Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkey/Denizli

Chuang-Tzu

"kelebek filozof"

Felsefi Taoculuğun ikinci ismi olan Chuang-Tzu'nun milattan önce 4.yüzyılda yaşadığı bilinse de tarihler konusunda net bir bilgi yoktur. Onun dönemine kadar Taoculuk Sarı Hakan'ın ve Lao-Tzu'nun öğretisi olarak bilinirdi. Ancak bu yüzyıldan sonra, bu felsefenin genel adı "Lao-Tzu ve Chuang-Tzu öğretisi" olarak anılagelmiştir.

Chuang-Tzu yaşam felsefesi nedeniyle sosyal alanda aktif rol almayı reddetmiş ve bir fidanlıkta bahçıvanlık yaparak mütevazı ve yoksul bir yaşam sürdürmeyi yeğlemiştir. Söylenceye göre kendisine başbakanlık bile önerilmiş, ancak o, özgürlüğünü korumak adına bunu elinin tersiyle geri çevirmiştir, ki bu davranışı sonraki yıllarda Çin felsefe adamları tarafından sorumsuzluk olarak değerlendirilecekti.

Chuang-Tzu adını taşıyan eserlerin ne kadarının gerçekten ona ait olduğunu belirlemek mümkün değil, ama günümüze ulaşan "Çiçekli Güney'in Kutsal Kitabı", İ.S. 742 yılında Tang imparatorluğu döneminde derlenmiş otuzüç kitapçıktan oluşur. Ancak bu kitabın "içrek bölüm" denilen yedi kitapçık dışında kalan diğer yazıların ustanın kaleminden çıkıp çıkmadığı tartışma konusudur.

Chuang-Tzu, Lao-Tzu'nun ağırbaşlı üslubuna karşın, şakacı, kıvrak, benzetmelerle ve mesellerle bezeli bir anlatımla hitap eder okuyucuya. 

Ve ona "kelebek filozof" da denmesine neden olan mesel:

Chou (Chou, Chuang-Tzu'nun asıl adı), bir gün kelebek olduğunu gördü düşünde... Sevinçle kanat çırpan, mutlu, Chou diye birinden haberi bile olmayan bir kelebek... Uyanıverdi birden, işte yeniden Chou olmuştu.... 

Düşündü, 

"Acaba Chou mu gördü kelebek olduğunu düşünde, yoksa kelebek mi Chou olduğunu düşleyen...?"

 

FELSEFİ MAKALELER


TAO VE YARATAN ÜZERİNE


Yüzeysel Bilgi, Evrensel Bilgi'ye sordu: "Kimiler, 'bizim köyümüzün, kentimizin görüşü şöyle şöyle' diyorlar. Köyün, kentin görüşü olur mu?"

Evrensel Bilgi yanıt verdi: "Toplum bir çok köylerden, mahallelerden oluşur. Köylerde ve mahallelerde bir çok aileler ve bireyler bulunur. Bu toplumsal birliktelikte çeşitli ortak adetler ve gelenekler vardır. Demek bu farklı türden şeyler, ancak o ortak özellikler çevresinde bir birlik oluştururlar. Bu ortak özellikleri taşımayan şeyler ise bu birliğin dışında kabul edilirler.

Örneğin bir at düşün: Atın bütün organlarını parça parça alıp bir araya getirsen de, ortaya canlı bir at çıkmaz! Atın daha baştan beri bütün olarak orada olması, parçaları arasında belli canlı ilişkiler bulunması gerekir. Ancak o zaman bir attan söz edebiliriz. Örneğin dağları tepeleri düşünün: Bunlar, bir başına hiç bir anlam taşımayacak olan toprak parçalarının bir tümsek biçiminde birleşmelerinin sonucudur. Örneğin ırmakları ve dereleri düşün: Bunlar, bir başına hiç bir önemi olmayacak olan akarsuların birleşip büyümelerinin sonucudur.

İşte insan toplumu dediğimiz şeyi de belirleyen, herkesin çevresinde birleştiği, böylece genel geçerlik kazanan ortak özelliklerdir. Bu genel geçerler insanların eline, üzerlerine gelen dış dünyanın etkileri karşısında tek yanlılığa düşmeden davranabilme olanaklarını verirler. Bu genel geçerler insanların eline, dış dünyaya açılırken en az dirençle karşılaşacak şekilde davranabilme ilkelerini verirler.

