelikle
de eylemsel töreye (ahlak) ve duyumculuğa önem vermekle özdekçiliği
(maddecilik) tutmakta ve üstün görmektedir.
Tanrıya us yoluyla varılamayacağını ileri sürerek, gerçek bir özdekçilik
anlayışıyla, bütün metafiziği yadsımaktadır.
Kant, bu bakımdan, gerçek bir utangaç özdekçidir. Ne var ki, duyuların
getirdiği nesnel algıları
biçimlendirebilmek için, us'a önsel (a priori, deney dışı) veriler
yakıştırmakla bir başka noktadan gene idealizmle
birleşiyor. Kant, us'un saltık gerçeği ya da kendiliğinden şeyi (Fr. Chose
en soi) bilemeyeceğini ilerisürmekle
bilinemezcilikle (agnostisizm) nitelenmiştir.
KRALLIK ETMEKTEN BIKILIR MI?
XViii'nci yüzyılın erdemini, ünlü bir
trajediden seyretmek istemez misiniz?
Bu sefer perdemizi, Kant'ın ülkesi olan Almanya'da açacağız.
XViii'nci yüzyıl aydınlığının en verimli yıllarından birinde, 1759'da
yazılan Philotas trajedisi yeni bir erdem
örneği sunmaktadır. Ünlü Alman ozanı Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781),
bu trajediyle, Fransız klasisizmine
karşı açtığı savaşı güçlendiriyordu. Gereksiz olan hiçbir sözü söylememek
ilkesinden yola çıkmıştı. Henüz otuz
yaşındaydı. Yirmi altı yaşındayken yazdığı Miss Sara Sampton adlı dramıyla
Alman edebiyatında yeni bir çığır
açtığı söyleniyordu. Bütün Avrupa'yı etkileyen Corneille, Racine
beğenilerine karşı eski Yunan trajedi yazarlarının
süssüz, sade, doğrudan amaca yönelen yollarına sığınmıştı. Bir yandan da
Slıakespearein sağlamlığını,
evrenselliğini inceliyordu. Genç Alman yazarları için bunlardan daha değerli
bir öğretmen bulunamayacağını görmüştü. Yedi Yıl Savaşları'yla para adamlarının egemenliğine doğru gelişen
Alman toplumunun yeni bir düzen
gereği de, onu coşturan nedenlerin başında geliyordu. Philotas trajedisi
böyle bir ortamda yazıldı. Philotas
trajedisinin yazıldığı yıl Lessingin en yakın arkadaşı olan Kleist, Yedi Yıl
Savaşları'nda aldığı bir yaradan ölmüştü.
Lessing, kişinin vatanı uğruna kendini harcaması erdemini, bu ölümle
değerlendirmiştir.
Otuz yaşındaki genç Lessing, Philotas'ı yazarken, Kant otuz beş, Rousseau
kırk yedi, Voltaire altmış beş, Goethe
on, Goldoni elli iki yaşındaydı, Schillerse yeni doğmuştu. Alman edebiyatı;
kunduracı ustası Hans Sachs'ın
(1494-1576) ve Martin Opitzin (1539-1639) mısralarından başka bir değer
tanımamıştı. Alman tiyatrosunu,
Fransız örneğine uygun olarak Profesör Gottsched (1700-1766) düzenliyordu.
Lessing, her şeyden önce, güçlü bir
yönetici olan Profesör Gottschedin beğenisiyle savaşmak zorundaydı.
Philotas trajedisi bir perdeliktir, bir perdelik tiyatro oyunlarının da
ilkidir. Bir Yunan kralının savaş çadırında
geçer. Oyuncuları dört kişidir. Baş kişi Philotas, henüz delikanlılık çağına
bile erişmemiş, büyücek bir çocuktur.
Lessing, erdem dersini bu çocukla vermektedir.
Olayı, hiçbir tarih öyküsüne
dayanmadan, Lessing uydurmuştur.
Amacı, gerçek kahramanın, kendini çoğunluğun yararına harcayan kişi olduğunu
tanıtlamaktır.
Kişi, kendini niçin çoğunluğun yararına harcar?.. Lessing, Philotas
trajedisiyle bu soruyu kesin olarak karşılıyor:
Erdemli olduğu için... Nitekim bunu, altıncı sahnede, kendini harcamak için
bir kılıç arayan Philotas'ın ağzından
da dinlemekteyiz: Kılıç mı?.. Tanrım, zavallı ben, zavallı ben: Şimdi
farkına varıyorum ki kılıcım yok benim.
Beni
esir eden asker hepsini elimden aldı. Kılıcımın sapı altın olmasaydı onu
bana bırakırdı belki. Ah uğursuz altın, sen,
her zaman böyle, erdemin karşısına mı çıkacaksın?. Lessing, birbirleriyle
savaşa tutuşan iki komşu krallık
düşünüyor. Genç Philotas, savaşa katılmak için kral babasına yalvarmış,
ondan güçlükle izin alabilmiştir.
Katılacağı ilk savaştır bu. Kanı kaynamaktadır. Dayanamaz, düşmana bir an
önce saldırayım derken esir edilir. Esir
edilişiyle, babasının bütün kazançlarını bir kalemde silip süpürdüğünün
farkındadır. Babası, elbette, onun geri
verilmesi karşılığında, savaştan da, kazandığı topraklardan da
vazgeçecektir. Erdemli Philotas buna katlanabilecek
bir çocuk değildir. Üstelik bir hayli utanmaktadır da: Aklımı kaçıracağım:
Ah, ne talihsizlik... Ne de alaycı bir
yüzü vardı beni attan düşüren o kocamış askerin. Bana çocuk dedi. Kralı da,
beni bir çocuk, hanım evladı bir çocuk
olarak düşünüyor her halde....
Oysa kendisini esir eden kralın oğlu da, kendi babasına esir düşmüştür.
Şimdi, doğal hukukun trampa kuralı, çok
daha kolaylaşmıştır. Ama hayır... Erdemli Philotas buna da
katlanamayacaktır. Kendisi bir trampa konusu
olmasaydı, komşu kralın çocuğunu esir eden babası kim bilir ne büyük
kazançlar elde edecekti. Bundan başka,
utanç, o kahredici utanç, gene erdemin arkasına gizlenmiş, ara sıra kendi
varlığını duyurmaktadır: Tanrılar, esir
oluşumun bütün acı sonuçlarını yok edebilirler. Yalnız bir tanesini
edemezler: Utancı... Babam, benim yüzümden
bir şey yitirmeyecek, öyle mi?.. Esir düşmüş Polytimetin, eğer ben esir,
olmasaydım, babama sağlayacağı şeyler,
küçümsenecek şeyler midir? Şimdi benim yüzümden bütün bunlar birer hiç
olacak.... Öyleyse ne yapmalı?..
Philotas; babasını üstün etmek için, kendini öldürecektir. Utancı da,
gizlendiği yerden, kendini toplumun yararına
harcamak erdemini güçlendirmektedir. Bu sonuca varmak için bir kılıç
gerekiyor. İşte burada altın, utancı
görmemezliğe gelerek, erdemin karşısına dikilmiştir. Onu esir eden düşman
askeri, sapı altın olduğu için, kılıcını
elinden almıştır.
Philotas, komşu kraldan kılıcının geri verilmesini ister. Oysa, erdem sadece
Philotas'a özgü değil ya, kılıcı geri
almak için giden düşman başkomutanı Stratos, şu haberle gelir: Kralım,
prensi esir eden askere gittim. Senin adına
kılıcı geri istedim. Ama dinle bak, asker ne soylu bir karşılık verdi: Kral
kılıcı benden almasın, ben bunu gene onun
uğruna kullanacağım, dedi, ama belki de sizin istediğiniz kılıcın altın
sapıdır...
Bunları söyledikten sonra, benim
dur dememe kalmadan, güçlü elleriyle sapı büküp kırdı, küçümseyerek
ayaklarımın önüne attı:İşte al, dedi, altınınızdan bana ne....
O kılıç olmazsa başka bir kılıç da olabilir elbet. Önemli olan bu değildir.
Önemli olan, iki kral çocuğunu
değiştirmek için babasına gönderilecek habercinin kendisine biraz vakit
kazandırmasıdır:
Yemin et bana Parmenio, babamı yirmi dört saat oyalayacağına yemin et...
Parmenio sözünü tutacaktır ama,
yemin etmeye yanaşmamaktadır: Yemin mi edeyim?.. Yemin etmek için çok
yaşlıyım ben.... Philotas da ona şu
kandırıcı karşılığı vermektedir: Ama ben de yeminsiz inanmak için çok
gencim. Haydi yemin et bana, ben sana
babamın üstüne yemin ettim, sen de oğlunun üstüne yemin etmelisin.
Philotas'ın erdemini hangi nedenler
gütmektedir?.. Buraya kadar o erdemi hafifçe kımıldatan bir utanç gücü
sezmiştik. Şimdiyse çok daha önemli bir
güdücü ortaya çıkmaktadır: Ün tutkusu... Philotas, Parmenio'ya şöyle
teşekkür ediyor: Ne diyeyim sana Parmenio,
ne ad koyayım sana? Sen benim gelecekteki ilmimin yaratıcısı, kaynağı
olacaksın.
Philotas başka bir kılıçla kendini öldürerek erdem sonucunu
gerçekleştirmiştir. Lessingin üstüne bütün gücüyle
parmağını bastığı açı, hiç kuşku yok ki, Philotas'ın kendini çoğunluğun
yararına harcamasıdır. Oysa, bunun
ardında gizlenen bir ikinci açı da, Philotas'ın o kahredici utançla yurduna
dönemeyeceğini, yurttaşlarının yüzüne
bakarak yaşayamayacağını, bir gün babasının yerine oturarak krallık
edemeyeceğini belirtmektedir. Bütün bunların
üstüne bir üçüncü açı, güçlü bir ün tutkusu da eklenince, Philotas ölmekten
başka ne yapabilirdi?
Lessingin trajedisi, , bu zorunlu sonuca vararak, Kral Aridanus'un şu
sözleriyle bitiyor: Ağla Strato, ben de
ağlayayım. Oğlumu geri alacağım. Ama onu çok pahalıya alsam da karışma bana.
Dereler gibi kanı boşuna akıttık,
boşuna ülkeler fethettik. İşte karşımızda, zaferi bizden daha üstün olan,
bizim kazandıklarımızı yüklenmiş, çekip
gidiyor. Gel, bana oğlumu getir. O gelince ben artık kral kalmak
istemiyorum. Siz ey insanlar, krallıktan bıkılmaz
mı sanırsınız?... Philotas'ın utancıyla ün tutkusu, kendisini öylesine bir
erdeme ulaştırmıştır ki, Kral Aridanus
bile, böyle bir erdem karşısında, artık krallığını küçümsemektedir. Seyirci,
perde kapandıktan sonra, gözlerinin
önünde yeni bir trajediyi canlandırabilir: Tutkusuz ve utanç içinde tahta
oturan bir başka çocuğun, genç KralPolytimetin trajedisini.
HEYKEL.
XViii'nci yüzyıl Parisinin gün görmez bir sokağında, yağmurlu bir
akşam, sıcak bir odada halının
üstüne diz çökmüş, gözleri bağlı, kulakları tıkalı, insan denilen bilinmeze
biraz daha yaklaşmanın sevinciyle
titreyerek, sevgilisinin uzattığı çiçeği derin derin koklayan filozof
Condillac'a imrenmez misiniz? Dışarıda kentin
gürültüsü, damlarda şakırdayan yağmur, soğuktan buğulanmış camlar, sıcak bir
oda, yumuşak bir halı, yardımcı bir
sevgili, çözümlenen insan... Etienne Bonnet de Condillac (1715-1780)
böylesine mutludur. Matmazel Ferrand,
elindeki çiçeği uzatırken, sevgili filozofuna ne duyduğunu soruyor. Oh, ne
güzel... diye karşılık veriyor
Condillac, şimdi ben bir menekşeyim. menekşeden başka da hiçbir şey değilim.
Condillac şu anda sadece
burundur. İleride sadece göz, sadece kulak, sadece damak, sadece el
olacaktır. Filozofumuz, bütün düşüncelerimizin
duyularımızdan geldiğini kanıtlayacak denemeler yapmaktadır.
Condillac, duyularımızı incelemek için bir heykel tasarlamıştır. Bu heykel,
insanların bütün alışkanlıklarından
yoksun, taştan bir heykeldir. Heykele önce tek duyu, sadece koku alma
duyusunu vererek sonuçlarını incelemeye
başlamıştır. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel neler bilebilir? Bu
heykele bir menekşe uzatırsak o bize göre
menekşe koklayan bir heykel, ama kendine göre sadece menekşe kokusu
olacaktır. Heykelimizde, şimdilik,
menekşe kokusundan başka hiçbir bilgi bulunamaz.
Heykelimizin, karşılaşabileceği türlü değişmeler hakkında henüz hiçbir
düşüncesi yoktur.
Haz onu, hiç bilmediği
acıdan ne kadar korkutamazsa, elem de ona, hiç bilmediği bir tadı arzu
ettiremez. Ama heykelimizin burnundan
menekşeyi çekip yerine bir gül uzatırsak karşılaştırma başlayacaktır.
Heykelimiz, biri şimdiki duyumla, öteki artık
var olmayıp izlenimi sürüp giden duyumla ilgili iki var olma biçimi içinde
bulunacaktır. Oysa, artık, eskiden var
olmuş bulunduğu durumda bulunmadığını duymaya başlamıştır. İşte ilk bilgi
budur.
Kokuların çoğalması bilgileri de çoğaltacaktır. Karşılaştırmalar iyi
kokularla kötü kokuları belirtecek, iyi
kokuların mutluluğu başlayacak, anılar meydana gelecek, iyi kokuların
hazzına yönelerek kötü kokuların eleminden
kaçılacak, yargılara varılacaktır. Heykel, sadece koku alma duyusundan yola
çıkarak birçok soyut düşüncelere de
erişebilmektedir. Örneğin bir kokudan başka bir kokuya geçiş heykelimizde
geçmiş düşüncesini doğuracaktır.
Çeşitli zamanlarda sırasıyla aynı durumları duymuş olması, bir değişmeden
sonra bir başka değişmenin geleceği
duygusu, heykelimizde gelecek düşüncesini doğuracaktır.
Koku alma duyusuna, birer birer, öteki duyular da eklenerek deneyler
ilerletilince düşüncelerin daha da geliştikleri
görülmektedir: Hele dokunma duyusunun katılması insan aklının
gerçekleşmesini tamamlayacaktır.
Condillac'a
göre sadece koku alma duyusunun incelenmesi bile bilgi alanında çok önemli
sonuçlar doğurmaktadır. Bilgileri
çoğaltmak ya da azaltmak için duyuların sayısını çoğaltmak ya da azaltmak
yeter, duyuları az olan varlıkların
bilgileri de az olur. Bilgi, duyuların gücü ya da sayısıyla orantılıdır.
Duyumculuk (sensualisme) alanında Condillac'ın yeniliği, bu alana
deneyciliği sokmuş olmasındadır. Gerçekte,
düşünce bir hayli eskidir. İ.Ö. V'nci yüzyıla kadar uzanmaktadır. İlk duyucu
sayılması gereken Demokritos (İ.Ö.
420)bilgilerimizin kaynağını duyularımızda bulmuştu. Çağdaşı büyük kuşkucu
Protagoras da onun düşüncesine
katılmış, felsefesini bu duyumcu temele dayamıştı.
Sonra, Aristoteles'ten
(İ.Ö. 385-322), Locke'a (1632-1704)
kadar birçok düşünürler, bilgi alanına duyular yönünden bakmışlardı. Düşünce
zincirinde Condillac, halkasını,
Locke'un halkasına perçinlemektedir.
Ancak Condillac, duyularımızla birlikte
aklımızı da göz önünde tutan
Locke'un bu ikiciliğini elemiş, aklın da duyuların sonucu olduğu düşüncesine
vararak sadece duyuları gözlemeye
koyulmuştur. Condillac'ın bu heykel tasarımını, Diderot'nun sağırlar ve
dilsizler hakkındaki mektubundan aldığı
söylenmiştir. Condillac da Traite des Sensations adlı kitabının sonuna
eklediği karşılıkta, tersine, Diderot'nun bu
düşünceyi kendisinden aldığını ileri sürmektedir. İngiliz filozofu John
Locke'un bu iki çağdaş Fransızı iyice
etkilediği açıktır.
Condillac'ın heykeli, tek duyuyla bile, aşık olabilir, kin güdebilir, umuda
kapılabilir, korkabilir. İnsanı harekete
getiren ilke, haz-elem ilkesidir. Gerçekten de bizim ilk düşüncelerimiz
sadece hazdan ya da elemden ibarettir.
Haz
duymasaydı, heykelimiz, hareket etmesini hiçbir zaman istemezdi. Elem
duymasaydı, bu hareketini gerektiği yerde
durduramaz, yok olup giderdi. Demek oluyor ki, onun hoş ya da hoş olmayan
duygularla her zaman karşılaşması
gerekir. Onun bütün hareketlerinin ilkesi ve kuralı bundan ibarettir. Şu
halde sadece koku alma duyusu bulunan
heykel en çok haz duyduğu kokuya, sadece işitme duyusu bulunan heykel en çok
haz duyduğu sese aşık olacaktır.
Kendisine acı veren hoş olmayan kokudan, hoş olmayan sesten de
tiksinecektir. Bunu anlayabilmek için aşık
olmanın, bir nesne karşısında hazlanmak ya da arzulamakla birlikte olduğunu,
tiksinmenin de hoşnutsuzlukla
birlikte bulunduğunu göz önünde tutmak yeter. Umutla korku da, aşkla
tiksinmenin doğduğu aynı ilkeden doğarlar.
Heykelimizin hoş ya da hoş olmayan duyumları duymasını sağlayan alışkanlık,
kendisine, bu duyumlardan daha da
duyabileceğini düşündürür. Düşünülen bu duyum hoşa giden bir duyumsa umuda,
hoşa gitmeyen bir duyumsa;
korkuya yol açar.
Heykelimiz sadece bunlarla da yetinmez, uyur, düş görür, hastalanır, sarhoş
olur. Heykelimizi hiçbir duyumla
uyarmayalım, bu durum uyku durumudur. Böyle bir durumda heykelin daha önce
edindiği duyumları anması, düş
görmesidir. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel eğer kendisine çok acı
veren bir kokuyla karşılaşmışsa artık
başka hazları düşünemez, tek düşündüğü bu acıdan bir an önce
kurtulabilmektir. İşte bu, heykelin hastalığıdır.
Nasıl ki bizler de önceleri büyük isteklerle aradığımız hazları ağır
hastalıklarımızda istemez oluruz, artık sadece
yeniden sağlığa kavuşmayı düşünürüz. Heykeldeki uğraşının büsbütün duracağı
durumlar da vardır. Duymak
gücünü bütünüyle uyuşturacak kadar güçlü bir duyum heykeli sarhoş eder.
Heykelimiz erdemlidir. Condillac'a göre iyilik ve güzellik sözleri, eşyanın
hazlarımıza ne suretle yol açtıklarını
anlatırlar. Duygulu her yaratığın güzellik ve iyilik üstüne kendine göre bir
düşüncesi vardır. Gerçekten de koku
alma ya da tat alma duyusuna hoş gelen her şeye iyi; görme duyusuna, işitme
duyusuna ya da dokunma duyusuna
hoş gelen her şeye de güzel denir. Ayrıca, iyilik ve güzellik tutkularla ve
zihinle de ilgilidir. Tutkuları okşayan şey
iyi, zihnin tat aldığı şey güzeldir, hem tutkuların hem de zihnin hoşuna
giden şeyse hem iyi hem de güzeldir.
Heykelimiz hoş kokuları, hoş tatları, kendi tutkularını okşayan hoşlukları
bilmektedir. Demek oluyor ki, onun
iyilik üstüne bir düşüncesi vardır. Gördüğü, işittiği, dokunduğu, zihninin
de haz duyarak bildiği nesneleri de
bilmektedir. Öyleyse onun güzellik üstüne de bir düşüncesi vardır. Bundan
çıkan bir sonuç da, güzelle iyinin hiç
de salt (mutlak) olmayışlarıdır. Bunlar, kendilerini yargılayan kişinin
huyuna, suyuna, yapısına bağlıdırlar.
Güzelle iyi, birbirlerine karşılıklı olarak yardımda bulunurlar. Heykelin
gördüğü şeftali, renklerinin canlılığı
yüzünden onun hoşuna gider, bu şeftali onun gözlerine güzel gelir. Heykel bu
şeftaliyi yer, görmek hazzı tatmak
hazzına karışır, böylece bu şeftali daha iyi olur. Faydalı olmak, eşyanın
güzel ve iyi olmasına yardım eder. Sadece
görüldükleri, tadıldıkları için duyulan haz yüzünden iyi ve güzel olan
meyveler, bizlere yararlı bulundukları da
düşünülürse, daha iyi, daha güzel olurlar. Yenilik ve azlık da bu bakımdan
önemlidir. İyi ve güzel olan bir nesnenin
verdiği şaşkınlık, bu şeyi ele geçirmekteki güçlüğe katılırsa, bunu ele
geçirmekten duyulan hazzı artırır. Eşyanın iyi
ya da güzel olması, tek düşünceye ya da aralarında birtakım bağıntıları
bulunan birçok düşünceye dayanır.
Tek tat,
tek koku iyi olabilir. Işık güzeldir, tek başına alınacak bir ses de güzel
olabilir. Ama ortada birçok düşünce varken,
bir şey, düşüncelerin daha çok ayırt edilebilmeleri ve aralarındaki
bağıntıların da daha iyi sezilebilmeleri ölçüsünde
daha iyi ve daha güzel olur. Çünkü bu halde çok haz duyulur. Şu halde erdem
de, öteki kavramlar gibi, verdiği
hazza, bu hazzın çokluğuna dayanmaktadır. Bir yandan da örgenler ancak
birkaç duyumu doğrudan doğruya
alabilirler, zihin aynı zamanda ancak birkaç düşünceyi karşılaştırabilir.
Pek aşırı bir çokluk kargaşalığa yol açar.
Öyleyse böyle bir çokluk hazza, dolayısıyla da eşyanın iyilik ve güzelliğine
zarar verir.
Az sayıdaki duyumlar ya da
düşünceler de, bunlardan herhangi biri ötekilere aşırı derecede baskın
çıkarsa, birbirlerine karışır. Demek oluyor ki
son derece iyilik, son derece güzellik için, bunlar arasındaki halitanın az
çok birtakım oranlara göre yapılmış olması
gerekir.
İyi ve güzel, herkesin kendi melekelerini kolaylıkla kullanabilmeyi öğrenmiş
bulunmasına da bağlıdır. Bir
zamanlar çok iyi ya da güzel olmuş bulunan bir şey artık böyle olmayabilir,
buna karşı heykelin hiç dikkat etmemiş
olduğu bir başka şey de günün birinde son derece iyi ya da son derece güzel
oluverir. Condillac, bu konudaki
düşüncelerini şu sözlerle bitirmektedir: Koşullara, durumlara göre
heykelimizin vereceği çeşitli yargıları tasarlamak
kolay değildir. Kaldı ki böyle bir tasarım oldukça yararsız olurdu. Bizim
için olduğu gibi, heykelimiz için de,
gerçek bir iyilik ve gerçek bir güzellik olduğunu göz önünde tutmak; onun bu
konuda daha az düşünceleri
bulunmasının, daha az ihtiyaçları, daha az bilgileri, daha az tutkuları
olmasından ileri geldiğini gözden kaçırmamak
yeter. Bütün bunlar yanlış. Us işe karışmayınca sadece duyularla bilgi
edinilemez. Ama gördüğünüz gibi, ne
heyecan verici, güzel yanlışlar... Şunu da unutmamak gerekir ki bu abartmalı
yanlışlar yapılmasaydı doğrulara
varılamazdı.
BEN.
XViii'nci yüzyıldan beri birçok öğretiler Kant temeli üstüne
kurulmuştur. Nitekim Alman idealizminin
kaynağı da Kant öğretisidir. Kant öğretisi çeşitli biçimlerde izlenmiştir:
Kimileri Kant'ı gereği gibi anlamaya ve
anlatmaya çalışmışlardır. Vaihinger, Schmid, Beck, Reinhold, Maimon, Schulze
gibi düşünürler bu yoldadırlar.
Örneğin Karl Leonhard Reinhold (1758-1823) Kant'ı yaymaya çalışırken Kant
öğretisinin kandırıcı olmayan
yanlarını gidermeye uğraşmıştır. Kimileri Kant'ı eleştirerek yola çıkmakla
beraber Kant'ın izinde yürüyerek yeni
sistemlere varmışlardır.
Fichte, Schelling, Hegel bu yoldadırlar.
Kimileri de Kant'ı yeni biçimlerde
yorumlayarak çağdaş düşünceyle
bağdaştırmaya çalışmışlardır (Yeni Kantçılık). O. Liebmann, H. Cohen, P.
Natorp, E. Cassirer, H. Rickert bu
yoldadırlar.
Ondokuzuncu yüzyıl düşüncesi, Kant'ın açtığı kapıdan
akmaktadır. Onu eleştiren, ona direnen, onu aşmaya
çalışan, ona eklenen; tek sözle, onu büsbütün gerçekleştiren bir düşünce
akımıdır bu İlk direniş, büyük Alman
düşünürü Johann Gottlieb Fichte'den (1762-1814) geliyor. Fichte'ye göre
Kant'ın üç buyruğu, şu tek buyrukta
toplanabilir: Vicdanına göre davran... Çünkü vicdan, hem genel bir yasayı
belirtir, hem insanlığı bir erek sayar, hem
de kendi yasasını kendi koyar. İnsan özgürdür, vicdan da bu özgürlüğün
bilincidir. İnsan özgür olmasaydı elbette
sızlayan bir vicdanı da bulunmazdı. İyilerle kötüleri birbirinden ayıran bu
vicdan, her insanda, insanlığın ortak bir
yanı olarak vardır. Bir başka deyişle vicdan, insan ölçüsünde değil,
insanlık ölçüsündedir. Erdem davranmakta,
erdemsizlikse davranmamaktadır (işsizlik, tembellik). Çünkü davranmak, başlı
başına bir iyiliktir. Davranmak,
özgürlüğümüzün gerçekleşmesidir. Fichte, görüldüğü gibi, burada da Kant' tan
ayrılmaktadır. Kant'a göre her
davranış iyi değildi, Fichte'ye göre her davranış iyidir, çünkü özgürlüğün
gerçekleşmesi olan davranmak başlı
başına bir iyiliktir. Fichte, özgürlüğe yepyeni bir anlam kazandırmaktadır:
Özgürlük, kendi kendini sınırlandırır.
Çünkü özgürlük, insanın en büyük ereğidir. Bu ereğe varabilme yolunda insan,
başka insanların özgürlükleri
karşısında kendi özgürlüğünü sınırlandırır. Sınırlandırmazsa özgürlük
ereğine ulaşamaz çünkü... İlk bakışta karışık
gibi görünen bu tanımlama, gerçek bir anlam taşımaktadır. Sorunu biraz
deşersek görürüz ki özgürlük, önce istek
içgüdüsüyle kımıldar. İstek içgüdüsü, sonra, yerini, kendinin etme
içgüdüsüne bırakır. Kendinin etme içgüdüsü de,
gelişerek, yerini, kendindeki ve başkalarındaki insanlığı sayma içgüdüsüne
bırakır. Kaba içgüdülerden, incelmiş bir
içgüdüye geçen özgürlük de böylece sınırlandırır kendini.
Fichte'ye göre Kant'ın düşünenle düşünülen ikiliği de bir kuruntudur. Her
ikisi de tek düşüncenin, aklın işidir
çünkü. Aklın sınırları olduğu doğrudur ama, bu sınırlar kendiliğinden var
olup da boyun eğilen sınırlar değildir.
Akıl, kendi kendini sınırlandırmaktadır. Ben olmasaydı, ben dışı da
olamazdı. Ben'i kaldırınız, evren de yok olur.
Ben'siz (akılsız) hiçbir şey var olamaz. Ben dışını yaratarak beni
sınırlayan da gene ben'den başkası değildir. Bir
başka deyişle, bütün bunlar, objeler, özdekler, sınırlar hep aklın
yaratılarıdır. Tek yaratıcı akıl'dır, ben'dir. Akıl;
bütün bu gerçek sanılanları kendisi yaratıyor. Fichte'ye göre gerçek olan
tek şey, yapmak'tır. Kendimizi bilmek için
değil, bir şeyler yapmak için yaşamaktayız. Kendisinden geldiğimizi
sandığımız, kendisine doğru yöneldiğimiz ilke
de varlık değil, ödev'dir. Bizler bir ödevden geldik, bir ödeve doğru
gitmekteyiz. İnsan, kendi özgürlüğünü bu
ödevinden ötürü gerçekleştirmek zorundadır. Yapmaklığımız gereken en önemli
işimiz de budur.
Benler, senler karşısındadır. Öyleyse özgürlük de bireysel değil, toplumsal
bir gerçektir. Yukarda da söylediğimiz
gibi, benler, senler karşısındaki özgürlüklerini gene benlerinden ötürü,
benleri için sınırlandırırlar. Öyleyse
devletin de zorunluğu gene benlerin senler karşısındaki isteklerinden
doğmaktadır. Gerçek devlet, benlerin
isteklerine uygun olan devlettir.
Descartes'in düşünce'si, yerini eylem'e kaptırma yolundadır. Felsefe, zamanı
gelince küçücük bir tersine
çevirmeyle meydana çıkacak olan gerçeğe doğru ilerlemektedir. Henüz ruhçu
olmak zorunda bulunan sistemler bile
düşüncenin öyle sanıldığı kadar güçlü olmadığını sezmeye başlamışlardır.
Düşünce nedir, nasıl oluşur, insanın
kafasına gökten zembille mi indirilmiştir?.. Bu soruların karşılıkları her
ne kadar kesinlikle verilmemişse de, var
olmak için düşünmek'ten çok yapmak gerektiği beliriyor yavaş yavaş.
Başlangıç eylemdi, diyor Goethe. Nitekim
Fichte de bunu açıkça ortaya atmaktadır: Bir şeyler düşünmek için değil, bir
şeyler yapmak için yaşıyoruz.
Özgürlükle zorunluk (hürriyetle zaruret) henüz birleştirilmemiş'tir. Ama
gene de, karşı karşıya getirilip
birbirleriyle tutuşturulmaktan kurtulmuşlardır. Kant, özgürlüğün de bir
zorunluk olduğunu, özgürlüğü bir
başıboşluk sayarak zorunluğun karşısına çıkarmanın doğru bulunmadığını
ortaya atmıştı. Fichte de, özgürlüğü,
doğa yasalarından başka, onlara üstün bir zorunluk sayıyor. Fichte'ye göre
özgürlük, gerçekleştirilmesi gerekli bir
ödevdir.
Her eylem bir özgürlüğü gerçekleştirme çabasıdır. İnsanın bir
şeyler yapması, özgürlüğünü gerçekleştirmesi
demektir. Çünkü yapmak, başlı başına bir özgürlük işidir. Yapmak demek;
özgürlüğü kullanmak demektir,
özgürlüğün gereğini yerine getirmek demektir. Ne türlü olursa olsun, bir şey
yapabiliyor muyum? Öyleyse
özgürüm. Özgür olmasaydım hiçbir şey yapamazdım. Özgürlüğüm, bana dışarıdan
verilmiş değildir. Özgürlüğümün
yasasını ben kendi varlığımda taşıyorum. O, ancak benimle vardır. Ama
öylesine vardır ki, ancak eylemimle
gerçekleşir. Yoksa özgürlük, kendi başına, durduğu yerde, eylemsiz, hiçbir
şey değildir. O, ancak eylemimle
varlaşır.
Özgürlüğüm zorunludur, çünkü gerçekleştirilmesi gerekir, gerçekleştirilmekle
varlaşacaktır. Onu gerçekleştirmek
zorundayım, çünkü gerçekleştirmezsem ben de yok'um demektir. Var olmam için
yapmam (eylemde bulunmam)
gerekir. Bu, benim için kesin bir zorunluktur. Yapabilmem için de herhangi
bir şey, ne olursa olsun özgür olmam
gerekir. Öyleyse, özgürlüğüm de benim için kesin bir zorunluktur. Ben;
gerçekleştirmek zorunda bulunduğum
ödevimi (özgürlüğümü) gerçekleştiriyorum. Çünkü ben, ancak bununla mümkünüm.
Fichte'nin çıkış noktası ben'dir
(süje). Ben olmayan'dan (obje) yola çıkarsam, diyor Fichte, zorunlu olarak
ben olmayanın içinde nasıl olup da bir
ben bulunduğum (açık bir deyişle, bilincin maddeden nasıl çıktığını, objenin
içinde ya da yanında bir de süjenin
nasıl bulunduğunu) açıklamam gerekir. Oysa, bunu hiçbir zaman açıklayamam.
Çünkü bu, bilinemez. Bu yol beni,
kör bir doğal zorunluğa götürür, özgürlüğümü elimden alır. Ben'den yola
çıkarsam, bütün ben olmayanları
açıklayabilirim, özgürlüğüm gerçekleşir. Ben olmayanın beni nasıl gördüğü (ya
da düşündüğü) bilinemez ama,
benim ben olmayanları nasıl gördüğüm pek açıktır.
Bilinç (ben, süje) nedir?.. Eylemsiz olarak düşünülebilirse, hiçbir şey.
Bilinç, ancak eylemle bilinç olur. Bilinci
bilinç eden eylemdir (action). Bilincin işi (ya da bilinçliği) bilmek değil
mi? Her bilme, bir eylemle başlar. Ben,
ben olmayanı kavrayabilmek için bir eylemde bulunacak, önce kendini ortaya
koyacaktır. Benin kendi kendisini
düşünmesi bile bir eylemde bulunmasıdır. Hiçbir eylemde bulunmayan ben, ben
olamam. Öyleyse ben, ben
olabilmek için bir ödevi yerine getirmeliyim. Bu ödev, her şeyden önce,
benliğimi ortaya koyma (özgürlük)
ödevimdir. Benliğimde, aynı zamanda, özgürlüğümün en yüce kanıtını da
taşıyorum. Bu kanıt, vicdan'ımdır. O,
bütün eylemlerimi şaşmaz bir ölçüyle değerlendirir. Özgür olmasaydım
vicdanım olamazdı. Çünkü, böylesine bir
değer ölçüsüne göre değil, beni nasıl güdüyorlarsa öyle davranmak zorunda
bulunacaktım.
Fırtınanın önüne katılan
yaprağın vicdanı sızlamaz, götürülür, gitmek zorundadır, gideceği yolu özgür
eylemiyle seçmemiştir. Bir ödevi
yerine getirmekte değil, sadece güdülmekte, götürülmektedir. Benimse şöyle
ya da böyle davranışım, her an,
vicdanımca ölçülmektedir. Vicdanım, beni överek ya da yererek,
davranışlarımdaki (eylemimdeki) özgürlüğü
belirtir. Vicdanım, özgürlüğümün bilincidir.
Törem (ahlak) de özgürlüğümün sonucudur. Özgür olmasaydım, ne türlü olursa
olsun, herhangi bir törem
olamazdı. Özgürlüksüz davranışlar, töre dışı davranışlardır. Töremi
özgürlüğüm biçimlendirir. Törem, ödevimin
ürünüdür. Ödevim olmasaydı, törem de olamazdı. Özgürlüğüm, vicdanımda olduğu
gibi, töremde de görünür. En
güçlü törem, özgürlüğümü özgürlüğüm için istememdir. Çünkü ancak böylelikle
ödevimi yerine getirebilirim.
Fiçhte'ye göre, özgürlüğün gerçekleşmesi olduğundan, her eylem iyidir.
Hiçbir eylem kötü olamaz. Kötü olan,
eylem değil, eylemsizliktir. Eylemsizlik de, pek açık olarak, işsizlik ve
tembelliktir. İşsizlik ve tembellikte özgürlük
gerçekleşmez, bu yüzden de ödev yerine getirilmemiş olur. Öyleyse gerçek
devlet, işsizliğe ve tembelliğe yer
vermeyen bir devlet olmalıdır. Her yurttaş, çalışabilecek, kendi
çalışmasıyla rahatça geçinebilecektir. Bunu
sağlayamayan devlet, gerçek devlet değildir. Bunu sağlayabilmek için de,
ekonomik alanın tümüyle
devletleştirilmesi, devlet eliyle düzenlenmesi gerekir. Ama devletin iç
ekonomik dengeyi sağlaması yetmez.
Dış
ekonomi, bunu her an bozabilir çünkü. Öyleyse dış ticaret de
devletleştirilmeli, devlet bir kapalı ticaret devleti
olmalıdır.
Fichte, böylelikle, derinlemesine girememekle beraber, özgürlüğün ekonomik
ortamla ilgisini sezmiş
bulunmaktadır. Kapalı Ticaret Devleti adlı yapıtında, bu sezi, elle
tutulurcasına görülür. Nitekim, diyalektik
yöntemi olumlu ve bilimsel bir yolda kullanan ilk düşünür de Fichte'dir.
Herakleitos'tan (İ.Ö. 576-480) beri zaman
zaman ele alınarak hiçbir yerde gereği gibi yararlanılamamış olan diyalektik
yöntemi, Kant bile çıkmaz bir yol
saymıştı. Fichte, bilgimizin, bir koyma, karşı koyma, birlikte kavrama (thesis,
antithesis, synthesis) işi olduğunu
yetkiyle ileri sürdü. Bilgi, Fichte'ye göre, böylesine bir karşılaşma,
çatışma ve bütünlemeyle oluşur: Ben, ben
olmayan, benle ben olmayanın birliği.
BEN OLMAYAN.
İkinci direniş, gene bir Alman düşünürü olan Friedrich Wilhelm
Joseph Schelling'den (1775-1854) geliyor. Kant'a göre son erek töreydi. Fichte de, başka deyişlerden
gelerek, buna katılıyordu. Schelling'e
göre son erek töre değil; sanattır. İnsan, son ereğine, sanatın
yaratmalarında varacaktır. Estetik akıl, Kant'ın teorik
aklıyla pratik aklının bir bireşimidir. Teorik aklın verileriyle pratik
aklın verileri, estetik akılda birleşirler ve
aralarındaki uçurumu kapatırlar. Sanatçı, kendi kendisini aşan bir
varlıktır. Sanatçının içinde kendisini aşan,
kendisinden üstün bir ses vardır. Bu ses, bir bakıma, bilinçsiz bir sestir,
sanatçıyı peşine takıp sürükler. Sanatçı, bir
çeşit, insanüstüdür. Bilinçsiz yaratmayla bilinçli davranış, o tek alanda,
sanatta kucaklaşırlar. Doğayla özgürlük de
sanatta birleşmektedirler. Sanat, doğanın kopya edilmesi değil, doğaüstü bir
yaratmadır. Sanat, gerçek idelere
varmaktır. Erdem, sanattır. Kant, salt'ın (mutlak'ın) alanına girilmesini
yasaklıyordu. Schelling bu alana sanat
yoluyla girildiği düşüncesindedir. Fichte, düşünenle düşünülenin ikiliğini
her ikisinin de aynı aklın yaratısı
olmalarından ötürü; kaldırıyordu. Schelling'se bu ikiliği, karşıtların
birliği (tezatların ayniyeti) ilkesinden ötürü
kaldırmaktadır (Herakleitos'u hatırlayınız). Schelling'e göre salt, örekle
gerçeğin birliğindedir, buysa sanatla
belirmektedir. Felsefe Tanrıyı tasarlar, sanatsa Tanrıdır. Bilim Tanrılığın
ereğidir, sanatsa gerçeğidir.
Evrende durgun olan hiçbir şey yoktur. Evren, sürekli bir yaratma alanıdır.
Evrende her şey, etki ve tepkilerin
sürekli olarak gidip gelmelerinde belirir. Felsefe, bir çift görünüş içinde,
salt'ın bilimidir. Kant'ın öğretisine uyarak
salt'ın alanına girmeyecekse, ne söyleyecek felsefe?.. Özgürlük, bilincine
varılmış zorunluktur, diyor Friedrich
Wilhelm Joseph von Schelling. İlkin, Hollandalı düşünür Spinoza'nın dile
getirdiği bu çok önemli gerçek
Schellingin dilinde daha da anlam kazanmaktadır.
Özgürlüğü gündelik dillerinde kullananlar, ondan bir başıboşluk anlamı
çıkarmaya çalışırlar. Birçokları için
özgürlük, hiçbir etkiye bağlı olmadan her istediğini yapabilmek
anlamındadır. Böyle olunca da özgürlük, zorunlu
olarak, zorunluk'un karşısına konur; özgürlüğün zorunluğa karşı savunmasına
girişilir, birinin ötekine
bağımsızlığını tanıtlayacak kanıtlar aranır.
Özgürlükle zorunluk arasındaki bu çelişme, ancak diyalektik bir yöntemle
çözülebilirdi. Özgürlükle zorunluğun
kökten ilişkisini kavrayanlar, diyalektik yöntemle çalışan düşünürlerdir (Fichte,
Schelling, Hegel). Kant'ın, çok
önemli sezilerine rağmen bu yoldaki başarısızlığı, diyalektik yöntemi çıkmaz
bir yol saymış olmasındaydı. Buna
karşı Schelling, şöyle demektedir: Doğada her şey, etki, karşı etki arasında
sürekli bir gidip gelmedir, aynı
zamanda karşıt ve birbirine bağlı iki ilkenin savaşıdır (Herakleitos'un
polemos'unu hatırlayınız).
Ne ben (ruh) ben olmayanı (madde), ne de ben olmayan beni meydana getirir,
diyor Schelling; ben'le ben olmayan,
düşünce ve varlık, ruh ve madde, karşıtların birliği (tezatların ayniyeti)
ilkesinden gelmektedirler. Daha açık bir
söyleyişle, her ikisi de birlikte olarak birbirlerinin nedenidirler.
Zorunlukla özgürlüğün birlikteliği de bu
yüzdendir.
Schelling şunları da ekliyor: Ben nedir? Ben, ben olmayanı kavrayan anlakla
(zeka) ben olmayana direnen
buyultunun (irade) karşılıklı çatışma ve etkileriyle gerçekleşir. Bunların
çatışma ve karşılıklı etkileri, insan türünün
hayatı olan tarihi meydana getirir. Ben, önce duyumdu. Sonra iç ve dış
algıya (idrak) ulaştı. Daha sonra da ussal
soyutlama (akli tecrit) çizgisine vardı. Benin gelişmesi bu üç basamakla
gerçekleşmiştir.
Organik gelişmenin bu üç
basamağına karşı tarih de üç çağda gelişmektedir:
1- Eskiçağ, duyum çağıdır. Bu çağda buyrultusuz bir anlak (iradesiz zeka)
egemendir. Ben olmayanlar duyularla
kavranır, ama onlara karşı direnilemez. Bu yüzdendir ki, bu çağda kadercilik
güçlüdür. Ben, ben olmayanlara
boyun eğmektedir (tez).
2- Yeniçağ, iç ve dış algılar çağıdır. Romalıların açtığı bu çağda
kaderciliğe karşı tepkiler başlamıştır. Buyrultu,
anlakla çatışmaktadır. Ben, ben olmayanlara direnmektedir (antitez).
3- Gelecek çağ, ussal soyutlama çağı olacaktır. Ben'le ben olmayan (ruh ve
madde, insan ve doğa, düşünce ve
varlık), gittikçe, uyuşmuş bir birlik halinde, kucaklaşmaktadırlar. Düşünce,
gittikçe gerçekleşecek ve gerçek,
gittikçe düşünceleşecektir (idealleşecektir). İdealle gerçeğin birliği
(aynılığı) belirecektir.Ama Schelling burada kalmıyor. Şöyle devam ediyor: Tarih, bir süre (zaman)
işidir. Süreyse sonsuzdur. Öyleyse
bu ilerleme de sonsuz bir ilerleme olacaktır. Bu yüzdendir ki, gerçekleşmiş
ideal, hiçbir zaman erişilemeyecek bir
sonuç, daha açık bir deyişle, sonsuzluğun sonucu olarak görünmektedir. Oysa
düşünce, kendisini meydana getiren
ikiliğin üstüne yükselebilir. İnsan, ussal sezişle kişisel aklının üstüne
çıkabilir, kendisinde kişileşen aklıyla
evrende evrenselleşen (objektifleşen, kişiselliğin dışındaki) akılla
birleşebilir. İnsan, kendisinden çıktığı salt'a
(mutlak) yeniden ulaşabilir. Ama insan bu ulaşmayı, anlak ve buyrultusuyla
değil (zeka ve irade, düşünce ve eylem),ancak, sanat yoluyla gerçekleştirebilir. Salt, ancak, güzellik duygusu
olarak kavranabilir. Sanat ve din bir ve aynı
şeydir. Görüldüğü gibi Schelling de, dönüp dolaşıp mistikliğe ulaşmaktadır.
Schelling'de görülen bu mistiklik,
diyalektik yöntemin sürüklediği doğru yolda yürürken başa gelen ufak tefek
sürçmelerin sonucudur. İnsan Özgürlüğü
Üstüne adlı yapıtı, Schellingi yeniden kurtaracaktır.
Sehelling, konuya şu soruyla giriyor: İnsanların özgür eylemleri tarihsel
zorunlukla bağdaştırılamaz mı?
Bu soru, XViii'nci yüzyıla gelinceye kadar, bütün düşünce tarihi boyunca
sorulmuş olan bir sorudur. İlk bakışta, bu
köklü karşıtlık, birçok düşünürlere uzlaştırılamaz gibi görünmüştür.
Zorunluk, bilinçsiz doğanın hemen her
alanında bütün gücüyle meydana çıkmaktadır. Bırakılan taş, belli koşullar
içinde, zorunlu olarak yere düşer. Bunun
yasalarını biliriz ve taşın düşmek zorunda bulunuşunu kolaylıkla anlarız.
Ama ya bilinçli insan?.. Bilimsel anlayış,
bu bilinçli ve buyultulu (iradeli, bir anlamda başına buyruk) varlığın da
tarihsel fenomenlerin zorunluğuna bağlı
olmasını gerektirir. Bu gerçeği yadsımak, bilimi bir yana itip bilimselliğin
dışına çıkmak demektir.
Kaldı ki insanın
birçok zorunluklara ne denli bağlı bulunduğunu elle tutulurcasına
görmekteyiz. Bağlı olduğumuzu asla
yadsıyamayacağımız bu tarihsel zorunluklar karşısında bilincimizin ve
buyrultumuzun gücü nedir? Daha başka ve
açık bir deyişle, özgürlüğümüz var mı?.. Var, diyor Schelling. çünkü
zorunlukla özgürlük arasındaki karşıtlık,
gerçekte, bir kuruntudan başka bir şey değildir. Bunlar, birbirlerini ,
ortadan kaldırmak şöyle dursun, tam tersine,
birbirlerinin koşuludurlar. Zorunluk olmasaydı özgürlük de olamazdı.
Özgürlüğün sözünü edebilmek için zorunluğu
bütün gücüyle varlaştırmak gerekir. Şöyle ya da böyle davranacağım. Özgürüm.
Dilediğim gibi davranabilir miyim?..
Davranış, elde edilmek istenen sonuçla birlikte gerçekleşir. Özgürüm,
komşumun kafasını kırabilirim, ama soluğu
da karakolda alırım. Özgürce davranışımın sonucu, özgürlüğümün elimden
alınarak dört duvar arasına tutsaklanmamı gerektirir. Dahası var, komşumun kafasını kıracağım derken, o
benim kafamı kırabilir, elde etmek
istediğimin tam tersi bir sonuçla karşılaşabilirim. Öyleyse özgürlüğüm, elde
etmek istediğim sonuçla
gerçekleşecektir. Bu sonucu elde etmek içinse bir tahminde bulunmam gerekir,
bu tahmini tutturamazsam
özgürlüğüm yok olur, gerçekleşemez. Buysa, pek açık olarak şu demektir:
Başkalarının eylemlerinin zorunluğu,
benim özgürlüğümün koşuludur.
Amacım, komşumun kafasını kırmaksa, bu sonucu elde edebileceğimi doğru
olarak tahmin etmeliyim ki,
özgürlüğüm gerçekleşebilsin. Bu sonucu doğru olarak tahmin edebilmem,
başkalarının eylemlerinin yasalara bağlı
bulunması, başka bir deyişle, önceden belirlenmiş olması, eşit bir deyişle,
zorunlu olmasıyla mümkündür. Bu
örnekten açıkça anlaşılır ki, benim özgürlüğüm, başkalarının zorunluğuyla
gerçekleşebilir ve bunun dışında asla
gerçekleşemez. Başkalarının zorunluğu, belli koşullar içinde yapmamazlık
edemeyecekleri eylemlerde belirir. Bu
eylem zorunluğu da, onların tarihsel zorunluğuyla belirlenmiştir. Örneğin,
Romalı bir köle, efendisinin yumruğuna
karşı koyamazdı. Onun tarihsel zorunluğu bu türlü bir eylem zorunluğunu
gerektiriyordu. Böylesine bir
zorunluktur ki, Romalı efendiye elde etmek istediği sonucu (özgürlüğünü)
doğru olarak tahmin ettirebilir. Öyleyse,
pek açık bir gerçektir ki, insanlar zorunlu bir davranışla özgürlüklerini
gerçekleştirebilirler. Zorunluğun bilincine
varamamışlarsa, özgürlükleri yoktur.
EVRENSEL RUH.
Platon'dan (İ.Ö. 427-347) beri yüzlerce yıl, ikinci büyük
evrensel sistemi kurabilmek yolunda
Georg Wilhelm Friedrich Hegeli (1770-1831) hazırlamak için, binlerce düşünür
emek vermişlerdir. Hegelin sistemi,
gerçeğin önündeki son adımdır. Ondan sonra atılan, tek ama çok önemli, bir
adım gerçeği bütünüyle ve bilimsel
temelinden yakalayacaktır. Bu sonucu sağlayabilmek için Hegelin adımı
atılmalı; evrensel bütün, önce, insanları
yadırgatmayacak bir yapıda kurulmalıydı. Bu, onların yüzyıllar boyunca
alışık olduklarından ötürü sevimli
buldukları bir yapıydı. Hegel, evrensel bütünü, bu köhne yapıyı ustaca
onararak kurdu.
Hegel, genel olarak idealist akımın, özel olarak da Alman idealizminin son
ve en büyük temsilcisidir. Doruğuna
yükselmiş böylesine bir idealizmin, gerçekçi ve maddeci bir yüzyılın
dönüşümcü eylemlerine nasıl temel olabildiği
haklı olarak sorulabilir.
Ozan Heine'nin bildirdiğine göre, 1831 yılı kasım
ayının 14. günü, kolera hastalığından
ölüm döşeğinde yatan Hegel, ancak işitilebilen bir sesle: Beni
öğrencilerimden sadece Michelet anladı demiş.
Sonra, üzüntüyle eklemiş: O da yanlış anladı. Oysa onu çok iyi anlayacak
olan biri şu sıralarda on üç
yaşındadır.
Hegelin sistemine diyalektik bir bakışla bakınca, onun idealist dış
görünüşüne karşı, özce katıksız maddeci bir
alanda ilerlediği görülmektedir. Diyalektik, onun için, sadece düşüncenin
değil, doğanın da gelişme yasasıdır. En
küçük bir bitkiden, bir böcekten, gökteki yıldızlara ve insan düşüncesine
kadar her şey, tek sözle bütün varlık,
diyalektik çelişmelerin aşılmasıyla oluşur.
İlkçağlarda bahçesini sulayan bir Yunanlı, çiçeğine az su vermekle çok su
vermenin aynı sonucu doğurduğunu, her
ikisinin de çiçeği öldürdüğünü görüyor ve bundan da varlığın var olabilmek
için bir karşıtlık taşıdığını, varlığı
sürdürebilmenin bu karşıtlığın uyuşmasına bağlı bulunduğunu seziyordu: Bu
ilkel sezgiyi felsefe alanında dile
getiren ilk düşünür, antikçağın büyük ökesi Herakleitos'tu. Herakleitos,
birbirine karşı olan, birlikte giden,
birbirinden ayrılan'lardan en güzel uyarlık: Harmonia diyordu. Durgun,
bitmiş, olduğu yerde kalan hiçbir şey
yoktu; varlık demek, sonsuzca sürekli bir oluş demekti. Sıradan kafalar bu
sözlerdeki evrensel gerçeği
anlayamıyorlardı, bu yüzden Herakleitos'a karanlık adını takmışlardı.
Sokrates bile, kendisine onun yapıtını okuyan
Euripides'e: Öyle sanıyorum ki, anladıklarım çok güzel, anlamadıklarım da.
Herakleitos'un derinliğine
inebilmek için Delos'lu bir dalgıç gerek demişti. Herakleitos'un karanlığı,
aydınlanabilmek için yirmi dört yüzyıl
bekleyecekti. Hegel, Herakleitos'un hiçbir sözü yoktur ki Logik' ime almış
olmayayım der.
Hegel'in diyalektiği de diyalektik bir karakter taşır, hem bir yasa, hem de
bir yöntem'dir. Evrensel varlık bu
yasayla oluşur, bu oluşmayı kavramak için de bu yöntemi kullanmak gerekir.
Bizzat Hegelin oluşması da bu
yöntemle incelenince, bu oluşmanın iki yan taşıdığı ve idealizmle
materyalizm çelişmesini kökten içerdiği bütün
açıklığıyla belirmektedir. Hegel'e göre bütün var olanların temelinde
düşünce yatar.
Hegel bu temel kavramını
dilegetirmek için yazılarının kimi yerlerinde geist, ide, us, töz
kavramlarını da kullanmıştır. Hiç şüphe yoktur ki,
düşünce, nesnelerin temelindedir savı, tipik idealist bir savdır ama, bu sav
ikinci yanıyla, materyalist bir gerçek
taşımaktadır. Düşünce, bir bakıma elbette nesnelerdedir; çünkü nesnelerden
gelir, nesnelerden yansır. Bir sarayda
bir kulübedekinden başka türlü düşünülür sözüyle, bu materyalist gerçeği
dile getiren de gene Hegel
olmuştur. Hegel, Minerva'nın baykuşu ancak karanlık bastıktan sonra uçmaya
başlar der. Bu demektir ki, önce
olaylar yaşanılır, sonra o olayların düşünceleri edinilir. Önce özdeksel
yaşam vardır, sonra düşünsel yaşam başlar.
Özdek, düşünce' den öncedir. Hegel, Hukuk Felsefesi adlı yapıtında bu
materyalist gerçeği şu sözlerle dile
getirmektedir: Realite; oluşma sürecini bitirdikten sonradır ki, dünyanın
düşüncesi olarak felsefe meydana
çıkar.Hegel öylesine maddeci düşünceler ileri sürmüştür ki, bunları okurken, sanki
Marx konuşuyor sanılır. Örneğin,
Tarih Felsefesi adlı yapıtında şöyle der: Gerçek devlet, ancak, sınıf
ayrılığının var olduğu zenginlikle
yoksulluğun pek büyük oranlar kazandığı zaman ortaya çıkar. Gene aynı
yapıtta, eski Yunanlıların sömürgelerini
nasıl kurduklarını anlatırken, devlet kurumunu metafizik bir anlayışla en
yetkin varlık sayar. Hegel, anamalcılığın
emperyalist aşamasını çözümleyen Lenin'le aynı maddeci düzeye yükselir:
Grekler, çeşitli kentlerde siyasal gücü
ellerinde tutuyorlardı. Uzun bir durgunluk evresinde nüfusları artmıştı.
Bunun sonucu şu oldu ki, gittikçe daha
büyük bir yoksullukla yan yana gelişen büyük bir servet birikimi
gerçekleşti. Sanayi yoktu, toprakların tümüne el
atılmıştı. Yurtça yoksulluğa gömülmemek için tek çıkar yol, sömürgeler
edinmekti.
1955 yılında Hamburg'da
beşinci baskısı yayımlanan Die Vernunft in der Geschichte adlı konuşmasında
da şöyle demektedir: Dünya
tarihi... herhangi bir bilinçli erekle başlamaz.
Yaşamının incelenmesi de, Hegelin kişisel oluşumunda birçok çelişmelerin
varlığını meydana çıkarır. Stuttgart'ta
bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti.
Hegel, on
sekiz yaşındayken, Tübinge'n'e bu
amaçla gitmiş ve Tübingen Üniversitesinde beş yıl Tanrıbilim okumuştur. Ozan
Hölderlin'le düşünür Schelling de
Tübingen'deymişler. Dostlukları orada başlamış. Hegel'de, bu metafizik
eğitimin biçimlendirdiği mistik yapı bir
süre sonra karşıtına dönüşmüş; başta Hıristiyanlık olmak üzere her türlü
dogmayı yadsıyan bir Tanrıtanımazlığa
varmıştı. Bir uçtan öbür uca gelişen Hegel, sonunda, yeniden ama, daha
yüksek bir düzeyde idealizme ulaşırken,
gerçekte, akıldışı olan her şeyi çürütmek ve dünyada akıl denilen insansal
yetiyi egemen kılmak istiyordu. Dünya
akılla özdeş olmalıydı ki insan için bir anlam taşıyabilsin. İşte, Hegel'in,
sonu evrensel düşünce'ye varan düşünsel
macerası böylelikle başlamıştır.
O, bu dileğini dile getirmek içindir ki,
ussal olan her şey gerçek ve gerçek olan her
şey de ussaldır demişti. 1789'da Fransız Devrimi gerçekleştiği zaman yirmi
dokuz yaşındaydı. Devrime hayranlıkla
bakıyor ve insanlık tarihinde ilk kez bilinç'li bir olgunun gerçekleştiğini
düşünüyordu. Dünya, kafa üstünde
duruyor ünlü sözü, Fransız Devrimi için söylenmiştir. Çünkü Fransız Devrimi,
onun için, tarihte ilk kez, insansal
eylemlerde düşünce'nin egemenliğini onaylamıştı. Artık dünya, düşünce'yle biçimlenmeliydi, düşünce'ye aykırı olan
hiçbir şey gerçek sayılmamalıydı. Hegelin kafasında dünya'yla akıl,
düşünce'yle gerçek böylece özdeşleşmişti.
Hegelin yaşadığı çağ, XViii'nci yüzyılın son otuz yılıyla XiX'ncu yüzyılın
ilk otuz yılıdır. Pek çok bilimsel
bulgular insan düşüncesini aydınlatmış bulunmaktadır. Yeni bir dünya görüşü
gerçekleşmeye başlamıştır. İnsanlar,
artık, dünyanın durmadan döndüğünü ve değiştiğini görmektedirler. Sokakta
bir kedi yavrusuyla oynayan çocuklar
bile, kedi yavrusunun dünden bugüne kendisiyle özdeş kalmadığını
anlamaktadırlar. 1789 Fransız Devrimi,
insanların, eski'yle bütün bağlarını koparabileceklerini ve onun yerine
bilinçli çabalarıyla yeni'yi koyabileceklerini
tanıtlamıştır. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde, Zamana, ne istediğini ve ne
anlama geldiğini söyleyen ve sonra da
bunu gerçekleştiren adam, zamanın büyük adamıdır derken, çağına, ne anlama
geldiğini ve ne istediğini
söyleyebilmenin çabası içindedir.
Yukarda sözü edilen Tarihte Us başlıklı konuşmasında da, insanca olan her
şeyde, insanca olduğu ve hayvanca
olmadığı sürece düşünme vardır derken, duyuların getirdiği verilerden
yansıyan günlük düşünme'den çok farklı
olarak, birbirinden türeyen kavramlar dizisiyle düşünmeyi, felsefesel
düşünme'yi dile getirmektedir.
Hegel'in
diyalektik mantığı, böylesine bir düşünmenin ürünüdür. Hegel, çağının,
Aristoteles'in kalıplaşmış biçimsel
mantığıyla açıklanamayacağını görmüştür. Formel mantığın üç ünlü yasası, bu
çağın, hızlı ve sürekli değişimlerine
gereken karşılığı verememektedir. Bu mantığın üç ünlü yasasının tam tersi
olarak; bir şey hiçbir zaman kendisiyle
özdeş değildir, bir şey her zaman başka bir şeydir ve kendisiyle çelişme
halindedir, bir şey aynı zamanda hem
kendisi hem de başkasıdır ve bir üçüncü olanak içindedir. Hegel'e göre her
çeşit yaşamın, eşdeyişle her çeşit
hareketin kaynağı çelişme'dir.
Bu demektir ki, insan düşüncesi soyut bir
terim ortaya koyar, sonra da buna karşıt
bir terim ileri sürerek düşüncesini devindirir. Düşünce, bu karşıt
terimlerin her birini üstün bir sentezde
gerçekleştirerek üçüncü bir düşünme evresinde kendi birliğine kavuşur.
Böylece, sentezden senteze yükselerek
soyuttan somuta doğru ilerler.
Mevlana Celaleddinin öğrencisi Süryanos'un, bana Tanrı olduğumu Mevlana
öğretti dediği gibi, Hegelin
öğrencisi ozan Heinrich Heine de bana Tanrı olduğumu Hegel öğretti
demektedir. Hegel düşüncesi, zorunlu
olarak bu mantıksal sonuca varmıştır. Dışlaşıp doğalaşması bakımından Tanrı
kavramıyla anlamdaş kılınan
düşünce, en yetkin aşamasına insan bilincinde ulaştığına göre, bilinçli
insan kaçınılmaz bir biçimde
Tanrılaşmaktadır. Hegel de, çağının en üstün bilincini taşımakta olduğundan
bu çoktanrılı evrende zorunlu olarak
Zeus'leşmiştir. Bu yüzden de, ölümüne yakın yıllarda, sövgülere uğramış ve
dinsiz sayılmıştır.
Berlin Üniversitesi Felsefe Profesörü Hegel, bir başka büyük Alman'ın, ozan
Goethe'nin, bir şiir, anlaşılması ne
kadar güç olursa o kadar iyidir yargısını benimsemişe benzer. Dili, her
okuyanın anlayamayacağı kadar
profesörce'dir. Bu yüzden de, kendisiyle kıyaslanamayacak birçok
düşünürlerin çeşitli yapıtları çevrildiği halde,
birkaç küçük parçası dışında, hiçbir yapıtı dilimize çevrilmemiştir. Felsefe
üstüne konuşmaktan çok iskambil
oynamayı severmiş, her gün buluşup iskambil oynadığı dostlarını da
çoğunlukla kendi düşüncelerini soramayacak
aydın olmayan kişilerden seçermiş. Minerva'nın baykuşu, onun için, ancak
karanlık bastıktan sonra uçmaya
başlamaktadır.
Hegelin büyük önemi, insan düşüncesinin en yetkin bireşimi olan eytişimsel
özdekçilik'in en son ve en büyük
savını gerçekleştirmiş olmasıdır. Eytişimsel özdekçilik, bizzat Hegelin
diyalektiği gereğince, Hegelciliğin
aşılmasıyla gerçekleşmiştir.
Bundan ötürüdür ki, Hegelcilik bilinmeden
eytişimsel özdekçilik ve her ikisi
derinlemesine bilinmeden doğasal, toplumsal ve bilinçsel gerçekler
kavranamaz. Eytişimsel özdekçiliğin
kurucularından Engelsin gösterdiği gibi, eytişimin üç büyük ve temel yasası
niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe
dönüşümü, karşıtlıkların birbirlerini içermeleri, yadsımanın yadsınması
yasaları Hegel tarafından açıklanmıştır:
Her üçü de Hegel tarafından idealist bir biçimde salt düşünme yasaları
olarak geliştirilmiştir. Yanılgısı, bu
yasaların, doğa ve tarihten çıkarılacağı yerde, onları düşünmek için ileri
sürülmüş olmasındadır (Engels,
Diyalektik der Natur, diyalektik bölümü).
Marx da şöyle der: Diyalektiğin
Hegel'in elinde büründüğü
gizemsellik, diyalektiğin genel hareket biçimlerini ilkin onun ortaya koymuş
olduğu gerçeğini hiçbir biçimde
gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik baş aşağı durur.
Gizemsel kabuk içindeki gerçek özü bulmak için onun tersine çevrilmesi,
ayaklarının üstüne oturtulması gerekir
(Marx, Kapital, cilt 1, kitap 1, Ankara 1970, s. 28). Hegelcilik, Kant
felsefesinden yola çıkar ve insan usuyla nesnel
gerçeği tümüyle birbirinden ayıran ve aralarına aşılmaz bir duvar çeken
Kant'ın tersine, insan usuyla nesnel gerçeği
bir ve özdeş sayar. Hegel'e göre, gerçek olan her şey ussal ve ussal olan
her şey de gerçektir. Ne var ki bu, ussal'ı
nesnel gerçeklikten çıkaran bir deyim değil, tersine, nesnel gerçekliği
ussal sayan bir deyimdir. Ona göre düşünce,
çeşitli yazılarında bununla anlamdaş olarak us, töz, geist, ide terimlerini
de kullanmaktadır her türlü nesnel
gerçeklikten öncedir ve zamanla doğalaşarak evreni ve bütün evrensel
varlıkları meydana getirmiştir.
Düşüncenin
değişimleri özdeğin değişimlerinden meydana gelmez, tersine, özdeksel
değişimler düşüncenin değişimlerinden
meydana gelir. İşte düşünce'nin bu saltıklığı, temelliği ve önceliği
Hegelciliğin idealist yapısını biçimlendirir.
Düşünce, diyalektik olarak, kendi kendisiyle çelişerek gelişmiş ve sonunda
doğayı meydana getirmiştir. Hegelin bu
varsayımı belli bir anlamda Platon ideacılığını ki bizzat Hegel kimi yerde
düşünce yerine idea deyimini
kullanmaktadır yeniler. Bu eski varsayıma göre özdek, düşüncenin ürünüdür.
Hegel bu sonuca neden ve nasıl
varmıştır?.. 1817 yılında yayımlanan E'ncyclopedie'sinde şöyle der: Son
gelen felsefe, daha önce gelmiş olan bütün
felsefelerin sonucu olup, tümünün ilkelerini kapsamak zorundadır. Felsefe
tarihinin temel doğrultusu izlendiğinde,
aslında düşünsel bir uğraşı olan felsefenin, fizikçi düşünürlerin zorunlu
özdekçiliğine rağmen, düşünceci bir yapıda
geliş'tiği görülecektir. İnsan, bilimin denetinden yoksun bulunduğu çağlarda
kendi düşüncesine güvenmeseydi
felsefe yapamazdı. Düşünceye olan bu güven, zorunlu olarak düşünce'yi temel
kılar. Felsefenin bu ana
doğrultusunda Hegelin başlıca uğrakları Herakleitos ve Kant'tır.
Herakleitos'un hiçbir sözü yoktur ki logik'ime
almamış olayım der. Sürekli oluş düşüncesinin gerektirdiği diyalektik,
Herakleitos kaynağından fışkırmıştır.
Hegelin yapıtını okurken Lenin, bir yaprağın yanına şu sözleri yazmıştır:
Diyalektik, insan zihninde değil, fakat
düşüncededir, yani nesnel gerçeklikte.... Lenin, Mantık Üstüne Defterlerinin
son satırlarında da şunu söyler:
Hegelin öz konusu diyalektik yöntemdir. Mantık'ının tümü ve özeti, son sözü
ve özü budur. Bu, son derecede dikkat
çekicidir. Hegelin en idealist yapıtında en az idealizm vardır. Bu,
çelişiktir ama, açık ve gerçek bir olaydır. Hegel,
diyalektiği düşüncenin gelişme yasası yapmıştır. Bu hareketli düşüncedeki
hareketin kaynağı da çelişme'dir. Bu
demektir ki, insan düşüncesi soyut bir terim ortaya koyar, sonra da buna
karşıt bir terim ileri sürerek düşüncesini
devindirir. Düşünce, bu karşıt terimlerin her birini üstün bir düzeyde
geliştirerek üçüncü bir düşünme evresinde
kendi birliğine kavuşur. Böylece, bireşimden bireşime yükselerek soyuttan
somuta doğru ilerler.
Kant, doğayı saltık saymış ve düşüncenin bu alana asla sokulamayacağını
ileri sürmüştü.
Hegel, düşünceyi saltık
sayarak, Kant'ın tersine, doğanın, bu saltık düşüncenin ürünü bulunduğunu
savunmuştur. Bununla beraber Kant'ın
özellikle tarih görüşü, tarihi, sanki bir düşünce tarafından
yönetiliyormuşçasına önceden belirlenmiş bir ereğe doğru
ilerletir. Hegel'de de düşünce, doğada ve tarihte böylesine içkindir. Her
iki görüş de, belli bir noktada, doğadan önce
bir mantığın varlığı'nı kabul eder. İşte Hegel de böylesine bir mantık'tan
yola çıkarak doğayı bu mantıkla kurmuş
bulunmaktadır. Hegel'e göre var olmak, oluş halinde bulunmaktır. Sürekli
oluş halinde bulunmayı da varlığın
özünde bulunan çelişme sağlar. Varlık, hem kendisi olan varlık ve hem
karşıtı olan yokluğun çelişmesiyle
varlaşmıştır. Sadece kendisi (varlık) olsaydı devimsiz ve kısır kalırdı,
sadece karşıtı (yokluk) olsaydı gene devimsiz
ve kısır kalırdı. Varlık, aynı zamanda hem varlık, hem de yokluk olduğu
içindir ki, vardır. Varlığın özünde bulunan
varlaştırıcı güç (Os. Muharrik ruh, Fr. L'ame mobile) budur. Çelişme, oluşun
itici gücüdür. Her. varlaşma
yoklaşmayı, eşdeyişle her olumlama yadsımayı içerir. Gelişme, bu içeriksel
çelişmenin sonucudur. Bu sonuç,
toplumun gelişmesinde de görülür; bir zaman için topluma yararlı bulunan
yasalar ve kuruluşlar, bir zaman sonra
toplumun yeni çıkarlarıyla çelişerek kendi karşıtlarına dönüşürler. Akıl
akılsızlığa, adalet adaletsizliğe, yarar zarara
dönüşür. Gelişmiş aşama, bu çelişmeden doğar. Örneğin adaletsizlik adaleti
yadsır, ama bu yadsıyan adaletsizlik de
yeni bir adaletle yadsınır. Sentez, yadsımanın yadsınmasıdır.
Hegel, Mantık
adlı yapıtında şöyle der: Bu, yeni bir
kavramdır. Ama öncekinden daha zengin, karşıtıyla zenginleşmiş, eşdeyişle
hem kendisini hem karşıtını birlikte
taşıyan, öncekinden daha gelişmiş bir kavramdır. İşte kavramlar sistemi
böylelikle gerçekleşir ve kesintisiz bir akış
içinde ilerler (İbid, kitap 1, giriş). Oysa ilerleyen sadece kavramlar
değildir, bu kavramların içinde içkin olarak
saltık düşünce ilerlemektedir. Bunun gibi, tarih de, saltık düşüncenin zaman
içindeki gelişmesidir. Düşünce, saltık
olduğu halde, nasıl oluyor da ilerliyor ve gelişiyor?.. Hegel'e göre
düşünce, evrensel bir temel olma bakımından
saltıktır; yeniden kendisine dönmek ve sonsuzca saltık kalmak üzere bir
maceraya çıkmıştır, kendisine
yabancılaşarak doğalaşmıştır, insan bilincinde kendisini tanıyarak bu
yabancılaşmayı aşmış ve macerasını
tamamlamış bulunmaktadır. Bu demektir ki, saltık düşünce, bir süre için
kendisini tarih ve doğa içinde yansıtmıştır.
Gök cisimleri, saltık düşüncenin doğalaşma yolunda attığı ilk adımdır.
Astronomik kozmos, saltık düşüncenin
kendisine ilk yabancılaşmasıdır. İtme ve çekme, ayrılma ve birleşmeden
ibaret çelişmelerle doğasal cisimler oluştu
Doğalaşma, sırasıyla; kabuklular, yumuşakçalar, böcekler, balıklar,
sürüngenler, kuşlar, memeliler boyunca sürüp
gider. Bu yabancılaşmanın sonunda da en yetkin organizma olan insan meydana
gelir ki saltık düşünce, kendisini
yansıtacak aynaya kavuşmuş olur. Artık özdeksel yapıda daha fazla doğalaşmak
gerekmeyecektir. İnsanda
beliren ve kendisine kavuşan saltık düşünce, evrimsel gelişmesine bilinç,
ruh, akıl alanında ki bunlar aynı
şeylerdir devam edecektir. İnsan, özü gereği ruh, eşdeyişle bilinç ve
özgürlüktür. Saltık düşünce, doğalaşma
macerasının sonunda ilkin insan bilincinde, eşdeyişle bireysel bilinçte
kendisini tanımıştır (Al. Subjektiver geist).
Sonra, başka bireylerle bağıntılı olarak bir kültür düzeyine atlamış ve
kendi özüne uygun bir toplumu
gerçekleştirmiştir (Al. Objektiver geist). Sonunda da, kendi kendisinin
bilincine ulaşarak (Al. Absoluter Geist)
felsefe, din, sanat gibi değişmez, ölümsüz, saltık değerleri
gerçekleştirmektedir. Başka türlü bir söyleyişle, birey,
önce öznel bir ruh taşır. Geliştikçe bu ruhun ortaklaşalığını kavrar. Öznel
ruh, bu kavrayışla, yerini nesnel ruha
bırakmış olur. Nesnel ruh, önce, ortaklaşa özgürlük demek olan hak biçiminde
belirir, hakkın en belli biçimi de
özel mülkiyettir. Her birey, özgür eylemleri sonucu, mal sahibi olmak ve
malını başkalarına vermek hakkını taşır.
Bu veriş, sözleşme'dir. Sözleşme, tohum halinde devlet'tir. Oysa birey,
hak'la çelişir ve onu yadsır, bu yadsımadan
suç doğar, suç da ceza'yla çelişir ve yadsınır. Hak, böylelikle
gelişmektedir. Bu gelişme sonunda en yetkin varlık
olan devlet meydana gelir. Ama devlet, ne kadar yetkin olursa olsun, saltık
düşüncenin amacı olamaz. Özgürlük
ruhun özüdür, hiçbir devlet, kişiye bu özgürlüğü veremez. Ruh, gerçek
özgürlüğünü gene ruhun alanında bulabilir
ve sanatın, dinin, felsefenin özgür alanlarında devletin üstüne yükselir.
Görüldüğü gibi; doğanın, insanın ve
toplumun yaratıcısı olan saltık düşünce (Al. Absoluter Geist) ya da evrensel
ruh (Al. Weltgeist, Allgeist), laik bir
Tanrı ya da derece derece açılıp saçılarak her varlıkta beliren gizemsel bir
doğa tanrıdır.
Hegelcilik deyimi, özel anlamda Hegelin öğretisiyle ölümünden sonra 1835'te
başlayıp 1848'e kadar süren sağ
(Heinrich, Gabler, Göschel vb.) ve sol (Bauer, Ruge, Straus, vb.)
Hegelciliği; genel anlamdaysa İngiltere'de gelişen
Anglo-Hegelcilik, Amerika'da gelişen St. Louis Hegelciliği, Almanya'da
gelişen Yeni Hegelcilik (Glockner,
Lasson, Kroner vb.), İtalya'da gelişen Hegel rönesansı (Benedetto Croce,
Giovanni Gentile) gibi Hegelci akımları
adlandırır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, genel olarak idealist akımın ve
özel olarak da Alman idealizminin son
ve en büyük temsilcisidir. Öğretisi saltık düşüncecilik adıyla da anılır,
çünkü öğretisinin temeli saltık düşünce'dir.
Bununla beraber o, gene de bir nesnel düşüncecilik geliştirmiştir, çünkü
evrenin temeline koyduğu bu saltık
düşünce insan bilincinden bağımsız bir düşüncedir. Denilebilir ki Hegel
eytişim üstüne her şeyi söylemiştir, ama
yanlış söylemiştir. Hayranlıkla şaşkınlığı bir arada uyandırışının nedeni
budur. Örneğin yapısı gereği sonsuz bir
süreç olan eytişimle (diyalektikle) Hegel, dünyanın ve bilginin gelişme
bakımından bitmiş ve tamamlanmış olduğu
sonucuna varmıştır. Hegelin doğru koyduğu yasalardan çıkardığı yanlış
sonuçlar bizzat kendi kendileriyle çelişir ve
kendi kendilerini yalanlarlar. Hegelci mantık yanyana sıralanan doğrularla
yanlışların ikiciliği ve çelişkileriyle
doludur.
Örneğin Hegel'de doğru olarak eytişimin özü sayılan çelişme; yanlış
olarak mantıksal, içsel ve evrimsel
yönlerde işler. Oysa çelişme, bunun tam tersine, tarihsel, dışsal ve
devrimsel yönlerde işler. Örneğin Hegel'de doğru
olarak eytişimin çelişkisel gücü sayılan karşıtlar, özdeştir; oysa
karşıtlar, özdeş değil, toplumsal süreçte antağonist
(uyuşturulamaz) biçimler de alarak bağımlı ve birlik halindedirler. Bunlara
benzer daha pek çok örnekte de belirdiği
gibi, Hegelcilik bir düşçülüktür, çünkü kurgusal varsayımlara dayanır.
Hegelin bu ikiciliği ve çelişkili tutumu,
sisteminin hemen her yanında yansır.
Siyasal düşüncelerindeki devrimci yanlarla tutucu ve gerici yanlar,
düşünceciliği tanıtlamak için özdekçi öğeler
kullanması, sürekli devimi ilerisürerken değişmezliği savunması bu ikici ve
çelişkili tutumun en belli örnekleridir.
Dahası, bütün bu ikici tutum içinde düşünceci birciliği gerçekleştirmeye
çalışmasıdır. Hegel felsefesi, antikçağ
Yunanlılarının Elea öğretisiyle onu geliştiren Platon-Aristoteles temeline
dayanır. Bu, felsefenin temel sorununda
düşünceci (idealist) yanı tutan düşünceci bir felsefe geleneğidir ki tarih
boyunca hep aynı kalmış ve aynı savı çeşitli
biçimlerde yinelemiştir. Hegelin bu eski ve değişmez sava kattığı yenilik,
onu özdekçi öğelerle tanıtlamaya
çalışmaktan ibarettir. Elea'lılar tek ve değişmez bir varlık olduğunu ileri
sürüyorlar, çok'luğun ve değişik'liğin sonucu
olan oluş'un düşsel bir görünüşten başka bir şey olmadığını söylüyorlardı.
Dayandıkları gerekçe de duyusal olanın
yanıltıcılığı ve ussal olanın gerçekliğiydi. Platon bu savı yeni yorumlarla
geliştirmişti. Duyumu incelemiş ve onun
gerçeği bildirmekten uzak bulunduğu kanısına varmıştı. En kaba duyumlarımızı
bile kavram'larla dile getiriyorduk.
Bu, sadece bir dile getirme sorunu değildi.Değil başkalarının duyumlarını,
kendi duyumlarımızı bile çeşitli ussal
sınıflandırmalar yapmaksızın bilemezdik.
Üşüdüm derken üşüyenin kendi bedenimiz olduğunu, onu taşlardan, bitkilerden,
hayvanlardan ve öteki
bedenlerden ayırabildiğimiz, eşdeyişle bir sürü kavramla
sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk. Kendi bedenimizin
üşümüş olduğunu da onu kaşınmalardan, kızarmalardan, ısınmalardan
ayırabildiğimiz, eşdeyişle bir sürü kavramla
sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldı.
Kavramlarsa duyuların değil, bütün bu
sınıflandırmaları yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel değil,
ussaldı. Kendiliğinde nesne yoktu, bir
görüntüden ve bir hiçten başka bir şey değildi. Örneğin masa, kendiliğinde
neydi? Onu sertliğinden, renginden,
boyundan, görevinden vb. eşdeyişe kavramlarla dile getirdiğimiz
niteliklerinden soyutlarsak geriye ne kalırdı? Bir
hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler değil, kavramlar
ve eşdeyişle geneller (evrenseller,
tümeller)'di.
Masa, bu genellerle varlık kazanıyordu. Ama masanın bizim
bilincimizin dışında var olduğu da bir
gerçekti, bu demekti ki, geneller de bizim bilincimizin dışında vardılar ve
nesneldiler. Platon bu nesnel genel'lere idea adını verdi ve nesnel düşünceciliğin (objektif idealizmin) temelleri de
böylece atılmış oldu. Hegel,
Aristotelesin katkısına da sahip çıkarak, bu temellerin üstünde
yükselmektedir. Aristotelesin bu düşünceci
geleneğe en büyük katkısı ereksellik anlayışıdır. Aristotelesin biçimi,
bilimsel nedensellik anlayışındaki sonuç
değil, bir erek'tir. Çünkü o, mantıksal bir öncelik taşır ve sürecin
başlangıcından beri sebep (Fr. Raison)in içinde
vardır. Palamut sebebi meşelik ereğini içinde taşır, böyle olmasaydı
palamuttan meşe çıkmazdı (Bilimsel
nedensellik anlayışında neden (Fr. Cause) sonucunu içinde taşımaz, örneğin
ısıda madensel cisimleri genişletme
olgusu yoktur, madensel cisimlerin genişlemesi sonucu ısı nedeninden ayrı
bir olgudur). Bundan başka erek,
sebepten öncedir (Bilimsel nedensellik anlayışındaysa neden, sonucundan
öncedir). Ama bu, bir zaman önceliği
değil, bir mantık önceliğidir (Nasıl ki mantıkta öncüller vargılardan
zamansal olarak öncel değil, mantıksal olarak
önceldirler). Aristoteles'e göre, dünyalaşma sebebinden öncedir.
Çünkü o,
birbirlerini oluşturan bütün sebeplerin
başından beri vardır. Ama bu, dünyalaşma olgusunun başlama zamanından önce
dünyalaşma ereğinin var
bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü erek ya da biçim, geneldir. Genellerse
zaman ve uzay dışıdırlar, zaman ve uzay
içinde bulunmayan yok demektir, demek ki geneller (tümeller ya da
evrenseller) var bulunmayan varlık'lardır.
Gerçek olan da bunlar olduğuna göre demek ki asıl gerçek, var bulunan değil,
var bulunmayandır. Var bulunan
görünüş'lerin gerçekdışçılıkları ve sahtelikleri de bu düşünceci mantıksal
uslamlama sonucudur. Bundan başka;
zaman ve uzaydışı olan saltık'tır, demek ki asıl gerçek varlık saltık'tır.
Tanrı kavramına da, dinsel yolun dışında,
felsefesel yoldan böylelikle varılmış olmaktadır. Aristoteles erek (Yu.
Telos)'ten tanrı (Yu. Theos)'ya böylelikle
geçmiş oluyor. Bu tanrı, Aristotelesin tanımıyla düşünmenin düşünmesi'dir,
eşdeyişle kendi kendisini düşünen
düşünce'dir. Düşünce de zihin (Fr. Esprit)in özü olduğuna göre gerçek saltık
zihin (saltık ruh)'dir. Görüldüğü gibi
düşünceci (idealist) öğretide us, düşünce, zihin, ruh ve tanrı böylelikle
özdeşleşme olmaktadırlar. Hegel, Felsefe
Tarihi Dersleri'nde şöyle der: Felsefeyle dinin ortak bir içeriği vardır,
sadece biçimleri farklıdır. Felsefe, dinin
hayal ürünü olarak sunduğu şeyi, kavramsal olarak yakalar. Hegel, işte
böylesine kavramsal bir felsefe
geliştirmiştir. Adı geçen yapıtında şunları da ekler: Usçuluk, içerik ve
biçim bakımlarından felsefeye ters düşer.
İçerik bakımından ters düşer, çünkü gökyüzünü bomboş bırakmış ve her şeyi
sonlu ilişkilere indirgemiştir. Biçim
bakımından ters düşer, çünkü onun biçimi özgür ve kavramsal olmayan
uslamlamadır... Felsefe, önceden kendisine
dayanak olarak verilmiş bir nesne üstünde düşünmez. Çünkü onun içeriği zaten
düşüncesidir. Felsefede saltığın
düşünce gibi olması gerekir (Hegel, Vorlesungen über die Geschichte der
Philosophie, 65, 92, 97, 107). Hegel'e
göre felsefenin görevi evreni açıklamaktır. Evreni açıklamak felsefenin
törebilim, bilgi kuramı, metafizik vb. gibi
bütün öteki sorunlarını da açıklamak demektir. Evreni açıklamak, onun
sebebini açıklamakla olur.
Evren,
nedensellikle açıklanamaz. Çünkü her ilk nedenin de bir nedeni olmalıdır,
kendisi açıklanamayan bir ilk nedense
evreni açıklayamaz. Evreni açıklayabilecek olan, bir ilk neden değil, ilk
sebep'tir, bir ereksel sebep. Çünkü ancak
odur ki kendi ereğiyle kendisini açıklar. Sebebin bizzat kendisi bize
sebebini açıklar, çünkü neden sonucunu
içermez ama sebep ereğini içerir. Hegel'e göre evrenin ilk sebebi ya da
ilkesi, Platon'da olduğu gibi bütün geneller
değil, bu bütün genelleri de içeren bir geneller geneli olmalıdır. Bu savı,
Hegeli, biçimler biçimi'nin yaratıcısı
Aristoteles'e yaklaştırır. Ne var ki Aristoteles de Elea'lılar ve Platon
gibi, özdeği bir türlü yadsıyamamıştı.
Dikkat
edildiyse düşünceciliğin (idealizmin) antikçağ temelinde özdeğin hiçbir
zaman yadsınamamış olduğu görülür.
Elea'lı Parmenides, tüm düşünceci savlarına karşın, varlığın küre biçiminde
olduğunu ve uzayda bir yeri
bulunduğunu söylemiştir.
Demek ki varlık, özdekseldir. Platon İdea'ların
örneklik ederek biçimlendirdiği
nesnelerin, biçimsiz ve belirsiz de olsa, özdek olduğunu kabul eder ve onu
da İdea'lar kadar ilksiz ve sonsuz sayar.
Bundan başka Platon, İdea'ların bir başka dünyada bireysel varlıkları
bulunduğunu ve ölü ruhlarının bunları gidip
görebildiklerini de ilerisürer ki bu da onların özdekselliğinin dolaylı bir
kanıtıdır. Aristoteles'e göre her biçim bir
üst biçimin özdeğidir, böylelikle sonunda özdeksiz biçim'e varılır ama,
aradaki sayısız biçimlerde özdeksellik
kaynaşır. Hegel, özdekten kurtulabilmek için, Kant'ın duyusal genellerle
duyusal olmayan geneller ayırımından
yararlanır.
Kant'ın önsel ulamları, duyusal olmayan genellerdir. Hegel'e
göre de evrenin sebebi olan geneller geneli,
böylesine duyusal olmayan bir genel olmalıdır. Nesneler, bir geneller
toplamından başka bir şey değildirler
(örneğin masa, çeşitli niteliklerini belirtmek için ona uygulanan kavramlar
dışında bir hiçtir), demek ki geneller de
nesneldirler.
Bundan başka özneyle nesne özdeştir, bu sav düşünceciliğin
temel ilkesidir, ayrıca bundan ötürü de
düşünce ürünü olan geneller nesneldirler. Özneyle nesne, eşdeyişle bilenle
bilinen özdeş olmasaydı bilme olgusu
gerçekleşemezdi ve nesne zorunlu olarak Kant'ın varsaydığı gibi bilinemez
olarak kalırdı.
Hegel'e göre bilinemezin
varolduğunu söylemek, ona bir kavram uygulamaktır, bir kavram uygulamaksa
onu bilmek demektir: Daha açık bir
deyişle, ona bilinemez demekle onu bilmiş oluyoruz. Evrende bilinmeyen ve
belki de sonsuzca bilinmeden kalacak
olan pek çok şey vardır, örneğin ayak basamadığımız bir uzay gezegeninde
neler olup bittiğini bilmeyiz, ama bu
onların yapısı gereği bilinemez oldukları anlamına gelmez. Evrende az
bilinen ya da çok bilinen şeyler vardır, ama
yapısı gereği bilinemez olan, eşdeyişle kendisine bir kavram uygulanamayan
hiçbir şey yoktur.
Bilinemez deyimi,
bizzat çelişik bir deyimdir. Kant'çı bilinemezciliği böylesine eleştiren ve
kökten çürüten Hegel bundan bilenle
bilinenin, eşdeyişle özneyle nesnenin özdeşliği sonucunu çıkarır. Açıkça
şöyle der: Felsefe, özünde, tümüyle
düşünceciliktir. Eski ya da yeni bütün düşünürlerin ilerisürdükleri ilkeler,
su, özdek, atom vb. nesneler değil,
düşünceler, eşdeyişle genellerdir (Hegel, Wissenschaft der Logik, son
bölüm). Hegel, böylece, evrenin ilk sebebi
olarak duyusal olmayan genelleri, eşdeyişle ulamları ele almakta ve
bunlardan da bir geneller geneline varmayı
amaçlamaktadır. Hegel, bu ulamları birbirinden çıkarsar ve her birinin
zorunlu olarak bütün ötekileri içerdiğini
ilerisürer. Amacı, açıklamanın zorunlu gereği saydığı birciliği (monizmi)
gerçekleştirmektir.
Bircilik gereğince
evrenin on iki tane ilk sebebi olamaz, bunların bir tek ilk sebepte
toplanması gerekir. Kaldı ki Hegel, Kant'ın on iki
sayısında dondurduğu ulamların çok daha fazla olduğu kanısındadır. Bundan
başka Hegel, kendinden önce ileri
sürülmüş bütün genellerin soyut geneller oldukları iddiasındadır, bundan
ötürü de içlerinde kendilerinden başka
hiçbir şey taşıyamaz ve dolayısıyla birbirlerinden çıkarsanamazlar, kendinin
ilerisürdüğü genellerse somut
geneller'dir ve bundan ötürü de tüm türlerini kendi içlerinde taşımakta ve
birbirlerinden çıkarsanabilmektedirler.
Demek ki sorun, ilk ulamı, bütün öbürlerinin kendisinden çıkarsanabileceği
ulamı bulmaktır. Bu ilk ulam, hem
zorunlu olarak ilk ve hem de en genel ulam olacaktır. Bir ulam, ne kadar
soyutlanabilirse o kadar genelleşir.
Demek ki ilk ulam, soyutlama süreciyle elde edilebilecek en soyut ulam
olacaktır. Neyi soyutlarsak soyutlayalım,
son soyutlamada daima varlık ulamını elde ederiz. Masayı, ağacı, kuşu bütün
niteliklerinden birer birer soyutlarsak
geriye daima bu masadır, bu ağaçtır, bu kuştur önermeleri kalır. Demek ki
bütün soyutlamalarda geriye kalan
daima ve sadece onların var oldukları, eşdeyişle varlık'larıdır. Öyleyse
varlık, bütün ulamların ilki ve hepsinin
sebebidir. Zorunlu olarak ilk, en genel ve en soyut ulam olan varlığı,
varlığından da soyutlarsak, onun tam karşıtı
olan yokluk'u elde ederiz. Demek ki varlık karşıtı olan yokluğu içinde
taşıyordu; yoksa yokluk varlıktan
çıkarsanamazdı: Hegel'e göre karşıtlar da birbirleriyle özdeştirler ve her
şey karşıtını da içinde taşımaktadır. Bunu
ilerisürme, cebimizde elli lira bulunmasının aynı zamanda elli lira
bulunmaması demek olduğu anlamına gelmez.
Çünkü birinin alanı soyut, öbürününse somuttur. Özdeşlik, özdeş olanların
birbirlerine geçiş'lerinin olanaklı
bulunduğunu gösterir. İşte bu geçiş, Hegel'e göre oluş'tur. Varlık, yokluk
ve oluş Hegel'ci mantığın ilk üç ulamıdır.
Hegel'ci eytişimde her üçlünün ilk ulamı olumlu'dur, bunun karşıtı da daima
olumsuz'dur. Eşdeyişle bir şeyin olması
için, aynı zamanda onun olmaması da gerekir. Birinden öbürüne geçişi
dilegetiren oluş k de böyledir.