Bir şey daha var: Örneğin bak, dört mevsimin havası farklıdır ama, Gök bunların hiç birini ötekine karşı kayırmadığından bir yıl uyumla tümleşir. Örneğin bak, bir devletin hizmetkarlarının görevleri farklıdır ama, hükümdar bunlardan birini ötekilerine karşı kayırmıyorsa devletin işleri uyumla düzene girer. Zamanı al: Bir başlangıç ve bir son vardır. Doğa'yı al: Dönüşümler, değişimler vardır.

Toplumlarda da öyle: Bir olay oldu mu, kimileri yaralanır ondan, kimileri zarar görür; kimileri iyi derler ona, kimileri kötü. Sen bu ilişkileri çeşit çeşit bitkilerin yan yana bittiği bir bataklığa da benzetebilirsin. Ya da ağaçları ve kayaları üzerinde yan yana barındıran bir dağa benzetebilirsin.

İşte budur 'köyün görüşü' derken söylemek istedikleri insanların."

Yüzeysel Bilgi sordu: "Peki bu anlattıklarına Tao diyebilir miyiz?"

Evrensel Bilgi yanıt verdi: "Hayır, Tao, bir şey'in adı değildir. Örneğin tüm varlıklardan söz ederken 'bin bir tür' deriz; oysa varlıkları tek tek sayacak olsak, sayıları elbette bin bir değildir! Varlıklar arasında en büyük bilinenler Gök ve Yer'dir. Güçler arasında en büyükleri, her gücün temelini oluşturan Yang ve Yin'dir. Tao ise bunların hepsinde vardır. Sen şimdi bir şeyin büyüklüğünü anlatmak için Tao'dan söz edersen, bu çok yanlış olmaz. Ama ondan belli bir öncelik olarak söz edersen, onu diğer şey'lerle aynı sıraya koymuş, sanki o da, onlardan ayrı, başka bir şey'miş gibi ele almış olursun. Sanki, diyelim ki bir atla köpeği, varoluşları açısından aralarında ilkesel fark bulunmayan şeyleri birbiriyle karşılaştırıyormuşsun gibi."

Yüzeysel Bilgi sordu: "İyi ama Yer'in dört sınırı ve Gök'ün altı yönü arasındaki şu şey'lein var oluşunun bir temel nedeni yok mu?"

Evrensel Bilgi yanıt verdi: "Güneş ve ay birbirini aydınlatır. Dört mevsim yerlerini birbirine bırakır, birbirini doğurur, birbirini yok ederler. Sevgi ile nefret, çekme ile itme birbirini tamamlarlar - ki bunlardan karşı cinslerin birbirini çekmesi olgusu doğmuştur. Huzur ve tehlike birbirine dönüşürler. Mutluluk ve mutsuzluk birbirini izlerler. Acelecilik ve çekingenlik birbiriyle savaşırlar... Birleşip oluşmaların, dağınıp yok olmaların nedenleri işte hep bu türden, yine şu dört sınır ve altı yön arasındaki şey'lere özgü ilişkilerdir. Tüm bunları gerek kavramlarla, gerekse olgularla izleyebilir, kendi kavrama yeteneğinle kavrayabilirsin. Bir olayın bir başkasını kural olarak izleyip ancak bu olay koşulunda oluşması... Bir olayın bir başkasına yol açıp ona neden olması... Varabileceği en uç noktaya varan devinimin tekrar geri dönmesi... Her sonu yeni bir başlangıcın izlemesi... Tüm bunlar, şey'lerin varoluşu çerçevesinde kalan ilişkilerdir. Ne ki, sözcüklerin anlatabileceği bilginin erişebileceği alan da bu Şeyler Dünyası ile sınırlıdır. Oysa içindeki Tao'yu yaşayan bir kişi, doğuş ve yok oluşun temel belirlemelerinin ötesindedir. İşte burada, sözcüklerle anlatabilme yeteneğimiz aşılmaz bir sınıra gelip dayanır."

Yüzeysel Bilgi tekrar sordu: "Filozof Ji Zhen, dünyanın mutlak nedeni olan bir Yaratan'ın varlığını reddediyor. Zhie Zi ise, tüm varlıkların mutlak nedeni olan böylesi bir varlığın bulunması gerektiğini savunuyor. Bu öğretilerden hangisi doğru?"

Evrensel Bilgi yanıt verdi: "Horozların öttüğünü, köpeklerin havladığını saptamak için insan bilgisi yeterlidir ama, şey'lerin oluşumunun niçin böyle olduğunu, nereye yönelip nereye gittiğini sorarsan, en büyük bilgeyi bile getirsen, yanıtlayamaz.

Usumuzun gücüyle analize giriştik mi, eninde sonunda bir yanda sonsuz küçüğe, öte yanda sonsuz büyüğe varırız. Gerek dünyanın yaratıldığını reddeden, gerekse onun bir mutlak nedeni olduğunu savunan o her iki öğreti de, Şeyler Dünyası'nın sınırlarını aşamıyor, bu yüzden de hataya düşüyorlar.

Tüm dünyanın mutlak nedeni olan bir Yaratan'a inandın mı, gerçekliklerin arasına bir yenisini katmış olursun; böyle bir mutlak nedenin varlığını reddedersen, o zaman da gerçekliklerin dışında kalmış olursun. Ne ki, adı ve gerçekliği olan her şey, Şeyler Dünyası içinde yer alan, sıradan bir şey olur. Adın ve gerçekliğin olmaması ise, şey'lerin içi boş olanaklarından öteye geçmemektir. İstediğimiz kadar tartışalım bunlar üzerine, istediğimiz kadar yeni düşünceler üretelim, ne kadar konuşursak, o kadar uzaklaşırız hakikatten.

Kimse doğmamış olanı doğmaktan vazgeçiremez. Kimse öleni yolundan alıkoyamaz. Ölüm ve yaşam birbirine çok yakındır ama, yine de kimse bunların sırrına eremez. İşte bunlar gibi, dünyanın varoluşu üzerine ileri sürülen o iki öğreti de, zorunlu olarak bilinmezlerin temeli üzerine kurulmuşlardır.

Başa dönüp Şeyler Dünyası'nın kendi sınırları dışındaki başlangıcı aramaya kalkarsak, o zaman bitmez tükenmez bir güç kaynağı ile karşılaşırız. Yok, Şeyler Dünyası'nın sınırları içindeki onun gözle görülür biçimlerini izleyerek sonunu ararsak, o zaman da sonsuz şekilde sürüp giden oluşumlarla yüz yüze geliriz. Yasal düzenlilik temelinde tek tek şey'lere bağlanan bu Bitmez-Tükenmez'e, bu Sürüp-Gider'e biz, 'öylecelik-dışı-oluş' diyebiliriz. Oysa dünyanın kaynağını sonul bir nedenin varlığı ya da yokluğuna bağlarsak, şey'lerin zamansallığının sınırları içinde kalırız. Tao'nun bir öylecelik'i yoktur! Olsaydı, biz öylecelik-dışı-oluş'u düşünemezdik. Öyleyse Tao yalnızca simgesel anlamda kullanılan bir sözcüktür. Sonul bir nedenin varlık ya da yokluğu ise Şeyler Dünyası düzeyinde kalır, tüm sınırları aşan bir Mutlak'a hiç bir zaman erişemez.

Sözcükler yeterli olsaydı, belki bütün bir gün konuşup Tao'yu tanımlayabilirdik. Ama sözcükler sınırlı olduğundan, bütün bir gün konuşsak, tanımlayabileceklerimiz ancak Şeyler Dünyası'ndan olacaktır. Tao, işte bu sınırlılığa işaret eden bir simgedir. Konuşmak da, susmak da onu kavramaya yetmez. Onu yaşamak ise, konuşmanın da, susmanın da, düşünce sınırlarının da ötesindedir."

 

ÖYLECELİK


Parmak ile parmaktaki parmak-olmayanı göstermek, parmak-olmayanla parmaktaki parmak-olmayanı göstermek kadar iyi değildir. Tüm evren o bir tek parmak, bin bir tür o bir tek attır.*

Tao'nun gidişi, ne ise odur. Varlıkların tanımı, nasılsalar öyledir. Her kendisi-olan'ın olanakları ve olanaksızlıkları vardır, öyleceliği ve öylecelik-dışı oluşu vardır. Öylecelik nerede dışa vurur? Öylecelikte. Öylecelik-dışı oluş nerede dışa vurur? Öylecelik-dışı oluşta. Olanaklar nerede dışa vurur? Olanaklarda. Olanaksızlıklar nerede dışa vurur? Olanaksızlıklarda. Varlıkların öyleceliklerinin ve olanaklarının olması bir zorunluluktur. Öyleceliği ve olanakları olmayan bir varlık yoktur.