Demek ki üçüncü ulam olan oluş, öbür ikisinin karşıtlığını ve aynı zamanda
özdeşliğini içerir, böylelikle ilk iki
ulamı, ikincinin birinciyi olumsuzlama'sını olumsuzlayarak uzlaştırır. Bu
sürece sav, karşısav, bireşim de denir.
Hegel'e göre us, çelişik olanda duramaz ve bundan ötürü de ilerlemeyi
zorunlu kılar. Bireşim yeni bir sav, ya da
olumsuzlamanın olumsuzlanması yeni bir olumlama olur ve karşısavını ya da
olumsuzunu ortaya koyar. Hegel,
eytişimsel üçlünün ilk terimine kendinde (Al. Ansich) demektedir ki bu da
Aristotelesin gizilgüç (Yu. Dynamis) ve
gerçekleşme (Yu. Energeia) deyimlerini karşılar. Her iki erekselci düşünüre
göre erek, gerçekleşmeden önce,
sebebinin içinde gizilgüç olarak vardır. Aristoteles'e göre nasıl meşe ereği
palamut sebebinin içinde gizilgüç
(bilkuvve) olarak bulunuyorsa Hegel'e göre de oluş ereği (Al. Zweck) varlık
sebebinin (Al. Grund) içinde öylece
gizilgüç olarak var bulunmaktadır. Bu mantık, son ulamın da ilk ulamın
içinde gizilgüç olarak bulunduğu gerçeğini
açıklar. Kavramlar, böylece, zorunlu olarak birbirlerinden oluşurlar.
Hegel'e göre her kavram ya da ulam (Al.
Kategorie, bir nesneye yüklenen nitelik), İdea'nın uğrak (Al. Moment)iarıdır,
eşdeyişle beliriş biçimlerinden biridir.
Evrenin temel ilkesi İdea (düşünce ya da ruh)'dır, evrensel oluşma İdea'nın
kendini açması'dır. Hegel şöyle der:
Benim bu mantık sisteminde izlediğim, daha doğrusu sistemin kendiliğinden
izlediği yöntem, tek gerçek yöntemdir.
Bunun böyle olduğu şundan da bellidir ki, bu yöntem nesnesinden ve
içeriğinden farklı değildir, çünkü nesneyi
ilerleten, kendi kendisindeki içeriktir, kendi kendinde taşıdığı eytişimdir.
Şurası açıkça bellidir ki bu yöntemin
gidişini izlemeyen ve onun yalın ritmine ayak uyduramayan hiçbir açıklama
bilimsel sayılamaz (Hegel,
Wissenschaft der Logik, Giriş, s. 41-2). Hegel'e göre us, kendisiyle
çelişende duramayacağı için kavramların
eytişimi çelişki yaratmayan bir ulama kadar sürüpgelir ve böylelikle birkaç
düzine ulam elde edilmiş olur. Kavramlar
eytişiminin sonunda varılan ve çelişki yaratmayan kavramsa bizzat kavram
(Al. Begriff, Fr. Notion) kavramıdır.
Hegel, Mantık adlı yapıtının başına şöyle yazmıştır: Varlık, kendinde
(gizilgüç) olarak nosyon'dur. Kavram ulamı,
kendinde ve kendisi için olarak, kendinden önceki bütün ulamları kapsar.
İdea'nın mantıksal serüveni böylece biter
ve kavram'ın karşıtı olarak doğa'ya geçilir. Hegel' in bundan sonra nesnel
bir doğa felsefesi geliştireceği
sanılmamalıdır, gerçekte dışlaşıp doğalaşacak olan gene İdea'dır.
Açılıp gelişecek olan doğa değil, gene de kavramdır. Çünkü Hegel'e göre
kavramla doğa özdeştir. Şöyle der: Bilim
üç bölüme ayrılır: 1- Mantık (Kendinde ve kendi için İdea'nın bilimi), 2-
Doğa felsefesi (Dış varoluşuyla İdea'nın
bilimi), 3- Ruh felsefesi (Dış varoluşundan gene kendi üstüne dönen İdea'nın
bilimi). İdea, önce, kendisiyle özdeş
olarak varolur. Aynı zamanda da kendi için olmak ereğiyle kendisine karşı
koyar. Çeşitli felsefeler İdea'nın birer
belirlenim (Al. Bestimmung)idir, bu çeşitli uğraklarda İdea açılıp
yayılmaktadır. Doğada da, ruhta da yeniden
karşımıza çıkan hep İdea'dır. Ama İdea orada bir dış varoluş biçimini
almıştır, burada kendinde ve kendi için
vardır. İdea'nın açığa çıktığı bu çeşitli belirlenimler, İdea'nın
duraklamadan içlerinden geçip gittiği birer uğrak (Al.
Moment)'tır.
Bunun içindir ki her özel bilim, kendi içeriğini hem gerçek bir
varoluşa sahip görmeli ve hem de aynı
zamanda kendi içeriğini daha yüksek bir varoluşa geçmek için basamak yerine
geçen bir aşama saymalıdır (Hegel,
Enzyclopaedie der Philosophischen Wissenschaften; XVii).
Özdekçiliği de içine alan tüm felsefeyi evrensel düşüncecilik sayan Hegel
(çünkü Hegel'e göre bizzat özdek de bir
kavramdır, eşdeyişle geneldir) Elea'cılarla Platon-Aristoteles geleneğine
dayanmakla beraber özellikle Spinoza,
Hume ve Kant'dan da yararlanmıştır. Martık'ında Spinoza'nın her belirlenme,
yadsımadır sözü son derece
önemlidir der (İbid, bölüm ii, s. 117). Örneğin bir şeyin güzel olduğunu
söylemek, eşdeyişle onu güzellik
yüklemiyle belirlemek, çirkin olduğunu yadsımak demektir. Hegel, Spinoza'nın
bu ilkesini tersine çevirip olduğu
gibi almıştır. Hegel'e göre her yadsıma, belirlemedir. Çünkü bir şeyin
çirkin olduğunu yadsımakla onu güzellikle
belirlemiş oluruz. Hegel'e göre yadsıma (eşdeyişle olumsuzlama) karşıtı olan
olumlama'yla özdeştir. Buradaki
olumlama deyimi, Spinoza'nın belirleme ya da sınırlama deyimleriyle aynı
anlamdadır. Örneğin her şeyin güzel
olduğunu söylemekle onu belirlemiş, bütün çirkinliklere karşı sınırlamış ve
aynı zamanda güzelliğini evetlemiş,
eşdeyişle olumlamış oluyoruz. Demek ki Spinoza'ya göre olumlamak
olumsuzlamak olduğu gibi, Hegel'e göre
olumsuzlamak olumlamaktır. Hegel'de olumsuzlama ya da eşdeyişle yadsıma,
yaratma'dır. Çünkü her şey,
olumsuzlanmakla varolur. Herhangi bir şeyin varolabilmesi için, her şeyden
önce olumsuzlamanın, ya da
yadsımanın olağanüstü gücü gereklidir. Herhangi bir şeyde olumsuzlanma gücü
(eşdeyişle ona karşı olanı, ona karşı
koyanı) yoksa o şey Hegelin deyimiyle ölür (son bulur). Bundan başka Hegelin
sonsuzluk (Al. Unendlich) kavramı
da Spinoza kaynaklıdır. Sonsuzluk, sınırsızlıktır. Spinoza'ya göre
belirlenmiş olmak sınırlanmış olmaktır.
Demek ki
sonsuz, belirlenmemiştir. Ne var ki, Spinoza, onun, kendinin nedeni (La.
Causa sui) ve eşdeyişle kendi kendisinin
belirleyicisi olduğunu söyler. Hegel de sonsuz kavramını tümüyle bu
Spinoza'cı anlamda kullanır. Hegel'e göre
sonsuz, zorunlu olarak, sonluyu içerir. Çünkü içermezse, böylece kendi
dışında bir şey bırakacağı için, kendisi
sonlu olur.
Bu, Hegelin temel varsayımıdır (Her şey, kendi karşıtını içerir). Hegel,
özellikle mekanik nedenselliğin
çürütülmesinde, Humeia beraberdir. Kant'tan da çok şey almakla beraber
temelde Kant'a bir karşısav olarak ortaya
çıkmıştır.
İnsan usuyla nesnel gerçeği tümüyle birbirinden ayıran ve
aralarına aşılmaz bir duvar çeken Kant'ın tersine
Hegel insan usuyla nesnel gerçeği bir ve özdeş sayar. Hegel'e göre gerçek
olan her şey ussal ve ussal olan her şey
de gerçektir. Ne var ki bu, ussalı nesnel gerçeklikten çıkaran bir deyim
değil, tersine, nesnel gerçekliği ussal sayan
bir deyimdir. Kant, doğayı saltık saymış ve düşüncenin bu alana asla
sokulamayacağını ilerisürmüştü. Hegel
düşünceyi saltık sayarak, Kant'ın tersine, doğanın, bu saltık düşüncenin
ürünü bulunduğunu savunmuştur. Bununla
beraber Kant'ın özellikle tarih görüşü, tarihi, sanki bir düşünce tarafından
yönetiliyormuşçasına önceden belirlenmiş
bir ereğe doğru ilerletir. Hegel'de de düşünce, doğada ve tarihte böylesine
içkindir. Her iki görüş de, belli bir
noktada, doğadan önce bir mantığın varlığını kabul eder.
Hegel, Küçük
Mantığa Girişinde şöyle demektedir: Yargı
gücünün eleştirisinin ilginç yönü, Kant'ın burada İde'ye kadar yükselmiş
olmasıdır. Kant felsefesi sadece burada
kurgusaldır.
Kant burada anlığın konusu olan genel'le sezinin konusu olan
tikel arasında kuramsal ve kılgısal us
öğretilerinden çok daha başka bir ilişki kurar. Ama bu ilişkiyi bir ilke
olarak koymaz, deneyde nasıl meydana
geliyorsa öylece verir. Doğanın iç erekliliği ilkesini bilimsel
uygulamalarında izleyip geliştirseydi bizi çok daha
derin bir anlam taşıyan alanlara götürebilirdi.
Çünkü bu ilke, bizi zorunlu olarak şu sonuca vardırır: Tümel, saltık, erek,
iyi evrende gerçekleşme haline gelmiştir
ki bu da, ereğini kendisi koyup kendisi gerçekleştiren bir güç tarafından,
eşdeyişle kendisinde tümelle tikel ve
özneyle nesne karşıtlığının silinip sadece saltık gerçekliğin belirdiği
Tanrı tarafından gerçekleştirilmektedir.
Gerçekten de Hegel'de Tanrı ve dolayısıyla Hıristiyanlık arasında çok sıkı
bir ilişki vardır. Hegelin temel üçlüsünün,
Hıristiyanlığın temel üçlüsüyle özdeşliği açıklanması gerekmeyecek kadar
bellidir. Kendinde İdea (Saltık varlık)
Hıristiyan üçlemesindeki Tanrı, ikinci aşama olan kendi dışında İdea (Doğa)
Hıristiyan üçlemesindeki İsa, üçüncü
aşama olan kendisi için İdea (Ruh) Hıristiyan üçlemesindeki kutsal ruh'tur.
Her iki üçlük de birbiriyle, karşıtlık
içinde, özdeştirler. Üçünün birliği saltık İdea'dır. Hıristiyan
tanrıbiliminde Tanrı nasıl insandan bağımsız olarak
varsa, eşdeyişle nesnelse, Hegel' in saltık İdea'sı da öylece insandan
bağımsız olarak vardır ve nesneldir. Hegel,
öznel düşüncecilik anlayışına şöylece karşı çıkar: Felsefe, din kadar
düşüncecidir (idealisttir). Çünkü din de,
felsefe gibi, sonlu'yu gerçek ve saltık bir varlık olarak tanımaz. Gerçek ve
saltık varlık, her ikisi için de sonsuz'dur.
Düşüncecilik, sonlu'nun düşünsel olduğunu söylemek demektir. Sonlu,
düşüncedir ama gerçek varlık değildir.Öznel düşüncecilikse sonlu'yu tek gerçek biçim sayar, onun dış varoluşunu
gözönüne almaz. Böylesine bir
düşüncecilik anlayışında hiçbir şey kaybedilmemektedir, çünkü içerik sonlu
durumuyla düşüncede kalabilir. Ama
hiçbir şey de kazanılmamaktadır, çünkü kaybedilen hiçbir şey yoktur (Hegel,
Wissensçhaft der Logik, I, s. 171).
Hegel idealizminin değeri, ünlü bir diyalektikçinin şu çok doğru sözünde
özetlenmiştir: Zeki idealizm, zeki
maddeciliğe aptal maddecilikten çok daha yakındır.
Hegelcilik, düşünsel felsefenin doruğu ve sonudur. Klasik felsefe ve kurgu
(spekülasyon), Hegelcilikle, yirmi beş
yüzyıl süren yapıtını bitirmiştir. Hegelcilik, kendi çağını kaparken gelecek
çağlara yön veren insansal imgelemin en
üstün başarısı olarak kalacak ve her zaman saygıyla anılacaktır.
Aristoteles, Kant, Descartes vb. gibi bütün büyük düşünürler, sistemlerinde,
idealizmle materyalizmi içeren, çift
yanlı bir karakter taşırlar. Hegel de, kendi çift yanlı sistemini, Kant
sisteminin bir yanını geliştirmekle kurmuştur.
Bu çift yanlılık, hemen bütün büyük düşünürleri, tümüyle birbirine karşıt
yorumlara elverişli kılmıştır. Bu çift
yandan, önceleri güçsüz görüneni, güçlü olanını aşmış ve kurucusunu
yadsımıştır. Hegelin açıkladığı evrensel
diyalektik yasanın gereği de bundan başka bir şey değildir.
Bu yadsıma, kimi
yerde öylesine güçlüdür ki, koca bir
çağı kökten değiştirir. Örneğin, Aristoteles'in idealist yanı ortaçağı
evrensel çapta güçlendirirken, bilimsel yanı
ortaçağın çöküşünü hazırlamıştır. Bunun gibi, büyük düşünür Hegel de, önce
sağ ve sol Hegelcilik adları altında
sisteminin her iki yanını karşıt alanlarda geliştirdikten sonra, materyalist
yanının idealist yanını yadsımasından ve
aşmasından kurtulamamıştır. Bu çift yanlılığın kaçınılmaz kargaşasına,
diyalektik materyalizmiyle kesin olarak son
veren Karl Marx'tır.
Öyle sanıyorum ki Hegel yaşasaydı: Beni öğrencilerimden sadece Marx anladı
diyecek, sonra da mutlulukla
ekleyecekti, hem de çok iyi anladı. İdealizm, 'gene de devam edecek. Ama
artık, Roger Garaudy'nin dediği gibi,
mızmız felsefeler olarak.
NANE RUHU.
Canlı örgenliğin özdeksel yanını dilegetiren Ar. beden (Tr.
Gövde) deyimine karşı olarak canlı
örgenliğin özdeksiz yanını dilegetiren Ar. ruh deyimi uçucu gaz
anlamındadır. Çoğulu ervah'tır. Bu anlammdan
ötürü de tuz ruhu, nane ruhu vb. gibi deyimlerde de kullanılır. Arapçada ruh
anlamı nefis deyimiyle dilegetirilir ki
can demektir. Canlı örgenlikler arasında insanın ruhu'nu dilegetirmek için
Arapçada nefsi natıka (Düşünüp
söyleyebilen can) deyimi kullanılır. Ruh deyimi dilimizde her ne kadar tin
deyimiyle özleştiriliyorsa da bu deyim,
canlı örgenliğin düşünsel yanı'nı dilegetiren Ar. zihin (Fr. Esprit, Al.
Geist, İng. Spirit, İt. Spirito) deyimini
özleştirmek için önerilmiştir. Ruh deyiminin antikçağ Yunan felsefesindeki
karşılığı psykhe (La. Anima), buna
karşı tin deyiminin antikçağ Yunan felsefesindeki karşılığı pneuma (La.
Spiritus)'dır. Bununla beraber ruh ve tin
deyimleri gerek Doğu ve gerek Batı dillerinde anlamdaş olarak da
kullanılmaktadır.
Her ne kadar ruh deyimi bir
canlılık ilkesi ve tin deyimi bir düşünme ilkesi olarak tanımlanmaktaysa da
bu iki deyim arasındaki anlam
karışıklığı devam etmektedir. Bu tanıma göre canlı örgenlikler arasında
hayvan sadece ruhlu, insansa hem ruhlu ve
hem tinli bir varlıktır. Ruh ve tin deyimlerinin gerek Doğu ve gerek Batı
dillerindeki etimolojik kökenleri de soluk
(Ar. Nefes) anlamında birleşmektedir. Örneğin antikçağ Yunan felsefesindeki
psykhe (Ruh )deyimi de pneuma
(Tin) deyimi gibi soluk demektir, Latincedeki anima (Ruh) deyimi de spiritus
(Tin) deyimi gibi soluk anlamındadır.
Arapçadaki ruh sözcüğünün kökeni yel (Hava, rüzgar) anlamına gelen rih
(Çoğulu: Riyah) sözcüğüdür, kokulu
hava anlamına gelen Arapça rayiha sözcüğü de bu kökten türemiştir.
Ruh anlamını dilegetiren Almanca seele ve İngilizce soul deyimleri Got'ların
dilindeki yelli hava (Fırtına) anlamını
dilegetiren saivala sözcüğündan türemiştir. İngilizcedeki hortlamış ruh
(Cadı) anlamını dilegetiren ghost deyimiyle
Almancada tin anlamını dilegetiren geist deyimleri Flamanca hava anlamını
dilegetiren gaz sözcüğünden türemiştir.
İbranicede ruh anlamını dilegetiren nefes ve revah (Eloah) deyimleri soluk
anlamındadır. Sanskritçede ruh anlamını
dilegetiren atma deyimi aynı zamanda hava (Yel) demektir. Eski Yunancada
buhar ve hava anlamlarına gelen atmos
sözcüğü de Sanskritçeden geçmedir ki hava yuvarı anlamına gelen atmosfer (Fr.
Atmosphere) deyimi de bu kökten
türemiştir. Görüldüğü gibi, özel ve felsefesel anlamları içinde de ruh ve
tin deyimleri insanlarca hep soluk-hava
olarak tasarımlanmıştır: Canlıcılara göre ruh tasarımı, uykuyla uyanıklığın
birbirine karıştırılmasından doğmuştur.
İlkel, düşünde gördüklerini uyanıkken gördükleriyle bir tutar; düşünde
gittiği yere gerçekten gitmiş olduğuna inanır.
Buysa bedenden çıkıp ortalıkta dolaşan can tasarımını gerçekleştirmiştir. Bu
bedenden çıkıp dilediği yere gidebilen
can, bedenle kıyaslanamayacak kadar akıcı ve yumuşaktır, çünkü ağız ve burun
gibi küçücük deliklerden de
çıkabilmektedir. Ama bu can-ruh gene de bedenle sıkıca ilişkilidir, çünkü
ilkel, bedeninde varolan yarayı ruhunda
da varsayar, bundan ötürü de öldürdüğü düşmanının elini keser ve böylece
onun ruhunun ok atmasına engel
olduğunu sanır. Ruh (Fr. Ame)'un tin (Fr. Esprit)'e dönüşüp nasıl tanrı
olduğu da canlıcılarca şöyle
açıklanmaktadır: Ruh, bedenle ilişkili olmakla beraber, bedene bağlı
değildir; çünkü dilediğince çıkıp
dolaşabilmektedir. Ne var ki insanın yaşamında ruh bedenden çıkıp gezip
dolaştıktan sonra yeniden bedenine girer
ve orada oturur. Ama insan ölüp de bedeni çürüyünce bu ruh ondan kaçar,
bedeninden kurtulur ve insanlar arasında
serbestçe gezip dolaşmaya başlar. işte bu serbest ruh tin'dir.
Dilediği
insanın bedenine girer ve ona iyilik ya da
kötülük eder. İnsanlar, bu tinlerin kötülüklerinden kurtulup iyiliklerine
kavuşmak için onlara adaklar vermeye,
kurbanlar kesmeye, onlardan dileklerde bulunup dualar etmeye başlamışlardır.
İşte tin böylece tanrılaşmıştır. Bu
olay ölümle gerçekleştiğinden ilk tanrılar ölü ata ruhlarıdır, ilk kurban
kesme ve dua etme yerleri de mezarlıklardır.
Ata ruhlarına tapımı doğaya tapım izlemiştir. Çünkü ilkeller tüm doğanın
ölmüş ata tinleriyle dolu bulunduğunu
varsaymışlardır. Ölmüşler canlılarla kıyaslanamayacak ölçüde çok olduklarına
göre, tüm doğa bunlarla tıklım tıklım
dolmuş olmalıdır. Doğanın kımıldayan (devinen) her yanında (ağaçlarda,
sularda, yellerde vb.) bu tinler sardır (bkz.
Tylor, La Civili,sation Primitive, c. I, s. 326- 555).
Düşünceciliğin ruh
anlayışı tümüyle Hıristiyan tanrıbilimine ve
metafiziğine dayanır. Antikçağın Parmenidesinden günümüze kadar sürüpgelen
ve düşüncecilikle metafiziğin
başkavramı olan tek, değişmez, varoluşu bulunmayan varlık kavramının
kaynağı, Musa dininin tanrı Yahova'sıdır.
İbr. yahova deyimi odur, eşdeyişle dır, eşdeyişle varlık anlamındadır. Neyi
soyutlarsanız soyutlayın hep bu dır'ı,
eşdeyişle varlık'ı elde edersiniz. Özellikle Platon'un varsayımına göre tüm
nesneler, onlara yüklediğimiz
kavramlarla varlaşırlar. Örneğin ağaç yeşildir, dallıdır, yapraklıdır,
uzundur ya da kısadır. Bütün bunlardan
soyutlayın, ağaçtan ortada sadece dır (eşdeyişle odur, İbr. yahova) kalır.
Varlığı (ne türlü olursa olsun, herhangi
bir varlığı) bu dır'dan, eşdeyişle varlığından da soyutlayın, yokluğu elde
edersiniz. Daha açık bir deyişle, tüm
kavramsal yüklemlerinden ve sonunda da kendiliğinden soyutladığınız kuş,
ağaç, insan, taş, meyve, yıldız ve sayısız
nesnelerden ortada sadece bir yokluk kalır. İşte bundan ötürüdür ki
düşünceciliğe ve metafiziğe göre gerçek varlık,
var olan değil, varolmayandır. Buysa tek'tir, çünkü tüm sayısız nesneler
soyutlamalar sonunda buna indirgenir.
Sayısız nesnelerin çokluğu bu teklikte böylece birleşir. Her şeyin kökeni de
bu değişmez, bizzat varoluşu (Fr.
Existence) bulunmayan, bu teklik olduğuna göre demek ki' asıl varlık (Fr.
Etre) odur, buysa evrende varoluşu
bulunan tüm şeylerin varedicisi bulunduğu pek açık olan tanrı'dır. Ruh da
bunun için özdeksizdir, çünkü var
değildir, eşdeyişle yoktur. Parmenides-Aristoteles-Platon üçlüsünden
Berkeley'lere, Hegel'lere kadar sürüpgelmiş
bulunan tüm idealizmin dayandığı mantık bundan ibarettir. Bu mantığa
uyarsanız siz de pek doğal olarak bir evren
ruhu (Os. Ruhül kainat, Fr. L'ame du monde)'nun sözünü etmek ve her şeyi
onunla açıklamak zorunda kalırsınız.
Çünkü, bu mantığa göre, ondan başka hiçbir şey yoktur. Bu mantığa uyarsanız
siz de pek doğal olarak Berkeley gibi
evreni özdeksiz saymak zorunda kalırsınız, çünkü ondan başka hiçbir şey
bulunmadığı gibi varbulunmayan bir şeyde elbette özdeksel olamaz. Ama bu mantığa uyarsanız, pek büyük bir mantıksızlık etmiş olacağınız da şüphesizdir.
İdealizmin vardığı sonuç şudur: Evrende tek varlık (Ruh, Tanrı) vardır, o da
var bulunmayandır. Ruh kavramının
idealist ve metafizik felsefedeki serüveni budur. Eytişimsel ve tarihsel
özdekçi felsefe ruh kavramını; metafiziğin ve
idealizmin bilimdışı tüm yakıştırmalarından arındırmış ve onu nesnel
gerçekliğin yüksek derecede örgenleşmiş
özdekte imgeler biçimindeki yansısı olarak tanımlamıştır.
Ruhsal yan,
özneyle nesnenin karşılıklı etkileşiminde,
toplumsal-tarihsel bir ürün olarak öznede meydana çıkar. Toplumsal-tarihsel
bir yaşam süreciyle belirlenmiştir. Bu
belirlenimin sonucu olarak öznede duygular ve düşünceler halinde biçimlenir,
insan örgenliğinin iç dünya'sını
meydana getirir. Bu iç dünyada olup bitenler, temelde, nesnel gerçeklikte
olup bitenlerdir. Ne var ki insansal bilinç,
nesnel gerçekliğin öznede yansıyan imgelerine kendi etkinliğini de katar ve
onları zenginleştirir. Eşdeyişle, nesnel
gerçekliği sadece bir ayna gibi yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu yaratır
da.
Bundan ötürüdür ki kimi insanlara, öbürlerinden farklı olarak; yüce ruhlu
deriz.
Friedrich Engels şöyle der:
İnsanlar kendi fizik yapıları üstünde hiçbir bilgiye sahip olmadıkları
çağlarda, düşlerinde gördüklerine dayanarak şu
düşünceye varmışlardı: Duygu ve düşünceleri, gövdelerinden değil,
gövdelerinin içinde bulunan ve ölümle beraber
gövdelerini bırakıp giden ruh'tan gelmektedir.
İşte o zamandan beri ruh'la
dış dünya arasındaki ilişkiler üstünde kafa
yormaları gerekti. Ruh, ölümle gövdeden ayrıldığına ve yaşamaya devam
ettiğine göre, demek ki ölmüyordu. Ruhun
ölmezliği düşüncesi de böylece doğdu Bu, bir avunç olarak değil, tam
tersine, kendisine karşı bir şey yapılamayan
bir alınyazısı olarak ele alındı. Ruhun ölmezliği, çoğunlukla, özellikle
eski Yunanlılarda bir mutsuzluk sayılmıştır.
Bu sıkıntı, o zamanlar içinde bulunulan genel bilgisizlikten ve gövdenin
ölümünden sonra da yaşadığı bir kez kabul
edilince ardından insanın ölümsüzlüğü gibi can sıkıcı bir kuruntuyu da doğal
olarak getirecek olan ruh'a ne
yapılması gerektiğini bilememekten doğan bir sıkıntıdır (Etudes
Philosophiques, s. 24. Kimi sözcüklerin altını
ben çizdim. O. H.). Ruh, ilkin bir açıklama ve sonra inanç konusu olan ve
daha sonra egemen sınıfların işlerine
yaradığı ölçüde yaygınlaşan bütün bu masalların dışında, özdeğin hayvansal
evrim sürecinde sinirler ve beyin
olarak örgenleşmiştir. İnsansal evrim sürecinde ruhsal oluşmaya dil ve
bilinç olguları da katılmıştır. Böylelikle
canlı örgenlik, dış dünyaya uyabilme yapısını gerçekleştirmiştir.
Ruh
kavramı, dış dünyaya uyabilmeyi
gerçekleştiren bu öznel yapıyı dilegetirir.
1849 yılında doğacak olan bir büyük bilgin, Pavlov, ruh'un gerçek niteliğini
tüm ayrıntılarıyla sergileyecek.
TAŞI PARÇALAYAN MANTAR.
Kasırgalar, şimşekler, gök gürültüleri arasında
madenler, bitkiler, hayvanlar...
Bütün bu olup bitenler neden? Madenler, bitkiler, hayvanlar içinde bu soruyu
sorabilen ilk varlık insan'dır.
İnsanın mutluluğu da, mutsuzluğu da bu yüzden. İnsan bu sorudan, onu
çözünceye kadar, kurtulamayacak.
Yüzyıllardan beri sorulan bu soruya pek çok karşılık bulunmuş, oysa hiçbiri
yetmemiştir.
Düşünce zincirine katılan
bir Alman düşünürü, Arthur Schopenhauer (1788-1860) de bu soruya şu
karşılığı veriyor: Bütün bu olupbitenler
bir iradenin sonucudur. Bu iradeyse var olma isteği'nden başka bir şey
değildir.
Ben bir deneyler ve gözlemler dünyası içindeyim, diyor Schopen-hauer. Ne
ilk, ne de sonla uğraşamam. Benim
bulabileceğim ancak bu deneyler ve gözlemler dünyasının gerçeğidir. İlk ve
son, bu dünyanın dışındadır. Ben,
deneyler ve gözlemler dünyamın ışığında bütün olupbitenlerin bu iradeden, bu
var olma isteğinden doğduğunu
görüyorum. Deneylerim ve gözlemlerim bana bu sonucu veriyorlar. Önce
bedenime bakıyorum. İşte bedenim bu
iradenin, bu isteğin ürünüdür. Bedenim, olaylaşan (hadise haline gelen)
irademdir. Bedenim, var olma isteğimden
doğdu Bunu sadece kendi bedenimde değil, gözlemler ve deneyler dünyamın
bütün objelerinde görüyorum: İri
dişler parçalamak isteğinin, çevik bacaklar kaçmak isteğinin, kocaman
gözbebekleri karanlıkta görmek isteğinin,
uzun gagalar sürüngenlerle beslenmek isteğinin ürünüdür. Bu istek hangi yöne
çevrildiyse yaratma ona uygun oldu.
Kendimden yola çıkarak evrene doğru yürüyor, evrenin de bu istekle var
olduğunu görüyorum.
Kendim için edindiğim düşünce, dışımdakiler için de bana bir fikir verir.
Çünkü ben, sadece bir süre olsaydım,
objeleri hiçbir zaman bilemezdim. Ben, başka düşüncelerin objesi olduğum
gibi, kendi düşüncemin de hem süresi
hem objesiyim. Şu halde kendim için de bir objeyim ben.
Bundan da şu sonucu
kolaylıkla çıkarabilirim: Bütün
objeler, benim olduğum şeydir.
Ben, bir süre (düşünen) olarak, dışımdaki objeleri (düşünülenleri) nasıl
idrak ediyorsam, kendimi de öylece idrak
ediyorum. Bir kuşu, bir ağacı, bir başka insanı gördüğüm gibi görüyorum
kendimi de. Şu halde, ben, kendim için
de, dışımdaki bir kuş, bir ağaç, bir başka insan gibiyim. Obje olduğumun
idraki bana, bütün objelerin, objektifleşen
alemin, evrenin gerçeğini de vermektedir. Benim yapım, onların da yapısıdır.
Evren, benden başka türlü olamaz.
Öyleyse bütün objeler de, evren de aynı var olma isteğinin, aynı iradenin
ürünüdür. Temel, bütün akılcıların
savundukları gibi düşünce değil, iradedir. Düşünce, ondan sonra gelir ve
onun bir gösterisidir.
Biz, öz olarak,
iradeyiz. Evren de, öz olarak, iradedir. Evreni var eden yaşamak isteğidir.
Mantar ışığa ulaşmak için taşı parçalar.
Bu istek, öylesine güçlü bir istektir.Ya ölüm?.. Ölüm, bir görünüşten başka bir şey değildir. Gerçekte ölüm
yoktur, yaşamak vardır. Ölüm de yaşamak
içindir. Ölümü önemseyişimizin nedeni, doğumu önemseyişimizdir. Doğum da,
ölüm de yaşamak iradesinin birer
görünüşünden ibarettir. Görünüşler ne olursa olsun yaşamak sürüp
gitmektedir. Ölüm kendi objemiz için pek
önemli görünmektedir ama, insan objesinin yaşama isteği için zorunludur.
Sonsuz sürekliliğin bir parçası oluşumuz
bizi avundurmalıdır.
Kendilerini öldürenler sadece acı çeken bedenlerinin
acısına son verebilirler, sonsuz
sürekliliklerine engel olamazlar.
Evren, sonsuzca birbirini yiyenlerin yeridir. Şu halde asıl olan erdem
değil, erdemsizliktir. Dünya, Leibniz'in
sandığı gibi, mümkün olan alemlerin en iyisi değil, tersine, en kötüsüdür.
Acı, sevinçten çoktur. Parçalanan
hayvanların acılarıyla onları parçalayanların sevinçlerini karşılaştırın.
Erdemi; madenler, bitkiler ve hayvanların
dışında, sadece insanlık alanında değerlendirmeye kalksak bile öldürmeler,
yalanlar, yağmalar, entrikalar arasında
boğulup kalırız. Tarihin bir yaprağını okuyan hepsini okumuş demektir.
Erdem, bir düşünce olarak, evren düzenine
aykırıdır. Yaşama irâdesi açısından erdemi aramak boşunadır, çünkü onu
böylesine bir boğuşma içinde bulamayız.
Ölçüler, kendini yenme çabaları, çalışma sevgisi, incelmiş bir bencillikten
başka bir şey değildir. Bu incelmiş
bencilliğe (splendida vitia) erdem adını vermekle yetinmeliyiz.
Erdem denmeye değer tek eğilim, acımak'tır. Acımaktan başka erdem adına
bürünen bütün değerlerin gizli amacı,
yaşama ve var olma isteğidir. Acımak, her türlü bencil tutkunun dışında bir
eğilimdir. Gülmek ve ağlamak gibi
acımak da insana özgüdür. Madenler gülmez, bitkiler ağlamaz, hayvanlar
acımaz. İnsan acır ve büsbütün mutsuz
olur. İşte erdemin insana kazandırdığı.
Schopenhauer, acımak erdemini Budist töresinden almıştır. Budizmin töresel
ilkesi acımak ve sevmektir. Budist
töresinin son sözü de vazgeçmedir. Her türlü isteklerden, tutkulardan,
gerektiğinde de yaşamaktan vazgeçme... Bu
vazgeçiş, Budisti sonsuz mutluluğa kavuşturmakta, nirvana'laştırmaktadır.
Schopenhauer, Hıristiyanlığı da bu
açıdan eleştiriyor ve onu Doğu'dan aldığı bu ilkelerden ötürü doğru,
Yahudilikten aldığı ilkelerden ötürü yanlış
buluyor. Schopenhauer'e göre İsrailoğulları, bütün ırklar içinde, yaşamaya
sıkıca yapışmış ve yaşamaktan ne
pahasına olursa olsun vazgeçmemeye karar vermiş tek ırktır.
Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan çok daha iyidir, diyor Schopenhauer. Var
olmak, acı çekmek anlamını
taşır. Olumlu mutluluk sonsuz bir kuruntudur. Olsa olsa olumsuz bir
mutluluğa kavuşabilir insanlar, bu olumsuz
mutluluk da acılarının kısa sürelerle azalmasından ibarettir.
Parmağınıza
bir iğne batar, acı duyarsınız. İğneyi
çıkarır, acınızı dindirerek sevinirsiniz. Mutluluğunuz bu kadarcıktır, daha
çoğunu beklemeyin. Bin bir yeni bela
sizleri hiçbir zaman rahat bırakmayacaktır. O belaları birer birer yok
'etmeye çabalamakla geçecek ömrünüz. Birini
yok edince de, ardında ikincisinin sizi beklediğini düşünmeden, mutlu
sanacaksınız kendinizi. Bu yüzdendir ki
cinsiyeti yaymak büyük bir kötülüktür. Bilinciniz bu kötülüğün utancını
taşır. Evlenmek, kendini yenmek gücünü
gösteremeyenlere acımadan ötürü verilmiş bir izindir. İsa'nın babasız
doğuşunun ince anlamı da buradadır. Çünkü
İsa, böylesine utanç verici bir kötülüğü işleyen bir adamın oğlu olamazdı.
Düşünce gücümüz, tutkularımızın,
eğilimlerimizin boşluğunu anlamak içindir. Bunu anladıktan sonra
vazgeçmelere doğru yöneliriz. İçimizde,
çevremizdekilere karşı bir acımadır başlar. Tüze (adalet) duygumuz gelişir.Schopenhauerin bu kötümserliği, şu sıralarda on yaşında bulunan Nietzsche'de
doruklaşacak.
EVET DİYEN İNSAN.
XViii'nci yüzyıl Almanya'sı, düşünce düzeninin ekonomi
düzenine dayandığını elle
tutulurcasına belirten bir örnektir. Sırtları ısınan, karınları doyan,
geleceklerine güvenle bakabilen insanlar
düşüncenin mutluluklarına ulaşmaya çalışıyorlar. Büyük aşklarla büyük
düşünceler gelişiyor.
Yükselmenin
engelleri kırılmıştır. Kitapçılar, operalar, tiyatrolar çoğalıyor. Yaşamanın
ilk gereklerini yoluna koyan insanlar
resim seyretmek, müzik dinlemek istiyorlar. XVii'nci yüzyılda başlayan bu
gelişme zinciri içinde; artık, bir
nalbantın oğlu terzi, terzinin oğlu okumuş, okumuşun oğlu da Almanya'nın en
büyük ozanı olabilecektir. Kişinin
mutluluğu, toplumun mutluluğuna bağlanıyor. Geçici mutluluklarla yanıla
yanıla ilerlemeye çalışan insan, sonunda,
bu sürekli mutluluğu bulmuştur, en büyük gerçeğe erişmiştir: Yaşamak
güzeldir (Wie es auch sei, das leben, es ist
gut).
Goethe (1749-1832), bu sonuca varabilmek için insan ikiliğinden, akla
karadan yola çıkıyor. Bu ikilik, iyilikle
kötülüktür. İnsan (Doktor Faust), bu ikiliğin çarpıştığı alandır. Goethe, 58
yıl, 1773'ten 1831'e kadar bu ikiliği
bire indirmeye uğraşacaktır. Bu uzun düşünce yılları sonunda vardığı gerçek
şudur: İnsan, evet demelidir.
Goethe'ye göre, büyük gerçeğe varabilmek için kötülüğü yardıma çağırmak
gücünü gösterebilen insan, iyilik
düşmanı değil, iyilik arayıcısıdır. Çünkü insanın öz kaynağı erdemdir.
Şeytan (Mefisto), ne yaparsa yapsın, insanı
bu öz kaynağından ayıramayacaktır. İnsan sonunda aydınlığa çıkacak, insan
kalmasını bilecektir; hayatı
yargılayamayacağını anlayacaktır. Hayat, kendiliğinden ne iyi, ne de
kötüdür, neyse odur. İnsan, ona katlanmalı,
evet demelidir. İnsan, hayatın doğal koşullarına boyun eğmeli, ruhunu
yenmeye çalışan cismini dizginlemeyi
bilmelidir. Hayat, ancak o zaman, sürekli bir mutlulukla mutsuzluklar
kovalamacası da olsa, yaşanmaya değer.
Yaşamak, insanlık toplumunun ortak gücüne katılmakla, güzeldir. Dehanın
ödevi, bu gücü en yararlı amaca
yöneltmektir. İnsana sevinç duyuran, yeryüzü cennetinin kapılarını açan, bu
amacı vicdanında duymasıdır.
Böylesine bir sevinci duyuran, yeryüzü cennetinin kapılarını açan Mefisto
değildir; insanın, Mefisto'ya rağmen,
kendi kendine eriştiği bu bilinçtir. İnsan, ancak bu bilince eriştiği ana;
geçme dur, o kadar güzelsin ki... diyebilir.
Goethe'nin uzun şiiri, Tanrıyla şeytanın (iyilikle kötülüğün), insan üstünde
bahse girişmeleriyle başlıyor. İnsan,
hangisinin olacaktır? Tanrıya göre insan, bilinmezi araştırdığı sürece
yanılabilir, sonunda nasıl olsa üstün
yaratılışını anlayacak, kendisine dönecektir. Şeytansa (Mefisto), insanın
hiçbir zaman Tanrıya dönmeyeceği,
bencilliğinin, bundan ötürü de kendisinin tutsağı olarak kalacağı
kanısındadır. Doktor Faust, böylesine bir bahis
için iyi bir alandır. Çünkü, her iki güce de sırt çevirmiş, şeytanı olduğu
kadar Tanrıyı da kendinden üstün
saymamıştır.
Gerçeği aramak için tozlu kitaplarına gömülerek ömrünü
geçirmiş, sonunda bula bula şunu bulmuştur:
Başlangıç sözdü, diye yazılı. Daha buradayken duralıyorum. Söze o kadar önem
vermemeliyim. Başlangıç
düşünceydi. Oysa, her şeyi var eden düşünce midir? Başlangıç güçtü.
Ama bunu yazdığım anda burada kalamayacağımı anlıyorum. Öyleyse, başlangıç
eylemdi.
Doktor Faust, bıkmış usanmıştır, ömrünü boşuna geçirdiği kanısındadır.
Kendisini öldüreceği sırada karşısına
Mefisto çıkıyor. Mefisto ona, hayatın yaşanmaya değer bulunduğunu, o kadar
güzelsin ki, geçme dur...
diyebileceği anları olacağını söylemektedir. Faust, hayatın böylesine
büyüleyici anları olabileceğine
inanmamaktadır. İkinci bahis, şeytanla insan arasında tutuşuluyor.
Mefistö,
Faust'a bu anları yaşatacak, Faust da
öbür dünyada Mefisto'ya ruhunu verecektir. Faust, dünya zevklerini, ruhunu
vererek satın almaktadır. Ruhunu
kurtarmak için yaşamanın hiçbir anına, geçme dur, o kadar güzelsin ki...
dememesi gerekiyor.
Dayanamayıp bunu
söylerse bahsi kaybedecektir.
Tanrıya göre insanların bu denemelerinin hiçbir önemi yoktur, sonuç
kesindir; insan yanılmak içindir, yanılanlar
sonunda sürüye dönecektir: Siz, öz Tanrı çocukları, yaşayan zengin
güzelliklerden tadınız. Sonsuza değin
yaşayacak evren, sizleri sevginin bitmez tükenmez tatlılıklarıyla sarsın....
Bahçıvan, yeşillenen fidanın gelecek
yıllar çiçeklerle süsleneceğini bilmektedir.
Faust'un bıkmış usanmışlığı
ahmaklığının sonucudur, ruhunu şeytana
satması da ahmaklığının tepkisidir. Gerçekte, cennetle cehennem, şeytanla
Tanrı, onun benliğinde çarpışmaktadır.
Şeytanla Tanrının diyaloğu, Doktor Faust'un iç diyaloğudur: Ah, benim içimde
iki ruh yaşıyor. Biri ötekinden
ayrılmak istiyor. Bu, kaba tutkularla dünyaya sarılırken, şu, tozların
arasından hızla kalkarak ulu ataların yurduna
yükseliyor.... Faust'un sözünü ettiği, tozlar, yıllarca, dünya
mutluluklarına sırt çevirerek üstüne kapandığı
kitaplarının tozlarıdır.
Doktor Faust, göksel Tanrıya benzemediğini sezmektedir. Yeryüzünün ruhu
kendisine daha yakındır. İnsanların
her yerde acı çektiklerini görmüş, saf ve hafif gün'ü aramıştır: Ah,
felsefe, hukuk, tıp, maalesef Tanrıbilim. Bütün
bunlara ateşli bir istekle çalıştım. İşte ben, zavallı çılgın, neysem gene
oyum. Hey dolunay. Bana kağıt, kitap
yığınları üstünde görünürdün. Ah, senin sevimli ışığında dağ tepelerinde
gezinebilseydim, kara oyuklar çevresinde
ruhlarla uçuşabilseydim, alacakaranlığında çimenler üstünde dolaşabilseydim,
bütün bilgi sislerinden sıyrılıp senin
şebnemlerinde yıkanarak sağlığa doğabilseydim...
Oysa kendini sadece hayata vermek için çok yaşlıdır, isteksiz olmak içinse
çok gençtir. İnsanlığın en büyük gücü
sayılan bilgiyle düşünceden tiksinmektedir. Şehveti isteyecek, ama sevinç
bulduğu için değil, çok acı veren zevk
olduğu için. Bilgiye susamanın etkisinden kurtulan kalbi, artık hiçbir acıya
kapalı kalmamalı: Eğer, geçen ana dur,
o kadar güzelsin ki dersem... O zaman beni zincirleyebilirsin. O zaman
sevinçle yok olmaya razıyım. O zaman
ölüm çanları çalabilir. O zaman görevim bitmiş olur. O zaman saat dursun,
yelkovan düşsün, vaktim tamam olsun.
Çocuk çocuktur, oyun da oyun. Grethenin bir bakışı bu dünyanın bütün
bilgilerinden daha değerlidir. Zeka denilen
şey ahmaklıktan başka bir şey değildir, niçin masumluk kendi kutsal değerini
bilmez? Yapılacak tek şey, kendini
bütünüyle vermek, sonsuz olması gereken mutluluğu duymaktır. Umutsuzluk
mudur bu? Hayır, sonsuzluktur. Kim
Tanrıya inanıyorum diyebilir, kim ona inanmadığını söyleyebilir? Mutluluğu
içinde duyunca ona ne ad takarsan
tak, mutluluk de, aşk de, kalp, de, Tanrı de, ne dersen de. Ad, göklerin
parlaklığını sislendiren bir sestir ama, duygu
her şeydir. Grethenin kolları arasında göklerin sevinci nedir ki? İnsan için
tam olan hiçbir şey yoktur; istekten
zevke doğru akacak, zevkin kucağındayken gene isteğin özlemini çekecektir.
İnsan, bu ikilikten kurtulamayacak.
İstek, zevk, gene istek, gene zevk, yeniden istek, sonunda, keşke dünyaya
hiç gelmemiş olsaydım....
Fırtınadan sonra gökte ebemkuşağı görünür. Ebemkuşağı, insanlık eyleminin
göğe vuruşudur. Bu renkler hayattır.
Yalnızlık içinde yaşayan, çevrelerinde ne mekan, ne de zaman bulunmayan
Tanrıçalar annelerdir. Oluşum,
değişim... İşte annelerin sonsuz düşüncelerinin sonsuz diyaloğu...
Güzellikleri yakaladığını sanırsın, elinde bir
süpürge sırığı, bir değnek, bir mantar kalır. İnsandan her zaman kaçacak
olan, sükunu tatmaktır. Doktor Faust,
sadece bunu tatmadan, özlediği zevklerin her birini tadarak yüz yaşını
bulmuş, oysa hiçbir mutluluğa, geçme, dur!
dememiştir. Tam öleceği ana, geçme, dur! diyecek, fakat gene de bahsi
kaybetmiş olmayacaktır. Çünkü, artık
aydınlığa kavuşmuş, evet demesini öğrenmiştir. Onu aydınlığa kavuşturan, Mefisto'nun önüne serdiği mutluluklar
değil, kendi öz varlığıdır. Tanrı, şeytanla bahse tutuşurken insanın bu öz
varlığına güvenmişti. Bu öz varlık,
sonunda, gerçeği bulmuştur: Sağduyunun son yargısı şudur: Hayat o
kimsenindir ki, her gün onu yeniden kendinin
eder. Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasında bulunmak istiyorum. O
zaman, geçen ana, dur, o kadar güzelsin
ki, diyebilirim. O zaman, yeryüzünde geçirdiğim günlerin izi kaybolmaz.
Böyle bir mutluluğun önsezisi içinde,
şimdi, o en yüksek anın zevkini tadıyorum.
İnsanlar, o kadar güzelsin ki, geçme, dur!.. diyebilecekleri bir yaşamın
özlemi içindedirler.
DOKTOR JEKYLL VE MİSTER HYDE.
Peki; Goethe'nin insanlarda varsaydığı bu
ikilik, iyilikle kötülük,
birbirinden ayrılamaz mı? Kendinde hiç kötülük bulunmayan tüm iyi bir
insanla kendinde hiç iyilik bulunmayan
tüm kötü bir insan varolamaz mıydı? İşte ondokuzuncu yüzyıl İngiltere'sinin
çok okunan romancısı Robert Louis
Stevenson(1850-1894) da bunu tasarlıyor. Romantik bir açıdan işlediği bu
tasarımın sonucu Mister Hyde'dir.
Mister Hydein erdemli insanları ürperten bir dış görünüşü var.
Onunla karşılaşanlar sarsılıyor, tiksinti duyuyorlar. Biçim, özün aynasıdır.
Stevenson da bu bilgiye dayanarak
Mister Hydein biçimini özüne uygun kılıyor. Karşımıza çıkardığı her bakımdan
bir canavardır.
Stevenson bu işe, bir düşünce adamı olmaktan çok, bir romancı olarak
girişmiştir. Doktor Jekyll'e söylettiği şu
sözlerle çıkış noktasını açıklıyor: En büyük kusurum taşkın bir neş'em
olmasıydı. Bu neş'e birçoklarını mutluluğa
ulaştırmıştır. Ama ben, başımı her zaman yükseklerde tutmak, herkesin önünde
çok ağırbaşlı görünmek isteğiyle
yandığım için, bu neş'eyi saygıdeğerlik isteğimle uzlaştıramıyordum.
Neş'emin, tadını gizlice çıkarabilirdim, öyle
yaptım. Ne yaptığımı düşünecek bir çağa varıp da çevreme baktığım, toplum
içindeki durumumun bilançosunu
çıkardığım zaman kendimi güçlü bir hayat ikiliğine düşmüş buldum. Kendimi
sorumlu tuttuğum yolsuzlukları
hastalık denecek kadar utançla ayıp sayıyor, başkalarından gizliyordum.
İçimdeki isteklerin egemenliği, insanın çift
yüzlü tabiatını hem ayıran hem birleştiren o iyilikle kötülük dünyalarını,
bende, birçoklarında olduğundan daha
derin bir uçurumla ayırıyordu. Bu yüzden, dinlerin temeli olan, acıların en
büyük kaynağı o çetin hayat kanununu
sürekli olarak düşünmeye başladım. Bu kadar geniş bir ikilik içinde
bulunduğum halde ikiyüzlü değildim,
kişiliğimin her iki yönündeki davranışları da içtendi. Araştırmalarım
gittikçe şu gerçeğe yaklaşıyordu İnsan,
gerçekte, bir değil, iki kişilik taşımaktaydı. Ben iki diyorum, çünkü bilgim
beni daha öteye götürmedi. İlerde, bu
yolda araştırmalar yapanlar elbette beni geride bırakacaklardır. Sonunda
insanın, birbirini tutmaz, birbirine
benzemez, birbirleriyle ilgisiz birçok nesnelerin topluluğundan başka bir
şey olmadığı görülecek. Buna
inanıyorum.
Stevenson'a göre, insanın mutluluğuna engel olan, bu iki kişiliğin bir
bedende toplanmasıdır. İyilik kişiliğiyle
kötülük kişiliği bir arada bulunmasa, her biri ötekinden ayrı olarak,
ötekiyle karşılaşmadan kendi yolunda
yürüyebilse, her iki kişilik de ayrı yollardan aynı mutluluğa
ulaşabilecektir.. Vicdan sızlaması, rezil olmak,
pişmanlık duygusu her iki kişiliğin birleşmesinin sonucudur. Birinin olduğu
yerde öbürü bulunmasaydı, örneğin
pişmanlık duygusu insana acı çektirmezdi. Çünkü, kötü kişilik pişmanlığı
doğuran iyilik düşüncesinden uzaktır, iyi
kişilikse pişmanlığı doğuracak bir davranışta bulunmayacaktır.
Şu halde, insana boş yere, acı çektiren bu iki kavgacıyı birbirinden ayırmak
gerekiyor. İşte Stevenson'un Doktor
lekylle'le Mister Hyde adlı romanı bu tasarımı işlemektedir. Saygıdeğer
Doktor Jekyll, bulduğu bir ilaçla, Mister
Hydei kendinden ayırarak Londra sokaklarına salıveriyor. Artık rahat rahat
adamlar öldürülecek, hırsızlıklar
edilecek, yalan söylenecek, sarhoş olunacak, şehvet peşinde koşulacaktır.
Bunlar yapılırken de rezil olunmayacak,
pişmanlık duyulmayacak, vicdan sızlamayacaktır: Böylesine bir canavarı
meydana getiren Doktor Jekyllin çekmesi
gereken acılar başka bir konu.
Ama Stevenson'un unuttuğu bir şey var: Mister Hyde (erdemsizlik) neş'eden
doğmuştu; demek ki Doktor Jekyll
(erdem)'e keder kalmaktadır.
ÜÇÜNCÜ YOL.
Olguculuk (Pozitivizm) öğretisi Hume ve Kant anlayışları temeli
üstünde Fransız düşünürü
Auguste Comte (1806-1837) tarafından kurulmuştur. İngiliz düşünürleri John
Stuart Millie (1806-1873), Herbert
Spencerin (1820-1903) de geniş çapta katkıları olmuştur. Öğretiye olguculuk
adını veren Comte'dur. Comte'un
terminolojisinde pozitif deyimi, kök anlamlarıyla yıkıcı (La. Negatio)
anlamındaki negatif deyimi karşılığı olarak
yapıcı (La. Positor) anlamını dilegetirir. Comte, bu deyimle, kurduğu
sistemden önceki bütün felsefelerin yıkıcı ve
olumsuz olduklarını, ancak kendi sisteminin yapıcı ve olumlu olduğunu ileri
sürmektedir. Comte'a göre, bütün
felsefeler yıkıcı ve olumsuz olmuşlardır, çünkü deneyi aşan anlamında
metafizikle uğraşmışlardır. Oysa ister
düşünceci (idealist) ister özdekçi (materyalist) olsun, deneyi aşan bütün
spekülasyonlar metafiziktir. Felsefeden
metafiziği atmak ve bunun yerine bilimi koymak gerekir, bundan ötürü de
olguculuk bir bilim felsefesi'dir. Comte,
bu savıyla, daha ilk adımında felsefeden vazgeçmekte ve felsefeyi
yasaklamaktadır. Bundan ötürü de olguculuk
felsefesiz bir felsefe, eşdeyişle felsefenin temel sorunlarını yadsıyan bir
felsefe olmak iddiasını taşır. Comte'a göre,
bilim felsefeden vazgeçebilir, çünkü bilim başlı başına bir felsefedir.
Comte'cu bilim anlayışı da genel bilim anlayışından farklıdır. Görgücü (ampirist) ve olaycı (fenomenalist) bir
temele dayanan bu bilim anlayışına göre
bilim, olguları açıklayamaz, sadece betimleyebilir (tasvir eder). Bu bilim,
ne özdeği ne de ruhu inceleyebilir, çünkü
bunlar bilinemez. Bundan ötürü de olguculuk bir bilinemezcilik'tir. Bilim,
sadece ilineksel (La. Positivus) planla
uğraşacaktır, bu da olgu'lardır. Bilim bu olguları gözlemleyerek
aralarındaki bağıntıları, eşdeyişle yasaları
kavramaya çalışan bir deney ve gözlem alanıdır. Comte'cu olgu anlayışı da
genel olgu anlayışından farklıdır.
Comte'cu anlayışta olgu, sadece duyumlar ve algılardır. Duyumlarımız ve
algılarımızla bize araçsız olarak
verilenlerin dışında başkaca hiçbir bilimsel olgu yoktur. Comte, bilimin
ancak gözlem sonuçlarını bildirebileceğini
ve sadece bu sonuçlar arasındaki ilişkileri gözlemleyebileceğini ilerisüren
bu savıyla daha ilk adımında, felsefeyi
olduğu gibi, bilimi de yasaklamaktadır. Tanrının dünya ile zar attığına
inanmıyorum sözüyle, uyumlu ve düzenli
bir evrende yaşayan insanın fiziksel gerçeklerin bilgisine ulaşabileceğini
dilegetiren ve bulgularıyla da bunu
tanıtlayan büyük fizikçi Albert Einstein, Comte'un bu yasağına karşı çıkan
bilimcilerin en belli örneklerinden
biridir. Düşüncecilikle özdekçiliği metafizik ve bundan ötürü de bilimdışı
sayarak bunların üstünde bir bilim
metodolojisi kurmaya çalışan olguculuk, bu niteliğiyle de üçüncü felsefe
adını almıştır. Felsefe ve bilimde bir
yöntem olmak isteyen bu üçüncü yol denemesi, özdeksel ve nesnel gerçeklikten
de kopmakla bireysel bilinç
çerçevesi içine kapanarak bir öznel düşüncecilik (sübjektif idealizm)
niteliğini kazanmaktadır.
Böylelikle,
felsefenin ve bilimin temel sorunlarını saf dışına iten bu bilimsel
felsefenin uğraşı alanında sadece iki konu
kalmıştır: Tarih ve toplum. Auguste Comte bu konuları iki varsayımla
betimlemeye ve bir varsayımla düzenlemeye
çalışmaktadır: Üç durum yasası, bilimlerin aşama sıralarının saptanması,
din... Metafiziğe karşı çıkmakla işe
başlayan olguculuk, sonunda yeni bir din önerisiyle yeniden metafiziğin
alanına girmek zorunda kalmıştır. Sistemin
tümüyle incelenmesi sonunda açıkça görüldüğü gibi, Comte'cu savların gerçek
amacı ne felsefe ne de bilimdir,
sadece siyasa'dır. Olguculuğun yukarda sayılan üç uğraşısı bu amacın
gerçekleştirilmesi için hazırlanan
gerekçelerdir. Bu siyasa, Comte'un şu formülüyle dilegetirilmektedir: İlke
olarak sevgi, temel olarak düzen, erek
olarak ilerleme (Fr. L'amour comme principe, l'ordre comme base, progres
comme but). Ne var ki bu ilerleme,
kurulu düzenin çerçevesi içinde ve devrimleri önlemek amacıyla
gerçekleştirilmek istenen bir ilerlemedir.
Devrimleri önlemek içinse onları önceden görmek gerekmektedir. Comte bu
gereği de şu formülüyle dilegetirmiştir:
Bilmek için görmeli, önceden görmek için bilmeli, düzenlemek için önceden
görmeliz (Fr. Voir pour savoir, savoir
pour prevoir, prevoir pour regler). Comte'a göre, toplumsal değişikliklerin
başlıca etkeni siyasadır (bkz. Comte,
Cours de Philosophie Positive, Paris 1839, c. dördüncü s, 399-400).
Comte'cu sistemde köklü bir toplumsal değişmeye engel olmak için gereken
siyasaya varmakta tutulacak yol
(pozitivist metodoloji) şöyle saptanmıştır: İnsansal bilgi olgusunun
gelişmesi için tarih gözlemlenecek, bu gözlem
sonucunda anamalcılığın değişmez ve sonsuz bir nitelik taşıdığını
tanıtlayacak olan toplumbilimin baş yerini
saptamak için bilimler sıralanacak, bundan sonra da 1789 Fransız Devrimi'yle
filizlenmiş olan özgürlük sorununu
kökünden çözümleyecek olan siyasa saptanacaktır. Comte'a göre, bir taşın
özgür olup olmadığı sorunu nasıl
sözkonusu değilse bir insanın özgür olup olmadığı sorunu da öylece söz
konusu değildir. Tarih ve toplumbilim bu
siyasayı gerçekleştirecek olan birer araçtırlar: İyi anlaşılmış bir tarih
bilimiyle ussallığa indirgenmiş bir siyasa
birbirlerine uygundur (Comte, İbid, s. 283-284).
Auguste Comte, siyasa
amacını Cathecisme Positive ou Sommaire
Exposition de la Religion Universelle (1852) adlı yapıtının birinci
baskısının önsözünde şöyle açıklamaktadır:
Batı'yı anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya
geliyoruz. Biz sosyokratlar, aristokrat
olmadığımız kadar demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif
çatışmalarının yerine aralarında zorunlu bir
bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki eksik ve tutarsız yanın
üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve
toplumsal mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde
muhalefet denilen şeye karşı daima derin
bir nefret ve her türlü yapıcı'lara karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur.
Genel kuruculuğun en çok bir ihtiyaç olduğu bu yüzyılda yapıcı'ları daima
yıkıcı'lara yeğlemişimdir.
Tutucularımızın gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakındır.
Bundan sonra, Marx'ın afyon
deyimini tanıtlamak için yazılmışçasına, toplumsal düzeni endüstri
anamalcılığı yararına sağlamak ve Comte'un
deyimiyle modern keşmekeş'e egemen olmak için İnsanlık dini'nin (Fr.
Religion de l'humanite) kuralları ve
yasaları sergilenmektedir. Bu müspet din'in mülkiyeti nasıl baş tacı edeceği
ve gene Comte'un deyimiyle, en az
para kazanan işçi sınıfının başkaldırışına, her kişisel hizmetin bunu
yapmaktan doğan haz ve sağladığı
minnettarlıktan başka hiçbir şey içermediği öğüdüyle nasıl engel olunacağı
uzun uzun anlatılmaktadır (Özellikle
bkz. İbid, Önce Toplumsal, Sonra Törebilimsel ve İnsansal Düzen başlığı
altında verilen sekizinci konuşma).
Bu
siyasal sonucu gerçekleştirmek için Auguste Comte, Paris'te, kapısında
Positivizm Müdürü (Fr. Directeur de
Positivisme) yazılı bir levha bulunan Monsieur le-Prince sokağındaki 10
numaralı apartmanında, ne düşünceci ne
de özdekçi olan ve bundan ötürü de sadece tarihsel olguların gözlemlenmesine
dayanan ilk olgucu varsayımını
şöylece oluşturmuştur:
İnsanlığın evrimi, bilginin evrimiyle
gerçekleşmiştir. Bilginin evrimi, insan düşünüşündeki
değişiklikleri dilegetirir. İnsan düşünüşündeki değişikliklerde üç durum
gözlemlenmektedir. Birinci durum,
Tanrıbilimsel durum'dur (Fr. L'etat theologique). İnsanlık bu durumunda
Tanrılık güçlerle yönetildiğini sanmış,
çevresini ve kendisini Tanrılık düşünceyle açıklamaya çalışmıştır.
İnsanlığın bu ilk durumu da kendi içinde üç
evreden geçmiştir. Birinci evrede insan, çevresindeki nesneleri kendisi gibi
canlı ve akıllı olarak düşünmüştür. Bu
evre, insansal düşünüşün fetişçilik evresi'dir. Bir süre insan düşüncesi
değişikliğe uğrayarak kendisinin ve
çevresinin çok sayıdaki görünmez varlıklarca yönetildiğini düşünmüştür. Bu
ikinci evre çoktanrıcılık evresi'dir.
Daha sonra bu çok sayıdaki görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin
yönetimi altında bulunduğu düşüncesine
varmıştır. Bu da, insan düşüncesindeki birinci durumun üçüncü tektanrıcılık
evresi'dir. İnsan düşüncesinin bu
durumu giderek köklü bir değişikliğe uğramış ve soyutçuluğa yönelmiştir.
Hıristiyan Avrupa'nın ortaçağı bu ikinci
metafizik durum'un (Fr. L'etat metaphysique) tarihsel bölümüdür. Bu durum
insan düşüncesinin, kendisine
benzeyen Tanrılardan vazgeçerek, soyut kavramlara yöneldiği ve Tanrısını bu
soyut kavramlarla nitelediği bir
durumdur. İnsan düşüncesi bu durumda kendisinin ve çevresinin yönetimini
soyut kavramlarla açıklamaya
çalışmıştır. Ortaçağın sona ermesiyle kapanan bu evreyi, insan düşüncesinin
son ve yetkin durumu olan olgucu
durum (Fr. L'etat positif) izleyecektir.
Olgucu durum, ilk kavgasını, daha
ortaçağ sona ermeden adcılarla vermiş ve
soyut kavramları tahtlarından indirmiş bulunmaktadır. Yapıcı (Fr. Positif)
düşünüş gerçek zaferine olguculukla
ulaşacaktır. Bu yeni durumu gerçekleştirecek olan, olgucu düşünür ve
bilginlerden kurulu, yeni bir sınıf yaratmak
gerekmektedir. Siyasal gücü elinde bulunduran sanayiciler, tüccarlar,
tarımcılardan kurulu aktif sınıf bu olgucu
durumu gerçekleştiremez. Maddi güç, kendisini daha da güçlendirecek olan
yeni bir manevi güç'e muhtaçtır.
Toplumun düzenlenmesi için gereken bu manevi gücü de yeni bir insanlık dini
sağlayacaktır. Comte'un Üç Durum
Yasası (Os. Üç Hal Kanunu, Fr. Loi des Trois Etats) adını verdiği ilk
varsayımı budur. Comte bu varsayımıyla insan
bilgisinin geçirdiği değişiklikleri saptamak için tarihi gözlemlediği
kanısındadır. Ne var ki şimdi, bu yeni siyasetini
önermeden önce, toplum'un ne durumlar geçirdiğini saptayacak olan
toplumbilimin (Sociologie deyimini öne süren
de Comte'dur) nasıl oluştuğunu gözlemlemek gerekmektedir. Bu gözlemleme de
Comte'un bilimlerin hiyerarşisi
adını verdiği ikinci varsayımını meydana getirecektir.
Comte'a göre tek tek
bilimler positif bilimler'dir ve her biri
genelden özele giden bir hiyerarşiye bağlı olarak varlaşmıştır. Bilimlerin
bu sıra düzeninin en altında, en genel bilim
olan matematik, en tepesinde de en özel bilim olan toplumbilim vardır. Her
bilim, insan düşüncesi ve felsefe gibi,
kendi içinde üç durumdan geçmektedir. Auguste Comte, Hegelin üçlemelerinden
esinlendiği bu üç durum'u her
olguda gözlemler ve onları çocukluk, gençlik, olgunluk çağlarına benzetir.
Şöyle der: Hepimiz çocukluğumuzda
Tanrıbilimci, gençliğimizde metafizikçi, olgunluğumuzda da fizikçi eşdeyişle
müspet felsefeci olduğumuzu
anımsamaz mıyız? (Comte, Cours de Philosophie Positive, Paris 1830, cilt I;
s. 7).
Buna göre her bilim de kimi
hala birinci ya da ikinci durumda bulunmak üzere bu üç evreyi geçirmiş ya da
geçirmektedir. Comte'a göre bilimler,
yalınlıkları oranında sonuncu duruma erken erişmişlerdir. Bilimlerin en
yalını olan matematik, ilk gününden beri
olgucu durumdadır, Tanrıbilimsel ve metafizik durumları geçirmemiştir,
binlerce yıldan beri ilk biçimiyle
sürüpgelmiş ve üç kez üçün on etmesi için Tanrıya yalvaracak hiçbir
sağduyulu kişi çıkmamıştır. Buna
karşı, örneğin astronomi bilimi karmaşıklığı yüzünden üç durumun üçünü de
geçirmiştir: Aristoteles'le
Tanrıbilimsel, Copernicus ve Kepler'le metafizik, Newton'la pozitif
olmuştur. En karmaşık bilim ve sıra düzeninin
baş tacı olan toplumsal fizik (Fr. Physique sociale) ya da toplumbilim'se
henüz metafizik durumdadır, onu pozitif
duruma pozitivizm getirecektir.
Bilimlerin, her biri kendinden önceki
bilimlere bağlı olarak, sıra düzeni şöyledir:
İlk bilim, en genel, en yalın; başkaca hiçbir bilimin bilgisini
gerektirmeyen aritmetik'tir. Bunu, kendinden önceki
aritmetiğin bilgisinden başka hiçbir bilgiyi gerektirmeyen geometri izler.
Geometriden sonra da, kendinden önceki
aritmetikle geometrinin bilgilerinden başka hiçbir bilgiyi gerektirmeyen
mekanik gelir. Bu üç bilim, bütün
bilimlerin temeli olan matematiki meydana getirir. Comte'a göre matematik,
kendini aynı sıra düzeni içinde
meydana getiren üç bilimi içeren birinci bilimdir. Doğa bilimleri, ilk bilim
olan bu matematik bilimler'in üstünde
kurulacaklardır. Doğa bilimler de cansız cisimler bilimleri ya da inorganik
fizik'le canlı cisimler bilimleri ya da
organik fizik olmak üzere ikiye ayrılmakla genel bilimler sıralamasında bir
üçlük meydana getirirler: Matematik,
inorganik fizik, organik fizik. Bu üçlüğün yeni iki bölümü de aynı mantıksal
sıra düzeniyle oluşur. İkinci bilim
olarak astronomi, kendinden önceki matematiğin bilgilerine kendi özel
bilgisini ekleyerek meydana gelir. Üçüncü
bilim olan fizik, kendinden önceki matematikle astronominin bilgilerine
kendi özel bilgisini ekleyerek oluşur.
Dördüncü bilim olan kimya, kendinden önceki matematik-astronomi- fizikin
bilgilerine kendi özel bilgisini
ekleyerek biçimlenir. Bu üçlük (astronomi, fizik, kimya) de genel üçlüğün
ikincisi olan cansız cisimler bilimleri'ni
meydana getirir. Comte'a göre, bu üçlüklerin sıra düzeni de aynı mantığa
bağlıdır. Yani, ikinci üçlük birinci
üçlükteki bilgilere muhtaçtır ama, birinci üçlük ikinci üçlükteki bilgileri
gerektirmez.
Bu mantıksal düzen üçüncü
aşamada da sürer. Beşinci bilim olan biyoloji, kendinden önceki bilimlerin
bilgilerine muhtaçtır ve bunlara kendi
özel bilgisini katmaktadır. Altıncı bilim olan toplumbilim de öyledir,
kendinden önceki bilimlerin bilgilerine kendi
özel bilgisini ekleyerek kurulmuştur.
Bu mantıksal sıra düzeninin mantıksal
sonucu olarak Auguste Comte,
toplumbilimin yasalarını biyolojinin yasalarına indirgemiş olur. Görüldüğü
gibi bu sıra düzeninde bilimler en
genelden en özele, en yalından en karmaşığa doğru ve Üç Durum Yasası'na
uygun olarak sıralanmışlardır. Örneğin,
en başta bulunan matematik, Tanrıbilimsel ve metafizik evrelerden hiç
geçmemiş ve ilk kuruluşundan beri pozitif
olmuştur. Buna karşı en sonda bulunan toplumbilim henüz pozitif duruma
girmemiştir. Comte'a göre bu sıra
düzeninde didaktik bir ilke de izlenmiştir, bilimler bu sıraya göre daha
çabuk ve kolay öğrenilirler. Bu sıra düzeni,
aynı zamanda, bilimlerin tarihsel gelişmelerini de saptamaktadır. Auguste
Comte böylece sıraladığı altı bilime soyut
bilimler demektedir. Her soyut bilimi onun karşılığı olan somut bilimler
bütünler: Örneğin, soyut fizik ve kimyaya
somut mineroloji, soyut biyolojiye somut zooloji ve botanik bağlıdır. Soyut
bilimler, olguların genel yasalarıyla,
somut bilimlerse bu yasaların uygulandığı varlık ve nesnelerle uğraşır.
Somut bilimler soyut bilimlere bağlı
olduklarından zorunlu olarak onlardan daha ağır gelişirler. Bilimlerin bu
mantıksal sıra düzeni sonunda oluşan
toplumbilim (Comte, sosyoloji terimini ilkin altı ciltlik Cours de
Philosophie Positive adlı yapıtının dördüncü
cildinde, Pascal'ın 1648 yılında ilerisürdüğü fizik sosyal deyiminin yerine
kullanmıştır)'le Comte, siyasal
olguculuk (Fr. Positivisme politique) denemesine girişmektedir.
Bu bilimin
konusu Comte'un insanlık anlamında
kullandığı büyük vücut (Fr. Le grand etre)'tur. Ona göre bu büyük vücut, iki
ayrı açıdan incelenmelidir: Soyut
toplum düzeni'yle (Fr. Ordre) somut toplumun ilerlemesi (Fr. Progres), bütün
bilimlerde olduğu gibi ikincisi
birincisine bağlı olarak, Comte'un özel deyimleriyle, statique sociale' le
dynamique socialein konularıdır.
Comte,
yukarda adı geçen yapıtının yeni bir bilim olarak önerdiği toplumbilime
ayrılan son üç cildinde, toplumun
dinamiğini, Systeme de Politique Positive (1815-1854) adlı yapıtında da
toplumun statiğini incelemiştir. -Dinamik
ilerleme, statik düzenin gelişmesidir- (İbid; Paris 1929, cilt ii, s. 41).
Statik toplumun yasalarını, dinamik de onun
bu yasalara göre gelişmesini inceler.
Comte'a göre tarihsel olaylar, biyolojik olaylardaki zorunluğun aynı olan
bir zorunlukla birbirlerini doğururlar. Bu
yasaların varlığıyladır ki tarih ve toplumbilim, birer bilim olmuşlardır:
Bundan ötürüdür ki bütün bilimler gibi tarih
ve toplumbilim de pratiğe uygulanabilir ve insanlığın hizmetine sokulabilir.
Cansız doğa bilimleri kendi alanlarında
nasıl bir teknik yaratmışlarsa canlı doğa bilimleri de pozitif anlayış
sayesinde toplumda öylece bir teknik
yaratacaklardır. Bu teknik, toplumu yönetme tekniğidir. Olgucu yönelme
tekniğiyse yeni bir düzenle
gerçekleşecektir. İşte bu yeni düzen Comte'un önerdiği insanlık dini'dir. Bu
din, Tanrıbilimsel ya .da metafizik
değildir, pozitiftir, çünkü olgulara dayanmaktadır. Bu tapım, bir Tanrıya
değil, topluma tapma'dır (Fr. Sociolatrie).
Bu dinin Tanrısı insanlık (Fr. L'humanite), ilkesi de sevgi'dir (Fr. L'amour).
Sevgi, başkaları için yaşamak
formülüyle dilegetirilir. Başkaları için yaşamak, başkalarını sevmek
demektir.
Kolektif bilinç, birey üstü bir varlıktır. İnsanlık insanla değil, insan
insanlıkla açıklanır. İnsan, insanlığa
katıldığı oranda ölümsüzleşir. Comte, bir yeni din kurucusu olarak
Katolikliği örnek alır.
Katolikliğin baba oğul
kutsal ruh üçlemesine karşı şu üçlemeyi çıkarır: İnsanlık (Fr. Le grand etre)
gök (Fr. Grand milieu) dünya (Fr.
Grand fetiche). Katolikliğin papa'sına karşı insanlık dininin papa'sı da
Auguste Comte'dur. Katolikliğin koruyucu
melekleri insanlık dininde kadınlardır. Çünkü gerçek sevgi kadınlara
özgüdür. Kadın, erkeğe göre daha özgecil,
sevmeye daha yatkın bir yapıdadır. Bencil erkekler, özgecil kadınları
beslemekle görevlidirler. Toplum sevgisine,
insanlığı, bir insanı sevdiğimiz gibi seviniz formülü gereğince kadın
sevgisi yoluyla varılacaktır.
Auguste Comte
dinine geniş bir kilise örgütü de tasarlamıştır. Her bölgede bir pozitivist
tapınak kurulacak, bu tapınakların başına
pozitivist baş papaza bağlı pozitivist papazlar getirilecektir. Bu
pozitivist örgütü ve papazlarını insanlık
besleyecektir. Bu tapınaklar, Comte'un deyimiyle, insanlık, ölümlerinden
sonra yaşamaya hak kazanmış ölülerden
müteşekkil bulunduğuna göre, seçkinlerin mezarlarının ortasında
bulunmalıdır. Tapınaklar, oğlunu kolları
arasında tutan otuz yaşında bir kadın heykelleriyle süslenecektir.
Bu otuz
yaşındaki kadın, bir tahsildarın
karısıyken ve otuz yaşındayken veremden ölen, Comte'un sevgilisi Clotilde de
Vaux'dur. Comte'un Tanrılaştırmak
istediği kadın ve sevgi, bu kadın ve bu sevgidir. Bu kadın anne, eş, kız
çocuk, kız kardeş olarak bütün kadınları
simgeler. Kadın, günde üç kez (sabah, öğle, akşam) kutsanacaktır. Katolik
duaları örnek alındığı gibi, her gün bir
ermişini kutsayan Katolik takvimi de örnek alınmıştır. Comte bu takvime,
herhangi bir yıla özgü pozitivizm
takvimi adını vermektedir. Çünkü takvim, yirmi sekizer günlük aylardan on üç
aylı olmak üzere saptandığından,
günler hiçbir yıl değişmez. Örneğin, dokuzuncu ayın dördüncü günü her yılda
perşembe günüdür. Yirmi sekizer
günlük aylardan her yıl artan bir gün (365. gün) evrensel ölüler bayramı,
dört yılda bir artacak bir gün (366. gün)
de kutsal kadınlar bayramı günüdür. Katoliklik nasıl her gün bir ermişini
anıyorsa insanlık dini de her gün bir
büyük adamı anacaktır. İnsanlık dininin ermişleri büyük adamlardır. Aylar
onların adlarıyla anılır.
Comte'un
saptayışına göre her yıl şu aylardan meydana gelir: Birinci ay Musa (ilk
teokrasi) ayıdır, ikinci ay Homeros (eski
şiir) ayıdır, üçüncü ay Aristoteles (eski felsefe) ayıdır, dördüncü ay
Archimedes (eski bilim) ayıdır, beşinci ay
Caesar (askerlikle uygarlaşma) ayıdır, altıncı ay Paulus (Katoliklik)
ayıdır, yedinci ay Charlemagne (ortaçağ
uygarlığı) ayıdır, sekizinci ay Dante (çağdaş destan) ayıdır, dokuzuncu ay
Guttemberg (çağdaş sanayi) ayıdır,
onuncu ay Shakespeare (çağdaş tiyatro) ayıdır, on birinci ay Descartes
(çağdaş felsefe) ayıdır, on ikinci ay
Frederic (çağdaş siyasa) ayıdır, on üçüncü ay Bichat (çağdaş bilim) ayıdır.
Her ayda dört pazar vardır, pazarlar
Comte'un sınıflandırmasına göre ikinci derecede büyük adamlara ayrılmıştır.
Örneğin, Musa ayının dört pazarı şu
büyük adamlarla adlanır: Numa, Buda, Konfüçyüs, Muhammed. Her ayda yirmi
sekiz gün vardır, Comte'un
sınıflandırmasına göre günler üçüncü derecedeki büyük adamlarla adlanır.
Örneğin, Homeros ayının son haftası şu
günlerdir: Ennius, Lucretius, Horatius, Tibullus, Ovidius, Lucianus.
Pozitivistler örneğin, 13 nisan 1890 tarihini
şöyle yazarlar: 19 Arkhimedes 102, Ptolemaios. Pozitivizm takvimi, Comte'un
deyimiyle, Batının dönüşümü'nün
başlangıç yılı olan 1789 (Fransız Devrimi) yılıyla başlar, bundan ötürü 1890
yılı, pozitivistlere göre 102. yıldır.
Comte bu takvime, insansal hazırlığın somut tablosu adını vermektedir ve
onun Charlemagne' dan beri beş ileri
Batı ulusunun (Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Almanya) kurduğu Batı
Cumhuriyeti'nin sonul dönüşümüne özgü
olduğunu söyler. Comte'un insanlık deyiminden anladığı bu uluslardır: Asya,
Afrika ve Amerika onun insanlık
sisteminin dışındadır. Comte'a göre Latin Avrupa'nın metafizik çağı, Fransız
Devrimi'yle kapanmıştır. Şimdi, yeni
bir çağ, pozitivist çağ oluşturulmaktadır. Ne var ki Comte, Fransız
Devrimi'nin getirdiği bireyciliğe ve bireysel
özgürlük anlayışına şiddetle karşı çıkmaktadır. Ona göre birey, ancak toplum
yasalarına uymakla özgürleşebilir
(bkz. Comte, Catechisme Positiviste, Paris 1890, 3. baskı, s. 308-310).
Comte, bireyle ilgili diye ruhbilimi bile
bilim saymamakta, bireysel olduğundan ötürü bilimin atomla uğraşmasını
yasaklamaktadır.
O, ne demokrat ne
aristokrat olan bir sosyokrat'tır (Fr. Sociocrate), ideal saydığı düzen
sosyokrasi'dir (Fr. Sociocratie) ve bu düzenin
dini de sosyotatri'dir (Fr. Sociolatrie). Comte, toplum düzenini
gerçekleştirecek olan bu dinin ilkelerini, kendi
deyimiyle, melekçe bir esin'le (Fr. Angelique inspiration) sevgilisi
Clotilde'den almıştır.
Çünkü Clotildein sevgisi ona, toplumu anarşiye sürükleyen bireyci bencilik (Fr.
Egoisme) yerine, toplumu
düzenleyecek olan toplumsal özgeciliki (Fr. Altruisme) öğretmiş
bulunmaktadır. İşte bu noktada, nesnel olması
gereken Comte'un ofiguculuğu, zorunlu olarak öznelliğe dönüşmektedir.
Comte'a göre insanları toplum olarak
birbirlerine nesnel bir bağ değil, ancak bu öznel bağ bağlayabilir. Kaldı ki
özgeciliğin bu öznel bağı, mülkiyeti ve
anamalı da haklı kılmaktadır. Çünkü kendimizin tüketebileceğimiz kadar
üretmek bencilik, başkalarının tüketimini
düşünerek üretmekse özgeciliktir. Demek ki mülkiyet ve anamal, özgecilik
için vazgeçilmez temel bir yapıdır.
Comte, böylelikle, Saint Simon'un katipliğini yaptığı günlerden kalma yeni
dinle sanayileşme gibi Saint Simon'cu
düşünceleri olgucu bir yönde geliştirmiş olmaktadır. Comte'a göre insanlığı
yöneten öznel içgüdü'lerdir. Bu
içgüdüleri, Beynin on sekiz iç görevinin olumlu sınıflandırılması ya da
ruhun sistematik tablosu adını verdiği bir
cetvelde şöyle sıralar: Beslenme içgüdüsü, cinsel içgüdü, analik içgüdüsü,
yok etme ya da askerlik içgüdüsü, yapma
ya da sanayi içgüdüsü, egemenlik içgüdüsü, beğenilme içgüdüsü, bağlılık
içgüdüsü, saygı içgüdüsü; iyilik ya da
tümel sevgi içgüdüsü. Ona göre bu içgüdülerden ilk yedi tanesi bireysel, son
üç tanesi toplumsaldır. Bireysel
olanlar benciliği, toplumsal olanlarsa özgeciliği gerçekleştirir. Bireysel
olanların ilk üçü (beslenme, cinsellik,
analık) korunma içgüdüleridir, ikisi (yok etme, yapma) yetkinleşme
içgüdüleridir.
Bu beş içgüdü Comte'a göre çıkar
içgüdüleri, son iki içgüdüyse (egemenlik, beğenilme) istek içgüdüleridir. Üç
toplumsal içgüdünün ilk ikisi (bağlılık,
saygı) özel içgüdülerdir, tümel sevgi içgüdüsüyse genel içgüdüdür. Bu
içgüdüler, beyin örgeninin on sekiz iç görevi
kapsamı içindedir ve insanlığı başkaları için yaşamak'a hazırlayan
ilkelerdir. Bu ilkeler beyinin beş düşünsel
görevi aracılığıyla amaca yönelirler. Beyinin aracılık eden beş düşünsel
görevi şunlardır: Bütünleme, çözümleme,
genelleme, sistemleştirme, ilişki kurma. Bu görevlerin ilk dördü tasarlama,
sonuncusuysa dilegetirmedir. Bu
dilegetirme on içgüdüden üç pratik yeti oluşturarak karakter sonucuna varır:
Cesaret, basiret, azim. Böylelikle, sinir
sisteminin merkezi olan beynin bu on sekiz iç görevi Comte'un deyimiyle,
sevmek, düşünmek, davranmak, sevgiyle
davranmak ve davranmak için sevmeki gerçekleştirir. Comte buna, beyin kuramı
adını vermektedir.
Toplum,
böylesine bir beyinle düzenlenmektedir. Bu beyin, olumlu felsefe'den (Fr.
Philosophie positive) çıkardığı olumlu
siyasa'yı (Fr. Politique positive) gerçekleştirecektir. Böylelikle
olguculuk, Üç Durum Yasası'nda dilegetirildiği gibi,
Tanrıbilimle metafiziğin yerine geçmekte ve toplumu düzenlemektedir. Comte'a
göre törebilim, toplumbilimin bir
dalıdır. Çünkü törebilim, bireysel olan benciliğin toplumsal olan özgeciliğe
boyun eğmesi demektir.
Comte'un izdaşları Comte düşüncesini iki döneme ayırırlar, 1484 yılına kadar
oluşan olumlu felsefe dönemine
olguculuk (Fr. Positivisme) ve 1844 yılından sonra oluşan dinsel siyasa
dönemine Comte'culuk (Fr. Comtisme)
derler. Metafiziği yadsıyan ve bilgiyi olgular üstüne kurmak amacını güden
John Stuart Mill (1806-1873), Herbert
Spencer (1820-1903), Ernest Renan (1823-1890) felsefeleri de olguculuk
adıyla adlanır. Bu felsefeler aynı
temelden yola çıkmakla beraber Comte'un ikinci dönemine karşıdırlar ve
Comte'culuğu olguculukla çelişkili
bulurlar. Örneğin John Stuart Mill olguculuğu bireycilik ve liberalizm
yolunda geliştirirken Comte'u İngiltere'nin
özel gelişimini anlamamakla suçlar (John Stuart Mill, Auguste Comte and
Positivisme, Londra 1866, s. 111).
Fransız düşünürleri Emile Littre'yle (1801-1881) Pierre Laffitte (1823-1903)
de Comte olguculuğuna katkıda
bulunanlar arasındadır. Özellikle Comte'un öğrencisi olan Laffitte. Comte
izleyicilerinin yöneticisi olarak bu
anlayışın yayılmasında başlıca etkenlerden biridir. Catechisme'e yazdığı
ek'te şöyle der: Yönetimi bana verilen
örgütün merkezi, Comte' un vasiyetinde bildirdiği isteğine uygun olarak,
Paris'te Monsieur le Prince sokağındaki 10
numaralı apartmanı içindedir. Revue Occidentale gazetesini çıkarıyor,
kitaplar ve broşürler yayımlıyor, dersler ve
konferanslar veriyoruz. Ayrıca 1 ocak günü insanlık bayramını, 5 eylül günü
Auguste Comte bayramını, 31 aralık
günü de ölüler bayramını kutluyoruz. Her yıl ulusal ve uluslararası
ziyaretler yapmaktayız.
Fransa, İngiltere, İsveç,
Amerika'da birçok ocaklar kurulmuştur ve benim yönetimime az ya da çok bağlı
bulunmaktadırlar. J. H. von
Kirchmann (1802-1884), Ernst Las (1836-1885), Hyppolite Taine (1828-1921)
öğretileri de olgucu niteliktedir.
Olguculuk, Avenarius ve Mach'ın empiriocritisme'lerine de temel olmuştur.
Olguculuğun çağımızdaki gelişimi yeni
olguculuk genel adını taşır. Yeni olguculuk; mantıksal atomculuk, genel
semantik, mantıksal olguculuk akımlarında
belirir. Bu akımlar genel olarak felsefe sorunlarını dil sorunlarına
indirgerler. Olguculuk, eski ve yeni bütün
anlayışlarında bilimcilik savına rağmen bilime karşı ve bilimdışı,
metafiziği yadsımasına rağmen metafizik,
idealizme karşı çıkmasına rağmen idealist, tarafsızlık savına rağmen
taraflı, üçüncü yol savına rağmen ikinci yolcu
bir anlayıştır. İster ikinci, ister üçüncü ve ne kadar saçmasapan olursa
olsun, insanların büyük bir bölümü, o kadar
güzelsin ki, geçme, dur! diyebilecekleri gerçeği bulabilmek umuduyla bu
çıkmaz yola da girmekten kendilerini
alamayacaklardır.
HER ŞEY BENİM İÇİN.
XiX'ncu yüzyılda, Almanya'da Max Stirner (1806-1856)
adında bir filozof, okuyanlarda
bir hayli şaşkınlık uyandıran bir kitap yazdı. Kitabın adı, Biricik İnsan ve
Özgelgesi'dir (Der Einzig und Sein
Eigentum). Yapıt, geniş çapta düşünceleri etkiledi. Birçok düşünürler,
Stirnere hayranlıkla yöneldiler. Stirner,
Rousseau ya da La Rochefoucauld gibi, hemen herkesin duyup da
biçimlendiremediği ya da açıklamaya cesaret
edemediği insan duygularını anlatıyordu. Söylediği sözler pek öyle karışık
şeyler değildi.
Ben, diyordu, dünyayı ve insanları sadece kendim için kutlamaktayım. Benden
gayrisi benim umurum değildir. Her
şey benim için yaratılmıştır, bütün mutluluklar benim içindir. Bu dünya
benim dünyamdır, benim özelgemdir
(malım, mülküm). Gerçek benim. Bir iş biliyorum, o da benim işimdir. Benim
işimi iyilikle ya da kötülükle
yorumlayamazsınız. Çünkü işim demek ben demeğim. Bense ne iyi, ne de
kötüyümdür. Olduğum gibi biricik
insanım. İyinin de, kötünün de benim için hiçbir anlamı yoktur. Hiçbir şey,
önünde, kendimi alçaltmamı
gerektirecek bir yücelikte değildir. Yüce olan bir şey var: Ben. Beni benden
başka hiçbir şey ilgilendirmez. İyinin
işi, Tanrının işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, özgürlüğün işi, ruhun işi
ve daha gerisinde de sayılamayacak kadar bir iş
kalabalığı... Evet efendim, bu işlerin hiçbiri benim işim değildir, hiçbiri
beni ilgilendirmez. Beni sadece benim işim
ilgilendirir. Nasıl bir bitkinin, bir hayvanın hiçbir ödevi yoksa, insanın
da hiçbir ödevi yoktur. Töre, neden benim
ödevim oluyormuş? Bunu kanıtlamak için aklın alabileceği hiçbir neden
gösterilemez. Bütün bunlar kimi kafaların
bozukluğundan doğma birtakım saçmalardır.
Hasta beyinlerin putlarına tapmak gülünç olmaktır. Kendimden başka,
kendisine yönelmem gereken, hiçbir gerçek
yoktur. Bütün gerçekler benim için olanlardır. Tepeden tırnağa kadar benim
işim olmayan her işe uğurlar olsun. Her
insan kendisi için biricik insandır. İnsanı insan eden bencilliğidir. Erdem,
kendi isteklerime benim
uygunluğumdur.
Stirnerin bu aşırı düşüncesinin daha bir süslenmişleri, eğitilmişleri,
ileride gösterişli profesör cüppeleri altında,
İngiltere ve Amerika'daki üniversite kürsülerinden karşımıza çıkacaklardır.
ÖYLEYSE YARARLANALIM.
İnsan için en iyi davranış, kendisini en mutlu kılan
davranıştır, diyen ilkçağ
törecilerini düşününüz. Mutluluk töresini (saadet ahlakını) kuran bütün
Yunan filozoflarını; Protagoras'ı,
Sokratesi, Aristipposu, Antisthenesi, Epikouros'u hatırlayınız.
Ölüm ötesi
mutluluklarını amaç edinen din
düşüncelerini gözlerinizin önüne getiriniz. Birçok haklı saldırmalara
uğradığı halde, yüzyıllardır gene de ayakta
duran o büyük sözü, insan her şeyin ölçüsüdür sözünü anınız.
Sonra da, bakışınızı ondokuzuncu yüzyıl İngiltere'sine çeviriniz. Mutluluk
faydadadır. diyen John Stuart Mill, 1806
yılında Londra' da doğdu, altmış yedi yıllık çok verimli bir yaşayıştan
sonra 1873 yılında Avigon'da öldü. Büyük
bir ekonomici sayıldığı kadar büyük bir filozof sayılıyordu. Ekonomi
ilkelerini 1848'de yayımlamıştı. Faydacılık
adlı önemli yapıtınıysa, ölümünden on iki yıl önce, 1861'de yayınladı.
Düşüncesinin temelleri Epikouros'a kadar
inen faydacı filozoflara dayanır.