Şöyle ki,ister çatı kalası olsun, ister temel direği, ister cüzzamlı olsun, ister dünya güzeli Xishi, yücelik ve alçaklık, uyum ve huzursuzluk, hepsi de Tao'da birleşirler. Farklılaşma kalıcılık getirir, kalıcılıksa geçicilik. Bu kalıcılığın ve geçiciliğin ötesinde varlıklar birlik içindedirler. Ama bu birliği ancak bakmasını bilen gözler görür: Kişisel görüşlerinin peşinden edimliliğe sürüklenmeyen, genel görünümleri yakalayabilir. Genel görünümler, şey'lerin işlevine dayanır. Bu işlev, çok yanlı kavrayışın yolunu gösterir. Çok yönlü kavrayış da Te'nin (gerçek erdem) yolunu açar. Te'ye varan, hedefe varır. Burada artık koşullanmalar ve öylecelik biter. İşte bu, Tao'dur.

İnsan, varlıkların bu birliğini görmeden soyut kavramlarla mantık oyunlarına girişti mi, "Sabahları üçer tane" öyküsündeki maymunların durumuna düşer: Bir maymun bakıcısı meşe palamudu dağıtır maymunlara ve "Sabahları üçer tane, akşamları dörder tane" der; maymunlar öfkelenirler. "Peki öyleyse sabahları dörder tane, akşamları üçer tane" der; maymunlar keyiflenirler. Sonuçta değişen bir şey olmamasına karşın, bir söz yaratıkları kızdırmış, öteki ise sevindirmiştir.

Kutlu kişi de insanlara işte böyle davranır. Onları Evet'lerle, Hayır'larla yatıştırırken, kendi yüreği Göksel-Doğal bir huzur içindedir. Her ikisine de eşit şekilde yer verir yüreğinde çünkü o.

*Her kavram, işaret ettiği olguyla birlikte 'o olgu olmayanları' da belirler. Kavramların içinde taşıdığı bu karşıtlıktan yararlanıp, "Bu sözüm bir yalandır!" türünden paradokslar kurmak olanaklıdır. Çin'deki mantıkçı (tartışmacı) filozoflar, örneğin Chuang Tzu'nun dostu ve karşıtı Hui Zi, bunu keşfetmişler, paradokslarla oynamaya başlamışlardı. Bu sınırlılığı Chuang Tzu da kabul ediyor, ama salt burada kalıp paradokslarla oynamayı verimsiz buluyordu. Chuang Tzu, bundan çıkış yolu olarak şeyleri 'öylecelikleri' içinde kabul etmeyi öneriyor, "parmakla işaret edip" kavramlar, isimler kullanmaktansa, şeylerin somut varlığını yeğliyor: Kavramlar ancak dolaysız işaret ettikleri somut olgulardan çıkarak kullanıldıkları zaman verimli olurlar. 'At olmayan'ı göstermek için, 'arı' almak, soyut düzeydeki mantık oyunları için olanaklıdır ama, verimli bir yöntem değildir... -İlginç ki, yüzyılımızda Russel ve Whitehead de mantıksal paradoksların yolunu kapamak için"Principia Mathematica"da özünde aynı yolu önerdiler! Ama bu, hem usun oyun alanını olağanüstü daraltıyordu, hem de matematikçi Gödel daha sonra ne bu yoldan, ne de başka yollardan paradoksların önlenemeyeceğini gösterdi: Paradokslar usumuzun doğasında var. Nitekim "Tao ve Yaratan"da Chuang Tzu da Tao'nun usun bu sınırlılığına işaret ettiğini söylüyor!

**Şi-şi: O çağlarda güzelliği ile ünlü bir kadın.

 

BİLGİ, KUTLU İNSAN VE TAO


Doğanın etkilerini tanımak, insanın eyleminin bunula ilişkisini öğrenmek - herkesin amacı bu!