Düşünce zincirinin bir halkası olarak da Hume'a, XViii'nci yüzyıl deneycilerine
(empirisme, tecrübecilik) eklenir. Siyasal alanda Liberal Parti'yi tutmuştu
1869 yılında yayınladığı anıları çok ilgi
çekicidir.
Felsefenin doğuşundan beri, diyor J. Stuart Mill, düşünürler en üstün iyinin
(summum bonum) ne olduğunu
aramışlardır. İşte biz de, Bentham'le beraber, bu sorunun karşılığını
veriyoruz: En üstün iyi, faydadadır. İyiyi
kötüden ayıracak ölçü nedir? Ne akılcılar, ne ruhçular bu ölçüyü
verememişlerdir. İşte biz, Benthamie beraber, bu
ölçüyü veriyoruz: İyiyi kötüden ayıracak ölçü, fayda ölçüsüdür. Hekimlik
sanatı iyidir, çünkü sağlık faydasını taşır.
Müzik iyidir, çünkü zevk faydasını taşır.
İnsanların mutluluğunu, tiksinmeye
karşılık olarak, hoşlanma duygusu
doğurur (hedonisme, hazcılık). Hoşlanma duygusu, faydacılığın sonucudur.
İnsan, faydalıdan hoşlanır, faydasızdan
hoşlanmaz.
Bu konudaki tartışmalar şundan çıkmaktadır: Fayda sözcüğü, bugüne kadar
yanlış anlaşılmıştır. Halk onu, sanki o
geçici hoşlanmalara üstünlük anlamını taşıyormuş gibi, çok zaman, hoşlanma
sözcüğünün karşısına alır. Örneğin,
bir anne, çocuğuna, hep faydasız şeyleri seviyorsun, der. Oysa, bu deyiş
yanlıştır. Epikouros'tan Bentham'e kadar
bütün faydacı yazarlar fayda sözcüğünü, hoşlanmanın karşıtı olarak değil,
her türlü acıdan uzak, kendiliğinden
hoşlanma olarak anlamışlardır. Faydalı olan, hoşlanılandır. Fayda ilkesiyle
en üstün mutluluk ilkesi aynı
anlamdadır. Faydacılar, davranışlarımızı, bize verdikleri mutluluk oranında
iyi, bize getirdikleri mutsuzluk
oranında kötü sayarlar. Mutluluktan anladığımız, hoşlanma ya da acının
yokluğudur. Mutsuzluktan anladığımız da,
acı ya da hoşlanmanın yokluğudur. İnsanların gerçekten isteyebilecekleri
biricik amaç, hoşlanma ya da acının
yokluğudur, tek sözle mutluluktur.
Felsefenin doğuşundan bugüne kadar bütün mutluluk törecileri (saadet
ahlakçıları), bütün hazcılar (hedonecular)
töresel duygularla ilgili hazlara kaba beden hazlarından çok değer
vermişlerdir. Beden hazlarını hor görmeyen
Epikouros bile bu düşüncededir. Çünkü, töresel duygularla ilgili
hoşlanmalar, beden hoşlanmalarından daha
süreklidir, daha güvenlidir, daha ucuzdur. Şöyle de denebilir: Sürekli
fayda, geçici faydadan iyidir. Bu ilke, töresel
mutluluğun dayandığı en sağlam ilkedir.
Bütün öteki şeylerin ona göre, onun hatırı için istenilir olduğu son amaç,
olunabildiği kadar acıdan uzak,
olunabildiği kadar hoşlanmaya yakın bir yaşamadır. Fayda, insan
davranışlarının amacı olduğundan, zorunlu
olarak törenin de temel ölçüsüdür. Öyleyse töre (ahlak) şöyle
tanımlanabilir: Töre, birtakım davranış kurallarıdır
ki, onlara uyulduğu zaman bütün insanlığa, sadece insanlığa da değil, bütün
duygulu yaratıklara acıdan uzak,
hoşlanmaya yakın bir yaşama sağlar.
Faydacılığın amacı, karakter soyluluğunu
(asaletini) elde etmektir. Soylu bir
karakterin soyluluğundan ötürü daha mutlu olduğundan kuşkulansak bile, onun
öteki insanları daha mutlu
kıldığından, dünyamıza pek çok şeyler kazandırdığından (faydalı olduğundan)
kuşkulanamayız. İnsanların ne
yapsalar mutlu olamayacaklarından söz etmek saçmadır.
Kötü eğitimler, kötü
sosyal düzenler elbette mutluluğun
engelleridir ama, bunlar düzeltilebilir. İnsan, mutluluk içindir. Ancak,
yaşamaktan, onun verebileceği mutluluktan
fazlasını beklememelidir.
Mutlu, doymuş, her türlü istekleri giderilmiş bir yaşamanın iki öğesi
(unsuru) vardır: Huzur, heyecanla davranış...
Çok zaman bunun birincisi yetmektedir. İnsanların büyük çoğunluğu çok huzur,
az hoşnutsuzlukla yetinirler.
Kimileri de çok heyecan içinde acıya alışabilirler. Bu iki öğe birbiriyle
uzlaşabilir, çünkü aralarında doğal bir
birleşme vardır. Birinin uzaması; öbürünü hazırlaması, öbürüne istek
uyandırması demektir. Huzurun uzaması
heyecanla davranışı istetir, heyecanla davranışın uzaması da huzuru aratır.
Sadece bir bozukluk (vice) olduğu
zamanlarda sükun devresinden sonra davranış isteği uyanmaz. Bunun gibi,
heyecanla davranışın bir hastalık
biçimine girdiği hallerde de, sükun devresinden sonra yeniden davranış
üzücü, tatsız gelir. İnsanlar, yaşamakta,
yetecek kadar hoşlanma bulamıyorlarsa bunun nedenini kendi bozuk yapılarında
aramalıdırlar. Çünkü kendilerinin
dışında başkaca hiçbir neden yoktur. Genel ya da özel sevgi duyguları
bulunmayanlar yaşamanın tadını alamazlar,
heyecanla davranış haline geçemezler. Onlar için yaşamanın değeri, bütün
bencil ilgilere son verecek ölüm
yaklaşınca, büsbütün azalır. Arkalarında sevgi bırakacak olanlar insan
cinsinin ortak ilgileriyle bağlıdırlar, ölürken
bile sağlık gücünü yitirmezler. Yaşamayı az hoşlanılır yapan bencilliğin
yanında başka bir neden de, düşünsel
kültürün eksikliğidir. Sözün kısası, insan acılarının bu kaynakları bütün
bütüne düzeltilebilir. Başarıya ulaşıncaya
kadar belki birçok kuşaklar geçecek, ama başarı her halde gerçekleşecektir.
İnsanlar, insanlığın bu mutlu savaşına
katılmalıdırlar.
Her bireyin özel çıkarını, özel faydasını genel çıkarla, genel faydayla
uyuşturması gerektir. Bundan başka eğitim,
öğretim, kamuoyu (efkar-ı umumiye) bireyin ruhunda öyle çözülmez bir
ortaklık kurmalıdır ki, özel mutlulukla
genel mutluluk arasında bir uygunluk bulunsun. Böylelikle insan, genel
iyiliğe uygun gelmeyen bir özel iyilik
davranışını düşünemeyecektir.
Faydacılık, her iki davranışın erdem niteliğini taşımadığını söylemektedir.
Faydacılara göre çok zaman yerilecek
davranışlar, övülecek niteliklerden çıkar. Stoacıların (Zenon'un felsefe
okulu) erdemden gayri her şeye sırt
çevirmelerine karşıdırlar. Faydacılık, erdemin yanında istenilen başka
değerler de bulunduğunu savunmaktadır.
Örneğin erdemsizlik olan yalancılık, yerinde kullanılırsa, erdemlilik
olabilir. Doğruyu söylemek bir hastayı
öldürecekse, faydacılık burada yalan söylemeyi gerektirir. Ama bu anlamdaki
faydanın sınırları titizlikle
çizilmelidir. Yalan, ancak, kendisinden gayrisini haksız bir kötülükten
koruyacaksa, yalandan başka da bir yol
yoksa, faydalıdır. Bu halde fayda ilkesinin görevi, birbirini alt etmeye
uğraşan faydaları ölçmekle, karşılaştırmakla,
birinin ötekine ne zaman üstün tutulacağını göstermekle belirir. Nerede bir
hak varsa, orada bir erdem hali değil, bir
tüze (adalet) hali vardır. Şöyle bir örnek alalım: Bir endüstri topluluğunda
ustalık, çıraklığa göre üstün bir hak
sağlamalı mıdır? Bir düşünceye göre sağlamamalıdır, çünkü elinden geleni
yapanın aynı hakkı elde etmesi tüzeye
uygundur. Bir başka düşünceye göre sağlamalıdır, çünkü üstün verimin üstün
bir hak elde etmesi tüzeye uygundur.
Bu iki düşüncenin her ikisi de sağlamlıkta birbirlerine eşittirler. İşte
faydacılık ilkesinin zorunluluğu burada açıkça
belirmektedir: Hangi düşünce toplum faydasına daha yarardıysa o
seçilecektir. Tüzeyi gizlenmiş bir erdem sayarsak,
bu halde, fayda erdemden ayrılmakta, erdemin beceremediği, işi
becermektedir. Bütün bu karışık zorluklarda
faydacılık ilkesini tutmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Erdemle fayda
arasındaki bu ayrılık bir kuruntu değil,
gerçek bir ayrılıktır.
İnsanlar sadece mutluluğu isterler, mutluluktan gayri hiçbir şeyi
istemezler. Erdem isteği, mutluluk isteği kadar
yaygın değildir. Faydacılık, erdemin, hem çoğu insanlarca istendiğini, hem
de bütün insanlarca istenilmesi
gerektiğini bilmektedir. Erdeme uygun olanın ne olduğu üstünde
anlaşabilirsek; erdemi, en yüksek amaca erişmek
için araçlık eden birçok iyi şeylerin başına geçirebiliriz. Oysa erdem,
mutluluk amacına götüren bir araç değil,
mutluluk amacının bir parçası olmalıdır. Buysa erdemin, kendiliğinden
istenilen bir şey olmasıyla sağlanır. Erdem,
kendisini karşılıksız olarak sevenlerde bu hali alabilir. Erdem bu yolda
yalnız değildir. İnsanların, önce
mutluluklarının aracı, sonra da mutluluklarının parçası olabilen daha pek
çok istekleri vardır. Para sevgisini, ün
tutkusunu, iktidar isteğini örnek olarak sayabiliriz. Bütün bunlar önce
mutluluğa erişebilmek için birer araçtırlar,
sonra mutluluk amacının birer parçası haline gelirler. Erdem, faydacılık
kavramına göre, bu çeşit istekler arasında
sayılabilir. Erdem, ancak, hoşlanmaya götürdüğü, acıdan uzaklaştırdığı için
istenir.
Fakat araçla amaç arasında bu
ortaşım meydana geldi mi, artık erdeme bir iyi istek gözüyle bakılmak zamanı
gelmiş demektir. Erdem, bir bakıma,
yukarda örnek olarak saydığımız öteki isteklerden ayrıdır. Onlar, kişiyi
başkalarına karşı zararlı kılabilirler,
erdemse kişiyi başkalarına karşı faydalı kılar. Bu yüzdendir ki faydacılık,
içine başka nedenler karışmamış, ancak
erdem için istenilen erdemi genel faydaya uygun görmekte, yayılmasını
istemektedir.
Yararcılık öğretisi, toplumsallaşma çabalarına rağmen tipik bir bireycilik
öğretisidir. Bütün değerleri bireyin
hoşlantısına indirger. Bireysel mutlulukla toplumsal mutluluğu uyumlu
kılabilmek için, metafizik bir anlayışla,
eğitim ve öğretimden medet umar. En üstün iyiyi, mutluluğu, erdemi ve tüzeyi
bireysel yararla aynılaştırır.
Yararlığın ölçütü bireysel hoşlanma olduğuna göre, zorunlu olarak öznel
idealizme dayanır. Nitekim, sonunda,
katıksız bir idealizm olan pragmacılığı doğurmuştur.
SUÇ VE CEZASI.
Bütün bu idealist düşünceler dönüp dolaşıp sonunda
Tanrıcılığa varmak zorundadırlar. Bu
zorunlu sonuç, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısının oluşturduğu ünlü bir sanat
yapıtında yansımaktadır.
Dostoyevski'yi (1821-1881) oluşturan yıllar, ondokuzuncu yüzyıl Rusya'sının
Çar i'nci Nikola'nın baskısı altında
ezildiği yıllardır. Toprak işçileri, bir çeşit tarım gereciymişçesine toprak
beyleri arasında açık artırmayla
satılmaktadır. Oysa küçük toprak beylerinin durumları da, inek gibi alıp
sattıkları mujiklerden daha güvenli
değildir; sabah akşam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet
dairelerinde müdür, memurunu tokatlayarak
çalıştırır. Kırbaçlamakla kırbaçlanmak en olağan günlük işlerdendir.
Kazançlar yaşamaya yetmemektedir, açlık
salgındır, aydınlar arasında yıkıcı düşünceler kaynaşmaktadır.
Bakışlar gök
ölçülerine çevrilmiştir, mujikler İsa'nın
saltanatını sabırsızlıkla beklemektedirler: Bu kadar iğrenç bir şeye Tanrı
razı olamaz.
Sonya'nın ağzıyla bu yargıya varan Dostoyevski, yaşadığı sürece onu
kıvrandıracak olan ikiliği, Suç ve Ceza'nın
dördüncü bölümünde, Raskolnikov'un ağzından ortaya atıyor: Ama gene de razı
oluyor işte....
Birkaç yaprak
sonra da, ünlü romanının dayandığı önemli sorulardan birini sormaktadır:
Nasıl oluyor da bu kadar bayağılık,
böyle kutsal bir duyguylabağdaşabiliyor?.
Dostoyevski, daha birçok
yapıtlarında, bu sorunun uyandırdığı
kuşkuları çözmeye çalışacaktır. Gök ölçüleri karşısında insan yapısı,
çeşitli yönlerden ustaca didiklediği bu ikilik;
hemen bütün yapıtlarının temelidir.
Dostoyevski doğduğu zaman Puşkin yirmi iki, Gogol on bir yaşındaydı: Her
ikisi, de ona öncülük etmiştir.
Tolstoy'la Turgenyev'se onunla birlikte yetişecek, onunla yarışacaklardır.
Almanya'da Goethe, İngiltere' de Byron,
Fransa'da Chateaubriand, Stendhal, Balzac ünleri Rusya'ya erişmiş olarak
yaşamaktadırlar. 1843'te Balzac
Moskova'ya geldiği zaman Dostoyevski onun Eugenie Grandet'sini Rusçaya
çeviriyordu Çağ, büyük düşünürlerle
büyük sanatçıların çağıdır. Heine, Hugo, Merime, Poe, Musset, Dickens,
Flaubert yetişmektedirler. Suç ve
Ceza,'nın tasarlanmasından önce bir de Çehov doğacaktır. Dostoyevski ilk
yapıtı olan İnsancıklar'ı yayımladığı
1846 yılında yirmi beş yaşındaydı. Yıl, en önemli yazarların birbirleriyle
yarışarak kaynaştığı bir yıldır.
Dostoyevski, Byron öldüğünde üç, Goethe öldüğünde on bir, Puşkin öldüğünde
on altı, Stendhal öldüğünde yirmi
bir, Chateaubriand öldüğünde yirmi yedi, Balzac öldüğünde yirmi dokuz, Gogol
öldüğünde otuz bir yaşındaydı.
Altmış yaşına kadar yaşayacak, edebiyat dünyasının en sağlam yapıtlarını
kuracaktır.
Suç ve Ceza, böylesine bir çevrede, 1866 yılında yayımlandı. 1860'ta
Rusya'da toprak reformu yapılmış, toprak
köleliği kaldırılmıştı. Çar I. Nikola çoktan ölmüştü. Bütün bunlar açlıkla
yoksulluğu azaltacak yerde, büsbütün
hızlandırmıştı. Sosyal denge bozulmuştu bir kez, toplumdaki kargaşalık
sürüpgidecekti. Turgenyev (1818-1883)
Babalar ve Çocuklar'ında, Çernişevski (1828-1889) Ne Yapmalı'sında bu sosyal
kargaşalığın nedenlerini
araştırıyorlardı. Dostoyevski Suç ve Ceza'sıyla, Turgenyevie Çernişevski'nin
karşısına göksel ölçüyü çıkardı. Suç
ve Ceza, bu açıdan, Dostoyevski'nin kendisiyle yaptığı önemli bir
tartışmaydı. Nitekim o yılların aydınları bu
tartışmaya çok büyük bir önem verdiler, yapıt bir anda bütün Rusya'ya
yayıldı.
Suç ve Ceza'nın ortaya attığı sorun şuydu: Bir yanda budala, önemsiz,
hastalıklı, kimseye yararlı olmayan, tersine,
herkese zararı dokunan, niçin yaşadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl
olsa kendiliğinden ölecek bir kocakarı
var. Öte yanda da yardım görmediklerinden ötürü yok olup giden genç, körpe
güçler...
Kocakarının manastıra
adadığı paralarla milyonlarca kötülük önlenebilecektir. Şu halde kocakarıyı
öldür, parasını al, sonra da bu parayı
bütün insanlığın yararına harca. Bir ölüme karşı binlerce dirilme. Bu bir
hesap işidir. Hem sosyal dengede bu aptal,
bu kötü yürekli kocakarının ne değeri olabilir? Bir bit, bir hamamböceği
ondan daha değerlidir. Yaşamak için,
yaşamaya değer olmalıdır. Başkalarını sev diyorlar, bundan çıkan sonuç her
ikisinin de yarı yarıya çıplak
kalmasıdır. Kaftanını ikiye bölüp yarısını komşuna verirsen hem sen çıplak
kalırsın, hem de o giyinmemiş olur.
İyisi mi, kendini sev, hem kaftanın sağlam kalır, hem de komşunun ikiye
bölünmüş bir kaftandan daha fazlasını
almasını sağlamış olursun. Bir toplumda özel işler ne kadar tıkırında
giderse genel işler de o kadar düzenli olur.
Kendini düşünmen genel ilerleyişi sağlar, buysa komşun için yarım bir
kaftandan daha yararlıdır. Ölüme gidecek
bir adamın kayanın üstünde, ancak iki ayağını koyabilecek kadar daracık bir
yerde oturması gerekse, çevresinde
uçurumlar, ummanlar olsa, sonsuz karanlıklar, sonsuz yalnızlık; bitmez
tükenmez fırtınalar içinde, bir arşınlık o
daracık yerde sonsuza değin ayakta durması, adamın o anda ölmesinden daha
iyidir. Ne türlü olursa olsun, yaşamak
gerek.
Sorun, o yıllar Rusya'sının sorunudur.
Dostoyevski, hukuk öğrencisi Raskolnikov'un kişiliğiyle sorunu ortaya
attıktan sonra tartışmaya başlıyor: Olağan insanlarla olağanüstü insanları
birbirinden ayırmalıdır. Olağan insanlar
boyun eğerek yaşamak zorundadırlar, kanun dışına çıkmaya hakları yoktur.
Olağanüstü insanlar bütün suçları
işlemeye, bütün kanunları ayaklar altına almaya yetkilidirler, ülküleri
uğruna bütün sınırları aşabilirler.
Likürg,
Solon, Napolyon yeni kanunlar koyarken eski kanunları haklı olarak
çiğnemişlerdir. Yerleşmiş bir açıdan bakılınca
bunların işledikleri de suç değil midir? Olağanüstü insanlar bir bakıma tüm
suçludurlar, kendilerinin ya da
toplumlarının yararına kan dökmekten bile çekinmemişlerdir. Büyükler şöyle
dursun, toplumları içinde biraz olsun
sivrilenler bile, az ya da çok, öldürücü olmak zorundadırlar. Öldürücülük,
olağanüstülüğün gereğidir. Olağan
insanlar, ellerine geçirebilirlerse, olağanüstü insanları asıp keserler ama,
bir süre sonra da heykellerini dikip onlara
taparlar. Olağan insanlar uysal, gelenekçi, eğik boyunludurlar; görevleri
kendileri gibi birtakım varlıkların
çoğalmasına yaramaktır. Onlar, insanlığı koruyup çoğaltırlar, ötekilerse
yürütüp bir amaca götürürler.
Genç hukuk öğrencisi Raskolnikov, faizci kocakarıyı bu düşünceden yola
çıkarak öldürmüştür. Evet, kan
dökmüştür ama, herkesin döktüğü kanı, şu yeryüzünde bir çağlayan halinde
dökülen, her zaman dökülen kanı...
Onu bir şampanya gibi akıtanlar sonradan Capitol'de taç giyip insanlığın
övüncü oldular. Ben de insanlara iyilik
etmek istiyordum. Yaptığım bu biricik anlamsızlığı bağışlatmak için
insanlığa binlerce iyi iş yapacaktım. Yaptığım
işe anlamsızlık bile denemez ya, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu
düşünce, başarısızlığa uğradıktan sonra
göründüğü gibi, hiç de budalaca değildi. Başarısızlığa uğrayan her şey
budalaca görünür. Ben, şimdi budalaca
görünen bu eylemle sadece kendime bağımsızlık sağlamak, yaşamak için ilk
adımımı atmak, gerekli araçları
edinmek istemiştim. Bundan sonra her şey ölçülemeyecek kadar yararlı bir
yürüyüş olacaktı. Ama ben, ilk adımda
tökezledim. Başarabilseydim benim de başıma taç giydireceklerdi.
Raskolnikov niçin başaramamıştır? Çünkü olağanüstülük sanısına kapılan
olağan bir insandır. Olağanlar büyük
acılar çekmeye dayanamazlar, gerçekten büyük insanlarsa büyük acılar çekmek
zorundadırlar. Olağanlar aşmamaları
gereken sınırların içine er geç çekilirler, kendi cezalarını kendi elleriyle
verirler, sevgi'nin tutsağıdırlar.
Olağanüstüler sevgi'ye boyun eğmezler: Peki ama, buna layık olmadığım halde,
bunlar beni ne diye bu kadar
seviyorlar? Ah, hayatta yalnız olsaydım, kimse beni sevmeseydi, ben de
kimseyi hiçbir zaman sevmeseydim, bütün
bunların hiçbiri olmazdı. Raskolnikov kendi erdemini denemek için öldürmüştü. Olağanüstüler, doğrudan
doğruya yaparlar, denemezler.
Erdem, düşünce değil, eylem'dir: O zaman anladım ki Sonya, iktidar, ancak
eğilip onu almak cesaretini
gösterenlere verilir. iş, cesaret etmekten ibaretti. Sorun, yalnız buydu.
Ben, cesaret göstermek istedim, öldürdüm.
Sırt üstü karanlıkta yattığım sırada bütün bunları düşünmüştüm. Beni
mahveden de işte bu oldu ya. İktidara
geçmeye hakkım olup olmadığını kendi kendime sorup soruşturmaya başladıysam,
demek ki iktidara geçmeye
hakkım yokmuş. İnsan bir bit midir? İnsan, bunu soran için bir bit değildir,
aklına böyle bir soru gelmeyen için
bittir. Napolyon bu soruyu sormadan gider, kocakarıyı öldürürdü.
Benim suçum
bu soruyu sormaktır.
Gök ölçüsü, olağan insanların birbirlerine karşı davranışlarını düzenler.
Raskolnikov da olağan bir insan olduğuna
göre: Kalk, hemen şimdi, şu dakikada, dört yol ağzına koş, yere kapan, ilkin
kirlettiğin toprağı öp, sonra dört bir
yana eğilerek bütün dünyayı selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: Ben
öldürdüm! diye bağır. O zaman, Tanrı
sana yeniden hayat verecektir.
Raskolnikov'un kendisine yüklediği biricik suç, sonuna kadar dayanmamaktır:
Benim davranışım onlara niçin bu
kadar çirkin görünüyor? Kanunun sınırları aşılmış, kan dökülmüştür. Öyleyse;
insanlığa iyilik eden, iktidarı zorla
alan birçok kimselerin de, daha ilk adımlarında, kafalarını kesmek
gerekirdi. Ama bu adamlar sonuna kadar
dayandılar, bunun için de haklı çıktılar. Bense dayanamadım, bunun için de
bu adımı atmak hakkını
kazanamadım.
Raskolnikov kendisini güçsüzlükle, korkaklıkla suçlandırmaktadır. Oysa
Dostoyevski, Raskolnikov'un kendisinde,
inanışında derin bir hata bulunduğunu söylüyor. Dostoyevski'ye göre
Raskolnikov, bu hatayı sezmiştir ama, gereği
gibi anlayamamıştır. Dostoyevski, büyük yapıtının sonlarına doğru Tanrıca
davranıyor, yarattığı kişiyi yargılıyor:
Raskolnikov, kendisinde, inanışlarında derin bir hata olduğunu, belki daha o
zaman, sulara eğilip baktığı
sıralarda, sezmiş bulunduğunu bir türlü anlayamıyordu. Bu sezişin yarınki
hayatına ait değişikliğin, ölümden sonra
dirilişinin, hayata yeni bir bakışın habercisi olabileceğini de anlamıyordu.
Dostoyevski, Raskolnikov'u Sibirya'ya gönderip eline de, Turgenyev' le
Çernişevski'ye karşı çıkardığı, göksel bir
erdemi tutuşturduktan sonra yapıtını şu sözlerle bitirmektedir: Raskolnikov,
bu yeni hayatın kendine bedava
verilmediğini, onu çok pahalıya, gelecekte yapacağı büyük fedakarlıklarla
satın almak gerektiğini henüz
bilmiyordu. Ama burada yeni bir öykü; bir adamın derece derece
yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat
buluşunun, bir dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç
bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının
öyküsü başlıyor. Bu, yeni bir yapıtın konusu olabilir.
AŞK. Toplumu öğütlerle düzenleme çabası devam ediyor. Bu öğütlerden bir
yenisi de aşk.
Ludwig Andreas Feuerbach (1804-1872), Hıristiyanlık Felsefesi'ni yayımladığı
sırada (1839), Alman düşünce
çevreleri Hegelciliği tartışıyorlardı. Hegel, geniş bir alanda olağanüstü
etkisini sürdürüyordu
İşte, aşk felsefecisi Ludwig Feuerbach da, bütün çağdaşları gibi, bu
Hegelcilikten doğmuştu. Ölüm ve Ölümsüzlük
Üstüne Düşünceler adını taşıyan yapıtını Hegelin ölümünden bir yıl önce
yayımlamıştı. Gelecek Felsefenin
İlkeleri'niyse on üç yıl sonra yayımlayacaktı: Bir bakıma, insan aklının
özlediği tartışma henüz bitmemiş olmalıydı.
Hegel, oluşu düşünceyle, ruhla başlatmıştı. Doğru muydu? Düşünce mi önceydi
doğa mı, bir başka deyişle, ruh mu
önceydi madde mi?
O bitmez tükenmez masal, insan aklının büyük macerası yeniden başlıyordu.
Feuerbach, soruyu kesinlikle karşıladı: Temel, doğadır. Doğanın dışında
hiçbir şey yoktur. Her şey gibi, düşünce
de, doğanın ürünüdür. Düşünce, maddesel bir organ olan beyinden
çıkmaktadır... Bununla beraber Feuerbach,
maddecilikte kalamayacaktır. Şöyle diyor: Bence maddecilik, insanın varlık
ve bilgi yapısının temelidir. Ama bir
fizyolojistin, bir natüralistin anladığı gibi, varlık yapısının kendisi
değildir.
Maddecilikle geride beraberim ama,
ileride beraber değilim.
Niçin?.. Çünkü Feuerbdch, bütün dinleri yıktığı halde, yerlerine yeni bir
evrensel din kurma yolundadır. Bu yeni
din, aşk dinidir. Feuerbach, temeli maddeye dayadığı halde bir idealisttir
artık. Aşkı, maddesel bir çekim olarak
değil, bir insanlık ideali olarak ele almaktadır. Feuerbach da, Hegel gibi,
diyalektiği, maddelerde değil, düşüncede
bulmaktadır. Feuerbach'a göre düşüncede olup bitenler, düşüncenin
ürünleridirler. İnsanlar, sevişiniz, diyor,
gerçek din sizin bu sevgilerinizdedir. Varlığınız, aşkınızla
biçimlenecektir.
Feuerbach'a göre, dinin gerçeği aşktadır. Önceleri insanlar, kendi
niteliklerinin fantastik yansımaları olan Tanrılar
yaratmışlardır.
Tanrılar, insanlık düzenini kurmaya yetmediler. Oysa, bu
düzeni kuracak olan, insanın başka
insanlara karşı duyduğu bağlılıktır. Bu bağlılık, en yetkin biçimine aşkta
ulaşır. Hele cinsel aşk, bu duygusal insan
bağlılığının en yoğunlaşmış biçimidir. Dostluk, acıma, vazgeçme, coşkunluk
gibi çeşitli eğilimler, yetkinliği cinsel
aşkta beliren aşkın çeşitli görünüşleridir. İnsanlar arasındaki bütün
sorunlar aşkın gücüyle çözülecektir.
Aşkı
kutsallaştırmak gerekir. İnsanlar, böylelikle, bütün acılarından
kurtulacaklardır. Din (religion), Latince bağlamak
anlamındaki (religare) sözcüğünden gelir. Şu halde, din sözcüğünün ilk
anlamı bağdır. Bundan ötürü insanlar
arasındaki her bağ, bir dindir. Din' sözcüğünün etimolojik anlamı gerçeği
ortaya koymaktadır. Ama bu din, ruhçu
bir temele değil, maddeci bir temele oturmaktadır. Temel doğadır. Her şey
gibi, din de, doğanın ürünüdür. Varlık
yapısının temeli maddedir ama; kendisi düşüncedir. Bir başka deyişle, varlık
maddeden çıkıyor ama, ruhla gelişiyor,
varlıklaşıyor. Maddelerin oyunu bitmiştir artık.
Feuerbach, mutluluk felsefesini de, bu düşüncesinin üstüne kuruyor. Ona
göre, mutluluk eğilimi insan yapısının
doğal bir eğilimidir. İnsan, doğarken mutluluk eğilimiyle birlikte doğar.
Mutluluk eğiliminin töreselliği (ahlakiliği)
bu yüzdendir. Gene bu yüzdendir ki, her törenin temeli mutluluk eğilimi
olmalıdır. Ama mutluluk eğilimi başıboş
bırakılamaz elbet. Onu düzenleyen iki doğal kısıtlayıcı vardır:
1- Eylemlerimizin kendimizdeki sonuçları: Mutluluk eğilimimizi başıboş
bırakıp, örneğin içkiyi fazla
kaçırırsak hastalanırız. Böylelikle de kendi eğilimimizi, kendimizden ötürü,
kendimiz kısıtlarız.
2- Eylemlerimizin toplumdaki sonuçları: Mutluluk eğilimimizi başıboş
bırakırsak başkalarının mutluluk
eğilimlerinin sınırına gireriz. Bu halde başkaları, kendi mutluluk
eğilimlerini savunarak bizim mutluluk
eğilimimizi bozarlar. Böylelikle de kendi eğilimimizi, gene kendimizden
ötürü, kendimiz kısıtlarız.
Özet olarak, hem kendimiz, hem de başkaları, elbirliğiyle mutluluk
eğilimimizi düzenlerler, aşırılıklarımıza engel
olurlar. Bu iki durumun dışında mutluluk eğilimimizin hiçbir engeli yoktur,
keyfince yol alabilir. Anlaşıldığına
göre, mutluluğumuzu, gene kendi mutluluğumuz düzenlemektedir. Kendi
mutluluğumuzu bozmadıktan sonra
mutluluk eğilimimizin yöneldiği her yol töreseldir. Toplumsal sonuçlar,
kendi mutluluğumuzun tadını
kaçırdıklarından ötürü kısıtlayıcıdırlar.
Evrensel uzlaşmayı aşkta bulan Feuerbach, töre alanında da, inceden inceye
hesaplanmış, kendisine hiçbir
bakımdan zarar vermeyecek her mutluluğu cömertçe bağışlamaktadır kişioğluna.
Bu açıdan bakınca, Feuerbach'ın
töresi, pek ince bir hesap işi olarak görünmektedir. Hesap tuttu mu, başkaca
hiçbir engel yoktur. İnsanın Tanrıya
tapmasını yasaklayan maddeci Feuerbach'ın karşısına dikilen, insanın insana
tapmasını buyuran ruhçu Feuerbach,
düşünce dizisinde, zorunlu olarak böyle bir sonuca varmıştır. Düşünce
alanına yönelen, böylelikle de kendi içine
kapanan düşünce, duygusal bir ortamda gezinmek zorundadır. İnsanlara
birbirlerini sevmelerini öğütleyen ünlü
düşünür, yalnızlık ve yoksulluk içinde ölmüştür.
KAZIK.
İnsanların mutluluğunu sağlamak için toplumu düzenlemek düşüncesi,
toprağa bağlılıkla başlıyor. Göçebe
toplulukların toplumsal sorunları yoktur. Birbirleriyle değil, doğayla
çekişmektedirler. Ne saymak, ne de yazmak
gereğini duymuyorlar. Doğa korkusu, onları, birtakım bitkilere, taşlara hoş
görünmeye zorluyor. Böylesine bir
yaltaklanmanın dışında din anlayışları da yok. Erdemsizlik bulunmadığı için
erdem kavramı belirmemiştir.
Birbirlerine karşı ne iyilik, ne de kötülük ediyorlar. Doğanın ezici baskısı
altında tutunmaya çabalayarak kardeşçe
yaşamaktadırlar. Bilgileri, doğadan korunma yolunda gelişmektedir. Bu
gelişmenin sonunda içlerinden biri çıkacak,
bir toprak parçasının çevresine kazıklar çakıp, burası benimdir, diyecektir.
İnsanlık tarihi, artık, bu kazığı çıkarmak için çekilen acıların tarihidir.
Eşitlik bozulmuştur: Artık, tarih boyunca güçlülerle güçsüzler çatışacak,
çıkarlar çarpışacak, toplumsal sorunlar
tartışılacaktır. Bu eşitliği yeniden sağlamak isteyen düşünce akımına
toplumculuk (sosyalizm) adı verilecektir.
Çeşitli toplumcu düşünürler, çeşitli yollar göstereceklerdir. Bu
düşünürlerin arasında Jean-Jacques Rousseau gibi
göçebelik çağının özlemini çekenler, Thomas More gibi eşitlik adası düşleri
kuranlar da bulunacaktır. Toplumsal
düşünce, çevresine kazık çakılan toprağı o kazığı çakan atamızın elinden
geri alabilmek için, bin bir kapıya
başvurarak, belli bir amaca doğru yürümüştür.
Thomas More'un açtığı bu
ütopyacı çığır, sırasıyla, Bacon'a (1561-1625) Yeni Atlantis'i, Thomas Campanella'ya (1568-1639) Güneş Ülkesi'ni,
Valantin Andrea'ya (1600-1654)
Hıristiyan Ülkesi'ni, Harrington'a Oceana'yı (1656), Winstanley'e Devletin
Yeniden Kuruluşu'nu (1652),
Barclay'e Argenisi (1611), Heywood'a Altın Çağ'ı (1611), Gabriel Foigny'ye
Jacques Sadeur'ün Serüvenleri'ni
(1679), Vairrase'a Severanbe Tarihi'ni (1682), Morelly'ye Basiliade'ı
(1745), Gabriel Mably'ye Kenttaşların
Hukuk ve Görevleri'ni (1765) yazdırdı.
Fransa'da 1789 burjuva devrimi oluşmaya başlamıştır. Toprak, soyluların
elindedir. Soylu olmayanlar toprak
edinemezler. Varlıklılardan alınması gereken vergi, tersine, yoksullardan
alınmaktadır. Kilisenin baskısı,
soylularınki kadar ezicidir. Kilise, uçsuz bucaksız toprakları Tanrı adına
işletmekte, Fransız köylüsünü yarı aç
çalıştırmaktadır. Gelecek yılların vergileri bile toplandığı halde,
krallığın bütçesi elli altı milyon lira açıktır.
Devlete vermiş bulunduğu borçları, Fransız ulusuna yükleyerek alacaklarını
sağlama bağlamak isteyen yeni bir
sınıf, burjuvazi doğmuştur. Toprak adamlığından para adamlığına geçilmeye
çalışılmaktadır. Para adamlığı da,
kendi yasalarına uygun, yeni bir düzen gerektirmektedir.
1780'de yayımlanan, Mülkiyet ve Hırsızlık Üstüne Araştırmalar adlı yapıtın
yazarı Brissot de Warville, Devrim
Meclisinin milletvekilidir. Devrim Meclisi, mülkiyete karşı olmamakla
beraber, kilisenin ve soyluların bütün
mallarına el koymuştur, burjuvalara ve köylülere dağıtmaktadır.
Meclis, özel mülkiyet üstünde kesin bir yargıya varamamıştır. İlerideki
gelişmelere göre her açıdan
uygulanabilecek yeni bir tanım ortaya atmaktadır: Özel mülkiyet, mülklerin
kanun gereğince verilen parçasından
yararlanma hakkıdır.
Bu tanım, salt eşitliği sağlamak isteyenleri kızdırmıştır. Bunların başında
da Gracchus Baboeuf (1760-1797)
gelmektedir. Baboeuf, kurduğu Le Tribun du Peuple gazetesinde; Darthe,
Antonelle, Buonarotti'yle birlikte,
Devrim Meclisinin ekonomik eşitliği sağlaması gerektiğini savunuyor.
Ondokuzuncu yüzyıl başlarken, Fransa'da, Marsilya kentinde Charles Fourier
(1772-1837), yanında çalıştığı bir pirinç
toptancısının; fiyatları yükseltmek için, iki bin ton pirinci denize
döküşüne şaşkınlıkla bakıyordu. Fourier, bu
olaydan şu sonucu çıkardı: Plansız çalışma boşunadır. Bilimsel bir plana
bağlanmış üretim, başıboş üretimden,
ölçülemeyecek kadar verimli olacaktır. Yüz aile bir araya gelip aynı mutfağı
kullanabilse daha az giderle
beslenebilirler. Engels, onun için şöyle diyor: Charles Fourierde o günkü
toplumsal koşulların heyecanlı, ama
aynı zamanda derine inen bir eleştirmesini buluyoruz. Fourier, burjuvaziyi,
devrim öncesinin coşkun peygamberleri
ve devrim sonrasının dalkavukları ile birlikte olduğu gibi ele almaktadır.
Fourier, burjuva dünyasının maddi ve
manevi sefaletini hiç çekinmeden ortaya koyar, bu sefaleti filozofların
parlak vaatleriyle karşılaştırır, aklın
egemenliğini gerçekleştirmiş olacağı vaadedilen bir uygarlığın herkese rahat
ve güven içinde yaşamayı sağlayışı ve
insanın içinde en kusursuz hale geldiği bir toplum idealiyle burjuvazinin
gerçek dünyasını karşılaştırır. Bu gerçek
dünya ile çağdaş ideologların pespembe dünyası arasındaki farkı gözler önüne
serer. Her yerde en sefil ve feci
gerçeğin en şişirilmiş tumturaklı sözlerle nasıl bir arada bulunduğunu
gösterir ve lafazanlığa bütün gücü ve
alaycılığıyla hücum eder. Fourier sadece bir eleştirmeci değildir, sakin
yaratılışlı olduğu için aynı zamanda yergici
bir kimsedir, hatta onun gelmiş geçmiş yergici yazarların en büyüğü olduğunu
söyleyebiliriz. Fourier, bir toplumun
genel gelişmişliğinin ve özgürlüğünün, kadının gelişmişliği ve özgürlüğüyle
ölçüldüğünü söyleyen ilk düşünürdür.
Ama Fouriernin en büyük yanı toplumun tarihiyle ilgili görüşünde
aranmalıdır... Burjuva uygarlığının bir kısır
döngü içinde dönüp durduğunu, bir türlü çözemediği çelişmeleri durmadan
yarattığını ve sonunda, her zaman,
aradığı ya da aradığını ilerisürdüğü şeylerin tam tersine ulaştığını,
nitekim yoksulluğun ve bolluğun kendisinden
doğduğunu söyler. Bu örnekler, Fouriernin, diyalektiği, çağdaşı Hegel kadar
ustalıkla kullandığını göstermektedir.
Çağdaşları insan yetkinliği üstüne sonu gelmez lafazanlıklar ederken Fourier,
her çağın bir yükseliş bir de iniş
dönemi olduğunu gösteriyor ve bu görüşünü insanoğlunun geleceğine
uyguluyordu. Kant'tan beri doğabilimi göksel
cisimlerin gelecekteki ölümlerini kabul ediyorsa Fourierden sonra da tarih
bilimi, insanlığın gelecekteki ölümünü
görmezlikten gelemez (Engels, Sosyalist Düşüncenin Gelişmesi, çeviren:
Selahattin Hilav, İstanbul 1964, s. 64,
75). Fourier, düşüncelerini 1808 yılında yayınladığı Dört Hareketin Kuramı
adlı yapıtında açıklamıştır. Öğretisinin
ana çizgileri şunlardır: 1) İnsan iyidir, özgürce gelişebileceği sosyal
kuruluşlara kavuşunca daha da
yetkinleşecektir... 2) Ticaret kötüdür, insanın ortaklaşacılığı gerektiren
doğal eğilimlerine aykırıdır... 3) Evlilik
ikiyüzlülüktür, çünkü her yerde kadının köleleşmesini gerektirir... 4)
Uygarlık her türlü kötülüğü içinde topladığı
oranda ortaklaşacılığı gerçekleştirecek güçlerin oluşmasını sağlamaktadır.
1803 yılında, Saint-Simon'un kafasına şöyle bir düşünce takılıyor:
Bir anda
Fransa, devlet adamlarını, bütün
aristokratlarını, bütün papazlarını, bütün mülk sahiplerini yitirse ne olur?
Fransa üzülür, oysa gene Fransa'dır. Ama
bir anda elli fizikçiyi, elli kimyacıyı, elli fizyolojisti, elli demircilik
atelyesi şefini, altı yüz çiftçiyi yitirse ne olur?
Fransa, Fransa olmaktan çıkar. Şu halde Fransa'yı Fransa eden insan,
industrielle (sınai) insan'dır. Oysa sınai
insan, hiçbir zaman faiz ve kira almaz, emeğinin karşılığını alır. Şu halde
faiz ve kira, Fransa'ya hiçbir yararı
dokunmayanların, Fransa'yı Fransa edenleri sömürmelerini sağlamaktadır.
İnsan, insanı sömüreceğine, planlı bir
çalışmayla doğayı sömürmelidir. Fransız ekonomicisi Claude Henri de Rouvroy
Comte de Saint-Simon (1760-
1825), idealist ve metafizik yapısına rağmen, toplumsal evrimi, sınıf
mücadelesinin bu toplumsal evrimin itici gücü
olduğunu ve sınıf farklarının da özel mülkiyetten doğduğunu açıklamıştır.
Toplumun kendi çağındaki yapısı ve
geleceğin sanayi toplumunun nasıl kurulacağı üstünde, ütopik ama ilginç
düşünceler ilerisürmüştür. Bilimsel olarak
olumlu bir toplum kurulması önerisi, o sıralarda ona katiplik etmekte olan
geleceğin ünlü düşünürü Auguste
Comte'u etkilemiştir. İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan
kalkmalıdır, diyordu. Ama bunu
gerçekleştirmek için ilerisürdüğü öneriler bilimsellikten uzaktı. Yeni
platoncu bir seçkinler yönetimi anlayışıyla
toplumun endüstriyeller dediği işverenler, tüccarlar, bankerlerle birlikte
işçileri de kapsayan karma bir sınıf
tarafından yönetilmesini istiyordu.
Hıristiyanlığın Hıristiyanlarca çoktan
bırakılmış olan yoksulluk felsefesini,
kendi deyimiyle en yoksul ve en kalabalık sınıfın kalkınmasına uyguluyor ve
bunun yeni Hıristiyanlıkla mümkün
olabileceğini ilerisürüyordu Bu bakımdan Saint-Simonculuk, idealist
sosyalizm ya da ülkücü sosyalizm adlarıylada anılır. Anamalcı müteşebbisin kar'ını haklı buluyor, ancak faiz ve
rant'ın birer sömürü olduğunu söylüyordu.
Üretim araçlarının mülkiyetini kabul etmekte, ancak bunun yetkin ellerde
toplanmasını istemekteydi. Saint
Simonculuk akımında izdaşları onun bu düşüncesini doğru bulmayarak üretim
araçları üstündeki özel mülkiyeti
bütünüyle bir sömürü aracı saymışlardı.
Saint Simonculuğa prodüktivizm de denir.
Çünkü üretim araçları üstünde
organizatör otorite saydığı devlet bunları
en verimli olanlara dağıtacaktır. Saint-Simon, böylelikle herkese yeteneğine
göre ilkesini önermektedir.
Verimli
üretimden herkes bu üretime katılmasıyla orantılı olan payını alacaktır.
Enfantin, Bazard vb. gibi Saint Simoncular
kimi yerde ustalarını eleştirmişler, kimi yerde de düşçülükte ustalarını kat
kat geride bırakmışlardır. Saint
Simoncular (Fr. Saint Simoniens, Al. Saint Simonisten, İng. Saint Simonians)'ın
bu tutumları karşısında
yaşamının son yıllarında Saint-Simon'un ben Saint Simoncu değilim diye
bağırdığı söylenir.
Saint Simon'un
ölümünden sonra 1828 yılında Saint Simoncular dinsel bir mezhep gibi
örgütlenmişler ve dinsel törenler
düzenleyerek skandallar çıkarmışlardır. Saint Simon bütün ütopyacılığına
rağmen çağını geniş çapta etkilemiş bir
düşünürdür. Engels onun için, Büyük Fransız Devrimi'ni soylular, burjuvalar
ve yoksullar arasında geçen bir
mücadele olarak görmek gerçekten dahiyane bir kavrayıştır. Politikanın
üretim biliminden başka bir şey olmadığını
ve ilerde ekonominin içinde eriyeceğini görmüştü. Onda, sonraki
toplumcuların ilerisürdükleri düşüncelerin
doğrudan doğruya ekonomik olan düşünceler dışında hemen tümünü içinde
taşıyan dahiyane bir kavrayış genişliği
vardı der.
Simon de Sismondi (1773-1842) de şöyle bir kuşkuya kapılmıştır: Plansız bir
yarışma sonunda, gerektiğinden çok
üretim (surproduction) yapılsa ne olur? Fabrikacı, fabrikasını kapayıp bir
süre bekleyebilir. Fabrikada çalışan
gündelikçilerse bekleyemezler, açlıklarından ölürler. Şu halde ekonomik
dengesizlik, toplumsal dengesizliği
doğurur. Toplumsal yoksulluğun nedeni, ekonomik dengesizliktir.
Bu arada, Pierre Leroux (1797-1871), Eşitlik Üstüne (1838) ve İnsanlık
Üstüne (1840) adlı yapıtlarını
yayımlamaktadır. Leroux'ya göre tarihsel köle, önce serf, sonra ücretli işçi
olmuştur. Özgür ve eşit insan olabilmesi
içinse, dağıtımın devlet eliyle ve şu kurallara göre yapılması gerekir: Her
çalışanın emek niceliği, emek niteliği,
yaşama gerekleri... Leroux'nun toplumculuğu, üretimin ve tüketimin devlet
eliyle, belli kurallara göre düzenlendiği
bir toplumculuktur.
Bir yandan da Robert Owen (1771-1858), kuramsal düşünceyi eylemsel alana
götürerek, Kanada'da birkaç köy
kurup, toplumculuk denemelerine girişmiştir. Owen, büyük bir işadamıydı.
Kendi gözlem ve deneylerine dayanarak
kendine özgü toplumcu bir tutum geliştirmiştir. Düşçü ve hayalci (ütopik)
bir alanda da olsa anamalcılığın
çelişkilerini sezmiş ve sahibi bulunduğu fabrikada örnekler vererek
anamalcılığın zararlarını önlemeye çalışmıştır.
Toplumculuk, özellikle kooperatif modelini Owen'e borçludur. Owen, anamalcı
düzendeki artan yoksulluğu, üretim
sürecine değil, bölüşümün adil olmamasına bağlıyordu. 2500 işçinin çalıştığı
fabrikasını örnek bir fabrika
durumuna getirmişti. İşçi çocukları için bakımevleri açmıştı. Çocuk
yuvalarının ilk tohumunu atan da odur. Başka
fabrikalar işçilerini on dört saat çalıştırırken Owen on buçuk saat
çalıştırıyordu Beş yıllık bir mücadeleden sonra,
1819 yılında, kadınların ve çocukların çalışma saatlerini kısıtlayan ilk
yasanın çıkarılmasını da o sağlamıştı.
Düşünceleri, özellikle birimi çalışma saatiyle belirlenen vesikalar
karşılığında emek ürünleri alışverişinin yapıldığı
emek pazarları tasarısı, Proudhonculuğu geniş çapta etkilemiştir.
Engels,
onun için bu adamın kişiliğinde yücelik
derecesine varan çocuksu bir yanla insanları yönetme konusunda pek az
kimsede bulunan bir yetenek yan yana
bulunuyordu der.
Louis Blanc (1813-1882) da, Çalışmanın Düzenlenmesi adlı ünlü yapıtını
1840'ta yayımlamış, 1848 ihtilalinden
sonra kurulan geçici hükümette yer alarak düşüncelerini uygulamaya
başlamıştır. Fransa'nın karışık günleridir.
Blanc, açtığı ulusal işyerlerini yürütemedi. İşçiye, verilmesi gereken
gündeliği güçlükle bulabiliyordu, ama
verilmesi gereken işi bulamıyordu:
İki yıl sonra, elimize, yeni bir toplumcu öykü geçecektir. Etienne Cabet
(1788-1856), Icarie'ye Yolculuk
ütopyasını yayımlamıştır (1842). Icarie, düşsel bir ülkedir. Bu ülkede
devlet, yaptıkları işin niteliğine ve niceliğine
bakmaksızın, herkesin yaşama gereklerini karşılamaktadır. Yetenekler, doğal
verilerdir. Çok akıllı, çok çalışkan
olmak kişiye hiçbir üstünlük sağlamaz. İnsan, elinden geldiğince çalışacak,
eşit olarak yaşayacaktır.
ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı sona ererken, hemen bütün Avrupa toplumculuk
çabası içindedir. Dünyanın bütün
toplumcu düşünce adamları, Fransa'nın başkenti Paris'te toplanmışlardır.
Arnold Ruge, Almanya'dan Paris'e
geçerek; başına topladığı Heine, Jung, Hess, Marx, Engels, Hervegh gibi
yurttaşlarıyla birlikte Paris'te toplumcu
bir dergi çıkarmaktadır. Ayrıca. Bakunin, genç Lasalle, Weitlinger
Paris'tedirler. Proudhon, Mülkiyet Üstüne adlı
ünlü yapıtını yayımlamıştır (1840). Savigny, ünlü Roma Hukuku Tarihi'nde
(1815) hukukun da bir yaşamı ve
evrimi bulunduğunu kanıtlamıştır. Her kafadan bir ses çıkmakta, her düşünür
kendine özgü bir tasarı önermektedir.
Hepsinin birleştiği kavşak şudur: Toplum, yeniden ve ekonomik bir açıdan
düzenlenmelidir.
Prusya'nın genç bakanlarından Rodbertus (1805-1875), anamalla (sermaye)
işgücü arasındaki çelişmenin devlet
eliyle giderilmesini istemektedir. Mikhail Bakunin (1814-1876), evrensel
ayaklanmadan yanadır, Tanrıtanımazlığı
ve her türlü yetkenin (otorite) ortadan kaldırılmasını öğütler.
Blanqui
(1805-1881) ve Stuart MilI (1806-1873),
ekonomik temelde işgücünün önemini belirtirler. Ferdinand Lasalle
(1825-1864), Maithus kuramından yola çıkarak
insan çoğalmasının anamal çoğalmasını ölçülemeyecek kadar geçeceğini, bu
yüzden de işsizliğin önüne
geçilemeyeceğini ilerisürer ve üretim kooperatifleri kurulmasını savunur.
Profesör Finkelblek, Karl Marlo takma
adıyla, elemekçisinin yarattığı ürünlerin dağıtımında, anamalcıların
(sermayedarlar) el emekçilerini nasıl
aldattıklarını kanıtlamaya çalışır.
Joseph Proudhen (1809-1856), ortaya bir ilke atmıştır: Yıkacağım ve
yapacağım (destruam et aedificato)... Nasıl
yıkılacağını anlatmaktadır ama, nasıl yapılacağı üstüne açık seçik bir
düşüncesi yoktur. Özel mülkiyetin yerine
geçici bir mülkiyetin konulması gerektiğini ilerisürmekte, siyasal
düzeltmelerden önce ekonomik düzeltmelerin
gerektiğine inanmaktadır.
Hegelciliği yorumlayan Yoksulluğun Felsefesi adlı
yapıtını yayımlamıştır.
Karl Marx (1818-1883), Proudhon'a, Felsefenin Yoksulluğu adlı yapıtıyla
karşılık veriyor. Marx'a göre,
Proudhon'un bu felsefe üstündeki bilgisizliği bir yana, Hegel felsefesi
gerçekte baş aşağı oturtulmuş (madde
temeline dayanacağı yerde ruh temeline dayanmış) bir felsefedir ve onu
gerçek yerine, ayaklarının üstüne oturtmak
gerekmektedir.
Toplumculuğun XiX'ncu yüzyılda ulaştığı bu gelişme, Katolik kilisesini bile
toplumculukla uzlaşmaya
zorlamaktadır. Bu görevi de Philippe Buchez (1796-1865) üstüne almıştır.
Katoliklik ve Tam Bir Felsefe Üstüne
Denemeler adını taşıyan yapıtı, bu uzlaşmayı sağlamaya çalışmaktadır. Bu
arada; gözler, çok eski iki kurum üstüne
çevrilmiştir: Aile ve Katolik manastırları... Bu iki eski kurum, ilk
kuruluşlarından beri toplumcu bir yapı
içindedirler. Aile ve manastır üyeleri, kendi yeteneklerine göre üretmekte,
oysa kendi gereksemelerine
(ihtiyaçlarına) göre tüketmektedirler.
Friedrich Engels (1820-1895), Kapital'in yazılması için Marx'ı
zorlamaktadır. Marx'ın bakışı, ilk anamal
birikmelerini incelemek üzere, XVi'ncı yüzyıl İngiltere'sine çevrilmiştir.
Bu arada, bir Alman işçi düşünürü Joseph Dietzgen (1828-1888) maddeci
diyalektiği sezmekte, Bir Kol İşçisine
Göre Düşünce İşinin Özü adlı yapıtını yayımlamaktadır. Dietzgen'e göre,
başlangıçtan beri var olduğu savunulan ve
nerede bulunduğu da gereği gibi açıklanamayan Hegel'in salt düşüncesi
(mutlak fikir) bulanık bir tasarımdır. İnsan
denilen maddesel yapının kafasında bulunması gereken bu düşünce, maddeler
diyalektiğinin bir yansımasmdan
başka bir şey değildir.
Kazık, çakılmıştı bir kez. Çıkarmak kolay olmayacaktı elbet.
KABA YA DA HAM.
XiX'ncu yüzyılın ikinci yarısında düşüncenin yöneldiği
bilimsellik eski bir deyime yeni bir
anlam kazandırıyor. Eski anlayışta bilginin üç aşamasını dilegetiren halksal
(Os. Avami, Fr. Vulgaire); bilimsel
(Os. İlmi, Fr. Scientifique) ve felsefesel (Os. Felsefi, Fr. Philosophique)
deyimleri yer değiştiriyorlar. Bilginin son
aşaması, yeni bir deyimle nitelenip, bilginin ilk adımıyla birleşiyor: Kaba.
Belki de ham demek daha doğru olurdu Kurgul (Os. Zihni, Fr. Speculatif)
düşünce, pratikle bağıntı kurup
diyalektik bir öze kavuşuncaya kadar, kaba olmaktan çok, ham kalmıştı çünkü.
Pratikle bağıntı kuramamış, insan eylemleriyle denetlenememiş her düşünce
hamdır. Düşünce, metafizik düşünme
yöntemi içinde, kendi olanaklarını zorlayarak, genellikle gerçekleri sezmiş
ve doğru yolu bulmuş; ne var ki
diyalektik düşünme yöntemini öğreninceye kadar bilimsel bir tutarlığa
kavuşamamış, ham kalmaktan
kaçınamamıştır.
Artık kaba ya da ham deyimi, halksal'dan büsbütün başka bir anlamda,
Osmanlıca avami ve Fransızca vulgarie
deyimleri karşılığında ve bilimsel deyimi karşıtı olarak kullanılmaktadır.
Bu anlam, bir açıdan bilimsel olmayan'ı
(Os. Gayri ilmi, Fr. Non scientifique) dilegetirir. Bilimsel olmayan her
düşünce, ne kadar çok doğru'yu içerirse
içersin, tutarlı değildir, hamdır, kabadır.
Bu ham ya da kaba düşüncelerin başında diyalektik-öncesi özdekçilik anlayışı
gelmektedir. Genel olarak
özdekçilik (Os. Maddecilik, Fr. Materialisme) adıyla anılan kaba özdekçilik
(Os. Avami maddecilik, Fr.
Materialisme vulgaire), doğru bir temelden yola çıkmakla beraber, diyalektik
bilimsellikle geliştirilemediği için
metafizik tek yanlılığın sürüklediği yanlış sonuçlara varmaktan
kaçınamamıştır.
Evrenin özdeksel bütünlüğünü
sezmek gibi büyük bir başarıya ulaştığı halde, üst olanı alt olana
indirgeyerek idealizme düşmüştür. Onu bu
yanılgılardan kurtaran, ayıklayıp arıtan, bilimselliğe kavuşturan eytişimsel
özdekçilik (Os. Diyalektik maddecilik,
Fr. Materialisme dialectique) anlayışıdır.
Gerçekte çok doğru bir anlayışı yansıtan özdekçilik gibi, diyalektik
düşüncenin oluşup meydana çıkmasına temel
olan diyalektik-öncesi ekonomi, evrimcilik, toplumculuk anlayışları da
böyledir. Bütün bunlar da kaba deyimiyle
nitelenmektedir.
Kaba ya da ham demek; olgu ve olaylardaki özellikle iki ve genellikle çok
yanlılığı görememek, görünüşlerle
yetinip öze inememek, temel düşünceden çıkacak sonuçlarda tutarlılığı
sağlayamamak, somutu soyutla karıştırmak,
tek yanlılığın gerektirdiği aşırılıklara düşmek ve böylelikle üst olanı alt
olana indirgemek demektir.
Örneğin kaba özdekçilik, XiX'ncu yüzyılda Alman idealist felsefesine karşı
olgucu bir nitelikte oluşmuştur.
Doğa
bilimlerindeki kendiliğinden özdekçilik temeli üstünde geliştirilmiştir.
Başlıca temsilcileri İsviçreli düşünür ve
doğabilimci Carl Vogt (1817-1895), Fransız doktoru ve düşünürü Pierre
Cabanis (1757-1808), Alman fizyoloji
bilgini ve düşünürü Jacob Moleschott (1822-1893) ve Büchnerdir. Yanlış ve
zararlı bir özdekçilik anlayışıdır.
Yanlışlığı bilinci özdeğe, tüm ruhsal süreçleri fizyolojik süreçlere
indirgemesindedir. Zararıysa idealizmin
saldırılarına pek çok açık ve güçsüz kapılar bırakmasındadır. Üstelik de
felsefeyi yadsır ve felsefesel sorunların
doğabilimsel araştırmalarla çözümlenebileceğini ilerisürer. İnsan
bilineninin toplumsal bir ürün olduğunun farkında
değildir. Düşünce ve duyguların, fizyolojik süreçlerce belirlendiğini
savunur. Evrenin özdeksel bütünlüğünü
sezmek gibi büyük bir başarıya ulaştığı halde bu vargısını, eytişimden
yoksun bulunduğu için zorunlu olarak
idealizme düşmesinden ötürü, aşırılığa vardırmış ve üst olanı alt olana
indirgemiştir.
Kaba özdekçilik anlayışı,
idealizme karşı çıktığı halde, idealist yapılıdır ve metafizik düşünmenin
tek yanlılık yanılgısını taşır. Ruhsal
faaliyeti bütünüyle yadsır ve bunun sonucu olarak insan bilincini de özdek
sayar. Örneğin KarI Vogt, tükürük
bezleri nasıl tükürük ya da karaciğer nasıl safra salarsa beyin de öylece
düşünce salar, Moleschot düşünce,
beyinden çıkan fosfordur derler. Ludvig Büchner ve Ernest Haekel gibi
mekanik anlayışlı özdekçiler de bu kaba
özdekçiliğe düşerler, örneğin Haekel, ruh, plazmadır der.
Bilimdışı olan
kaba ya da ham özdekçiliğin yanılgıları
şöyle saptanmıştır:
1. Bu özdekçilikte mekanik yan ağır basıyor, kimya ve
biyolojideki son gelişmeleri hesaba
katmıyordu. 2. Ne tarihsel, ne de eytişimseldi, antidiyalektik anlamda
metafizikti ve gelişme anlayışına tutarlı ve
kapsamlı bir biçimde bağlı değildi. 3. İnsanın özünü somut ve' tarihsel
olarak, tüm toplumsal ilişkilerin ürünü
olarak değil de soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayı sadece
yorumluyordu, oysa bu bir değiştirme
sorunuydu, eşdeyişle devrimci pratik eylemin önemini kavramamıştı. Ünlü bir
diyalektikçi de şöyle der:
Düşüncenin özdeksel olduğunu söylemek, materyalizm ile idealizmi birbirine
karıştırmaya doğru yanlış bir adım
atmaktır. Gerçekten de düşünce özdekten başka bir şey değilse özdek de
düşünceden başka bir şey değil demektir,
eşdeyişle aralarında hiçbir fark yoktur. Oysa bunlar farklı, hem de çok
farklı şeylerdir. Bilinç özdeksel bir
gelişmenin ürünüdür ama, özdek değildir. Özdekle bilinç, nasıl
birbirlerinden ayrıştırılamazlarsa öylece de
birbirleriyle aynılaştırılamazlar.
Bütün bu kabalıkların ve hamlıkların içinde biri var ki özellikle
incelenmeye değer.
KABA EKONOMİ.
Toplumsal üstyapıda bütün olupbitenlerin ekonomik altyapıyla
belirlendiği açık secik
anlaşılınca XX'nci yüzyılın bakışı ekonomi bilimine çevriliverdi. Ekonomi
biliminin çok ilginç tarihsel bir serüveni
var.Aristoteles, her malın iki değeri bulunduğunu görmüş ve kullanma (istimal)
değeriyle değiştirme (mübadele)
değerini birbirinden ayırmıştır.
Bundan başka faizin, parayı, değiştirmeyi
kolaylaştırma görevinden ayırarak üretici
(kapital, sermaye) kıldığını da sezmiştir. Bu bakımdan faizin yasaklanmasını
öğütlemektedir. Kazanç için yapılan
ticareti de doğaya aykırı bulmakta, erdemsizlik saymaktadır. Fiyat, doğru
olmalıdır, der. Doğru fiyat (juste prix),
değiştirilen mallar ve hizmetlerin eşit değerde olmasıdır. Özgür
vatandaşları kaba işlerde çalıştırmaktan kurtaran
esirliği gerekli bulur ve esiri canlı bir makine sayar.
Görüldüğü gibi Aristoteles, çok önemli birkaç buluşla konuya girmektedir.
Buna karşı, Yunan uygarlığını
kovalayan Roma uygarlığında en küçük bir ekonomik seziş yoktur. Sadece Cato
ve Varro gibi birkaç yazar, tarım
tekniği üstünde düşünmüşlerdir.
Ortaçağda ekonomiye din açısından bakılmıştır. Bu çağda da amaç, kurulu
düzenin titizlikle korunmasıdır.
Karşımıza, Aristoteles'ten sonra ekonomiye eğilen ikinci yazar olarak
Aquino'lu Thomas (1225-1274) çıkmaktadır.
Thomas, dinle dünyayı uzlaştırma çabası içinde, birçok çelişmelere
düşmüştür. Örneğin, bütün insanların eşitliğini
savunduğu halde, ki Hıristiyanlık açısından bunu savunmak zorundadır
esirliği zorunlu ve yararlı bulur. Mal
edinmeyi uygun görür, ama sınırlamaya kalkar, mal edinme (mülkiyet)
kişilerin sosyal durumunu koruyacak kadar
olmalıdır, der. Burada, kurulu düzenin korunması pahasına, ayrıca,
Hıristiyanlıkla da çelişmeye düşmektedir.
Bilindiği gibi, Hıristiyanlık mal edinmeye karşıdır. Thomas'nın ekonomik
düşünceye getirdiği tek yenilik, narh
statüsüdür, bir şeyi gerçek değerinden pahalıya satmayı ya da ucuza almayı yasaklamaktadır.
Bununla beraber ortaçağ, iki önemli düşünürüyle, ekonomik düşünceye yeni
güçler katmıştır. Bu düşünürlerden
biri Buridanus, öteki Oresmius'tur. Jean Buridanus (1300-1358), değerin, bir
malı değiştiren bir insanın kişisel
ihtiyacından değil, değiştirme zorunluğunda bulunan bütün insanların ortak
ihtiyaçlarından doğduğunu sezmiştir.
Bundan başka paranın cevher değeriyle değiştirme değerini (kur) ustaca
ayırarak paranın değiştirme değerinin
devletçe onanacağın: ilerisürmektedir. Nicolaus Oresmius (1323-1382) da para
konusunda başlı başına bir deneme
yazmakla ekonomiyi, ilk kez, dinden ayırmış ve bağımsızlığa kavuşturmuştur.
Kronolojik sırada İslam düşüncesi, ekonomik alanda Aristotelesçiliği
sürdürmektedir. Kurulu feodal düzenin
titizlikle korunması söz konusudur. Sadaka ve zekat yasaları, varlıklıyla
yoksul ayrılığını onaylamaktadır. Bununla
beraber çok önemli bir İslam düşünürü, İbn-i Haidun (1332-1406), ekonomik
alana yeni düşünceler katmıştır. İbn-i
Haldun, kaderciliğe karşıdır. Tarihsel olaylarda doğa ve insan etkisini
sezmiş, tarihsel zorunluğu görmüştür.
Liberaldir, devletin ekonomik alana karışmasını yasaklar. Devletin bu alana
el atmasının ticaret düşünce ve
girişkenliğini baltalayacağı kanısındadır. Bu baltalamanın, dolayısıyla amme
ekonomisini de sarsacağını ilerisürer.
Bundan başka, memur maaşlarının indirilmesinin satın alma gücünü
azaltacağını ilerisürmekle çağdaş satın alma
gücü kuramına öncülük etmektedir. Ekonomi tarihinde İbn-i Haldun'u ilk
liberal saymak doğru olacaktır.
Buna karşı, bir din devrimcisi sayılan Luther, bir hayli gerici bir yüzle
karşımıza çıkmaktadır. Sosyal eşitsizlik
düzeninin Tanrı işi olduğunu ve bu yüzden de olduğu gibi korunması
gerektiğini savunmaktadır.
İlk kapitalist Calvin de bu çağda (reformation çağı) karşımıza çıkıyor.
Calvin, ilk kez, kapitalist bir anlayışı
kuramsal olarak savunmakla önem kazanmaktadır. Ayrıca, Calvin'de, ilk kez
insan emeğinin ekonomik bir değer
olarak belirmeye başladığını görüyoruz. Emek, Tanrısal bir buyruktur. Calvin,
yepyeni görüşler getiriyor:
Uluslararası ticaret yararlıdır, genel yoksulluğu azaltır. Üretim için
alınacak kredide faiz gereklidir ve dinsel
yasalara aykırı değildir.
İlk merkantilist (devletçi ve himayeci) düşünceye de bu çağda rastlıyoruz.
Montesquieu'nün öncüsü sayılan J.
Bodin (1530-1596), hammaddelerin çıkışıyla yapılmış maddelerin girişini ağır
gümrük resmine, bunun tersini de
hafif gümrük resmine bağlamak gerektiğini ilerisürüyor.
Bundan başka, Bodin,
tarihte ilk kez esirliğin
kaldırılmasını savunmaktadır. Ayrıca, para miktarıyla fiyat arasındaki
kökten ilişkiyi (çağdaş theorie quantitative)
de sezmiştir. Bodin, ekonomik olayları dogmatik açıdan değil, deneysel
açıdan değerlendirmektedir ki, bu davranış
ekonomi biliminin gelişmesinde çok büyük bir adımdır.
Yeni zamanlarda da kurulu düzenin korunması yolundaki titizlik devam
etmektedir. Ancak, bu çağda ekonomik
düşünce, felsefe (erdem ve töre) ve din etkilerinden kurtularak ulusal ve
siyasal etkiler altına girmiştir. İlk
merkantilist düşünceyi ortaya atmış bulunan Bodin'i merkantilist yazarlar
kovalamaktadırlar. Bunların arasında
Antoine de Montchr6tien (1576-1621), ilk kez, ulusal ekonominin önemi
üstünde durmuştur. Çok önemli bir görüş
getiriyor: Ekonomik bağlılık siyasal bağlılığı gerektirir. Montchretien
ayrıca, insan emeğiyle işbölümünün önemi
üstünde de durmuş, bu yüzden, dış ticarette sıkı himayeciliği savunurken, iç
ticarette tam bir serbestliği önermiştir.
Gene bu yüzden, tembellerin iş evlerinde zorla çalıştırılmaları gerektiğini
savunmuştur.
İlk fizyokrat seziyle de bu çağda karşılaşmaktayız. iV'ncü Henri'nin
bakanlarından Sully (1559-1640), ticaret ve
sanayi öngören merkantilist bir düzen içinde, ilk kez, şu düşünceyi
ilerisürüyor: Toprağı sürmek ve hayvan
beslemek Fransa'nın iki memesidir.
XiV'ncü Louis'nin bakanlarından büyük adıyla anılan Colbert (1619-1683),
ekonomi alanına çok önemli yeni bir
düşünce getiriyor: Ulus, ekonomik bir örgüttür. Colbert'e göre, iç pazar
kurulmalı ve iç gümrükler kaldırılarak dış
ticaret gümrükleri konulmalıdır. Devlet sanayi kurulmalı, kredi ve vergi
kolaylıkları sağlanmalıdır.
Colbert,
sorumlu bir bakan olarak, bütün bu düşüncelerini gerçekleştirerek Fransa'yı
kalkındırmıştır.
Fizyokrat (doğa gücü) düşünce, sanayie verilen bu büyük önemin tepkisi
olarak doğacaktır. Örneğin, İtalyan
merkantilisti papaz Galiani (1728-1787) şöyle demektedir: Önemli olan
sanayidir. Buğday ucuz oh malıdır ki,
manüfaktür sanayi gelişebilsin.
Bu arada, Platon ve Thomas Morus'nün yollarını kovalayan, katıksız devletçi
olmak bakımından merkantilist
sayılabilecek bir büyük ütopyacı yetişiyor: Tommaso Campanella (1567-1639).
Parasız, ticaretsiz, eşit yurttaşların
örgütlediği bir devlet düşlüyor. Ekonomik eşitlik (özgürlük) henüz ütopya
alanındadır.
Tarihte ilk kez, Napoli'de bağımsız bir ekonomi kürsüsü kurulmuştur. İlk
ekonomi profesörü de Genovesi'dir
(1712-l769). Genovesi bir de yeni düşünce getirmektedir: Altın ve gümüş,
değerlerini, para olarak
kullanılmalarından alırlar.
Koyu merkantilist düzen, bir yandan fizyokrat tepkiyi hazırlarken, öbür
yandan liberal tepkiyi kotarmaktadır.
İngiliz merkantilisti Dudley North (1641-1691), uluslararası ticaret
serbestliğini savunmak ve gümrük yasaklarına
karşı çıkmakla liberalizme öncülük etmektedir.
İtalyan merkantilisti Ortes (1713-1791), Malthus'ten önce, nüfusun artma
eğiliminde olduğunu ve buna karşı
ulusal gelirin artmadığını görmüş, doğumun kontrolü gerektiğini savunmuştur.
Ulusal ekonomi deyimini ilk kez
kullanan yazar Ortes'dir.
Bullionizm adıyla anılan İspanyol merkantiliznıi, ulusal zenginliği değerli
maden stoklarının artmasında
görmüştür. Bu yüzden, değerli madenlerin yurt dışına çıkması yasaklanmıştır.
Oysa, bu maden stokları, geldikleri
yoldan dışarıya çıkmakta gecikmemişlerdir.
İngiliz merkantilisti Thomas Mun (1641-1671) da ticaret dengesi kuramının
kurucusudur. Ticaret dengesini
sağlamak için ithalatın azaltılıp ihracatın çoğaltılmasını, yiyecek
maddeleri üretiminin artırılmasını öngörmektedir.
Yüz yıl arayla yetişen iki İngiliz filozofu, Locke ve Hume, ekonomi alanına
değerli görüşler getirmişlerdir. John
Locke (1632-1740), malların yüzde doksan dokuzunun değerinin insan emeğinden
doğduğunu ilerisürmekle değer
kuramının öncüsüdür. David Hume (1716-1776) da, enflasyonun etkilerini
incelerken genel fiyat yükselişinin
çeşitli mallarda farklı hız ve oranda belirdiğini yakalamakla ekonomik devre
kuramının temelini atmaktadır.
Kameralist (hazineci) adıyla anılan Alman merkantilistleri de devlet
kasasına, yapabildikleri kadar çok, gelir
sağlama yolundadırlar. Stokçuluğu öngören Hornigk (1638-1712), devletin
çıkarı halkın çıkarıdır, diyen Schröder
(1640-1688), ulusal zenginliği altın stoklarından ibaret bulan Sechendorff
(1626-1692) bunların en önemlileridir.
Merkantilist yazarlardan, parayı altın ve gümüşten kurtararak toprak
karşılığına dayamak isteyen John Law (1671-
1729), ulusal zenginliğin kaynağını tarımda bularak fizyokrat düşünceyi
hazırlayan R. Cantillon (1680-1734), fiyat
hareketlerini tümüyle arz ve talep karşılaşmasma bağlamak isteyen James
Steuart (1712-1780), parayla para
maddesini birbirinden ayırarak para değerini yasa gücünde bulan Nicholas
Barbon (1640-1698), istatistik biliminin
kurucusu William Petty (1623-1687) ekonomik düşüncenin gelişmesine yararlı
olmuş kişilerdir.
Ekonomi dünyasını XVi'ncı, XVii'nci ve XViii'nci yüzyıllarda yöneten
merkantilizm, devletçiliğin öncüsüdür.
Merkantilist yazarların ortak düşünceleri devletçilik, ulusal ekonomiyi
koruyuculuk ve sanayicilik sorunlarında
toplanır. Enflasyoncu bir düşünceyle ulusal zenginliği (millî servet),
devlet kasasındaki altın ve gümüş stokunun
çoğalmasında bulmuşlar; altın ve gümüşü yurt içinde tutmak için giriş
kolaylıkları ve çıkış zorlukları koymuşlardır.
Zengin madenleri ele geçirmek yolundaki sömürgecilik de bu düşüncenin
zorunlu sonucu. olmuştur. Yurt sanayi ve
ticaretini içte ve dışta koruyuculuk (himaye), merkantilizmin başlıca
özelliğidir. Örneğin, İngiltere'de ölülerin
yünlü kumaşla kefenlenerek gömülmelerini zorunlu kılan yasalar yapılmış,
çeşitli gümrük statüleri uygulanmıştır.
İnsan sayısı çok olan memleketlerin insan sayısı az olan memleketlere üstün
olacağı düşüncesi de çocuk düşürmeyi
yasaklamak, evlenmeyi ve çok çocuk yapmayı zorlamak, göçmen getirmeyi
kolaylaştırmak ve dışarıya çıkışları
zorlaştırmak sonucunu doğurmuştur. Ülke sınırları içinde kapalı ve kendi
yağıyla kavrulan (otarşik) bir ekonomi
düşüncesi, merkantilist görüşün ürünüdür.
1914-1918 i'nci Dünya Savaşı'ndan sonra birçok ülkeler yeniden merkantilizme
döneceklerdir (neomerkantilizm).
Sanayi ve ticarete önem veren merkantilizm, XViii'nci yüzyıl Fransız
tarımını çöktürmek üzeredir. Kronolojik sıra,
bu durumun tepkisi olarak fizyokrasinin kurucusu Dr. François euesnay'i
(1694-1774). karşımıza çıkarmaktadır.
Fizyakrasi, bir yandan aşırı sanayiciliğe karşı tarımın önemini belirtirken
öbür yandan aşırı yasakçılığa karşı tam
serbestliği savunmuştur: Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez
faire, laissez passer).
Yunanca kökünde doğa gücü anlamına gelen fizyokrasi, evrende bir doğal
düzenin (ordre naturel) varlığı
düşüncesi üstünde oturmaktadır. Doğal düzen, doğal yasalarla kurulmaktadır.
Ekonomi de bu doğal yasalara
bağlıdır. Fizyokrasi, XVi'ncı yüzyıldan beri ortaya atılmış bulunan doğal
hukuk (droit naturel) sistemi içindedir.Ancak, sosyal eşitsizliği yararlı ve gerekli, mülkiyet hakkını titizlikle
korunması gereken en güçlü bir hak saymakla
gelişmeye yönelmiştir. Bununla beraber, ekonomik yaşâmı bir bütün olarak ele
alan ilk bilimsel çalışma, fizyokrasi
çalışmasıdır.
Fizyokrat düşünce şöyle özetlenebilir:
1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sınıf çiftçi sınıfıdır. Sadece
topraktır ki yatırımını aşabilen ürün verir.
Ulusal zenginliğin temeli, toprağın verdiği bu artıkdeğer (kıymet fazlası)'dir.
Toprak dışı emek, sanayi ve
ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim değiştirir, yeni ve artık bir değer
eklemez. Biçim değiştirmek
(fizyokratların deyimince, toplamak), çoğaltmaz (fizyokratların deyimince,
çarpmaz). Toprak dışı bütün
emekler, ancak, hammaddenin değerine emekçinin yaşaması için gerekli toprak
ürünlerinin değerini ekler;
buysa, bir çoğalma, yeni bir değer elde etme değildir. Bu ekleme değer,
doğal düzen gereği, yeniden
toprağa dönmek zorundadır.
2. Ekonomik alanı doğal yasalar yönetir. Topraktan çıkan artıkdeğer, zorunlu
olarak, gene toprağa
dönecektir. Üretici sınıfın, örneğin beş milyar lira ürettiği düşünülse bu
beş milyarın iki milyarı tohum,
gübre, çiftçinin ve hayvanlarının beslenmesi karşılığı olarak üretici
sınıfın (çiftçinin) elinde kalacaktır.
Geriye kalan üç milyarın bir milyarı sanayi ürünleri satın almak için kısır
sınıfa (sanayi ve ticaret işçileri,
sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarı da mülkiyet hakkı
olarak toprak sahipleri
sınıfına verilir. Toprak sahipleri sınıfı eline geçen bu iki milyardan bir
milyarını beslenmek için gerekli
toprak ürünlerini satın almak üzere gene üretici sınıfa, bir milyarını da
gerekli sanayi ürünlerini satın almak üzere
kısır sınıfa verir. Kısır sınıf; bir milyarı üretici sınıftan, bir milyarı
toprak sahipleri sınıfından gelerek eline geçen
iki milyarın bir müyarını beslenme, bir milyarını da hammadde için gene
üretici sınıfa verir. Böylece, topraktan
çıkan beş milyar gene toprağa dönmüş olmaktadır (ekonomik hareketin cyclique
karakteri).
3. Toplumda üç sınıf vardır: Üretici sınıf, toprak sahipleri sınıfı, kısır
sınıf... Topraktan elde edilen
artıkdeğer, topraklarını tarımın emrine vererek ilk avansı yapmış olan
toprak sahiplerinin hakkıdır. Bu
hak, tarıma elverişli bir toprak hazırlamak için birtakım masrafların
yapılmakta olduğu düşüncesine
dayanır. Bununla beraber, bu hak da, Dr. Quesnay'in yukardaki tablosunda
görüldüğü gibi, zorunlu olarak
gene toprağa dönecektir. Kısır sınıfın yaptığı dış ticaret, toprak
değişiklikleri yüzünden kaçınılmaz bir
kötülüktür. Bir memleket kendi topraklarının yetiştirmediği bir ürünü başka
bir memleketten almak
zorundadır. Bununla beraber, dış ticaret bir memleketi zenginleştirmez,
tersine yoksullaştırır. İç ticaret ve
iç pazarlar önemlidir ve serbest olmalıdır. İç pazarlar çoğaldıkça dış
ticaret azalır ki amaç da budur.
Kişilere özel çıkarlarını gütmeleri imkanını sağlamak yeter, işlerine
karışmak gerekmez (doğal düzen
düşüncesinin zorladığı liberalizm).
Fizyokrasi, başta Mably olmak üzere, birçok yazarlarca eleştirilip bir hayli
hırpalanacaktır. Kaldı ki, XViii'nci
yüzyılın sonlarına doğru büyük kapitalizm doğmakta, uluslararası geniş bir
sanayileşme tarım alanını silip
süpürmektedir. Kumaş fabrikalarına yapağı yetiştirebilmek için çiftçiler
tarlalarından atılmakta, tarlalar
otlaklaştırılmaktadır. Uluslararası sanayin kaçınılmaz gereği olan
emperyalizm gücünü duyurmaya başlamıştır (bkz.
W. Sombart, L'Apogee du Capitalisme, Paris 1932). Din (Calvinizm ve
püritanizm), kapitalist düşünceyi
desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük zenginlikler sağlayarak genel
yaşama çizgisini yükseltirken, öbür
yandan sosyal eşitsizliği artırnıaktadır (bkz. A. Birni, Histoire Economigue
de l'Europe, Paris 1932).
Tam bu sırada karşımıza İskoçyalı Adam Smith (1723-1790) çıkıyor. Klasik
okul adıyla anılan öğretisi, liberal ve
kapitalcidir. Smith, ulusal zenginliğin tek kaynağı olarak fizyokratların
toprağına karşı emeği göstermektedir.
Öyleyse sadece çiftçiler değil, bütün çalışanlar üreticidirler. Çalışanlar
arasında sıkı bir işbirliği bağlantısı vardır.
Bu işbirliği {cooperation) sosyal işbölümünün sonucudur. İşbölümü, emeğin
ürününü artırır. Adam Smith, bunu
belirtmek için, bir iğne fabrikası örneği veriyor. İğne fabrikasında her
işçi, bir iğnenin meydana gelmesi için gerekli
on sekiz işten birini yapmaktadır. İşbölümü, ihtisası artırır, yeni
buluşlara yol açar, zaman kazandırır ama, bir
yandan da işçiyi otomatlaştırarak körleştirir, kişiliğini yok eder.
Eskiden tek başına herhangi bir şeyi yapabilen sanatçı işçi, artık kocaman
bir makinenin küçük bir vidası kadar
önemsizleşmiştir. Smith, ekonomi alanına, çok önemli bir düşünce getiriyor:
Değeri yaratan, emektir... Smith,
işçinin, ilkel ekonomi çağında emeğinin tam karşılığını aldığını, şimdiyse
bunu alamadığını söylemektedir.
Eskiden, işçi ya da çiftçi, emeğiyle ürettiği bütün ürünlerin tek sahibiydi.
Şimdiyse, sermayenin yardımı olmaksızın
üretmesi mümkün bulunmadığından, elde ettiği ürünün bir kısmını sermayeye
bırakmak zorundadır. Bununla
beraber Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlak) aykırı buluyor.
Smith'e göre üç türlü fiyat vardır:
Gerçek (reelle), doğal (naturelle) ve piyasa (courant) fiyatları... Gerçek
ve doğal fiyatlar, yerine göre ad alan aynı
özü taşırlar ve piyasa fiyatını doğururlar. Piyasa fiyatı, arz ve talebin
karşılaşmasıyla belirir. Smith, ilk kez,
sermayeyi durgun ve değişir (sabit ve mütehavvil) olmak üzere ikiye
ayırmakta ve aralarındaki farkı göstermektedir.
Makineler, avadanlıklar, işletme yapıları ve çeşitli bilgiler durgun
sermaye; ham ve yapılmış maddelerle para değişir
sermayedir. Kazanç, müteşebbisin karıyla sermayenin faizidir. Smith'e göre
zenginleşmiş memleketlerde kazanç
azalır, işçi ücretleri yükselir. Bundan başka, işçi ücreti en az geçim
çizgisiyle sınırlanır ve bunun altına düşemez.
Üç türlü gelir vardır: Kazanç, rant, ücret... Bütün öteki gelirler bu üç
gelirin değişik görünüşlere bürünmesinden
başka bir şey değildirler. Üretimde bir denge eğilimi vardır, bu dengeyi
sağlayan, kazançtır. Sermaye ve işgücü,
kazanç getirmeyen alandan kaçar ve denge böylelikle sağlanmış olur. Adam
Smith, nüfus sorunlarında da yeni
görüşler ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya işçi arzı da azdır. O zaman
işçi ücretleri yükselir, bu da doğumu
artırır. Nüfus çoksa bu olayın tersi gerçekleşir. Smith, para konusunda da
bu dengenin sözünü etmektedir. Ona göre
para da bir maldır ve mal değiştirme (emtia tedavülü) yasaları para alanında
da geçerlidir.
Devlet, ekonomik alana
karışmamalı, kişisel çıkarları serbest bırakmalıdır. Devletin bu konudaki
tek görevi, mülkiyeti savunmaktır.
Kapitalistler, işçilere insanca davranmalı, onlara iyi ücretler
vermelidirler. Ulusların zenginliği böylelikle
gerçekleşebilir.
Adam Smith, Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) adlı ünlü yapıtının
ikinci bölümünü şu sözlerle
bitirmektedir: Üretim ve yoğaltım denkleşmesi, bir ulusun sürekli olarak
yararına, ticaret denkleşmesiyse sürekli
olarak zararına bulunabilir. Bir ulus, üst üste belki yarım yüzyıl ihraç
ettiğinden çok değerde ithalde bulunabilir.
Bütün bu süre içinde giren altınla gümüş oradan bir çırpıda, olduğu gibi
dışarıya gönderilebilir. Yerine, türlü kağıt
para geçtiği için, memleketin elden ele dolaşan parası gitgide tükenebilir.
Hatta alışveriş ettiği uluslara karşı
yüklenmiş olduğu borçlar boyuna artabilir.
Gene de gerçek zenginliği, toprağıyla emeğinin yıllık hasılasının
değişebilir değeri, aynı süre içinde pekala
artabilir. Şu son patırtıların başlamasından önce (1775) Kuzey Amerika'daki
sömürgelerimizin durumu ve bunların
memleketimizle (İngiltere) yaptıkları ticaret, bunun hiç de imkansız bir şey
olmadığını göstermektedir.
Adam Smith, görüldüğü gibi, katıksız bir liberal, sermayeci, sömürgecidir.
Yukarda sayılan bütün dengeleri
ekonomi alanındaki tam serbestliğin sağlayacağına inanır. İleride,
sosyalistler, hem onun değerli görüşlerinden
yararlanacaklar, hem de onu kıyasıya eleştireceklerdir. Daha şimdiden,
birçok konularda çelişmeye düşmekle;
değeri yaratan emektir, dediği halde sonradan değer yaratıcıları arasına
toprak ve sermayeyi de katmakla, kullanma
değeriyle değiştirme değeri arasındaki kökten ilişkiyi görememekle, emeğin
ürününü sermayeyle paylaşmasını
erdeme aykırı bulduğu halde sonradan sermayenin emeğin verimini artırdığını
ilerisürmekle, rant konusunda
gereken açıklığı bulamamakla, müteşebbisle sermayeciyi ve karla faizi
birbirine karıştırmakla suçlandırılmaktadır.
Klasik okulun ikinci yazarı, Protestan papazı Robert Malthus (1766 -1834),
Essay on the Principle of Popcıfation
(1798) adlı yapıtında bir nüfus yasası ilerisürmüştür. Bu yasaya göre .
insanlar geometrik bir oranla (2, 4, 8, 16...
olarak), tarımsal üretim aritmetik bir oranla (1, 2, 3, 4... olarak) artmak
eğilimindedir. Bu yüzden, insan üremesi
tarımsal üretimle sınırlanmıştır. Açlık ve sefaletle bunların doğurduğu
ölümleri artıran ve doğumları azaltan her
türlü kötülükler doğaldır. Tarımsal üretimin sınırlamasından doğan bu
kötülükler engellemese insanların üremesi
besin üretimini aşar ve insanlık aç kalır (İbid, c. i, s. 1-29). İnsanlar
eşit olmamalı, yoksullara yardım edilmemeli ve
ölümleri önleyici tedbirler alınmamalıdır, her eşitlik sistemi sonunda
yoksulluk ve sefalete varır (İbid, c. ii, s.
151). Osmanlı devleti, kötü yönetimi ve zulmüyle tarımsal üretimi ve
dolayısıyla nüfusu sınırlamıştır (İbid, c. i, s.
211). İşçi ücretlerinin en az geçim çizgisinde bulunması kaçınılmazdır,
çünkü ücretler artarsa nüfus da artar ve
ücretler zorunlu olarak gene en az geçim çizgisine iner. İngiliz
oligarşisinin çıkarlarına uygun bulunan Malthus'ün
bu savı geniş çapta tutulmuş ve desteklenmiştir. Malthus ekonomik
bunalımları da nüfus yasasındaki mantıkla
açıklamaktadır. Bunalımların üretimin satın alma gücünden daha büyük bir
hızla artmasından doğduğunu; üretimle
tüketim arasındaki bu dengesizliği gidermek için nasıl nüfus yasasında
insanları ölüme bırakmak gerekiyorsa parayı
da öylece üretici olmayan amaçlara bırakmak gerektiğini söyler. Eşdeyişle,
nasıl insanların bir bölümünü öldürmek
gerekiyorsa paranın da öylece bir bölümünü öldürmek gerekir.
Görüldüğü gibi, Malthus, anamalcı çoğalmayı
sezmiş, ama nerede bir çoğalmaya rastlamışsa hemen onu yoketmek gerektiğini
ilerisürmüştür. Doğal düzen insan
artışına karşı yoksulluğu ve ahlaksızlığı, para artışına karşı da eğlenceyi
ve lüksü koyarak dengeyi sağlamaktadır.
İnsanların buna karışmamaları ve bu dengeyi bozmaya çalışmamaları yeter.
Liberalizmin bırakınız yapsınlar formülünü bırakınız ölsünler formülüne
döuüştüren Malthus'ün bu savları, kısa
bir süre içinde, pratikle yalanlanmıştır. XiX: yüzyılda teknik yenilikler,
üretimi, değil aritmetik, geometrik bir oranı
da aşan bir hızla artırmış ve toplumu, nüfus artışı değil, üretimin artışı
tedirgin etmiştir. Bunun sonucu olarak da,
doğumları azaltmak yerine, aşırı üretimi azaltmak yoluna gidilmiştir. Kaldı
ki Malthus'ün nüfus yasası, keyfi ve
bilimdışı bir konuta dayanmaktadır; insanların geometrik ve tarımsal
üretimin aritmetik bir oranla arttığı hiçbir
zaman tanıtlanmamıştır. Bu varsayımın her bakımdan yanlışlığı, gittikçe
çoğalan insanlığın gittikçe artan
ihtiyaçlarını giderecek bütün araçları sağlamasıyla da meydana çıkmış
bulunmaktadır. Evrensel gelişme, artan her
ihtiyacın onu karşılayacak aracı da birlikte getirmesiyle sürüp gitmektedir.
Malthus, insansal ilişkileri, ne doğa
yasalarına ve ne de tarih yasalarına dayanan, bilimdışı sayısal ilişkilere,
dönüştürmüş ve böylelikle de sözde emekçi
sınıfının yoksulluğunu ve savaşın kaçınılmazlığını açıklamıştır. Demek ister
ki, emekçilerin çektikleri sefalet de,
savaş da anamalcılığın suçu değildir; bunlar doğa yasalarının zorunluğuyla
olmaktadır.
Klasik ekonomi okulunun
çok değerli bilginleri oldukları halde bir Smithçilik'ten, bir
Ricardoculuk'tan söz edilmeyip günümüzde bile ikide
bir Maltüsçülüğün ilerisürülmesinin nedeni budur. Papaz Malthus'ın bu
bilimdışı varsayımı nüfus kuramcılarının
büyük çoğunluğu Protestan papazlarıdır, açlık ve yoksulluğun, anamalcı
üretimin zorunluğu değil, bir doğal
zorunluk olduğunu tanıtlama gayretine dayanır. Hindistan kumpanyası
hizmetinde olan ve verdiği derslerin ücretini
bu kumpanyadan alan papaz Malthus'a göre açlık da, yoksulluk da doğaldır,
mukadderdir, hiçbir güç bunları
önleyemez, devlet bu konuya boşuna müdahale etmemelidir (liberalizm).
Yoksulları koruma yasaları (İng. Poor
Law), nüfus artışını sağlamak ve yoksulluktan ölümlere engel olmakla,
topluma kötülük etmektedirler.
İnsanların ve
besinlerin gerekli oranları Tanrıca düzenlenmektedir ve devlet,
beceremeyeceği bir işe karışmaması gerektiğinden
başka, Tanrının işine de burnunu sokmamalıdır.
Klasik okul adı altında toplanan liberal kapitalistlerin en ünlü kuramcısı
David Ricardo'dur (1772- 1823).
Bodin'in XVi'ncı yüzyılda sezdiği para miktarıyla fiyat arasındaki kökten
ilişkiyi Ricardo gün ışığına çıkarıyor:
Kağıt paradaki değer düşüklüğü, kağıt para miktarının çoğalmasıyla
orantılıdır (enflasyon). Buna karşı, yeni bir
altın madeninin bulunması altını çoğaltarak altının değerini düşürür ve
böylelikle mal fiyatlarını yükseltir.
Öyleyse
paranın değeri, para miktarıyla belirlenir (miktar kuramı, theorie
quantitative). Ricardo, buna, çok ilgi çekici bir
düşünce de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki malların birbirlerine tam
uygun bulundukları ideal bir
durumda değerli madenlerin değiştirme değerleri bunları çıkarmak için
harcanan emeğin değerine eşittir. Örneğin,
böyle bir durumda, gümüşün gramı beş lira ederken, altının gramı on lira
ediyorsa, altını çıkarmak (istihsal etmek)
için gümüşe harcanan emeğin iki katı harcanıyor demektir. Ricardo'ya göre,
böyle ideal bir durumda, paranın
değeri bile emeğin tam karşılığı olmaktadır. Değeri yaratan, emektir (say,
işgücü; XVii'nci yüzyılda John Locke'un
bu sonuca pek yaklaştığı hatırlardadır). Ricardo'ya göre, uluslararası
ticaret, piyasanın gerektirdiği para miktarını
otomatik olarak dengeler. Ancak, bunun için, paranın ya değerli maden, ya da
değerli maden karşılığı kağıt olması
ve dış ticaret fiyatlarının tam bir serbestlik içinde belirmesi gerekir.
Böyle bir durumda ne enflasyon olur, ne de
deflasyon. Karşılıksız kağıt paraysa önemlidir ama, her bakımdan da
tehlikelidir. Para çıkarmak, bir devlet
bankasının işi olmalıdır (liberal Ricardo'nun kural dışı tek önerisi budur).
Banka, karşılık miktarınca kağıt para
çıkarabilir.
Ancak bu karşılık da değerli külçeler halinde olmalıdır ki halk
ikide bir kağıt parasının altın ya da
gümüşle değiştirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük tüccarlar ticaret
dengesini düzeltmek için
yararlanabilsin (birçok memleketler, Ricardo'nun bu öğüdünü hala
tutmaktadırlar). Ricardo, değişmez bir değer
ölçüsünün bulunamayacağı kanısındadır. Değeri yaratan emektir, sermaye de
değer yaratır ama, sermaye, birikmiş
bir emekten başka bir şey değildir (Ricardo'nun, aynı sonuca vardığı halde
sonradan vazgeçen Adam Smith'e göre,
büyük başarısı bu düşüncededir; Smith, sermayenin birikmiş bir emek olduğunu
sezememişti). Bu kural, yeniden
üretilebilen mallar için doğrudur, diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika
eşya, eskitilmiş şarap gibi bir daha
üretilemeyecek malların değerini nedret yasası düzen1er. Her malın tek
fiyatı vardır, bu tek fiyat da o malın en
kötü ortamda üretilmesi için gerekli emeğin karşılığıdır (çünkü, en kötü
ortamdaki emeğin değeri karşılanamazsa, o
mal bir daha üretilemeyecektir).
Rant, fiyatı belirlemez. Çünkü rant, salt bir değer değildir (Anderson ve
Malthus gibi yazarlar rantın, doğanın
verim gücüyle belirlenen salt bir değer olduğunu söylemişlerdi). Rantı ancak
yüksek verimli topraklar elde edebilir,
çünkü rant bu verim farkından doğan görece (izafi, tefazuli) bir değerdir.
Piyasaya yakın olmak, daha verimli
bulunmak gibi avantajlardan yararlanan işletmelerin maliyet fiyatı, kötü
durumdaki işletmelerin maliyet fiyatından
elbette daha düşük olacaktır. Oysa, her malın tek fiyatı vardır ve piyasa
fiyatı, en kötü durumdaki emeğin fiyatıdır.
İyi işletme, piyasa fiyatıyla kendi maliyeti arasındaki farktan
yararlanacaktır ki işte bu fark ranttır (rant kuramı da
Ricardo'nun büyük başarılarından biridir). Ricardo, sermayeciye pek önem
verdiği ve onu ekonomik yaşamın
yöneticisi saydığı halde toprak sahiplerini toplumun parazitleri olarak
adlandırmaktadır. Bu parazitlerle burjuva
sınıfı arasındaki büyük çatışmayı da açıkça ortaya koyuyor: Endüstrinin
gelişmesi şehirleri genişletir ve besin
ürünleri gereğini artırır. Bu yüzden, besin ürünlerinin fiyatlarıyla toprak
kirası sürekli olarak artar. Sonundaysa,
sermayenin ve işgücü gelirinin (kar ve ücretlerin) büyük bir parçası toprak
sahiplerinin cebine girer, hem de sadece
topraklarını kiralamakla yetinip hiçbir iş görmedikleri halde... Besin
ürünlerinin fiyatları artarsa işçi ücretleri de
artar, çünkü işçi ücretleri en az geçim çizgisinin altına düşemez.
Buysa,
sermayecinin kazancının azalması demektir,
çünkü işçi ücretleriyle kazanç ters orantılıdır. Öyleyse endüstrinin
gelişmesi, sermayecinin değil, parazit toprak
sahiplerinin cebini dolduruyor demektir. İşte, 1789' büyük Fransız
Devrimi'ni gerektiren ekonomik çatışma.
Görüldüğü gibi Ricardo, kapitalist. ya da Marksist olsun, çağdaş ekonominin
temellerini atan çok önemli bir
kuramcıdır. Kimileri, böylesine güçlü bir kuramcının akademik yoldan,
üniversite kürsülerinden gelmemiş olmasını
şaşkınlıkla karşılamaktadırlar (borsacı ve işadamıydı). Ricardo, işçi
sınıfını iş hayvanları, avadanlıklar, fabrikalar
gibi bir üretim aracı saydığı halde sermaye kazancıyla işçi ücretleri
arasındaki ters orantıyı yakalamıştır.
Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasını bir hayli uğraştıran pek ilginç bir
tartışmayı da belirtmemiz gerekir:
Geleceğin neo merkantilistleri klasik akulun İngiltere'nin dünya
egemenliğini sağlamak için kasıtlı olarak yanlış
kuramlar kurduklarını ilerisürmüşler, geleceğin neo klasikleri de neo
merkantilistleri Almanya'nın dünya
diktatörlüğünü hazırlamakla suçlamışlardır. Bir bakıma, yukarda sayılan
klasik okul kurucularının tümü (Smith,
Malthus, Ricardo) İngiliz, neo merkantilistlerin tümü Almandır. Ancak,
anlatmak üzere bulunduğumuz bir de
Fransız klasiği vardır ki, bu açıdan, durumu bir hayli ilginçtir.
Bu klasik, Jean Baptiste Say'dır (17671832). Say, koyu bir dev(etçilik
düşmanı, aşırı bir serbestçilik dostudur.
Ona göre arzın tümü, talebin tümüne eşittir. Öyleyse, ekonomik çöküntüyü
gerektirecek bir üretim çoğalışı
(surproduction) söz konusu olamaz. Olsa olsa, herhangi bir malın satışında
gevşeklik olabilir ki bu da piyasanın
tam serbestliği halinde hemen dengesini bulur. Çünkü, her mal, karşılığı
olan bir malla değiştirilmek için üretilir.
Her üretim, bir başka üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Daha açık bir
deyişle, karşılığı üretilmeyen mal, esasen
üretilemez, bu yüzden; de üretim çokluğu olayı imkansız bir kuruntudur. Say'ın getirdiği bir başka yenilik de, Adam Smith'in birbirine karıştırdığı
sermaye geliri faiz'le müteşebbis geliri
kar'ı kesinlikle ayırmasıdır.
Bu Fransız klasiğini, hemen ardından, gene bir İngiliz klasiği izliyor.
John Stuart Mill (18061873), kendinden
sonrakileri felsefe açısından da etkileyen (örneğin, pragmatisme) önemli bir
düşünürdür. Mill, gelirlerin
bölüşümünü kıyasıya eleştirmiş, miras hakkının kaldırılmasını önermiştir.
Ancak, insan eşitliğinin miras
kurumunun kaldırılmasıyla hemen gerçekleşivereceğini sanmaktadır. Bundan
başka, Mill, üretim kooperatifleri
kurulmasını önermekte, toprak rantının devletleştirilmesini (socialisation)
savunmakta, hiç değilse yüksek bir
toprak vergisi alarak rantın ortadan kaldırılmasını istemektedir. Bu pek
ileri devletçi düşüncelerini, tam bir
serbestlik düşünceleriyle nasıl bağdaştırdığı ilk bakışta yadırganabilir.
Burada, Mill'in felsefeci kişiliği işe
karışmaktadır. Mill, faydacıdır. Bireylerin çıkarını toplumun çıkarında,
toplumun çıkarını da bireylerin çıkarında
bulmaktadır. Sonraları, pragmacı felsefenin bir hayli geliştirdiği gibi,
Mill'e göre insanları, kişisel çıkarları yönetir.
Mill'i, gerektiği hallerde toplumsallaştırma düşüncelerine götüren işte bu
temel anlayışı olmuştur. Gerçekte Stuart
Mill, ekonomik dengenin tam bir rekabet serbestliği içinde
gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Bu açıdan, fiyat ve
uluslararası ticaret konularında, yeni görüşler ortaya atmıştır: Arz ve
talep fiyat dalgalanmalarını, fiyat
dalgalanmaları da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz fazlalaşınca fiyat
düşer, fiyatın düşmesi talebi çoğaltır ve
dolayısıyla arzın gereken çizgiye inmesini sağlar. Talebin biraz
fazlalaşması halinde de durum aynıdır. Öyleyse,
diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan bir güçtür. Bununla beraber,
arz ve taleple fiyat arasındaki yükseliş ya
da alçalışlar aynı oranda değildir, oranın derecesi (nispetin mikyas'ı)
malların cinsi ve karşılayacağı ihtiyaç gibi
çeşitli etmenlere bağlıdır. Uluslararası ticarette de faydayı, ihracatta
değil, ithalatta bulmaktadır (merkantilistleri
hatırlayınız).
Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya da
çok pahalı üretilebilen malların ithalini
sağlamak için yapılır. Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarların hangi
malı getirmekten daha çok kar edecekleri
sorunu değil, tüketmek için hangi malın gerekli bulunduğu sorunudur.
Kök anlamında ticaret kavramı bulunan merkantilizm, daha XVi'ncı yüzyılda
devletçi bir sistem olarak belirmeye
başlamıştı (Bodin'i hatırlayınız). Bütün serbestçi sistemlerin karşısında,
çeşitli kılıklara bürünmüş de olsa, onu
bulmak mantık gereğidir. Şimdi de karşımıza neo merkantilizm adı altında iki
yeni kılıkla çıkmaktadır: Romantik ve
ulusçu... Her iki kılık da Alman düşüncesinin ürünüdür.
Romantik neo merkantilist okulun en ünlü yazarı Adam Müller (1779-1829),
örnek bir devletin yüceliğini öne
sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir birliktir ve her alanı
kapsamaktadır (l'Etat totaliste). İnsanın
varlığı devletin varlığına bağlıdır. Ekonomi, serbest bir alanda at
oynatamaz. Ekonominin düzenleyicisi devlettir.
Ulusal zenginlik (milli servet), sadece maddesel ürünleri değil, düşünsel
ürünleri de kapsar. Bütün düşünce
alanlarında çalışanlar da, tarımcı ve sanayiciler kadar, üreticidirler.
Sermaye kavramında, sadece maddesel sermaye
değil (capital physique), düşünsel sermaye (capital intellectuel) de vardır.
Müller ve F. V. Baader (1765-1841) gibi
düşünürlere romantik denmesinin nedeni, rasyonalist felsefeye karşı ve
mistik eğilimli olmalarıdır.
Ulusçu neo merkantilist okulun en ünlü düşünürü Frederic List (1789-1846),
klasikleri, bireyci olmakla ve tarihsel
gelişmeye önem vermemekle suçlandırmaktadır.
List'e göre, bireyle insanlık
arasında tarihsel bir gelişimi olan bir
de ulus vardır ki, ekonomik alan asıl onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü
uluslar arasında sürekli bir barış
düşünülemez, klasik okulun bütün yasaları böylesine düşsel bir barışın
varlığı üstüne kurulmuştur, bu varlık
gerçekleşmeyeceğine göre, o yasaların hiçbir değeri yoktur.
List'e göre
tarihsel gelişim şu sırayı izlemiştir: İlkçağ
(vahşet), çobanlık çağı, tarım çağı, tarım manüfaktür çağı, tarım manüfaktür
ticaret çağı... Ulusları bu son ve yetkin
çağa ancak devlet eriştirebilir. Uluslararası ilişkiler, klasik mekanizmanın
işlemesine engel olurlar. Ekonomik
düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliğiyle gerçekleştirilebilir.
Devlet korumaz ya da koruyamazsa, gelişmiş
bir yabancı sanayi, gelişmemiş ya da az gelişmiş ulusların ilerlemesine
kesinlikle engeldir.
List, sadece sanayi ve
ticaret alanında kalmamakta, bu konuda ulusun bütün üretici güçlerinin
seferber edilmesini öğütlemektedir.
Bununla beraber, List için de amaç, ticaretin tam bir serbestliğe kavuşacağı
uluslararası sonsuz bir barıştır. Devlet
koruyuculuğu, bu amaca götürecek olan bir araçtır. Kişi, bugünün çıkarını
geleceğin yararı uğruna harcayamaz.
Bunu ancak devlet yapabilir. Sanayisiz, tarımsal bir devlet tek bacakla
yürümeye çalışan bir insana benzer. Bu
bakımdan, herhangi bir ulusu, tarım çağından sanayi çağına geçirebilecek bir
savaş bile, mutlu bir olaydır.
Romantik ve ulusçu neo merkantilizm ki görüldüğü gibi, eski merkantilizmden
bir hayli farklıdır gerçekte, ünlü
Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte'nin (17621814) kurduğu kapalı ticaret
devleti (l'Etat commercial ferme,
1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarşik ekonominin en yetkinini
meydana koymuş bir düşünürdür.
Fichte'ye göre para, bütün gücünü devletten alır. İnsan, ancak toplum içinde
bir varlıktır. Öyleyse devlet, insan
varlığına anlam veren bir kuruluştur. Ulusal gelişme, kapalı bir ticaret
devleti içinde mümkündür.
Müller ve List''in
kökleri büyük düşünür Fichte'de bulunmaktadır. Fichte, ünlü yapıtını
yayımladığı zaman, Müller yirmi bir, List on
bir yaşındaydılar.
Bu arada, yaptıkları tarih araştırmalarıyla ekonomik olayların daha iyi
anlaşılmasına yol açan tarihçi okuldan da
sözetmek gerekir. Titiz araştırıcılar olan bu okul düşünürleri, ekonomi
alanına göreciliği (relativisme, izafilik)
getirmişlerdir. Altı çizilmesi gereken bir düşünce olarak, özetle, şunu
söylemektedirler: Ekonomik yasaların ve
eğilimlerin geçerliği belli tarihsel devrelere bağlıdır. Her eğilim, belli
tarihsel koşullar içinde geçerlidir. Öyleyse,
gerçeklerin meydana çıkarılması için, karşılaştırmalı bir yöntem (mukayese
usulü) kullanmak gerekir...
Tarihçi okul
düşünürlerine örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F.
Knapp, K. Knies, G. Gohn, Vagner,
Schaeffle, L. Brentano, Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul,
Alman üniversitelerinde büyük etkiler
yapmıştır. Örneğin, Schmoller (1838-1917), ekonomi bilimini dogmatik
kadercilikten (liberallerin doğal, ezeli ve
ebedi yasalarından) kurtarmaya çalışmıştır. Ne var ki bütün bu çabalar,
bilimsellikten uzak oldukları ölçüde kaba
ya da ham kalmaya mahkumdular.
Metafizik ve idealist bir alanda at
oynatıyorlardı. Bu yüzden de bilimsel
gerçekleri meydana koyamadılar. Toplumsal yaşamda neler olup bittiğini ve
neden böyle değil de şöyle olup
bittiğini bir türlü açıklayamadılar.
XiX'ncu yüzyılın ikinci yarısı, bilimin, toplumun her alanını, en ince
ayrıntılarına kadar, ışıl ışıl aydınlattığı bir
çağdır. İnsan düşüncesi metafizik ve idealist spekülasyonlardan kurtulmuş,
toplumsal yaşamın ve onun temeli olan
ekonomik yaşamın tüm gerçeklerini öğrenmiştir. Ama bunun doğal bir sonucu
olarak da bu gerçeklerin
öğrenilmesinden çıkarları tehlikeye düşenler, metafiziğe ve idealizme
büsbütün sarılmak zorunda kalmışlardır.
Kaba ekonomi, yeni biçimlere. dönüşerek sürüp gitmektedir.
Bilimselliğin gittikçe gelişip yayılması ve süregelen ekonomik düzenin
zorunlu çelişkilerinin gittikçe
gerginleşmesi üzerine idealist ekonomi kuramcıları, ekonomik değerin insan
emeğinden doğduğu gerçeğini gizlemek
için öznel bir kuram geliştirmek gereğini duymuşlar ve marjinalcilik (Fr.
Marginalisme) adı verilen yeni bir değer
kuramı ilerisürmüşlerdir.
Bu anlayışın kurucularından Stanley Jevons bunu
açıkça söyler, Toplumsal Ekonomi
Kuramı adını taşıyan ünlü yapıtında şöyle der: Sayıları gittikçe artan ve
örgütlenme güçlerini geliştiren işçi
sınıfımız siyasal ve ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya
yöneltilebilirler. O halde emeğin hiçbir
biçimde değeri yaratmadığını ortaya koyan bir kuram geliştirmeliyiz (İbid,
4. baskı, s. 164-165). Bu kuram, eski
ihtiyaç kuramı'yla eski fayda kuramı eski nedret kuramı'yla birleştirilerek
ortaya atılmaktadır.
Bu anlayışa göre, bir
malın, azlığı ya da çokluğundan ötürü değişik ihtiyaçlarda kullanılmasıyla
belirlenen son biriminin faydası (ki buna
marjinal fayda adı verilmiştir, okulun. adı da buradan türetilmiştir) onun
değerinin ölçütüdür. Böylelikle ekonomik
değer, üretim alanından tüketim alanına ve nesnellikten öznelliğe
kaydırılmaktadır.
Bu anlayışa göre, bir malın
değeri, malın kendisinde bulunan bir şey değil, malın alıcısında bulunan bir
şeydir.
İsviçreli Leon Walras, Avusturyalı Karl Menger ve İngiliz Stanley Jevons'un
kurdukları bu okula sübjektivist okul
ve neo-klasik okul da denir. İzdaşları yöntem ayrılığı yüzünden psikolojik
okul ve matematik okul adları altında iki
kola ayrılmıştır. Psikolojik okul, son birimin yararını, tüketicilerin
ruhsal eğilimlerine göre ölçer. Matematik
okulsa bunu matematik formüllere bağlamaya çalışır. Her iki okulun da amacı;
bir malın, o mala duyulan ihtiyaç, o
malın sağladığı fayda ve o malın az ya da çok bulunurluğunu saptayarak
kullanma değerini hesaplamak ve bu
kullanma değeri yoluyla değiştirme değerini bulmaktır. Marjinal sözcüğü,
burada, son (Ar. Nihai) anlamındadır.
Klasik ekonomiciler değeri üretim maliyetinde buluyorlardı. Bu, yanlış
olmasına rağmen nesnel bir anlayıştı.
Marjinalciler değeri faydada bulmaktadırlar ki bu öznel bir anlayış olmakla
büsbütün yanlıştır.
Bu demektir ki,
değer, artık, üretim alanında değil, tüketim alanında aranmaktadır. Bu
anlayışa göre üreticinin, değerin
belirlenmesinde, tüm belirleyici olmak bir yana, hiçbir rolü yoktur. Örneğin
çöldeki bir insan için, bir testi suyun
ikinci testinin bulunamayacağını varsayarsak son damlasının değeri (marjinalistlerin
deyimiyle marjinal değeri)
paha biçilemeyecek derecede büyüktür. Oysa çeşmeleri gürül gürül akan bir
kentte su bedavadır, çünkü marjinal
değeri sıfırdır. Etin değeri ekmeğin değerinden yirmi kat fazlaysa, son
lokma et son lokma ekmekten yirmi kat fazla
değer taşıyor demektir.
Deniz çok boldur ve bu yüzden bedavadır, ama denize
girilebilecek yerler azsa oralarda
plajlar kurulmaya ve deniz ona duyulan ihtiyaçla az bulunurluğu oranında
değerlenmeye başlar. Bu hesap, mallarda
böyle olduğu gibi, hizmetlerde de böyledir.
Örneğin marjinalcilere göre
müteşebbisler işçilerden daha çok
kazanırlar, çünkü müteşebbislerin hizmet türü işçilerin hizmet türünden daha
nadirdir (bkz. J.-B. Say, Oeuvres
Diverses, s. 80). İşçilerin de marjinal üretkenlikleri, aldıkları ücrete
eşittir. Her işçi saat başına, ücretine eşit bir
değer üretir (bkz. H. Denis, Valeur et Capitalisme, s. 85-6). İşçinin
ücreti, bu anlayışa göre, çalışma süresinin son
biriminin ürünüyle belirlenmektedir. Ne var ki, anamalcı üretimde
anamalcılar, marjinalcilerin bütün bu
öğrettiklerine rağmen, maliyet hesaplarını klasik bilgilere göre yapmakta
devam etmektedirler (bkz. Alderer ve
Mitchell, Economics of American Industry, s. 128).
Paris Hukuk Fakültesinde yapılan bir tartışmayı toplayan Le Fonctionnement
des Entreprises Natonalisees en
France'ta şöyle yazılıdır: Çeşitli anketlerin, özellikle Hall ve Hitch'in
yaptıkları anketlerin gösterdiği gibi
işletmeler, marjinal fiyatlarını bilmemekte, önceden tasarlanmış bir kar
marjı ekleyerek ortalama toplam maliyete
göre hüküm vermektedirler (s. 261).
Bunun nedeni çok açıktır: Çünkü,
marjinal değer hesaplanamaz. Nitekim,
marjinalciler, üretim mallarının marjinal değerini, 1871'den bu yana yüzyıl geçtiği halde hala
hesaplayamamışlardır.
Örneklerini hep tüketim mallarından, özellikle de lüks
tüketim mallarından seçmektedirler
(bkz. Leon Walras, Abrege des Elements d'Economie Politique). Klasik
liberaller değerin belirlenmesi için değiştirme değerini temel aldıkları
halde marjinalciler, bunun tam tersini, kullanma değerini temel almışlardır.
Onlara göre değiştirme değeri, kullanma değerinin yani malın faydasının
ürünüdür.
Oysa kullanma değerini de nicelik olarak dile getiremediklerinden
kullanma değerinin karşıladığı ihtiyacı miktarca saptamaya çalışmaktadırlar.Ne var ki bir insanın bedava olan havaya, çok değerli olan elmastan çok daha
fazla ihtiyacı vardır. Bunun içindir ki
marjinalciler, doğrudan doğruya ihtiyacın niteliğini değil, tatmin edilmeyen
ihtiyacın son biriminin niceliğini
ölçmeye çalışmışlardır.
Marjinalcilerin, klasik ekonomiyi tersyüz etme
çabalarının nedeni de çok açıktır ve bunu
kendileri de açıklamaktadırlar: Paris komünü hareketinden (1871) sonra
ciddileşmiş bulunan toplumculuk
tehlikesini saf dışı edebilmek için, onun dayandığı bütün klasik ve liberal
temelleri de kökünden değiştirmek
gerekmiştir. Bunun için de, bütün klasik anamalcı ekonominin dayanağı olan
üretimden hareket yerine,
marjinalcilik (1871), tüketimden hareket etmeyi yeğlemiştir. Marjinalcilik,
böylelikle, Hermann Oossen ve
Richards Jennigs'in hazırladığı temeller üstünde Walras, Jevons ve Menger
tarafından toplumculuğu kökünden
yıkma gayretiyle kurulmuştur. Onları, Anglo-Amerikan okulundan Alfred
Marshall, J. B. Clarck; Avusturya
okulundan F. von Wiesser; Lozan okulundan Vilfredo Pareto izlemiştir (bkz.
W. Stark, The History of Economics
in its Relation to Social Development). Faydanın ölçülüp ölçülemeyeceği
aralarında tartışma konusudur.
Sencer
Divitçioğlu şöyle yazmaktadır: Marjinal ve neo klasik okul temsilcilerinden
çoğu faydanın kardinal olarak
ölçülebileceğine inanmışlardı. Marshall'e göre bir malın azalan marjinal
fayda eğrisiyle o malın talep eğrisi özdeş
olduğundan mala atfedilen fayda, dolaylı olarak fiyatlarla ölçülebilir.
Talep edilen mal miktarının azalan marjinal
faydanın bir fonksiyonu olduğunu kabul eden Marshall'ın kısmi analizine
karşılık, Lozan okulundan Pareto
faydanın ordinal olup ölçülemeyeceğini savunmuştur. Maldan talep edilen
miktar yalnız o malın faydasının bir
fonksiyonudur. Böylece kıymet teorisinde kısmi analiz bir yana bırakılmış,
genel analiz uygulanmaya başlanmıştır.
Bu görüş tarzına göre, birey, karşılaştığı mallar karşısında bir seçiş
yapmak zorunda kalacaktır. Birey, seçişini
yaparken, kendisine maksimum faydayı, yahut başka bir deyişle maksimum
tatmini sağlayacak birleşimi arayacaktır
(bkz. Mikro-iktisat, İstanbul 1971, s. 3, 4). Marjinalcilik, değerin her mal
için ayrı ayrı belirlenmesi gerektiğini
ilerisüren, mikro ekonomik bir anlayıştır. Değeri, üretim maliyetlerinin
ürünü değil, aranımın bu üretim maliyetleri
üstündeki etkisinin ürünü sayar. Yani, değeri aranım belirler. Ernest Mandel
şöyle yazmaktadır: Ricardo'nun
ortaya attığı ve Marx tarafından geliştirilen toprak rantı teorisi,
ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında emek değer
teorisini mesele haline getiren marjinal değer teorilerinin hareket
noktasıdır: Marx'ın toprak rantı teorisine göre
gerçekte, tarımsal ürünlere talep, son tahlilde bu ürünlerin fiyatını
belirler.
Bu toprak rantı teorisinin genel bir değer
teorisi haline getirilmesi iki tahlil hatasından ileri gelmektedir: Önce,
toprak rantını yaratmış olan toprak
mülkiyetinin özel şartlarını hesaba katmıyor. Sonra, kapitalist rejimde
toprak mülkiyeti, sermaye mülkiyeti ve
işgücü mülkiyeti ile ilgili kuramsal bakımdan farklı şartları göz önünde
tutmuyor. Toprak rantı, toprak üretim
sürecinin temel bir unsuru olduğu için doğmaz. Bu, toprakla bu üretim süreci
arasına, bu üretim sürecinde
yaratılmış toplam gelirlerden öşrü keyfi olarak isteyen bir toprak sahibinin
girmesinden doğar. Üretim süreci içinde
yaratılmış gelirler hakkında bir teori ortaya atmak için bu öşrün veriliş
tarzından hareket etmek büyük bir mantık
hatasıdır (Mandel, Ekonomi Elkitabı, Orhan Suda çevirisi, c. i, s. 305-6).
Marjinalciler liberaldir, çünkü kurmaya
çalıştıkları sistem ancak toptan bir rekabet halinde işleyebilir (bu yüzden
kendilerine neo klasik adı verilmiştir).
Böylesine bir rekabet alanında, bütün üretimin değerini belirleyen marjinal
ürünün değeri; amorti edilen anamal
ücret, faiz ve toprak halinde erir. Bu durum, marjinalist genel denge
kuramıyla saptanmıştır (bkz. Walras, op. cit., s.
187-9). Ernest Mandel şöyle yazmaktadır: Bugün, ekonomistlerin çoğu, neo
klasik denge sisteminin gerçeklikten
yoksun bulunduğunu kabul etmektedirler. Bu sistem, emekçinin ücretinin emek
müddetinin son biriminin ürünü
tarafından belirleneceği görüşünün saçmalığını ortaya koyan kapitalizmin
özel kurumsal kadrolarını da kabuletmemektedir. Rekabetin dinamik karakterini ve bu rekabetin meydana
getirdiği dengenin daimi sarsıntılarını kabul etmemektedir. Esas itibariyle
statiktir ve dinamiğe olsa olsa dengeyi bozan bir unsur olarak kendi
sisteminde yer
vermektedir. Oysa gerçekte denge devamlı sallantı halindeki spazmodik bir
ekonomik hareketin sadece geçici bir
anıdır. Bu sistem ne periyodik buhranları, ne de yapısal buhranları
açıklamaktadır.
Kendi mantığı gereği emperyalizm fenomenini bile, daha doğrusu emperyalizmin
kapitalizmin gelişme kanunlarıyla
herhangi bir ilgisi bulunduğunu bile inkar etmektedir (op. cit., c. ii, s.
474-5). Gossen, doyurulmuş ihtiyacın son
dozuna marjinal doz (Fr. Dose marginale) adını vermiştir. Gossen'e göre kimi
mallarda doyma (tatmin) noktasına
daha çabuk, kimi mallardaysa daha geç ulaşılmaktadır. Bu doz, her mal için
başkadır. Örneğin lüks mallarda doyma
noktası, marjinal doz, daha geç belirir. Bundan başka, bu doz, kişilere ve
ihtiyaçlara göre de değişir. Bir kimse,
aynı mala, ötekinden daha çabuk doyabilir. Yatırım malına eklenecek yeni bir
birimin ona harcanacak paraya oranla
getireceği kazanç yüzdesine de anamalın marjinal etkinliği (F'r. Efficacite
marginale du cagital, Al.
Grenzleistungsfaehigkeit des Kapitals, İng. Marginal efficiency of capital)
denmektedir.
Böylelikle anamalcı
müteşebbisler, yatırım kararlarını etkileyen kar etme ölçütünü buldukları
kanısındadırlar. Sürümün bir birim
artmasıyla toplam gelirde kaydedilen artışa marjinal gelir (Fr. Revenu
marginal, Al. Grenzerlös, İng. Marginal
revenue) denmektedir. Bir üretim etmeni birimi eklendiğinde üretim
toplamında görülecek artışa da marjinal ürün
(Os. Marjinal hasıla, Fr. Produit marginal, Al. Grenzprodukt, İng. Marjinal
product) adı veriliyor.
Bir malın artan
bir biriminin öteki malın bir ya da birkaç birimiyle değiştirilebilen
niceliğine, marjinalcilik sözlüğünde marjinal
ikame haddi denmektedir. Marjinalci anlayışa göre bu had, tüketicinin aynı
yarar düzeyinde bir maldan bir birim
vazgeçmesini karşılayan öteki malın nicelik oranıdır. Dışalım mallarına
yönelen aranımın gelir artışına oranı da
marjinal dışalım eğilimi (Os. Marjinal ithal meyli, Fr. Propension marginale
a importer, Al. Grenzhang zum
Einfuhr, İng. Marginal propensity to import) deyimiyle dilegetirilmektedir.
Örneğin yüz milyonluk bir gelir artışı
var, bunun yirmi beş milyonu dışalım mallarına yöneliyorsa, marjinal dışalım
eğilimi dörtte bir oranındadır.
Üretimde bir birim artışının daha önceki üretim giderlerine eklediği
harcamaya marjinal maliyet (Fr. Cout
marginal, Al. Grenzkosten, İng. Marginal cost) denmektedir. Diyelim ki, bir
işletme günde dört makine yapıyor ve
50.000 lira harcıyor, günde beş makine yaptığı takdirde 57.000 lira harcarsa
marjinal maliyet 7.000 lira demektir.
Artan birimlerin maliyeti önce azalırken sonra artmaya başlar. Marjinal
maliyetin bilinmesi demek, maliyetin
azalma seyrinde en son birimin hangisi olduğunu bilmek demektir. Daha açık
bir deyişle, örneğimizdeki işletme
maliyeti artırmadan günde kaç makine yapabilecektir? Diyelim ki sekizinci
makine biriminde maliyet artmaya
başlıyor, demek ki bu işletmenin ekonomik verimi günde yedi makinedir. İşçi
ücretlerini, son işçinin üretimde
yarattığı artışla belirleyen görüşe de marjinal verimlilik kuramı (Fr.
Theorie de marginale productivite) adı
verilmektedir. Bu kuram, özellikle Alman ekonomicisi H. von Thünen ve
Amerikan ekonomicisi John Bates Clark
tarafından ilerisürülmüş, ufak tefek değişikliklerle bütün marjinalcilerce
kabul edilmiştir. İşçi ücretlerinin nasıl
saptanacağını gösterir. Bu anlayışa göre işçi ücreti, bir fabrikaya alınan
son işçinin marjinalist deyimle marjinal
işçinin sağladığı ürüne eşittir.
Diyelim ki bu son işçi fabrikaya on liralık
hasılat sağladı, öyleyse bütün işçilerin
ücretleri on lira olacaktır.
İngiliz marjinalisti Marshall bunu şöyle bir örnekle açıklıyor: Yirmi koyunu
olan ve bunları bir çobanla yetiştiren
bir kimsenin ikinci bir çoban tutabilmek için eskisine göre pazara yirmi
koyun daha fazla gönderebileceğine
inanması gerekir. Eğer bu koyuncu, pazara gönderebileceğine inandığı fazla
koyunların değerinden daha az ücret
isteyen bir çoban bulabilirse bu çobanı tutar, yoksa ikinci bir çoban
tutmaz.
Görülüyor ki çobanın ücreti, toplam
hasılaya eklediği değere eşit olmakta ve ikinci bir çobanın işe alınması söz
konusu olduğu takdirde bu ikinci çoban,
yani marjinal çoban, kendinden önceki çobanın ücretini de belirlemektedir
(Erol Zeytinoğlu, İktisat Dersleri,
Istanbul 1969, s. 282-3). Amerikalı ekonomici John Bates Clark da son
birimin verimine marjinal verim (Fr.
Rendement marginale) adını vermiştir. Son birimin yeğinliğine marjinal
yeğinlik (Os. Marjinal şiddet, Fr: Intensite
marginale) denmektedir. Aranımı karşılaması gereken sürüm ne kadar azsa
marjinal şiddet de o kadar büyük olur.
Örneğin çölde susuz kalan bir adamın güçlükle bulduğu bir testi suyun son
damlasının şiddeti çok büyüktür, buna
karşı evinde sürekli akar su bulunan bir adam için marjinal şiddet sıfırdır.
Jevons, kullanılan son birimin faydasına
faydanın son derecesi diyordu, onun bu deyiminin yerini Wieserin marjinal
yarar terimi almış bulunmaktadır.
Marjinal yarar, bir malın sağladığı en büyük yarar değil, onun akıllıca
kullanımının sağladığı en küçük yarardır.
Marjinal yarar ve şiddet dozlar arttıkça azalır. Ekonomik olguları ruh
bilimsel açıdan ele alan metafizik düşünce
yapılı ekonomicilerden Gossen'e göre, herhangi bir mala karşı istek sonsuz
olarak artmaz, istek giderildikçe azalma
eğilimi gösterir.
Ekonomici Marshall, Gossen'in bu yasasından azalan
marjinal fayda kavramını çıkarmıştır.
Azalan marjinal fayda ilkesine göre bir malın tüketilen miktarı arttıkça o
malın marjinal faydalı azalma eğilimi
gösterir.
Buradaki marjinal fayda, o malın son biriminin faydasıdır. Bunu
daha iyi anlamak için şu basit örnekten
yararlanılabilir: Diyelim ki karnınız açtır. Bu açlığınızı gidermek için bir
ekmek satın alıyorsunuz. İlk lokmanın
ruhbilimsel faydası sizin için çok büyüktür. Ama yediğiniz lokmaların sayısı
çoğaldıkça bu ruhbilimsel fayda
azalacaktır. Buysa ekmeğin son lokmasının getirdiği ek faydanın gittikçe
azalmakta olduğunu gösterir.
Amerikalı
ekonomi profesörü Paul Samuelson, İktisat adlı yapıtında şu örneği
vermektedir: Farzedelim ki insanın gözlerini
kapatıp elini, avcunun içi yukarı bakacak şekilde, tutmasını söylüyorsunuz.
Avcuna bir ağırlık koyduğunuz
takdirde şüphesiz ki bunu hissedecektir. Ağırlığı artırdığınız takdirde ek
ağırlıkları da hissedecektir. Fakat ağırlık
epeyce arttıktan sonra, deneye başlarken koyduğunuz ağırlığa eşit bir
ağırlık koyduğunuz takdirde bu eki
hissetmediğini söyleyecektir. Eşdeyişle, avcun taşıdığı toplam ağırlık ne
kadar çoksa ek veya marjinal ağırlık o
kadar az olacaktır (İbid, İstanbul 1970, çeviren: Demir Demirgil, s. 479).
Gelir değişikliğine karşı biriktirme
(tasarruf) niceliğinde görülen değişiklik oranına marjinal biriktirme
eğilimi (Os. Marjinal tasarruf meyli, Fr.
Propension marginale a epargner, Al. Marginale Sparneigung, İng. Marginal
propensity to save) denmektedir.
Marjinalcilere göre bu eğilim, biriktirmedeki artışı gelirdeki artışa bölmek
yoluyla bulunacak niceliktir.
Gelir
değişikliği halinde tüketim niceliğinde görülen değişikliğe de marjinal
tüketim eğilimi (Os. Marjinal istihlak meyli,
Fr. Propension marginale â consommer, Al: Marginale Konsumneigung, İng.
Marginal propensity to consumption)
adı veriliyor. Bu eğilim niceliği de tüketimdeki artış niceliğini gelirdeki
artış niceliğine bölmek yoluyla
bulunmaktadır.
Marjinalciler, bütün bu savlarıyla, bilimsel ekonominin
ortaya koyduğu gerçekleri örtbas edecekleri
kanısındadırlar. Marjinalci varsayımlarla belini doğrultamayan kaba ekonomi
düzeni, çıkarlarına uygun gelenlerce
pek ince sayılan yeni bir kabalığa yöneliyor. Cambridge Üniversitesi ekonomi
profesörü John Maynard Keynes
(1883-1946), Profesör Galbraith'ın deyimiyle anamalcılığın rahminde
toplumculuk cücüğünün hızla geliştiğini
görmüş ve özellikle 1929-1933 yılları arasındaki anamalcılık bunalımına çare
arayarak liberalizmin alışık olmadığı
birtakım aykırı düşünceler ilerisürmüştür. Bu düşüncelere Keynesiyen
yenilikler adı verilmiş ve Keynes
anamalcılığın büyük kurtarıcısı sayılarak anamalcılıkta bir Keynes
ihtilali'nin sözü edilmiştir. Keynes, Marx'ın
Kapital'ini iyice okumuş ve anamalcılığın çelişkilerini iyice saptamıştı.
Bir kuramcıdan çok, yurdunun çıkarlarını
gözeten bir pratikçi olan Keynes her şeyden önce işsizliğe çare bulunması ve
artık değerin tümüyle yatırımlara
harcanması gerektiğini görmüştür.
O günlerin İngiltere'sinde işçi sınıfının
yüzde onu işsizdi. Keynes, yeni iş
alanları açılması için tam kullanma kuramı (Os. Keynes'in tam istihdam
nazariyesi, Fr. Theorie Keynesienne de
l'emploi, Al. Beschaeftigungstheorie von Keynes, İng. Keynesian theory of
employment)'nı ilerisürmüş ve faizlerin
düşürülmesini önermiştir. Bu, anamalcılığın o güne kadar akıl edemediği bir
düşünceydi. Faizler düşük olunca
anamal zorunlu olarak yatırımlara akacaktı, bir yandan devlet halktan
topladığı vergileri anamalcılığın hizmetine
vererek yeni yatırım alanları yaratmakla görevlendiriliyordu.
Örneğin devlet, hiçbir gereği olmasa bile yollar yaptırmalı ve bütün
işsizlere böylelikle iş bulmalıydı. Bundan
başka altın fetişizmi adını verdiği paranın altın temeline dayanması
geleneğiyle de alay ederek bunu barbarlığın bir
kalıntısı olarak niteledi ve enflasyondan korkmamak gerektiğini ilerisürdü.
The General Theory of Employment,
Interest and Money adlı yapıtında hiç çekinmeden ve en açık deyimlerle
işçilerin nasıl olsa bunu anlayacak bilgileri
olmadığını, işçilerin fiyatların düşük ya da yüksek oluşundan çok ceplerine
girecek paranın azlığına ya da
çokluğuna önem verdiklerini söylüyordu.
Bu, açıkça şu anlama geliyordu:
Budalalara değerli on lira vereceğine
değersiz yirmi lira ver, onlar buna aldanırlar (bkz. İbid, s. 36-39,
266-270). Bu düşünce de, gerçekten, liberalizmin o
güne kadar akıl edemediği bir Keynesiyen yenilik'ti. Keynes, Churchill'in
dışarıya kömür satabilmek için işçi
ücretlerini düşürmesiyle de alay etmiş ve onu ahmaklıkla suçlamıştı (Keynes,
Economic Concequences of Winston
Churchill, 1923). Gerçekte ücretler, böyle budalacasına değil, enflasyonist
operasyonlarla işçiye farkettirmeden
düşürülmeliydi. Bundan başka ücret düşüklüğü satın alma gücünü de azaltırdı
ki bu dışarıya kömür satmanın
getireceği kardan çok daha büyük bir zarar doğururdu. Keynes açıkça kömür
ocakları işçileri umurumda değil, ben
yurdumun anamalcı düzeninin geleceğini düşünüyorum diyordu. Bundan ötürü
Keynes'e lordluk unvanı verilmiş ve
İngiltere bankasının genel müdürlüğüne getirilmiştir. Keynes'e göre
işsizlik, aranım yetersizliğinden doğmaktadır.
Aranım yetersizliğiyse insanların psikolojik etmenlerle gelirlerinin bir
bölümünü saklamalarından ve anamalcıların
yatırım yapmamalarından ilerigelir. Öyleyse devlet işe el koymalı,
enflasyonist operasyonlarla anamalın verimliliğini
artırdığı gibi bizzat yatırımlar yaparak tam istihdamı sağlamalıdır. Devlet,
vergi yoluyla tüm halktan topladığı
paraları anamalın emrine vererek anamalcılığın güçsüz yanlarını onaracaktır.
Keynes'in The General Theory of
Employment, Interest and Money adlı yapıtıyla ortaya atılan Keynesçilik,
ekonomi politik alanında, liberal
tutkuların bir yana bırakılıp pratik çarelere yönelmeyi dilegetirir.
Keynes'e göre birey için doğru olan toplum için
doğru olmayabilir. Bu yüzden bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme
(makro) sonuçları birbirine
karıştırılmamalıdır. Bireysel incelemeleri genelleştirmek klasikleri
yanıltmıştır. Örneğin bir kişinin kazancından
tasarruf etmesi ve gelirinin bir bölümünü saklaması kendisi için yararlıdır
ama, toplum için zararlıdır. Çünkü
toplumun bütün kişileri bu yola giderlerse tüketim azalır, gelir düşer ve
toplumun para biriktirme olanağı kalmaz.
Otomatik tam kullanma dengesi yoktur; bütün üretici güçlerin tam olarak
kullanıldığı haller nadirdir. Klasiklerin
tam kullanma kuramı yanlıştır. Aranımı yaratan sürüm değil, tersine, sürümü
yaratan gelecekteki aranımdır. Bu
aranım (efektif talep), müteşebbisin gelecek için tahmin ettiği aranımdır.
Müteşebbisin yatırım yapması, tahmin
ettiği bu marjinal verimin faiz haddinden büyük olmasına bağlıdır. Faiz de,
sanıldığı gibi, anamal sürüm ve
aranımının fiyatı değildir. Faizi belirleyen insanların para biriktirme
tutkularıdır. Bu tutkuyu yenmek için yüksek
faiz vermemek gerekir, demek ki faiz psikolojik bir etmenle alçalıp
yükselir. Bu psikolojik etmene, müteşebbisin
geleceği tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir. Yatırımı
gerçekleştiren, tam kullanma dengesi kuramı
değil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler parayı sadece bir değiştirme
aracı olarak görüyorlar ve ekonomik olayları
etkilemediğini sanıyorlardı. Oysa para miktarını ayarlayarak faizi
düzenlemek ve böylelikle de üretimi azaltmak ya
da çoğaltmak mümkündür. Yatırımlar para miktarıyla etkilenebilirler, çünkü
faizi düşürerek marjinal verimi çekici
göstermek para ayarlamasıyla düzenlenebilir. Tüketim, biriktirme, yatırım
eğilimleri psikolojik etmenlerle belirlenir.
Keynes, klasiklerin fiyat kuramının yerine gelir kuramını koyar. Klasikler
yatırım yapabilmek için önce para
biriktirmek gerektiğini sanıyorlardı, oysa para biriktirmek için önce
yatırım yapmak gerekir. Çünkü yatırım gelir
doğurur, gelir de tüketim ve biriktirme eğilimlerine yol açar. Bu gelir,
dağıtılan ulusal gelirdir. Öyleyse yatırımlarla
biriktirmeler arasındaki dengeyi ulusal gelir kuracaktır. Yatırım, üretim,
gelir, gelirin dağılımı, biriktirme devresi
sonunda yatırımlarla biriktirmeler birbirlerine eşit olurlar; eşdeyişle
devre başında mümkün olmayan denge devre
sonunda gerçekleşir. Bu dengeyi sağlayan, klasiklerin sandığı gibi fiyat
hareketleri değil, gelir hareketleridir.
Keynes, Engels ve Schwabe yasalarını da geliştirerek, gelirlerle tüketimler
arasındaki ilişkilerin psikolojik
nedenlerini ilerisürer. Gelirleri artanların tüketimleri de artmaktadır,
gelirleri azalanlarınsa tüketimleri azalmaktadır.
Ne var ki tüketimdeki azalma ve çoğalma, gelirdeki azalma ve çoğalmayla aynı
oranda değildir. Çünkü, burada,
alışılmış olan yaşama biçimini bozmamaya çalışmak ve gelecekteki gelirin
artacağını ummak gibi psikolojik
etmenler rol oynar. Düşük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamaları, yüksek
gelirlerdeki zorunlu tüketim
harcamalarından çok daha büyüktür. Örneğin yoksullar varlıklılara göre çok
daha yüksek ev kirası öderler; bir
varlıklının örneğin gelirinin binde birini götüren ev kirası bir yoksulun
örneğin gelirinin yüzde altmışını götürür.
Ulusal geliri belirleyen tüketim ve yatırım harcamaları arasındaki optimal
dengeyi ancak devlet belli bir çizgide
tutabilir. Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduğu alanlara yatırım
yapmalıdır ki bütün üretici güçlerin
üretim alanına sürülebilmesi (tam istihdam) gerçekleşebilsin. Az gelirli
sınıfları koruyarak tüketimi artırmak ve
böylelikle yatırımlara imkan hazırlamak da devletin görevi olmalıdır. Para
miktarını, gerektiğinde çoğaltıp
gerektiğinde azaltarak, ekonomiyi düzenlemek de devletin işidir. Düşük
kullanma hallerinde devlet işsizlere iş
bulmalı ve bütçe harcamalarıyla iş alanları açmalıdır. Ünlü Alman tarihçisi
İsaac Deutcher şöyle yazar: 1925'te
Moskova'yı ziyaret eden Keynes, Milli ekonomi yüksek konseyinde yaptığı bir
konuşmada, İngiltere'deki işsizliği
nüfusun artmasıyla açıklamış ve şöyle demişti: Rusya'nın da savaştan önceki
sefaletinin nufus artmasından
ilerigelmiş olduğunu sanıyorum. Bugün de, ölümden çok fazla doğum olduğu
görülüyor. Bu durum, Rusya'nın
geleceği için büyük bir tehlikedir... Bu sırada Rusya'da hala işsizlik
vardı. Ama üç yıl sonra planlı ekonomi
başlayınca en büyük tehlıke'nin, tersine, insan gücü azlığı ve nüfusun yavaş
artması olduğu görüldü.
Bu da, sanayileşen bir toplum ekonomisine Malthus'un ve Neo Malthuscülerin
düşüncelerinin uygulanamayacağını
gösterdi (Deustcher, Troçki, Ağaoğlu Yayınevi, çev. Rasih Güran, cilt II, s.
190).
1943 yılında İngiltere hükümeti
hesabına paraların uluslararası tutarlılığını korumak için bir plan
hazırlamakla görevlendirilmişti. Keynes Planı (Fr.
Plan de Keynes, Al., İng. Keynes Plan) adıyla ünlenen bu plan Bretton Woods
konferansında başarısızlığa uğramış
ve reddedilmiştir. Eksik istihdam koşulları altında yapılan uluslararası
ticareti tam istihdam koşullarında
gerçekleştirmeyi amaçlayan bir başka anamalcı kuramına da Keynes'in dış
ticaret kuramı (Os. Keynes'in ticareti
hariciye nazariyesi, Fr. Theorie Keynesienne des changes internationaux, Al.
Aussenhandelstheorie von Keynes,
İng. Keynesian theory of international trade) denir.
Bu kurama, gelirle
yatırım arasındaki belli oranı saptayan ünlü
çarpan'ını da uygulamıştır. Çarpan, bir çarpma işleminde çarpılanın kaç kez
tekrarlanacağını gösteren sayıdır.
Keynes'e göre yatırımlar ulusal geliri bu katsayı oranında etkiler.
Eşdeyişle ulusal gelir, yatırımların bu çarpanla
çarpımı kadar artar. Keynes, çarpanı saptamak için, marjinal tüketim
eğiliminin bilinmesini şart koşar. Örneğin
marjinal tüketim eğilimi 2/3 ise yani, bireyler kazandıkları her 300 liranın
100 lirasını biriktirip 200 lirasını
harcıyorlarsa bu katsayı, eşdeyişle Keynes çarpanı 3'tür. Bu halde 500
liralık bir yatırım 500 X 3=1500 liralık bir
ulusal gelir artışı sağlayacaktır. Keynes çarpanına çoğaltan da denir.
Keynesçilik, teksözle, tüm halkın parasını
anamalcılara vermeyi ve devleti tüm varlığıyla anamalcıların hizmetine
koşmayı dilegetirir.
Kaba ekonomi kuramları Keynes'le bitmiyor elbet. Kaba ekonomi düzeni
sürdükçe kaba ekonomi kuramları da
sürecek. Günümüzde kaba ekonomi kuramlarının başlıca temsilcisi Chicago
okulu lideri Milton Fried'man
(Doğumu: 1912)'dır. İnsanın insanı daha çok sömürmesini sağlamak için onun
da kendine özgü reçeteleri var.
GERÇEK AYDINLIK.
ondokuzuncu yüzyıl, insanlık tarihinde, insanın bilimin
ışığıyla gerçekten aydınlandığı, en
üstün bir insanlaşma dönemidir. Doğayı, bilinci ve toplumu (demek ki tüm
evreni) tanıyıp bilme yöntemi ondokuzuncu
Yüzyılda keşfedildi. Bu yöntem, eytişim sözcüğüyle dilimize getirdiğimiz
diyalektik yöntemdir. Bu yöntemdoğanın, bilincin ve toplumun işleyiş biçiminden çıkarıldı. Doğa, bilinç ve
toplum (eşdeyişle, tüm evren)
diyalektikle işliyordu. Öyleyse onu kavramanın yolu da diyalektik olmalıydı.
Bir bakıma bunu ilk sezen düşünür
gene bir antikçağ düşünürüdür, evrende her şeyin sonsuz bir devim (hareket)
içinde bulunduğunu ilkin Herakleitos
anlamıştı. Ne var ki bu anlayışı bir bilgilenme yöntemine dönüştürebilmek
için daha pek çok yüzyıllar gerekiyordu.
Diyalektik sözcüğü Yunanca kökeninde tartışmacılık anlamında
kullanılmaktaydı ve soru karşılık yöntemiyle
oluşan tartışmaları dilegetiriyordu. Oysa doğal varlıklar ve düşünsel
kavramlar da, tıpkı bu tartışmalarda olduğu
gibi, kendi karşıt'larıyla çatışarak eşdeyişle devinerek (hareket ederek)
oluşuyorlardı. Devim, evrenin her alanında
(doğada, bilinçte ve toplumda) karşıtların birbirlerini itme (dışındalama)
ve çekme (birlikte olmaya
zorlama)'lerinden doğuyordu. Örneğin bir atoma bakmalıydık.
Elektronları
çekirdeğin çevresinde tutan dengenin, iki
karşıt güç olan itici kinetik enerjiyle çekici elektrostatik enerjinin
savaşımından (mücadelesinden, eşdeyişle tıpkı
bir tartışmada olduğu gibi çatışmasından) meydana geldiğini görürdük. Bunun
gibi, elektrik iki karşıt güçten
(negatif ve pozitif), mıknatıs iki karşıt kutuptan (kuzey ve güney) oluşur.
Bunlardan biri olmayınca elektrik ve
mıknatıs da olmaz. Bu karşıtlıklar ve karşıtlıkların çatışması doğanın hemen
her zerresinde gözlemlenebiliyordu.
Bizzat doğa, yaşamla ölüm karşıtlığının savaşımından oluşmuştu. Bireyde
yaşamı alteden ölüm, türde yaşama
altoluyordu. Birey olarak bir çiçek solup ölüyordu ama, tür olarak çiçekler
yaşamakta devam ediyorlardı. Ya
toplum, maymunumsu atalarımızın doğayla savaşımından oluşmamış mıydı? Hem bu
savaşım (insanın doğayla
savaşımı) hala sürmüyor muydu ve sonsuzca sürmeyecek miydi? Toplumu
geliştiren bu savaşım değil miydi? İşte
bütün bunlar ve bunlar gibi bilimlerin ortaya koyduğu daha nice gözlemler,
diyalektiği, bilimsel bir bilgilenme
yöntemine dönüştürdü. Bu yöntemi meydana koyup açık seçik sergileyen
eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretidir.
Ondokuzuncu yüzyılın bu gerçek ve büyük aydınlığına ulaşılıncaya kadar
doğabilimleri olguları tek tek toplayıp
sınıflandırıyordu. Bir nesneyi tanımak için onu başkaca bütün nesnelerden
koparıp ayırmak gerekiyordu. Olayları
ayrı ayrı ve tüm ilişkilerinin dışında ele almak alışkanlığı böylece
doğmuştu. Bu, bir tarihsel zorunluktu ve bilimin
ilk evrelerinde az çok yararlı da olmuştu. Ne var ki bu metafizik yöntem,
tek tek ağaçlarla uğraşırken ormanı
göremiyordu ve doğasal toplumsal karmaşık süreçlerin açıklanmasında
başarısız kalmaya mahkumdu. Metafiziğin
olayları ayrı ayrı ve tüm ilişkilerinin dışında ele alma yöntemi, olayların
nedenlerinin anlaşılmasını, evrimlerini,
kendilerinden farklı başka nesnelerden nasıl çıktıklarını ve nereye
yöneldiklerini; kendilerinden, tümüyle farklı
daha ne gibi olaylar ve nesneler türeyeceğini bilmeyi kesinlikle
engelliyordu.
Metafizik yöntem, en yeni kullanımlarında bile, nesne ve olayları asla
değişmemiş ve değişmeyecek bir nitelikte
görür. Bundan ötürü de zorunlu olarak varolanı, eşdeyişle eski'yi savunur ve
varlaşmakta olan yeni'nin karşısına
dikilir. Buysa bilginin bütün alanlarında tutucu bir davranıştır ve
bilimdışıdır. Bu yüzdendir ki metafizik, çağdaş
anlamında, ilerici diyalektiğin karşısında gericiliği simgeler.
Doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular eytişimsel gelişme yasalarıyla
oluşur. Öyleyse bu oluşmayı anlamak
için ona eytişimsel yöntemle yaklaşmak zorunludur. Eytişim, bu yüzden,
gelişmenin yasası olduğu kadar, onu
inceleme yöntemidir. Aynı zamanda, inceleme ve bilme yöntemi olduğu kadar,
gerçekliği değiştirme yöntemidir.
Çünkü oluşmanın nasıl gerçekleştiği bilinince o oluşmayı nasıl incelemek ve
o oluşmayı değiştirmek için ne türlü
davranmak gerektiği de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde
eytişimsel yöntemi kullanmak, o olguya
eytişimsel bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler, metafizik ve mekanik
bilgilerin tam karşıtı olan bilgilerdir.
Eytişimsel kavrayış, çok yönlü bir kavrayıştır; bu yüzden de formüllere
bağlanıp reçetelenemez.
Her şeyden önce
metafizik ve mekanik düşünme alışkanlığından kurtulmak gerekir, bunun için
de eytişimin iyice bilinmesi başlıca
koşuldur. Doğayı, tarihi ya da bilinçsel etkinliğimizi incelediğimiz zaman
hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde
kalmadığını, her şeyin değişip geliştiğini görürüz. İlişkiler, tepkiler,
değişmeler ve bileşimlerle karşılaşırız. Her
örgensel varlık her an hem aynıdır, hem aynı değildir. Her an dışardan
sağlanmış maddeleri özümler ve başka
maddeleri dışarı atar, öyle ki her an kendisidir ve gene de kendisinden
başka bir şeydir. Daha yakından incelenince
bir karşıtlığın iki ucunun, örneğin olumluyla olumsuzun, karşıt oldukları
kadar ayrılmaz ve karşıtlıklarına rağmen
birbirleriyle iç içe olduklarını görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak
tek olaylarda geçerli kavramlar
olduklarını, oysa o tek olayı evrenin bütünüyle olan genel ilişkisi içinde
düşününce birbirleriyle rastlaştıklarını ve
sürekli olarak yer değiştirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne
aldığımız zaman nedenle sonucun birbirine
karıştığını, burada sonuç olan şeyin orada neden ve orada neden olanın
burada sonuç olduğunu anlarız.
Böylesine
süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa eytişim
yöntemi, nesneleri ve onların
betimlenmelerini, düşüncelerini; ilişkileri, sıralanmaları, devimleri,
başlangıçları ve bitimleri içinde kavrar: Doğa,
eytişimin kanıtıdır ve metafizik olarak değil eytişimsel olarak işler.
Doğada hiçbir şey kalktığı yere dönen bir
çemberin değişmezliğinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle
devinir. Yöntem belli bir amaca varmak
için izlenmesi gereken ilkeleri saptar.
Doğru düşünme ve doğru uygulama amacına da bunu sağlayabilecek bir yöntemle
varılır. Eytişim yöntemi
bilimseldir ve bilimlerin gelişmesiyle oluşmuştur, metafizik yöntemse
kurgusaldır ve kurgusal soyutlamalarla
oluşmuş, hiçbir zaman da bilimlerle bağdaşamamıştır. Eytişimsel inceleme
somuttan soyuta ve sonra yeniden
somuta varan bir yol izler.
Eytişimsel yöntem, parçalarını da tanıyarak
bütünü daha iyi tanımak için en soyuta
indiği evrede bile doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü olan toplum ve
insan bilinci olay ve olgularını:
1-bütünsellikleri, 2- çok yanlılıkları, 3- bağımlılıkları, 4- devimsellikleri,
5- çelişmeleri, 6- değişkenlikleri, 7.
gelişkenlikleri içinde inceler. Eytişimsel yöntemle inceleme önce bu olgu ve
olayları tanıyıp bilmeyi (bilim), sonra
onlar üstünde doğru düşünmeyi (kuram), daha sonra da bu doğru düşünmenin
sonucu olarak doğru uygulamayı
(kılgı) gerçekleştirir. Bilimsel veriler göstermiştir ki doğa, toplum ve
bilinç eytişimsel olarak işlemektedir; öyleyse
bunların olay ve olgularını incelemek için bunlara aynı yöntemle, eşdeyişle
eytişimsel bir düşünüşle yaklaşmak
gerekir.
Eytişimsel olarak işleyen doğa, toplum ve bilinç olaylarına onlara
ters düşen metafizik yöntemle
yaklaşılamaz.
Doğa, toplum ve bilinç olaylarını eytişim yöntemiyle tanımak,
onlar üstünde düşünmek ve onları
insansal eylemle etkileyebilmek için:
1- Onları somut bütünlükleriyle ele
almak gerekir. Soyutlama, ancak, onları
parçalarında da tanıyarak bütünlüklerini daha iyi tanımak için yapılır.
Onların gerçek bilgisi bu soyutlamanın
yeniden somutlanmasıyla elde edilir. 2- Onları bütün yanlarıyla ele almak
gerekir. Her olay ve olgu çok yanlıdır,
tek yanını tanımakla bütünü tanınamaz. 3- Onları bağımlılıkları içinde ele
almak gerekir. Her olay ve olgu,
başkaca birçok olay ve olgularla bağımlıdır. Bu bağımlılıklarından kopararak
onu incelemek, onun tanınmasını
olanaksız kılar. 4- Onları devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay
ve olgu devimseldir. Geçmişi, şimdisi ve
sonrası vardır. Bu, her olay ve olgunun bir tarihi olduğunu dilegetirir.
Hiçbir olay ve olgu geçmişinden koparılarak
ve sonrasına bağlanmadan tanınamaz. 5- Onları çelişmeleri içinde ele almak
gerekir. Devimselliği, gerçekleştiren
çelişmedir. Neyle, neden, nasıl ve hangi yöne doğru çeliştiği bilinmeyen
hiçbir olay ve olgu tanınamaz. 6- Onları
değişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavaş
kimi hızlı, ama tümü de sürekli olarak
değişirler. Bu değişkenlik, devimselliğin zorunlu sonucudur. Onları değişmez
olarak ele almak tanınmalarını
olanaksız kılar. 7- Onları gelişkenlikleri içinde ele almak gerekir.
Gelişme, devim ve değişmenin zorunlu sonucudur.
Olay ve olguların değişmeleri basitten karmaşığa, alttan üste ya da aşağıdan
yukarıya, az gelişmişten daha gelişmişe
doğru gelişen bir süreç izler. Onları bu gelişmelerinin dışında ve gelişmez
olarak ele almak tanınmalarını olanaksız
kılar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde
edilir ve metafizik yöntemin geniş
araştırmalardaki tüm yanılgılarının nedeni de kolaylıkla anlaşılmış olur.
Eytişim yöntemi doğa, toplum ve bilinç
olaylarını tanımanın ve onlar üstünde düşünmenin yöntemi olduğu kadar onları
değiştirmenin ve yeniden kurmanın
da yöntemidir. Yöntemin bu niteliği, olguları bütünüyle tanıması ve bilmesi
sonucudur.
Ancak bilinen
değiştirilebilir, bilinmeyen değiştirilemez. Bundan başka doğa, toplum ve
bilinç olaylarını değiştirme işlemi bir
bakıma zorunludur da. Doğa, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an
bilinçli insan pratiğiyle değiştirilmekte ve
insansal yaşama daha elverişli biçimlere dönüştürülmektedir. Değiştirmenin
yöntemi olan eytişimsel yöntem bu
yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karşıtı olan değişmezliğin yöntemi
metafizik yöntemse bu yüzden tutucu ve
gericidir. Eytişim yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde eytişimin üç temel
gelişme yasasını (karşıtların birliği ve
savaşı, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş, olumsuzlanmanın
olumsuzlanması yasalarını) daima göz
önünde tutar, onların bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin büyük başarılarından biri de üç
evrensel (evrenin her alanında; doğada,
bilinçte ve toplumda geçerli olan) yasayı keşfetmiş ve meydana koymuş
olmasıdır. Bu üç yasanın keşfi, evrenin
bütün oluşma ve gelişme sırlarını aydınlatmıştır. Ama, önce, yasa nedir?
Bunu da iyice bilmemiz gerekiyor. Yasa,
doğasal ve toplumsal bütün olguların doğal gelişmelerini belirleyen temel
ilişkilerini dilegetirir. Doğanın düzenli
işleyişinin birtakım yasalara bağlı olduğu ilk düşüncelerce de sezilmişti.
Toplumun da doğa gibi nesnel yasalarla
geliştiği tarihsel özdekçilikle keşfedildi. Metafizik düşünce doğanın
düzenli işleyişini bir önceden belirlenme sayar
ve bunu birtakım doğaüstü güçlere bağlar. Dinsel düşünce bu açıdan
metafizikten daha açıktır, metafiziğin çeşitli
varsayımlarını tek bir tanrı varsayımında özetler. Yasa anlayışı, antikçağ
düşüncelerinde kader anlayışıyla
karışmıştır ve törebilimsel kural (Os. Kaide, Fr. Regle, Al. Regel, İng.
Rule, İt. Regola)'la ilgili kılınmıştır...
Kanon sözcüğü Yunancadır ve örnek, yöntem anlamlarını dilegetirir. İslam
düşünürleri bu terimi Yunanlılardan
almışlar ve kanun deyişiyle kural ve ilke terimleriyle anlamdaş
kılmışlardır. Osmanlı düşünürleri Araplardan
aldıkları bu terime yasa anlamını vermişler ve asıl yasa anlamını
dilegetiren Yunanca nomos sözcüğünden
Arapçaya namus sözcüğüyle geçen terimi de törebilimsel bir anlama
çekmişlerdir. Epikurosçular bu sözcüğü mantık
anlamında kullanmışlardır. Çoğunlukla örneklik edecek ve yöntem gösteren
toplamalar bu terimle dilegetirilir.
Örneğin Roma imparatorluk çağı başlangıcında örneklik edecek on söylevciyi
(Antiphon, Andokides, Lysias,
İsokrates, İsaios, Demosthenes, Lykurgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos)
toplayan listeye Attika söylevcileri
kanonu denir. Katolik kilisesinin buyruk ve kararları da kanon hukuku (Fr.
Droit canon, Al. Kanoniches Recht, İng.
Canon Law, İt. Diritto canonico) adı altında toplanmıştır. İngiliz düşünürü
John Stuart Mill, mantığında saptadığı
beş tümevarım kuralına tümevarımsal felsefenin gerçek kanonları (İng. The
true Canons of inductive philosophy)
der. Leibniz bu terimi genel kurallar anlamında kullanmıştır. Kant da şöyle
der: Kanon terimiyle, bilgi güçlerinin
pratik kullanılışını saptayan önsel ilkelerin topunu dilegetiriyorum.
Görüldüğü gibi, spekülatif felsefe, doğasal ve
tarihsel olanı kendi alanına, düşünsel ve mantıksal olana çekmiş
bulunmaktadır. Tarihsel olan, nesnelerin yasalı
(doğal ve toplumsal yasalarla) gelişmesi; mantıksal olan, düşüncenin yasalı
(mantık yasalarıyla) gelişmesidir.
Eytişimsel özdekçilik, bu ikisinin sıkı ilişkisini ve bağımlılığını meydana
koymuştur. Tarihselle mantıksal
eytişimsel bir birliktir, her ikisi de birbirini içerir. Mantıksal (Os.
Mantıki, Fr. Logique), kuramsal olarak
belirtilmiş tarihsel, tarihsel (Os. Tarihi, Fr. Historique) somut olarak
belirmiş mantıksaldır. Bu birliktelik, gelişme
sürecinde, öznelle nesneliin, eytişimsel birliğini de meydana koyar.
Nesnel
yasalara bağlı olan insansal eylem öznel
amaçlar taşır, böylelikle yasaların nesnelliğine öznel bir yan da eklenmiş
olur. Felsefesel yasa kavramı, eytişimsel
ve tarihsel özdekçilik öğretisiyle açıklanmıştır. Nesnel gerçekliğin bütün
alanlarında; inorganik doğada, organik
doğada, toplumda, düşüncede işleyen çeşitli yasalar vardır.
Bütün bu
yasaların ortak özellikleri felsefesel yasa
kavramında özetlenirler. Felsefesel bir ulam olarak yasa; nesnel gerçekliğin
nesne, olay ve olguları arasında ve
bunlardan herhangi birinin çeşitli yanları arasında, onları geliştiren
zorunlu, nedensel ve nesnel iç ilişkidir. Yasa
ilişkisi, nesnel gerçekliğin çeşitli ilişkilerinin en temel olanıdır.
Rastlantısal, geçici, ayrıntılara özgü ve dışsal bir
ilişki değildir. Dışsal ilişkiler, felsefesel koşul ulamıyla dilegetirilir.
Yasaların işlemesi için koşullar gereklidir,
ama hiçbir koşul içsel yasa olmaksızın nesne ve olguları geliştiremez
(eşdeyişle; oluşturamaz).
Örneğin bir
yumurtanın içinde civcivin oluşması için ısı (dışsal koşul) gerekir; ama
ısı, içinde yaşambilimsel bir süreç (içsel
yasa) bulunmayan bir taşı civcivleştiremez. Her yasa, belli bir anlamda
evrenseldir; eşdeyişle, belli bir sınıf, olgu
ya da olayın, sadece bir bölümü için değil, tümü için geçerlidir. Bundan
ötürüdür ki yasanın ayrallığı (istisnası)
yoktur. Örneğin, bir cismin kapasitesiyle direnci arasındaki ilişkiyi ortaya
koyan Arşimed yasası, sıvı
içine konulan her cisim için geçerlidir. Evrende, sıvı içine konulup da bu
yasanın geçerliği dışında kalan hiçbir
cisim yoktur. Bundan ötürüdür ki Engels, yasa, doğadaki evrenselliğin
biçimidir der. Nesneler, olgular ve olaylar
nesnel olarak (insan bilincinden, isteğinden ve iradesinden bağımsız olarak)
varoldukları için, bunların içsel
ilişkileri olan yasalar da nesneldirler. İnsanlar tarafından yaratılamaz ve
yokedilemezler. Ne var ki insanlar, bu
yasaların bilgisini edinmekle, yasaların işlemesi için gerekli bulunan
dışsal koşulları hazırlayarak ya da yokederek
bu yasalara egemen olabilirler; eşdeyişle onların işleyişini daraltıp
genişletebilirler, yavaşlatıp hızlandırabilirler.
Örneğin uçaklar, yerçekimi yasasının bilinip ağırlığın altedilmesiyle, göğe
yükselebilmişlerdir. Tüm bilimlerin
tarihi, insanların yasalara egemenliklerinin tarihidir. Ne var ki bu
egemenlik, ancak yasaların işleyişi doğrultusunda
gerçekleşebilen bir egemenliktir. Yoksa insanlar, hiçbir zaman, yasaların
işleyişini doğrultusundan saptıramazlar,
geriye döndüremezler. Doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm süreçler geri
çevrilmez (Os. Gayrı kaabili rücu, Fr.
Irreversible)'dirler. Yasaların işlemesi için gerekli dışsal koşulları yok
etmekle; yasa asla yok edilmiş olmaz; ancak,
yukarda da söylediğimiz gibi, işlemesi geciktirilmiş olur. Yoksa yasalar,
işlemeleri için gerekli koşulları ergeç
bulurlar ve işleyiş doğrultularının yolunu açarlar.
Örneğin insanlar,
tonlarca ağırlıktaki bir uçağı göğe çıkarmakla
yerçekimi yasasının doğrultusunu saptırmış, onu geriye çevirmiş, eşdeyişle
onu ortadan kaldırmış değillerdir.
Tam
tersine, yerçekimi yasasını bilip tanımakla uçağın ağırlığını yok etmekte ve
onu böylelikle, eşdeyişle yerçekimi
yasasına uygun olarak ve bu yasanın doğrultusunda, uzaya
gönderebilmektedirler. Doğasal, toplumsal ve bilinçsel
tüm süreçler gibi yasaların geri çevrilmezliği de gelişmenin sürekliliğini
ve evrenselliğini dilegetirir. Yasalar, olgu
ve olayların gelişmelerini belirleyen ilişkiler olmakla, her zaman
gelişmenin doğrultusunda işlerler. Gelişmenin
saptırılamayacağı ve geri çevrilemeyeceği gerçeğiyse tüm doğasal ve insansal
tarihle tanıtlanmıştır. Yirmi yaşına
girmiş insan hiçbir zaman on dokuz yaşına geri dönemez, kozasından çıkmış
kelebek hiçbir zaman yeniden
kozasına giremez. Tarihin tekerleklerini geriye döndürmeye çalışmak,
boşunadır ve kesin bir yenilgiye mahkumdur.
Nesnel yasaların denetim altına alınması, sadece onların bilinmesiyle değil,
onlara uygun nesnel ilişkilerin
oluşturulmasıyla olanaklaşır. Felsefe, yasaları üç kümede sınıflandırır: 1-
Tek ya da az sayıdaki olgularda geçerli
olan tikel yasalar (Os. Kavanini cüz'iye, Fr. Lois particulieres), 2- Çok
sayıdaki olgularda geçerli olan genel
yasalar (Os. Kavanini umumiye, Fr. Lois generales), 3- Nesnel gerçekliğin
tüm alanlarında geçerli olan evrensel
yasalar (Os. Kavanini külliye, Fr. Lois universelles). Örneğin fizikteki Ohm
yasası, toplumdaki sınıf savaşımı yasası
tikel yasalardır; fizikteki erkenin sakınımı yasası, toplumdaki üretim
ilişkilerinin üretim güçlerine uygunluğu yasası
genel yasalardır.
Felsefe, üç büyük evrensel yasa saptamıştır ki nesnel
gerçekliğin tüm alanlarında (doğada,
toplumda ve bilinçte) geçerlidir: Evrimin kökenini ve itici gücünü açıklayan
karşıtların birliği ve savaşımı
yasası, tüm niceliksel değişmelerin sürekli ve sıçramalı olarak niteliksel
değişikliklere dönüştüğünü açıklayan
nicelikten niteliğe geçiş yasası, evrimin sarmal biçimindeki karakterini
açıklayan olumsuzlamanın olumsuzlanması
yasası. Bu yasalar, bir bitki yaşamından bir toplum yaşamına, bir düşünce
öğretisi yaşamından bir yıldız yaşamına
kadar tüm evrensel gelişmenin nasıl gerçekleştiğini açıklarlar. Bu yasalar,
tüm evrende, eski'yi dönüştürüp yeni'yi
oluştururlar. Bundan ötürüdür ki tüm evren, eşdeyişle tüm özdek, sürekli ve
sonsuz bir gelişme içindedir. Bu
sürekli ve sonsuz gelişmeyse tüm evrensel süreçlerdeki geri çevrilmezliğin
en belli kanıtıdır. Evrensel gelişmede
yeni ve ileri olan, kesinlikle, eski ve geri olanın yerini alır. Bundan
ötürüdür ki yeni hiçbir zaman altedilmez.
Altedilmez, çünkü evrensel evrimin ve gelişmenin zorunlu sonucudur.
Altedilmez, çünkü yeni nesnel koşullara en
uygun olandır. Örneğin eski çağların gymnosperm (tanelerin koruyucu zarfı
bulunmayan) bitkileri yerlerini nesnel
koşullara daha uygun bulunan zarflı bitkilere, eski toplum biçimleri
yerlerini nesnel koşullara daha uygun bulunan
yeni toplum biçimlerine, eski düşünceler yerlerini nesnel koşullara daha
uygun bulunan yeni düşüncelere
bırakmışlardır. Yeni altedilmez, çünkü elle tutulup gözle görülecek kadar
belli bir nesnel gerçeklik olan evrim ve
gelişme altedilmez. Doğanın nesnel yasaları, bilinçsiz doğal güçlerin
karşılıklı etkileriyle oluşmuş yasalar;
toplumun nesnel yasalarıysa bilinçli insansal etkinliklerin karşılıklı
etkileşimiyle oluşmuş yasalardır. Bundan
ötürüdür ki, toplumsal yeninin altedilmezliği, doğasal yeninin
altedilmezliğinden farklı olarak bilinçli insan
etkinliğini gerektirir. Tikel, genel ve evrensel yasalar birbirleriyle
bağımlıdırlar.
Genel yasalar birçok tikel
yasaların, evrensel yasalar da birçok genel yasaların ortak öğelerini
içerirler. Bu bakımdan yasalar, temel yasalar
(Os. Esasi kanunlar, Fr. Lois principales) ve türev yasalar (Os. Müştak
kanunlar, Fr. Lois derives) olmak üzere iki
bölümde sınıflandırılabilirler. Türev yasalar, bir temel yasadan türeyen ve
o yasayı somutlaştıran yasalardır. Türev
yasalar, temel yasanın egemen olduğu tüm tikel alanlarda işlerler ve temel
yasaya bağımlı olmaları dolayısıyla bütün
bu tikel alanları birbirlerine bağlayıp somutlaştırırlar. Herhangi bir
alanı, o alanın temel yasasına bağımlı olan bir
türev yasalar hiyerarşisi işletir. Türev yasa, somut olaylara, temel yasadan
daha yakındır. Örneğin anamalcı üretim
düzeninin temel yasası, artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın
türevleri olan değer yasası, emek yasası,
yeniden üretim yasası vb.' anamalcı üretim düzeninin tikel olaylarını
işleterek tüm anamalcı düzende geçerli temel
yasa olan artık-değer yasasını bütünlerler ve somutlarlar.
Bundan başka kimi
yasalar, örneğin mekaniğin yasaları
gibi, olgular arasında matematik formüllerle dilegelebilecek niceliksel
ilişkiler kurmazlar. Ama ne türlü olursa
olsun, bütün yasalar olgular arasındaki nesnel zorunlu ilişkileri
yansıtırlar. Bilimsel gerekircilik, olay ve olgular
arasındaki bu yasalılığın bilimce onaylanması demektir. Metafizik ve
idealizm, bu yasalılığa karşı çıkıp
yadgerekircilik ve usaaykırıcılık alanlarında boy göstermekle kendi
bilimdışılığını bizzat tanıtlar. Immanuel Kant
gibi ünlü bir düşünür bile, idealizmin zorunlu sonucuna boyun eğerek, nesnel
yasaların varlığını yadsımış ve her
şeyin insan usuyla düzenlendiğini ilerisürmüştür: Bilimden yasaları çıkarıp
atmayı istemek gerçekte, bilime hileli
bir yoldan dinsel yasaları sokmak istemektir. Ne var ki yasalar, bu savlarla
gizlenemeyecek ölçüde bütün
gerçeklikleriyle ortadadırlar. Yasalar olmasaydı bilim de olmazdı.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin keşfettiği ve açıkladığı üç
evrensel yasadan biri karşıtların birliği ve
savaşımı yasası (Os. Tezatların vahdeti ve mücadelesi kanunu, Fr. La loi de
l'unite et de conflit des contraires, İng.
Law of unity and conflict of opposites)'dır. Doğada, toplumda ve bilinçte
tüm nesneler, olaylar ve süreçler içlerinde
bir karşıtlık (eşdeyişle eytişimsel iç çelişki) taşırlar, bu karşıtlık tüm
devim ve gelişmenin kaynağıdır. Nesneler,
olaylar ve süreçler bu karşıtlıkla devinir ve gelişirler.
Bu karşıtlıklar
hem bir birlik (biri olmadan öbürü de olmaz),
hem de bir savaşım (biri öbürünü sürekli olarak dışındalar) içindedirler,
birbirlerine geçişirler (biri öbürünü
sürekli olarak altetme, onun yerine geçme ebilimindedir). Doğa, toplum ve
bilinç bu evrensel yasayla işler ve
gelişir. Gelişme, bu savaşım sonucu, birliğin ortadan kalkıp yerine yeni bir
birliğin doğması demektir. Bundan
ötürüdür ki karşıtların birliği geçici (eşdeyişle göreli, ilineksel,
ikincil), karşıtların savaşımıysa sürekli (eşdeyişle
saltık, temel, birincil)'dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini
yeni'ye bırakır.
Doğada örneğin yumurta bu
yasayla civciv olur, toplumda örneğin kölecilik bu yasayla feodalite olur,
bilinçte örneğin herhangi bir bilgi bu
yasayla daha üstün bir bilgi olur. Yaşam olmadan ölüm olmaz, ölüm olmadan da
yaşam olmaz; alt olmadan üst
olmaz, üst olmadan da alt olmaz; köleci olmasa köle olmaz, köle olmadan da
köleci olmaz vb. Bütün bunlar hem bir
birlik hem de bir savaşım içindedir. Bu savaşıma mantık dilinde çelişme de
denir. Doğasal, bilinçsel ve toplumsal
nesne ve olaylarda sayısız çelişmeler ve alt çelişmeler vardır. Örneğin
toplumda kentlilerle köylüler, tüketimle
yatırım, sanayiyle tarım çelişirler. Ayrıca, her çelişme içinde de, sayısız
alt çelişmeler devinir. Örneğin sanayi içinde
çelik sanayiyle kimya sanayi, köylü sınıfı içinde topraklı köylülerle
topraksız köylüler çelişirler. İşte bütün bu
çelişmelerin içinde, belli bir anda, bir çelişme yüze çıkar ve topluma yön
vermeye başlar: Ana çelişki budur. Ne var
ki bu ana çelişki amacına ulaşmayabilir, koşulların değişmesiyle yönverici
etkisini başka bir çelişmeye bırakabilir.
Diyalektikçinin görevi, olayı, bütünüyle ve değişen koşulları içinde her an
gözlemek ve ana çelişki'yi her an somut
olarak yakalayıp meydana koymaktır: Ana çelişki, dümdüz bir çizgi üstünde
gelişmez. Çelişmeler, belli bir anda ve
belli bir biçimde, kaynaşırlar. Bu kaynaşma sonunda bir öncekinden nitelikçe
farklı yeni bir durum meydana gelir.
Artık bu yeni durumun ana çelişkisi, bir önceki durumun ana çelişkisinden
başkadır. Herhangi bir varlığın içindeki
sayısız çelişmelerden gelişmeye yönveren çelişme ana çelişme olduğu gibi bu
ana çelişmenin iki karşıt ucundan
gelişmeye yönveren ucu da ana uç' tur. Bir çelişmenin her iki ucu aynı güçte
değildir, uçlardan biri öbüründen
daha baskın çıkıp gelişmeyi kendi yönüne çeker.
Örneğin bilinçsel bilgi
edinme sürecinde bilgisizlik'le bilgi ana
çelişmedir, bilgi edinme isteği daha baskın çıkarsa bu ana çelişmenin bilgi
ucu ana uç olur ve süreci bilgilenmeye
doğru geliştirmeye başlar. Gelişme, bu çelişkinin sürekli olarak kendini
ortaya koyuşu ölçüsündedir.
Her
bilgilenme aşaması bu çelişkinin çözümlenmesi, eşdeyişle aşılmasıdır. Ama
her çözümlenmede bu çelişki kendini
yeniden ortaya koyar, bilgilenme böylelikle ilerler. Daha az bilgiden daha
çok bilgilere dereceli olarak geçişler
(gelişme), bilinçsel bir devim (hareket)'dir. Devim ve gelişme, karşıtların
savaşımının sonucu olduğundan bu yasaya
eytişimin özü denir. Gerçekten de eytişimin yapısı bu birlik ve savaşımdır,
eytişim deyiminden anlaşılması
gereken bu birlik ve savaşımdır. Her nesne, olay ve süreçte eytişimsel
birlik ve savaşım içseldir, hiçbir dış etkiyi
gerektirmez, eşdeyişle dışsal bir etkinin sonucu değildir. Kaldı ki
eytişimsel deyimi daima içsel olanı dilegetirir;
örneğin bir meyvenin ağaçtan koparılması mekanik bir devim, kendiliğinden
olgunlaşıp düşmesi eytişimsel bir
devimdir. Karşıtların birliği ve savaşımı da böylece eytişimsel, eşdeyişle
içseldir.
Karşıtların birliği ve savaşımı
yasası, devimin ve gelişmenin kendiliğindenliğini dilegetirir. Ana
çelişmenin iki ucundan biri nasıl baskın çıkar da
ana uç olur? Bunu daha iyi anlayabilmek için doğadan bir örnek, su örneğini
ele alalım. Su, 1-99 dereceleri
arasında sıvı, 0 derecede katı su (buz), 100 derecede buhar su (su buharı)
olur. Bu değişmeleri sağlayan suyun
içindeki bitişme dağılma güçleridir. Su, sıvı durumundayken bu çelişme
gizlidir, henüz ana çelişme durumuna
yükselmemiştir, göreli bir denge görünümü içindedir. Bitişme dağılma
çelişkisi ana çelişki düzeyine çıkınca bitişme
ucu baskın çıkıp ana uç olursa su katılaşıp buz olur, dağılma ucu baskın
çıkıp ana uç olursa su buharlaşıp su buharı
olur. Bu içsel yasada uçlardan birini ya da ötekini baskın çıkaran bir dış
koşul'dur, ısı'dır. Isı azalırsa bitişme ucu,
ısı çoğalırsa dağılma ucu öbürünü alteder.
Ama hiçbir zaman unutulmamalıdır
ki dış koşul, iç yasa olmaksızın
hiçbir rol oynayamaz. Isı olmayınca yumurta civcivleşmez, ne var ki ısı
yumurta biçimindeki bir taş parçasını da
civcivleştiremez. Bunun gibi, bilgilenme sürecindeki bilgisizlik bilgi
çelişmesini işletebilmek için gereken, örneğin
bir mevkie geçmek için bir diploma elde etme dış koşulu da bir eşeği hiçbir
zaman bir hekim ya da bir avukat
yaptıramaz. İç çelişkiler, az ya da çok gelişmiş de olsalar temeldirler. Dış
koşullar daima ikincildir. Kaldı ki iç
çelişkiler yeteri kadar gelişmemişlerse incelenemezler. Bundan ötürüdür ki
örneğin anamalcı üretim düzeni
XViii'nci yüzyılda gereği gibi incelenemezdi, çünkü ana çelişkisi henüz
gelişmemiş ve yüzeye çıkmamıştı.
Bundan
ötürü ancak bölümsel görünüşleri yakalanabilirdi ki Marx'tan önce gelenler
de bunu yapabilmişlerdir. Yeni
başlamış bir sürecin görüntülerini vaktinden önce genelleştirip sonuç
çıkarmaya çalışmak, metafiziğe düşmek
demektir.
Bu yasa, eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin ortaya koyduğu öbür iki
yasayla daha da aydınlanır. İkinci yasa,
olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası (Os. İnkarın inkarı kanunu, Fr. La loi
de negation dc la negation, İng.
Law of negation of negation)'dır. Karşıtların birliği ve savaşımı yasası'yla
nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını
taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlamanın olumsuzlanması
yasası doğanın, bilincin ve toplumun
evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm
evrende bu üç yasanın işlemesiyle
gerçekleşir. Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı olan nesne ve
olaylar bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler.
Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, eşdeyişle genel gelişmeyi
gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir
ve yerini daha yenisine bırakır. Eski'nin yerini yeni'ye bırakması,
olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski,
bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve
yeni olarak kendini meydana
koymuştu. Şimdiyse bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni olan
tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan
ötürüdür ki eski varoluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme
olmaz.
Olumsuzlamanın
olumsuzlanması yasası, karşıtların birliği ve savaşımı yasasının doğal ve
zorunlu sonucudur. Evrende her nesne,
olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak yoketmeye çalışan çeşitli
karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu, onların
savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda,
birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan
öbürü de olamaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi
olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki
çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir.
Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, aynı
zamanda nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla da organik bir bağlılık
içindedir. Çünkü olumsuzlama, eski bir nitelikten
yeni bir niteliğe geçiş demektir ki bu da niceliksel birikimlerin gereken
olgunluğa ulaştıkları zaman sıçramayla
gerçekleşir. Her yeni, eskinin bağrında ve onun olumlu bölüm ve
eğilimlerinden oluşur; bundan ötürüdür ki her
yeni, aynı zamanda eskinin daha yetkinleşmiş ve gelişmiş bulunan
özelliklerini de taşır. Eytişimsel olumsuzlamayı,
metafizik olumsuzlamayla karıştırmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama
eskinin tümüyle yokolup gitmesidir,
eytişimsel olumsuzlamaysa eskinin değerli yanlarının korunarak yeniye
geçirilmesidir.
Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşemezdi. Nitekim metafiziğe göre gelişme bir
kısır döngüdür ve eskiye dönüş
yönündedir. Eytişimsel gelişme anlayışı da gelişme sürecinde zaman zaman
eskiye dönüşlerin varlığını kabul eder;
ne var ki son çözümlemede gelişme daima alttan üste, basitten karmaşığa,
aşağıdan yukarıya ve daha az gelişmişten
daha çok gelişmişe doğru ilerler. Dünya tarihini, düz, geriye dönüşsüz,
büyük sıçramalarla hep ileriye doğru giden
bir devim olarak görmek diyalektiğe ve bilime aykırı bir görüştür,
yanlıştır. Geriye dönüşler her zaman olabilir,
ama toplum son çözümlemede sürekli bir ilerleyiş içindedir.
Bir sosyo
ekonomik oluşum, daima, yerini,
kendisinden daha yetkin bir sosyo ekonomik oluşuma bırakmıştır ve
bırakacaktır. Gelişme, olumsuzlamanın
olumsuzlanması aşamasında, daha önceki aşamaların olumlu özellik ve
eğilimlerini daha yetkin bir biçimde
tekrarladığından, alttan üste doğru örneğin bir uzay gemisinin göğe
yükselişi gibi dümdüz bir yol izlemez, sarmal
(Os. Helezoni, Fr. Spiral) bir yol izler. Sarmal gelişme, idealist anlayışlı
dairesel gelişmeye karşıt olarak, diyalektik
gelişme anlayışını dilegetirir. Hegel'in sav karşısav bireşim sürecinde
meydana geldiğini saptadığı her şeyin
karşıtına dönüşmesi olgusunu açıklar. Her şey karşıtına dönüşür, ama daha
üstün bir düzeyde ve daha gelişmiş
olarak dönüşür. Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşmezdi ve diyalektik süreç
bir karşıtlığın sürekli olarak
birbirlerine dönüşmelerinden ibaret bir tekrarlar dizisi olurdu. Diyalektik
özdekçiliğe göre tarihsel gelişme, sarmal
bir gelişmedir.