Doğanın etkisi üzerine bilgiyi doğanın kendisi verir. İnsan üzerine bilgi ise, bilinebilir olanı bilmekle ve bilinmeye kapalı olanı da yaşamakla edinilir. Ömrünün tüm yıllarını eksiksiz yaşamak ve erken bir ölümle yarı yolda kalmamak: İşte eksiksiz bilgi budur.

Ama burada bir güçlük var: Bilginin doğruluğunu gösterebilmek, onun dışında olan bir şeye bağlıdır. Bu bağlı olduğu şeyin ne olduğu ise açık seçik belirgin değildir. Şöyle ki: Nereden bilebilirim ben, şu doğa dediğimin aslında insan olmadığını, ya da insan dediğimin aslında doğa olmadığını?

 

KUTLU İNSAN


Öyle ise doğru bilginin varlığı, ancak kutlu insanın varlığına bağlı. Peki ama nedir kutlu insan?

Eski devirlerde kutlu insanlar, bilgileri ile baş başa kalmaktan korkmazlar, kahramanlıklara girişmezler, planlar kurmazlardı. Bu yüzdendir ki, başaramazlarsa yerinmezler, başarırlarsa övünmezlerdi. Bu yüzdendir ki, başları dönmeden en yükseklere çıkabilirler, ıslanmadan suya dalabilirler, yanmadan ateşi geçebilirlerdi. Bu yüzdendir ki bilgileri, Tao'ya uyumla yükselirdi.

Eski devirlerde kutlu insanlar, uyurken karabasan görmezler, uyanıkken korku duymazlardı. Yedikleri basit, solukları derindi. Kutlu kişi nefesini topuklarından alır, basit insanın ise soluğu boğazında kalır, sözcükler gerilim içinde ve zorlukla, kusar gibi fırlar onun ağzından. Tutkular ne kadar derinse, gerçek benliğinin yaşam gücü de o denli zayıftır.

Eski devirlerde kutlu insanlar, doğuma sevgiyle, ölüme nefretle bakmazlardı. Onlar için başlangıç sevinmek için, geri gönüş ise üzülmek için bir neden değildi. Gelişleri telaşsız, gidişleri telaşsızdı. Kaynaklarını gözden yitirmezler, sonlarına erişmede acele etmezlerdi. Yazgılarını olduğu gibi kabul eder, mutlu olurlar ve sonunda da kaygısız göçer giderlerdi. Böylece bilinçleri ile Tao'yu çarpıtmazlar, insan olarak doğanın akışına yardımcı olmaya kalkışmazlardı. İşte budur kutlu insan.

Bu yüzdendir ki, yürekleri sağlam olurdu onların, yüzleri korkusuz, alınları kırışıksız olurdu. Yürekleri ısınmazsa bu, kışın soğuğu değil, güzün serinliği olurdu. Yürekleri ısınırsa bu, yazın sıcağı değil, baharın ılıklığı olurdu. Duyguları kişisel tutkulardan uzaktı dört mevsim gibi. Her bir varlığa ona uygun şekilde davranırlardı ve kimse bilmezdi onların benliklerinin derinliğini...

Bu yüzdendir ki, her kim ki dünyayı değiştirdiğine sevinirse, gerçekten kutlu kişi değildir o. İnsanlara sevgi ve bağlılıkla yönelirse, gerçekten iyi değildir o. Etkisi zamana bağlı ise, gerçekten büyük değildir o. Mutluluk ve mutsuzluğun ötesinde değilse, gerçekten yüce ruhlu değildir o. Şan uğruna canını yitirirse, gerçekten yiğit değildir o. Ve özveriyle canını da verse, yerinde yapmayı bilmiyorsa bunu, yine de insanlığa hizmet etmiş olmaz. Eski devirlerde öyle kişiler de vardı ki, özverileriyle ün yapmışlardı. Oysa bunlar yalnızca başkalarının tutkularını doyurmaya  çabalamışlar, bu sırada kendileri için çok gerekli olan şeyleri ise göz ardı etmişlerdir.

Eski devirlerde kutlu insanlar diğer insanlara karşı görevlerini yerine getirirlerdi, ama onları dostluğun bağı ile kendilerine bağlamadan. Alçakgönüllüydüler ama dalkavukluk etmeden. Kişilikliydiler, ama "dünyanın merkezi benim" demeden. Ayrıntılara yakalanmazlardı, ama kimseye tepeden bakmadan. Neşeli, dost, güleçtiler, ama yine de geride kalır, çevreleriyle ilişkiden olanağınca kaçınırlardı.