Tarih tekrarlamalardan ibarettir sözü bu sarmal gelişimi
görememekten doğmuştur. Her şey karşıtna dönüşür, tavuk yumurta ve yumurta tavuk olur. Ama bu dönüşme bir
mekiğin devimi gibi iki uç arasında
dengeli bir gidiş geliş değildir, daha yüksek ve daha ileri bir aşamaya
dönüştür. İyice incelenirse görülür ki tavuk
yumurta ve yumurta tavuk olmaz, tavuktan yumurtalar çıkar ve o yumurtalardan
da birçok tavuklar meydana gelir.
Artık o çıktığı yumurtaya ya da tavuğa dönüş değil, birçok yumurtalara ve
birçok tavuklara, daha açık bir deyişle
ileri ve üstün bir aşamaya gelişme'dir. Demek ki nesneler sarmal bir sürece
uyarak gelişirler ve aynı noktaya
dönüşmeyip daha üstün bir düzeye ulaşırlar. Toplumun evrimi de böylesine
sarmal bir evrimdir. Bu yüzdendir ki
tarihin tekrarlardan ibaret olduğu sözü, yanlış bir sözdür. Tarih hiçbir
zaman tekrarlanmamıştır ve tekrarlanamaz.
Herakleitos'un dediği gibi, aynı nehre iki kez girilemez, çünkü sular
sürekli olarak akmaktadır. Eytişimsel
olumsuzlama mekanik olumsuzlamadan da titizlikle ayırdedilmelidir.
Mekanik
olumsuzlamada olumsuzlanan nesne
bir dış etkenle yokedilir, eytişimsel olumsuzlamadaysa onu ortadan kaldıran
kendi iç çelişkilerinin gelişimsel
aşılmasıdır. Örneğin bir böceğin üstüne ayağımızı bastırıp öldürebiliriz, bu
mekanik olumsuzlamadır; ama böcek
yaşamını tamamlayıp kendiliğinden ölür, bu eytişimsel olumsuzlamadır.
Mekanik olumsuzlama da birçok
durumlarda yararlı olabilir; örneğin zararlı böcekler bu yolla yokedilir,
buğdaydan bu yolla un ve ekmek yapılır.
Olumsuzlamanın olumsuzlanması deyimi, dilimizde, yadsımanın yadsınması
deyimiyle de dilegetirilir.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin ilerisürdüğü üçüncü evrensel yasa,
nicelikten niteliğe geçiş yasası (Os.
Kemmiyetin keyfiyete intikali kanunu, Fr. La loi de passage de la quantite a
la qualite, İng. Law of transition from
quantity to quality)'dır. Eytişimsel özdekçiliğin meydana koyduğu bu yasa,
doğada, bilinçte ve toplumda alt
olandan üst olana doğru ilerlemenin hangi koşullar altında gerçekleştiğini
açıklar. Bu nesnel yasaya göre her türlü
gelişme, nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik değişimini
gerektirmesiyle gerçekleşir. Örneğin yüz dereceye
kadar kaynatılan su nitelik değiştirip buhar olur, bilgisi çoğalan tıp
öğrencisi nitelik değiştirip hekim olur, gerekli
oy sayısını bulan milletvekili adayı nitelik değiştirip milletvekili olur
vb... Bu nesnel ve evrensel yasa evrim ve
devrim deyimleriyle de dilegetirilir. Evrim ve devrim, gelişmenin,
birbirlerine sıkıca bağımlı iki yarıdır.
Gelişmenin
gerçekleşebilmesi için bir yanda nicelikçe birikmeler (evrim), öbür yanda
nitelikçe değişmeler (devrim) gereklidir.
Evrimsel gelişme, zorunlu olarak, devrimsel gelişmeyi doğurur. Nicelikten
niteliğe bu geçiş, ani olarak, sıçrama'yla
gerçekleşir. Örneğin 99 dereceye kadar niteliğini sürdüren su bir derece
daha ısınmakla birdenbire buhar, bin oy
alması gereken ve 999 oya kadar aday niteliğini sürdüren kişi bir oy daha
almakla birdenbire milletvekili olur.
Doğa, toplum ve bilinç bu yasayla devinir ve gelişir. Gerçekleşen, eski'nin
yokolarak yerini yeni'ye bırakmasıdır.
Ne var ki bu yeni, her gelişme sürecinde mutlaka eskiyle zıtlaşan bir yeni
değildir. Yeni, kendinden önceki
aşamaya göre yeni olduğu halde, kendinden sonraki aşamaya göre eskidir. Kimi
yerde de yenileşmiş bulunduğu
halde eski yapısını sürdürür. Örneğin, iç çelişmelerdeki nicel birikimin
gerekli sınırı aştığı noktada anamalcılık
emperyalizm aşamasına sıçramıştır, ama gene de anamalcılık yapısını
korumaktadır. Bu demektir ki daha az yetkin
bir yapıya göre niteliksel olan değişme, daha yetkin bir yapıya göre
nicelikseldir. Niceliksel değişmelerle niteliksel
değişmeler de birbirlerine sıkıca bağımlıdırlar, nicelik değişmeleri nitelik
değişmelerini doğurduğu gibi nitelik
değişmeleri de nicelik değişmelerini doğurur. Örneğin yeni bir makine
(nitelik) üretimi artırır (nicelik) üretimin
artması (nicelik) daha gelişmiş bir makineyi (nitelik) gerektirir, daha
gelişmiş bir makine de (nitelik) üretimi daha
çok artırır (nicelik) vb... Eytişimsel özdekçi çözümleme nicelik'le
nitelik'in nesnel gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki
yanı olduğunu açıklamıştır.
Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüşürler, ayrıştırılamazlar.
Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir
şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlantıdan koparılamazlar. Örneğin üç
(nicelik) ya kalemdir, ya insandır, ya
elmadır (nitelik); güzel (nitelik) ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha
güzeldir (nicelik). Engels, Dialektik der
Natur adlı yapıtında, en soyut nicelik olan sayıların da bir niteliği
bulunduğunu göstermiştir: 16 sayısı sadece 16
tane 1'in toplamı değil, aynı zamanda 4'ün karesi ve 2'nin dördüncü
kuvvetidir. Temel sayılar, başka sayıların
kendileriyle çarpımından meydana gelen sayılara yeni ve kesin nitelikler
verirler. Her nesne ve olay, belli bir
nitelikle belli bir niceliğin birliğidir. Bu birliğin bozulması o nesne ya
da olayı başka bir nesne ya da olaya
dönüştürür.
Bir şeyin neyse o kalması için niteliksel yanıyla niceliksel
yanının belli bir oranda birleşmiş, dengeye
girmiş olması gerekir. Örneğin azotla oksijenin bileşiminden meydana gelmiş,
ama birbirlerinden başka olan çok
sayıda madde vardır. İki azotun bir oksijenle birliği güldürücü bir gaz, iki
azotun beş oksijenle birliği katı bir
kristaldir. Gazın gaz ve kristalin kristal olabilmesi için niceliklerinin
nitelikleriyle kurduğu dengenin bozulmaması
gerekir. Bu dengenin bozulması, örneğin dört oksijenin eklenmesi ya da
çıkarılması, gazı kristale ve kristali gaza
dönüştürür. Bu dönüşme için, örneğimizde olduğu gibi niceliğin azalması ya
da çoğalması da herhalde gerekli
değildir, niceliğin toplam olarak aynı kaldığı halde birlikteki dengesel
orantısını değiştirmesi de yeter. Örneğin
ısıyı mekanik devime ya da mekanik devimi ısıya çevirdiğimiz zaman nicelik
toplam olarak aynı kaldığı halde
nitelik değişmektedir. Ne var ki ısıdan azalan nicelik devime ya da devimden
azalan nicelik ısıya eklenmiştir.
Demek ki bir nesnenin neyse o kalması için niteliğiyle niceliği arasındaki
dengeyi koruması gerekir, bu denge
bozuldu mu o nesne başka bir nesne olur. Ne var ki bir nesnenin nitelik
değiştirmesi için, son örneğimizde olduğu
gibi, toplam olarak değişmese bile, herhalde bir nicelik değişimi
gereklidir. Nicelik değişmesi olmaksızın nitelik
değişmesi mümkün değildir. Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan
niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın
az ya da çok sürekli bir varlık biçimi vardır ve niceliksel olarak
değişirken bu niteliksel varlık biçimini belli bir
sınıra kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi
zorunludur, ama her nicelik değişimi nitelik
değişimini gerektirmez. Niteliğin değişmesi için niceliğin belli bir sınırı
aşacak derecede değişmesi, eşdeyişle belli
bir nesne ya da olayın birliğinde nitelikle ilişkisel dengesini bozacak
kadar azalması ya da çoğalması gerekir.
Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle bir
oksijen 0 ısı derecesinde buz ve 100 ısı
derecesinde gaz niteliğine dönüşür. Bunun gibi, anamalcı bir toplumda
toplumcuların sayısı seçmen sayısının
yarısına kadar çoğalsa da o toplumun anamalcı niteliğini değiştiremez, seçim
sınırı olan seçmen sayısının yarısını
aşınca toplumun niteliği değişir ve anamalcı toplum toplumcu toplum olur.
Demek ki belli bir göreli denge sınırını
aşan her nicelik değişimi bir nitelik değişimini zorunlu kılar. Ne var ki
her nitelik değişimi de yeni nicelik
değişmelerine yol açar, olanak sağlar. Devimin ve gelişmenin (hareketin ve
inkişafın) temel yasası budur.
Görüldüğü gibi bu üç evrensel yasa birbirleriyle sıkıca bağımlıdır ve
doğasal-bilinçsel-toplumsal gelişmede eskinin
yerini daima yeninin nasıl aldığını açıklar. Yeni (Os. Cedid, Fr. Nouveau),
tarihsel koşullarda gelişmenin ürünüdür,
gelişmeyi gerçekleştirir ve yönlendirir. Eski (Os. Kadim, Fr. Ancien) de
gelişmenin engelleyicisidir.
Birbirleriyle
bağımlı olarak eskiyle yeninin savaşımı, gelişme ve ilerleme olayının itici
gücüdür. Her yeni zorunlu olarak eskir ve
her eski zorunlu olarak yerini yeniye bırakır. Bu, evrensel bir yasadır;
doğada olduğu kadar toplumda ve bilinçte de
geçerlidir. Her eski, yeninin tohumunu bağrında taşır ve her yeni, eskinin
bağrında oluşur. Yeni, eskideki
çelişmeleri sona erdirir ve yeni çelişmelere olanak sağlar. Bu yeni
çelişmeler, gelişme sürecini sürdürür. Bu süreç
nesneldir, insan iradesinden ve bilincinden bağımsızdır. Yeni, eskiyle
savaşımında, eskiyi yokederken onun olumlu
yanlarını alır ve kendi gelişimine katar, eşdeyişle daha da geliştirerek
sürdürür.
Niceliksel birikimlerin sonunda
niteliksel bir değişimi gerçekleştiren yeni daima bir sıçramayla
(birdenbire, ani olarak) ortaya çıkar, ne var ki her
ortaya çıkan şey yeni değildir. Ancak gelişimsel oluşumlar (gelişmenin ürünü
olan ve gelişmeyi sürdüren
oluşumlar) yenidir. Yeninin ortaya çıkışında eski ona göre daha güçlüdür, ne
var ki yeni gelişimsel karakteri
nedeniyle zamanla güçlenir ve eskiyi alteder.
Bu üç evrensel yasa, tarih ve toplum anlayışlarını kökünden değiştirmiş ve
onların nesnel yasalı bir süreç
olduklarını tanıtlayarak bilimselleştirmiştir. Nesnel yasalarının dışında,
idealist ve metafizik bir düzeyde ele alınan
tarih ve toplumbilimin ve bunların temeli olan ekonominin bilimsellikten ne
kadar uzak bulundukları bütün
gülünçlükleriyle artık ortadadır.
Tarihsel ve eytişimsel özdekçilik öğretisinden önce tarih, ya doğaüstü
güçlerce yönetilen ya da büyük insanların
rastlantısal olarak ve keyiflerine göre biçimlendirdikleri bir olaylar
dizisi olarak görülüyordu. Bununla beraber,
tarihin doğal bir süreç olduğunu sezen tarihçiler de çıkmıştır.
Başta Arap
bilgini İbni Haldun olmak üzere A.
Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi 1830-1840 restorasyon dönemi Fransız
tarihçileri (İng. French historians of the
restoration) bunlardandır.
Ne var ki hiçbiri sorunun kökenine inememişler ve
idealist bir düzeyde yüzeysel
gözlemlerle yetinmek zorunda kalmışlardır. Tarihsel ve eytişimsel özdekçilik
öncesi tarih bilimine tümüyle idealist
tarih görüşü (İng. Idealistic understanding of history) egemendir. Örneğin
Hegel, tarihi, insan bilincinden üstün bir
tümel bilincin yön verişiyle; sol Hegelciler, tarihi, önder insanların yön
verişiyle açıklarlar. Çağdaş İngiliz tarihçisi
Toynbee'ye göre de tarih, tanrısal bir planın gerçekleşmesidir. Gerçekte
tarih, doğal ve toplumsal gelişme
süreci'dir. Toplum tarihi, doğa tarihinden farklı olarak, insanlarca
yapılır. Ne var ki tarihi yapan insanlar, idealist
tarih anlayışında ilerisürüldüğü gibi önder kişiler değil, üretim
faaliyetinde bulunan halk yığınlarıdır. Tarihin ilk
temel koşulunu, eşdeyişle insanların tarih yapabilmeleri için yaşamaları
gerektiği koşulunu ilerisürmekle işe
başlamalıyız. Yaşam, her şeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb.
demektir. Demek ki ilk tarihsel eylem,
bu gereksinimleri karşılayan araçların, eşdeyişle özdeksel yaşamın
kendisinin üretilmesidir. Bu, binlerce yıl önce
olduğu gibi bugün de insan yaşamını sürdürmek için her günün her saatinde
yerine getirilmesi gereken tarihsel bir
eylemdir, tüm tarihin temel olgusudur... Demek ki daha ilk baştan insanların
birbirleriyle özdeksel bir bağlantı
içinde oldukları ve bu bağlantının insanların gereksinimler ve üretim
tarzlarınca belirlendiği ve insanlar kadar eski
olduğu bir gerçektir. Bu bağlantı, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü
siyasal ve dinsel saçmalıklardan
bağımsız bir tarih ortaya koymaktadır... Bugüne kadar tarihin bu gerçek
temeli ya hiç göz önüne alınmamış, ya da
tarihin gelişmesini ilgilendirmeyen bir konu sayılmıştır. Bu yüzden de
tarih, her zaman, mutlaka kendi dışında bir
ölçüte göre yazılmıştır. Buna karşılık gerçekten tarihsel olan ne varsa
tarih dışına itilmiştir. Bundan ötürü de târihte
sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri, dinsel ya da başka türden
kuramsal kavgalar görülebilmiştir...
Gerçekte, tarihteki tüm çatışmaların kaynağı, üretim güçleriyle üretim
ilişkileri arasındaki çelişkidir. Üretimin
gelişmesi nesnel bir zorunluk, bir toplum yasasıdır. İnsanlar, üretimlerini
geliştirmeden yaşayamazlar. Üretimsel
gelişme sürecindeyse ilk gelişen üretim güçleri bunların içinde de en hızlı
gelişen üretim araçları'dır. Daha az
çalışmayla daha çok verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim
araçlarını geliştirirler, sürekli olarak
daha yetkinlerini meydana koyarlar.
Üretim ilişkileri'yse bu hızlı gelişmeye hiçbir zaman ayak uyduramaz,
köhner, kokuşur ve dev adımlarıyla ilerleyen
üretim güçlerinin ayaklarına takılarak onları kösteklemeye başlar. İşte
dönüşüm bu yüzden zorunlu olur ve ilerlemiş
üretim güçleri köhnemiş üretim ilişkilerini yıkıp devirerek kendilerine
uygun yeni üretim ilişkileri oluştururlar.
Tarihsel süreçteki tüm toplumların başına gelen budur. Örneğin köleci
toplumun başlangıcında boğazı tokluğuna
çalıştırılan kölelerle köle sahipleri arasındaki üretim ilişkileri, köle
emeğiyle gerçekleştirilen ilkel tarıma pek
uygundu. Bu yüzden de köleci toplum günden güne hızla gelişmeye başlamıştı.
Ne var ki bu gelişme ilkin üretim
araçlarını geliştirdi, yeni ve pahalı üretim araçları icadedildi. Bu yeni
üretim araçlarına, hiçbir çıkarları
olmadığından ötürü, en küçük bir ilgi duymayan köleler ya onları hiç
kullanamadılar, ya da gereği gibi
kullanamadılar, kırıp bozmaya başladılar.
Kölelerle köle sahipleri
arasındaki üretim ilişkileri, hızla gelişen üretim
araçlarına uymuyor ve onları, eskiden olduğu gibi desteklemek yerine,
kösteklemeye başlıyordu. Bu yüzden de elde
edecekleri verimden kölelere bir pay vermek zorunluğu doğdu Ktile (Fr.
Esclave) böylelikle toprak kölesi (Fr.
Serf)'ne, ktileci (Fr. Esclavagiste) toprak beyi (Fr. Seigneur)'ne ve köleci
toplum feodal topluma dönüştü. Feodal
toplumun başlangıcında toprak köleleriyle toprak beyleri arasındaki üretim
ilişkileri yeni üretim güçlerine uygun
gelmiş ve toplumu geliştirmeye başlamıştı.
Ta ki yeni üretim güçleri meydana çıkıp köhnemeye başlayan feodal üretim
ilişkilerini aşıncaya kadar: Tarih
kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetinden başka hiçbir şey
değildir. Tarihi insanlar yapar, ama
görüldüğü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. İnsanlar, üretim güçleri ve
üretim ilişkileriyle belirlenirler.
Üretim güçleri ve üretim ilişkileriyse kendilerinden önceki kuşaklarca
hazırlanmıştır. İnsanlar, diledikleri bir
ortamda değil, böylesine zorunlu bir ortamda doğarlar. İçinde gözlerini
açtıkları ortamın, kendilerinden önce
varlaşmış yasalarına uymak zorundadırlar. Bundan ötürüdür ki insanlık
tarihi, insanlar tarafından yapıldığı halde,
yasalı ve eşdeyişle nesnel bir süreçtir. Ama insanlar amaçlı
faaliyetleriyle, kendilerinden bağımsız olan bu nesnel
süreci etkileyip değiştirebilirler.
O zaman, var bulunan ortam yeni bir
ortama ve var bulunan nesnel yasalar da yeni
nesnel yasalara dönüşür.
İnsanlık tarihi, toplumsal ekonomik formasyonların değişim ve dönüşüm
tarihidir.
Toplumun yapısı ve nasıl olması gerektiği üstündeki düşünceler pek eskidir.
Ama Batı geleneğine uyarak antikçağ
Yunan düşüncesinden yola çıkmak gerekirse, bu alanda gene Platon'la
Aristoteles'i karşımızda buluruz.
Onlardan
önce de Herodotos, adı bilinmeyen ve Yaşlı Oligarkh diye anılan bir düşünür,
Perikles, Thukidides gibi bu konuda
düşünmüş olan kişiler vardır. Ne var ki Platon'la Aristoteles bütün bu
dağınık düşünceleri dizgeleştiren ilk
düşünürlerdir. Daha sonra Polybios, Cicero, Seneca, Augustinus, Aquino'lu
Thomas, Padua'lı Marsiglio,
Machiavelli, Calvin, Brutus, Bodin, Hobbes, Locke, Spinoza vb. gibi pek çok
düşünür siyasal ve ekonomik
açılardan toplumu incelemişler ve ona biçim vermeye çalışmışlardır. Thomas
More, Francis Bacon, Thomasso
Campanella, Valantin Andrea, Barclay, Heyvood, Winstanley, Harrington,
Gabriel Foigny, Vairasse, Morelly,
Gabriel Mably vb. gibi birçok ütopyacıları da katarsak toplum üstüne
düşünmüş olanların sayısı bir hayli çoğalır.
Bununla beraber toplumbilimi bağımsız bir bilim olarak kuran, onun adını da
koymuş bulunan, Fransız düşünürü
ve ünlü olgucu Auguste Comte'dur. Onun hemen ardından, Avrupa işçileri
arasında yaptığı anket ve monografilerle,
Fransız maden mühendisi Le Play (1806-1882) gelir. Öyle ki, kimi toplumbilim
tarihçileri, toplumbilimin
kurucuları olarak Comte'la Le Play'i birlikte gösterirler (Örneğin bkz.
Prof. Nurettin Şazi Kösemihal, Sosyoloji
Tarihi, Önsöz). Daha sonra, Fransız düşünürü Emile Durkheim (1858-1917)'in,
bu metafizik yapılı toplumbilime
katkıları olmuştur. İdealist ve metafizik yapılı toplumbilimin başlıca
karakteri; tutarsızlığı, kimi yerde gülünçlük
derecesine varan metafizik gevezelikleri ve egemen sınıfların çıkarlarını
yansıtmasıdır.
Örneğin feodal çağda, kilise
inaklarına dayanan ve kilisenin çıkarlarını yansıtan tanrıbilimsel
toplumbilim (Os. İçtimaiyatı ilahiyye, Fr.
Sociologie theolobique) öğretileri oluşmuştur. Bu toplumbilimin ilerigelen
temsilcileri ermiş Augustinus'la ermiş
Thomas'dır. Bunlar toplumu ve dolayısıyla tarihi, tanrının oluşturduğu ve
yönettiği kanısındaydılar. Bu yüzden de
tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak kilisenin egemenliğini ve
çıkarlarını pekiştiriyorlardı. Feodalizm çökmeye
yüz tutunca Machiavelli ortaya çıktı ve prenslerin çıkarlarını yansıtan bir
toplum öğretisi geliştirdi. Anamalcılığın
egemen olduğu çağdaysa Tönnies, Simmel, Weber, Wiese vb. gibi anamalcıların
çıkarlarını yansıtan sayısız
toplumbilimciler türedi. Metafizik ve idealist toplumbilimin başlıca
tutarsızlığı, toplumun nesnel gelişme
yasalarını anlayamaması ya da anlamazlıktan gelmesi dolayısıyla toplumsal
gelişmenin nedenlerini çok çeşitli ve birbirine karşıt yönlerde aramasıdır.
Bu idealist toplumbilimcilerinden kimileri toplumsal olayları fizik
doğaya, kimileri yaşambilimsel örgenliklere, kimileri insanbilimsel
olaylara, kimileri içgüdülere, kimileri yaşam kavgasına, kimileri
ruhbilimsel olaylara vb. indirger. Bu çok yönlülük, onların, bilimsel bir
toplum bilgisi düzeyinde birleşmelerini olanaksız kılar. Kaldı ki,
vardıkları sonuçlar da birtakım bilimdışı saçmalıklardır ve zaten ipe sapa
gelmemeleri yüzünden birbirleriyle birleştirilemezler. Bunlar,
inanılamayacak ölçüde gevezeliklerdir.
Örneğin Alman toplumbilimcisi Otto Ammon, bir toplumda uzun kafalıların
artışıyla toplumsal gelişmeyi oranlı
kılar. Toplum, uzun kafalıların artmasıyla gelişirmiş. Bir başkası, Fransız
toplumbilimcisi Vacher de Lapouge,
Fransa'nın Amerika'ya göre gerilemesini Fransa'da uzun kafalıların
azalmasına bağlar, Amerika'da uzun kafalılar
artıyor ve Amerika bu yüzden gelişiyormuş. İdealist toplumbilim, toplum ve
onun gelişme yasaları üstünde,
bütünsel bir görüş sağlayamadığından, ruhbilimsel, örgensel, coğrafyasal,
yaşambilimsel, ırksal, hukuksal, dinsel
vb. gibi çok çeşitli okullara bölünmüştür. Bu yüzden de, genel bir
toplumbilim kuramı meydana getirmenin
olanaksızlığını savunurlar. Toplumla bireyin çıkarlarını karşıtlaştırırlar,
gerçekte bu karşıtlığın, toplumla birey
arasında değil, karşıt sınıflarda olduğunu görmezlikten gelip sonsuz (ebedi)
olduğunu savunurlar. Usaaykırıcı ve
bilinemezcidirler, toplumun planlı olarak yürütülebileceğini ve bilimsel
öngörüyü yadsırlar.
Toplumu çeşitli
bölümlere ayırırlar ve aile toplumbilimi, kır toplumbilimi, kent
toplumbilimi, sanayi toplumbilimi, eğitim
toplumbilim, sanat toplumbilimi, din toplumbilimi, bilim toplumbilimi vb.
gibi birbirleriyle bağdaşmaz sayısız
toplumbilimler ilerisürerler. Oysa bütün bunlar, toplumun temel yapısını
belirleyen bir birlik içinde, tek bir
toplumbilimdir. Bizzat bir Amerikan toplumbilimcisi Robert K. Merton,
Amerika'da beş bin kadar toplumbilimci
bulunduğunu ve bunlardan her birinin de kendilerine özgü birer toplumbilimi
olduğunu yazmaktadır. Başka bir
Amerikan toplumbilimcisi E. G. Hughes, dünya beşinci toplumbilim
kongresinde, tek bir toplumbilim olmadığını
ve Amerikan, Rus, Yugoslav, Çin, İtalya vb. gibi her ülkeye özgü çeşitli
toplumbilimler bulunduğunu söylemiştir.
İdealist toplumbilimin toplumbilim anlayışı ve bugünkü görünümü budur.
Çağdaş toplumbilimciler, bu anlayış ve
görünümde, yeni kuramlar geliştirmektedirler. Bunlardan biri, Amerikalı
toplumbilimci Lester Ward'ui kurduğu
ruhbilimsel toplumbilim (Os. İlmülruhi içtimaiyat, Fr. Sociologie
psychologique)'tir.
Fransız toplumbilimcisi Gabriel Tarde'la Alman toplumbilimcisi George Simmel
de çeşitli açılardan onu
izlemişlerdir. Ward'ın anlayışına göre toplumsal olayların güdücüsü,
bireylerin ruhsal yapıları ve bundan oluşan
ortaklaşa ruhsal yapıdır. Tarde da insanların birbirlerini taklit etmelerini
toplumsal gelişmenin temel yasası sayar.
Bu düşüncelerin saçmalığı gizlenemez ölçüde anlaşılınca, ruhbilimsel toplum
bilim, ekinsel toplumbilim (Os. Harsi
içtimaiyat, Fr. Sociologie culturelle)'e dönüşmüştür. Bu anlayışa göre de
toplumsal gelişmenin nedeni, ekinsel
(kültürel) ilerlemedir. A. Weberin başkanlığını yaptığı bu okul da
ruhbilimciliğe düşmekle değerini meydana
koymuş olmaktadır. Çağdaş toplumbilim kuramlarının bir başkası, öznel
toplumbilim (Os. Enfüsi içtimaiyat, Fr.
Sociologie subjective) kuramıdır. Seçkinler kuramı adıyla da anılan bu
öznelci toplumbilime göre, topluma yön
veren seçkin kişilerdir, bu seçkin kişiler de para babalarıdır.
Ruhbilimsel
toplumbilimin yeni bir uzantısı, Rumen
Yahudisi asıllı Amerikan toplumbilimcisi ve ruhbilimcisi Jacob Levy
Moreno'nun ortaya attığı sosyometri
anlayışıdır. Fabrikalardaki işçiler üstünde incelemeler yapan Moreno, sosyo
ekonomik tüm sorunların emekçilere
tiyatro oynatmakla çözümlenebileceğini ilerisürmüştür. İdealist
toplumbilimin çağdaş bir biçimi de görgül
toplumbilim (Os. İhtibari içtimaiyat, Fr. Sociologie empirique)'dir.
Amerikalı toplumbilimciler Lundberg, Dodd,
Mayo vb.'larının başını çektiği bu anlayışa göre toplum, birbirinden
bağımsız çeşitli toplumsal olayların mekanik
bir toplamıdır. Yukarda açıklandığı gibi, çeşitli toplumbilimler oluşturan
anlayış, bu görgül toplumbilim anlayışıdır.
Çağdaş idealist toplumbilimin bir başka biçimi işlevsel toplumbilim (Os.
Uf'ulevi içtimaiyat, Fr. Sociologie
fonctionnelle)'dir.
Amerikan toplumbilimcileri R. Merton, Pitirim Sorokin,
T. Parsons'un öncülük ettikleri bu
anlayış, anamalcı düzendeki çelişkilerin sona erdiğini savunur. Bu sözde
bilimcilere göre toplumun belirleyicisi, bir
toplumsal işlev (Os. İçtimai uf'ule, Fr. Fonction sociale) olan tinsel
değerler, eşdeyişle dindir. Çağdaş idealist
toplumbilimin bir başka akımı, yaşambilimsel toplumbilim (Os. İçtimaiyatı
hayatiyye, Fr. Sociologie
biologique)'dir. Bu anlayış, toplumsal yasaları yaşambilimsel yasalara
indirger ve yaşamaya hakkı olan toplumun en
güçlü toplum olduğunu savunur. En güçlü toplumsa, en üstün ırklı toplumdur.
Çağdaş toplumbilim kuramları arasında Hitler düşçülüğünü yaratan romantik
toplumbilim (Os. Romantik
içtimaiyat, Fr. Sociologie romantique)'dir. Başta Gobineau olmak üzere
Günther, Krieck, Rosenberg gibi Alman
toplumbilimcilerinin geliştirdikleri bu kurama göre en üstün ırk, Arya
ırkıdır ve bu ırk bütün insanlığa egemen
olmalıdır. Pek romantik olan bu kuram, başta Yahudi ırkı olmak üzere
milyonlarca insanın savaş alanlarında boşu
boşuna can vermesine, toplama kamplarında canavarca işkencelere
uğratılmasına yol açmıştır. Çağdaş
toplumbilimin bir başka biçimi de doğalcı toplumbilim (Os. İçtimaiyatı
tabiiyye, Fr. Sociologie naturaliste)'dir. Bu
akım, yaşambilimci toplumbilimle ırkçı toplumbilimin, Darvincilikle
Matlhusçülüğün toplamıdır.
Toplumbilim
alanında ne kadar bilimdışı öğe varsa tümünü içermiştir. Nüfus olaylarını da
toplumsal gelişmenin başlıca etkeni
sayar. Tarihsel ve eytişimsel özdekçilik öğretisi; toplumu oluşturan,
işleten ve geliştiren yasaları keşfedip
sergilemekle toplumbilimi tüm idealist ve metafizik gevezeliklerden
arındırmış ve bilimsel toplumbilim (Os. İlmi
içtimaiyat, Fr. Sociologie scientifique)'i gerçekleştirmiştir. Toplumsal
gelişmenin, doğal ve tarihsel yasalı bir süreç
olduğu ilk kez bilimsel olarak tanıtlanmıştır. Toplumu oluşturan, işleten ve
geliştiren doğal ve tarihsel yasaların
bilinip tanınması, insanların toplumlarına egemen olmalarını olanaklı
kılmıştır. Tarihsel özdekçi yöntem, insanların
geleceklerini güven altına alabilmelerini sağlamıştır. Bugün, ne toplumda ve
ne de onun biliminde, açıklanmamış ve
çözümlenmemiş hiçbir sır kalmamıştır.
BİLGİ.
Nasıl bilgi edinildiği sorunu felsefenin temel sorunlarından biridir
ve felsefesel düşüncenin başlangıcındanberi üstünde düşünülmüştür. Antikçağ Yunan felsefesinde Demokritos'un açtığı
özdekçi yolla Platon' un açtığı
düşünceci yolda geliştirilen bu sorun, ancak ve bilimsel olarak yansı
kuramı'yla açıklanabilmiştir. Antikçağda
Demokritos, özdeksel cisimlerin görünmez atomlar biçiminde imge (Yu.
Eidola)'ler yaydıklarını ve bu imgelerin
duyu örgenlerini etkileyerek bilgi sağladığını ilerisürmüştü. Bu, özdekçi
ama çocuksu bir varsayımdı. Antikçağlı
Platon'sa bilginin, ruhun bedene girmeden önceki varoluşunda tanıdığı ruhsal
idea'ların bedenli ruhun anımsama
(Yu. Anamnesis)'sıyla oluştuğunu ilerisürmüştü. Bu, idealist ve bilimdışı
bir varsayımdı.
Demokritos'un çocuksu
özdekçi varsayımı, İngiliz özdekçileri Hobbes, Locke; Fransız özdekçileri
Baron d'Holbach, Helvetius, Diderot;
Alman özdekçisi Feuerbach taraflarından geliştirildi. Ne var ki bütün bunlar
öğrenme sürecinin toplumsal ırasını ve
eytişimsel özünü görememişler ve metafizik tekyanlılıkla yetinmek zorunda
kalmışlardır. Bu metafizik özdekçilik,
bilgilenme sürecinde duyumun rolünü saltıklaştırmış ve düşüncenin rolünü
yadsımıştır, böylelikle duyumla
düşünce arasındaki eytişimsel bağlantıyı keşfedememiştir. Platon'un idealist
ve bilimdışı varsayımı da ortaçağ
skolastiğinde özellikle gerçekçiler, yeniçağda Descartes ve Leibniz gibi
usçularla aynı idealist ve bilimdışı bir
doğrultuda geliştirilmiştir.
Bunlar da bilgiyi tümüyle düşüncenin ürünü
sayarak bilgilenme sürecinde düşüncenin
rolünü saltıklaştırmışlar, duyumun rolünü yadsımışlardır. Her iki kampın
yanılgısı aynı nedene dayanır, bu neden
de eytişimsel bilgiden yoksun bulunmaktır. Bu yanılgılı özdekçi ve düşünceci
bilgi kuramları, yansı kuramıyla
aşılmıştır.
Yansıma ve yansıtma (Al. Widersplegelung), özdeğin bir
özelliğidir. Her özdek, karşılıklı etkileşiminde,
başka bir özdekte yansır ve başka bir özdeği yansıtır. Yansı (Al..
Widerschein), yansıtılan özdeğin etkilenen
özdekte iç değişime uğratılarak yeniden üretilmesidir. Bilgi, nesnel
gerçekliğin insan beyninde yansımasıdır. Ne var
ki bu yansıma; bir aynanın bir cismi ya da bir kaya parçasının bir güneş
ışınını yansıtması gibi yalın bir yansıma
değildir. İki basamaklıdır: 1- Nesnel gerçekliğin algılandığı duyum
basamağı, 2- Nesnel gerçekliğin dönüşüme
uğratılıp yeniden üretildiği düşünce basamağı. Bilgi, bu iki basamaktan
geçmekle bilgi olur. Bilginin kaynağı
toplumsal pratik olduğu gibi, amacı da toplumsal pratiktir ve doğru olup
olmadığının ölçütü de toplumsal pratiktir.
Demek ki bilgi, toplumsal pratikten koparılarak çözümlenemez ve insan usuna
gökten zembille inmez. Toplumsal
pratikten yansıyan bilgi, nesnel gerçekliği dönüşüme uğratma ve doğayı insan
gereksinimlerine uydurma amacıyla
gene toplumsal pratikte kullanılır. Bilme (Al. Wissen), usun, tanımakta
olduğu nesnel gerçekliğe her adımda biraz
daha yaklaşımıdır bilgisizlikten bilgiye, eksik ve yetersiz bilgiden daha
tam ve daha yeterli bilgiye doğru sonsuzca
ilerleyen bir süreçtir. Bilgilenme süreci, daima, nesnel gerçekliğin duyu
örgenleri aracılığıyla algılanmasıyla başlar
(Birinci basamak). Duyumlar olmaksızın nesnel gerçeklik üstüne hiçbir şey
öğrenilemez.
Duyu örgenleri, insanın
dış dünyaya açılan kapılarıdır; bilgi bu kapılardan içeri girer. Ne var ki
bu yetersiz bir bilgidir. Örneğin
duyularımızla elektrik ışığını görebiliriz, ama elektriğin ne olduğunu
anlayamayız. Duyumsal bilgi, nesnel
gerçekliğin iç yapısını ve evrim yasalarını bildirmez. Ama duyumsal bilgi
olmadan da nesnel gerçekliğin iç
yapısının ve evrim yasalarının bilgisine ulaşılamaz. Bundan ötürüdür ki
duyumsal bilginin tamamlanabilmesi için,
duyumlarımızla algıladığımız gereçlerin usumuzda değişime uğratılmaları
gerekir (İkinci basamak). Duyumlarımızla
algıladığımız gereçler, usumuzda kavramlaşır. Kavramlar, ussal bilgilenmenin
temel biçimidir. Usumuz,
duyularımızın getirdiği gereçleri ayıklar, eşdeyişle soyutlar, çözümleme
(analiz) ve bireştirme (sentez) işlemlerinden
geçirerek kavramlar kurar. Belirlenmiş kavramlar yargıları, yargılar da
uslamlamaları oluşturur. Kavramların,
yargıların, uslamlamların birliğinden bilginin en yüksek biçimleri olan
varsayımlar ve kuramlar meydana gelir.
Varsayımların ve kuramların doğru olup olmadıkları deneylerle, toplumsal
pratikle denetlenir ve doğrulanır.
Bilgilenme süreci, böylelikle, en ilkel duyumlardan en gelişmiş kuramlara
uzanır. Bu süreç, tarihsel ve toplumsal
bir süreçtir. Bu süreçte insanlar, kendilerinin dışında ve kendilerinden
bağımsız olarak varbulunan özdeksel evreni,
kuramsal ve kılgısal etkinliklerinin konusu yaparlar ve onu bilim, ideoloji,
din, sanat vb. gibi çeşitli toplumsal
bilinç biçimlerine dönüştürüp yeniden üretirler, gözlemden soyut düşünceye
ve oradan da pratiğe; işte nesnel
gerçekliği bilmenin eytişimsel yolu budur. Bu süreçte özdeksel olan,
düşünsel olana dönüşür; ama düşünsel olan
da özdeksel olanla denetlenir ve doğrulanır, özdeksel olana uygulanır (Bu
arada şu gerçeği yineleyelim: Bilim
öncesi özdekçiliğin büyük yanılgısı sadece özdeksel olanı, idealizmin büyük
yanılgısı sadece düşünsel olanı
görmüş olmasıdır. Bilimsel özdekçiliğin büyük başarısı, özdeksel olanla
düşünsel olan arasındaki sıkı bağımlılığı
meydana çıkarmaktır).
Bilgilenme sürecinin duyumsal ve düşünsel iki basamağı
da birbirleriyle sıkıca
bağımlıdırlar; duyumsal bilgide düşünsel öğeler bulunduğu gibi düşünsel
bilgide de duyumsal öğeler vardır.
İnsanlar, algılarken de düşünürler, eşdeyişle algıladıkları nesneyi
anlayarak algılarlar. Kabaca örneklersek
diyebiliriz ki; ellerle beyin birlikte çalışır. Duyumsal bilginin olanakları
sınırlıdır. Örneğin ışığın saniyede üç yüz
bin kilometrelik bir hızla yolaldığını algılayamayız. Ama bu bilgiyi birçok
duyumsal deneyler sonucunda düşünce
basamağında elde ederiz ve onu kuramsal hesaplarla ortaya koyarak pratikle
denetler ve doğrularız. Böylelikle
somuttan soyuta yükselen bilgi, hakikatten uzaklaşmaz, tersine, hakikate
daha da yaklaşır. Düşüncenin gücü,
duyumsal algıların sınırlarını aşabilmesindedir. Ne var ki bu güç, duyumsal
algılar olmaksızın asla gerçekleşemez.
Düşünsel bilgi, bu yüzden, göreli bir bağımsızlık taşır. Daha açık bir
deyişle, düşünsel bilgi, doğrudan doğruya
değil, dolaylı olarak nesnel gerçekliğe bağlıdır.
Örneğin doğada aklık
yoktur; bizler aklığı ancak ak taş, ak kuş, ak
çiçek vb. aracılığıyla görebiliriz. İşte düşünsel bilginin bu göreli
bağımsızlığıdır ki düşünceciliğe (idealizme) yolaçmıştır. Düşünce, nesnel gerçekliği yansıtırken daima nesnel
gerçeklikten kopmak ve birtakım kuruntular da
düşlemek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlike, eşdeyişle idealist
yanılgılar, düşünce ürünleri pratiğe vurularak
ve pratikle denetlenerek önlenir. Bilim, düşüncenin sürekli olarak pratikle
etkileşimi yoluyla gelişmiştir. Gerçek
bilim, ancak ve ancak, kuramsal düşüncenin pratiğe (eşdeyişle nesnel
gerçekliğe) vurulmasıyla ilerler.
Tüm idealist
saçmalıklar, düşünceyle duyum (eşdeyişle: teoriyle pratik, soyutla somut,
varsayımla nesnel gerçeklik) arasındaki
bağlantının koparılmasından meydana gelmiştir.
İNSANDIŞI.
İnsanlık, gerçek bir aydınlıkla aydınlana dursun, idealist ve
metafizik düzeyin mızmız felsefeleri
gevezeliklerine devam etmektedirler. Gerçek aydınlığın doğum yılı, aynı
zamanda, bu mızmız felsefelerin bir
temsilcisinin de doğum yılıdır. Yarı çatlak Alman düşünürü Friedrich
Nietzsche (1844-1900), insanüstü (Al.
Übermensch) varsayımıyla, geleceğin nazizm ve faşizm gibi ünlü canavarlıklarının temellerini atmaktadır. Zerdüştböyle dedi adlı yapıtında bir peygamber gösterişiyle (yaşamının son
yıllarında büsbütün çıldırmış ve mektuplarını
peygamber olarak imzalamıştır) şöyle diyor: Maymuna göre insan neyse insana
göre de insanüstü odur.
Siz solucandan insanlığa kadar yol aldınız ve içinizde birçok şey hala
solucandır, diyor Nietzsche. Ben size
insanlığı öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. Onu yenmek için
ne yaptınız? İnsanüstü, yeryüzünün
amacıdır. Yeryüzüne bağlı kalın ve size öte dünya umutlarından söz edenlere
kanmayın. Tanrı ölmüştür. Şimdi,
korkunç olan, yeryüzüne karşı günah işlemek ve bilinmesi kabil olmayanı
yeryüzünün amacından üstün tutmaktır.
Benim erdemim nedir ki? Erdemim beni henüz çıldırtmadı ama, iyilik ve
kötülüklerimden ne kadar bezginim.
Bunların hepsi züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür. Bir
Tanrı yaratabilir misiniz? Öyleyse bana
Tanrı sözü etmeyin. Ama insanüstünü yaratabilirsiniz. Sizin en iyi
yaratmanız da bu olacak. Eğer Tanrılar var
olsaydı, ben Tanrı olmamaya nasıl dayanırdım, o halde Tanrı yoktur. Siz,
kendiniz, yaratıcısınız. Büyük
kurtuluşunuz da bu yaratıcılığınızdadır. Ey insan kardeşlerim, sizler belki
insanüstü olmayacaksınız, ama
insanüstünün babaları olabilirsiniz. Dünya dediğiniz şeyi siz yaratmalısınız. O, sizin aklınız, düşünceniz, sevginiz
olmalı...
Ey uyku ve erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayın. Uyku,
erdemlerin efendisidir. İstediğiniz,
iyice uyumak için uyanık durmak mıdır? Öylesi bizden uzak olsun. Bir
zamanlar tutkularınız vardı, şimdiyse
erdemleriniz var. Düşünmez misiniz ki erdem dedikleriniz o tutkulardan
yetiştiler. İster kincilerin, ister
şehvetlilerin, ister öç alıcıların soyundan olunuz. Sonunda bütün
tutkularınız erdemleriniz oldu. Ama her erdem
başka erdemi kıskanır. Erdemler de kıskançlık yüzünden yok olabilirler.
Niceleri çöle gittiler ve kendilerini
öldürdüler, çünkü erdemlerinin savaş alanı olmaktan yorulmuşlardı. (Mademki
istiyorsunuz) erdemlerinizi sevin.
Çünkü, onların yüzünden mahvolacaksınız. (Bu da insanüstüne varabilmek için
yararlıdır, anlamına. Çünkü sizden
sonrakinin, insanüstünün meydana gelebilmesi için sizlerin bir an önce yok
olmanız gereklidir).
Ben ne değilsem, erdemim odur. Kimileri vardır ki, ayaklarının zincirine
erdem derler. Kimileri vardır ki kurulmuş
saatler gibidir, günlük tiktak'larını yaparlar ve bu tiktak'lara erdem
derler. Kimileri de, erdem gereklidir demeye
erdem derler, gerçekteyse polisin de gerekliliğine inanırlar. Hiç olmazsa
herkes iyi ve kötüyü tanıdığını sanır.
Erdemleriyle düşmanlarının gözlerini oymak isterler ve ancak başkalarını
alçaltmak için yükselirler. Ah, insan
kardeşlerim, nasıl ana çocuğundaysa sizler de kendi varlığınızın eyleminde
olmalısınız. Sizin erdeminiz bu olmalı.
(Erdem, insanın insanüstüne varabilmek için göstereceği çabadır, anlamına).
Şimdi bana çocuklar gibi
kızıyorsunuz. Ama bu dalga size yeni oyuncaklar getirecek ve önünüze yeni
renkli kabuklar dökecek.
En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir. Bu en büyük iyilikse
yaratıcılıktır. İyilik ve kötülükte yaratıcı
olmak isteyen, önce bir yıkıcı olmak ve değerleri yıkmak zorundadır.
Hayat
bana şu sırrını verdi: Bak, ben daima
yenmek zorunda olanım. (İnsanüstüne varabilmek için kendinizi yenmek, bu
uğurda kendinizi yok etmek
zorundasınız, anlamına). Nerede bir ölüm varsa orada bir doğum için kendini
feda etme vardır. Var olma iradesi bir
kuruntudur (Schopenhauere karşı). Çünkü var olmayan bir şey, isteyemez. Var
olan bir şeyse daha ne isteyecek?
Evet, sizlere diyorum ki, son bulmayan bir iyilik ve kötülük yoktur. O,
daima kendini yenmek zorundadır.
Erdemlerini kıskanmadığım için beni bağışlamıyorlar.
Onlara, küçük insanlara
küçük erdemler gerekir, dediğim
için bana diş biliyorlar. Bir şey veriyormuş gibi davranıyorlar ama,
gerçekte istedikleri almaktır. Onlar
küçülmüşlerdir ve gittikçe de küçüleceklerdir, mutlulukları ve erdemleri
bundan ibarettir. Onların erdemleri,
rahatlık isteklerine uygundur. Kendilerine acı verilmesin diye başkalarına
acı vermekten çekinirler.
Erdem
dedikleri, aslında korkaklıktır. Bu küçük adamlar ömürlerinde bir gün sert
konuşacak olsalar, ancak seslerinin
kısıklığını belli ederler. Kurnazdırlar. Erdemlerinin kurnaz parmakları
vardır. Uysal yapan her şey, onlarca
erdemdir. Böylece, kurdu köpekleştirirler ve insanı evcil bir hayvan
yaparlar. Ah, bu boyun eğme ustaları, nerede
küçüklük, hastalık, adilik varsa bit gibi oraya sokulurlar. Erdemleri çok
fazla esirgenmek için çok fazla fedakarlık
etmektir. Bilmezler ki bir ağacın büyümesi için kayaların çevresine kök
salması gerekir. Benim yanımda olanlar,
böylesine bir boyun eğişten uzak duranlardır. Her şey ele geçebilir, derler.
Fakat ey rahat düşkünleri, sizlere derim
ki: Her şey alınır ve her şey elinizden alınacak... Ah, benim şu sözümü
anlasanız: Ne olursa olsun daima
istediğinizi yapınız. Bunun için de, her şeyden önce, bir şey isteyebilen
insanlar olunuz. Yakınlarınızı kendiniz
gibi seviniz, ama önce kendinizi seven insanlar olunuz.
Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Bunlar, üç
büyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur.
Beden ve ruhların kendi kendilerine keyiflenmelerine erdem denir. Korkaklar
bu mutluluklara yanaşamazlar. Bu
mutluluklar, sağlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar şimdiyi
geleceğe bağlayan köprülerdir.
Gerçekte, bencilliğe konu olan şeylere erdem denmeliydi. İnsanın kendisini
taşıması güçtür, sırtında birçok yabancı
şey taşımaktadır çünkü. Ben, herkese karşı iyi ve herkese karşı kötüyüm
diyebilen cüceyi ve köstebeği susturmuş
olur. Ama her şeyi iyi bulan ve dünyayı en iyi şey sayanları da sevmem
(Leibniz'e karşı). Ben, evet ve hayır
demesini bilen dilleri, ağzının tadını bilen damakları ve mideleri severim.
Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız!.. Adı iyi ve kötü
olan eski bir kuruntu vârdı. Kardeşlerim,
şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuş, oysa
hiçbir şey bilinmemiştir.
Çakışmalısınız,
öldürmemelisiniz sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözlerin karşısında diz
bükülür, pabuç çıkarılırdı. Fakat size
soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Böyle sözlerin kutsal
sayılması doğal gerçeğe aykırı değil
midir? Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız!.. Soyluluğunuz
geçmişinizden değil, gittiğiniz yoldan
geliyor. Sizler geleceğin ekincilerisiniz. Atalarınızın yurdundan sürülünüz,
yurdunuz çocuklarınızın yurdudur.
Babalarınızın çocukları olmak günahını çocuklarınızla temizleyiniz. Geçmiş
böylece kurtarılacaktır. İşte size bu
yeni değer levhasını gösteriyorum. Mağaralarınızdan çıkınız kardeşlerim,
dünya büyük bir bahçe gibi sizleri
beklemektedir.
Nietzsche, yeryüzünün efendisi olacak yönetici bir ırk gerektiğini ve
Almanya'ya Yahudi akımının durdurulması
kanısında olduğunu söyler. Törebilimi aristokrattır, İyi bir aileden
doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün
değildir, insanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir. der.
İnsanüstü ereği, Nietzsche'nin deyimiyle aynen,
Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kakba dökmektir, ve
Bütün bir ulusun yoksulluğu
bir insanüstü'nün acı çekmesinden daha az önemlidir. Nietzsche'nin halk
yığınlarına karşı tutumu, yaratmak
istediği insanüstü'lerin tutumu gibidir; gerçekte milyonlarca salak
deyimiyle nitelediklerine, amaçlarına koşmak
istediği zaman, ey insan kardeşlerim! diye seslenir ve onların insan
olduklarını, ancak onlardan hizmet beklediği
zaman hatırlar. Yarım yüzyıl sonra, onun felsefesinin ürünü olan insanüstü
Hitler de aynını yapacaktır. Nietzsche,
Hıristiyanlığa karşı olduğu kadar, onun deyimiyle, milyonlarca salağı insan
etmek isteyen toplumculuğa da
karşıdır. Ona göre toplumculuk, milyonlarca salağı insanüstülere karşı
çıkarmaktadır. Oysa milyonlarca salak
öğretimden yoksun bırakılmalı, birçok gerçekleri bilmemeli ve insanüstü'lere
kölelik etmelidir.
Nietzsche'nin üstün insanından yola çıkan Hitler faşizminin liderlerinden
Himmler de Nietzsche'vari bir üslûpla
Alman olmayan bütün insanlar için alt insan (Fr. Sous-hommes) deyimini
kullanacak. Himmler, 1937 yılında
yaptığı bir konuşmada, gelecek on iki yıl içinde Alman dış siyasasının
amacını dünyadaki bütün alt insanların
yokedilmesi olarak saptamıştı (bkz. Andre Brissaud, Les SS toute l'historie
de L'ordre noire, Paris 1968,
Marabout yayını, s. 236-7).
Nietzsche'nin yaşamı incelendiği zaman, onun hasta bir vücut ve ruh yapısı
içinde geliştiği görülür. Çocukluğu,
güçsüzlüğün acısıyla kıvranarak geçmiştir. Güçlülük kavramı, onun için,
metafizik bir kavramdır ve ülküsel
anlamıyla din kurumunda dilegelir. İsa; yıkılması gereken bir güçlülük
simgesidir. Onun yerine, aynı metafizik
yapıda, bir insanüstü geçirilmelidir.
Bir arkadaşına şöyle der: Bir gün
gelecek, İsa'dan önce ve İsa'dan
sonra terimleri yerine, tarihi belirlemek için, Nietzsche'den önce ve
Nietzsche'den sonra terimleri kullanılacak.
Çıldırarak ölmüştür. Son yazısının altına attığı imza çarmıha gerilendir. I
'nci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa anamalcılığının dört elle sarılacağı
faşist diktatörlükler işte bu düşünsel
temeller üstünde yükselecektir.
XX'nci YÜZYIL, ÇALPARALARLA BAŞLIYOR.
Bir şiirde, bir başka evrenin belli
belirsiz açığa vuruluşu
uğruna, o şiirin kavranabilir anlamını küçümsemeye kadar varan akım,
romantizmden çıkmıştır, diyor Yves
Duplessis (Yves Duplessis, Le Surrealisme, P.U.P., 1958).
Daha o günlerde Alfred de Vigny yapıtlarına felsefece
bir anlam vermeye çalışıyordu Baudelaire, yaşamın gizlerini duyuran Victor
Hugo'yu övüyor; kokuların, renklerin ve
seslerin çağrıştığı bir dünyanın birliğini dilegetiriyordu. Rimbaud, yaşamın
dört duvarını yıkmaya çalışıyordu.
Apollinaire; beklenmediğin araştırılmasına yönelmişti.
Kübizm gibi gerçeği
parçalayan akımlar, dış görünüşlerin
ötesine uzanarak varlıkların özünü yakalamaya çalışıyorlardı. Sanatçılar,
yapıtlarını kişilikleriyle de yaşamaya
başlamışlardı. Alfred Jarry, burjuva kurallarını altüst eden bir ubu'ydü.
İki anlamsız hecenin yan yana getirilişinden doğan dada akımı, insanların en
kötümser oldukları günlerde, dünya
savaşının ortasında, 1916 'da Zürich'te ortaya atıldı. Yaşamla ölüm arasında
hemen hiçbir ayrılık kalmadığını,
insan değerinin sıfıra düştüğünü gören ve hiçbir şeyin sağlam, sürekli
olduğuna inanmayan gençlik, dadaizme dört
elle sarılmıştı. Tristan Tzara, savaştan sonra, 1919'da Paris'e geldi. Savaş
sonrası' bunalımı başlamıştı. Yaşamaya
katlanabilmek için yeni bir anlam aranıyordu. Mademki her şey boşunaydı, şu
halde bir de geleneksel buyruklarla
sınırlanmak neden?.. Dadacılar, bir kahvede, manifestolarını okuyacaklarını
duyurdular. Giordano Bruno'yu
yakanların torunları toplandı, şaşkınlıklarından ağızları bir karış
açılmıştı. Belli bir gün ve saatte, Tristan Tzara,
manifesto yerine, rasgele bir gazeteden rasgele bir yazı okumaya başlamıştı.
Paul Eluard'la Theodore Rankel,
çalpara çalıp tempo tutuyorlardı. Yüzyıllar boyunca akıl ve iradeyle
bastırılmış bulunan insanın coşkun iç
değerleri, olabildiğine koyverilmişti ortaya.
Dadaizm, tutumu gereğince, sonunda, kendi kendini de yok edecekti elbet.
Dada, görevini, gereğince görmüştü.
İnsanı, hem kendine hem de doğaya tutsak kılan ikiyüzlülük perdeleri
yırtılmıştı artık. Özgür insan düşüncesi, yeni
bir yola giriyordu; gerçeküstülücük, bütün ön hazırlıklarını yapmıştı.
Andre Breton, gerçeküstücülüğü şöyle tanımlıyor: Sözle, yazıyla, ya da başka
bir biçimde, düşüncenin gerçek
işleyişini ortaya koymak için kullanılan katıksız ruhsal otomatizm.
Düşüncenin; aklın hiçbir denetlemesine, hiçbir
töresel ya da estetik yasaya bağlı olmaksızın, kendini, olduğu gibi ortaya
koyması... Yolunu da, şöyle gösteriyor:
Düşüncenizin kendi üstüne kapanmasına en elverişli yerde oturun. Önünüzde
kağıt kalem bulunsun. Bütün
bilgilerinizden ve yeteneklerinizden sıyrılın (feno menolojik yöntemi
hatırlayınız. Orada, bütün bilgilerinizi ve
yeteneklerinizi paranteze alıp, varlığınızın özüne inebilmek için, ortada,
tüm fenomen olarak kalıyordunuz).
Önceden bir konu düşünmeksizin, duraksamayarak ve yazdıklarınızı okuyup
düzeltme eğilimine kapılmayarak,
yapabildiğiniz kadar hızla yazın. Sözcükleri, gelişigüzel, hiçbir düşünsel
düzen katmadan, art arda sıralayın. Elde
edeceğiniz yapıt, gerçeküstücü bir yapıt olacaktır (Premier Manifeste du
Surrealisme, Kra, 1929).
Böylesine bir otomatizmin sonunda, örneğin Breton'la Eluard, birlikte
yazdıkları şöyle bir yapıt elde ediyorlar:
Müthiş iyiyim. Ağzıma koydukları boş kelimeler etkilerini göstermeye
başlıyor. Benzerlerim beni bırakıp
gidiyorlar. El aslanların yelesinde, bana son kez yalan söyleyecek aldatıcı
ufku görüyorum. Hepsinden ve süprüntü
biçimindeki yalanlarından ve evimden her vakit geçerken yaptığı bu küçük
gezintiden yararlanıyorum. Hiçbir şey
onun bana rastlaması kadar iyi olmuyor. Ama saçma sınav. Bu tarih sorusu
olmasaydı gene de sıyrılırdım içinden.
İyi ki girmedim. Yolculuklar beni her vakit çok uzağa götürdü. Varışın
kesinliği açılmayan bir kapıya yüzüncü
vuruş gibi gelmez bana hiçbir zaman... (Ölüm başlıklı yazı, Ergin Ertem
çevirisi).
Gerçeküstücüler, gerçekten üstün gerçek olan varlığın kendiliğini (özünü,
mahiyetini) yakalamak için, otomatik
yazıdan başka yollara da başvurmaktaydılar (bkz. Gerçeküstücülük, De Yayını,
1962; Hilav, Ertem, Kutlar çevirisi,
Gerçeküstücü teknikler bölümü, s. 32-49). Bu yolların başında humour (alay)
geliyor. Humour, dünyaya, nesneler
arasındaki beylik bağıntıları koparıp başka bir açıdan bakmamızı
sağlamaktadır. Louis Aragon'a göre, felsefe,
kullandığı gereçler arasında, gerçekdışı bir bağıntı kurar. Humour, bizleri
bu gerçekdışı bağıntıya götürmektedir.
Nasıl mı?.. İşte böyle:
Rose Selavy'nin uykusunda vardı bir cüce
Çıkar kuyudan ekmeğini yerdi her gece.
Gerçeküstücü yolların, otomatik yazıyla humour'dan başka, bir üçüncüsü de
olağanüstü'dür.
Eleştirici aklın engel
olmadığı her yerde, olağanüstü vardır. Varlığın en güçlü coşkunlukları,
kendilerini dilegetirme fırsatını, ancak,
insan aklının denetlemeyi bıraktığı ve hiçbir şeye karışmadığı bu özgür ve
fantastik alana girmekle kavuşurlar.
Albert Birot' ya göre, gittikçe engellerden ve olağanlardan kurtulan
olağanüstü, kendinde gerçeğin özelliklerini
kazanır. İşte gerçeküstücülerin ulaşmak istedikleri evren, böylesine bir öz
gerçeğin evrenidir.
Gerçeküstüye, bir dördüncü yoldan, düş'ler yolundan da varılabilir. Salvador
Dali şöyle diyor: Gün boyunca,
bilinçsiz olarak, düşlerin yitik görüntülerini arıyorum... Freud'e göre, düş
dünyası, bilinçsiz arzuların, açığa
vurulmamış isteklerin dünyasıdır. İnsan, bunları çözerek, kendi kendinin tam
bir bilincine varabilir. Bu
zenginlikleri, uyanıkken, gündelik başarılar uğruna bilerek susturmaktayız.
Oysa, bu yaptığımız' varlığımızı
sakatlamaktan başka bir şey değildir. O halde, düşlerimizi, kendimizi daha
iyi kavrayabilmek için, kağıtlara,
tuvallere, notalara, biçimlere dökmeliyiz, ışığa çıkarmalıyız.
Gerçeküstünü yakalamanın bir başka yolu da, çılgınlık'tır. Gene Freud'e
göre, dış gerçeklerden kopmuş bulunan
akıl hastaları, pek zengin iç gerçeklerini meydana vururlar. Akıl hastalığı,
özellikle paranoia, her şeyin yapılabilir
olduğu, imgesel olanla gerçek olanı uzlaştıran, pek özgür bir ülkedir.
Paranoiak'a göre, dünya, kendisinin baş
oyuncu olduğu bir tiyatrodur. Böylesine bir çılgınlık bütünüyle tutarlıdır.
İnsan, kendisini böyle bir çılgının yerine
koyarak, mantığa uygun yepyeni bir dünya görüşü kurabilir.
Gerçeküstü, bir oyunla da yakalanmaktadır. Bu oyun, adını ilk oynanışında
elde edilen sözden alıyor: Le Cadavre
Exquis (Seçkin Ceset)... Seçkin ceset oyunu, şöyle oynanır: Birkaç kişi,
üstüne her birinin bir sözcük, ya da bir
çizgi eklediği bir kağıdı elden ele dolaştırırlar. Sonunda, gerçekliklere
aykırı, bir söz ya da bir biçim elde edilir. İki
kişi, karşılıklı oturarak, birbirlerine göstermeden sorular ve karşılıklar
da dizebilirler. Birinin yazdığı soruyla
öbürünün yazdığı karşılık birleştirilince, ortaya gerçeküstü güzellikler
çıkabilir.
Bütün bu yolların ortak amacı, insanı; olduğu gibi, sonradan elde
edilenlerden sıyırarak, kendiliği içinde
yakalayabilmektir.
Husserl'in fenomenolojisinde olduğu gibi, kendimizi anlamak için doğadan
değil, doğayı anlamak için
kendimizden yola çıkmalıyız diyen Breton, insanlığın gerçek Aydınlığından
habersiz, 1929 yılında yayımladığı
ikinci bildirisinde (Fr. Manifeste du Surrealisme) de şöyle demektedir:
Ruhumuzun öyle bir yeri var ki, bu yerden
bakınca, artık, yaşamla ölüm, geçmişle gelecek, gerçek ve tasarım,
dilegetirilen ve dilegetirilemeyen, yukarı ve aşağı
çelişik değildirler. İşte bu yer, gerçeküstü'dür. Toplumsal bunalımların
bilimsel çözümünü gerçekleştiremeyen
düşüncelerin varacakları sonuç da elbette bundan başka bir şey olamaz.
Usaaykırıcı sanat anlayışının amacı,
Camus'nün deyişiyle saçmanın zevki'ni vermektir. Çünkü, gene Camus'nün
deyişiyle çevremizde saçmanın iklimi
vardır. Çevremizde, bilimsellikten uzaklaşanların meydana getirdiği,
saçmanın saçması bir iklim bulunduğu
doğrudur. Ne var ki sorun, bu iklimi överek ve ona uyarak değil, ona karşı
çıkarak ve onunla savaşarak çözülebilir.
Gerçek şu ki saçmadan alınan zevkle ancak saçmalanır ve bu da kısa bir süre
sonra, gerçeküstücülük gibi, yitip
gider. Ardında da hiçbir iz bırakmaz.
Bütün bu oyunlarla kendiliğinde yakalandığı sanılan insan, çalpara
sesleriyle de olsa uyanmıştır bir kez. Yüzyılı
başlatan çalpara sesleri, top seslerine dönüşmek yolundadır.
ÇALPARA ORKESTRASININ ŞEFİ.
Kendime bakıyorum. Çeşitli bilgilerle doluyum.
Bu bilgilerin dışında da
çeşitli sanılarım var. Bilgilerimle sanılarımın gerektirdiği davranışlarla
yaşıyorum. Bilgiler, sanılar, davranışlar
ortasında kendimi yitirmişim. Soruyorum: Bilgilerimin, sanılarımın,
davranışlarımın dışında ben neyim?.. Üzümün
bilincine varabilmem için bütün bilgilerimi, sanılarımı, davranışlarımı
unutmam gerekir. Kendimi araştırırken bende
ve çevremde dünyalı olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldıracağım.
Bütün verilmişlerden soyunacağım.
Böylece, hiçbir kuşkuya kapılmaksızın var diyebileceğim biricik varlığı
yakalayacağım: Ben. Alman profesörü
Edmund Husserl (1859-1938), ben'i böylesine bir araştırmaya çağırıyor: Bu
araştırma, bir psikoloji araştırması
değildir. Psikoloji, beni bilgilerim, sanılarım, davranışlarımla birlikte
araştırır. Şimdiyse bütün bunlardan
soyuluyor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalıyorum. O halde yapacağım
bu araştırma bir fenomenoloji
araştırmasıdır. Kendimi, evrendeki bütün görünenler gibi, bir fenomen olarak
inceleyeceğim.
Husserl'in fenomenolojisi, bu anlamda, bir felsefe değil, bir yöntemdir.
Bunu Husserl de biliyor ve yöntemine
fenomenoloji yöntemi (metot) adını veriyor. Fenomenoloji felsefesini bu
yöntemden çıkaracağı sonuçlarla
kuracaktır. Şimdilik, soğukkanlılıkla, varacağı sonucu bilmeden,
araştırmaktadır. Bu yöntem, Edmund Husserl'in
bulduğu bir yöntemdir. Felsefe, Husserl'e gelinceye kadar böylesine bir
araştırmaya girişmemiştir.
Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalıları bir çantaya koyup ortadan
kaldırınca (Husserl buna, parantez içine
almak diyor), ortada son bir ben kalıyorum (absolut ego). Fenomenoloji, ilk
adımda, zorunlu olarak bir egolojidir.
Kendimden başka hiçbir şeyin bilincine varamam.
Evreni kavramak için önce kendimi kavramalıyım (buradaki öncelik, bir zaman
önceliği değil, bir düşünce düzeni
önceliğidir, çünkü zaman da paranteze alınmıştır). İyi ama, kendimi nasıl
kavrayacağım?.. (İnsan, bilebileceği tek
şey olan kendisiyle yetinmelidir, diyen Yunanlı Protagoras'ı hatırlayınız).
Kendimi kavramam için bir bilinç eylemi
(şuur aktı) gerçekleştirmeliyim (düşündüğüm için varım, diyen Descartes'ı
hatırlayınız). Ortada som bir ben varım
ama, çantaya koyup kaldırdığım bütün dünyalılar, bir yandan
sürüpgitmektedir. Şimdilik benden başka hiçbir şey
yok. Her şeye benden yola çıkarak varacağım. Bu durumda dünyalı olan her şey
benim içindir (dünya benim
malımdır, diyen Max Stirneri hatırlayınız). Benim için kendini belli eden
tek şey vücudumdur. Vücudum, bütün
nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum, benim malımdır.
İyi ama, vücudum ne türlü bir nesnedir?.. Dıştan bakıyorum, gördüğüm bir
cisimdir. İçten bakıyorum, gördüğüm
bir organdır, cisimden bambaşka bir şey olan canlı bir organizmadır. Demek
ki vücudum, hem cansız bir cisim hem
de canlı bir organizmadır, başka bir deyişle, canlı organizmam cansız
cisimli bir şeydir. Bu, bir ikilik değil, bir
tekliktir. Organizmalıkla cisimlik, vücudumda, birlikte var olmaktadır. Ben,
vücutlu ruhlu bir bütünüm. Ne
vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. İkisini de bir
birliktelik içinde taşımak zorundayım.
Edmund Husserl, fenomenoloji yöntemiyle vardığı fenomenoloji felsefesinde de
bu düşünceyi savunmaktadır.
Birliktelik, pek beğendiği bir deyimdir. Ona göre, ben (ruh) ile vücut
(madde) bir birliktelik içindedir somut
psikofizik bir bütündür. Bir cisim olan, bir madde olan vücudumun aynı
zamanda bir idrak organı olması,
vücudumun kendi kendime verilişini de açıklamaktadır. Başkalarını idrak
ettiğim gibi, kendi kendimi de idrak
etmedeyim. Sol elim süje olur, sağ el objemi idrak eder. Sonra, sağ elim
süje olur, sol el objemi idrak eder.
Vücudum, bana çift olarak verilmiştir. Vücudum, sadece bir idrak organı
değil, aynı zamanda bir irade organıdır.
Onu keyfimce kullanırım. Ben'imi, vücudumun içinde buyuran bir varlık olarak
yaşarım. Her şeyi vücudumda
denerim, evrene vücudumla açılırım.
Edmund Husserl, canlı varlık ya da doğadan (canlı tabiat) ruhu anlıyor,
cansız varlık ya da doğadan (cansız tabiat)
da maddeyi. Cansız varlıkta madenlerle bitkiler var, canlı varlıkta da
hayvanlarla insanlar. Ona göre, kendine ben
diyebilen tek varlık, insan'dır. Bu yüzden de, bilen tek insanı soyutlayarak
yola çıkıyor, hayvanları incelemiyor.
Tüm cansız ya da ruhsuz saydığı madenlerle bitkilerin deneyine (einfühlung)
de el atmıyor. Maddeli ruhlu
birlikteliğin kendini idrakinden yola çıkarak, bunca yorgunluklardan sonra
varacağı sonuç, bir hayli ilgi çekicidir.
Maddeli ruhlu vücudum, ölçümdür. Bütün dünyalılar, onunla anlam kazanırlar.
Uzak ona göre, yakın ona göre, sağ
ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her
şey, vücudumla verilir. Daha doğrusu,
her şeyle birlikte bana vücudum da verilir. Başkayı bilebilmek için kendimi
bilmek zorundayım.
Peki, bu kapalı kutudan, kendi ben'imden (ego), başka ben'e (alter egoj
nasıl geçeceğim?.. Başka ben, bana
direnebilen bir ben'dir. Benim için başkasının vücudunun ancak kendi
vücudumla anlam kazanabileceğini
öğrenmiş bulunuyorum: Başkasını, ancak kendi vücuduma dayanarak idrak
edebilirim (Husserl buna, anlam
aktarması diyor). Ama, başkasının vücudunu kendi vücudum olarak değil,
başkasının vücudu olarak idrak
etmeliyim. Aradaki benzerlik yeter mi?.. Bu benzerlikten ötürü, kendi
vücudumdan aldığım vücut anlamını
başkasının vücuduna aktarır ve çağırırım. Başka vücudun, benim için,
başkasının vücudu olarak var olabilmesi,
kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak başka
vücudun ne olduğunu
bilebilirim. İlk kurduğum vücut, kendi vücudum olduğuna göre, başkasının
vücudunu kendi vücudumdan
yapacağım bir aktarma ve çağrışımla kurarım. Buradaki çağrışım
(association), objelerden birinin kayarak
öbürünün anlamıyla birleşmesidir.
Fenomenoloji yöntemiyle elde edilen kuruluşları iyice anlayabilmek için
çıkış noktasını unutmamak gerekir.
Doğal davranışların tümü çantaya konup ortadan kaldırılmıştır (parantez
içine alınmıştır). Görünenden başka hiçbir
bilgi yoktur, bilgi olmayınca hatırlama da yoktur. Dünyalı olarak hiçbir
aracıdan yararlanılamaz. Ortada som
görünenler (fenomenler) vardır. Yaşadığımız dünyada fenomenolojik tasarımlar
yoktur, bu tasarımları düşünsel bir
soyutlamayla elde etmekteyiz. Yaşadığımız dünyayı daha iyi kavramak ya da
yeniden kurmak için, fenomenolojik
yöntemle çalıştığımız süre, yaşadığımız dünyadan isteğimizle vazgeçiyoruz.
Çalışmamız, böylelikle, dünya dışı bir
çalışma olmaktadır. Elde edilen tasarımları da bu açıdan değerlendirmek
zorundayız. Bu alandaki fenomenler de
dünyalı fenomenler değildir, her türlü dünyalılıktan soyulmuş fenomenlerdir.
Örneğin, vücut derken sözünü
ettiğimiz fizyolojik bir vücut değil, sadece cisimli ruhlu som bir bütündür.
Kendi vücudumdan aldığım bir anlam aktarmasıyla başkasının vücudunu kurdum.
Başkasının vücudundan
başkasının ben'ine nasıl geçeceğim? Başka ben'i, önce, vücudumun idrakine
dayanarak bir cisim olarak bulurum.
Onu denemeye başlarım. Denemelerim sırasında, bu cisme ait olan bir ben
görünür. Sadece bir kanadını gördüğüm
kapının öbür kanadını nasıl idrak ediyorsam, vücudunu gördüğüm başkasının
ben'ini de öylece idrak ederim. Bu, bir
varsayım tahmin, seziş değildir; doğrudan doğruya bir idrak ediştir. Vücut,
ruhlu bir cisimdir. Ruh, vücutta kendini
verir. Bu verilişi, kendi vücudumda nasıl yaşamışsam, başkasının vücudunda
da öylece yaşarım. Başkasının ben'ini
idrak edişim, elbette orijinal bir idrak ediş değildir; başkasının ben'ini
vücudu dolayısıyla idrak ediştir. Bu idrak,
başkasının vücudunu denemeyle elde edilmektedir (Husserl bu denemeye, klasik
anlamından başka bir anlamda
cinfühlung diyor).
Bu denemeden elde ettiğim sonuç nedir?.. Başka benii, kendi ben'im gibi
yaşamaya başlıyorum. Hiçbir kuşkuya
kapılmadan, kendi ben' imin varlığını nasıl biliyorsam başkasının ben'inin
varlığını da öylece bilmekteyim. Bu
aydınlanma, bana, tek başıma yaşamadığımı öğretmiştir. Ben, ego'sunun içine
kapanmış biricik ben değilmişim,
fenomenolojik ego'nun uçsuz bucaksız alanında başka ben'lerle
birlikteymişim. Fenomenolojik anlamda başkası,
benim için öylesine temel bir varlık olmuştur ki, artık onu kendi ben'imden
ayıramam. Biliyorum ki, kendi
ben'imin en içinde bir yabancı yaşamaktadır. İçimde başkaları var.
Şimdi, kendimi de daha bir aydınlanmış olarak görüyorum. Kendimden başkasına
gittim, başkalarından da
kendime geldim. Biliyorum ki ben insan, ancak başka insanlar arasında, başka
insanlardan biri olarak anlamlıdır.
Varlığımı, başkasına borçluyum. Kendimin gerçek bilincine varabilmek için
bile, başkalarıyla birlikte bulunmam
gerekiyormuş. Kendimi bile, ancak başkalarının yardımıyla kavrayabilirmişim.
Dünya, benim değil, bizimmiş
meğer. Çünkü, kendimi bile gereği gibi kavrayamadıktan sonra, başkaları
olmadan, dünyayı kavrayabilmem
mümkün değildir. Dünya, ancak, başkalarıyla birlikte vardır. Ben'ler
arasındaki içten birlik, dünyanın bizim
içinliğini gerektirmektedir.
Böylece, ilk adımda egoloji olarak yola çıkan fenomenolojik yöntem, son
adımda sosyoloji olmaktadır.
Son adım, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan kültür toplum tarih
dünyasıdır. Edmund Husserl buna,
Almanca bir terimle, geist dünyası demektedir. Husserl'e göre, insanın
çevresi işte bu dünyadır. İnsan, böylesine
birbirine geçmiş, birbirini etkileyen değerlerle dolu karmaşık bir dünya
içinde yaşamaktadır. İnsanın çevresi, tek
başına yaşayabileceği bir ülke değildir. Bu çevre, onun başkalarıyla
birlikte paylaştığı, ancak hakkı olan kendi
payını alabileceği bir çevredir. Bu çevreyi çevre eden, başkalarıdır. Bu
çevrede benim tek başıma yapabileceğim
hiçbir şey yoktur. Ne yapabilirsem başkalarının yardımıyla yapabilirim.
Kendi ürünümde bile kendimi başkalarıyla
birleştirmek zorundayım, kendi ürünümde bile zorunlu olarak başkaları
vardır.
Ben, insan olarak, özel bir varlık
ortamında yer almışım. Bu ortamda yer almak zorundayım. Bu zorunluk,
tarihsellik'tir. Başkalarının beni, zorunlu
olarak getirip bıraktıkları noktada, zorunlu olarak bulunurum. Konuştuğum
dil onlarındır, yediğim yemek
onlarındır, bağlı olduğum gelenek onlarındır. Varlığım, başkalarıyla sımsıkı
sarılmıştır. Varlığım, sayısız
geleneklerin etkisiyle yoğrulmuştur, bu sayısız geleneklerin içinde
kımıldamaktadır.
Kendimi denemem bana başkasını verdi, başkasını denemem bana dünyayı verdi.
Evreni denemem bana kendimi
vermektedir. Evren, dünya, başkaları ve ben birbirinizi denemekte,
birbirimizi etkilemekte, birbirimizi
aydınlatmaktayız. Bu, birliktelik ahengidir. Ben'in fenomenolojisi de,
böylelikle, birliktelik fenomenolojisi'ne
erişmiştir.
Fenomenoloji, XX. yüzyılın mızmız felsefesi'nin en tipik örneklerinden
biridir.
ÇOCUKLAR İÇİN ÖZGÜRLÜK.
Düşünürü, bilgini ve sanatçısıyla bütün idealist ve
metafizik kamp yandaşları,
insanlığı yüzyıllardan beri ezen baskı güçlerini, gene metafizikte ve
idealizmde aramak gibi bir çelişkiye düşerler.
Comte, Mach, Avenarius, varoluşçuluk, yeniolguculuk vb. metafiziğin tam
ortasında oturdukları halde metafiziğe
karşı çıkmışlardır.
Bir bakıma bu, onlar için kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü
metafizik düşünce yöntemiyle ancak
metafiziğe ve idealizme varılır. XX'nci yüzyıl tanrıtanımazlığı da bu
kısırdöngünün bir başka örneğidir. Fransız
romancısı Roger Martin du Gard (1881-1958), lean Barois adlı romanında bu
türlü bir örneği sergiliyor.
Vatikan Ruhani Meclisi, 1870 yılı toplantısında oybirliğiyle kabul ettiği
Dei Filius anayasasını, şu kesin
kurallarla sınırlamıştı: Her kim, kutsal kitapları, XXX'ncu yıl Ruhani
Meclisinin bildirdiği gibi, bütünlükleri içinde
ve bütün bölümleriyle kilise kurallarına uygun saymaz da bunların Tanrı
bildirisi olduğuna inanmazsa o kimseye lanet
olsun. Her kim, bilimin gelişmesine göre kilisenin ilerisüreceği dogmalara,
kilisenin anladığı anlamdan başka bir
anlam verirse, o kimseye lanet olsun. Çünkü, Tanrının bildirdiği insan
öğretisi, insan zekasının yetkinliklerine
bırakılmamış, Tanrısal bir armağan gibi titizlikle saklanmak ve
değiştirilmeden öğretilmek üzere İsa'nın karısı olan
kiliseye verilmiştir.
Bu anayasa, Hıristiyanlığın akla aykırılıklarını yorumlama yoluyla hoş
görmeye çalışan Hıristiyanları da defterden
siliyordu. İşte, genç Jean Barois da bunlardan biridir. Artık yapacak tek
şey kalıyordu. Barois, aynı çabayla
çabalamakta olan bir arkadaşına şöyle yazıyor: Bizi bırakan, ona doğru
yönelttiğimiz çabaları suç sayan bu kocamış
sütnineye, karşılığını bulmayan bir sevgiyle ne diye yapışıp kalmalı?.. Sizi
dışarıda, özgür havada bekliyorum
kardeşim.
Jean Barois, Trocaderoda'da yaptığı bir konuşmada, şunları söylüyor: Bugünkü
kargaşalık içinde, kimileri, bağlı
bulundukları bilime, eski dinciliklerinin kalıntılarını getirmek
isteyeceklerdir. Buna izin vermeyelim. Gerçekte
artık yeni bir Tanrıya da yer yoktur. Coşkun hayal güçlerinin bu sonuca
boyun eğmeleri gerekir. Kendisiyle
ilgilenmeyen, kendisini aşan bir doğa karşısında insan, sıklaşmak, bir araya
gelmek, daha çok dayanışmak gereğini
duyacaktır. Elli yıl önceki duyguya dayanan maddecilik, bugünkünden de
uzaklaşacaktır. Düşünce, onun
araştırmasını bilinmezin enginlerine doğru götürmektedir. Yapabileceğimiz
iki uğraşı var. Biri kişisel davranışımız,
öteki çocuklarımızın eğitimi... Hem kendimize, hem de bizim yaşayışımızı
izleyenlere karşı namuslu davranmak.
İşte ahlak kurallarının şimdilik en bellisi, en şaşmazı. Hiçbir savaş el
altından yürütülemez, eşit silahlarla
karşılaşalım. Papazların okul açmakta, bu okullarda dünyanın altı günde
yoktan var edildiğini, İsa'nın Tanrı
babayla bir kız oğlan kızın çocuğu olduğunu ve cesedinin gömüldükten üç gün
sonra göğe çekilmek üzere
mezardan kendi kendine çıkıp gittiğini, o günden beri cennette Tanrı
babasının sağında oturduğunu öğretmekte
serbest kalmaları, özgürlük adına, gereklidir. Evet, onları serbest
bırakalım, bırakalım ama biz de aklın, bilimin
bütün yardımıyla Katolik dininin artık inanılması mümkün olmayan saflıklar
üstüne kurulduğunu tanıtlayacak
okullar açmakta serbest olalım. Yalanla gerçek; karşılıklı serbest kalınca,
yalan hiçbir zaman tutunamaz. Özgürlük,
evet ama, yalnız din dersi okutan papaz için değil, akıl için de özgürlük,
çocuk için de özgürlük. Ah dostlarım,
şunu haykırarak sözlerimi bitirmek isterim: Çocuklar için özgürlük!..
İnsanlığın, yüzyıllardan beri aradığı neydi?.. Huzur. Din, bu huzuru
karşılıyordu. Romanın en önemli kişisi Luc,
bu düşüncededir: Ne yazık ki, gururlandığımız vicdanımızı yüzlerce mistik
kuşaklarla elde etmişiz. Böylesine bir
zenginlik kolaylıkla fırlatılıp atılamazdı. Ahretiniz, gerçekten de,
olağanüstü bir buluştur. Bu, öyle uzak bir vaattir
ki, akıl, gönlün buna inanmasına engel olamaz. Siz ona böylesine bir düşle
umut verdiniz. Benim umudumsa,
iyiliğe doğru harcadığım çabaların yok edilemez olduğuna inanmaktır. Benim
umudum, sizinki gibi, aklından
vazgeç! diye direnmez. Tersine, aklım bu umudu destekler. Aklım, hayatın boş
bir hareket, acı çekmek için bir
bahane, kişisel mutluluğa doğru bir yarışma olmadığını gösterir. Aklım,
bana, hareketlerimin evrensel çabayla
işbirliği yaptığını gösterir. Her yerde umut verici nedenler buldurur. Gene
her yerde, hayatın ölümden doğduğunu,
gücün acıdan doğduğunu, bilimin yanlıştan doğduğunu, ahengin ahenksizlikten
doğduğunu gösterir. Evet sayın
rahibim, sizin inanınız kadar değerli bir, inandır bu. İnsan, mutluluğa,
ancak hiçbir seraba aldanmadan, gerçekle
varabilir.
Ölüm, hayatın mantığı içindedir. Doğum düşüncesini ne kadar doğal
buluyorsam, ölüm düşüncesini de o
kadar doğal buluyorum. Siz, o uğursuz dakikaya, nasıl huzur içinde bir
bilincin rahatlığıyla
katlanabiliyorsanız, ben de öyle katlanıyorum. Bu huzura siz ne ad
veriyorsanız ben de aynı adı
veriyorum. Karşılık, güven değil midir? İşte ben de bu güveni duyuyorum. Bu
güveni, yapıtını ölümüyle de
güçlendireceğini bilen, Sokrates de duymuştu.
Luc, bu sözlerini, davranışlarıyla da tanıtlamaktadır.
Öleceği sırada, bütün
çocukları baş ucunda
toplanıyorlar. Oysa, bütün bu başların üstünde, birer birer elini
gezdiriyor. Kendi kendine
konuşuyormuşçasına mırıldanıyor: Çocuklarım ne kadar güzeldir.
Ya bu Tanrısız evrende olup bitenler?.. Onu da, romanın bir başka kişisi,
genç Dalier açıklıyor: Nedenler,
körü körüne ve hiçbir amaca yönelmeden birbirlerini doğururlar. Evrende
hiçbir şey, ne bir yönü, ne de
bir ilerlemeyi gerektirmez. Bütün bunlar, birtakım hareketlerden ibarettir.
İşte hepsi bu kadar.
Roger Martin du Gard, bu düşüncenin daha açığını bir başka Nobel değerlisi
Albert Camus'yü
kıvılcımlayan düşünceyi ilk cildini 1922, son cildini de 1940 yılında
yayımladığı büyük yapıtı Thibaultlar'
da Antoin Thibault'ya söyletmektedir: Bu üzüntü neden? Eğer kavranması
mümkün olmayan yasaların
sonsuz boşluk içinde amaçsız olarak döndürüldüğü bir damla çamurun üstünde
yaşayan boynu bükük
hayvanlarsak, bu yaşamda direnmenin anlamı ne?..
Bu yer yuvarlağının kabuğu
üstünde, her gün,
milyonlarca varlık doğmaktadır. Bunlar, yeryüzünde, bir an gürültü edip
yarın sırası gelince dağılacak
olan başka milyonlara yerlerini bırakacaklardır. Bu pek kısa görünüşün bir
anlamı olabilir mi? Hayır,
hayatın anlamı yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, buna bir anlam bulmaya
çalışmakla oyalananların
düşlerinden kurtulmak bize, sükunun, gücün, özgürlüğün o olağanüstü
duygusunu verebilir.
XX. yüzyılda bile idealizmin vardığı sonuç değişmiyor: Yaşamanın anlamı
yoktur.
Görüldüğü gibi, Tanrıtanımazlık, hala bir kahramanlık, bir marifet
sayılmakta devam etmektedir. Roger
Martin du Gard böylesine kahramanlardan biridir.
Bilinci ve bilinçli insanı gereği gibi çözümlediğini sanan metafizik, şimdi
de bilinçaltına ya da bilinçdışına
el atacaktır.
BİLİNCİN ALTI YA DA DIŞI.
Husserl'in felsefede, Roger Martin du Gard'ın
sanatta yaptıklarını Freud de
bilimde yapmaktadır. Metafiziğin tek yanlı bakışı, metafizik düşüncenin el
attığı bütün alanlarda geçerlidir.
Doktor Sigesmund Freud (1856-1939), 1880 yılında yirmi dört yaşındayken,
Viyana'da, kendisi gibi genç bir
öğrenci olan Doktor Josef Bröer, bir ruh hastasını uyutarak iyileştirmeye
çalışıyordu.
Doktor Bröer, hastasının
birtakım ruh baskılarından kıvrandığını seziyor, onu ipnotizma yoluyla
uyutup konuşturarak ferahlatıyordu. Kötü
anılar, hastanın beden dengesini bozmuştu.
Dengenin düzelmesi için bu kötü
anıların bilinçaltından birer birer
çıkarılarak atılmaları gerekliydi. Arkadaşının bu çalışmalarına katılan
Freud; Fransa'ya gitti. 1885 yılında, ünlü
Profesör Doktor Chazcot'nun öğrencisi oldu. Doktor Charcot, uyuttuğu
hastalarında düşünce aşılaması yoluyla
(telkin) geçici kötürümlükler elde ediyordu. Ruhtan gelen düşüncenin bedende
kötürümlük meydana getirmesi bir
hayli ilgi çekiciydi. Charcot'nun bir başka Fransız öğrencisi Doktor Pierre
Janet, fizyolojiden psikolojiye geçişi
hazırlayan incelemeler yapıyordu. Bütün bunlar, Freud'ün düşüncesini
olgunlaştırdı. Bir başka doktor, Bernheime,
hastalarına, uykuda yaptıklarını hatırlatmaya çalışıyordu.
Freud, Doktor Bröerin hem bir hayli güç, hem de her
hastada kesin bir sonuç vermeyen uyutma yöntemi yerine, Doktor Bernheime'ın
hatırlatma yöntemini kullanmayı
düşündü. Bilinçaltını temizlemek için kullanılan bu yönteme, çağrışım
yöntemi (tedai metodu, methode associative)
adını verdi. Ünlü filozof Leibniz de, insanda bilinçten başka bir de
bilinçdışı ya da bilinçaltı bulunduğunu iki
yüzyıl önce ilerisürmüştü.
Görüldüğü gibi, insan ruhunun didiklenmesi için hastanın yatırılacağı masa
hazırdı. Doktor Freud'ün ak gömleğini
giyip bıçağı eline alması bekleniyordu Freud geldi, hastayı masaya yatırdı.
1909 yılıydı. İnsanlar, beş yıl sonra
ruhlarının bozukluğu yüzünden bedenlerinin birbirleriyle boğuşacağından
habersizdiler. Viyana Üniversitesi, elli
üç yaşındaki Profesör Freud'ün psikanaliz üstüne verdiği beş konferansla
çalkalanıyordu.
Freud'e göre, insanı üç önemli içgüdü yönetmektedir: Korunma içgüdüsü,
cinsellik (cinsiyet) içgüdüsü,
toplumsallık içgüdüsü. İnsanın eriştiği uygarlık (medeniyet) içinde korunma
içgüdüsüyle toplumsallık içgüdüsü
önemini oldukça yitirmiştir. Bugün için önemli olan tek içgüdü, cinsellik
içgüdüsüdür. Cinsellik içgüdüs'ü yeni
doğmuş bir çocukta bile belirmektedir. Parmağını emen bebek, cinsel bir
hoşlanma duyar. Cinsellik içgüdüsünün
töresel (ahlaki) baskılar altına alınması birçok hastalıkların nedenidir.
(Freud, önceleri isteriklerle nevrozlar gibi
birtakım ruh hastalıklarından söz ediyordu Sonraları bu kuram, kalp, mide,
karaciğer, bağırsak gibi birçok beden
hastalıklarına kadar genişletildi). İşte ruhun incelenmesi (psikanaliz)
yöntemi; bu geriye itilmiş, baskıya konulmuş,
hapsedilmiş heyecanları birer birer bulup meydana çıkararak eğitir (terbiye
eder), düzene koyar.
Freud, psikanaliz üstüne verdiği konferansların ikincisinde, bunu açık bir
örnekle anlatıyor: Şimdi ben burada
konuşurken dinleyiciler arasından bir terbiyesiz adam gürültü etmeye kalksa,
içinizden birkaç terbiyeli adam, onu
kolundan tutup dışarı atarlar. Ama o terbiyesiz adam kapının dışında da boş
durmaz, kapıyı yumruklayarak bizleri
rahatsız (hasta) eder. O zaman biz, çaresiz, onu yeniden içeri alarak
terbiyesizlik etmeyeceğine söz verdikten sonra
oturmasına izin veririz. İşte psikanaliz yöntemi budur.
Çoğu erdem baskısıyla bilinçaltına itilmiş bu heyecanları, Freud üç yoldan
meydana çıkarmaktadır:
1- Bu yollardan birincisi hastayı konuşturmak yoludur. Hastayı konuşturmak
oldukça güç bir iştir. Çünkü
hasta, baskılarının direnci (mukavemet) altındadır. Doktor, hastasını; saçma
sapan, yalan yanlış, anlamlı
anlamsız konuşmaya zorlar, direncine önem vermeden uluorta konuşmasını
kolaylaştırır. Düşünce
çağrışımları, doktorun parmak basması gereken çözüm noktalarıdır. Doktorun
görevi, hastadaki direnci
kırmak, hatırlatma yöntemiyle düşünce çağrışımlarını sağlamaktır. Hastanın
bilincine çıkacak düşünceler
aracılığıyla unutulmuş anı, kolaylıkla bulunup meydana çıkarılır.