Bu insanlar bizi kendilerine çeker, yüreğimize işlerler; onların varlığının etkisi ile bizim de yüreğimiz pekişir. İçinde yaşadıkları çağın kurallarını hor görmez, onlara eksiksiz uyarlar. Yüreklerini açmaz, gururla içlerine kapanık yaşarlar. Konuşurken sözlerini tutumlu harcarlar; çoğu kez gözlerini indirir, sözlerini unuturlar...

 

DOĞA'YI VE TAO'YU ÖRNEK ALMAK


Kaynaklar kurudu mu, balıklar kuru toprak üzerinde birbirlerine sokulur, ağızları ile birbirlerine su vermeye, bedenleri ile birbirlerini nemli tutmaya çalışırlar: Bu mu daha iyidir, yoksa akan ırmaklar, göller içinde yüzüp, birbirini unutmak mı? Atamız kutlu Yao'yu saygı ile anıp, zalim hükümdar Jie'yi lanetlemek mi daha iyidir, yoksa her ikisini de unutup Tao'nun içinde erimek mi?

Koca doğa ki, biçimler içinde taşır bizi -yaşamla zahmeti armağan eder bize, yaşlılıkla çözümü, ölümle dinlenmeyi. Yaşamı verirken açtığı yarayı sarmasını bilen Doğa Ana, ölümü verirken açtığı yarayı da sarmasını bilir... Büyük bir odada küçük bir şeyi saklamak kolaydır; ama küçük şey kolayca kaybolabilir. Oysa doğanın olan doğada gizlenmişse, hiç bir zaman kaybolmaz. Bugün insan biçiminde isek, bu sevinmek için bir nedendir. Ama bu insan biçimimiz sonu gelmezcesine bin bir başka biçime dönüşüyorsa, asıl bu, derin bir mutluluk duymak için bir nedendir. Bu yüzdendir ki kutlu kişinin yeri, varlıkların hiç kaybolmadığı, sürekli var olduğu yerdir.

Erken ölümün, yaşlanınca kocamanın yaralarını böyle sarmayı bileni, başlangıcın ve sonun yaralarını böyle sarmayı bileni biz insanlar örnek alabiliyorsak, varlıkları var edeni, evrimleri evireni daha da fazla örnek almamız gerkmiyor mu? İşte o Tao'dur. Onun iyiliği ve dostluğu eylemlere, biçimlere yansımaz. Söz edebilirsin ondan -ama onu yutamazsın. Erişebilirsin ona, ama onu göremezsin. Onu dolduran yoktur, kendi kendisinin kaynağıdır. Gök ve Yer'i o oldurdu. O, mekanın ötesindedir, ama uzak değildir... Zamanın ötesindedir, ama eski değildir...

 

SONBAHAR SELLERİ


Sonbahar selleri başlamıştı. Sarı Irmak'a yüzlerce küçük dere dökülüyordu. Kabaran karanlık sular iki kaya arasında ağır ağır ilerliyordu. Bir kıyıdan baksan, öbür kıyıdaki atla öküzü ayırt edemezdin. Irmak Tanrısı gururlandı: Sanki dünyadaki tüm güzellikler onundu şimdi. Irmak boyunca sularla birlikte aktı, Kuzey Denizi'ne vardı. Doğuya döndü yüzünü, ama suların sonunu göremedi! Arkasına baktı, Deniz Tanrısı'nı gördü. İçini çekti:

"Derler ki, yüz yol bilen, kendini dünyanın en akıllısı sanırmış, benim halim de buna benzedi. Gerçi insani büyüklüğe değer vermeyen insanlar gördüğüm olmuştu ama, bunların görüşlerine pek kulak asmamıştım. Ancak şimdi, sizin huzurunuza varınca anladım gerçek uçsuz bucaksızlık, bitmez tükenmezlik ne demekmiş! Sizin huzurunuza varmasaymışım, büyük sırrı bilen bilgelerin gözünde yaşamım boyunca gülünç oolacakmışım demek."