2- İkinci yol, düşlerin (rüya) yorumlanması yoludur. Düşlerimiz, çocukluk
dünyalarımızı yaşatmaktadır.
Çocukluğumuzun bütün özellikleri, istekleri, artık işimize yaramayacak olan
bütün ilgileri düşlerimizde
yaşamaya devam etmektedir. Düşlerin kaynağı bilinçaltıdır. Düşler, özellikle
cinsel kompleksleri bilince
çıkarırken bir çeşit simgeler (semboller) kullanırlar: Psikanalizci doktor
bu simgeleri kolaylıkla çözerek
gerçek nedeni bulabilir.
3- Üçüncü yol, insanların her gün başlarına gelen birtakım yanılmaları,
sürçmeleri yorumlamaktır. Sağlam
insanlar bile birtakım adları unuturlar, bir yazıyı okurken dilleri sürçer,
bir şeyler kırıp dökerler,
öteberilerini yitirirler. Psikanaliz bilmeyenlerin yorgunluk, dalgınlık,
rastlantı (tesadüf) dedikleri bütün bu
yanılmalar, sürçmeler, beceriksizlikler psikanalizci için çok önemli
ipuçlarıdır. Tespih ya da bir zincirle
oynamak, ikide bir öksürmek, bir şeyler mırıldanmak, parmakları çıtlatmak
gibi sayısız belirtilerden her
birinin önemli bir nedeni vardır. Bütün bunların kaynakları, itilmiş
isteklerdir. Yaşayan insan ruhunda
rastlantı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.
Hastalıklarının nedeni bulunan hastaların çoğu, artık doktorun yardımı
olmaksızın da iyileşebilirler. Neden
bilindikten sonra geriye onu bir düzene sokmak kalmaktadır. Bilinçaltından
bilince çıkarılan, aydınlatılan nedenin
giderilmesinde de üç yol vardır:
1- Kimi hastalar bu isteklerini baskı altında tutmakla sağlıkları için
gerektiği gibi davranmamış olduklarını
anlarlar, isteklerinin giderilmesi yolunu ararlar.
2- Kimi hastalar isteklerini daha yüksek bir amaca çevirirler. Aşırı
sofuluğa düşmüş kadınlar bunlara en iyi
bir örnektir. Freud, isteklerin böylece yüksek bir amaca çevrilmelerine, la
sublimation du desir adını
veriyor.
3- Kimi hastalar da bu isteklerinin uygunsuzluğunu daha açık görerek
baskının yetersiz direnci yerine,
aydınlık düşüncelerini koyarak isteklerinden kurtulabilirler.
Freud, beş konferansından sonuncusunu hekimce bir sonuca bağlayarak
bitirmektedir: Yapımızdaki
hayvanlığı büsbütün küçümsememeliyiz. Sağlığımız için itilmiş
eğilimlerimizden kimilerini
gerçekleştirmemiz gerekir. Günümüz uygarlığı birçok kişileri gereksiz yere
baskı altında tutmaktadır.
Yüksek amaçlara çevrilmeler (la sublimation) her zaman yetmez. Bir makineye
verilen ısının tümü nasıl
güce çevrilemezse, eğilimlerimizin tümü de yüksek amaçlara çevrilemezler.
Her gün yemi biraz eksiltilen
atın sonunda neden öldüğüne şaşanlara diyeceğim ki: Bu at açlıktan ölmüştür.
Freud öğretisi, gerçekte, metafizik tekyanlılığın bütün yanılgılarını taşır.
Ruhsal tedirginlikleri ya da
hastalıkları tek nedene; cinsel isteklerin doyurulmamış olması nedenine
bağlar. İnsanda tanıtlanmamış bir
bilinçaltı ve gene tanıtlanmamış olarak gerçeğin bu bilinçaltında gizlenmiş
bulunduğunu varsayar.
Bilincin bilinçsizlikle yönetildiğini ilerisürer. Freud'e göre ruhsal olan
temel, fiziksel ya da somatik
(bedensel) olan ikincildir.
Oysa gerçek bunun tam tersidir, ruhsal olan
özgül bir ilke değil, özdeğin
gelişmesinin bir ürünüdür. Freud, ansal (zihni) faaliyetin nesnel
yöntemlerle incelenebileceğini yadsımış ve
öznel bir kuram geliştirmiştir. Ansal faaliyeti, onu meydana getiren nesnel
ve özdeksel koşullardan
ayırmıştır. Freud'e göre, tüm ansal faaliyet ve toplumsal faaliyet
bilinçsizliğin ürünüdür ve cinsel
güdülerle yönetilir. Demek ki bilim, sanat, tarihsel olaylar, teksözle her
şey bilinçsizlikle ve bilinçdışı
bölgede iş gören cinsel güdülerle yapılmıştır. Fröydcülük, özellikle
psikanaliz tekniğinde, çağrışımlardan
medet uman ve tahminlerle iş görmeye çalışan öznel ve bilimdışı bir
yöntemdir. Bertrand Russell, The
Scientific Outlook adlı yapıtının Ruhbilimde Teknik başlığını taşıyan
bölümünde şöyle der: Psikanaliz, bir
ruhbilim kuramı olarak, genellikle bilinçdışı kimi isteklerin açığa
vurulmasından ibarettir. Bu istekler
özellikle düşlerde, akıllıca olmayan kuruntularda, hatta sözde akıllıca olan
iş hayatımızın az ussal yanlarının
hepsinde birtakım inançlar meydana getirir. Bir sağaltım (tedavi) yöntemi
olarak göz önüne alınan psikanaliz, inanç
kaynağı olarak, kişisel istekler yerine kişisel olmayan istekler getirmek
amacını güden bir tekniktir, hele kişisel
istekler onlardan esinlenen kimseyi toplumsal ve genel istekle çatıştıracak
kadar egemen olursa... Topluma uyma
aklı başında olmaya alamet ise, bizzat Freud'ü aklı başında saymamak
gerekiyor.
AŞAĞILIK DUYGUSU.
Bir başka doktor, Avusturyalı Alfred Adlere (1870-1937)
göre, insan olmak, aşağılık
duygusu duymak demektir. Aşağılık duygusu, soydan gelen organ
yetersizliklerinden doğar. Oysa insanın
davranışlarını belirleyen, Freud'ün zannettiği gibi haz isteği değil, üstün
olma isteğidir. Freud'ün savunduğu
cinsellik güdüsü, insanın üstün olma isteğinin çeşitli belirtilerinden
sadece biridir. İnsan, yaşadığı sürece, her an,
öz varlığını değerlendirmek ve aşmak isteğiyle davranır.
Haz duygusu,
gerçekte, üstünlük tutkusunun
giderilmesinden başka bir şey değildir. Üstünlük tutkusunu yaratan da
aşağılık duygusudur (kompleks denferyorite), bu duygu, insanı üstünlüğe doğru iter. İnsanlık tarihi,
aşağılık duygusunu gidermek için yapılan
davranışların tarihidir. Canlı madde faaliyete başladığı günden beri daima
aşağı durumdan daha üstün bir duruma
ulaşmak yolunu aramıştır. Oluş kavramıyla özetlediğimiz şey işte bu
harekettir. İnsan vücudu belli bir biçimde güvenlik ilkesine göre meydana gelmiştir. Hırpalanmış bir organ
kendiliğinden özümleyici bir enerji yaratır. Sürekli
olarak ilerleyen uygarlık da bu güvenlik duygusunu sürekli bir aşağılık
duygusuyla bize gösterir. Bu duygu, insanı,
daha büyük bir güvenliğe ulaştırmak için sürekli olarak dürter....
Her iki hekimin de demek istediği şudur: İster cinsellik olsun, ister
aşağılık, bizi duygular yönetiyor. Doğayı ve
toplumu bir yana bırakın; ister dışı olsun, ister içi, bilincinizi eğitin.
Ya bilim?..
BİLİMİ DE BIRAKIN.
Bunu söylemek için de bir ruhçu gerek. Fransız idealisti Henri Bergson (1859-1941),
metafiziğin bu dileğini şu sözlerle dilegetiriyor: Bize doğayı kavratacak
sezgi'den (Os. Hads, Fr. Intuition) başka
hiçbir yol yoktur.
Bergson'a göre sezgi, gerçeği bilme yetisidir. Gerçeği doğrudan doğruya
kavratacak sezgi'den başka hiçbir yol
yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doğa değil, ruhsal doğa, eşdeyişle ruhsal
yaşam ve teksözle yaşam (Os. Hayat, Fr.
La vie)'dır.
Yaşam, evrenin kuruluşuyla başlamıştır ve özdeğin tüm
engellerine karşın yolunu açarak, onun
durgunluğunu altedip kimi yerde onu kımıldatarak akıp gitmektedir. Bu
kesintisiz, bölümsüz ve sürekli akışa
Bergson süre (Os. Müddet, Fr. Duree) demektedir. İşte bu süre'nin bilgisini
kavramak için bu süreyle birlikte
yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne
de bilim gerçekleştirebilir. Çünkü us
ve bilim sinematografik olarak çalışırlar.
Bergson'a göre ussal ve bilimsel
bilgi sinematografiktir. Bir film, ard arda
dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur. Us ve bilim, filmin akışını
durdurarak bu resimleri tek tek
incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar. Ne var ki akışın bizzat
kendisini, eşdeyişle yaşamı hiçbir zaman
kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece, durgun ve bölünebilir olan
özdek üstünde bilgi edinebilirler, yaşam
üstünde bilgi edinemezler (Bergson, geleneksel ruh ve özdek karşıtlığı
yerine, aynı şey olduğu kolaylıkla
anlaşılmakla beraber, terim değiştirerek yaşam ve özdek karşıtlığını
koymaktadır). Bergson, bölümsüz olan süre
tasarımını tanıtlamak için, bütün yapıtlarında niceliğe karşı niteliği,
çokluğa karşı yeğinliği, uzaya karşı zamanı
savunur. Ona göre, evrendeki her değişme, bir sayı çoğalması değil bir
yeğinlik (şiddet) artışıdır. Les donnees
immediates de la Conscience (Bilincin Araçsız Verileri, Paris 1889) adlı
yapıtının önsözünde şöyle der: Amacımız,
deterministlerle endeterministler arasındaki tüm tartışmaların nitelikle
niceliği birbirine karıştırmaktan ilerigeldiğini
göstermeye çalışmaktır.
Bergson'a göre nicelik bölümlü, nitelikse
bölümsüzdür, bundan ötürü de süre'ye uygundur,
şöyle der: Gerçek süre, nitelikseldir (İbid). La pensee et le mouvant
(Düşünce ve Devingen, Paris 1934) adlı
yapıtında da şöyle der: Biz her değişikliği, her devimi kesinlikle bölünmez
olarak tasarlıyoruz (İbid, İkinci
konferans). Bergson'a göre zaman, uzay gibi özdeksel değildir. Uzay özdekseldir, çünkü özdeksiz uzay ve uzaysız
özdek (eşdeyişle, yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamanı bölen,
parçalayan, onu aylara ve yıllara ayıran us ve
bilimdir. Us ve bilim, zamanı uzaya bağlamakla (örneğin ay ayın, yıl
dünyanın uzayda yer değiştirmesidir) onu
özdekleştirmektedir.
Demek ki us ve bilim, hiçbir şeyi özdekleştirmeden inceleyemiyor. Yaşamsal
akışın, eşdeyişle süre'nin
kavranmasıysa özdekleştirilmeden gerçekleşmelidir, çünkü gerçek süre, daima
zaman adı verilmiş olan
şeydir (İbid). Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgi'dir. Bergson'a göre
sezgi, kendi bilincine varmış
içgüdüdür. Şöyle der: İçgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını
çözerdik. Bilinç, içgüdüde içkindir ve
ruhsaldır. Bundan ötürü de ruhsal yaşam akışını sadece o kavrayabilir.
Bergson, L'Energie Spirituelle (Ruhsal
Güç, Paris 1920) adlı yapıtında, ruhun ölümsüzlüğünü savunurken şöyle der:
Bizler, örgenliği aşan bir bilinç
düşüncesine ne kadar alışırsak ruhun bedenden sonra yaşamasını da o kadar
doğal buluruz. Şüphesiz, insan
bilincinde, onun beynine kaydedilmiş şeylerden başka hiçbir şey
bulunmasaydı, bilincin bedenin alınyazısını
izlediğini ve onunla birlikte ölüpgittiğini kabul edebilirdik.
Ne var ki
bilinç, beyinle aynı şey değildir. Olguları, her
sistemden bağımsız olarak gözden geçirirsek bilinçsel yaşamın beyinsel
yaşamdan çok daha geniş olduğunu
kolaylıkla görürüz. Bu halde de ruhun bedenin ölümünden sonra yaşamını
sürdürmesi gerçeği o kadar basitleşir ki,
kanıtlama yükümlülüğü, bizden çok, bu gerçeği yadsıyanlara düşer. Çünkü
ölümden sonra bilincin de yok olup
gideceği hakkında tek kanıt, bedenin ölümle çürüyüp dağıldığını görmektir.
Bu kanıtınsa, bilincin bedenden
bağımsızlığı anlaşılınca, hiçbir değeri kalmaz. Bergson, özdeksel olan her
şeyi ruhsal olana indirgemek istediği
gibi, tüm bilimleri de ruhbilime indirgemek ister, şöyle der: Kendi kendime
arasıra sorup durmuşumdur: Çağdaş
bilim, mekaniğin, astronominin, fiziğin ve kimyanın doğrultusuna yönelmek
için matematikten işe başlayacağına ve
tüm çabalarını özdeğin incelenmesi üzerine toplayacağına, ruhu gözönünde
tutmakla işe başlamış olsaydı; örneğin
Kepler, Galile, Newton birer ruhbilimci olsaydılar ne olurdu? Şüphesiz,
hakkında bugün hiçbir tasarıma sahib
olamayacağımız kadar üstün bir ruhbilimimiz olurdu (İbid).
Bergson, sezgi'yi
şöyle tanımlamaktadır: Gerçeği
saltık ya da saltığı gerçek olarak kavramaya sezgi diyorum. Tüm
idealistlerde olduğu gibi Bergson'da da saltık ve
gerçek kavramları anlamdaştır.
Bergson'un yaptığı, Elealılardan beri sürüpgelen bu geleneksel idealist savı
yinelemekten ibarettir. Bergson'a göre
evrim de nitelikseldir, niceliksel birikimlerin niteliksel değişimlere
dönüşümü değildir. Çünkü böyle olsaydı
kesintili, eşdeyişle bölümlü olurdu ve sürüpgitmezdi (eşdeyişle, süredışı
kalırdı). Evrim sadece niteliksel olunca
yaratıcı olması, her an kendi kendini yaratarak yenilemesi, yetkinleştirmesi
gerekir.
Yaratıcı Evrim (Evolution
Creatrice, Paris 1906) adlı yapıtında bu yaratıcılığın yaşam atılımı (Os.
Hamlei hayat, Fr. Elan vital)'yla
gerçekleştiğini ilerisürer. Böylece' araya bir de yaratıcı (Tanrı)
yerleştirmekle Bergson, felsefesel dizgesini
tamamlamaktadır. Görünüm şudur: Ruhsal bir yaratıcının yönetiminde ruhsal
bir evren. Bütün dinler de,
yüzyıllardan beri, bunu söylemektedirler. Böyle olunca Bergsoncu
sezgiciliğin Papalık Katolikliğinden
hiçbir farkı kalmamaktadır. Bergson, özdek'ten, yellerin akışına engel olan
kocaman dağlar gibi, durgun, yerinden
kıpırdamaz, hantal bir şeyi anlamaktadır. Açıkça görüldüğü gibi idealizm,
istediği kadar terim ve tasarım
değiştirsin, Platon'dan kalma terim ve tasarımlarını değiştiremiyor.
Platon'undan Bergson'una kadar yüzyıllardan
beri söyledikleri şeyler, hep aynı şeylerdir. İdealizmin tüm tasarımları
gibi Bergson'un tasarımları da usaaykırı ve
bilimdışıdır.
Kaldı ki Bergson, açıkça, sezgi çekiminde başarıya ulaşmak
için bilime sırt çevirmek gerektiğini
savunmakta ve bilimsel bilgiyi sınırdışı bırakmaktadır. Evreni kendi
sezgisiyle anlamlandıran mistik sezgicilik,
zorunlu olarak tekbenciliğe (solipsizm) varır. Kişisel sezgiyi, örneğin
Bergson'un sezgisini, saltık ve gerçek bilim
saymak gerekir ki bu da, ya başka bilgileri yadsımak ya da herkesin kendi
sezgisine göre sayısız bilgileri olduğunu
kabul etmek sonucunu doğurur. Bu sonuç, bilimsel bilginin nesnelliği
gerçeğine karşıdır. Bundan başka, sadece
nicesel değişiklikleri kabul eden vülger evrimciler gibi, sadece nitesel
değişiklikleri kabul eden yaratıcı evrimeilerin
de yanlış yolda bulundukları bilimsel olarak tanıtlanmıştır. Evrim, ne
sadece nicesel ne de sadece nitesel olmayıp,
nicesel değişmelerin nitesel değişmeleri gerektirdiği bir süreçtir.
Bergson'un yaşam atılımları adını verdiği olay,
nicesel birikimler sonunda çelişmelerin çözümünden başka bir şey değildir ve
ruhsal değil, özdeksel doğada her an
olagelmektedir.
Görüldüğü gibi, Bergson bilimsel bilgiyi tümüyle safdışı bırakmaktadır.
Doğayı bırakın, toplumu bırakın, bilimi bırakın. Sonra?..
KEYFİNİZE BAKIN.
İngiliz faydacılığının, her olguyu işe yararlığa' göre
değerlendiren işadamları ülkesi
Amerika'da pragmacılığı (pragmatisme, kılgıcılık, uygulayıcılık) doğurması
kolaylıkla anlaşılır bir olaydır.
Amerikan filozofu Wiliam James (1842-1910), gerçekte, pragmacılıkla Amerikan
endüstrisinin felsefesini
kurmuştur. Felsefenin adı Yunanca, eylem (action) anlamına gelen pragma
sözcüğünden yapılmıştır ki, İngilizce
practice, Fransızca pratique sözcükleri de ondan gelmektedir. Bu sözcüğü
felsefeye ilk olarak 1878'de Charles
Peirce sokmuştur. William James, yapıtının önsözünde, pragmacılık adı için,
onu böyle adlandırıyorlar; gerçi ad
hoşuma gitmiyor ama, değiştirmek için artık çok geç diyor.
James'in Pragmacılık yapıtı, 1908 yılında Boston'da Lowel Ensütüsü'nde, 1907
yılında New York'ta Colombia
Üniversitesi'nde verdiği konferanslardan meydana gelmiştir. William James
1842 yılında New York'ta doğmuş,
altmış sekiz yıllık bir yaşayıştan sonra, 1910 yılında ölmüştür. Ünlü
Amerikan filozofu Henry James'in oğludur.
1869 yılında Harward Üniversitesi'nden tıp doktoru olarak çıkmıştı. 1876
yılında Harward Koleji'ne fizyoloji
doçenti, 1885 yılında da felsefe profesörü oldu. Tecrübe Felsefesi,
İnsanlığın Ölmezliği, Dinde Tecrübecilik,
Psikolojinin İlkeleri gibi birçok yapıtlar yayınladı. Pragmacılık adlı
yapıtını faydacı Mill'e şu sözlerle armağan
etmektedir: Zihnin pragmatik açıklığını ilk olarak kendisinden öğrendiğim,
yaşamış olsaydı liderimiz olacağını
düşünmekten zevk duyduğum John Stuart Mill'in anısına....
Pragmacılık, James'in deyişine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metot,
düşünceyi doğurduğu eyleme göre ölçen
bir metottur. Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly dergisinde
yayımladığı Fikirlerimizi Aydınlığa
Kavuşturmanın Yolu, başlıklı yazısında şöyle diyordu: Bir düşüncenin
anlamını açıklamak için onun hangi
davranışı doğurduğunu bilmek gerekir. İşte o davranış, o eylem bizim için
düşüncenin ta kendisidir. William
James, yirmi yıl sonra, kimsenin üstünde durmadığı bu sözü bulup ortaya
çıkarmış, felsefesini bu söze dayamıştır.
Pragmatik metotta yeni hiçbir şey yoktur, diyor William James, Sokrates onun
ustasıydı. Aristo, metodik olarak
onu kullanmıştı. Locke, Hume, Berkeley onun araçlarını kullanarak gerçeğe
yararlı oldular. Oysa pragmacılığın bu
öncüleri onu ancak parçalar halinde kullandılar. Onlar sadece giriş
yapmışlardı. Pragmacılık metodu günümüze
gelinceye kadar genelleşmemişti, evrensel bir görevin bilincine varamamıştı.
Ben bu göreve inanıyorum,konuşmalarımın sonunda size de bu inancı aşılayabileceğimi sanıyorum.
Kimyacı Leipzigli Ostwald bana şöyle yazıyor: Bütün gerçeklikler pratiğimizi
etkilendirirler. Şu ya da bu almaş
(alternative) doğru olsaydı, dünya hangi alanlarda başkalaşırdı? Eğer hiçbir
başkalık bulunamazsa o zaman almaşın
da hiçbir anlamı yok demektir.
Herhangi bir yerde bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım (difference)
hiçbir yerde var olamaz. Felsefenin bütün
görevi, bu dünya formülü ya da şu dünya formülünün doğru olmasının
hayatımızın belli anlarında üzerimizde ne
gibi bir ayrım doğuracağını anlamak olmalıdır. Pragmatik metod, her şeyden
önce, başka türlü son verilemeyecek
olan metafizik tartışmaların yatıştırılması metodudur. Dünya tek midir, çok
mu? İşte birtakım kavramlar ki dünya
için doğru olmaları da mümkündür, olmamaları da. Bu çeşit kavramlar
üstündeki tartışmaların sonu gelmez.
Böyle
hallerde pragmatik metot, her kavramı, kendisinden, değer verilebilecek
pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle
yorumlamaya çalışır. Bu kavram, öteki kavramdan daha doğru olsaydı, herhangi
bir kimse için, pratik bakımdan ne
gibi bir ayrılık doğacaktı? Çıkarılan sonuçlarda pratik hiçbir ayrılık
yoksa, her iki düşünce de, pratik bakımdan,
aynı şeye karşılık olmaktadır. Şu halde tartışma yersizdir. Tartışma
yerindeyse, bunun ya da ötekinin doğruluğu
halinde pratik bir ayrılığı görebilmemiz gerekir.
Bunun kabacası şu demektir: Dünya, madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak?
Biri ya da öteki olması pratik bir
fayda sağlıyorsa, o zaman başımızın üstünde yeri var.
Nitekim William James, pragmacılık metodunu kullanarak ruhçuluğu
(spiritualisme) seçmektedir. Çünkü, diyor,
özdekçilik (maddecilik, materialisme) umut kırıcıdır; ruhçuluksa umut,
hoşlanma, yaşama isteği vericidir. Tanrıya
inanmak insanlar için faydalı bir eylemdir. Bu eylem insanlara, James'in
deyişiyle, töresel bir tatil yaptırır. Ölümlü
dünyadaki kötülüklerin Tanrıda yok olacağı düşüncesi, bizleri sorumluluk
kaygısından kurtarır. İyiliğin, sonunda,
nasıl olsa geleceğine güvenerek korkumuzu yenebiliriz. Dünya arabasını,
yürüdüğü yolda, keyfince gitmeye
bırakarak töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparız. İyi ama, gerçek bu
mudur, derseniz James'in karşılığı hazırdır:
Gerçek, pratik faydası olandır.
Pragmacılık, böylelikle, akılcı sistemlerle görgücü sistemler arasındaki
uzlaşmaz ayrılığı çözdüğü kanısındadır.
Aklın verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci kalabilecek, hem de
olgularla ilgilenebilecektir. Her
ikisinde de pratik fayda bulduğuna göre, bunları birbirinden ayırmayı
düşünmemektedir. Görgücüler Tanrı
düşüncesine, istedikleri kadar, teşekkür ederiz, kullanmıyoruz desinler,
pragmacı pratik fayda bulduğu sürece
onu kullanmakta devam edecektir.
Pragmacılara göre bir düşünce, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece
doğrudur. İyidir yerine doğrudur
diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü, inanç
alanında iyi olduğunu ispat eden her
şeyin adıdır.
Doğru olan, belirli sebepler dolayısıyla aynı zamanda iyidir.
Bizim için neye inanmak daha iyi olurdu,
dersek, bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun
karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha
iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olanla bizim
için daha doğru olan arasında hiçbir
başkalık (difference) yoktur. Pragmatik metot, doğru'yla iyi'yi
birleştirmektedir.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece,
pratik fayda sağladığı hallerde
doğrudur. Pragmacılar soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi
metotlarını uyguluyorlar. Onlara göre
doğru düşünce (a priori fikir), pratikte doğrulanabilen bir düşüncedir. Bir
düşüncenin gerçeği, ona yapışık,
hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek, düşüncenin başına gelen bir şeydir.
Bir düşünce, kafamızda dururken doğru
olamaz. Ancak doğru bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun
gerçekliği, geçer hale girmesiyle olur.
Sonsuz derecede faydalı ya da sonsuz derecede zararlı bir gerçeklikler
dünyasında yaşamaktayız. Doğru düşünce
bizler için önemlidir. Bir ormanda kaybolursanız, açlıktan ölmek üzere
bulunursanız, keçi yoluna benzer bir şey
görünce bu yolun sonunda insanların oturduğu bir evi düşünmeniz çok
önemlidir. Burada doğru düşünce faydalıdır,
çünkü konusu olan ev faydalıdır.
Doğru düşüncenin pratik değeri, bu
düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik
değerinden çıkmaktadır. Gerçekte bu nesneler her zaman için faydalı
olmayabilirler. Örneğin, keçi yolunun
sonundaki ev, boş bir evse, açlıktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir
faydası yoktur. Ama, her nesne bir gün,
bir zaman önem kazanabileceğinden, herhangi bir durumda doğrulanabilecek
(verification) bir genel düşünceler
stokunu elde bulundurmamız faydalıdır. Doğru sözcüğü doğrulama sürecini
harekete getiren bir düşüncenin, faydalı
sözcüğü onun deneyde tamamlanan görevinin adıdır.
Doğru düşünceler, faydalı
olmadıkça, değer belirten bir ad
kazanamazlar. Kuramla olgu, soyut düşünceyle işe yarar pratik arasındaki bu
birleşme, ölçüsüz derecede
bereketlidir.
Hakikat (gerçek) düşünürken bize faydası olan şeydir, nasıl ki hak da eylem
halinde bize faydası olan şeydir.
İnsanlar için gerekli olan, uygun olan iş görecek bir kuram bulmaktır. İşte
pragmacılık, bu kuramdır.
James'e göre: İnsanın evrendeki durumu kedinin kitaplıktaki durumu gibidir,
görür ve dinler, ama hiçbir şey
anlayamaz. Öyleyse insan için tek gerçeklik, uygulama alanında işine yarayan
gerçekliktir. Hıristiyanlık dini de
pek işe yarar bulunduğu, insanı ölüm korkusundan kurtardığı ve kötülüklerin
tanrısal düzeyde nasıl olsa yok
olacağını vaadederek birtakım yersiz kuşkulardan koruduğu için geçerlidir.
İnsan, hiçbir şey anlamaksızın içinde
bulunduğu ve duyusal tutkularla kavrulduğu bu dünyada çıkarına bakmalıdır.
Pragmacılığa göre her düşünce,
yaşayışımız için elverişli olduğu sürece doğrudur.
Doğru sözcüğü doğrulama
sürecini harekete getiren bir
düşüncenin, yarar sözcüğü de onun deneyde tamamlanan görevinin adıdır: Doğru
düşünceler yararlı olmadıkça
değer belirten bir ad kazanamazlar. Pragmacılar dünyanın nesnel gerçekliğine
gözlerini kapamışlardır. Gerçek,
kendi yararımıza göre belirmekle, özneldir. Bu bakımdan pragmacılık
tekbenciliğe (solipsizm) varmaktadır.
Her şey
ben'im ve her şey benim içindir. Bu kanıysa pek açık olarak saçma bir
kanıdır. Bilinemezci yönleri de bilgiyi
yadsımakla eylemsel uygulamayı köksüz bırakmaktadır. Uygulama, bilgisizliği
değil, tam tersine bilgiyi gerektirir.
İnsan eylemi etkili olabilmek için nesnel yasaların bilgisine dayanmak
zorundadır. Bundan başka gerçeği
yararlılıkta bulan pragmatizm, her türlü zorbalığın savunucusudur. Bilgiye
sırt çevirmekle bilime de karşı çıkan
pragmacılık, düşünsel ve uygusal eylemi günlük çıkarlara bağlamakla
çağımızın mızmız felsefelerinin en sudan
örneklerinden biridir.
OLMAK YA DA OLMAMAK.
XVi'ncı yüzyılda William Shakespeare, ünlü
trajedyasında prens Hamlet'in
ağzından şöyle diyordu: Olmak ya da olmamak... İşte sorun. XX'nci yüzyılın
Hamlet'leri yok mu sanırsınız?
Ama onlar Danimarka'lı Hamlet kadar saf ve açık yürekli değiller, lakırdıyı
bir hayli döndürüp dolaştıracaklar.
XX'nci yüzyıl idealizmi Amerika'da işe yarayan bir kuram ilerisürerken
Avrupa'da da hiçbir işe yaramayan bir
kuram geliştirilmektedir. Bu kuram, varoluşçuluk (egzistansiyalizm)'tur.
Öznel düşünceci, tekbenci, usaaykırıcı,
bilime karşı ve bilimdışı niteliklerle bezenen bu sözde öğreti anamalcı
üretim düzeninin büyük bunalım yıllarında
(1930'larda) bu bunalımın bulanık kafalarda yansımasından meydana gelmiştir.
Ekonomik bunalımın çaresizliği
içinde çırpınan küçük burjuva aydınları, Danimarka'lı gizemci Soeren Aabye
Kierkegaard (1813-1855)'ın dinsel
gizemsel varsayımlarına yapışmışlar ve bu abuksabukluklardan elbirliğiyle
bir moda felsefe oluşturmaya
çalışmışlardır. Dünya gençliğinin bir bölümü, bilgisizlikleri (yüzeyselin
altındaki gerçekleri görememeleri)
yüzünden bu modaya kapılmışlardır. Bundan ötürü de dünyanın hemen her
yerinde, sözde kendi kendilerini
varlaştıran genç hipi'ler türemiştir. Hipi (İng. Hippy)'ler varlıklarını,
topluma başkaldırmak ve her türlü değeri hiçe
saymakla, oluşturdukları kanısındadırlar. Kullandıkları uyuşturucu maddeler
de bu oluşmanın başyardımcılarıdır.
Böylesine somut ürünler de veren varoluşçuluk, Avrupa'nın birçok küçük
burjuva düşünürünce elbirliğiyle
oluşturulmuştur. Varoluşçuluğun sözüm ona düşünsel temelinde, Kierkegaard'ın
ermişliğiyle birlikte Nietzsche'nin
delice sabuklamaları, Husserl'in olaybilimi, Dilthey'in yaşam felsefesi ve
hatta ozan Rilke'nin düşsel dizeleri yatar.
Kendilerine sorarsanız Sokrates, Augustinus, Pascal, Main de Birand ve hatta
Descartes vb. da varoluşçuluğun
temellerini atanlardandır. Varoluşçuluk deyimi, ilk kez, 1929 yılında
yenikantçı Alman düşünürü F. Heinemann
tarafından kullanılmıştır. Varoluşçuluk; Gabriel Marcel (1889-1973), Jaspers
(1883-1969), Nicolas Berdiaeff
(1879-1948), Lev Chestov (1866-1938), Martin Buber (1878-1965) taraflarından
tanrıcı bir düzeyde ve Martin
Heidegger (1889- ), Jean Paul Sartre (1905-1980), Albert Camus (1913-1960)
taraflarından da tanrısız bir düzeyde
oluşturulmuştur. Merleau Ponty, Simone de Beauvoir vb. gibi pek çok
izleyicileri de vardır.
Varoluşçuluk, ben'le
varoluş'un ayrılmazlığı düşüncesinden yola çıkar. Bunu yaparken de gizemci
bir Hıristiyan düşünürünü temel alır.
Gizemci Kierkegard'a göre insan, tanrı ve ne etse önleyemeyeceği ölümsel
hiçlik karşısında tirtir titreyen zavallı bir
yalnız yaratıktır. Özellikle tanrıtanımaz varoluşçular, bu varsayımdaki
tanrı korkusunu bir yana bırakıp ölüm
korkusu'na büyük önem verirler. Ölüm korkusuyla titreyen bu insan ne
olduğunu bilmiyor, sadece varolduğunu
biliyor. Demek ki ben'le varoluş özdeştir. Öyleyse bu bensel varoluş sorunu,
ölümsel hiçlik karşısında nasıl
konulmalıdır? Varoluşçular bu soruya şöyle karşılık verirler (Özellikle
Sartre'ın anlayışını dilegetiren aşağıdaki
parça Asım Bezirci'nin çevirisinden yararlanılarak özetlenmiştir): İnsan,
özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan
tek nesne insandır. İnsandan başka her nesnede yapış, varoluştan önce gelir.
Önce varolup, sonra kendini yapan
sadece insandır. Örneğin masa, bir masa düşüncesine göre varedilir. Neye
yarayacağı, nasıl olacağı önceden
düşünülerek yapılır, masanın özü varlaşmasından öncedir. Yalnız insandır ki
önce varlaşır, sonra özünü yaratır;
nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan varolmadan önce
tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce
hiçbir şey değildir. Ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de
kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır.
Salatalık salatalıklığını, eşek eşekliğini, tebeşir tebeşirliğini kendi
yapmaz ama, insan insanlığını kendi
yapar. Demek ki bu yapış, keyfe bağlı bir yapıştır. Öyleyse bu keyifsel
özgürlük de, ölümün ötesindeki hiçlik
karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varoluşçular, böyle
demiyorlar elbet. Descartes'ın cogito'sundan
yola çıktıklarını söylüyorlar, düşünüyorum, öyleyse varım (Fr. Je pense donc
je suis). Onlara göre bilincin
kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeğin var
olabilmesi içinse ortada mutlak bir
gerçeğin bulunması gerekir. Bu gerçek, insanın, bir aracıya başvurmaksızın
kendini anlaması, özünü bilmesi
gerçeğidir. İnsan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan,
kendi gerçeklerine varabilmek için
başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem varolması, hem de
kendini bilmesi için gereklidir. Oysa
gene de kendini yapan, sadece, insanın kendisidir. Başkalarının içinden
geçmesi, yaptığını değerlendirmek içindir.
Varoluşçuların bu düşünceleri, Descartes'dan yola çıktıkları halde,
Descartes'ın düşüncesine karşıdır.
İlkin, Descartes'ın ben'i, kendini yapan bir ben değil, düşünen bir bendir.
Düşünme, bilinç demek olduğuna göre, ben
tümüyle bilinçtir, keyfe göre davranmaz. İkinci olarak, Descartes'ın ben'i,
bizzat düşünmez, tersine, onda düşünen
bir şey vardır, bir bakıma kendi ben'inden ayrı ve bağımsız bir töz vardır;
düşünceler, kendisinin değil, bu tözün
düşünceleridir.
Varoluşçulara göre ilkin insan vardır. İnsan, önce dünyaya
gelir, varoluş, ondan sonra tanımlanıp
belirlenir. Kendini nasıl yaparsa öyledir. İnsan; bir hıyar değildir, bir
yosun değildir, geleceğe doğru bir atılıştır, bir
gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. İnsan özünü kendi
yaratır: Dünyaya atılarak, orada acı
çekerek, savaşarak... insan sorumludur. Varlık özden önce geldiğine göre,
insan ne olduğundan sorumludur. Özünü
kendisi tasarladığına göre sorumluluğunu da omuzlarına yüklenmesi gerekir.
Hem bu sorumluluğu sadece
kendisine karşı değildir, bütün insanlara karşıdır. Çünkü insan kendini
seçerken bütün insanları da seçmiş olur,
olmak istediğini yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlar.
İnsan evlenmekle, evlenmeyi bütün
insanlara salık vermiş olur, sadece kendini değil, bütün insanları da
bağlar. Yeşil güzeldir derken yeşilin bütün
sorumluluğunu da yüklenir. Bir gazeteye abone olurken artık o gazeteden
ötürü bütün insanlara karşı sorumludur,
çünkü o gazeteye abone olmak gerektiğini tasarlamıştır. Böylelikle insanın
sorumluluğu bütün çağına yayılır, bütün
evreni kucaklar. Bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksızdır.
Örneğin bir Fransız bir Afrika
olayından sorumludur, Lumumba'nın öldürülmesinden sorumludur.
Gelenekçiyse, Lumumba'yı öldüren gelenekçilik tasarısıdır, sorumludur.
Gelenekçi değilse, gelenekçiliği henüz
yok edemediğinden ötürü Lumumba öldürülmüştür, sorumludur. İnsan, bu
sorumluluğun bütün yükünü
omuzlarında taşımakla insanlaşır. Örneğin bir Hıristiyan sendikasına giren
bir İngiliz işçisi, alınyazısına katlanmayı
tasarlamakla, sadece kendisini değil, Çin'deki işçileri de bağlamış olur.
İnsan, kendini seçerken bütün insanları
seçtiği gibi, bütün insanları seçerken de kendini seçer, kendine karşı
sorumlu olunca bütün insanlara karşı da
sorumlu olur. Bunaltı, sorumluluğunu duymaktır. Öyleyse insan, bunaltıdır.
Sorumluluklarını maskeleyen bu
bunaltıyı azaltabilirler, gene de içleri rahat değildir.
Gerçekte, bağlanan,
sadece olmak istediği kimseyi değil, bir
yasa koyucusu olarak bütün insanlığı seçen kişi, sorumluluk duygusundan da,
onun sonucu olan bunaltıdan da
kurtulamaz. Çoğu kimseler yaptıklarının yalnız kendilerini bağladığına,
yalnız kendilerini sorumlu kıldığına
kendilerini inandırmaya çalışırlar, gene de bir türlü rahat edemezler. Çünkü
sorumluluk da, bunaltı da insanın
insanlığından gelmektedir, edimlerinin sonucudur. Bunaltı, insanı eylemden
ayırmaz, tersine, eyleme götürür,
eyleme zorlar. İnsan özgürdür. Hem sadece özgür de değildir, özgür olmak
zorundadır. Çünkü
yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün yaptıklarından,
tutkularından bile sorumludur.
Tutkular, kötü edimler için bir özür değildir. Çünkü yeryüzünde insana yol
gösterecek, kendisinden başka,
hiçbir şey yoktur. Çünkü her insan, kendisinden öncekileri canının istediği
gibi yorumlayabilir. İnsan
yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır, bırakılmışlık içindedir. İnsanın
yapacağı el değmemiş bir gelecek
vardır, insan insanın geleceğidir. Bunun içindir ki, insan insanı bulur.
İnsan, bir işaretin anlamı üzerinde
karar verirken tek başınadır, tek başına bırakıldığı içindir ki kendi
varlığını kendisi seçer. İnsan,
değerlerini kendi yaratır. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur,
hayata anlam veren yaşayan
insandır: Değer denilen şey, insanın seçtiği bu anlamdan başka bir şey
değildir. Genel bir ahlak yoktur.
Çünkü dünyada insana yol gösterecek bir işaret bulunmamaktadır. Bu
işaretlerin varlığına bir an için
inansak bile onları yorumlayan, taşıdıkları falanca anlamı seçen gene
bizleriz. Çünkü öğüt alacağı kimseyi
seçmekle insan kendini seçer. Varoluşçulara göre hiçbir genel ahlak size
yapacağınız şeyi söyleyemez, yapacağınız
şeye ancak siz karar verebilirsiniz. Bir işareti yorumlarken özgürsünüz,
dilediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. İşler,
onların nasıl olmasını kararlaştırırsanız öyle olacaktır. Gerçekte, oluşan
aşktan başka aşk, bu aşkta görülen
olanaktan başka olanak, kendini sanat yapıtında gösteren dehadan başka deha
yoktur. İnsanoğlu hayatına bağlanır,
orada kendi resmini çizer, bu resmin dışında hiçbir şey yoktur. İnsan, kendi
hayatından başka hiçbir şey değildir.
İnsan, erdemlerini kendi yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın
elindedir. Nitekim korkak her zaman
korkaklıktan kurtulabilir, kahraman her zaman kahramanlıktan çıkabilir.
Korkağın korkaklığı ciğerinin, böbreğinin
korkak oluşundan değil, kendini o duruma düşürmesinden gelir, edimleriyle
kendini bir korkak olarak kurmasından
gelir.
Bunun içindir ki korkak, korkaklığından sorumludur. İnsan ancak elinden
geleni yapabilir ama, yapmayı
tasarladığı her şey de elinden gelir, insan, ahlakını kendi seçer. Üstelik
bir ahlak seçmeden de edemez, içinde
bulunduğu koşulların ağır baskısı insanı bir ahlak seçmek zorunda bırakır.
İnsan, ahlakını seçerken kendi kendini
de kurmuş olur. Seçiş, sebepsiz değildir. Şu halde, şöyle ya da böyle bir
ahlakı seçişimizin belli bir sebebi vardır.
Bu sebep, duygularımızdan mı doğmaktadır? Hayır, diyor varoluşçular.
Duygularımızın başlı başına hiçbir anlamı
yoktur, duygularımız ancak hareketlerimizle, edimlerimizle anlam kazanırlar.
Harekete geçmemiş duygu hiçbir şey
değildir.
Başka bir deyimle duygu, yapılan hareketlerle meydana gelir.
Duygunun değeri edimlerden sonra ortaya
çıkar. Duygunun değerini ancak onu doğrulayan, belirleyen bir edimle, bir
hareketle tanımlayabiliriz. Harekete
geçmemiş, hareket halinde belirmemiş duygunun değeri olup olmadığı
bilinemez. Duygu, insana doğru yolu
göstermez. Bu demektir ki, ne bizi harekete getirecek gerçek durumunu
arayabiliriz, ne de hareketimizi sağlayacak
kuralları bir ahlaktan bekleyebiliriz. Seçişimizin sebebi duygularımız
değildir. Bu sebep, içgüdülerimizden mi
doğmaktadır? Hayır, diyor varoluşçular. Bütün insanlara özgü ortak bir öz,
on sekizinci yüzyıl düşünürlerinin
dediği gibi (değişmez bir insan tabiatı) yoktur.
Çünkü insanda varoluş,
özden önce gelir. İnsan önce vardır, sonra
şöyle ya da böyledir. Çünkü insan özünü kendi yaratır. İçgüdülere inanmak,
insandan önce varolan ortak bir öze
inanmak demektir. Varoluşçuluksa bunun tam tersini savunmaktadır. Bu sebep,
başkalarının hareketlerinden mi
doğmaktadır? Hayır, diyor varoluşçular. Gerçi insan kendini tanımak için
başkalarının içinden geçer, ama kendini
yapan sadece kendisidir. İnsan yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır.
Öğüt alacağı kimseyi seçmekle insan
kendini seçer. Örneğin çeşit çeşit keşiş var, bir keşişten öğüt almak
isteyen bir Hıristiyan öğüt alacağı keşişi
seçerken, almak istediği öğüdü de seçmiş olur. Varoluşçuluk, bunu bildiği
içindir ki; özgürsünüz, yolunuzu
kendiniz seçin, demektedir. Bu sebep, toplumdan mı doğmaktadır?
Hayır, diyor varoluşçular. Topluma güvenemeyiz. Çünkü özgürdür kişioğlu,
üstüne yaslanabileceği bir insan
tabiatı da yoktur. Toplumun nereye yöneleceği bilinmez. Bir de bakarsınız
biz öldükten sonra faşizmi kurmaya
kalkışırlar, bizim için bunca kötü olan faşizm, o zaman insancıl bir gerçek
haline gelir. Kaldı ki insan bir başına
bırakılmıştır, varoluşçuluğun çıkış yeri bireyin öznelliğidir. Putatapar bir
toplumda insan köle, derebeyi ya da işçi
olarak doğabilir. Bu insan için, toplumda da, değişmeyen bir zorunluluk
varsa o da şudur: Dünyada yaşamak, bir iş
görmek, başkaları arasında bulunmak, ölümlü olmak... İşte Fransız
varoluşçusu Sartre bunları söylemektedir.
Bilim
düşmanı Hitler'ci Profesör Heidegger de bilim, hiç de zorunlu değildir der.
Varoluş, bilimsel soyutlamalardan
kurtulmakla gerçekleşir. Gelişmemiş bir bilinç; kaygı, korku, kuşku,
tedirginlik vb. gibi insan kişiliğinin önsel
biçimleriyle gelişir ve insanın öznel varlığını meydana getirir. İnsan, her
an ölümle karşı karşıya olduğunu
duymalıdır. Çünkü ancak böylelikle bilimden, amaçlardan, ideallerden vb.
(Heidegger bunlara varlığın putları der)
kurtulur ve her anının değerini bilir. Bir başka bilim düşmanı varoluşçu
Profesör Karl Jaspers'e göre, ağır
hastalıklar, büyük suçlar, ölüm tehlikesi vb. gibi varoluşa çarpan olaylar
sınır durum (Grenzsituation)'dur. İnsanın
kafası bu sınıra çarpmakla bilimden kurtulur ve bilimin boşluğunu anlar.
İnsan, sınır durumda varoluşunu bir
başarısızlık olarak yaşar (Bundan ötürü Jaspers'in anlayışına başarısızlık
felsefesi Fr. Philosophie de l'echec de
denir).
Ama sınır durumdaki bu başarısızlık şu başarıyı sağlar: Varlık,
başarısızlıkta kanıtlanır (Fr. Dans l'echec,
faire l'epreuve de l'Etre). Daha açık bir deyişle, kişi, varoluşuna bu
başarısızlıkla kavuşur. Jaspers şöyle der: Sınır
durumları yaşamak ve varolmak aynı şeydir.
Jaspers'e göre, temel sınır durum, kişinin bizzat kendi varoluşudur. Peki,
kişi kendi varoluşunu kendi yaptığına
göre kendi yaptığı varoluş kendisi için nasıl sınır durum oluyor? Jaspers,
bu soruya yapraklar dolusu söz oyunuyla
karşılık verir. Jaspers'e göre, kişinin her an yorumlamak zorunda bulunduğu
tek şey varlığın şifresi (Al. Chiffre für
das Sein)'dir. Kişi, ancak bununla bilgi edinir, nesnel dünyayı algılayarak
değil. Peki, bu bilgiyle nereye varır?
Jaspers bunu söylemese de kestirmek güç değil. Ama söylüyor: Aşkın kendinde
varlık (Al. Das transzendentale
Ansich Sein)'a ki bu da tanrı deneyi demektir. Doğrudur, şifre çözmekle
varılacak yer tam burasıdır. Jaspers,
ölmeden önce, soğuk savaşın bir sınır durum olması dolayısıyla kültürel bir
değer taşıdığını savunacak kadar
bilimdışılığa düşmüştür. Katolik Profesör Gabriel Marcel'e göre varoluşsal
yaşam, tanrıyı kavramak için gereklidir.
Kişi ancak varoluşuyla tanrısına ulaşır vb. Albert Camus'nün varoluşçuluğu
da saçmacılık adıyla anılır. Öteki
varoluşçular da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişler, aynı usaaykırı ve
bilimdışı öznelciliği izlemişlerdir. İçlerinde
Sartre ve Maurice Merleau Ponty (1908-l961) gibi varoluşçuluğu Marksçılıkla
birleştirmek gülünçlüğüne kalkanlar
da vardır. Varoluşçu özgürlük ve sorumluluk anlayışları Sartre, Camus,
Simone de Beauvoir gibi varoluşçuları
ilerici davranışlara da yöneltmiştir; ne var ki bu davranışlar, tüm
metafizikçi ve idealistlerin davranışları gibi
tutarsızdır, bilimsel içerikten yoksundur. Çünkü bizzat insanı toplumsal
koşullardan yoksun bırakmakla tarihe ters
düşmüş bulunmaktadırlar. Çağdaş düşünceleri inceleyen bilimsel yapıtlarda
varoluşçuluk, usa karşı felsefe
deyimiyle nitelenir ve onun özellikle burjuva bireyciliğinin kokuşmuşluğunu
yansıttığı vurgulanır.
Bundan başka
varoluşçuluk, sömürü toplumlarındaki sınıfsal savaşımı, tüm topluma karşı
savaşıma dönüştürüp yozlaştırarak el
altından anamalcılığın hizmetine de girer. Varoluşçuluk, görüldüğü gibi,
nesnel varlığı insansal varlığa, insansal
varlığı kişisel varlığa, kişisel varlığı da kişisel düşünceye indirgemekte
ve zorunlu olarak idealizme varmaktadır. Bu
idealizm, Alman düşünürü Fichte'ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heideggere
göre, evren, ancak içinde insansal
varlık bulunduğu oranda vardır. Öyleyse insanın dünya üstünde belirmesinden
önce dünya da yoktu Kaldı ki bu
dünya, varoluşçuluğa göre, insan türünün varlığıyla değil tek tek insanların
kişisel düşünceleriyle varlaşmaktadır.
Bu sonuç da varoluşçuluğu kaçınılmaz olarak tekbenciliğe (solipsizm) götürür
ve kendimden başka hiçbir şey
yoktur saçmasına vardırır.
Nitekim varoluşçuluğa göre evren, insan'a karşıdır, mantıksal olarak
anlaşılmazdır ve ölüm gibi fizikötesi bir
anlaşılmazlıkla son bulmaktadır. Varoluşçu Jaspers'e göre, felsefe yapmak,
ölmesini öğrenmektir.
Varoluşçuluğun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediği bunalım,
gerçekte bu ölüm korkusunun sonucudur.
Bu korkuysa insanı ancak kişisel çıkarlarının ve yaşamının eylemine
itebilir, başkaca hiçbir olumlu toplumsal ya da
bilimsel eyleme itemez. Varoluşçuluk, her bakımdan, tipik bir idealist
öğretidir.
Varoluşçuluğa 'göre insan,
kendisini nasıl yaparsa öyle olur, eşdeyişle çiftçi çiftçi olmak istediği
için ya da çiftçice düşündüğü için çiftçi
olmuştur. Bilim, bu varsayımın tam tersini tanıtlamaktadır; çiftçi çiftçi
olduğu için çiftçice düşünür, çiftçice
düşündüğü için çiftçi olmuş değildir. İnsan, kendisini nasıl isterse öyle
yapamaz, karmaşık dış ve iç koşulların
zorunluğuna bağlıdır. İnsanın özgürlüğü bu zorunluğun bilgisine erişerek
zorunluğun doğrultusunda gerçekleşir.
İnsan, özgürlüğünü varoluşçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatışmaya
girer. Nitekim varoluşçular da
topluma karşı çıkmakta ve toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını
ilerisürmektedirler. Oysa insan,
toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusuyla titremekten
başka yapacağı hiçbir şey kalmaz.
Kaldı ki insanı toplumdan ayırarak bir başına ele almak, onu, metafizik
anlayışa uygun olarak soyutlamaktır.
Varoluşçuluk, hangi bakımdan ele alınırsa alınsın, metafizik alanda boy
gösteren bir öğreti olmaktan
kaçınamamaktadır. Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği, kişisel tedirginliği, bu
tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye
çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu
istekse, toplumsal bir anarşi doğurarak
kişisel tedirginliği büsbütün artırmaktan başka hiçbir sonuç sağlayamaz.
SAÇMA.
Varoluşçuluk idealizmi, giderek,
varlığı büsbütün yadsımaya varmaktadır. Bunu da, bir başka düşünür Albert
Camus (1913-1960) ilerisürüyor.
Camus'ye göre, insan için evren saçmadır, uyumsuzdur, akla aykırıdır,
bilinemezdir (absurdite de l'existence).
Bu
uyumsuzluğu görmeniz için de gözlerinizi açmanız ve aklınızı kullanmanız
yeter. Bilim yoluyla olguları kavrayıp
sayabilirsiniz ama, evreni kavrayamazsınız. İşte ağaç, sertliğini
duyuyorsunuz; işte su, tadını alıyorsunuz; işte yel,
sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasınız. Bilim, giderek, size,
elektronların bir çekirdek çevresinde
toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz edecektir. Bu, bir
varsayımdır. O zaman dönüp dolaşıp süre
geldiğinizi ve hiçbir şeyi bilemeyeceğinizi anlayacaksınız. Öyleyse nedendi
bu kadar çaba? Bir gece yarısı
yüreğinizin sorunsuz olduğu bir sırada, otların ve yıldızların kokusu bu
bilimin pek daha çoğunu öğretmemiş miydi
size?
Evren rasgeledir, boşunadır, hiçbir sağlamlığa dayanmamaktadır ve sizin için
ölümle bitmektedir. Bu aydınlığa
varan kişi, iki yol tutabilirdi: Kendini öldürmek ya da evrenin ötesini umut
etmek... Bu iki yoldan birini ya da ötekini tutanlar olmuştur.
Oysa bu iki yol da uyumsuzdur, saçmadır, akla aykırıdır. Asla
bilinemeyecek olanın umuduyla bilinenin kendini yadsıması uyumsuzluğun ta
kendisidir. Bu gerçeği daha iyi anlayabilmek için uyumsuzu tanımlamak
gerekiyor: Uyumsuz, bir kıyaslamadır. Bir başka deyişle, uyumsuz,
kıyaslananların ne birinde ne de ötekindedir, her ikisinin
karşılaşmasındadır. İnsan, kendi çerçevesi içinde uyumludur; dünya kendi
çerçevesi içinde uyumludur; uyumsuzluk, bu iki uyumlunun kıyaslanmasından
doğar. İnsan açıklık isteğindedir, karşısındakiyse bu açıklık isteğine
karşılık vermez, işte uyumsuzluk buradadır. Her şeyi bilmek isteyişimizin
karşısında aklımız güçsüzdür. Aklın beceremediğini becermeye kalkan ruh da
çelişmelerle saçmalamalar bulur sonunda. Karşımızda anlamını
kavrayamadığımız bir evren var. Gerçek şu ki, biz bu evreni tanımıyoruz.
Kesin bilgileriniz bizi çevreleyen duvarlarla sınırlıdır. Bu duvarların
dışında kocaman bir boşluk, bir akla aykırılık düzeni uzamaktadır.
Ölmek zorunluğu fizikötesi bir rezalettir. Deney ötesini gerçekleştirmekte
güçsüz, deneyin derinliklerine inmekte
yetersiz, başarısızlıklarla altüst olmuş insan sonunda bu, rezaletle rezil
olmak zorundadır. Bir tokatın iz bırakmaz
olduğu bu cansız bedenden ruh silinmiştir. İşte maceranın bu ilkel ve kesin
yanı, uyumsuzluk duygusunun özünü
meydana getirir. Bu kaderin ölümlü ışığı altında faydasızlık belirmiştir. Bu
durumumuzu buyrukları altında tutan
kanlı matematikler karşısında hiçbir töre, hiçbir çaba, deneye dayanmayan
bir düşünceyle haklı çıkârılamaz. Öteden
beri bilinen bu gerçeğin sonucu ilgilendiriyor Camus'yü. Karşılığını bulmaya
çalıştığı soru 'şudur: Öyleyse ne
yapmalıyız?
İsteyerek ölmeli miyiz, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeliyiz? Yukarda da
söylediğimiz gibi Camus, bu iki
yolu da uyumsuz bulmaktadır. Ağaçlar içinde bir ağaç, kediler içinde bir
kedi olsaydık sorun çözülmüş olurdu.
Çünkü o zaman biz de susan evrenin susan bir parçası sayılırdık. Oysa bizim
sesimiz var. Bilinçli aklımız bize bu
oyunu oynayan, insanlığımız bizi evrenin karşısına çıkaran. Bu
ayaklanışımız, boş bir gururun ürünü değildir. Bu
başdöndürücü çizgide durmasını bilmek, işte dürüstlük budur, gerisi
kaçamaktır.
Dünyanın uyumsuzluğu ondan umut ya da kendini öldürmeyle sıyrılıvermeyi
gerektirmez. İnsanın gerçek çabası,onun üstünde mümkün olduğu kadar çok kalmaya, onun acayip bitkilerini
incelemeye çalışmak olmalıdır.
Dünyaya bakıyoruz. Onu, yüzyıllardan beri, kendi verdiğimiz biçimlerle,
çizgilerle görmeye alışmışız. Bu
yapmacıklığı sürdürmeye gücümüzün yetmediği ya da bu oyunun artık bize
bıkkınlık verdiği bir anda bir ağacın, bir
taşın bize ne kadar uzak, bizden ne kadar habersiz ye bizim için ne kadar
kavranılmaz olduğunu, sezinleriz.
Uyumsuzluk macerası böylece başlar. Hele bu sezginin üstüne ölmek rezilliği
de eklenirse soru bütün gücüyle
karşımıza dikilir: Öyleyse ne yapabiliriz?
Yapabileceğimiz tek şey var, diyor Camus, yaşamak... Bu dünyanın kendisini
aşan bir anlamı var mıdır,
bilmiyorum.
Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmenin de benim için şimdilik
imkansız olduğunu biliyorum.
Durumumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne?.. Ben, ancak insan
terimleriyle anlayabilirim.
Dokunduğum şey, bana karşı direnen şey, işte budur benim anladığım. Öyleyse
anladığımı bırakmamalıyım. Bana
alabildiğine açık görüneni, bana karşı bile olsa, tutmalıyım.
Vaktiyle hayatın yaşamaya değer bir anlamı olup olmadığı sorulurdu. Şimdiyse
ne kadar anlamsız olursa o kadar
daha iyi yaşanacağı biliniyor. Yaşamak, uyumsuz'u yaşatmaktır. Uyumsuzu
yaşatmaksa her şeyden önce ona
bakmaktır. Eurydice'in tersine, uyumsuz ancak kendisine sırt çevrildiği
zaman ölür. İnsanla kendi karanlığının bu
sürekli karşılaşması, tutarlı olan pek ender felsefe durumlarından birini
meydana getirmektedir. İnsanın bu
şahlanışı, ne ezici bir kaderin güvenliğidir, ne de bir boyun eğiş. Bu,
uyumsuz bir özgürlük, gerçek bir özgürlüktür.
Artık hiçbir amaç beni kösteklemeyecek, beni tutsak edemeyecektir. Biliyorum
ki, yarın yoktur. Uyumsuz insanın
bütün yapabileceği, her şeyi olduğu gibi, kendisini de tüketmektir.
Uyumsuzun ilk gerçeği meydan okumadır. Bu
meydan okuma, bu şahlanış hayata gerçek değerini verir, bir hayatın uzunluğu
üstüne yayılmış olarak büyüklüğünü
yeniden yerine getirir. Gözleri bağlanmamış bir insan için kendisini aşan
bir gerçekle çarpışan zekanın görünümü
kadar güzel bir görünüm yoktur.
Uyumsuzun ikinci gerçeği, hayattan başka her şeye karşı ilgisizliktir ki,
aşıldığında yıkılışın ve hiçliğin başladığı o
sınırlı ve saydam evrende yaşamayı kabul ettirir kişiye, Artık bir değerler
sıralaması, bir seçme, bir yeğleme yoktur
kişi için.
Bu, bir erdemsizlik midir?.. Hayır, diyor Camus, ben burada insanın
suçsuzluğu ilkesinden yola çıkıyorum.
Uyumsuz insanın doğrulanabilecek hiçbir şeyi yoktur. Uyumsuz kişinin
benimseyebileceği tek erdem, kendini
zorunlu kılan erdemdir. Bütün töreler, bir davranışın kendini haklı ya da
haksız kılan sonuçları bulunduğu
düşüncesi üstüne kurulmuştur. Uyumsuza varmış bir insan bu sonuçların açık
yürekle ele alınması gerektiğini
düşünür sadece, ödemeye hazırdır. Onun için sorumlular bulunabilir ama,
suçlular yoktur. Geçmiş deneyden
gelecek davranışını düzenler. Hem sınırlı, hem de ağzına kadar mümkün
şeylerle dolu olan bu alanda hiçbir şey
önceden kestirilmez. Uyumsuz kişinin usavurma sonunda anlayabileceği şeyler
töre kuralları değil,
aydınlatmalardır. Bir kişinin koşulları değil, yenilgileri yargılar
kendisini. Uyumsuz insan için iyilik yerini
cömertliğe, birlik yerini cesarete, şefkat yerini erkekçil susuşa
bırakmıştır. Bir töre sorunu çıkarmaz kendisine, bu
konuda herkes gibidir. Onun töresi, bir nitelik töresi değil, bir nicelik
töresidir.
Öyle görünmekle öyle olmak birdir
onun için. İnsan, kendi kendisiyle biter, ötesi yoktur, bir şey olmayan
evrende, insanca olan ve yalnız bu olan her
şeyin daha yakıcı bir anlam taşıdığını bilir. Gerilmiş yüzler, tehlikeye
düşmüş kardeşlik, insanlar arasındaki güçlü
ve utangaç dostluk geçici oldukları oranda gerçek zenginliklerdir., Tinsel
varlık gücünü ve sınırlarını en iyi bunlar
ortasında duyar.
Albert Camus, Sisyphe Efsanesi adlı yapıtında bu uyumsuz dünyada uyumsuz
oyunu (hayatı) en iyi oynayan dört
oyuncuyu inceliyor. Bu oyuncular şunlardır: Donjuan, aktör, fatih ve
sanatçı... Bu dört oyuncu da uyumsuzlukla
aydınlanmış kişilerdir. Mutludurlar. Mutsuzluğu doğuran bilmemek ve umut
etmektir. Onlar bilirler ve umut
etmezler. Onların yaşamalarında, nicelik töresi elle tutulurcasına görülür.
Ortak yanları sonu, öne almalarında ve
ömürleri boyunca pek çok sonlar yaşamalarındadır. Bir kadın, sana aşkı
verdim en sonunda... diye bağırır.
Donjuan'a. Donjuan gülümser; en sonunda mı? der, hayır, fakat bir kez daha.
Uyumsuz kişinin üç niteliği vardır: Kafa tutma, özgürlük, çeşitlilik... İşte
bu dört oyuncu, bu üç niteliği en iyi
biçimde gerçekleştirmektedirler. İster aşk, ister oyun, ister fetih, ister
yaratım olsun, bu birleşik kafalar giriştikleri
işlerden de kurtulmasını bilirler. Eserlerinde var olmayacaklarını kabul
edecek dereceye gelmişlerdir, böylece,
bireysel hayatın derin faydasızlığını tüketmektedirler. Hayatın
uyumsuzluğunu görmek onlara bütün aşırılıklara
dalmak hakkını vermiştir. Kalan şey, biricik çıkış yolu, ölümcül olan bir
kaderdir. Ölümün bu tek kaçınılmazlığı
dışında, sevinç ya da mutluluk, her şey özgürlüktür. Biricik efendisinin
insan olduğu bu dünya devam eder.
Düşüncenin kaderi, kendi kendinden el çekmek değildir artık, imgeler halinde
sıçramaktır. Eğlendiren ve
körleştiren Tanrısal masal değil, içlerinde güç bir bilgelik ve yarınsız bir
tutkunun özetlendiği yeryüzünün malı
olan yüz, eylem ve dramdır. Efendisiz olan bu evren, onlara ne kısır
görünür, ne de değersiz. Tanrılarca, bir kayayı
durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmakla cezalandırılan
Sisyphe'in sessiz, gösterişsiz
sevincini duyar onlar. Kaderleri kendilerinindir. Geceyle dolu bu dağın her
madensel parıltısı, tek başına, bir dünya
meydana getirir. Tepelerle çarpışma bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter
çünkü. Sisyphe mutludur.
Albert Camus, 1945 yılında yayınıladığı bir denemede düşüncesini şu sözlerle
biraz daha açıklamaktadır: Üstünde
durduğumuz sıkıntı, bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz kendi hayatımızdan
ayrılmak istemiyor, kendi tarihimiz içinde
düşünmek ve yaşamak istiyoruz.
Biz, inanıyoruz ki, bu hayatın gerçeğine
ancak herkesin kendi dramını sonuna
kadar yaşamasıyla erişilebilir. Çağımız nihilisme'den çok çektiyse
aradığımız töreye nihilisme'i bir yana
bırakmakla varılamaz. Hayır, her şey yadsıma ve uyumsuzda bitmiyor,
biliyoruz bunu. Ama önce yadsımayı ve
uyumsuzu ele almalı. Çünkü bizim kuşağımız ilkin onlara rastladı, şu halde
ilkin onlarla kozunu paylaşmak
zorundadır.
Camus, ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra yayımladığı Bir Alman Dosta Mektuplar,
dördüncü başlıklı denemesinde de
şunları söylemektedir: Birlikte inanıyorduk ki, bu dünyanın yüce bir anlamı
yok ve bizler ezilmiş, umutlarını
yitirmiş insanlarız. Siz bundan şu sonuca vardınız ki, iyiyle kötüye insan
dilediği anlamı verebilir. Madem ne
insanca, ne de Tanrıca hiçbir çeşit töre yoktur dediniz, öyleyse bu dünyada
yalnız hayvanları güden güçler vardır,
yalnız zor ve kurnazlık vardır. Öyleyse insan hiçtir ve ruhu öldürülebilir
dediniz. Sizce tarihlerin en çılgınında
insanın yapacağı tek iş, üstünlük peşinde koşmaktır. Sizce ülkeler
fethetmekten başka töre olamazdı. Nerede
ayrılıyorduk, biliyor musunuz? Siz umutsuzluğu rahatça kabul ediyordunuz,
bense etmiyordum. Siz insan
kaderindeki haksızlığı kabul edip hoş görüyordunuz, bense dünyanın
haksızlığıyla savaşmak için hakkı öne sürmek,
mutsuzluğa karşı koymak için mutluluk yaratmak gerektiğine inanıyordum. Siz
umutsuzluğu bir taşkınlığa
vardırdınız; bense umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek
insanların birleşmesini ve kötü bahtlarına
karşı birlikte savunmalarını istiyordum. Görüyorsunuz ya, aynı ilkeden iki
ayrı töre çıkarmışız. Ben bu dünyanın
yüce bir anlamı olmadığına inanıyorum ama, onda bir şey bulunduğunu da
biliyorum. Bu şey, insandır. Çünkü bir
anlam arayan tek varlık odur.
Bu dünyada hiç değilse insanın gerçeği var ve bizim ödevimiz onun kaderine
karşı koymasına yardım etmektir.
Dünyanın insandan başka anlamı yoktur.
Hayat anlayışımızı kurtarmak
istiyorsak insanı kurtarmalıyız. İnsanı
kurtarmak, onu kesip biçmemek, yalnız onun düşünebileceği doğruluğu
bulmasına imkan vermektir. Siz zaferi
umutsuzluğun ezici gücünde buldunuz, bizce insanın kazanacağı en büyük
zafer, mutluluğudur. Bu zaferse insanın
kendi kaderine karşı kazanabileceği bir zaferdir.
Madem bu iş bitti, artık
size öğrendiğimizi söyleyebiliriz:
Kahramanlık hiç de güç bir şey değilmiş, güç olan mutlulukmuş meğer. Dört
yıldır bize bol bol gösterdiğiniz
korkunç sahnelerde içgüdünüz kadar aklınızın da payı vardı. Bunun için
yargım topyekun olacak: Siz benim
gözümde ölmüşsünüz. Ama o korkunç davranışınızın hesabını soracağım zaman
unutmayacağım ki, siz ve biz aynı
yalnızlıktan yola çıktık, siz ve biz bütün Avrupa'yla birlikte aynı kafa
trajedyasının içindeyiz. Sizin gücünüzü
yıkmak istiyoruz, ruhunuzu değil. Görüyorsunuz ya, sizi bizden güçlü yapan
şey gene de sizde kalıyor, ama bizim
size üstünlüğümüzü yapan da budur. Dünyayı suçlandırmakta hiç de gevşemiş
değiliz. Yeni bilgimizi o kadar
pahalıya ödedik ki, çağımızı umut kırıcı görmekte devam ediyoruz. Bütün
bunlarla ne kazandık?
Birkaç yeni
düşünce ki, onların da, kimilerimizin daha iyi ölmesine yardım etmekten
başka bir faydası olmayacak. Evet bu umut
kırıcı bir şeydir. Ama biz, bunca haksızlığa layık olmadığımızı tanıtlamak
istiyoruz. Kendimize verdiğimiz ödev bu,
yarın başlayacağımız iş de budur.
Camus'ya göre mutluluk, dünyayı ondan hiçbir şey beklemeden sevmektir.
Dünya, çeşitli güzelliklerle
kaynaşmaktadır. 1950 yılında, Sisyphe'ten sekiz yıl sonra yazdığı bir başka
denemesinde de şunları söylemektedir:
Her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle
nasıl kalır insan? Her şeyin anlamsız
olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın
hiçbir anlamı yoktur demek, her türlü
değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Oysa yaşamak kendiliğinden bir değer
yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı
sürece insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, yaşamaya bir değer
veriyor demektir. Şu var ki, en koyu
umutsuzluğum içinde umutsuzluğu aşmanın yollarını aradım ben. Kara da olsa,
eserimizin göbeğinde tükenmez bir
güneş parlıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir.
Albert Camus, bu bağıran güneşi sezmeye başladığı bir sırada, 4 ocak 1960
günü, kırk yedi yaşındayken, Yonne'da
bir otomobil kazasında öldü. Pindare'ın şu mısraı, eserini özetlemektedir:
Ruhum, ölümsüz hayatı isteme, mümkünün alanını tüket. Görüldüğü gibi Albert
Camus'nün şiirli bir dille anlattığı
bu varsayımlar, bilimsel açıdan büyük yanılgılar ve bilimdışı pek çok
yargılarla doludur. İlkin, evreni usaaykırı
bulmakla usaaykırıcılığın tüm bilimdışılığını yüklenir. İkinci olarak,
hiçbir şey bilmediğimizi ve asla
bilemeyeceğimizi ilerisürmekle bilinemezciliğin bilime aykırılığıyla
donanır. Üçüncü olarak, nesnel gerçekliği
insansal varlığa ve insansal varlığı da bireysel varlığa indirgemekle öznel
düşünceciliğin ve tekbenciliğin
bilimsellikten yoksun tüm zırva sonuçlarının içine düşer. Dördüncü olarak,
tek felsefesel sorunun kendini öldürme
(intihar) sorunu olduğunu savlamakla bilimsel felsefeyle hiçbir ilgisi
bulunmadığını ve felsefeyi bir küçük sınıf
öğrencisi kadar bile kavramamış olduğunu ortaya koyar. Beşinci olarak,
bireyi toplumdan soyutlamak ve topluma
karşı çıkarmakla bireyciliğin tüm güçsüzlüğünü taşır. Altıncı olarak,
Schopenhauer ve Nietzsche kötümserliğini
tüm bilimdışılığıyla sürdürür.
VARLIĞIN BİLİMİ.
Çağımızın idealistleri çok verimlidirler. Boş durmuyorlar,
öğreti üstüne öğreti
ilerisürüyorlar: Bunlardan biri de varlıkbilim (ontoloji) adını taşıyor.
Metafiziğin bir dalı olarak geliştirilen ve metafizik yapısını
değiştirmeksizin çeşitli anlamlarda kullanılan
varlıkbilim deyimi, duyudışı ve özdeksiz bir varlık tasarımının temel
yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler.
Çağdaş varlıkbilimci Hartmann'a göre varlıkbilimin öteki bilimlerden
başkalığı, öteki bilim dallarının bir işbölümü
anlayışı içinde var olan'ı çeşitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda
araştırmalarına karşı varlıkbilimin var
olan'ı bütünlüğü içinde ele almasındadır.
Örneğin astronomi göksel
varlıkları, jeoloji madensel varlıkları; botanik
bitkisel varlıkları, fizyoloji insansal varlığı incelediği halde varlıkbilim
bütünüyle varlığın varoluş ilkelerini inceler.
Var olan'ı var olan olarak incelemek anlamındaki varlıkbilim anlayışı,
antikçağ Yunan düşünürü Aristoteles'le (İ.Ö.
384-322) başlar.
Aristoteles'in ilk felsefesi bir varlıkbilimdir, var olanı var olduğu gibi
inceleme deyimi Aristoteles'indir,
varlıkbilimin çağdaş temsilcisi Alman düşünürü Nicolai Hartmann tarafından
da kullanılmıştır.
Varlıkbilim deyimi, varlık anlamına gelen Yu. ontos deyimiyle bilgi anlamına
gelen Yu. logos deyiminin
bileşimi olarak ilk kez Aristoteles tarafından kulanıllmıştır. Ortaçağda
Aquino'lu Thomas, Aristoteles'in bu
çalışmasını tanrının yarattığı varlıkların bilgisi olarak tanımlar.
Aristoteles'in tüm özdekçi öğelerini
budamakla ünlü Thomas, Katolik inaklarına (dogmalarına) felsefesel bir temel
bulabilmek için bu
Aristotelesçi metafizikten yararlanmaya çalışmıştır. XVii'nci yüzyılda Alman
düşünürü Christian Wolf,
varlıkbilimi, temel ilkeler bilimi olarak tanımlar ve duyudışı özdeksiz bir
varlık tasarımının temel yapısını,
türlerini ve biçimlerini inceler. Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel
gibi büyük Alman idealistleri
varlıkbilim'e karşı çıkmışlardır.
Varlıkbilimin kofluğu ve ne idüğü belirsiz
inaksallığı bu düşünürlerin
gözünden kaçmamıştır. Varlıkbilimin yerine Kant deneyüstü felsefe'yi,
Schelling aşkın düşüncecilik'i ve
Hegel mantık'ı önermişlerdir. Ne var ki varlıkbilim Husserl, Heidegger,
Hartmann vb. gibi düşünürlerce,
öteki bilimlerle ilgilenmeksizin, metafizik kurgularla geliştirilmeye
çalışılmıştır.
Özellikle Alman düşünürü Nicolai Hartmann tarafından geliştirilen yeni varlıkbilim ya da eleştirel
varlıkbilim sözde nesnel bir temele
dayanma savıyla yola çıkar. Nesnellik savında haklıdır, ama bu nesnel
düşünceciliğin nesnelliğidir. Nicolai
Hartmann, yeni varlıkbilimin gerekçesini şöyle anlatır (bkz. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe
bölümünce yayımlanan Felsefe Arşivi'nin 1, 2 ve 3. sayılarında yer alan
Takiyyettin Mengüşoğlu'nun
çevirdiği Nicolai Hartmann'ın yazısı; Almanya'da yeni ontoloji cereyanı):
İnsan dünyada tek başına
değildir, varlık ilişkilerinin oluşturduğu geniş bir dizge içindedir. Bu
dizge, ona özgü değildir, insanın
bulunmadığı yerde de vardır. İnsanın da bir parçası bulunduğu dünya varlık
ilişkileri'yle kurulmuştur.
İnsan kendisini bu ilişkilerden soyutlarsa içinde yaşadığı dünyayı bütünüyle
kavrayamaz. Varlık
ilişkilerini tanımadan ne tarihin oluşumu ve ne de yaşamın toplumsal
biçimleri anlaşılamaz. Etkinlik,
isteme, umma, korkma vb. gibi insansal davranışlar da bu ilişkilerle
ilgilidir. Demek ki bu ilişkiler
bilinmedikçe insanın tinsel yapısı da anlaşılamaz. Bundan ötürüdür ki, bir
felsefesel temel bilim aramak
zamanımızda bir gereksinme olmuştur. Bu gereksinme bizi, Aristo'dan beri ilk
felsefe (Prima Philosophia)
rolünü oynayan bir disipline, var olanı var olduğu gibi inceleyen bir
bilgiye, eşdeyişle varlıkbilime götürmektedir
(Bu parçayı Hartmann'ın adı geçen yazısından olduğu gibi aktarmadım, o
yazıdan anladığımı özetledim ve kimi
sözcüklerin altını çizdim. O. H.). Hartmann, bu varlık ilişkilerinin de
neler olduğunu Zur Grundlegung der
Ontologie (1935), Möglichkeit und Wirklichkeit (1939) ve Aufbau der realen
Welt (1940) adlarını taşıyan üç ciltlik
yapıtında anlatmaktadır. Hartmann, önce, aralarında bir bağlılık bulunduğuna
da değinmekle beraber, bilgi düzeni
(La. Ratio cognoscendi)'yle varlık düzeni (La. Ratio essendi)'ni birbirinden
ayırmak gerektiğini öğütlüyor ve
şimdiye kadar düşülmüş olan tüm yanılgıların bunları birbirine
karıştırmaktan doğduğunu ilerisürüyor.
Ona göre,
varlık düzeninde, alttan üste doğru şöylece sıralanan dört basamak (Al.
Stufe) var: Özdeksel (maddi) varlık
basamağı, örgensel (uzvi) varlık basamağı, ruhsal (ruhi) varlık basamağı,
tinsel (manevi) varlık basamağı.
Burada kullandığımız alt ve üst deyimleri, Hartmann'a göre, birer
değerlendirme değildirler; sadece basamağın
yalınçlığını ya da karmaşıklığını gösterirler, eşdeyişle basamakların en
yalıncı özdeksel ve en karmaşığı tinsel
olandır.
Hartmann'a göre felsefenin en büyük yanılgısı, temel ilkenin ya da
evrenin nedeninin bunlardan sadece
birinde, eşdeyişle tek'te aranmasıdır. Bu sorunun yanıtını özdekçilik
özdeksel basamakta, metafizik ve idealizm de
tinsel basamakta aramışlardır. Oysa bu basamaklar birbirlerine indirgenemez,
daha açık bir deyişle birinin yasaları
öbürüne uygulanamaz (Dikkat edilirse, Hartmann, felsefenin temel sorununu
böylelikle dışındalıyor ve onu
geçersiz kılıyor. Buysa onu, açıkça, eleştirdiği idealizme bağlamaktadır).
Hartmann'a göre her varlık basamağı,
kendinden önceki varlık basamaklarını şart koşar. Daha açık bir deyişle,
örneğin örgensel basamağın oluşması için
daha önce bir özdeksel basamağın bulunması gerekir. Bu, her basamağın,
kendinden önceki basamak ya da
basamaklarla bir bağlılığı bulunduğunu gösterir. Ne var ki her basamak, bu
bağlılıkla birlikte, kendinden önceki
basamak ya da basamaklardan bağımsızdır ve özerktir. Hartmann'a göre her
basamak, bağlılıkla bağımsızlığı bir
arada taşır. Hartmann şöyle diyor: Ne tinsel basamaktan yola çıkılarak
özdeksel evren, ne de özdeksel basamaktan
yola çıkılarak tinsel yaşam anlaşılabilir. Çünkü bir varlık basamağının ulam
ve yasaları, öbür varlık basamağına
uygulanamaz. Uygulanırsa, o ulam ve yasalar nesnel geçerliklerini
yitirirler.
Ne var ki bu basamaklar arasında
ortak olan temel ulamlar da vardır, basamaklar bu ulamlarla birbirlerine
bağlânmışlardır. Ama birlik ve çokluk,
çatışma ve uygunluk (Al. Widerstreit und Einstimmigkeit), parça ve bütün vb.
ortak ulamları her basamakta başka
bir ıra kazanırlar. Daha açık bir deyişle, örneğin örgensel basamaktaki
parça ve bütün, ruhsal basamakta aynı parça
ve bütün değildir, değişik ıradadır.
Basamaklar arasında ortak bulunan bu
temel ulamlardan başka, alt basamaktan
üst basamağa uzanan ulamlar da vardır (Ama üst basamağın ulamları hiçbir
zaman alt basamağa sarkmazlar);
örneğin zaman, oluş, değişme, etki vb. gibi ulamlar alt basamaktan en üst
basamaklara kadar uzanırlar. Bununla
beraber alt basamak ulamlarının tümü, hiçbir zaman üst basamakların içine
kadar giremezler. Hartmann bununla şunu demek ister: Öyle ulamlar vardır ki alt basamaktan en
üst basamağa kadar yükselebilir
(örneğin, zaman ulamı), ama öyle ulamlar da vardır ki ancak belli bir
basamağa kadar yükselebilir (örneğin,
yerkaplama ulamı. Ancak özdeksel basamaktan örgensel basamağa yükselebilir,
ruhsal basamağa çıkamaz).
Bundan
ötürüdür ki her basamak öbürlerine karşı kapalı bir sınır taşır, Hartmann'ın
deyimiyle aralarında derin bir yarık
vardır. En alttaki basamak en güçlü, en üstteki basamak en güçsüzdür. Ne var
ki en güçsüz olan, aynı zamanda, en
bağımsız olandır.
Her varlık basamağının kendine özgü yasaları vardır, bu
yasalar öteki basamaklarda işlemez. Ama
basamaklar arasındaki ilişkileri düzenleyen ulamsal yasalar da vardır.
Hartmann bunlara kategorial yasalar diyor:
Varlık basamaklarında bir de derece düzeni (Al. Rangordnung) vardır ki
birbirlerine göre büyük farklılıklar taşır.
Örneğin üst basamaktaki yetkinlik derecesi (Al. Vollendung) daha aşağı
basamaktakinden değişiktir, aşağı bir
basamakta ona göre yüksek olan basamaktan daha çabuk ve daha kolay
yetkinliğe erişilir. Bu hesaba göre ve bizzat
Hartmann'ın da söylediği gibi, varlık basamaklarının en üstünde bulunan
insan en az yetkin olanıdır (Bundan
zorunlu olarak şu sonuç da çıkıyor: Örneğin insanın törebilimsel yetkinliği
hiçbir zaman böbreklerinin yetkinlik
derecesine ulaşamaz). Hartmann bu olguyu şu nedene bağlıyor: Yüksek varlık
basamaklarındaki varlıklar,
yetkinlikleri için daha çok şey gerekserler; yetkinleşmeleri de bundan ötürü
daha geç ve daha güç olur.' Bununla
beraber, her basamağın kendine özgü yeter bir yetkinlik derecesi vardır.
Her
yüksek basamağın ulamı, kendinden
aşağıdaki basamağın ulamına göre farklı ve yeni bir şey içerir. Hartmann bu
yeni şey'e novum adını veriyor, ulamsal
novum olmadan varlık basamaklarının yükseklik farkı da olamaz diyor. Örneğin
kendi kendini düzenleme yeteneği
örgensel basamağa özgü, sorumluluk yeteneği tinsel basamağa özgü birer
novum'dur. Her varlık basamağı kendisine
özgü novum'larla ötekilerden ayrılır ve aşağı basamakların kimi ulamlarının
kendilerine uzanmasına karşın kendi
bağımsızlığını korur. Yukarı basamağın varlığı, ancak aşağı basamağın
taşıyıcı yapısı üstünde olanaklıdır. Ama bu,
yüksek basamağın aşağı basamak tarafından belirlendiği anlamına gelmez.
Yüksek basamağı aşağı basamaktan
ayıran ve onun üstüne koyan, ona özgü kategorial novum'dur. Yüksek basamak,
aşağı basamakça taşınır, ama ona
karşı tümüyle bağımsız ve özgürdür. Hartmann, burada, evrim (Al.
Entwicklung) anlayışına da karşı çıkarak nesnel
düşünceciliğini açığa vurmaktadır: Evrim düşüncesi (Al.
Entwicklungsgedanke), diyor, evrenin tek bir kaynaktan
çıktığını varsayar.
Tüm çeşitlenmeler tek kaynaktan çıkmışsa elbette kendiliklerinden
birbirlerine bağlanacaklar ve bir birlik
oluşturacaklardır. Evrim düşüncesi, evrenin tek kaynak olarak özdekten ya da
tanrıdan çıktığını düşünebilmek
gereksinmesinin ürünüdür. Ama böyle bir düşünce havada ve sallantıda kalır.
Çünkü ne olaylar bunu tanıtlıyor, ne
de bunu kabul ettirecek önsel bir neden var (Dikkat edilirse Hartmann burada
da felsefenin temel sorununu
dışındalıyor ve üçüncü felsefenin yolunu tutuyor, olgucu idealizmin ağına
düşüyor). Varlık basamaklarının evrim
sonucu , olarak birbirinden çıktığını düşlemek onlara ne bir şey katar, ne
de onlardan bir şey eksiltir. Olsa olsa,
varlık basamaklarına gereksiz yere metafizik bir yük yükler. Oysa
varlıkbilimsel düşünme, bu yükü taşıyamaz. Bir
buçuk yüzyıldan beri yerinde sayması da bu yüzdendir. Bundan ötürü
varlıkbilimsel düşünmeye bu yükün
atılmasıyla başlanmalıdır. İdealizmin temel uğraşılarından biri olan
varlıkbilim, gene idealistlerce, ama yerine aynı
yapıda başka varlıkbilimler önerilerek, eleştirilmiştir.
Görüldüğü gibi, bilimsel dilde pek yalın bir gerçeği, dış dünya'yı,
eşdeyişle özdek (madde) anlamını dilegetiren
varlık kavramı, idealist düşüncede ya özdekten önce var olanı, ya özdekten
bağımsızca var olanı, ya da bilinen
ürünü olarak var olanı dilegetiriyor. Bilimsel dilde varlık özdek ve varoluş
onun sonsuz çeşitlilikteki somut
biçimleri'dir. Demek ki varoluş'un özü varlık'tır. Varoluş, varlığın sonsuz
ve sınırsız çeşitlilik içindeki
oluşmasını dilegetirir. Varlıksız varoluş olamayacağı gibi varoluşsuz varlık
da olamaz. Ne varlığın dışında bir
varoluş, ne de varoluşun dışında varlık kavranamaz. Varlık, varoluşu
dilegetiren en soyut kavramdır. Örneğin bu
anlamda devim, bir varlık biçimidir denir, bu demektir ki devim, özdeğin
varoluş biçimidir, çünkü özdek ancak
devim durumunda varolur. Bu anlamdaki varlık terimini de, varoluş teriminden
titizlikle ayırdetmek gerekir.
Varoluş, hiçbir zaman varlığa indirgenemez. Çünkü böylesine bir indirgeme,
çok yanılgılı sonuçlar doğurur.
Metafizik ve idealist öğretiler, ya varlığı varoluştan, ya da varoluşu
varlıktan üstün tutarak birçok yanılgılara
düşmüşlerdir.
VARMIŞ GİBİ.
İdealizmin yeni bir biçimi de Alman düşünürü Profesör Hans
Vaihinger (1852-1933)
tarafından Die Philosophie des Als Ob (l911) adlı yapıtında
ilerisürülmüştür. Dilimize sanki felsefesi, ve tut
ki felsefesi deyimleriyle de çevrilmektedir. Garaudy'nin deyimiyle mızmız,
Bachelard'ın deyimiyle profesoral
felsefelerin en belli örneklerinden biridir. Althusser de bu gibi kof
varsayımlara profesör dilbazlıkları der.Vaihingere göre bilimsel önermelerin doğrulukları, ancak kendi kendileriyle
tutarlı (Os. İnsicamlı, Fr. Coherent)
olmalarından ibarettir. Yoksa bize nesneler üstünde hiçbir doğruluk
bildirmezler. Ama biz önermelerimizi nesneler
sanki böyleymişler gibi düzenleriz.
Vaihinger şöyle der: İnsan, tanrının
varolup olmadığını bilemeyeceği gibi, onun
niteliklerini de bilemeyeceğinden ve tanrısız da olamayacağından (Çünkü,
Vaihingere göre, tanrı insansız olabilir,
ama insan tanrısız olamaz: O. H.), tut ki tanrı var diye davranmalıdır.
Pierre Duhem'den, Henri Poincare'den
William James'e, J. M. Baldwin'e kadar daha pek çok profesörün katıldığı bu
bilimdışı saymacacılığın pek çok
değişkeleri vardır (Örneğin pragmacı James tanrıyı varsaymanın insana hiçbir
zararı yoktur, buna karşı pek çok
yararları vardır, öyleyse yararımıza olduğu için onu varsaymalı der, ünlü
İngiliz yazarı ve tarihçisi H. G. Wells
anlaşılması olanaksız bulunanı oluruna bırakma'yı öğütler.
Gaston Bachelard
da varmış gibi'nin yerine niçin
olmasın? deyimini önerir vb.). Bu bilimdışı anlayışa göre örneğin
Süleymaniye Camii, Eyfel Kulesi vb. sanki
böyleymişler gibi bilimsel hesaplamalarla yapılmıştır. Oysa Süleymaniye
Camii ve Eyfel Kulesi, bilimsel hesapların
sanki böyle değil, gerçekten öyle olduklarını açık seçik tanıtlar; yoksa
yüzyıllardan beri sapasağlam kalamazlar,
daha yapılırken çökerlerdi. İstanbul Üniversitesi'nde de profesörlük etmiş
bulunan Ernst von Aster şöyle der:
Gerçekten daire, sonsuz çok ve sonsuz küçük kenarlardan oluşmuş bir çokgen
midir? Yoksa daire sanki böyleymiş
gibi mi sayılıyor? Sanki felsefesi adını taşıyan çağdaş bir bilgi kuramı
var.
Bu kuram, her türlü kavram kurmaların
fiktif karakterini (kurgusal ya da uyduruk karakterini O. H.) ısrarla
belirtir, hatta bu kavramların çelişik olduklarını,
sadece karşılıklı olarak birbirini kaldıran iki çelişmeyi taşıdıklarını
ilerisürer. Ancak, bu iddia doğru değildir. Bu
kavramlara tamamıyla çelişmesiz bir şekil verilebilir. Daha doğrusu durum
şöyle: Yalnız herhangi bir şekilde
algılanabilir bir görünüş haline getirdiğim ya da getirilebilir objelere
reel diyebilirim. Bu masanın molekülleri henüz
ilkece algılanabilirler. Oysa dairenin sonsuz çok ve sonsuz küçük
kenarlarını algılamayı istemek, sonsuz çok ve
sonsuz küçük kenarlar yerine, sayıca çok büyük olsa da, sonlu küçük kenarlar
koymak demektir. Bu anlamda
dairenin çokgen kenarları, gerçekten reel olmayan, fiktif (yapıntılı)
kenarlardır. Ama bu fiksiyon (yapıntı),
çokgenlerin çevre ve alanlarına ilişkin kanunları daireye uygulanabilir
yapar, öyle ki bizi doğru sonuç'lara götürür.Daire bir çokgendir derken de işte tam bunu demek isteriz (bkz. Aster, Bilgi
Teorisi ve Mantık, Macit Gökberk
çevirisi, İstanbul 1972, s. 82).
VARSAYIM.
Çağımız metafizikçilerinin ve idealistlerinin medet umdukları bir
kavram da varsayım. Bilimdışı
hayallerinin varsayım (Os. Faraziye, Fr., Al. Hypothese, İng. Hypothesis)
olduğunu ve bir gün gelip
tanıtlanmasının olanaklı bulunduğunu ilerisürerler. Oysa insan kafasının
ortaya attığı her düşsel sav, bilimsel
varsayım değildir.
Bilim, pratik doğrulanmalardan sezinlenen varsayımların yeni deneylere yol
açmasıyla gelişmiştir. Herhangi birvarsayım, pratikle doğrulanarak gerçeklik ve geçerlik kazanır. Bilimsel
varsayım, tanıtlanmış bir olgular dizisiyle
temellenir, varbulunan tüm öteki bilimsel olgularla da uyum içindedir ve
doğrulukları kesinleşmiş bilimsel bilgilere
asla ters düşemez. Eğer bu nitelikleri taşımıyorsa zaten bilimsel varsayım
değildir. Bir varsayımın doğrulanması
için gerekli koşullar ya da bilgiler henüz hazır bulunmayabilir, bu durumda
bilimsel çaba o varsayımın
doğrulanabilmesi için gerekli koşulların hazırlanmasına yönelir.
Henüz
doğrulanmadığı halde gerekli koşullar ve
bilgiler hazırlanınca doğrulanabilecek olan varsayımlar, daha önce elde
edilmiş bilimsel vargılarla değerlendirilir ve temellendirilir. Varsayım deyimi, mantık terimi olarak, özellikle
matematikte vargı deyimi karşıtı olarak kabul
edilen önermeyi dilegetirir. Deneysel bilimlerde, deneyin denetimiyle
bağlantılı olarak şimdilik kabul edilen
önermeyi bildirir. Deneysel bilimlerde bilginler, araştırmalarına başlamak
için, bir varsayımdan yola çıkmak
zorundadırlar. Çünkü, varılması gereken sonucu elde edebilmek için, o
sonucun ön tasarımlarına sahibolmak
gerekir. Deneysel bilimlerde varsayımlar, çeşitli yollardan çıkarsanabilir.
Örneğin Kepler, Mars yıldızının
yörüngesinin elips biçiminde olduğu yolundaki varsayımını Mars yıldızını
gözlem'lerken saptamıştı. Claude
Bernard kurar maddesinin canlı örgenliği zehirleyerek öldürdüğü yolundaki
varsayımını yaptığı deney'lerden
çıkarmıştı. Arkhimedes (Arşimet)'in, sudaki bir cismin yer değiştirttiği
suyun oylumu kadar kendi ağırlığını
yitireceği yolundaki ünlü varsayımını, hamamda yıkanırken kurnadaki suya
batırdığı tastan sezinlediği söylenir.
Fleming, kimi mikroplar üstünde deneyimler yaparken bir rastlantı olarak
küflenen bir tüpte mikrop bulunmadığını
görüp küfsel penisilinin mikropları öldürdüğü yolundaki varsayımını
bulmuştu. Ne var ki, görüldüğü gibi, sezgiler
ve rastlantılar bile, bilimsel çalışmalar sırasında ortaya çıkmıştır ve
bilimsel çalışmaların ürünüdür. Kimi yerde
yanlış varsayımlar bile yararlı olur, doğru varsayımlar yanlış varsayımları
dışındalayarak elde edilir. Gene yukardaki
örneklerde görüldüğü gibi, varsayımlar, daima gerçek olaylardan
çıkarılmışlardır, metafizikçilerle idealistlerin
doğaüstü varsayımları gibi hayal ürünü değildirler. Bu yüzden varsayım,
bilimsel öngörü olarak da nitelenir.
Bilgilenme sürecinde ilkin düşünsel kavramlar oluşturulur. Bu kavramlardan
yargılar, uslamlamalar türetilir.
Kavramların, yargıların, uslamlamaların karmaşık çağrışımı, bilginin en
üstün aşamaları olan varsayım'larla
kuram'ları oluşturur. Yasaların ipucu olan varsayımlar, deneylerle, eşdeyişe
pratikle doğrulanır. Çünkü, gerçeğin
tek şaşmaz ölçütü pratiktir. Varsayımlar, pratikle doğrulandıklarında kuram,
eşdeyişle bilimsel yasa adını alırlar.
Kimi varsayımlar yadsınırken kimileri de bilimlerin değerli bilimsel
bulguları arasına katılırlar. Bilimsel birikim
böylelikle artar ve yeni varsayımlara yolaçar.
Bilimsel kuram, pratikle denetlenebilen kuramdır. Kuram, insansal deneylerin
bilincine varılması ve bireşimidir.
Nesnel gerçekliğin insan bilincine düşünsel olarak yansımasıdır. Gerçekte
kuram ve kılgı (teori ve pratik), bilme
sürecinin ansal ve özdeksel iki yanını dilegetiren felsefesel kavramlardır.
Bu bilme süreci, doğayı ve toplumu
dönüştürme ve değiştirme sürecini de kapsar. Bundan ötürüdür ki toplumsal
tarihsel (Fr. Socio historique) bir
süreçtir. İnsanların eylemsel çabaları kılgı, düşünsel çabaları kuram'dır.
Bu bakımdan birbirine karşıt durumda
bulunan bu iki insansal olgu aynı zamanda birbirleriyle sıkıca bağımlıdır.
Kuram, kılgıdan doğar ve gene kılgıya
dönerek onu etkiler ve geliştirir. Kuram, kılgıyla birlikte ve kılgı içinde
oluşur.
Eytişimsel özdekçilik dilinde buna
kuramla kılgının birliği ve ayrılmazlığı denir. Metafizikçiler onu salt
düşünceyle kurulmuş bilgi sayarlar, oysa salt
düşünceyle kurulmuş hiçbir bilgi yoktur, Darwin kuramını kurarken sayısız
deneyler ve gözlemler yapmıştır.
Kuramsal faaliyet, kılgısal faaliyete dayanır ve kılgısal faaliyetle
doğrulanıp desteklenir; bu yüzdendir ki toplumsal
kılgıyla sımsıkı bağımlılık içindedir. Bununla beraber metafizik kuramların
nesnel gerçeklikten kopmuş ve salt
düşünceyle kurulmuş oldukları doğrudur, ne var ki iyice incelenirse bu
hayali kuramların bile nesnel gerçekliğin
fantastik ve çarpıtılmış yansımaları olduğu görülür. Bu gibi düşsel
kuramların meydana gelmiş olmalarının nedeni,
kol ve kafa emeklerinin birbirinden ayrılmış olması ve kuramla kılgının
göreli olarak birbirlerinden bağımsız birer
toplumsal faaliyet haline dönüşmüş bulunmalarıdır. Bu düşsel kuramlar hiçbir
zaman kılgıyla denenemez ve
doğrulanamazlar, bundan ötürü de nesnel gerçekliğe ve dolayısıyla gerçeğe
aykırı kalırlar.
Toplumsal kuramlar,
ancak, toplumun özdeksel yaşamındaki gelişme, toplumun önüne yeni görevler
koyduğu zaman ortaya çıkarlar.
Ama bir kez ortaya çıktılar mı, toplumun özdeksel yaşamındaki gelişmenin
ortaya koyduğu yeni görevlerin mutlaka
yerine getirilmesini sağlayan özdeksel bir güç haline gelirler. İşte yeni
kuramların örgütleyici, devindirici ve
değiştirici rollerinin bütün önemi o zaman kendini gösterir. Açıkçası, yeni
toplumsal kuramlar ortaya çıkıyorsa, bu,
doğrudan doğruya topluma gerekli oldukları içindir. Çünkü onların
örgütleyici, devindirici ve değiştirici etkileri
olmadan, toplumun özdeksel yaşamındaki gelişmenin getirdiği geciktirilemez
sorunların çözümü olanaksızdır.
Kuramla kılgının birliği, diyalektik bir zorunluktur. Çünkü kuramsal düşünce
olmaksızın iki doğal gerçek birbiriyle
ilişkili kılınamaz ya da onlar arasında varolan ilişki anlaşılamaz.
Düşüncenin gerçekleşmeye yönelmesi yetmez,
gerçekleşme de düşünceye yükselmelidir.
METAFİZİĞE KARŞI METAFİZİK.
Kantçılık ya da eleştiricilik adları altında
Alman düşünürü Kant'ın sistemi,
idealist bir yapı içinde yükselmiş bir çeşit utangaç özdekçilik olmakla
beraber birçok düşünceleri geniş çapta
etkilemiş bir akımdır. ondokuzuncu yüzyılda yenieleştiricilik ya da
yenikantçılık adı altında Almanya'da Albert Lange
(1828-1876) ve Fransa'da Charles Renouviernin (1815-1903) öncülükleriyle
Hermann Cohen (1842-1918) ve
izdaşlarında beliren olgucu bir yapı içinde canlanmıştır. Yenikantçılık da,
eski idealist gerçekçiliği diriltmeye
çalışan yenigerçekçilik gibi, bir çeşit yeniolguculuk (neo pozitivzm)
karakterindedir. Daha açık bir deyişle,
yenikantçılık Auguste Comte'tan temizlenmiş bir olguculuktur. Yenikantçılık
da, özet olarak, şöyle der:
Olaylardan başka hiçbir şeyi bilemeyiz. bilim olayları incelemekle
yetinmelidir... Liebmann, J. Volkelt, A. Riehl,
H. Cornelius, H. Cohen, P. Natorp, E. Cassirer, A. Lieber, Windelband,
Rickert, Lask gibi birçok düşünürler bu
anlamdaki yenikantçılığı savunmuşlardır. Lange'nin önderliğindeki Alman
yenikantçılığı Kant'ın usçuluğuna,
Renouviernin önderliğindeki Fransız yenikantçılığı Kant'ın töreciliğine önem
vermiştir. Özellikle Lange'nin
düşünceleri, idealist kafalardaki bulanıklığı belirtmek bakımından yeterli
bir örnektir. Lange'ye göre özdekçilik
bilimsel bir yöntem olmakla yetindiği sürece doğrudur, nesnelerin
kendiliklerini açıklamak gibi bir kuruntuya
kapılınca yanlış bir yola girmektedir. Çünkü özdek dediğimiz şey, sonuç
olarak, düşüncemizin tasarımlarından
ibarettir.
Bu yüzden de asıl gerçeklik materyalizmde değil idealizmdedir.
Kaldı ki idealizm, insanın mutluluğu için
de gereklidir. Bilim, kendiliğinde şey'i bilemez. Özdekçilik de, bu yüzden,
sadece olaylarla uğraşan bir bilim
olarak kalmalıdır. ondokuzuncu yüzyılda, bu Kantçı olgucu yeni görüş, Claude
Bernard (1813-1878), Dubois Reymond
(1818-1896), Helmholtz (1821-1894), Wilhelm Wundt (1832-1930), H. Taine
(1828-1893), E. Renan (1823-
1892), Scherer (1815-1889) gibi pek çok ünlü bilgin ve düşünürü
etkilemiştir. Yenikantçılık, Marbourg okuluyla
(Cohen, Natorp, Cassirer); Badep okulunda (Windelband, Rickert)
geliştirilmiştir. İtalya'da C. Cantoni, Tocco;
Rusya'da Vedenski, Çelpanov ve yasal Marksçılar Kant'ın idealizmini
geliştirmeye çalışan yenikantçılardır.
Yenikantçıların ilerisürdüklerine göre, ondokuzuncu yüzyılda felsefe
çöküyormuş, bu yüzden de felsefeyi kurtarmak için
Kant'a dönülmüş. Oysa ondokuzuncu yüzyılda çökmeye başlayan felsefe değil,
burjuva gevezeliklerinden ibaret olan
burjuva felsefesiydi ve burjuvazinin kendini destekleyebilecek güçlü bir
idealizm gereksinimi vardı. Yenikantçılığın
ya da Kant'a dönüşün özdeksel varlık nedeni budur. Engels; şöyle der:
Yenikantçı bilinemezci ortaya çıkıp diyor
ki: Bir nesnenin niteliklerini doğru olarak algılayabiliriz, ama nesnenin
kendisini hiçbir duyusal ya da zihinsel yolla
kavrayamayız, kendinde varlık kavrayışımızın ötesindedir.
Hegel buna çok
önceleri şu karşılığı vermişti: Bir
nesnenin bütün niteliklerini biliyorsanız o nesnenin kendisini de
biliyorsunuz demektir. Geriye, sözkonusu
nesnenin bizim dışımızda varolduğundan başka bir şey kalmaz. Ve duyularınız
size bu olguyu öğrettiği zaman
kendinde varlığın, Kant'ın o ünlü Ding an sich bilinemezinin üst yanını da
kavramış olursunuz. Engels, gerçek bir
bilim adamı ağırbaşlılığıyla şunları da ekler: Kant'ın çağında doğal
nesneler konusundaki bilgimiz öylesine bölük
pörçüktü ki, onların üstünde bildiğimiz az bir şeyin ötesinde esrarlı bir
kendinde varlık bulunduğu sanılabilirdi.
Ama bu kavranamaz sanılan nesneler bilimin dev adımlarıyla ilerlemesi
sonunda kavrandılar, çözümlendiler,
üstelik de yeniden üretildiler.
Kant XViii'nci yüzyılda yaşamıştı. Ya
ondokuzuncu yüzyılla XX'nci yüzyılın
yenikantçılarına ne demeli? Onlara ne deneceğini de gene Engels söylüyor:
Yenikantçı, bir bilim adamı olduğu
ölçüde, eşdeyişle herhangi bir şeyi bildiği ölçüde özdekçidir. Ama biliminin
dışında, hiçbir şey bilmediği alanlarda
bilgisizliğini Yunancaya çevirir ve ona agnostisizm (bilinemezcilik) der.
Yenikantçılığın olağanüstü
yaygınlaşmasının nedenleri, özellikle Almanya'daki sınıf ilişkilerinin
değişmesinde ve genellikle dünya
burjuvazisinin ideolojik gereksinimlerinde yatar. Paris komününden dehşete
kapılan burjuvazi, toplumculukla
savaşımında kullanabileceği idealist bir felsefeyi şiddetle gereksiyordu.
Doğa bilimleriyle toplum bilimleri arasında
bir antitezin varlığını, bunun sonucu olarak da toplumsal gelişmenin
doğadaki gelişme gibi yasalı olamayacağını ve
toplumsal olayları bilimsel olarak bilmenin olanaksız bulunduğunu ancak
Kant'ın idealizmi gösterebilirdi.
Özellikle
Kant'ın kuramsal ve kılgısal us ayrımları, o her derde deva bilinemezciliği
burjuvazinin başlıca güç kaynağı
olmuştur. Bu yüzdendirki Baden okulunun yenikantçı profesörleri şöyle
derler: Tarih, kültürel değer taşıyan tekil
olguların bilimidir ve hiçbir zaman yasalı olamaz: Toplumsal olayları
bireysel olaylara ve toplumsal gelişmeyi
kültürel gelişmeye indirgeyen bu görüş, yenikantçılığın özüdür. Bundan ötürü
de toplumbilimde pek çok yenikantçı
öğretiler türemiştir. Bu yenikantçı burjuva toplumbilimlerinin ortak
yanları; Max Weber, W. Windelband ve H.
Rickert'in tarihsel süreçte, nesnel etmenlerin rolünü görmezlikten gelerek,
öznel etmenlerin rolünü abartıp
saltıklaştıran idealist savlarıdır.
Olguculuk, temelde; Alman düşünürü Immanuel Kant'tan gelen olaylardan başka
hiçbir şeyi bilemeyiz
varsayımına dayanır. Bu bakımdan yenikantçılık, yenigerçekçilik,
yenihegelcilik gibi bütün idealist öğretiler, az
çok, zorunlu olarak olgucu bir sonuca varırlar. Olaylardan başka hiçbir şeyi
bilemeyeceğimize göre, bilim de sadece
olayları incelemekle yetinecek ve kendiliğinde şey'in alanına el
uzatmayacaktır.
Yeniolgucular, olguculuk
öğretisini bu anlamdaki bilimselliğe uygulayarak, bilimsel kuralların
değerini ölçebilecek yanılmaz bir ölçüt
buldukları kanısındadırlar. Bu ölçüt de dil ve somut mantık incelemeleridir. Gerçeğin bilgisi, bilimsel düşüncenin
verilerinden ibarettir. Demek ki felsefeye dilin çözümlenmesinden başka
yapacak bir iş kalmamaktadır.
Felsefe ve
bilim tüm mantık işidir. Bu yüzden yeniolguculuk, bilim felsefesi ya da
mantıkçı olguculuk (Fr. Positivisme
logique) adlarıyla da anılır. Yeniolguculuğun temelleri Bertrand Russell, L.
Wittgenstein, M. Schlick, R. Carnap;
H. Reichenbach, Tarski, W. Quine, A. Pap, G. Ryle, A.
Ayer taraflarından
atılmıştır. Yeniolguculuğun ayırıcı
niteliği, bilimsel terimlerin semantik çözümlenmesine dayanmaktadır. Bu
düşünceyse, örneğin Amerikan
semantikçisi S. Chase'in elinde sömürme teriminin dilden atılmasıyla sömürme
olayının da ortadan kalkacağı
sonucuna varmaktadır. Yeniolgucular, otay deyiminden, nesnel fenomenleri ve
olguları değil, öznel duyumları ve
tasarımları anlamaktadırlar. Onlara göre bilim sadece olaylarla
uğraşacaktır, ama olayların nesnel gerçeklikleri
yoktur, örneğin bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle
'varlaştığı sorulamaz ve incelenemez.
Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk
ve biçimden ibarettir ve yalnız bu
nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim,
nesnel dünyayı asla bilemez.
Yeniolgucular, böylece, felsefenin temel sorunlarını tümüyle yok ettikleri
ve bilimi en ilkel yanından aldıkları
halde, varsayımlarına bilimsel felsefe adını takmaktan çekinmemektedirler.
Gerçekte yaptıkları iş, olay teriminden
öznel duyumları ve tasarımları anladıklarına göre, yalın bir öznel
idealizmden ibarettir. Yeniolgucular, töresel
alanda da aynı özelliği gütmektedirler. Onlara göre töresel bir kanı,
kişisel bir kanıdır ve başkalarını bağlamaz.
Nesnel töresel kurallar yoktur. Bundan çıkan sonuç da açıkça şudur: Nesnel
töresel kurallar arayanlar dine
başvurmalıdırlar. Yeniolguculuk, görüldüğü gibi, metafiziğe sırt çevirme ve
bilimselleşme iddialarına rağmen,
bilimin tüm dışında ve metafiziğin tüm içinde bulunan gerici idealist bir
öğretidir.
Öznel düşünceci yeni olguculuk,
çağımızda, aynı yapıda olmak üzere, çeşitli adlar ve okullarla boy
göstermektedir. Örneğin Avusturya'da M.
Sehlick'le öğrencilerinin kurduğu Viyana okulu, İsveç'te Upsala okulu, H.
Reichenbach ve C. Hempel'le izdaşlarının
oluşturduğu Berlin bilimsel felsefe derneği, Almanya'da ayrıca Münster grubu
(Scholz), İngiltere'de Lengüistik
felsefe grubu ve ayrıca Moore'u izleyen Analitik düşünürler (Stebbing,
Wisdom vb.), Lvov-Varşova okulu (özellikle
K. Aidukewicz), Viyana grubuna bağlı olarak Alman mantıkçı olgucuları
(Carnap, Neurath vb.), Amerika'da
Pragmacı yeniolgucu akım (E. Nagel, M. Morgenau, W. Quine Morris, Bridgman
vb.) ve ayrıca bilimsel görgücülük
(Fr. Empirisme scientifique) adı altında toplanan pek çok düşünür
yeniolgucudurlar. Bilim adamı geçinen bu kadar
çok profesörün böylesine bir bardak suda fırtına koparmaya çalışmalarının
nedeni, kolaylıkla anlaşılamaz.
Emperyalizmin merkezi olan Amerika'nın bugün yeniolguculuğun da merkezi
olduğu unutulmamalıdır. Bu bilimdışı
akıma kendilerini kaptırmış bulunan kimi iyi niyetli bilim adamları,
yeniolguculuğun pek çok felsefe sorunları
karşısındaki aczini itiraf etmekte ve bunu yeniolguculuğun bunalımı (Fr.
Crise de neo positivisme) olarak
nitelemektedirler. Felsefeyi bir dilbilgisi çözümlemesine indirgemek, onu
yok etmek demektir. Yok edilen bir
felsefeye bilim felsefesi adını vermekse yeniolgucu bulanık kafalılığın
yapabileceği bir şeydir. Bundan ötürü
yeniolguculuk, sözde bilim felsefesi (Fr. Soidisant philosophie de science)
adıyla anılır.
HAYIR DİYEN İNSAN.
XX'nci yüzyılın burjuva düşüncesi, sanat alanında da
umutsuzdur. Bu umutsuzluğu
belirtmek için, biri İngiliz öbürü Fransız, iki sanatçı, bir XV'nci yüzyıl
ermişinden yararlanıyorlar. Bu sanatçılar,
Bernard Shaw'la (1856-1950) Jean Anouilh'dur (1910- ). Sordukları şudur:
Jeanne d'Arc niçin yakıldı?
XV'nci yüzyıl, Fransa'yı kargaşalık içinde buldu. Dükalar birbirine girmiş,
iç savaşlar başlamıştı. Güçsüzlüklerden
yararlanmasını pek iyi bilen bir başka ulus, İngiltere, Fransa kıyılarında
boy gösteriyordu Fransız soyluları
ülkelerini satıyorlardı. Harfleur bir aylık bir kuşatmadan sonra düşmüş,
Normandiya İngilizlerin eline geçmişti.
İngiliz tümenleri, Bourgonyalıların da yardımıyla, Calais üssüne yönelmişlerdi. Fransa Kralı Vi'ncı Charles'ın
kızıyla evlenen İngiltere Kralı V'nci Henri, Fransa tahtı üstündeki düşünü
gerçekleştirmek üzereydi. Bourgonya Dükası
Philippe, Fransa tacını avuçları arasına almış, İngiltere Kralı V'nci
Henri'ye sunuyordu 1422 'de İngiliz damat
Fransız kaynatasından iki ay önce öldü ama, İngiltere'nin Fransa üstündeki
tutkusu zerrece eksilmedi. İngiliz kral
naibi Duc de Bedford bu tutkuyu hızlandırmıştı. 1392 yılından beri aklı
başında bulunmayan deli Kral Vi'ncı
Charles da ölünce ortada beceriksiz, parasız, taçsız bir veliahttan başka
kimsecikler kalmıyordu. Oysa Fransa'nın geleceği
gene de bu zavallının taç giymesine bağlıydı.
Dükalar, Fransa tahtına
oturması gereken bu delikanlıyı kral yerine
değil, adam yerine bile koymuyorlardı. Delikanlı, elleri cebinde, ne
yapacağını şaşırmış, Fransa'nın henüz İngiliz
ayağı değmemiş topraklarında dolaşıp duruyordu. İngiliz ayaklarıysa
çevresini gittikçe daraltıyorlardı. Bu gidişle,
dolaşabileceği tek yer, Tourain'deki evinin bahçesi kalacaktı.
İşte erdemli Jeanne, Tanrının sesini bu sırada duydu Tanrı ona, Orleans'ı
İngilizlerden temizleyerek veliahta taç
giydirmesini emrediyordu. On sekiz yaşında, kaba saba, bilgisiz bir köylü
kızıydı. Lorraine'le Champagne arasında,
Mouse nehri kıyılarındaki Domremy köyündendi. Kendisi pek bilmiyordu ama,
babası, soylarının Arc'tan geldiğini
söylüyordu. Sürülerin peşinde koşmaktan elleriyle ayakları nasır içindeydi.
Oysa, kendisinden yüzyıllarca sonra
yaşayan Fransız tarihçilerinin sözbirliğiyle yazacaklarına göre, Fransa'nın
kurtarıcısı olacaktı.
Fransa, bahtsız kargaşalığının ortasında, bir ermişin erdemlerini
bekliyordu. Jeanne d'Are tam zamanında
yetişmişti. Sophokles'in temkinli akıl'ının yapamadığını bilinçsiz güç
başaracaktı. Başvurabileceği başka bir şey
kalmamış olan halk, ona inanıyordu. Ünü, Fransa topraklarında hızla
yayılmıştı. Beceriksiz veliaht önüne ilk
çıkanın peşine takılmaya hazırdı. Askerler erdemli Jeanne'ın getirdiği
Tanrının sesiyle yüreklenmişlerdi. Birkaç ay
içinde Orleans İngilizlerden temizleniverdi. Veliaht, Reims' da kutsal
krallık tacını giydi. Şaşkın delikanlı artık
Fransa Kralı Vii'nci Charles olmuştu. Tahta oturduktan sonra yüreklenmeye
başlayacak, İngiltere kral naiplerinin
çekişmelerinden de yararlanarak, ülkesi hesabına mutlu işler başaracaktı.
Erdemli Jeanne görevini bitirmişti, artık İngilizlere satılabilirdi.
İngilizler de onu, bir öç alma duygusu içinde,
odun yığınlarının üstüne çıkarıp yakabilirlerdi. Warwick'in dediği gibi,
ileride, başka bir politika gerektirirse ateşte
yaktıkları bu zavallı kızın heykelini de dikebilirlerdi. Birkaç yüzyıl sonra
İngiltere hükümetinin menfaatleri bunu
pekala gerektirebilirdi. Oysa şimdilik suçluydu; İngiliz ordusunu
büyücülükle yenmişti, Tanrının sesini duyduğunu
söyleyerek kutsal kiliseye karşı koymuştu.
Jeanne d'Arc niçin yakıldı?..
Bu soruya önce bir İngiliz sanatçısı, Bernard
Shaw karşılık verdi: Çünkü dünya,
erdemlileri istemiyordu. Jeanne'ın eliyle tahta çıkardığı Kral Vii'nci
Charles, onun yakılmasına göz yummuştu:
Çünkü minnet altında yaşayamazdı. Hele kaba saba bir köylü kızının eliyle
tahta oturmak ince soyluluğuna pek ağır
geliyordu. Kilisenin düşmanlığınaysa hiç dayanamazdı. Bir yandan da
İngilizlerle iyi kötü bir anlaşmaya varması
gerekiyordu Görevini bitirmiş bir büyücüyü savunacak kadar aptal değildi.
Monarşiden başka, aristokrasi de onun yakılmasına göz yummuştu: Çünkü
Jeanne, aristokrasiyi bir kenara atıp
kralı biricik, mutlak hükümdar kılıyordu. Kral, soyluların sadece birincisi
olmaktan çıkıyor, onların efendisi
oluyordu. Soyluların toprakları tehlikedeydi. Kral bütün Fransa
topraklarının sahibi kılınmıştı.
Bilginler, okumuşlar da göz yumuyordu: Çünkü Jeanne ulusçuydu, Fransa
Fransızlarındır, diyordu. Bu
düşüncenin sonu İspanya da İspanyollarındıra varırdı. Oysa; İspanya'nın bir
parçası pekala Fransızların olabilirdi.
Bu düşünce Katolikliğe de aykırıydı, Katolikliğin tanıdığı tek hükümdarlık
İsa'nın hükümdarlığıydı. Bu
hükümdarlık uluslara paylaştırılırsa İsa da tahtından indirilmiş olurdu.
Yakılacak olan Protestanlık değil,
ulusçuluktu.
Kilise göz yumuyordu: Çünkü, Tanrıdan ses almak gibi akla sığmayan bir
kurumla burnu şişmiş bir köylü kızı,
kilisenin bilgeliğini hiçe saymaya kalkarsa dünyanın hali nice olurdu?
Kilisenin başına, Muhammed'le ona
kananlar yetişmiyormuş gibi, bir de bu kızla ona kananlar çıkmıştı.
Kilisenin, varlığını savunması gerekiyordu.
Jeanne'ın kendisi de göz yumuyordu: Çünkü ermişlik, onun mutluluğuydu.
Ermişliğini yalanlamak onu
yakılmaktan kurtaracak, ama mutluluğundan edecekti. Özgürlüğüne kavuşabilse
bu mutluluğun harcanmaya değer
olup olmadığını düşünürdü.
Oysa, ermişliğini yalanlamaya karşı sadece
zindanda çürümeye bırakılmak veriliyordu
Değmezdi, hesap tutmuyordu. Jeanne'ın yakılmasından yirmi beş yıl sonra gerekler değişecek, köylü
kızının ermişliği, Fransa'nın menfaatlerine
daha uygun görünecekti. Elli bir yaşına basmış olan Kral Vii'nci Charles,
bir büyücünün gücüne değil, bir ermişin
gücüne dayanmak istiyordu. Dava, Jeanne'ın annesiyle kardeşlerine açtırılıp
Jeanne temize çıkarıldı; ermişliği de,
artık güçlenmiş bulunan kralın isteğine uyularak, kilisece onaylandı. Bu
sonuç halkın da duygularını karşılıyor,
İngilizlere karşı yeni bir üstünlük sağlıyor, bir taşla birkaç kuş vurulmuş
oluyordu. Oysa Bernard Shaw'a göre,
Jeanne temize çıkarıp ermişliğini onaylayacak yerde diriltebilselerdi, altı
aya varmaz yeniden yakarlardı. Çünkü
erdemliler dünyaya göre değildi, dünya, erdemlileri istemiyordu.
Soruyu, Bernard Shaw'dan sonra, Fransız sanatçısı Jean Anouilh karşıladı:
Jeanne, hayır dediği için yakılmıştı.
Jeanne'ın erdemleri, hayır diyen insan'ın erdemleriydi. İnsan baştan aşağı
güçtü, güvendi, yüreklilikti. Bir bakıma
baştan aşağı günah, şehvet, pislikti de, Gecenin karanlığına sığınıp yaptığı
şeylerin hepsi hayvanlıktı. Ama
hayvanlar gibi davranan o insan, bir de bakardınız, bir orospunun yatağından
fırlayıp küçük bir çocuğu kurtarmak
üzere azgın bir atın önüne atılıvermiş. Tanrı, insanı işte bu ikiliği için
yaratmıştı. İnsan olmanın gururuyla
mucizenin ta kendisiydi insan. Düşman, insanın ta kendisiydi. Asıl davanın
ne olduğu, kimden hesap sorulduğu
bilinmeliydi artık.
Zavallı bir köylü kızının ardında şeytanı aramak
boşunaydı. İnsan, kendine güveni, sessiz, duru
haliyle şeytandan bin kat daha korkunçtu. Çünkü onun tek Tanrısı kendisiydi.
Sesi, yüzyıllar boyunca susmayacak,
hayır demekte direnecekti. Ona evet dedirtmeye çalışmak boşunaydı. Jeanne hayır demişti, çünkü, ileride beni buradan çıkarıp saraya alırlarsa
ne yaparım ben? Herkes tarafından
unutulan, şişman, obur, saçları kınalı, her şeyi hoş gören bir Jeanne...
Belki de evli barklı, çoluklu çocuklu
babayani bir kadın... Ben, sonum gelsin istemiyorum, sonu olmayan bir son
istemiyorum. Ermiş Marguerite, ermiş
Catherine, söylemeseniz de anlıyorum artık, ben sizleri ilk gördüğüm gün
dünyaya geldim, söylediklerinizi
yaptığım günden beri yaşamaya başladım. Ben, elinde kılıç düşmana saldıran
bir kızım. Manastır köşelerinde
sabahtan akşama kadar pinekleyen, miskin, obur bir kadın değilim ben!...
Yanman yarım saat, anlaşılman beş yüzyıl sürdü sevgili ermiş. Fransız yazarı
Jean Anouilh, aynı temayı, bir
antikçağ ermişinde de işlemektedir. Bu ermiş, Antigone'dur. Anouilh,
Sophokles'in ünlü trajedisinde şu sözlerin
altını çizmiş olmalıdır:
Antigone, ablası İsmene'ye, soylu musun, yoksa soysuz musun, şimdi bunu
göreceksin diyor. Antigone'un
erdemleri, soyluluğunun sonucudur. Antigone, kimsenin bana vefasız demesini
istemiyorum diyor. Kendisini
vefalı bulmaları Antigone'u mutlulandırmaktadır. Hoşlarına gitmek
istediklerimin hoşlarına gittiğimi biliyorum
diyor. Hoşlarına gitmek istediği kimselerin hoşlarına gitmesi Antigone'u
mutlulandırmaktadır. Bunu yaptıktan
sonra ölürsem ne mutlu bana. O zaman sevdiğim insanın yanında dinlenirim,
onun yüzünden işlediğim bu suç için
o da beni sever. Dirilerden çok, ölülerin hoşuna gitmek isterim. Çünkü
onların yanında sonsuz kalacağım. Sen,
işine gelirse Tanrıların katında şerefli olanı hor görebilirsin diyor.
Antigone hesaplıdır, Tanrıların katında şerefli
olmak istemektedir, çünkü bu sonsuza değin süreceğine inandığı uzun bir
mutluluktur. Toprağın üstünde
Haimon'la geçireceği günler sayılıdır, ama toprağın altında kardeşiyle
geçireceği günler sonsuzdur. Antigone
insanca bir hesap yapıyor, küçüğü verip büyüğü alıyor.
Anouilh, Antigone'un erdemini XX'nci yüzyıl ölçülerine uygun güdülere
dayamak zorundaydı. İki bin beş yüz
yıldan beri hesaplar bir hayli değişmişti. Toprakaltı mutlulukları yerine
toprak üstü mutluluklarına göz
dikenlerin sayısı çoğalmıştı. Temkinli akıl, toprak üstünde geçireceği
birkaç mutlu günü çok daha karlı
buluyordu. Birinci Antigone, İ.Ö. V'nci yüzyılın gereklerine uygun yolu
seçmişti; ikinci Antigone da, elbette, İ.S.
XX'nci yüzyılın gereklerine uygun yolu seçmeliydi. Bu yollardan her ikisi de
ölüme varıyordu. Ancak çıkış
noktaları arasına yirmi beş yüzyıl girmişti.
Anouilh'un Antigone'u ne istediğini gereği gibi bilmektedir. Ben her şeyi
hemen isterim. Üstelik tamam olmasını
isterim. Yoksa kabul etmem. Uslu oturdum diye vereceğiniz bir parçacık şeyle
yetinemiyorum.
Her şeyden emin
olmak istiyorum diyor. Aşkından da emin olmalıdır elbet: Beni seviyor muydun
Haimon, beni seviyor muydun?
Bundan emin miydin o akşam, o baloda, gelip beni köşemde bulduğun an, yanlış
birine gitmediğine emin miydin?
O vakitten beri hiç esef 'etmedin mi? İsmene'yi istemenin daha münasip
olacağını bir defa olsun düşünmedin mi?.
Çirkindir, bunu da bilmektedir.
Bir bildiği daha var, kuşkulardan
kurtulmanın insanı güzelleştireceği:
Evet,
çirkinim. Babam sonradan güzel olmuştu. Kendisini artık hiçbir şeyin
kurtaramayacağını anladıktan sonra. O
zaman birdenbire rahatladı, güzelleşti. Acaba sır, İsmene'nin giyitlerinde
mi, dudak boyalarında mı, kokularında
mı?.. Senin yanına İsmene'nin giyitlerini giyerek niçin mi geldim? Aptallık.
Beni sahiden arzuladığına
inanamıyordum. Onların giyitlerini giyer, boyalarını sürer, kokularını
kullanırsam biraz daha onlara benzer, sana
arzu veririm diye düşündüm. Ablası, sarışın İsmene'yi kıskanmaktadır: Ben
kara kuru bir kızım, İsmene'yse bir
meyve gibi pırıl pırıl. Polyneikes'in ölüsü meydanda duruyor, ama işler
yolunda gitseydi, ölmeyi ben de
isterdim. Oysa kuşkular, aşağılık duygusu onu günden güne eritmektedir.
Yapabilse de İsmene'yi de beraber
sürüklese, geride bırakmasa. Ama İsmene ölmek istemiyor. Şu halde Antigone
erdemini tek başına yaşayacaktır.
Artık toprak üstünde yapabileceği bir şey kalmamıştır. Polyneikes'in ölüsünü
gömerek erdemini belirtebilir.
Sophokles'in Antigone'unun şu sözü Anouilh'in Antigone'una daha çok
yakışıyor: Sonunda bir şey bana
kalacaktır: Güzel bir ölüm.
Kreon'un erdemleriyse bambaşka hesaplara dayanmaktadır. Anouilh'in Kreon'u
da, Antigone'u gibi, ne istediğini
gereği gibi biliyor: Güneşte çürüyen bu leş beni de senin kadar rahatsız
etmiyor mu sanıyorsun? Kokudan midem
bulanıyor, gene de pencereleri kapatmıyorum. Onu gömdürmeyi ben de isterdim,
hiç değilse halkın sağlığı adına.
Ama ne çare ki yönettiğim hayvanların, en aşağı bir ay, bu kokuyu duymaları
gerek. Ne yaparsın, meslek böyle
istiyor. Bu meslekte çalışmalı mı, çalışmamalı mı, bu tartışılabilir. Ama
çalışmalı dersen, başka çaresi yok, böyle
olacak.
İNSAN ARTIK SADE RUH.
XX'nci yüzyılın kargaşalığında insanın insanlığı
büsbütün yitirilince, metafiziğe,
artık onun sadece ruhtan ibaret olduğunu tanıtlamak düşüyor. Yitip giden
bedeni arayıp yeniden yerine
yerleştirmeye çalışmaktansa onu büsbütün yadsımak daha kolay.
Bilimci
geçinen birçok profesör bu işi başarmak
için birbirleriyle yarış ediyorlar. O kadar da çoklar ki hepsini anlatmaya
kalksam bu kitaba daha iki cilt eklemek
gerekir. Hem de değmez. Kendilerinden çok söz edilen ve kimi çevrelerce pek
beğenilen birkaç örnek vermekle
yetineceğim.
Bunların başında ünlü fizik profesörleri Mach'la Avenarius geliyor. Alman
fizikçisi ve düşünürü Ernst Mach
(1838-1916)'ın öğretisi bilimsellik görünüşü içinde bilimdışılığın en belli
örneklerinden biridir. Empirio critisme
adıyla anılan öğretisinde varlığın duyum denilen elemanlardan meydana
geldiğini, bütün doğanın insan
düşüncesinde düzene konulan bu eleman serileri (Fr. Serie d'elements)'nin
toplamı olduğunu, nesnel sandığımız her
şeyin gerçekte bizim öznel duyumlarımızdan ibaret bulunduğunu
ilerisürmüştür. Ona göre varlık bir duyumlar
karmaşası'dır. Fizik ve psişik bütün gerçeklikler temelde öznel duyumlara
indirgenirler.
Mach'ı izleyenler
bilimsellik iddiası içinde bu kadar ileri gitmenin mümkün olmadığını
anlayarak, bu duyumların hiç kimseye ait
olmayıp yansız (Fr. Neutre) olduklarını ilerisürmüşler ve onun öznel
ideâlizmini gizlemeye çalışmışlardır. Ne var ki
ne fizik ne de psişik olmakla tanımlanan bu yansız kavramı da Mach'ın savına
hiçbir gerçeklik katmamıştır.
Çünkü
doğada fizik ya da psişik olmayan hiçbir şey yoktur. Ernst Mach, nesnel
doğayı ve bundan ötürü bilimi yadsıdığı ve
böylelikle metafiziğe düştüğü halde metafizikle de savaşmış ve Kant'ı
metafiziği temizleyememekle suçlamıştır,
şöyle der: Büyük Königsberg'li metafizikte temizlik yaptığı zaman numen
denilen mantarı temizlemeyi unutmuştur.
Bu mantar işte o günden beri büyüyüp gitmektedir.
Bütün özdeksel kuramlar gibi atom kuramına da karşı çıkan Mach, ünlü fizikçi
Planck'la yaptığı bir tartışmada bu
yoldaki fizik araştırmalarını bilime aykırılıkla suçlamıştır. Ona göre
doğada hiçbir gerçeklik bulunmadığı için atom
da, numen, yani kendiliğinde gerçeklik de yoktur.
Bu, dünyada benim öznel
varlığımdan başka hiçbir şey yok,
demektir ki tekbencilik anlayışına varan bilimdışı bir idealizmdir. Mach'ın
vardığı sonuç, olgucu düşüncenin
zorunlu sonucudur.
Denilebilir ki olguculuk (Pozitivizm) XX'nci yüzyılın
başlarında, ilerde daha başka biçimlere
dönüşmek üzere, Mahçılık biçimine dönüşmüştür. Fiziğe olduğu kadar
metafiziğe de sözde sırt çevirerek üçüncü
bir yol olma iddiasındadır. Gerçekte İngiliz düşünürleri George Berkeley
(1685-1753) de David Hume'un (1711
1776) görüşünü izler, düşünen insanın dışında hiçbir objektif gerçek
bulunmadığını dolaylı olarak ilerisürmekle
sübjektif ruhçuluğu savunur. İnsanın dışındaki bütün şeyleri insanın
duyularına indirgemekle, insanın dışında ve
insandan önce de var olan dünyayı tanımaz. Deneyci görünür, ama deneydeki
objektif gerçeğin varlığını yadsır,
insan için sadece duyularla elde edilen algıların gerçek bulunduğunu ve
insanın bu tasarımlarla yetinmesi
gerektiğini ilerisürer.
Mahizme ampirio kritisizm adı da verilerek Richard Avenarius'ün (1843-1896)
düşüncesiyle birleştirilir.
Mahçıların sözde deney'e başvurmalalarının onları hiçbir zaman
bilimselleştirmediği bütün açıklığıyla ortaya
konmuştur. Deneyciliği (Mahçılık, deneyci eleştiricilik anlamına gelen
empirio criticisme adıyla da anılır)
materyalist anlamının tam karşıtı olan idealist bir anlamda ele alan
Mahçılık, bir yandan bilgi kökeninin deneysel
olduğunu kabul ederken öbür yandan deneydeki nesnel gerçeğin varlığını
yadsır. Deney konusunun nesnel dünya
olmayıp duyumlar ve algılar olduğunu ilerisürer, buysa düpedüz öznel
düşüncecilik (sübjektif idealizm) demektir.
Herkes insandaki duyumun ne olduğunu bilir, ama insan olmaksızın duyum ya da
insandan önce varbulunan duyum
saçmadan başka bir şey değildir. Mahcıların, yansız eleman uydurmasıyla
materyalizm ve idealizmin üstüne
yükselme savları, eytişimsel özdekçi felsefede felsefe şarlatanlığı olarak
nitelenir. Ünlü bir diyalektikçi Mahçılara,
her aklı başında insanın kolaylıkla yanıtlayabileceği şu soruları sorar:
İnsandan önce doğa var mıydı? Mahçılara
göre yoktur, çünkü doğayı bireysel insan duyumu varetmiştir. İnsan beyniyle
mi düşünür? Mahçılara göre insan
beyniyle düşünmez, çünkü beyin denilen örgeni bireysel insan düşüncesi
varetmiştir. Çevrenizde kendinizden başka
insanlar var mıdır? Mahçılara göre yoktur, çünkü o başka insanlar da
bireysel duyum ve düşüncenin ürünüdür.
Mahçılık, pek açık bir tekbencilik (solipsizm)'tir ve saçmalığının en açık
kanıtı da budur. Avenarüıs ve Mach,
tekbenciliğe düşmemek ve öznelciliklerini gizlemek için benim sözcüğü yerine
bizim sözcüğünü kullanırlar. Ne
var ki dış dünyanın nesnel varlığı yoksa pek açıktır ki başka insanların da
nesnel varlıkları olamaz, öyleyse
kendimden başka hiçbir şey bilemem ve benden başka hiçbir şey yoktur
saçmalığından da kaçınılamaz. Bu
anlayışa göre fiziğin konusu, nesneler arasındaki bağlantılardır. Mach,
şöyle demektedir: Duyumlar nesnelerin
sembolleri değildir, tersine, nesneler duyumlar karmaşası için ansal
sembollerdir. Evrenin gerçek elemanları
nesneler değil, duyumlardır. Ünlü bir eleştirici Mach'ın bu sözlerini şöyle
yanıtlar: Öyleyse düşünce beyinsiz
olarak vardır. Bu beyinsiz felsefeyi savunabilecek olan da var mıdır? Evet,
o da vardır. Bu Profesör Richard
Avenarius'tür.
İnanılır gibi değil ama, bu bilimdışı öğreti başta Henri Poincarl;, P.
Duhem, Adler, Petzold, Bermann, Helfond,
İyuşkeviç, Bazarov, Bogdanov, Lunaçarski, Suvorov vb. olmak üzere yüzlerce
profesör tarafından benimsenmiş ve
desteklenmiştir.
Antropoloji felsefesinin kurucusu, Alman düşünürü Max Schelerdir (1874-1928)
Max Schelere gelinceye kadar
insanla ilgili bütün konuların felsefesi yapılmış, insanın kendisinin
felsefesi yapılmamıştı. İnsanın beden yapısı, ruh
yapısı, dünyası, evreni, hastalıkları, töresel ve toplumsal kuralları ayrı
ayrı incelenmişti ama, bütün bunların üstünde
insan denilen varlığın ne olduğu incelenmemişti. Scheler, Yahudi soyundan
gelme bir Hıristiyan'dı.
Oysa, son
yıllarında Tanrıdan büsbütün vazgeçmiş, Tanrıya yakıştırılan nitelikleri
insanda aramaya başlamıştı (bu konuda
Bedia Akarsu'nun Max Scheler'de Kişilik Problemi adını taşıyan araştırmasına
bkz. İstanbul, 1962). Münih ve
Kolonya Üniversitelerinde felsefe, Frankfurt Üniversitesinde de sosyoloji
okuttu. Frankfurt Üniversitesinde verdiği
derslerde antropolojinin temellerini attı. Bu konudaki düşüncelerini
özetleyen İnsanın Dünyadaki Yeri adlı yapıtını
ölümünden birkaç ay önce bitirmişti (bu yapıtı, İnsan Kainattaki Yeri adıyla
Takıyettin Mengüşoğlu dilimize
çevirmiştir, İstanbul 1947).
Max Scheler'e göre insanı hem çevresine, hem de kendisine karşı özgür kılan
geist'tir. Geist, sözcük anlamıyla,
Arapçadaki ruh deyimini karşılıyor. Oysa felsefe anlamı büsbütün başkadır.
Max Schelere göre geist; aklı, ide
bilincini, kendiliğindenliğe yönelen bir anlayışı (mahiyet idrakini),
iyilik, sevgi, acımak, saygı, pişmanlık gibi
heyecan aktlarını kapsayan bir ilkedir. İnsanı insan eden işte bu ilkedir.
Bu, bir zeka gücü değildir. Zeka, geist'in kapsadığı pek geniş anlamın ancak
küçük bir parçasıdır. Hayvansal beyin,
gelişebildiği kadar gelişse de, geist sonucuna varamaz. Hayvansal beynin
sonsuza kadar gelişerek insan zekasını
aşmış olduğunu düşünsek bile, o zeka, insanca geist'i oluşturamayacaktır.
Çünkü geist, maddesel bir gelişme değil,
belki maddesel gelişmelerin pek özel olarak birbirlerini etkilemeleri
sonunda elde edilmiş, belirmesi pek özel
koşullara bağlı bir düzen aktıdır (eylemidir). Geist'in, bir varlıkta
meydana çıkmasını sağlayan akt merkezi de
kişiliktir (şahsiyet). Geist, işte bu kişilikte meydana gelir.
Bu, bir töresel (ahlaki) güç de değildir. Çünkü töresel aktlar da, geist'in
kapsadığı kocaman anlamın pek küçük bir
parçasıdır. Kaldı ki geist, kendi başına, töresel bir aktı meydana
getiremez. Töresel olsun ya da olmasın herhangi bir
aktın meydana gelebilmesi için bir enerji gerekir. Geist, kendi başına,
güçsüzdür. Ne bir enerji meydana getirebilir,
ne de meydana gelmiş bir enerjiyi yok edebilir. O, güçsüz ve sessiz bir
düzenleyicidir. Elinde en küçük bir zorlama
gücü yoktur. Cezalandırmak yetkisi verilmemiş bir trafik polisini düşünün.
Size gideceğiniz yolu gösteriyor. Ama
siz, onun gösterdiği yoldan gitmeyebilirsiniz, sizi zorlayamaz.
Gene de
görev, bıkıp usanmadan, onu dinlemeseniz
bile, gitmeniz gereken doğru yolu göstermektedir.
Bu, bir evrimsel gelişme sonucu da değildir. Öyle olsaydı, belki, pek uzak
bir gelecekte hayvanlar için de
düşünülebilirdi. Evrimsel gelişme, doğaya (tabiata ve hayata) uygun bir
çizgide yol almaktadır. Oysa geist, doğaya
karşıttır. Ama o kadar güçsüz ve sessiz bir ilkedir ki, doğaya karşıt olduğu
halde, doğayla geist birbirlerini
tamamlamaktadırlar. Böyle olmasaydı, geist, insan tarihi boyunca hayatı
sürekli olarak örseleyen ve yok etmeye
çalışan bir ilke olurdu Oysa onun böylesine bir kavgayı gerçekleştirebilecek
hiçbir gücü, hiçbir enerjisi yoktur.
Doğayla geist arasında bir kavga değil, geist'in pek incelikle düzenlediği
karşılıklı bir ilgi vardır. Bununla beraber
geist, sessizce ve ustaca; dolayısıyla, doğayı vurabilir, yenebilir,
değiştirebilir. Yıkıcı ve yaratıcı güçler, bilinçli bir
irade tekniğine dayanırlar. İşte geist, hayvanda hiçbir zaman meydana
gelemeyecek olan bu şeyi, bilinçli irade
tekniğini, sessizce düzenleme yoluyla insanda meydana çıkarır. Kavga onun
becerebileceği bir iş değildir.
Bu, sözcük anlamına uyan bir ruh da değildir. Çünkü, tinsel (ruhi) varlık,
kendi kendisini gerçekleştiremez. Biz,
bütün tinsel olayları, geist'le obje haline getirip inceleyebiliriz. Oysa
geist'imizi, başka bir geist'imiz bulunmadığı
için, obje haline getirip inceleyemeyiz. Geist, ruh olsaydı, obje haline
getirilip incelenebilirdi. Geist, her şeyi
objeleştirebildiği halde, kendisi objeleştirilemeyen biricik varlıktır.
Geist, saf bir eylemden (faaliyetten) ibarettir.
Geist'in varlığı kendisinin parçaları olan aktların özgür bir biçimde
gerçekleşmelerine dayanır. O halde geist'in
merkezi olan kişilik de, obje gibi bir varlık değil, kendi kendilerini
gerçekleştiren aktların bir düzeninden, bir düzen
sisteminden başka bir şey değildir.
Öyleyse biz, geist'imizin merkezi olan
kendi kişiliğimizi ve böylece başkalarının
kişiliklerini de objeleştirip inceleyemeyiz. Bundan da zorunlu olarak şu
sonuca varılır: Öyleyse ide'ler (ruh) eşyadan
önce, ya da eşyanın içinde ya da eşyadan sonra değil, eşya ile birlikte ve o
eşyanın gerçekleşmesini (objeleşmesini)
sağlayan geist aktıyla meydana gelmişlerdir. Bu, bir birlikte meydana
getirme'dir. Daha açık bir deyişle; ruh,
insandan önce, insanın içinde ya da insandan sonra meydana gelmiş değildir.
Ancak, insanla birlikte meydana
gelmiştir. Şu halde evrensel bir ruh (Tanrı) düşüncesi, kendiliğinden
çelişik bir düşüncedir.
Böylece insan, dünyaya
ve kendisine üstün olan tek varlık olarak görünmektedir. İnsan, geist'iyle,
kendisini de aşmıştır.
Max Schelerin insanı insan eden ilke olarak ortaya attığı geist kavramının
iyice anlaşılabilmesi için şu soruların da
karşılanması gerekiyor: İnsanda yaratıcı ve güçlü olan geist midir?.. Hayır,
geist'in ne yaratıcılığı vardır, ne de gücü.
Geist'in değerleri (akıl, ide'leştirme bilinci, kendiliğindeliğe yönelen
anlayış, birçok heyecan aktları), güçsüz
değerlerdir. Kendiliklerinden hiçbir şey yaratamazlar.
Yapabildikleri sadece
bir düzenleme ve dizginleme işidir.
Peki, bu düzenleme ve dizginleme işi bir gücü gerektirmez mi? Başka bir
deyişle, güçsüz bir ilke nasıl
düzenleyebilir ve dizginleyebilir?.. İşte, geist kavramının iyice
anlaşılmasında en önemli soru budur. Gerçekten de
güçsüz bir ilke, hiçbir şeyi düzenleyemez ve dizginleyemez. Geist, herhangi
bir eylemde bulunabilmek Schelerin
deyimiyle, canlanabilmek için gereken gücü, insanda bulunan ikinci bir
ilkeden, itki güçlerinden alır.
Ancak bu
sistemin eylemde bulunabilmesi, itki güçlerinden alacağı enerjiyle sağlanır.
Burada, karıştırılmaması gereken, ikinci
önemli nokta, geist'in eylemde bulunabilmesi için gereken enerjiyi, itki
güçlerinden gene kendi sessiz eylemiyle
almakta olduğudur. Geist, canlanabilmesi için gereken enerjiyi, itki
güçlerini dizginleyerek, bastırarak sağlar. Şu
halde, geist'in hiçbir güce dayanamayan kendiliğinden bir eylemi vardır.
Niçin?.. diye sorulabilir.
Gerçekte vitalist görüşler, bu konuyu, bir
noktaya kadar, çok daha anlaşılır bir biçimde
anlatıyorlardı: Evrende bir enerji var. Bu enerji, cansız ve kör sayılan
doğadan yola çıkarak insana kadar gelip
canlanıyor, gözleri açılıyor. Önce aklı, sonra geist'i doğuruyor.
İşte burada, yukardaki niçin'i karşılayabilmek için, başka bir niçin'i
ortaya atıyor Scheler: Bu enerji, insanda, niçin
kendisine karşı çıkıyor öyleyse, hayat iradesine niçin hayır diyor? Gelişen
enerjiye, bir başka deyişle, hayat
iradesine uygun olan itki güçlerini niçin bastırıyor? Hayvanın son çizgisine
gelinceye kadar hiçbir zaman
bastırılmamış, dizginlenmemiş olan bu itilmeleri (içgüdüleri) insanda
bastıran şey nedir?
İnsan olmak bilinci, bu sorunun karşılığında başlamaktadır. Hayat iradesine
hayır diyen tek varlık insandır.
İnsanda bu hayırı dedirten şey de insanın geist'idir, bir başka deyişle
kişiliği, bir başka deyişle insanlığıdır. Öyleyse
geist, hayat iradesinden ve itki güçlerinden gelme bir güç değil, tersine,
hayat iradesine ve itki güçlerine karşı olan,
ancak insanda meydana gelmiş başka bir güçtür. İnsanın başkalığı,
biricikliği de bundan ötürüdür.
Soruyu, Schelere gelinceye kadar, başkaları da karşılamışlardı. Örneğin, A.
Seydel şöyle diyordu: İnsanda, bir tür
niteliği olarak, bir itki gücü fazlalığı vardır. Bundan ötürü, insan, bu
fazlalığı bastırmak zorunda kaldı. Scheler
soruyor gene: Niçin?.. İnsan niçin bu fazlalığı bastırmak zorunda kaldı?
İnsanı, bu bastırma, dizginleme, düzenleme
eylemine zorlayan şey nedir?.. Karşılığını da şöyle veriyor: Bu şey,
geist'tir. İtki gücü fazlalığı bir neden değil, bir
sonuçtur. İtki gücü fazlalığı, insanda bir tür niteliği olamaz. Bu fazlalık,
ilkin bastırılan itki gücünden doğmuştur.
İtki gücü ilkin bastırılmasaydı, amacına doğru akar gider, bir fazlalık
meydana gelmezdi. Bir fazlalık varsa bu
fazlalık, bir bastırılmadan ötürüdür. Onu bastıran da geist'tir.
Çünkü geist'in, kendi gereği olan irade projelerini
gerçekleştirebilmesi için itki güçlerini düzenlemesi gereklidir.
Şu halde, Schelere göre, insanı insan eden iki ilke vardır: Geist ve itki
güçleri... Bunların her ikisi de birbirlerine
karşı bağımsızdırlar, birbirlerinin nedeni değildirler. İnsan olmak, bu iki
ilkenin hem birbirlerine karşıt ve
hem birbirlerine gerekli olmalarının sonucudur. Ruhçular kadar maddeciler de
yanılmaktadırlar. İnsanı insan eden ne
Tanrıdır, ne de madde, (Tanrıcılık, geist'i maddecilik itici gücü'nü öne
alan, tek nedenleştiren öğretilerdir; Schelerse
ikici'dir). Tanrı, insanla birlikte oluşmuştur, insandan önce yoktu ki
insanı meydana getirsin. Madde, cansızdan
canlıya ve bu arada insana kadar gelen doğanın tüm niteliğidir, insanda
başlayan bir şey değildir ki insanı meydana
getirsin.
Öyleyse insanda başlayan, insanı insan eden başka bir şey var. Bu
şey, geniş anlamıyla geist'in
dilegetirdiği, insan kişiliğiyle itki güçleri arasındaki denkleştirici
karşıtlık'tır. İşte bu insancalığından ötürüdür ki
geist, insandan başka bir varlıkta bulunamaz.
Bu denkleştirici karşıtlık, geist kavramında dilegelmektedir. Öyleyse
Schelerin görünüşteki ikiciliği (dualisme), sonunda gene tekçilik (monisme)
olarak beliriyor: İnsanı insan eden şey,
geist'tir. Çünkü sadece insanda başlayan tek şeydir geist.
Amerika'ya yerleşmiş Alman profesörü Herbert Marcusee göre de, gerçek,
sadece ussal alanda değil, belki de
sadece hayal alanındadır. Dünyamız iki kampa ayrılmıştır. Her iki kamp da
teknik gelişmenin en tehlikeli çizgisine
varmışlardır. Teknolojinin bu çizgisi, baskı'yı gerektirir. Bu baskı,
teknolojik toplumun yapısından doğmaktadır.
Baskılı toplumlarsa karşıtlıksız toplumlardır ve tek boyutlu'durlar. Tek
boyutlulukla niteliksel bir devrim
yapılamaz, çünkü niteliksel bir sıçrama için bir karşıtlık bulunması
gerekir. Diyalektik teori bir kenara atılmamıştır,
ancak bir çare de getirememektedir...
Makinenin tek üretim aracı olmasını,
mutlak birim durumunda olmasını
ortadan kaldırma eğilimindeki teknolojik değişim, Marksçı görüşün, kapitalin
organik bileşimi düşüncesini ve buna
bağlı olarak artıkdeğerin yaratılma teorisini de ortadan kaldırır. Öyleyse
ne yapmalı?.. Profesör Marcuse öğütlüyor:
Önemli olan, kurumları değiştirmek değildir. Önemli olan insanı değiştirmek,
görüşlerine yeni bir yön vermek,
içgüdülerini yeniden biçimlendirmek, hedeflerini tazelemek ve değer
ölçülerini yeni baştan düzenlemektir.
Açıkçası; hayal alanında olan gerçeği elde etmek için maddeyi bir yana
bırakıp ruh'u işlemek gerekir. Ruh'u nasıl
işlemek gerektiğine gelince?.. Marcuse'ün bunun için de bir öğüdü var. 1967
yılında Berlin Üniversitesinin
konferans salonunda Alman öğrencilere şöyle sesleniyor: Özgür sevişmenin
tadına varın!...
Oysa bütün bu bilimdışı gevezeliklerin dışında ruh'un bilimsel açıdan çok
ilginç bir serüveni var: Ruhbilimin tarihi
de antikçağ Yunan felsefesinden başlar. Ruhbilimin gelişmesi, bir açıdan,
ruh kavramının gelişmesiyle ilişkilidir.
Isparta'lı Khilon, İ.Ö. Vii'nci yüzyılda kendini bil! diyor ve bununla da
insanın bilmeyle ilgili ruhsal yanını
ortaya koymuş oluyor. (Çok daha sonra Sokrates'in de kullanacağı bu söz,
Delphoi'deki Apollon tapınağının
girişinde yazılıdır. Platon, onun şu anlama geldiğini söyler: Sadece bir
insan olduğunu bil). Ama asıl ruhbilim, İ.Ö.
V'nci yüzyılda Empedokles'in sevgi ve nefret ilkelerini ilerisürmesiyle
başlatılır.
Empedokles, evrenin, ateş su hava
toprak özdeklerinin birleşip ayrışmasıyla oluştuğunu ve bu birleşip
ayrışmayı da sevgiyle nefretin (özdekdışı,
duyusal iki ilkenin) sağladığını söylüyordu. Böylelikle de özdeksel
elemanları devindirmek için ruhsal etkenler
tasarımlanmış oluyordu. Özdek ve ruh ikiciliği (düalizm) de Empedokles'in bu
tasarımıyla başlar. Aynı yüzyılda
ünlü özdekçi Demokritos da özdeksel bir ruhbilim geliştirmektedir.
Demokritos'a göre, duyularla edinilen algılar,
nesnelerden çıkan buharsal atomların örgenlerimize gelip dokunmasıyla
oluşur. İnsanın ruhsal yanı da gövdenin her
yanına dağılmış bulunan pürüzsüz ve yuvarlak atomlardan meydana gelmiştir.
Daha sonra bilgicilerin ve özellikle
Sokrates'in geliştirdiği felsefe bilgisel ve törebilimseldir, eşdeyişle
insanın bilinçsel ve ruhsal yanını inceler.
Platon'un insanın ruhsal yanına bakış açısı tümüyle metafizikseldir, Timaios
diyalogunda ruhun ölümsüzlüğünü
tanıtlamaya uğraşır. Ona göre bilgi, ilksizlikte idea'ları görmüş bulunan bu
ölümsüz ruhların, girdikleri insan
gövdelerinde gerçekleştirdikleri anımsama (Yu. Anamnesis)'lardan ibarettir.
Duyumlar, bu anımsamayı ve eşdeyişle
bilgiyi dürter ve uyandırırlar ama, onu asla meydana getiremezler.
Aristoteles, Peri Psykhe (Ruh Üstüne) adlı
yapıtında bir metafiziksel ruhbilim (Os. Mafevkattabii ruhiyat, Fr.
Psychologie me taphysique) geliştirir. Ruhsal
yaşamı bir dereceye kadar felsefeden bağımsız olarak ele aldığı halde
yaşambilime (biyolojiye) bağlar. Ona göre
ruhsal yaşam, bir beslenme ve devinme işi, eşdeyişle yaşambilimsel bir
iştir.
Beden ruh içindir ve ruh bedeni yaşatan
bir güçtür. Bitkilerde besleyici ruh (Os. Mugaddi ruh, Fr. Ame nutritive),
hayvanlarda devindiren ruh (Os.
Müteharrik ruh, Fr. Ame motrice) ya da duysal ruh (Os. Hissi ruh, Fr. Ame
senşitive), insanlardaysa düşünen ruh
(Os. Mütefekkir ruh, Fr. Ame pensante) vardır.Ruhbilim deyimi ilkin Latinee olarak ve Aristotelesçi anlamda Alman
tanrıbilimcisi Philipp Melanchton (1497-1560) tarafından ilerisürülmüş, sonra bugünkü anlamıyla Alman düşünürü
Christian Wolff (1679-1754) tarafından
kullanılmıştır. Ruhbilim, başlangıcından ondokuzuncu yüzyılın ortalarına
gelinceye kadar felsefeye bağlı bir dal olarakkalmıştır.
Felsefeden bağımsız bir bilgi dalı olarak gelişmesi, deneysel
ruhbilim (Os. Tecrübi ruhiyat, Fr.
Psychologie experimentale) anlayışıyla başlar. Ruhbilim alanında ilk
denemeler Alman fizyoloji bilgini Weber
(1795 -1878) tarafından yapılmıştır. Bu ilk denemeler, çeşitli ruhbilimsel
farklılıkları ya da tepki sürelerini
ölçmekten ibarettir. Örneğin deneğe bir resim gösteriliyor, denek o resmin
ne olduğunu yanıtlayıncaya kadar geçen
zaman saptanıyordu. Böylelikle ruhbilim alanında birçok değerli bilgiler
elde edilmiştir. İlk ruhbilim laboratuarı
Leipzig Üniversitesinde 1879 yılında Alman bilgini Wundt (1832-1920)
tarafından kurulmuştur. Bunu, on yıl
sonra, Fransız Beaunis'le Binet'nin Sorbonne Üniversitesinde 1889 yılında
kurdukları laboratuar izlemiştir.
Bununla beraber, İngiliz düşünürü Bertrand Russell bu konuda şöyle der:
«Ölçme, hiç kuşkusuz, kesin bilginin
temelidir. Bundan ötürüdür ki bilimsel görüş sahibi olan ruhbilimciler,
ölçülebilecek bir şey aramışlardır. Ne var ki
zaman aralıklarının ölçülmesiyle bir yarar sağlanacağını sanmakla
yanılmışlardır.
Şimdi, artık hep bildiğimiz gibi,
ölçülmesinden yarar sağlanacak tek şey köpeklerin salyalarıdır (Russell, bu
sözüyle, Pavlov deneylerini anlatmak
istiyor. O. H.. bkz. The Scientlfic Outlook, bölüm X).
Ruhbilim,
bağımsızlaşmasına ve bilimselleşmesine rağmen,
eytişimsel özdekçi öğretiye dayandırılıncaya kadar, hep metafizik yapılı
kalmış ve bir düşünceci ruhbilim (Os.İftikari ruhiyat, Fr. Psychologie idealiste) olmaktan öte gidememiştir.
Aristoteles'in Peri Psyckhe adlı yapıtı,
rönesansa kadar ruhbilimin temel yapıtı olarak kalmıştır.
Bütün ortaçağ
boyunca Aristotelesçi ve Platoncu ruh
anlayışları tartışılmış ve bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle Aquino'lu Thomas'nın geliştirdiği dinsel ruhbilim
(Os. Dini ruhiyat, Fr. Psychologie religieuse) bu çağın egemen ruhbilimidir.
Tanrı'nın varlığını tanıtlama amacını
güden bu dinsel ruhbilim, yeniolguculuk idealizmiyle birleşip Ribot, James,
Flournay, Godin vb.'larınca XX'nci
yüzyılda da sürdürülmektedir. Çağdaş dinsel ruhbilim de, Tomacı ruhbilim
gibi, dinsel etkinin güçlendirilmesi için
dinsel heyecanları inceler ve insan ruhunun hastalıksal bozukluklarını
kiliseyi yüceltmek için kullanmaya çalışır.
Bertrand Russell gibi kimi düşünürlere göre kilise, özellikle cizvitler,
yüzyıllardan beri ruhbilimsel yöntemlerle
çalışmaktadır. Dahası, kilise, çağdaş ruhbilimsel yöntemleri yüzyıllarca
önceden keşfetmiş gibidir. Örneğin
Russell'a göre cizvitler, kendilerini yetiştirirlerken davranışçılığa
(Behaviorisme), günah çıkartanlara egemen
olmakta da psikanalize (Freudisme) dayanırlar (İbid.). Xvii'nci yüzyılda
Fransız düşünürü Descartes (1596-1650)
ruhla bedeni birbirinden tümüyle ayırmış, bedensel yapının hayvan ve
insanlarda ortak olduğunu ve aralarında
hiçbir niteliksel ayrım bulunmadığını ilerisürmüştür. Descartes'a göre
insanı hayvandan ayıran tek şey ruh'tur ki
düşünen töz (La. Res cogitans) olarak tanımlanır. Ruh (düşünce)'la beden
(özdek) arasında hiçbir ilişki ve etkileşim
sözkonusu değildir. Bedenin devim yasaları, bir makinede olduğu gibi,
mekaniğin yasalarıdır.
Descartes'ın bu varsayımı şu çok önemli soruya karşılık bulmak zorundaydı:
Elimi bir yere çarpıyorum ve acı
çekiyorum, bedensel çarpma ruhsal acıyı nasıl doğuruyor? Dekartçı profesör
Geulincx (1624-1669) çifte saat
örneğiyle bu soruyu karşıladığı kanısındadır.
Geulincx'e göre, ruhla beden,
bir saat üçü çalarken öbürü saat üçü
gösteren iki saat gibidir, her ikisi de önceden iyi kurulmuş ve
ayarlanmışlardır, bu iki ayrı saatin birbirleri üstünde
hiçbir etkileri bulunmaksızın uyumlu işlemeleri nasıl gerçekleşiyorsa tanrı
tarafından uyumlanmış ve ayarlanmış
ruhla bedenin uyumlu işlemeleri de böylece gerçekleşir.
Ne var ki insan usu,
artık bu gibi masallarla yetinmeyecek
kadar gelişmeye başlamıştı. Sorduğu sorulara bilimsel ve anlaşılır
karşılıklar arıyordu. Aristotelesçi ruhbilim
anlayışına ilk karşı çıkan, İngiliz düşünürü Thomas Hobbes (1588-1679)'tur.
Hobbes'a göre ruhsal olaylar, bedensel
olaylardan kaynaklanır. Beden dışında ayrıca ruhsal bir töz sözkonusu
değildir (Bunun zorunlu sonucu olarak da:
Tanrı kavramı, imgelemimizin ürünüdür). Onu izleyen İngiliz düşünürü John
Locke (1632-1704), ruhsal olayların
biricik kaynağının duyumlar ve deney olduğunu ilerisürmüştür. Ne var ki
Locke, dış deney'le birlikte bir de iç deney
olduğunu söyler ve bu iç deney ruhun kendi faaliyetidir. Onu izleyen İngiliz
düşünürü David Hume (1711-1776)
tüm ruhsal olayları duyumlara bağlayarak İngiliz görgücülüğünü (ampirizm)
pekiştirmiştir. Ama bir yandan da
nesnel gerçeklığin, nedenleri bilinmeyen ve asla bilinemeyecek olan bir
izlenimler akımından ibaret olduğunu
ilerisürmüştür. Xviii'nci yüzyılda Wolff, ruhbilimi, insanbilimin bir dalı
olarak görmüştür. İnsanbilim (antropoloji),
somatoloji ve psikoloji olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Ona göre ruhbilim
de ikiye ayrılır: Görgül ruhbilim (Os.
İhtibari ruhiyat, Fr. Psychologie empirique) ve ussal ruhbilim (Os. Akli
ruhiyat, Fr. Psychologie rationelle). Usun
kendi kendini gözlemlemesini yöntem olarak alan bu ussal ruhbilim,
sonraları, varlıkbilimsel ruhbilim (Os.
İlmülruhu vücudi, Fr. Psychologie ontologique) adıyla da anılmıştır. Usun
kendi kendini gözlemlemesi yöntemi,
gerçekte, törebilimcilerin yöntemidir. Bu yöntemi ruhbilime sokan,
rönesansın ünlü yazarı Montaigne (1533-
1592)'dir.
Bu yöntem, Montaigne'den Descartes'a ve Pascal'a, bunlardan da
İngiltere'ye geçmiştir. Duyumculuğun
kurucusu Locke ünlü iç deney tasarımıyla bunu yöntemleştirmiş; kendisini
izleyen Hume, İskoçyalılar (özellikle
Thomas Reid) vb. yöntemi getiştirmişlerdir. Wolff bu yöntemi Almanya'da,
Royer Collard da Fransa'da
uygulamıştır. Fransız düşünürü Maine de Biran bu yöntemi Descartes ve
Condillac düşünceleriyle kaynaştırmıştır.
Böylelikle bir bilinçsel ruhbilim (Os. İlmülruhu şuuri, Fr. Psychologie de
conscience) doğmuştur.
Bu içebakışı başkalarında da gözlemleme bir duygudaşlık ruhbilimi (Os.
İştiraki his ruhiyatı, Fr. Psychologie de
sympathie) meydana çıkarmıştır. Bundan da düşünme ruhbilimi (Os. İlmülruhu
teemmüli, Fr. Psychologie reflexive) ya da eleştirel ruhbilim (Os. İlmülruhu tenkidi, Fr. Psychologie critique)
doğmuştur. Bireysel ruhbilim (Os.
İlmülruhu şahsi, Fr. Psychologie individuelle) de bu yöntemin ürünüdür.
Almanların derinlik ruhbilimi (Al.
Tiefenspychologie), bu akımın doğurduğu bir ruhbilim anlayışıdır. Düşünceci
ve metafiziksel bir yapıya dayanan
ruhbilim anlayışı alanını gittikçe genişletmekte ve şu alanlara
yayılmaktadır: Çocuk ruhbilimi (Os. İlmülruhu etfal,
Fr. Psychologie pedagogique), hayvan ruhbilimi (Os. İlmülruhu hayvani, Fr.
Psychologie zoologique), kalıtım
ruhbilimi (Os. İlmülruhu irsi, Fr. Psychologie genetique), fiziksel ruhbilim
(Os. İlmülruhu fiziki, Fr.
Psychophysique), fizyolojisel ruhbilim (Os. İlmülruhu fizyolociyai, Fr.
Psychophysiologie), hastalık ruhbilimi (Os.
İlmülruhu marazi, Fr. Psychologie pathologique), karşılaştırmalı ruhbilim
(Os. İlmülruhu tatbiki, Fr. Psychologie
comparee), tepke ruhbilimi (Os. İlmülruhu aksülameli, Fr. Psychologie de
reaction), ansal yapı ruhbilimi (Os.
İlmülruhu terkibi, Fr. Psychologie structurale), ilkel insan ruhbilimi (Os.
İlmülruhu iptidai, Fr. Psychologie
etnologique), ıra farkları ruhbilimi (Os. İlmülruhu secaya, Fr. Psychologie
ethologique), ansal ruhbilim (Os.
ilmülruhu zihni, Fr. Psychologie mentale), davranış ruhbilimi (Os. İlmülruhu
ameli, Fr. Psychologie de
comportement), biçim ruhbilimi (Os. İlmülruhu şekli, Fr. Psychologie de
forme), toplumsal ruhbilim (Os. İlmülruhu
içtimai, Fr. Psychosociologie), çözümleme ruhbilimi (Os. İlmülruhu tahlili,
Fr. Psychanalyse), dil ruhbilimi (Os.
İlmülruhu lisani, Fr. Psychologie linguistique) vb...
Bunların içinde
özellikle davranış ruhbilimi (İng. Behaviorism),
biçim ruhbilimi (Al. Gestalttheorie) ve Freud' ün ruhsal çözümleme (Al.
Psychoanalyse)'si yüzyılımızda metafizik ve
düşünceci kampı bir hayli etkilemiş ve egemen sınıfların yararına
kullanılmış bulunmaktadır. Örneğin burjuva
toplumbilimcileri bunlara dayanarak toplumsal evrimi ruhbilimsel açıdan
açıklarlar. Onlara göre toplumsal evrim,
bilincin ürünüdür.
Ne var ki bu, bilinçsiz bir bilinçtir. Çünkü onlara göre
insan, bilinçsiz dürtülerin ve
yaşambilimsel (biyolojik) içgüdülerin etkisiyle davranan bir varlıktır.
Ruhbilim genellikle dört yöntemle çalışmıştır:
İçebakış yöntemi, deney yöntemi, patolojik yöntem ve karşılaştırma yöntemi.
İçebakış (Entrospeksiyon), bilincin
kendi kendini gözlemesini dilegetirmek için İngiliz ruhbilimcilerinin
kullandıkları bir deyimdir. İçgözlem ya da
içduyu deyimleriyle de dilegetirilmiştir.
Bilincin ikiye bölünüp bir yandan algılarken, öbür yandan da nasıl
algıladığını gözlemesi sadece insana özgü bir
olgudur. Bundan ötürü bu yöntem hayvan, çocuk, ilkeller vb. gibi ruhbilim
alanlarında kullanılamaz. Bundan başka
Comte ve Wundt gibi düşünürler, bilincin kendi kendini bilmesinin doğrudan
doğruya bir gözlemden gelmediğini,
sonradan bellek tarafından yeniden kurulan anılar üstünde gözlemde
bulunulduğunu, bunun da doğrudan bir
fiziksel olguyu gözlemler gibi bir gözlemleme olmadığından birçok
yanılmaları gerektirebileceğini, dahası
gözleyenle gözlenen aynı kişi olduğundan yansızlığın sağlanamayacağını
ilerisürerek bu yönteme karşı çıkmışlardır.
Bununla beraber düşündüğümüz, duyduğumuz ya da bir şey yaptığımız zaman
ansal yaşamımızı gözlemekle çok
değerli bilgiler elde ettiğimiz de kesindir. Böylelikle ruhsal yaşamımızı
tanır, nitelendirir, sınıflandırır ve
düzenleriz. Deney yöntemi, yaşambilimsel alanda ilkin Claud Bernard
tarafından ortaya atılmıştır. Deney,
çocukluktan yaşlılığa kadar her çağdaki denekler, normaller, anormaller,
çeşitli hayvanlar üstünde yapılabilir; bu
yüzden de çok geniş bir çalışma alanına sahiptir. Ruhbilimdeki devrimsel
bulgular da bu yöntemle bulunmuştur.
Deney bir uyaran (ki buna stimulation, excitation ya da stimulus denir)'la
yanıtı (ki buna da reaction denir)
arasındaki ilişkiyi saptamak için yapılır. Örneğin dikkat'le soluk alma
arasındaki ya da korku'yla kan dolaşımı
arasındaki ilişki incelenir ve ölçülür. Bu, nesnel ve bilimsel bir
araştırmadır. Patolojik yöntem, özellikle akıl ve ruh
hastalıklarıyla ruhsal oluşumlar arasındaki ilişkiyi saptamak ve açıklamak
açısından zorunlu ve yararlı olmuştur.
Broussais Irritation et la folie adlı yapıtıyla, Maury Sommeil et les reves
adlı yapıtıyla ve daha sonra Esquirol,
Moreau de Tour, Maudsley, Charcot vb.'larının çalışmaları bu yöntemin
ruhbilimde kullanılmasına yol açmışlardır.
Fransız ruhbilimcileri Maine de Biran'la Ribot bu yöntemin ilk
uygulayıcılarıdır. Bu çığır yüzünden ruhbilimci
hekimler oluşmuş ve gittikçe çoğalmıştır. Bu yöntem, özellikle ruhsal
işlevleri sınıflandırmayı gerçekleştirmiş ve
ruhsal bireşim (Fr. Synthese psychique), özdevingenlik (Fr. Automatisme),
ansal düzey (Fr. Niveau mental),
gerginlik (Fr. Tension) vb. gibi pek çok ruhbilimsel kavramların tanımlarına
açıklık kazandırmıştır. Karşılaştırma
yöntemi (Mukayese usulü), ruhsal gelişmenin çeşitli aşamaları arasında bir
bağ kurulmasını sağlamıştır.
Örneğin
çocuktaki gelişmeyle bir ilkeldeki gelişme arasında ne gibi benzerlikler ya
da ayrılıklar vardır? vb. gibi birçok
önemli sorunlar bu yöntemle çözülebilmiştir.
Yukarda özetlenen çeşitli metafizik ve düşünceci ruhbilim anlayışlarına
karşı bilimsel ruhbilim (Os. İlmi ruhiyat,
Fr. Psychologie scientifique), eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretiye
dayanır ve İvan Mihayloviç Seçenov (1829-
1905)'la onun izinden yürüyen İvan Petroviç Pavlov (1849-1936) tarafından
gerçekleştirilmiştir.
İnsanlığın Galile, Darwin, Einstein türünden birkaç büyük bilgininden biri
olan doğabilgini İvan Petroviç Pavlov,
ruhsal faaliyetin özdeksel temele dayandığını kesin olarak tanıtlamakla,
yüzyıllardan beri çeşitli metafizik kurgulara
yol açan ve düşsel tasarımlar meydana getiren özdekten bağımsız ruh
kuruntusuna son vermiştir. Pavlov'un bilimsel
kanıtları, ilk idealistlerden günümüze kadar sürüpgelen, felsefenin temel
sorununu kesinlikle çözümlemiş
bulunmaktadır.
Fizyolojide ve ruhbilimde idealizmi temelinden çürütmeye
başlayan fizyoloji bilgini İvan
Mihayloviç Seçenov (1829-1905)'un ansal faaliyetin yansıtıcı özü üstündeki
bulgularını geliştiren Pavlov, koşullu
tepkeler (şartlı refleksler) meydana getiren deneyleriyle beyin örgeninin
temel işleyiş yasalarını bilimsel olarak gün
ışığına çıkarmış bulunmaktadır. Artık bilinmektedir ki, Pavlov'un bizzat
dilegetirdiği gibi ruhsal faaliyet, beyin
kitlesinin fizyolojik faaliyeti sonucudur (Pavlov, Toplu Yapıtlar, 1949
baskısı, c. iii, s. 557). Demek ki ruh
(Psyche), özdeksel koşullardan yansıyan bir faaliyettir. Alıcı duyu
örgenleri üstündeki etkiyle bu etkiyi yanıtlayan
tepki arasındaki bağlantının çözümlenmesi, ruhsal faaliyet olgusunu tümüyle
aydınlatmıştır. Bu bağlantı,
sürüpgiden tutarlı yaşam koşulları içinde, koşulsuz (şartsız)'dur.
İnsanlarla yüksek dereceli hayvanlar bu bağlantıya
sahip olarak doğarlar.
Örneğin belli bir tehlike karşısında insan da, hayvan
da korkar. Bu koşulsuz tepkelere
hayvanlarda içgüdü, insanlarda içtepi denir. İnsanların ve yüksek dereceli
hayvanların çevrelerine uyma zorunluğu
bu içtepi ve içgüdülerle sağlanır.
Ne var ki insanlarla yüksek dereceli
hayvanlar yaşamları sırasında da karşılaştıkları
yeni olgular yüzünden yeni tepkeler edinirler, bu tepkeler koşullu (şartlı)
dur.
Çünkü duyu örgenlerini etkileyen yeni uyarıcılarla koşullanmıştır.
Örneğin
yırtıcı hayvanlardan pek çoğu insanları
ilk gördüklerinde korkmamışlardır, ama insanların kendilerini avlamaya
başlamaları üzerine korkmaya başlamışlar
ve insanlar karşısında yeni davranışlar edinmişlerdir. Demek ki
koşullanmış'lardır.
Aslında koşulsuz tepkeler de,
kalıtım yoluyla kuşaklardan kuşaklara geçmiş bulunan eski koşullu tepkelerin
sonucudur. Pavlov, Rus devriminin
başladığı sabah on dakika geç kalan asistanına yapacak bunca işimiz varken
devrimden size ne? dediği
laboratuvarında, bu koşullu tepkeleri meydana getirip çözümlemekle,
yüzyılların kuruntusu bağımız ruh sorununu
kökünden yıkmıştır. Eski ruhbilimcilerin içtepi ve içgüdü, çağrışımcıların
çağrışım adını verdikleri olguya, kendine
özgü bir deyimle koşulsuz tepke adını veren Pavlov' un deneyleri kısaca
şöyle özetlenebilir: Ağızda yiyecek varken
bezlerin salya salması koşulsuz tepke'dir, eşdeyişle özdeksel yapının kendi
kendine ve deneyle
koşullandırılmaksızın meydana getirdiği bir olgudur. Bu olgu, ruhsal yapısı
gelişmiş bulunan insan türünde ruhsal
yapıyla da meydana getirilebilir, lezzetli bir yemek hayal eden insanın da
ağzı sulanır. Ama ruhsal yapıları
gelişmemiş bulunan hayvanlar hiçbir zaman lezzetli bir yiyeceği hayal
edemezler ve bundan ötürü de ağızları
sulanamaz.
Pavlov, yüksek derecede bir hayvan olan köpeğin özdeksel bir
uyarıcıyla gelişmemiş ruhsal yapısını
harekete getirmekle de bu fizyolojisel ve özdeksel sonucun meydana
getirilebileceğini deneylemiştir.
Köpeğe et vermeden önce bir deneyde bir zil çalmış, başka bir deneyde de bir
ışık yakmış ve bu deneyleri birkaç
kez yineledikten sonra köpeğe et vermeksizin sadece zil çalmak ya da ışık
yakmakla köpeğin ağzının sulandığını
saptamıştır. Zil sesi duymak ya da ışık görmekle ağzın sulanması koşullu
tepke'dir, eşdeyişle özdeksel yapının
kendi kendine meydana getirmeyip, ruhsal yapının özdeksel bir uyarıcıyla
koşullandırılması yoluyla meydana gelen
bir olgudur. Demek ki hayvan, önceleri tepkide bulunmadığı yeni bir uyarıma
tepkide bulunmayı öğrenmiş,
eşdeyişle özdeksel bir uyarımla ruhsal bir yapı oluşturmuştur. Pavlov,
köpeğin ağzına koyduğu salya ölçer bir tüple
koşulsuz ve koşullu tepkelerdeki salya niceliğinin de birbirine eşit
olduğunu saptamıştır.
Bu nokta bir kez
saptandıktan sonra ruhbilimsel olguların bir sıra fizyolojisel koşullu
tepkelerden başka bir şey olmadığı sonucu
çıkar (Les Reflexes conditionnels, Paris, F. Alcan, 1927, s. 101). Pavlov bu
deneyleriyle insanların ve hayvanların
yüksek sinir faaliyetine özgü fizyolojisel yasaları da keşfetmiş olmaktadır.
İnsanlarla hayvanların yüksek sinir
faaliyetleri arasındaki özdeşlik ve ayrım bu yasalarla gün ışığına
çıkmıştır: Sadece sinir dokusunda olagelen
fizikoşimik oluşumları incelemenin bize sinir sistemiyle ilgili bütün
olayların gerçek bir kuramını vereceği açıktır
(Pavlov, Lectures on Conditioned Reflexes, W. Horsely'nin İngilizceye
çevirisi, s. 349). Pavlov, sadece istek
tepkelerini denemekle kalmamış, korunma ve sakınma tepkelerini de
denemiştir.
Köpeğe, belli bir uyarıcının
ardından kimi zaman hoşuna giden ve kimi zaman hoşuna gitmeyen şeyler
verilmekle, sinir ya da akıl hastalıkları
meydana geldiği görülmüştür. Pavlov bu deneyini şöyle anlatmaktadır: Köpeğe
yiyecek vermeden önce daire
biçiminde bir ışık, elektrik şoku vermeden önce de elips biçiminde bir ışık
gösteriyordum.
Daireyle elipsi açıkça ayırdedebiliyordu. Daire görünce seviniyor, elips
görünce korkuyor ve sakınıyordu. Giderek
elipsi daireleştirmeye başladım. Uzun bir süre elipsi daireden
ayırdedebildi. Ama daireye pek yakın bir elipse
gelince iş değişti, ikisini birbirinden ayırdedemez oldu.
Eskiden uslu uslu
oturan köpek durmadan çırpınıyor ve
uluyordu Elipsi yeniden çoğaltarak yani, daire biçiminden uzaklaştırarak onu
teskin edebildim ama, aynı
ayırdetmeleri göstermesini sağlayamadım. En kaba ayırdetmeleri sağlamam için
şimdi eskisinden çok daha fazla
zaman istiyordu Ayırdetmeyi elde ettiğim zaman elipsi pek az
daireleştirmekle ayırdetme birdenbire kayboldu ve
köpek yeniden bir heyecan komasına girdi (İbid, s. 342).
Pavlov, bir sıra deneylerle koşullu tepkeler elde ettikten sonra yeni bir
sıra deneylerle de bu tepkeleri giderme
derecelerini incelemiştir. Şöyle demektedir: Her koşullu uyarım tekrar
edilmekle etkisini kolayca yitirir. Tekrarlar
ne kadar sık olursa koşullu tepkeler de o kadar çabuk kaybolur. Ama bir
koşullu tepkenin kaybolması başka bir
koşullu tepkenin de kaybolmasını gerektirmez, eşdeyişle biri ötekini
sürüklemez. Kaybolmuş koşullu tepkenin
yeniden görünmesi kendiliğinden olur, ne var ki bunun için iki saat ya da
daha çok bir zaman geçmesi
gerekmektedir. Bu tepkenin yeniden kurulması bir anda olabilir, şu şartla
ki, kendisini doğuran koşulsuz tepke
çağrılsın, örneğin köpeğin ağzına bir asit akıtılsın. Bundan sonra eğer
hayvana koşullu uyarım yeniden gösterilirse
kaybolan koşullu tepke yeniden belirir. Ayrıca şu da görülür ki eğer bir
hayvana günler ve haftalarca hiç durmadan
bir yiyecek gösterilirse bu yiyecek hayvanı uzaktan uyarma gücünü tümüyle
yitirir.
Bu uyarma gücünü yitirmemesi
için yiyeceği uzaktan göstermekle kalmayıp yedirmek gerekir.
Bütün bu saydığımız olgulardan, salyalanmayı doğrudan doğruya belirleyen bir
şeyin özellikleriyle bu şeyin öteki
duyuları etkileyen özellikleri arasında sıkı bir ilişki olduğu sonucu apaçık
ortaya çıkar (Op., cit. s. 54).
Bu
deneyler, fizyolojisellikle ruhsallığın sıkı ilişkisini de tanıtlamıştır.
Pavlov bu konuda da şunları söylemektedir:
Fizyoloji deneylerinde salya bezlerinin faaliyetinde ne gibi değişmeler
oluyorsa ruhsal deneylerde de aynı
değişmeler olmaktadır. Eşdeyişle köpeğin ağzına konulan yiyeceğin meydana
getirdiği salya salgısı onu uzaktan
göstermekle de sağlanabiliyor. Köpeğin dış davranışlarına bakılırsa kuru
ekmeğe oranla eti görmek onu daha çok
sevindirir. Ama salya salgısına bakılırsa kuru ekmek, etten daha etkilidir.
Et gören köpeğin salya bezlerinden çıkan
salgı glütenle doludur, hoşuna gitmeyen bir yiyecek gören köpeğin
salyasındaysa pek az glüten vardır. Başka türlü
söylenirse, ruhsal uyarıcılar üzerinde aynı maddelerle yapılan deneyler,
fizyolojisel uyarıcılar üzerinde yapılan
deneylerde de aynen meydana gelmektedir (İbid, s. 43).
Pavlov, insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda, örgenlikle çevre
arasındaki ilişkilerin beynin alt korteksinde
düzenlendiğini de bulmuştur. Koşullu uyarımlar, beynin alt korteksinde
koşulsuz uyarımlara Pavlov'un deyimiyle im
(Os. İşaret, Fr. Signal) verirler. Canlıyla çevresi arasında böylesine bir
imleme düzeni (Os. İşaret sistemi,
Sinyalizasyon sistemi; İng. Signal system) vardır. Pavlov, herhangi bir doğa
nesnesinin ya da olayının koşulsuz
tepkelerle birleştiği zaman insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda
koşullu tepkeler için bir haber verme aracı
olabileceğini meydana koymuş ve insanlarla hayvanlardaki bu ortak haber
verme aracına birinci imleme düzeni
(Birinci sinyalizasyon sistemi) adını vermiştir.
Pavlov, insanın yüksek
sinir faliyetinin yüksek dereceli hayvanın
sinir faaliyetine oranla özgül bir karakter gösterdiğini de keşfetmiş ve çok
önemli bir buluşla sadece insanlara özgü
bulunan dil olgusunun doğurduğu haber verme düzenine ikinci imleme düzeni
(İkinci sinyalizasyon sistemi) adını
vermiştir. Sadece insana özgü bulunan bu ikinci haber verme düzeni, birinci
düzendeki imlerin genelleşip
soyutlanmasına ve bundan ötürü de insanın dış dünyaya sınırsızca
açılabilmesine olanak sağlamaktadır.
Hayvanın çevresine açılma bakımından sınırlı durumuyla insanın sınırsız
durumu arasındaki ayrımın nedeni budur.
Birinci düzen beynin alt korteksinde, ikinci düzense beyin yuvarlarında
gerçekleşmektedir. Demek ki insanın ön
beyin loplarında dili ve konuşmasıyla imlenen (sinyal edilen) ikinci bir
imleme düzeni vardır. Canlı varlıkların dış
ortama uyma olgusu, idealist ruhbilimcilerin idealizm yararına kullandıkları
bir olaydı.
Pavlov'un bulguları bu çok
önemli konuyu da bilimselliğin sınırı içine almıştır. İngiliz bilgini Prof.
Hogben şöyle demektedir: Bizim
kuşağımızda Pavlov okulu tarihte ilk kez, Doktor Haldan'ın tanrıbilime
aykırı bir terimle bilinçli davranış adını
verdiği sorunu başarıyla çözümlemiş, onu yeni tepke sistemlerine vücut veren
koşulların incelenmesi durumuna
indirmiştir (Hogben, The Nature of Living Mater, London 1930, s. 25). Ruhsal
faaliyet, bu sinyal'lerin bir
fonksiyonudur. Pavlov'un bulguları, eytişimsel ve tarihsel özdekçi
felsefenin dille düşünce, duyusal yansımayla
mantıksal bilme arasındaki bağlantılar üstünde ilerisürdüğü düşüncelerin ve
özellikle yansıma kuramının en sağlam
ve bilimsel temelidir. Davranışçılık (Behaviorizm) adıyla anılan ruhbilim
akımı, Pavlovculuğun özdekçi temellerini
görmezlikten gelip, onun idealist ve metafizik açıdan yorumlanmasıyla
meydana gelmiştir. İdealist yazarlar Pavlov'u
da davranışçılığın kurucuları arasına katmaya çalışırlarsa da Pavlov'un,
onları geniş çapta etkilemekten başka,
onlarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, büyük bilgin Pavlov, hayvanlarda ve
insanlardaki yüksek sinirsel etkinliğin
yasalarını bulmakla, insanın yüksek sinirsel etkinliğiyle hayvanınki
arasında bulunan ortak yanlarla bunları
birbirinden ayıran farkları keşfetmekle insanın ruhsal yaşamının
incelenmesine yarayan bilimsel temelleri ortaya
koymuş olmaktadır. Sinir, anatomi dilinde, örgenliğin her türlü uyarımlarını
merkezleri olan beyin omurilik ve
boğumlara ileten ak kaytan biçimindeki örgenlerden her biri olarak
tanımlanır. Özellikle ruhbilimin başlıca
konularından biri olan sinir dizgesi, Pavlov'un parlak deneyleriyle
evrensel, çapta bir önem kazanmış ve gerçek
felsefenin başlıca konusu olmuştur. Pavlov deneyleriyle açığa çıkarılan
sinirsel işlevler, bilinci, yüksek derecede
örgenleşmiş özdeğin (eşdeyişle, beyinin) bir işlevi olarak gören eytişimsel
özdekçi savı bütün açıklığıyla ve bilimsel
olarak tanıtlamış bulunmaktadır.
Bu bulgular, aynı zamanda, en basit
örgenliklerin bilinçli insana kadar nasıl
evrimleştiğini de açık ve seçik olarak gözler önüne sermektedir. Artık
bilinmektedir ki canlı evren, bir yansıtma
süreci içinde oluşmuştur. En basit özdekte bile bir yansıtma özelliği
vardır. Bu yansıtma, özdeğin içinde bulunduğu
ortama kendini uydurma (adaptasyon) aracıdır.
Cansız doğadaki yansıtma
(örneğin, bir maden parçasının ışığıyansıtması), en basit canlı örgenliklerde uyarılganlık (yaşambilimsel
yansıtma) yeteneğine yükselmiştir. Örneğin
bitkiler ışıkla uyarılırlar ve ışığa yönelirler, amipler besinle uyarılırlar
ve besine yönelirler. Bitkilerin ve amiplerin
bu uyarılganlığı, örneğin cansız doğadaki bir metalin mıknatıslanmasından
farksız bir olgudur.
Örgenlikler
geliştikçe, uyarılganlığı da aşan yeni bir yansıtma oluşmuştur:
Duyum. Duyumsal yansıtma, madensel yansıtmanın çok gelişmiş biçimidir. Ama
daha yüksek örgenliklerde,
eşdeyişle hayvan ve insanlarda bundan daha yetkin bir yansıtma aracı meydana
gelmiştir: Sinir dizgesi. Sinirler
sayesindedir ki yüksek örgenlikler kendilerini ortama daha iyi uydurabilmeye
başlamışlardır. Bundan ötürü sinir
dizgesi, canlıyla ortamını ilişkiye geçiren uzmanlaşmış örgen olarak
tanımlanır. Yaşam süreci, bir ortamla alışveriş
sürecidir. Büyük bilgin Pavlov, ortamla bu alışverişin, eşdeyişle ortama
kendini uydurabilme yeteneğinin yüksek
hayvanlarda aşağı hayvanlardakinden çok daha gelişmiş olduğunu göstermiştir.
Canlıyla ortamını ilişkiye geçirmede
uzmanlaşmış bir örgen olan sinirler, bu görevlerini, hayvan ve insanlarda
tepkeler'le gerçekleştirirler. Tepkeler
(refleksler); örgenliğin dış etkilere karşı tepkiler (reaksiyonlar)'idir.
İşte yüksek örgenlikler, bu tepkelerden yararlanarak, ortamlarıyla daha
geniş çapta bir alışverişe girişirler ve
kendilerini ortamlarına çok daha iyi uydururlar (adapte ederler).
Örgenlikler için en önemli koşullu tepkeler,
örgenlikte köklenerek, koşulsuz tepkelere dönüşürler. Böylelikledir ki
bilinç oluşur ve düşünme yeteneği kazanılır.
Bundan ötürüdür ki, örneğin bir insan; eğitim ve öğretimle koşullanarak
bilinçlenir ve düşünme yeteneğini geliştirir.
Bilgin Pavlov, sinir dizgesinin işleyişinde, insanın, en yüksek hayvan
türünden daha üstün ve farklı bir yeteneği de
elde ettiğini bilimsel olarak meydana çıkarmıştır. Yüksek sinir dizgesi
(İng. Higher nervous system)ne sahibolan
yüksek hayvan türleriyle insanlarda ortak bulunan birinci sinyal düzeni'nden
ayrı olarak sadece insanlarda bulunan
bir de ikinci sinyal düzeni vardır ki bu da dil'dir.
Pavlov, insansal,
eşdeyişle dilsel tepkenin temeli olan fizyolojisel
mekanizmayı bütün ayrıntılarıyla açıklamıştır. İşte, yüksek türdeki
hayvanlarla insanlar birinci sinyal dizgesi,
sadece insanlar hem birinci ve hem de ikinci sinyal dizgesi'yle nesnel
gerçekliği yansıtırlar, çevrelerine daha iyi
uyarlar (intibak ederler, adapte olurlar), hele insanlar çevreleri
(eşdeyişle, doğa) üstünde böylelikle egemenlik
kurarlar. Sinyal dizgeleri, sinir faaliyetleridir. Demek ki koşullu
tepkeler, bu geçici sinirsel bağlantılar (Fr. Liaisons
nerveuses)'ın ürünüdür. Dış ve iç ortamın herhangi bir edimi, sinir uçlarını
uyarmaktadır. Bu uyarım, merkezcil
sinirler tarafından beynin ilgili bölümlerine iletilir, merkezkaç sinirler
buradan aldıkları uyarımları bunların
harekete getireceği çeşitli örgenlere götürürler.
Tepkeler, böylece meydana
gelir Besinin kokusunu duyan ya da onu
gören canlı böylelikle hemen ona yönelir. Canlılar bu tepkelerle korunur, bu
tepkelerle beslenir, bu tepkelerle
çiftleşip türlerini sürdürürler. Pavlov'un üstün başarısı, idealizmin
doğaüstüne bağladığı ruhsal yaşamın, fizyolojisel
(eşdeyişle, özdeksel) temelini açık seçik ortaya koymuş olmasıdır. Pavlov,
hayvanların ve insanların yüksek sinir
faaliyetine ait yasaları keşfetmiş, yüksek sinir faaliyetleri açısından
hayvanlarla insanlar arasındaki birliği ve
ayrılığı (nerelerde eş ve nerelerde ayrı bulunduklarını) bulmuş, ruhsal
yaşamın bilimsel temellerini meydana
çıkarmış çok büyük bir bilgindir.
İNSAN UZAYIN DERİNLİKLERİNDE.
Fizikçi Albert Einstein'ın özel ve genel
bağıntılılık kuramları Galile ve
Newton fiziklerini doruğuna ulaştırmış ve eytişimsel özdekçi felsefenin
hemen bütün varsayımlarını doğrulayarak
çağdaş felsefesel düşünceye yön vermiştir. Doğa bilimlerinin yeterince
gelişmemiş olmalarından ötürü zorunlu
olarak metafiziğe yönelmiş ve kurgusal bir alanda ilerlemeye çalışmış
bulunan felsefe artık bilimsel alana girmiş
bulunmaktadır. Kurgusal felsefe evresi büyük idealist Hegel'le, bir daha
açılmamak üzere, kapanmıştır. Artık doğa
bilimleri bilinmedikçe felsefe yapılamayacağı gibi felsefe bilinmeksizin de
doğa bilimlerinde ilerlenemez. Bilimsel
kuramlar birbirlerini, yalanlayarak değil, sınırlayarak gelişirler. Her yeni
kuram, bir önceki kurama göre, daha geniş
bir alana geçerlilik getirir. Fiziğin evriminde de böyle olmuş, evrenin
birbirleriyle bağımlı birçok şeylerden kurulu
bir bütün olduğu gerçeği adım adım açıklanmıştır. İlkin Galileo Galilei,
mekanik yasaların düzenli devinen bütün
sistemlerde aynı olduğunu göstermişti.
İkinci olarak Isaac Newton,
Galile'nin düşme yasasını yıldızların devinme
yasalarıyla aynı ilkeye bağladı ve gök mekaniğini kurdu Çağımızın büyük
fizikçisi Albert Einstein sadece mekanik
yasalara özgü kalan bu tanıtlamaları evrensel ölçüde genişletti ve sadece
mekanik yasaların değil, bütün doğa
yasalarının birbirine göre düzenli devinen bütün sistemler için aynı
olduğunu gösterdi. Einstein, bu evrensel
kuramına iki aşamada ulaşmıştı. İlkin özel bağıntılılık kuramı'yla doğa
yasalarının çekim olayının dışındaki bütün
fiziksel olaylarda aynı olduğunu tanıtladı, on yıl sonra genel bağıntılılık
kuramı'yla bütün doğa yasalarının çekim
olayında da geçerli bulunduğunu gösterdi.
1918 yılında Times gazetesinde
yayınladığı ve sonradan Comment je vois
le monde (Dünyayı Nasıl Görüyorum, s. 206-214) adlı kitabına aldığı bir
makalede Albert Einstein bu kuramlarını
şöyle anlatır: Bağıntılılık kuramım iki katlı bir yapıya benzer. Bu
katlardan birincisi özel bağıntılılık kuramı,
ikincisi genel bağıntılılık kuramıdır. Birinci kuram çekimden başka bütün
fiziksel olaylara aitken ikincisi çekim
yasasına ve bu yasanın başka doğa yasalarıyla olan ilişkilerine dairdir.
Eski Yunandan beri bilinir. bir cismin
devimini göstermek için o cismin devimiyle orantılı olan başka bir cismin
devimi de alınır. Örneğin bir arabanın
devimi yere, bir gezegen yıldızın devimi de durağan yıldıza göre saptanır.
Uzay bakımından olayların kendilerine
oranlandığı cisimlere fizikte koordinatlar sistemi deriz.
Örneğin Galile ve Newton'un devim yasaları ancak böyle bir sistem
kullanılarak dilegetirilebilir. Oysa mekanik
yasaların geçerli olabilmesi için bu koordinatlar sisteminin devimini
dilediğimiz gibi seçemeyiz, örneğin bu devim
ne devirli ne de ivmeli bir devim olmamak gerekir. Mekanikte geçerli
olabilecek bir sisteme bu yüzden süredurum
sistemi diyoruz. Ne var ki mekaniğe göre süredurum sisteminin devimi de doğa
tarafından açıkça belirtilmemiştir.
Şöyle demek daha uygun olur: Bir süredurum sistemine oranla bir doğru çizgi
üzerinde düzgün devimle devinen bir
koordinatlar sistemi de bir süredurum sistemidir. işte özel bağıntılılık
kuramı demekle bunu anlatmak istedim,
eşdeyişle doğanın herhangi bir koordinatlar sistemi için geçerli olan genel
yasası, hiç değişmeden, o koordinatlar
sistemine eşit bir devimle yer değiştiren başka bir sistemde de geçerlidir.
Özel bağıntılılık kuramında göstermek
istediğim birinci ilke budur. Özel bağıntılılık kuramının özü olan ikinci
ilkeyse boşlukta ışık hızının sabit oluşu
ilkesidir. Bu ilkeye göre ışığın boşlukta belli bir hızı vardır ve bu hız
ışık kaynağının devimine bağlı değildir.
Fizikçilerin bu ilkeye güvenini, üstün başarılarıyla Maxwell ve Lorentz
sağlamışlardır. Bu iki ilke deneylerle
desteklenebiliyorsa da mantık açısından birbirleriyle uyuşturulmaz gibi
görünüyorlardı. Özel bağıntılılık kuramı,
fiziksel uzay ve zaman bilgilerini değiştirerek, bu mantıksal birliği
göstermiştir. Özel bağıntılılık kuramı
göstermiştir ki, iki olayın eşitzaman olduğunu söylemenin ancak başka bir
koordinatlar sistemine oranla anlamı
vardır. Hatta ölçmek için kullandığımız metrelerin biçimi ve saatlerin
işlemesi, koordinatlar sistemine oranlanan
devim durumlarına bağlıdır. İşte, Galile ve Newton'un yasalarını kapsayan
eski fizik, bu bağıntıcı kinematiğe
uymuyordu. Bu bağıntıcı fizikten birtakım genel matematik koşullar meydana
çıkıyordu ki ancak yukarda sözünü
ettiğim iki ilke doğru olduğu takdirde doğa yasaları bu koşullara uygun
düşebilirdi.
Özellikle, hızla yerlerini değiştiren özdeksel noktalar için yeni bir devrin
yasası saptadım ve bu yasanın elektrikle
yüklü cisimcikler üzerinde de doğruluğunu gösterdim. Özel bağıntılılık
kuramının en önemli sonucu bir cisimler
sisteminin süredurum kitlelerini ele almasıydı. Bir sistemin süredurumunun,
kendinden enerjiye bağlı olduğu
tanıtlanmış, eşdeyişle süredurumlu kitlelerin, içlerinde gizli bulunan
enerjiden başka bir şey olmadıkları
anlaşılmıştır. Kitlenin sakımı ilkesi bağımsızlığını yitirerek enerjinin
sakımı ılkesiyle kaynaşmıştır. Özel bağıntılılık
kuramı Maxwell ve Lorentz'in elektro dinamiğinin bir sistem içinde
devamından başka bir şey değildir ve kendi
sınırlarını aşarak yeni yollar açmış bulunmaktadır. İşte bu yollar bizi
genel bağıntılılık kuramına götürmüştür.
Acaba fiziksel yasaların bağımsızlığı, koordinatlar sistemlerinden birinin
ötekine oranla düzgün ve hep eşit devim
durumlarına mı özgü kalacaktı? Doğanın, tarafımızdan işin içine sokulan
koordinatlar sistemleriyle ve onların
devimleriyle ilişkisi neydi? Hatta doğayı nitelemek ve tanımlamak için kendi
keyfimize göre seçilmiş bir
koordinatlar sistemi kullanmak zorunlu olsa bile onun deviminin seçilişi bu
sınırlamaya uğramamalıydı ve doğa
yasaları bu seçilişe asla bağlı olamazdı. İşte genel bağıntılılık kuramının
ilerisürdüğü ilke budur. Genel bağıntılılık
kuramının uygulanması eskiden beri bilinen bir deneyle kolayca
anlaşılabilir: Bu da bir cismin süredurum ve
ağırlığının aynı sabitenin etkisi altında olduğunu, eşdeyişle aynı süredurum
ve ağırlık kitlelerinin eşitliğini gösteren
deneydir.
Newton'un anladığı anlamda bir süredurum sistemine oranla düzgün
ve devirli devimle devinen bir
koordinatlar sistemi tasarımlayın. Bu sistemin merkezkaç güçleri, tıpkı
ağırlık güçleri (çekim gücü) gibi, cisimlerin
kitleleriyle oranlıdır ve Newton'a göre süredurumun sonuçları gibi sayılması
gerekir.
Ama acaba kimi durumlarda koordinatlar sistemini dinginlikte sayamaz mıyız?
Merkezkaç güçleri çekim gücü
sayamaz mıyız? İşte bu ve buna benzer düşünceler bize genel bağıntılılık
kuramının çekim yasalarını
açıklayabileceğini sezdirmişti. Bu düşüncelerin mantıksal tutarlılığı da
umudumuzu güçlendirdi. Oysa klasik
mekanik bu düşüncelere karşı çıkıyordu. Yürüyeceğimiz yol, sandığımızdan
daha da sarptı.
Eukleides geometrisini
bırakmak gerekiyordu. Çünkü bu halde cisimlerin uzay içindeki durumlarını
meydana koyacak yasalar, Eukleides
geometrisinin uzay üzerine verdiği yasalara uymuyordu. Örneğin uzayın bükümü
(Fr. La courbure de l'espace)
diyebilmeliydim. Eukleides geometrisinin doğru çizgi, yüzey vb. gibi temel
kavramları düşündüğüm fizikte
anlamlarını yitiriyorlardı. Genel bağıntılılık kuramında uzay ve zaman
ilkesi, kinematik, artık fiziğin öteki
bölümlerinden ayrı değildir. Cisimlerin durumu ve saatlerin işleyişi çekim
alanına bağlıdır. Ama çekim alanı da
özdekten ibarettir.
Demek ki uzay, zaman, devim ve özdek bir ve aynı şeydir.
Genel bağıntılılık kuramı yeni bir çekim kuramıdır ve Newton kuramından
önemli ölçüde farklıdır. Ama pratik
sonuçları birbirine o kadar yakındır ki deneylerde farklar saptamak bir
hayli güçtür. Şimdiye kadar sadece şu üç fark
saptanabilmiştir: Gezegenlerin yörüngelerinin her gün biraz daha uzadığı
(Jüpiter gezegeninde tanıtlanmıştır), çekim
alanından geçen ışık ışınının büküldüğü (İngiliz bilginleri tarafından bir
güneş tutulması sırasında alınan
fotoğraflarla tanıtlanmıştır), büyük kitledeki yıldızlardan gelen ışığın
tayflarındaki çizgilerin kırmızıya doğru
yerlerini değiştirdikleri (yapılan birçok deneylerle tanıtlanmıştır).
Kuramın en önemli yanı mantıksal bir bütün
meydana getirmesidir. Eşdeyişle bu sonuçlardan biri yanlış çıksaydı bütün
kuram yanlış olurdu.
Bütün kuramı sarsmadan kuramın en küçük bir noktası değiştirilemez gibi
görünmektedir. Ama bu kuramın
Newton'un büyük yapıtını bir yana attırabileceği asla düşünülmemelidir. Onun
açık ve büyük düşünceleri gelecekte
de önemini sürdürecektir. Çünkü biz evrenin nitellğini açıklayan kuramımızı
hep onun büyük düşünceleri üstünde
kurduk.
Einstein'ın büyük bir alçakgönülülük ve kadirbilirlikle ilerisürdüğü bu
açıklamaya şu bilgilerin de eklenmesi
gerekir: Newton, fiziğinde, bir saltık zaman ve bir saltık uzay
ilerisürmüştü; uzayda dağılmış ve boş uzay içinde
birbirlerini belli bir güçle çeken çekim noktaları tasarımlamıştı, üstelik
de bu noktaların özdekdışı olmaları
gerektiğini ilerisürmüştü. Bentley'e yazdığı bir mektupta çekim, kimi
yasalara uyarak sürekli olarak etki yapan bir
etkenin ürünüdür. Bu etkenin özdeksel ya da özdeksiz olmasını okurlarımın
görüşüne bırakıyorum diyordu. Onun
bu savlarına karşı çıkan ilk düşünür Leibniz olmuştur. Leibniz, saltık
zamanla saltık uzay varsa saltık bir devim de
olmalıdır, diyordu, oysa saptanabilen her devim bağıntılıdır, eşdeyişle
uzaya göre değil başka bir cisme göredir,
gene bunun gibi uzayda bir cismin bulunduğu yeri yer olarak değil ancak
öteki cisimlere göre saptayabiliriz, oysa
saltık uzay varsayımı her cisme uzayda böylesine saltık bir yer
gösterilmesini gerektirmektedir. Sonuç olarak
Leibniz, Einstein'dan iki yüzyıl önce, uzayın onu dolduran cisimlerin bir
bağıntısı olduğunu ve bu cisimler olmadığı
takdirde uzayın bir hiçten başka bir şey olamayacağını ilerisürmüştü.
Zaman
da böylesine bir olaylar bağıntısıydı,
zamanı gösterecek bir olay varbulunmadıkça ne saatin ne de günün anlamı
vardı. Örneğin Amerika'da 24 Ekim
gecesi saat 21'de verilen bir konseri Türkiye'de radyo ya da televizyonla 25
Ekim sabahı saat 5'te dinlemektesiniz,
oysa Türkiye'deki radyo dinleyicisiyle Amerika'daki şarkıcı aynı zaman
içindedirler, demek ki zaman da uzay gibi
bir bağıntı sorunudur, ancak bir bağıntıyla varolabilir. Fizikçiler hiçbir
fizik konusunu saltık olarak ele alamazlar,
onlara doğru olarak yaklaşabilmeleri için bağıntı (ilişki)'ları içinde ele
almak zorundadırlar.
Özdekle enerjinin de aynı şey olduğu böylesine bir bağıntı içinde meydana
çıkmıştır. Özdek kitlesini atar ve ışık
hızında yol alırsa enerji olur, buna karşı enerji donar ve bir biçim alırsa
özdek olur. İşte Einstein'ın özel ve genel
bağıntılılık (ilişkinlik) kuramları özdek, zaman, uzay, devim kavramlarının
ve bunlara uygun düşen doğasal
olayların tek ve aynı şey olduklarını tanıtlamış bulunmaktadır (Tıpkı
Amerika'daki 24 Ekim akşamının Türkiye'deki
25 Ekim sabahıyla aynı zaman olması gibi, ki bu ancak radyo ya da televizyon
bağıntısıyla gözle görülüp elle
tutulur bir duruma gelmektedir). Şimdi deyimiyle nitelenen aynı zaman diye
bir şey bulunmadığı Einstein
denklemleriyle tanıtlanmıştır. Çünkü evrende özdek-devim-uzay
birlikteliğinden bağımsız saltık zaman diye bir şey
yoktur. Evrende durağan bir zaman aralığı yoktur ki onunla bağıntı kurarak
şimdi diyebilelim. Örneğin 1978 yılında
Arcturus yıldızına bakıyoruz, gördüğümüz şimdi'ki Arcturus yıldızı değil
1940 yılındaki Arcturus yıldızıdır.
Çünkü
Arcturus yıldızı dünyamıza otuz sekiz ışık yılı uzaklıktadır (Bir ışık yılı,
eşdeyişle ışığın bir yılda yolaldığı uzaklık
9,6 trilyon kilometredir. Radyo dalgaları da aynı hızdadır). Şimdi Arcturus
yıldızını bize gösteren ışınlar, otuz sekiz
yıl önce Arcturus yıldızından ayrılan ışınlardır. Demek ki biz şimdi
Arcturus yıldızının yerinde olup olmadığını bile
bilemeyiz, bunu ancak 2016 yılında öğrenebiliriz. Gördüğümüz Arcturus
yıldızı gibi onu gören bizler de şu anda
(şimdi) bir zaman içindeyiz, ne var ki bu zaman şimdi, eşdeyişle aynı zaman
değil. Alman matematikçisi Herman
Minowski şöyle der: Ayrı uzay ve ayrı zaman artık yok olmuştur, ancak
ikisinin birleşimidir ki gerçekliğini
sürdürebilir. Bütün zaman ölçmeleri gerçekte uzay ölçmeleridir, buna karşı
bütün uzay ölçmeleri de gerçekte zaman
ölçmeleridir. Albert Einstein özel bağıntılılık kuramında birbirine göre
düzenli devinen bütün sistemler için doğa
yasalarının aynı olduğunu tanıtlamıştı. Ama bir bilim adamı olarak doğa
yasalarına inanıyordu ve onların devimi ne
türlü olursa olsun bütün sistemlerde aynı olması gerekeceğini düşünüyordu.
Genel bağıntılılık kuramıyla da bu
düşüncesinin doğru olduğunu tanıtlamayı başarmıştır.
Evet, Einstein'a iki nokta arasındaki en kısa yol doğru bir çizgidir diyen
Eukleides geometrisi yetmemişti. Çünkü
uzayda iki nokta arasındaki en kısa yol eğri bir çizgiydi. Bunun gibi
Eukleides geometrisinin üç boyutu da
yetmiyordu, dördüncü bir boyut gerekiyordu. Einstein, evrenin dört boyutlu
olduğunu tanıtlamış ve üç uzay
boyutuna bir de zaman boyutu eklemiştir. Örneğin demiryolu tek boyutlu bir
uzay sürekliliğidir, makinist falan
kilometrede olduğunu söyleyerek yerini bildirebilir. Gemiyse iki boyutlu bir
uzay sürekliliğidir, kaptan yerini
bildirebilmek için hem enlem hem de boylamını söylemek zorundadır. Uçak üç
boyutlu bir uzay sürekliliğidir, pilot
yerini bildirebilmek için enlem ve boylamdan başka yerden yüksekliğini de
söylemelidir.
Devimli bir fizik olayıysa
dört boyutludur, çünkü sadece uzaydaki yer'i bildirmek yetmez, o yerin
zaman'la nasıl değiştiğini de bildirmek
gerekir, daha açık bir deyişle, örneğin uçağın hangi zamanda nerede olduğunu
saptamak gerekir. Zaman boyutu
bildirilmedikçe uçağın şu enlemde, şu boylamda ve şu yükseklikte olduğu hava
trafiği yöneticisi için hiçbir anlam
taşımaz.
Metafizikçiler bütün bunlardan kendi işlerine yarayan sonuçlar çıkarırlar,
Einstein'ın bağıntılılığını metafizik bir
yorumla görelilik anlamında ele alırlar ve işte, bilim dediğiniz nedir? Eukleides geometrisi de yalanlandı ve ortadan
kalktı derler. Oysa Eukleides geometrisi ne yalanlanmış ne de ortadan
kalkmıştır. Yeryüzünün fiziğine uygun
bulunan bu geometri sadece uzay fiziğine yetmemiş ve daha geliştirilip
genişletilmesi gerekmiştir. Bilimsel ilerleme,
yalanlayarak ve ortadan kaldırarak değil, geliştirilerek ve genişletilerek
gerçekleşir. Eukleides geometrisi
yeryüzünde yüzyıllarca işe yaramıştır, sonsuzca da yarayacaktır. Eyfel
kulesinin, Süleymaniye Camiinin vb.
Eukleides geometrisiyle yapıldığı unutulmamalıdır.
Einstein, özel bağıntılılık kuramının üstüne kurduğu genel bağıntılılık
kuramında evrenin en büyük sırrını şöyle
açıklar: Hareket durumları ne olursa olsun, bütün sistemler için doğa
yasaları aynıdır. Eytişimsel özdekçiliğin
felsefe diliyle ilerisürdüğü evrensel bağıntılılık böylece, fizik diliyle
dilegetirilmiş ve tanıtlanmış olmaktadır. Bütün
başarıları dogmalara güvenmemekten doğan Einstein, bu evrensel çaplı
kuramını, özel bağıntılılık kuramını
yayımladıktan sonraki on yıl içinde geliştirmiştir. Çıkış noktası, Newton'un
süredurum ve yerçekimi yasalarıydı.
Einstein bu kuramında çekim gücü diye bir şeyin varolmadığını ve çekimin,
küresel evren üzerinde en kısa yol olan
evren eğrisini en az iş ilkesine uygun olarak izlemekten ibaret bulunduğunu
gösterdi. Bu fiziksel bulguyu, Bertrand
Russell, ABC of Relativity adlı yapıtında, fizik bilmeyenlere şu örnekle
anlatır: Karanlık bir gecede, gökteki bir
balondan, dünyaya baktığınızı farz edin. Baktığınız yer geniş bir ova olsun.
Siz görmüyorsunuz ama, ovada
serpiştirilmiş köyler var, ovanın ortasında da diyelim ki yükseldikçe
dikleşen ve nihayet bir uçurumda son bulan
sipsivri bir tepe bulunuyor. Sizin gördüğünüz, sadece, bu tepenin üstündeki
büyük deniz feneriyle köyler arasında
gidip gelen elleri fenerli adamların ışıklarıdır. Fenerli adamlar köyler
arasında en kısa yollardan gidip geliyorlar. Bu
yollar, elbette, tepeye tırmanıp uçuruma düşmemek için, tepenin arkasına
geçebilmeyı sağlayacak yani en az iş'i
gerektirecek eğri yollar olacaktır.
Bu eğri yollar da, tepenin doruğuna ne
kadar yaklaşırlarsa o kadar keskin
bükülmeler ve ne kadar uzaklaşırlarsa o kadar daha az keskin bükülmeler
göstereceklerdir. Balondan bakan siz,
büyük ışığın sıcağından yanmamak için yollarını kırıp eğri bir yolla büyük
ışıktan kaçtıklarını sanacaksınız. Oysa
onlar, gidecekleri köye tepeyi aşmadan varmak için en kısa yollarını
izlemektedirler. Şimdi bu benzetmedeki büyük
feneri güneş, fenerli insanları gezegenler ve kuyrukluyıldızlar, yolları da
onların yörüngeleri olarak alırsanız,
Einstein'le birlikte, güneşin bir uzay zaman tepesi üzerinde olduğunu ve her
cismin de her an kendisi için en kolay
yolu seçtiğini, çünkü uzay zaman tepesi araya girince bu yolun bir düz çizgi
olmaktan çıktığını anlarsınız.
Gerçekte, benzetmemizdeki her fenerli insanın yani evrendeki her cismin
üzerinde kurulup oturduğu bir uzay
zaman tepesi vardır. Einstein, 1918 yılında, kuramlarının kendisi tarafından
halka açıklanması isteğine uyarak
Londra'da çıkan Times gazetesine yazdığı yazıda şöyle demektedir:
Bağıntılılık kuramım, iki katlı bir binaya
benzer. Birinci kat özel bağıntılılık kuramı, ikinci kat da genel
bağıntılılık kuramıdır. İkinci kuramın üstüne
kurulduğu birinci kuram, çekimden başka bütün fiziksel olaylara aitti.
İkinci kuramsa çekim yasasına ve bu yasanın
öteki doğa yasalarıyla olan bağıntısına aittir. Einstein, yukardaki
benzetmede açıklanan cisimsel uzay zaman
tepelerinin gerektirdiği en kısa yol bükülmelerinin gerçekleştiği alanlara,
Newton'un çekim deyimine benzer bir
deyimle, çekim alanı adını vermiştir. Daha açık bir deyişle, çekim sanılan
olay, gerçekte, her cismin uzay-zaman
tepesinin çevresindeki alanda gerçekleşen, tepeyi aşmak için en kısa yolu
izleme olayı'ndan başka bir şey değildir.
Einstein, adı geçen yazısında, eytişimsel özdekçiliğin özünü meydana getiren
bu kuramı şöyle anlatmaktadır:
Genel bağıntılılık kuramı, uzay zaman hareket'in fiziğin öteki olgularından
bağımsız olmadığını göstermiştir.
Cisimlerin hal ve durumu çekim alanı'na bağlıdır. Çekim alanıysa özdek'le
hasıl olmaktadır. Hatırlanmalıdır ki
Newton, Bentley'e yazdığı bir mektupta, çekim, bazı yasalara uyarak sürekli
etki yapan bir etkenin ürünüdür. Bu
etkenin, maddi ya da gayrı maddi olmasını okurlarımın görüşüne bıraktım
demişti ve madde'yi idea ya da tanrı
kadar ilksiz ve sonsuz bir ilke saymakla beraber küçümseyen ve aşağılayan
Platon'dan beri yerleşmiş bir
alışkanlıkla gayrı maddi'liğe (özdeksizliğe) pek meraklı bulunan büyük
çoğunluk Newton'un çekim gücü'ne madde
dışı ruh'un varlığını tanıtlamak yolunda dört elle sarılmışlardı. Einstein,
genel bağıntılılık kuramıyla, bu hayali
kökünden yıkmaktadır. Einstein'in tanıtladığı gibi, ne saltık zaman, ne de
saltık mekan vardır.
Evren, ayrılmazca
birleşmiş zaman uzay hareket madde birlikteliğinden ibarettir. Eytişimsel
özdekçilik, bu fiziksel tanıtı da kapsayan
bağıntılılık anlayışına evrensel bütünlük ya da bağımlılık adını verir.
Einstein, adı geçen yazısında, genel
bağıntılılık kuramının dayandığı ilkeyi şöyle açıklıyor: Özel bağıntılılık
kuramı, kendi sınırlarını aşarak yeni yollar
açtı...
Doğayı anlamak ve tanımlamak için, kendi keyfimize göre seçtiğimiz bir
koordinatlar sistemini kullanmamız
zorunlu olsa bile, doğa yasaları her halde bizim seçtiğimiz bir hareket
biçimiyle bağımlı olmamalıdır. Koordinatlar
sistemi, fizik dilinde, uzaysal olayların kendileriyle oranlandığı örneğin
bir arabanın hareketini anlamak için
durgun bir yerle oranlanması gibi cisimleri adlandırır. Einstein, kuramına
temel yaptığı bu ilkeyle, şu gerçeği
açıklamış oluyor: Bizler, doğa yasalarını, şu hareket biçimi içinde şöyle,
bu hareket biçimi içinde böyle
tanımlayabiliriz. Ama o yasalar bizim kendilerine oranladığımız bu hareket
biçimlerinden bağımsız yasalardır,
eşdeyişle nesnel'dirler. Öyleyse, örneğin Newton'un çekim gücü saydığı bu
yasa, kendiliğinde nedir? İşte Einstein,
genel bağıntılılık kuramıyla, bu soruyu karşılamış bulunmaktadır: Bu yasalar
evrensel bağıntılılık'tır ve bütün
hareket biçimleri için aynıdır. Bu genel bağıntılılığı tanıtlamak için
Newton'un süredurum ve yerçekimi kuramlarını
vesile edinen Einstein'in bu savı bir uçağın içinde kolaylıkla
gözlemlenebilir.
Havada uçan bir uçağın içinde
süredurum etkileriyle yerçekimi etkileri birbirinden ayrılamaz. Hiçbir
pilot, yüksek hızda, yükselme duygusuyla
dönme duygusunu birbirinden ayıramaz. Bu demektir ki, mutlak hareket diye
bir şey yoktur ve hareket, ancak
karşılaştırma sistemine göre düşünülebilen uzay zaman madde'yle sıkıca
bağıntılı bir olgudur. Metafizik düşünce,
mutlak olmayan şey yoktur der ve Einstein kuramlarını da bu konulara yatkın
olmayanlara bu yanlış görelilik
anlayışıyla sunmaya çalışır. Oysa Einstein tanıtlamıştır ki hareket hem
mutlak değil'dir ve hem de vardır. Einstein
kuramları, metafizik dünya görüşüyle zorunlu olarak yanlış yorumlanabilir ve
ancak zorunlu olarak diyalektik dünya
görüşüyle doğru anlaşılabilir. Bağıntılılık kavramının, fizik ve felsefe
açılarından, gerçek anlamı budur.
BİRAZ DAHA ÖĞÜT.
İnsanlığın büyük aydınlığı her geçen gün daha çok
parlayadursun, metafizik ve idealizm
gevezeliklerine devam ediyor. Öğütçülük, metafizik düşüncenin kaçınılmaz
sonucudur. Mademki her şey saltıktır ve
değişmez, yüzyıllardan beri aynı durumda kalmaktan bıkanlara öğüt vermekten
başka ne yapılabilir?
Mutsuzluğun ve mutluluğun nedenleri ve çareleri apaçık ortada dururken
bakınız, pek öğülen ve pek beğenilen
çağdaşımız Bertrand Russell (1872-1969) mutluluğu ve mutsuzluğu nasıl saçma
sapan nedenlere bağlıyor:
Bertrand Russell, Mutluluğun Ele Geçirilmesi (The Conquest of Happiness)
adlı yapıtında, mutsuzluğun ve
mutluluğun nedenlerini inceliyor. Russell'a göre, mutluluğumuz elimizdedir.
Bunu sağlamak için kendimizle
uğraşmamız, kendimizi onarmamız gerekir.
Russell, kişinin iç savaşını
anlatıyor bu yapıtında. Mutsuzluğun
nedenlerini şu bölümlerde topluyor:
1- Mutsuzluğu doğuran nedenlerden biri, içe kapanıklıktır. Kendini günah
işlemiş sayanlar, kendi kendine
tutkunlar, megalomanyaklar, kendi içlerine gömülmüşlerdir. Bunlar için
mutluluğa kavuşmanın tek yolu, dış dünya
ile ilgilenmektir.
2- Kimileri de her şeyi, öğrenip bitirmiş ve artık dünyada yaşamaya değer
hiçbir şey kalmadığı kanısına
varmışlardır. Russell, bu çeşit mutsuzluğa Byron mutsuzluğu diyor. İngiliz
ozanı Byron (1788-1824), bu çeşit
mutsuzlardandı. Bu gibilerin de ilaçları, içe kapanıklar gibi, dış dünyaya
açılmaktır. Bunlarda eksik olan, kolay elde
etmelerinden doğan bir gayret noksanlığıdır. Oysa, dünya üzerinde, henüz
elde edilememiş, gayret gerektirecek daha
pek çok şey vardır.
3- Mutsuzluğu doğuran üçüncü bir neden de, insanlar arasındaki rekabettir.
Kimileri buna, yaşama kavgası adını
verirler. Gerçekteyse yaşamak için değil, komşularından daha üstün bir
hayata erişmek için kavga etmektedirler.
Başarı, mutluluğun gereklerinden biridir ama, bütün öbür gereklerin
harcanması pahasına elde edilmişse, çok
pahalıya mal olmuş demektir. Değmez. Amaç, en tepeye çıkmak değil, rahat ve
huzurlu yaşamak olmalıdır. Asıl dert,
çağımızda, gereksiz yere şişirilmiş bir rekabet felsefesinin benimsenmiş
olmasıdır. Oysa rekabet, gücünü ancak iki
kuşak boyunca sürdürebilir, sonunda yorulur, sinirleri hiçbir iş yapamayacak
kadar gevşer ve çalışma stoku tükenir.
Rekabet hastalığının giderilmesi, sakin zevklerin rolünü kabul etmekle
mümkündür. İnsan, komşusunu çatlatmakla
değil, yarınki kahvaltısını bulabilmekle mutlu olmalıdır.
4- Heyecan isteği ve can sıkıntısı da mutsuzluk doğurmaktadır. Ne var ki,
can sıkıntısı büsbütün kötü bir şey
sayılmamalıdır. Can sıkıntısı, kimilerini verimli kılar. Bütün büyük
yapıtlarda sıkıcı bölümler, bütün büyük
yaşamlarda ilgi çekici olmayan dönemler vardır. Birinci yaprağından sonuncu
yaprağına kadar göz kamaştıran
yapıtlar, büyük yapıt değildirler. Yeryüzünün temposu yavaştır. Birçok büyük
işlerimizde verimli monotonluğa
boyun eğmek zorundayız. Birtakım iyi şeyler vardır ki, belirli derecede
monotonluk olmadan mümkün değildir.
Modern kentlilerin çektiği can sıkıntısı, doğadan uzak bulunuşlarıyla
ilgilidir. İstedikleri gibi yaşayabilecek
derecede varlıklı olanlarsa can sıkıntısından kaçmak isterlerken, çok daha
kötüsüne tutulurlar: Mutlu bir yaşama,
büyük ölçüde sakin bir yaşamayla mümkündür. Çünkü gerçek hoşnutluk ancak
sakin bir ortamda yeşerebilir.
5- Yorgunluk, mutsuzluk kaynağıdır. Aşırı olmayan yorgunluklar, kişiyi nasıl
mutlu kılarlarsa aşırı yorgunluklar o
derece tüketir. En tehlikeli yorgunluk, sinir yorgunluğudur. Yaşadığımız
modern kent hayatında sinir
yorgunluğundan kaçınmak güçtür. Yorgunluğun çeşitli nedenleri vardır:
a) Kentte çalışan adamın, eviyle işyeri arasında katlanmak zorunda bulunduğu
sürekli kent gürültüsü büyük
yorgunluk doğurur.
b) Farkına varmadığımız halde, yorgunluk yaratan nedenlerden biri de,
yabancılarla karşılaşmamızdır.
c) İşine yetişmek telaşı kişiyi bir hayli yorar.
ç) İşini yitirme korkusu sinirleri sürekli olarak gerer. İşçi için işinden
atılmak neyse, patron için iflas etmek odur.
Bu korkuyu duymayacak kadar sağlamlaşmış olanların sinirleri de, o basamağa
çıkmak için bu yollardan geçmiş
bulunduklarından ötürü, yıpranmış bir haldedir.
d) Boşuna bir çaba olduğu halde, kararsızlık kadar yorucu hiçbir şey yoktur.
e) Her olayda sinir bozukluğunun nedeni, iş değil, duygusal tedirginliktir.
f) Heyecan düşkünlüğü de büyük ölçüde yorgunluk doğurmaktadır. Bu çeşit
yorgunlukların ilacı bellidir. Her
fırsatta kırlara çıkmak, kentin havasından kurtulmak, dinlenmek, uygun bir
yaşama felsefesi ve zihin disipliniyle
kuşkuları yenmek mümkündür. Akıllı insan, dertleri üstünde, gerektiği zaman
düşünür; başka zamanlarda başka
şeyler düşünür. geceyse hiçbir şey düşünmez. Unutmamalıdır ki, insan,
dünyanın büyük bir parçası değildir. Kendisi
önemsiz olanın dertleri önemli olabilir mi?
6- Mutsuzluğun başlıca kaynaklarından biri de, hasettir. Bir bakıma haset,
demokrasinin de temelidir. Kibirli bir
ahlak inancı da aynı işi görür. Bu inanca aykırı hareket etmek fırsatını
bulmuş olanlara haset edilir ve davranışları
suç sayılır. Bu gibiler erdem adına, hasetçiler eliyle, cezalandırılırlar.
İyi ki, insan yaratılışında bu duyguyu etkisiz
kılacak başka bir duygu, hayranlık duygusu da vardır. Hayranlık olmasaydı
haset, kimbilir, nerelere kadar giderdi,
İnsanoğlunun mutluluğunu artırmak isteyen kimseler, hasedi azaltıp
hayranlığı çoğaltmaya bakmalıdırlar. Hasedin
ilacı mutluluktur. Ancak işin güçlüğü de hasedin mutluluğa engel olmasıdır.
Zihinsel disiplin, boş yere
düşünmemek alışkanlığı, insanı bundan kurtarabilir. Her şey bir yana,
mutluluktan daha çok haset edilecek ne
vardır? Ve eğer ben, hasetçilikten kendimi kurtarabilirsem, mutluluğa
kavuşur, üstelik haset edilecek bir kimse
olurum. Hasedi azaltma yollarından biri de, içgüdüyü doyurucu bir yaşama
sağlamaktır.
7- Ergin yaş mutsuzluklarının en önemli psikolojik nedenlerinden biri de
günah duygusudur. Sürüden kovulma
korkusu da bu duyguya pek benzer. Hemen her olayda bütün bunların kaynağı
kişinin çocukluğunda aldığı töresel
öğretimdir. Günah korkusunda aşağılık bir şey, bir kendi kendine saygı
noksanlığı vardır. Oysa, kendisine karşı
saygısını yitirmekten kimseye bir iyilik gelmez. Aslına bakılırsa, günah
duygusu sanılanın tam tersini doğurur.
Kişiyi daha iyi, daha temiz bir hayata götüreceği yerde, hem mutsuz kılar,
hem de aşağılık duygusunu aşılar. Bir
insan, mantığa uygun olarak nelere inanacağını iyice kararlaştırmalı, ne
kadar küçük olursa olsun, mantığa uymayan
kanılarla savaşmalı, onların etkisi altına girmemelidir. Kimileri mantığı
sevmez, mantıksal bir çabayı
beceremeyeceklerini ya da böylesine bir çabanın kendilerini yoracağını
sanırlar. Oysa en büyük hazlar, zihnin en
çok işlediği ve pek çok şeylerin düşüncenin yüzeyine çıktığı anlarda
duyulur. Şu, ya da bu türlü bir sarhoşlukla
sağlanan mutluluk, doyurucu değildir. Gerçekten doyurucu olan bir mutluluk,
bütün yeteneklerimizin tam olarak
kullanılması ve içinde yaşadığımız dünyanın eksiksiz idrak edilmesiyle
mümkündür.
8- Herkesin bize tekme attığını düşündüğümüz sürece, mutlu olmamız mümkün
değildir. Russell, hayatlarında hep
nankörlük, sertlik ve hainlikle karşılaştıklarından yakınan kimselerin bu
durumuna işkence manisi adını veriyor.
Akıl hastalığı çizgisine varmayan bu mani, mutsuzluğun başlıca nedenlerinden
biridir. Oysa, olasılık yasasına göre,
belli bir toplumda yaşayan kimseler aşağı yukarı eşit sayıda kötü davranışla
karşılaşabilirler. Daha çok kötü
davranışla karşılaşan bir kimse, söylediği doğruysa eğer, bunun nedenini
kendinde aramalıdır. İşkence manisinin
kökü, kendi değerimizi olduğundan büyük görmemizdir.
Şu dört gerçeğin
yeterince anlaşılması işkence manisine
karşı korunmayı sağlar:
a) Davranışlarımızın asıl nedenleri bize göründükleri kadar özgecil
değildir.
b) Kendi değerimizi gözümüzde büyütmemeliyiz.
c) Başkalarından göreceğimiz ilgi, kendimize duyduğumuz ilgi kadar olamaz.
ç) İnsanlar durmadan bize işkence yapmayı isteyecek kadar bizi düşünemezler.
9- Yaşayışları ya da düşünceleri, kendileriyle birlikte yaşamak zorunda
bulundukları kimselerce iyi
karşılanmayanlar mutlu olamazlar. Russell, bu duruma halkoyu korkusu adını
veriyor. Halkoyu korkusu, kişiyi bir
hayli mutsuz kılar. Bu korkuya tutulanlar, yaşamayı kendilerine tam
anlamıyla zehir ederler. Oysa, belli zevkleri ve
kanıları bulunan bir kimse, bir grup içinde kendini yabancı bulduğu halde,
başka bir grup içinde benimsenmiş
bulabilir. Bundan başka halk, kendi düşüncesine aykırı davranandan çok,
halkoyundan korkana karşı zorbalık eder.
Halkoyunu bile bile hor görmek de doğru değildir elbet. Ama onu gerçekten
umursamamak hem kişinin dayanıklı
olduğunu gösterir, hem de bir mutluluk kaynağı olur.
Yakın komşulardan
çekinme, eskiye göre çok azalmıştır ama,
onun yerine, gazetelerin yazması korkusu çıkmıştır ki, bu da ortaçağlardaki
büyücü baskınları kadar dehşet
vericidir. Aslında bu derdin tek çaresi, halkoyundaki hoşgörürlüğün
artmasıdır. Hoşgörürlüğün artması içinse,
mutluluğun tadını çıkaran kimselerin çoğalması ve böylece en büyük zevkleri
insan kardeşlerine acı çektirmek olan
kişilerin, sayıca azalmasıdır.
Mutluluğun Ele Geçirilmesi adlı yapıtının birinci bölümünde mutsuzluğun
nedenlerini inceleyen Bertrand Russell
ikinci bölümünde de mutluluğun nedenlerini araştırıyor. Mutluluk hala mümkün
müdür? diye soruyor önce, Verdiği
karşılık olumludur. Evet, mutluluk hala mümkündür. Russell'a göre, iki türlü
mutluluk vardır: Duygusal
mutluluk, mantıksal mutluluk... Bunlardan birincisi herkes için, ikincisiyse
sadece okumuşlar için mümkündür.
Russell, gene kişinin iç savaşı açısından, mutluluğun nedenlerini şu
bölümlerde topluyor:
1- Mutluluğun başlıca nedenlerinden biri, heves ve hoşlanma duygusudur. Bu
duygularımız da ilgilerimizi
alabildiğine genişletmekle elde edilir. Dünya üzerinde, her biriyle ayrı
ayrı ilgilenmeye ömrümüzün yetmeyeceği
kadar çok şey vardır. Bu kadar bol ve çeşitli konular karşısında içimize
kapanıp sıkıntıdan patlamak yapımızdaki bir
bozukluktan ileri gelir. Bu bozukluğu tez elden düzeltmeliyiz. Bizi
ilgilendirebilecek şeylere karşı tepkilerimiz,
düşmanca değil, dostça olmalıdır. Her hoşnutsuzluk bir hastalıktır ve
hepimizde bu içe kapanma hastalığına eğilim
vardır. İnsanlar, önlerine serilmiş bulunan sayısız değerlere başlarını
çevirip kendi içlerindeki boşluğa bakmak
eğilimindedirler. Oysa, içine kapanmış kişinin mutluluğunda herhangi bir
yücelik bulunduğu sanılmamalıdır.
Beyin,
kendisine sunulan gereçleri şaşılacak kombinezonlar halinde birleştirme gücü
olan bir makinedir. Bu makine, dış
dünyadan gereç almazsa güçsüzleşir. Kaldı ki, içimizi iyice görebilmek için
de dışımızı iyice inceleyebilmek
gerektir.
Heves ve hoşlanma duygularımızın doyurulmasıyla mutluluğu elde edebilmek
için, Yunanlıların öğütledikleri
ölçülülüğü göz önünde tutmalıyız. Ölçüyü kaçırırsak, mutluluk yerine,
mutsuzluk doğabilir. Oburla iştahlı kişinin
ayrılığı, birincinin bir zevk uğruna bütün öteki zevkleri harcamasındadır.
Bir zevke aşırı tutkun olanların kökü
derinlerde bulunan bir tedirginlikleri vardır ki, bu tedirginlik onları
mutsuz eder. İştahlı olalım ama, obur
olmayalım. Bu durum, içki düşkünlerinde elle tutulurcasına görünür.
Hayatlarında bir umacı bulunmasaydı, içki
düşkünleri, sarhoşluğu ayıklıktan üstün tutmazlardı.
2- Mutluluğun önemli nedenlerinden biri de, sevgidir. Genel hayat güvenci,
kişioğlunun gereksemesi olan uygun
bir sevgi görmesiyle meydana gelir. Güven duygusunu doğuran, karşılıklı
olarak sevmek ve sevilmektir. Hayatı
güvenle karşılayanlar, güvensizlikle karşılayanlardan çok daha mutludurlar.
Güven, sevginin ürünüdür. Karşılıklı
sevgi tomurcuğunun açmasına engel olan psikolojik ya da toplumsal bütün
nedenler, dünyanın çekegeldiği büyük
kötülüktür. Seviniz, sevileceksiniz. Sevmeyen sevilmez. Sevilmek istemeden
seviniz. İnsanlar, sevilmek istemeden
sevenleri severler. Sevilmek için büyük iyilikler yapan kişinin çabası
boşunadır. Sevilmek için gösterilebilecek tek
çaba, sevmek çabasıdır. Bütün gücünüzle, alabildiğine, duygularınızın her
zerresini bütünleyerek seviniz. Gerçek
değerli cinsel birleşmeler, tarafların kendilerini tutmadıkları ve
kişiliklerini birbirine katıp ortak bir kişilik
yarattıkları cinsel birleşmelerdir.
3- Mutluluğun büyük kaynaklarından bir başkası da, aile'dir. Ana babaların
birbirlerini, çocukların da ana
babalarını, ana babaların çocuklarını sevmesi güçlü bir mutluluk doğurur.
Oysa, günümüzün ailesi, mutluluk değil,
mutsuzluk kaynağı olmaktadır. Bunun psikolojik, ekonomik, sosyal, eğitimsel,
politik olmak üzere çok ve çeşitli
nedenleri vardır. Ailenin büyük mutluluğuna erişebilmek için bütün bu
nedenlerin çözümlenmesi gerektir. Bu konu,
bir bakıma, birbirleriyle çelişen koşullarla doludur. Örneğin, bir kadın,
kocasının hoşnutluğunu, mutfağa girmesi ve
girmemesiyle sağlayabilir. Koca, hem iyi kurulmuş bir sofra, hem de o iyi
kurulmuş sofrayla yıpranmamış bir kadın
ister. Buysa, belli bir ekonomik çizgiye erişmekle elde edilebilir. Bir
başka örnekte de, demokrasinin genel
yayılışının çocuklarla ana babalar arasındaki ilgileri etkilediği
görülmektedir.
Günümüz düzeninde, ana babalar,
çocuklar üstündeki haklarına güvenmemektedirler, çocuklarsa ana babalarına
karşı saygı borçlarını yitirmişlerdir.
Bir bakıma, bunun, hem böyle olması, hem de böyle olmaması gerekmektedir.
Buysa, daha uygun bir politik
düzenle elde edilebilir.
4- Mutluluk nedenlerinden biri de iş'tir. İş, kimileri için bıktırıcı olsa
bile, aylaklık, en sıkıcı çalışmadan beterdir.
Sadece can sıkıntısını önleyenden hazların en büyüğünü verenine kadar her
derecede iş vardır. İşin mutluluk
doğurması, yapıcılığa ve ustalık göstermeye imkan vermesindedir. Ne türlü
olursa olsun, bir şey yapmak ve ustalık
göstermek, kişiyi mutlu kılar. Oysa, yapıcılık kadar yıkıcılık da bir`
iştir. İkisinin arasındaki ayrılık, birinin
düzensizliği düzene, öbürününse düzeni düzensizliğe götürmesidir. Ama birçok
hallerde yeniden yapmak için
yıkmak gerekir. Bu durumda yıkıcılık, yapıcılığın bir bölümüdür. Yapıcı bir
işle uğraşmak, kişiyi nefret
alışkanlığından kurtarır. Birçok kötülükler, işsizlikten doğar. Gördüğü iş,
insanın kendisine olan saygısını sağlar.
Kişi, kendisine saygı duymazsa gerçek mutluluğa kavuşamaz.
5- Benlik dışı birçok ufak tefek ilgiler de mutluluk doğururlar. Bunlar,
insanın yaşaması için gerekli olan temel
ilgiler değil, boş zamanlarını doldurarak kendisini o büyük ilgilerin
yorgunluğundan kurtaran küçük ilgilerdir.
Mutsuzluk, çoğu zaman, insanın pratik önemi olan şeylerden başka hiçbir şeye
ilgi duymamasından ileri gelir. Dış
ilgiler, herhangi bir çaba gerektirmezler, bundan ötürü de
dinlendiricidirler. Birçok durumlarda mutsuzluk,
yorgunluğun ürünüdür. Yorgunlukla dış ilgilerse içinden çıkılmaz bir
yuvarlağın içinde dönmektedirler. Yorgunluk,
dış ilgileri azaltır; dış ilgilerin azalması da, yorgunluğu artırır.
Kişi,
bu yuvarlağın içine düşmeye görsün, serüveni
bedensel çöküntüyle sonuçlanır. İnsan bu yuvarlaktan kurtulmak için gerekli
çabayı göstermelidir. Birçok
eğlenceler, dinlendiricilik niteliğine uygun dış ilgilerdir. Oyun oynamak,
tiyatro seyretmek, spor yapmak, meslek
dışı kitaplar okumak bunların başında gelir. Benlik dışı bütün bu ilgiler,
dinlendirici oldukları kadar yararlıdırlar.
Gerektiği gibi olmasa bile, elimizde bulunan öğrenme olanaklarından
yararlanmamak, tiyatroya gidip de oyunu
seyretmemeye benzer. Evren, korkunç ya da gülünç, kahramanca ya da korkakça,
şaşırtıcı şeylerle doludur. Hayatın
bizlere sunduğu bütün bu ilginç şeylere niçin sırtımızı çevirelim? Üstelik,
bütün bu ilginç şeyleri doğru ölçüleri
içinde görebilmek de bir hayli avutucudur.
Bilgi, teselli vericidir. Mutsuzluğumuz, çoğu zaman, bilgisizliğimizden
doğar. Bir evren vatandaşı olarak,
astronomik çağlar içinde yaşayabildiğimiz kısacık süreyi ve
kaplayabildiğimiz pek küçücük yeri gereği gibi
öğrenebilseydik, kendimizi birçok mutsuzluklardan korumuş olurduk.
Çılgınca
didinmemiz; boğuşmamız
önemsizliğimizi bilmediğimizdendir. Modern yüksek öğrenimin kusurlarından
biri de, evreni tarafsız bir gözle
inceleme yolunda duygu ve düşünce gelişimine pek az yer vermesidir.
Evren vatandaşlığının bilgisine erişseydik, kendimizi böylesine yıpratacak
yerde, insanlığı uygarlığa götürenlerin
büyük ordusunun bir eri olmayı yeğlerdik.
Eğer evren vatandaşlığının
bilgisine ulaşsaydık, kişisel kaderimiz ne
olursa olsun, derin bir mutluluk, yaşadığımız sürece bizimle beraber olurdu.
Hayat, bütün çağların büyükleriyle bir
olma, ölümse, umursanmaya değmez bir olay halini alırdı. Kişi, kendini neyin
yücelttiğini anlayabilseydi,
bencilliğe, küçüklüklere, önemsiz aksilikler yüzünden üzüntülere kapılmaz ve
alın yazısından korkmazdı. Yüksek
öğretimi gönlümce düzenlemeye yetkim olsaydı, diyor Russell, gençler
arasında pek azını, hem de az akıllı ve pek
geri kafalı olanlarını ilgilendiren din yerine, belki kolaylıkla din
sayılamayacak bir şey koymaya çalışırdım. Geçmişi
çok iyi bilen, insanoğlunun geleceğinin geçmişinden kıyaslanamayacak
derecede uzun olabileceğini kavrayabilen,
üstünde yaşadığımız gezegenin bir nokta ve bu gezegendeki ömrümüzün geçici
bir olay olduğu bilincine erişmiş
gençler yetiştirmeye çalışırdım.
Bireyin önemsizliğini belirten bu gerçeklerle birlikte, bireyin erişme
yeterliğinde olduğu yüceliği ve bizce bilinen
uzak derinlikleri içinde birey kadar değerli bir şey bulunmadığı gerçeğini
de aşılardım. Evren vatandaşının
özgürlüğü, böylesine bir bilince erişmesiyle gerçekleşecektir. Mutluluğu da
öyle. Mutluluğunu ele 'geçirmek isteyen
kişi, hayattaki temel ilgilerine ek olarak birçok yedek ilgiler de
edinmelidir. Yitirilen her ilginin yerini kolaylıkla
başka biri alabilir ve böylece bütün talihsizlikler alt edilebilir. Evren,
bir kayıpla yıkılacak kadar küçük değildir.
6- Mutluluğun başka bir nedeni de, çaba'yla yetinme (tevekkül) arasındaki
dengededir. Mutluluk, çoğu iyi huylu
olarak doğmamıştır. Kimilerinin, düzenli bir yaşayışı dayanılamayacak
derecede sıkıcı bulan, bir dalda durmaz
tutkuları vardır. Sağlık, hiç kimsenin kesin olarak güvenemeyeceği bir
varlıktır. Evlilikse her zaman, bir mutluluk
kaynağı olmamaktadır. Bütün bu nedenlerden ötürü mutluluk, Tanrının bir
bağışı değil, insanın çabasıyla elde ettiği
bir başarıdır. İşte bu çabanın, en uygun noktada, yetinmeyle dizginlenmesi
gerekmektedir. Aşırı yetinme, boyun
eğiş, alçakgönülülük nasıl mutluluğa engel olursa, aşırı çaba da öylece
mutluluğa engel olur. Mutluluğunu dileyen
kişi, elde edebildiğiyle yetinmesini bilmelidir. Akıllı kişi, önleyebileceği
talihsizlikler karşısında elini kolunu
bağlayıp oturmamakla beraber, kaçınılmaz talihsizlikler için ne zaman, ne de
duygu harcar.
Çabayla boyun eğiş bu
gibi hallerde, ayrı ayrı değerlidir. Tutulması gereken yol, kişinin elinden
geleni yapması, sonucuna da boyun
eğmesidir.
Üzüntü, kuşku ve öfke hiçbir işe yaramayan duygulardır. Akıllı kişi,
aksiliklere katlanmasını bilen kişidir. Kaldı
ki, üzüntülerinin baskısından kurtulan bir insan, hayatın, kuşkulanıp
durduğu günlerdekinden çok daha sevinçli bir
serüven olduğunu görecektir. Daha önce sinirine dokunan dostları artık ona
eğlendirici gelmeye başlayacaktır.
Mutlu insan, dış dünyada yaşar, özgür sevgileri ve geniş ilgileri vardır.
Mutluluğunu bu ilgilerden, bu sevgilerden ve
bunların kendisini başka insanlara sevimli göstermesi gerçeğinden alır.
İnsan, bunlarla, kendisini, bilardo topu gibi
öbür yuvarlaklarla çarpışmaktan başka işi, olmayan bir varlık değil, akıp
giden hayat ırmağının bir parçası olarak
duyar. Her mutsuzluk, bir uyuşmazlığa dayanır. Bu uyuşmazlık, insanın
kendisiyle olabileceği gibi, toplumuyla da
olabilir. Mutlu insan, hem kendisiyle, hem de toplumuyla birliğe ulaşan
insandır. Onun benliği, ne kendi içinde
birbirleriyle uzlaşmaz parçalara bölünmüş, ne de dünyaya karşı bir sipere
gömülmüştür. Böyle bir insan, evren
vatandaşıdır, evrensel görünüşün ve hazların tadını çıkarır. Mutlu olmaması
için hiçbir neden yoktur. Çağımızın
metafiziği böylece, mutluluğu da, mutlu azınlıktan bir idealistin eliyle
çözümlemiş olmaktadır. Russell,
toplumunuzla birliğe ulaşın, eşdeyişle, becerebilirseniz siz de sömürün,
beceremezseniz katlanın diyor mutlu
olmak için.
MUTLU OLMAK İÇİN DAĞLARA TIRMANMAK GEREK.
Gerçek dostlar az, diyecek yerde,
kanımın yuvarları
az, demek daha iyi olmaz mı? diyor Alain (Emile Chartier, 1868-1951).
Kendisini bu kanıya götüren olayı da
anlatıyor: Hastanelerden birinde Marie adında bir kız varmış. Marie, bir
saat düzeniyle, bir hafta mutlu, bir hafta
mutsuz oluyormuş. Mutluluk haftasında çevresindeki her şey ona güzel,
aydınlık, sevinçli görünüyormuş.
Mutsuzluk haftasındaysa, çevresindeki her şey çirkin, karanlık, acılıymış.
Aynı güzel söz, mutluluk haftasında onu
sevindirdiği halde, mutsuzluk haftasında umutsuzluğa düşürürmüş.
Aynı müzik,
mutluluk haftasında sevinç,
mutsuzluk haftasında acı verirmiş ona. Marie'ye bakan profesör, birçok
denemeleri sırasında, Marie'nin kanındaki
yuvarları da saymış. Bakmış ki, mutluluk haftasının sonuna doğru yuvarlar
azalıyor, mutsuzluk haftasının sonuna
doğru, yuvarlar yeniden çoğalıyor. Şu halde, demiş, mutluluk kanın
zenginliğinden, mutsuzluk kanın
yoksulluğundan doğuyor.
Kan yuvarlarının görevi, akciğerlerdeki havanın oksijen gazını alarak
nesiçlere götürmektir. Oksijen gazı,
yaşamamız için gereklidir. Kan yuvarlarının fabrikası, kemiklerin içindeki
iliklerdir. Bu fabrika öylesine düzenli bir
fabrikadır ki, verimi, vücudun oksijen gereğine uygundur. Kan fabrikası,
oksijen gazının az bulunduğu yerlerde,
vücudun gerekli oksijeni alabilmesi için, daha çok kan yuvarı yapar.
Oksijenin bol bulunduğu yerlerdeyse, o kadar
çok kan yuvarı gerekli değildir, fabrika hemen verimini azaltır. Bilindiği
gibi, en çok oksijen, deniz yüzünde, alçak
yerlerde vardır. Yükseklere, dağlara doğru çıkıldıkça oksijen azalır. Bundan
ötürü de kan fabrikası, alçaklarda daha
az yuvar, yükseklerde daha çok yuvar yapar. Bir insanın kan yuvarlarını
sayarak onun deniz yüzünden ne kadar
yükseklikte yaşadığını anlayabiliriz. Gerekli oksijen gazını alabilmek için,
deniz yüzünde, kanın bir milimetre
küpüne dört buçuk milyon yuvar yeterken, deniz yüzünden dört bin metre
yükseklikteki bir dağda sekiz milyon
yuvar az gelir. Bu hesaba göre, mutluluğumuz için dağlara tırmanmamız
gerekmektedir. Kişioğlunun yükseklere
çıktıkça mutluluğa benzer bir şeyler duyduğu doğrudur. Ama bu yüksekler,
sadece deniz yüzüne göre ölçülmüş
yüksekler değildir. Her çeşit yükselme, kanın yuvarlarını artırmaktadır.
Nitekim Alain, başka bir söyleşisinde
(Propos), sevinç, iç organlarımızı en usta doktordan daha iyi düzene koyar
diyor. Bir arkadaşı, kan yuvarlarının
yoksulluğu konusunda, kendisine şöyle demiş: Düşünceme yön vererek kanımın
yuvarlarını artıramam. Mutluluğum
için düşünmek boştur.
Evren, kışla yaz gibi, yağmurla güneş gibi, karanlıkla
aydınlık gibi, kendi yasasına uygun
olarak, ölçülü dönemlerde mutlulukla mutsuzluğu getirecek. Buna karşı ben ne
yapabilirim? Mutlu olmak isteğimin
de tıpkı gezmeye çıkmak isteğim gibi büyük bir değeri yok. Şu kırlara
yağmuru yağdırıp gezmeme engel olan ben
değilim. İçimdeki mutsuzluğu da ben yaratmıyorum, sadece onun peşinden
gidiyorum. Kan yuvarlarımın
yoksulluğunu bilmek, mutsuzluğumun peşinden gitmek zorunluğunu açıklıyor. Bu
bilgi, beni avundurmaz...
Alain
de, arkadaşına, son yargısına pek o kadar inanmadığını belirten, şu
karşılığı veriyor: Sorun, dediğin kadar yalınç
değil. Acı düşünceleri, kötü kuruntuları, kara anıları geveleyip durmakla
insan mutsuzluğunu kendisi bulur. Bu
mutsuzluğun, böylelikle, tadını çıkarır bir bakıma. Ama mutsuzluğumun kan
yuvarlarından ileri geldiğini bilecek
olursam düşüncelerime gülerim, iç acılarımı vücuduma püskürtürüm. O zaman,
mutsuzluğum, vücudumda sadece bir
yorgunluk, ya da düpedüz bir hastalık haline gelir. İnsan yapısıysa bir mide
ağrısına bir ihanetten daha kolay
dayanır.
Alain, Mutluluk Üstüne Söyleşiler (Propos sur le Bonheur) adlı yapıtında,
yoksulluğun da övgüsünü yapıyor:
Eskiçağlarda Tanrılar, yolcuların kılığına girerek, insanların kapılarını
çalarlarmış. Bana öyle geliyor ki açlığı,
susuzluğu duymakta biraz mutluluk buluyorlardı. Canları sıkılıyordu her
halde. O çağlardan beri kendilerini ya
asmış, ya da suya atmış olsalar gerektir. Birçok krallar tanıdım. Bir şeyi
istemeye vakit bulamazlardı. Dikkatli
gözler hemen düşüncelerini okuyup isteklerini yerine getirirlerdi onların.
Oysa bu Jüpiterler de yıldırımlarını atmak
isterlerdi, kendilerine engeller yaratırlardı. Tanrılar eğer can
sıkıntısından ölmemişlerse sizleri böyle yavan krallar
olmaktan korusunlar.
Bunların dışında, sorunun özüne girmeden, mutluluk üstüne ufak tefek öğütler
veriyor Alain: Sıkıntılarınızdan
kimseye söz açmayınız, böylelikle onları siz de unutursunuz. Mutlu olmak
için, mutlu olmayı istemek, bu uğurda
çabalamak gerektir. Mutlu olmak için çevrenizdekileri de mutlu kılmanız
gerekir, onların yerilecek yanlarını değil,
övülecek yanlarını görmeye çalışın. Mutluluğu gelecekte görüyorsanız onu
şimdiden bulmuşsunuz demektir, ummak
mutlu olmaktır. Gerçek nedenleri bulmaya çalışın, gerçek nedenleri
bilmedikçe huylarınızı düzenleyemezsiniz.
Sinirlenmeyin, elinizdedir bu, sinirleriniz uysal köpekler gibidir,
düşüncenizin buyruğundan dışarı çıkamazlar.
Mesleğimizden, kitaplarımızdan, dostlarımızdan gereği gibi yararlanamayarak
mutsuz olduğumuz için yüzümüz
kızarmalıdır. Mutsuzluğumuzu doğuran kuşku ve korku birer hastalıktır, hasta
olduğumuzu değil, sağlam
olduğumuzu düşünmeliyiz, böyle düşünerek bunlardan kaçınabiliriz: Kendinizi
trajedilere kaptırmayınız, ihtiyar bir
adam ihtiyarlık çeken bir genç, ölen bir adam, ölen bir canlı demek
değildir.
Çevrenizi değil; kendi bilgisizliğinizi
suçlayınız, bir sarhoş düşerse bacağı kırılır, bir itfaiyeci gibi bacağınızı
kırmadan düşmesini öğrenmek gerektir.
Sıralı sırasız gülümseyiniz, iyi etkilerini göreceksiniz. Kayıtsız davranmak
isteyen omzunu silkmez mi?.. Bu
davranışı ciğerlerine hava verip yüreğini yatıştırır çünkü. Küçük nedenlerle
boşuna canınızı sıkmayın, kundura
ayağınızı sıkıyorsa, hemen çıkarıp atın onu. Esnemek sabırsızlığa karşı en
iyi jimnastiktir.
Kürsüye çıkarken
korkudan titreyen konuşmacı, konuşmaya başlar başlamaz hemen kendine
geliverir, korkuyu düşünecek vakti
kalmamıştır çünkü, kuşkular ve korkular olaylardan çok düşüncelerimizdedir.
Vücudumuz, kuşkularınız ve
korkularınız yüzünden, sizden yanlış bir emir almamışsa; kumandayı en doğru
biçimde kendi eline alır. Hayra
yormak hayırlı iş getirir; Epiktetos der ki: Sen istedikten sonra karga bile
uğur getirir sana. Soğuğa dayanmanın tek
çaresi, soğuğu hoş görmektir; mutluluk ustası Spinoza gibi, ısındığım için
mutlu değilim, mutlu olduğum için
ısınıyorum, demeli. Başarıya ulaştığınız için mutlu değilsiniz, mutlu
olduğunuz için başarıya ulaştınız.
Uykunuzun gelmesini istiyorsanız, geleceğine inanın, uyuyamayacağını düşünen
hiçbir kimsenin uyuyabildiği
görülmemiştir. Tek bir kişi yoktur ki, kendine kendinden büyük bir düşman
bulmuş olsun. Başkalarını affedebilmek
için ilk koşul, kendini affedebilmektir. Geleceği pek o kadar düşünmeyin, ne
kadar bilgin olursak olalım,
gözlerimizin çok uzakları görebileceğine inanmıyorum.
Bir söyleşisinde de, yapraklar sürmeye başladı artık, diyor Alain, yakında
tırtıllar kara ağacın yapraklarına
üşüşerek bunları yok edecekler.
Ağaç, ciğerlerinden yoksun kalacak.
Havasızlıktan ölmemek için yeni yapraklar
sürüp ikinci bir bahar yaşadığını göreceksiniz ama, bu gayretler tüketecek
onu sonunda. Önümüzdeki yılların
birinde artık taze yapraklar veremeyerek kuruyacak büsbütün. Küçük
gayretlerin göreceği işe inanmalı, böceğe karşı
bir böcek sabrıyla savaşmalıyız.
Pekala sevgili Alain, seninle ve senin gibilerle uğraşmayı bir yana
bırakalım, uykumuzun geleceğine inanıp
uyuyalım daha. Mutlu olmak istedikçe de dağlara çıkarız. Verdiğin öğütlere
teşekkürler.
MAVİ KUŞ.
Bu gece, Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck'le (1862 -1949)
birlikte, mavi kuşu arayacağız.
Mutluluğumuzu bulmalıyız elbet. Köpeğimiz, kedimiz, ışığımız, ateşimiz,
suyumuz, sütümüz, ekmeğimiz, şekerimiz
ve saatlerimiz küçük kervanımıza katılacaktır. Işığımız bize yol gösterecek,
köpeğimiz yanımızdan ayrılmayarak bizi
koruyacak Başımıza, sihirli elması iğnelediğimiz yeşil şapkamızı giyeceğiz.
Bir de boş kafesimiz var. Mavi kuşu
bulunca, yaşadığımız sürece elimizden kaçmasın diye, onun içine koyacağız.
Mavi kuş güzeldir, alımlıdır, sırlarla
dolu evrenimizde acılarımızı karşılayacaktır. Sihirli elması çevirince
kocamış cadı Berilün'ün güzeller güzeli bir
peri olduğunu göreceğiz.. Kulübemizin duvarlarındaki çakıl taşları
aydınlanacak.
Eskimiş eşyalarımız gök yakutlar
gibi parlayacak.
Artık tahta masamız som mermerdir, karanlığımız aydınlanmıştır, saatlerimiz
bizimdir. Anılar ülkesindeyiz. Sevgili
ölülerimiz bizi beklemektedir. Mademki ölmüşlerdir, onları nasıl
görebiliriz, diye kuşkulanmamalıyız; mademki
anılarımızda yaşıyorlar, nasıl ölmüş olabilirler? Onları düşündüğümüz her an
mutlu uykularından uyanmaktadırlar.
Yaşamak bitince uyumak pek iyidir, arada sırada uyanmaksa ondan daha iyidir.
Anılar ülkesinde büyümek yoktur,
değişmek yoktur, ölmek yoktur. İşte erik ağacımız... Bir zamanlar onun
üstüne tırmanmayı ne kadar severdik. İşte
kara tavuğumuz... Gene eskisi gibi ötüyor. Çevremizi kuşatan bu sis nedir,
diye sormayınız, anılar ülkesinde
düşüncenin sevinci tütmektedir.
Gönenç (refah) bahçesinde rastlayacağız mutluluklara... Mutluluklar iki
grupta toplanmışlardır: Büyük
mutluluklar, küçük mutluluklar.
Büyük mutluluklar birer birer gelip elimizi sıkacaklardır: Zenginlik
mutluluğu, elde etmek mutluluğu, yerine
getirilmiş boş hevesler mutluluğu, susamadan içmek mutluluğu, acıkmadan
yemek mutluluğu, hiçbir şey yapmamak
mutluluğu, gereğinden çok uyumak mutluluğu, kahkahayla gülmek mutluluğu,
şehvet mutluluğu. Küçük mutluluklar
da önümüze gelip diz bükecekler: Sağlıklı olmak mutluluğu, saf hava
mutluluğu, anayı babayı sevmek mutluluğu,
mavi gök mutluluğu, orman mutluluğu, güneşli saatler mutluluğu, ıslak
çimenlerde yalınayak koşmak mutluluğu.
Mutlulukların yanı sıra büyük sevinçler de gönenç bahçesindedir. Başlarını
eğip birer birer tanıtacaklar
kendilerini: Doğruluk sevinci; iyilik sevinci, düşünmek sevinci, işini görüp
bitirmek sevinci, anlamak sevinci,
güzele bakmak sevinci, sevmek sevinci, anne sevgisi sevinci.
Bu kadar çok mutluluğu çevremizde görünce şaşıracağız. Mutlulukların
başkanı, bu şaşkınlığımızı anlayacak; evet,
diyecek, gözler açılacak olursa her evde her gün pazardır. Evleriniz,
pencerelerden taşacak kadar bizlerle dolu.
Duvarları devirip çatıları uçuracak kadar gülüyor, şakıyor, neşe
yaratıyoruz. Oysa sizler hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyorsunuz.
İleride, biraz daha anlayışlı olacağınızı ummaktayız. Evinize döndüğünüz
zaman bizleri daha kolay tanıyacaksınız.
Sonra, günün birinde, bizlere küçük bir gülümsemeyle cesaret verip tatlı
bir sözle teşekkür etmeyi öğrenirseniz, yaşamasını da daha çok seveceksiniz.
Mavi kuş nerededir?.. Büyük küçük bütün mutluluklar, sevinçlerle
tanıştığımız halde, onu bulamadık henüz. O, yüzyıllardan beri insanoğlundan
saklanmış bir sırdır. Bomboş kafesimizi elimizde sallayarak ormana gireceğiz
yavaşça. Gecedir. Ay aydınlığı vardır. Türlü kart ağaçlar çevremizi
sarmıştır. Kedimiz, vazgeçemediği huyuna boyun eğerek bizi fitneleyecek
onlara: Bütün ağaçlara selam... Bugün büyük bir gündür. Düşmanımız olan
insanoğlu, sizleri güçsüz bırakarak kendine köle yapmak istiyor. Bu
karşınızda gördükleriniz, sizlere bunca kötülük etmiş olan oduncunun
oğullarıdır. Dünya kurulalı beri onlardan sakladığımız mavi kuşu arıyorlar.
Öyle sırlı bir de elmasları var ki ellerinde, bizim ruhlarımızı görebilir,
mavi kuşu zorla alabilirler.
Kocamış meşe, soracak: Köleliğimizi daha çetin bir hale getirmek için mavi
kuşu, eşyanın büyük sırrını
arıyorsunuz, öyle mi? Ama bu iş, bizim kadar hayvanları da ilgilendirir.
Verilecek önemli kararların sorumluluğunu
yalnız biz ağaçlar yüklenemeyiz. Bu sırra sahip olunca bizlere ne kötülükler
edeceklerini bilecek kadar
insanoğullarını tanıyoruz.
Ağaçlarla hayvanlar, mavi kuşu insanoğluna vermemek için birleşeceklerdir.
Doğanın (tabiat) içinde yaşadığı halde
doğaya karşı gelen tek yaratık insanoğludur çünkü. Bir sır varsa, ondan
gizlenmelidir elbet.
Yılmayacağız. Boş kafesimiz elimizde, gelecek ülkesine gireceğiz cesaretle,
Gelecek ülkesi, doğacak çocukların
beklediği bir gök sarayıdır. Firuze kubbeleri tutan gök yakuttan sayısız
direkler göreceğiz. Her şey mavidir burada.
Yalnız direk başlıkları, kemer kilitleri ak mermerden yapılmıştır.
Direklerin arasında süt taşından büyük kapılar
vardır. Zamanın kanatlarını aralayacağı bu kapılar hayata açılmaktadır. Her
yanda, uzun mavi elbiseler giymiş,
kimisi oynayan, kimisi gezinen, kimisi uyuyan bir çocuk kalabalığı...
Onların arasında, melekler olduğu anlaşılan,
daha soluk bir maviyle örtünmüş, sessiz güzellikte gölgeler dolaşmaktadır.
Zaman, süt taşından yapılmış kapılardan çıkmak için önüne dizilen çocuklara
çıkışacak: Birer birer... Birer birer...
Gene araya sırası gelmeyenler katılmış... Sen küçük, haydi yerine, elli dört
yıl sonra geleceksin. On iki tane aşık
yeter, Virgil'in çağında değiliz artık. Doktor da istemez, yeryüzü onlarla
doldu. Namuslu bir adam isteniyor, tek bir
adam... Hani, namuslu adam nerede? Sen misin? Amma da cılızsın, yaşayacağa
benzemiyorsun pek.
Islak çimenlerin üstünde çıplak ayakla dolaşarak, doğan güneşin sevinciyle
dolmuş, hiçbir şey yapmamak
mutluluğu içinde evimize döneceğiz. Boş zannettiğimiz kafesimizde masmavi
bir kuş var. Meğer o, her zaman
evimizdeymiş, yanıbaşımızdaymış da görememişiz onu. Aramaya kalkmışız
üstelik.
Evet, yanılmadınız, tam da anladığınız gibi: Yoksul kulübemizdeki mutlulukla
yetinelim, diyor Maeterlinck.
EVRENİMİZ KIRMIZIYA KAYIYOR.
Metafizikçiler öğütlerini sürdüredursun, uzay
fiziğinin son bulguları yeni
bir bilimsel varsayım geliştirmektedir: Evrenimiz kırmızıya kayıyor.
Her şeyin bir başlangıcı, bir yaşamı ve bir sonu olduğuna göre dünyamızın ve
hatta tüm sonsuzluğu dilegetiren evren deyimini bizim bilebildiğimiz ve
hesaplayabildiğimiz bir bölgeyle sınırlarsak evrenimizin de bir başlangıcı
ve bir sonu var mı? Elbette var.
Ama milyarlarca yıl sonra oluşacak koşulları şimdiden bilmemiz olanaksız
bulunduğundan bu sonun nasıl olacağını kestiremeyiz. Yakın zamanlara kadar
evrenin sıcaklıktan buharlaşarak son
bulacağı sanılıyordu. Kimi fizikçiler şimdiden kestirilmesi olanaksız
bulunan bu bilgiyi elde etme çabasındaydılar.
Öyküsü kısaca şu: Isının devimini ve bu devimle başka erke tipleri haline geçişini inceleyen kuramsal fizik dalına
termodinamik denir. Termodinamiğin önemli iki ilkesi vardır. Birinci ilke
erkenin sakımı yasasının ısı alanına
uygulanmasıdır ki ısıyla işin eşdeğerliliğini dilegetirir, ikinci ilkeyse
ısının sıcak bir cisimden soğuk bir cisme bu
cisimlerin birinde bir değişme olmaksızın geçemeyeceğini dilegetirir.
Termodinamiğin ikinci ilkesini bulan R.
Clausius'le W. Thomson onu yanlış yorumlayarak evrene uygulamışlar ve
evrenin ısıl (termik) sona erişinin
kaçınılmazlığını savunmuşlardır. Bu, yanlış bir savdır ve çağdaş fizikçe
çürütülmüştür.
Bu sava göre evrendeki tüm
devim biçimleri entropi (erkenin değişirliğini dilegetiren R. Clausius
kavramı)'yle bir daha eski durumlarına
dönmemek üzere ısı devim biçimine dönüşecekler ve bir entropik denge (kapalı
sistemlerde tüm erkenin ısı haline
gelip dengeye girmesi ve bir daha hiç değişememesi durumu) kuracaklardır. Bu
da dünyanın ısıl sonu demektir.
Oysa çağdaş fizik entropinin sadece mikroskobik süreçlerde geçerli olduğunu
ve makroskobik süreçlerde
işlemediğini göstermiştir. Demek ki evren, bütün varsayımlarda da olduğu
gibi, böylelikle de son bulmayacaktır.
Son yıllarda da yepyeni bir varsayım geliştirilmektedir: Kırmızıya kayma
(İng. Red shift) olayı, galaksiler
arasındaki uzaklıkların her an büyümekte olduğunu tanıtlamaktadır. Özellikle
Einstein'in genel bağıntılılık
kuramını geliştiren fizikçi A. A. Friedman'ın ilerisürdüğü kaçan galaksiler
(İng. Fleeing galaxies) ve bunun sonucu
olarak genleşen evren kuramına göre evren, her an, düzenli bir biçimde
genişlemektedir. Sonsuz olanın genişlemesi
elbette sözkonusu değildir. Bu genişleme, bin milyonlarca yıl önce, bütün
galaksilerin evrenin bizim bulunduğumuz
bölgenin çok küçük bir kesiminde yığışmış oldukları varsayımına dayanıyor.
Yetkili bilim adamlarınca doğru
sayılan bu varsayıma göre galaksiler her an bu yığınaktan biraz daha
uzaklaşmaktadırlar ve bundan ötürü de
evrendeki özdek yoğunluğu her an düzenli olarak azalmaktadır. Galaksilerin
her an uzaklaşmakta oldukları şöyle
hesaplanmıştır: Tren yaklaşırken düdüğünün sesi gittikçe tizleşir
(eşdeyişle, çığlıklaşır, Doppler olayı); demek ki
düdük sesindeki değişim oranının ölçülmesi, trenin yaklaşma hızını da ölçer.
Galaksilerin hızları da bu bilimsel
yöntemle ölçülmüştür (ses titreşimlerindeki frekans değişimi yerine elektromanyetik titreşimlerdeki frekans
değişimi hesaplanmıştır) ve galaksilerin saniyede altmış bin kilometre hızla
kaçmakta (eşdeyişle, uzaklaşmakta)
oldukları kesin olarak saptanmıştır.
Elektromanyetik titreşimlerdeki frekans
değişimi, galaksilerin ışık tayfındaki
elementlerinin tayfın kırmızı ucuna doğru kayması olarak gözlenmiştir.
Bundan çıkan kesin sonuç şudur: Galaksiler
bizim bulunduğumuz bölgeden her an biraz daha uzaklaşmaktadırlar, demek ki
evren bizim bulunduğumuz bölgeye
göre genleşmektedir. Astronomların ve jeofizikçilerin yaptıkları hesaplardan
daha pek çok ilginç sonuçlar da
çıkmaktadır. Saniyede altmış bin kilometre hızla kaçan bir galaksinin, bugün
bulunduğu yerden geriye doğru
yapılan bir hesapla, altı bin milyon yıl önce bizim bölgemizde ve pek
yakınımızda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Acaba bu galaksi ne zaman varlaşmıştır? Jeofizikçilerin yaptıkları hesaba
göre, yerin ve göktaşlarının özdeği altı bin
milyon yıl önce biçimlenmiştir, demek ki tüm galaksiler de dünyamızla aynı
zamanda biçimlenmişler, eşdeyişle
varlaşmışlardır. Bundan da çok önemli varsayımlar türemektedir. Evrensel
sonsuzlukta özdek, belli bir bölgede
yoğunlaşmış ve sonra bir patlamayla sonsuzluğa doğru yayılmıştır. Demek ki
evrenin bir başlangıcı, eşdeyişle bir
doğumu var. İlk bilimsel evrendoğum, gökbilim (astronomi)'in bir dalı
olarak; Leibniz, Descartes, Kant ve Laplace'ın
varsayımlarıyla oluşmaya başlamıştır.
Özellikle Kant Laplace'ın evrenin bir
bulutsudan oluştuğunu ilerisüren
varsayımları uzun bir süre geçerli kalmıştır. Dr. Fred L. Whipple, 1948
yılında yayımladığı bir çalışmasıyla kozmik
tozların milyarlarca yıllık bir sürede nasıl yoğunlaşıp yıldızlar halinde
koyulaşabileceğini açıklamıştır.
Buna karşı
Lemaitre, Gamow, Tolman vb. gibi bilginlerin ilerisürdükleri yeni
varsayımlar da tartışma konusudur. Bu
varsayımlar, evrenin oluşumunu atomsal bir patlamaya, tasarımdışı
sıcaklıktaki bir buhar kütlesine, evrenin tıpkı bir
yürek gibi açılıp kapanışına vb. bağlamaktadır. Gerçek şudur ki, evrendoğum,
henüz gelişmiş ve kesin sonuçlara
varmış bir bilim değildir. Bunun nedeni de pek açıktır: Önce, evrensel
oluşma pek uzun bir süreyi kaplamaktadır ve
bilim henüz bu pek uzun sürenin her aşamasını açıklayabilecek verilere sahip
değildir. İkinci olarak, oluşum süreci
henüz devam etmektedir ve bu oluşum sürecine bilimsel olarak yaklaşabilmek
için gezegen sistemimizin dışındaki
gezegen sistemlerinin de keşfedilmesine ihtiyaç vardır. Ne var ki bilim,
idealist ve düşçü varsayımların dışında, bu
alanda da sağlam adımlarla ilerlemektedir. İnsan ayağının aya basması, başka
gezegen sistemlerinin keşfine giden
yolun açıldığını tanıtlar.
Evrenin bir başlangıcı olduğuna göre bir de sonu var mı? Evren deyimini
kırmızıya kayma varsayımında olduğu
gibi dar anlamda kullanırsak elbette var, sonsuz ve sınırsız özdeğin
bütünlüğü anlamında kullanırsak ne başı var ne
de sonu Ölçüsü ve sınırı olanı dilegetiren sonlu ulamıyla ölçüsü ve sınırı
olmayanı dilegetiren sonsuz ,ulamı, nesnel
gerçekliğin birbiriyle bağımlı iki görünümünü yansıtır. Sonsuz, sonsuz
sayıda sonludan meydana gelir. Sonluysa
sonsuzun sonsuz sayıdaki biçimlerinden biridir. Örneğin ilksiz ve sonsuz
olan özdek, çeşitli sonlu biçimlerde
belirir. Bilimsel bir kavram olarak sonsuzluk, özdeğin var edilmezliğini ve
yok edilmezliğini dilegetirir.
Bilim ve
diyalektik felsefe, evrenin, ilksiz ve sonsuz özdeksel değişimler süreci
olduğunda birleşirler. Özdek tükenmezdir ve
sonsuz çeşitliliği nitesel dönüşümlerle sürüp gitmektedir. Bu sonsuzluk,
sonlu ve sınırlı var olma biçimlerinin
zorunlu değişmelerinde yansır. Sonsuzluk ve sonluluk diyalektik
karşıtlıklardır, her ikisi de birbirlerinin varlığını
gerektirirler. Sonsuzluk zorunlu değişimlerle tükenmez sonluluğun meydana
koyduğu bir süreçtir. Her sonlu, içinde
taşıdığı karşıtlığı olan, sonsuzla çeliştiği içindir ki sınırsız
değişikliklere uğrar. Bilim, özdeğin tükenmezliğini
tanıtlayarak, sonsuz'u da tanıtlamıştır. Kaldı ki sonsuz olmasaydı sonlu'lar
da olamazdı. Sonlular varsa, demek ki
sonsuz da vardır.
Sonlu'nun zorunlu olarak sonsuz'u içerdiği ve gerektirdiği bilimsel gerçeği
bir yana, özellikle fiziksel kimya
alanında birçok bilimsel bulgular evrenin sonsuzluğunu tanıtlamış
bulunmaktadır. Örneğin bu bulgulardan biri
özdeğin korunumu yasasıdır. Bu yasaya göre evrende hiçbir şey yokolmaz ve
yoktan varolmaz. Bu demektir ki,
evren şu anda varsa, hep var bulunmuştur ve hep varolmakta devam edecektir.
Özdek, varolduğu içindir ki daima
varolmuş olması gerekir, çünkü bu fiziksel kimya yasasına göre yoktan
varolamazdı. Özdek, varolduğu içindir ki
daima var kalacaktır, çünkü bu fiziksel kimya yasasına göre yok olamaz.
Şöyle de denebilir: Eğer evrende hiçbir
şeyin varolmadığı bir zaman olmuşsa, o zaman yok'u varedecek herhangi bir
şeyin de varolmaması gerekir. Ünlü
fizikçi Einstein sonlu özdeğin yasalarının, sonsuz özdeğe, eşdeyişle
evrensel alana genişletilmesi uygun değildir
diye yazmıştır. Özdek sürekli olarak biçim değiştirmektedir ve yepyeni somut
biçimler altında varolmakta devam
edecektir. Nicel değişimler birikir ve bir sıçramayla nitel değişimlere
yolaçar.
Evrende yepyeni yıldızların, hem de
kümeler halinde her an doğmakta olduğu tanıtlanmıştır. Dünyamız da, sonsuz
evrendeki her sonlu gibi, bir gün sona
erecekse bu, evrimsel sarmalın sadece bir dolanımının son'u olacaktır. Ama
bu son, yokedilmez özdeğin evriminde
yepyeni bir aşamanın gerçekleşmesini de sağlamış olacaktır. Ünlü fizikçiler
K. Stankuyoviç ve M. Vasilyev, Matter
and Man adlı yapıtlarında şöyle demektedirler: İnsanın kendi bilgisini
bugünden düşünülemeyecek düzeylere
çıkarmasına yetecek zamanı vardır ve güneş tehlikeli yaşlılık çağına
ulaşmadan çok önce insan, öteki yıldız
sistemleri içinde herhangi sayıda gezegeni bir araya getirme yeteneğine
sahibolarak, sonsuz Samanyolu'nun
enginliklerine dalacaktır.
ÖĞÜT DİNLEMEYEN İNSAN.
XX'nci yüzyıl insanı, kafesindeki kuşu mavi
görebilmek için gözlerini zorlamayı
bir yana bırakıp, gerçekten mavi bir kuş elde ederek yitirilmiş insanlığını
yeniden kazanma yoluna girmiştir. Çağdaş insan, yüzyıldan beri, öğüt
dinlemeyen insan'dır.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy
|
|