Deniz Tanrısı dedi ki: "Kuyu kurbağasına denizden söz edilmez: Onun aklı ancak kendi kuyusunun kenarına kadar erer. Tek-yaz kuşuna buzlardan söz edilemez: Onun aklı ancak kendi ömrünün sonuna kadar erer. İşin erbabı kişiye Te'den söz edilmez: Onun aklı ancak kendi uzmanlılığının sınırına kadar erer. Oysa sen bugün kendi sınırlarını aştın, uçsuz bucaksız denizi görünce kendi hiçliğini kavradın. Demek sana büyük düzenden söz edilebilir artık.

Dünyadaki bütün sular arasında denizden büyüğü yoktur. Başlangıcı bilinmeyen zamanlardan beri tüm seller ona akar: Yine de onun suyu çoğalmaz. Onun suları başlangıcı bilinmeyen zamanlardan beri We Lü kıyılarında kaynayıp buhar olur: Yine de onun suyu azalmaz. Ne ilkbahar, ne sonbahar değiştirebilir onu. Ne sel, ne kuraklık tanır o. Denizin derelerden ve ırmaklardan üstünlüğü buradadır işte.

Ama yine de büyük diyemem ben kendime. Çünkü yapımın Gök ve Yer'e oranını bilirim. Gücümün Yang ve Yin'den kaynaklandığını bilirim. Ben Gök ile Yer'in arasında bir çakıl taşından ya da bir ağaçtan farksızım. Sanır mısın ki Gök ve Yer'in arasındaki dört deniz, evrenin ana denizine göre küçük bir çukur ya da tümsekten fazla bir şeydir?

Tüm varlıktan söz ederken 'bin bir tür' deriz: Bu bin bir türden biri de insan. Bunlardan birini al: Dokuz ülkeye yayılan, tahıldan ekmek yapan, gemiler, arabalar yapıp gezen tüm insanlardan biri. Bu tek insanı o bin bir türle karşılaştırırsan, bir atın bir kılının ucundan fazla bir şey midir o? Ya dünya tarihinin büyük insanları, onların amaç ve kaygıları, bundan daha fazla bir şey midir? Böylelerinin kendilerini büyük sanmaları, senin biraz önce sularını uçsuz bucaksız sanmana benziyor."

 

BÜYÜK VE KÜÇÜK


Irmak Tanrısı sordu: "Peki Gök ve Yer'e büyük, atın kılının ucuna küçük dersek doğru mu?

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Hayır. Şu Şeyler Dünyası'nda ölçülerin sınırı yoktur. Duran bir zaman, süreğiden bir durum yoktur. Sonu ve başlangıcı yakalamanın olanağı yoktur. Yüksek bilgeliğe eren kişi uzağa da, yakına da aynı duyarlılıkla bakar: Küçüğe önemsiz demez, büyüğe önemli demez. Çünkü bilir ki, değişmez sınırları olan ölçüler yoktur.

Geçmişi de, şu anı da aynı açıklıkla görür: Geçmişin ardından ağlamaz, ayak parmakları üstünde yükselip uzanmadan, elinin eriştiği meyveleri toplar. Çünkü bilir ki, durdurabilcek bir an yoktur. Yükseliş ve düşüşlerin birbirini izleyişini gözler: Kazanınca sevinmez, yenilince yerinmez. Çünkü bilir ki süregiden bir durum yoktur.

Koyulduğu düz yolda devam eder: Doğduğuna sevinmez, öleceğine yerinmez. Çünkü bilir ki sonu ve başlangıcı ele geçirmenin olanağı yoktur.

Bir düşün: İnsanın bildikleri, bilmedikleri yanında nedir? İnsanın yaşadığı süre, yaşamadığı sürenin yanında nedir? Eldeki küçük araçlarla bu dev alanları ele geçirmeye kalkan kişi, elbette yolunu şaşırır ve kendi benliğine erişemez.

İşi bu yandan ele alırsak, bir kılın ucunun en küçüğü belirleyecek kadar küçük, Gök ve Yer'in en büyüğü belirleyecek kadar büyük olup olmadığını nasıl bilebilirim?

 

KAVRAM VE ÖYLECELİK


Irmak Tanrısı sordu: "Kimi düşünürler, 'en büyüğün dışında sınırları olmaz, en küçüğün içinde özü olmaz' diyorlar. Doğru mu?"

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Küçük büyüğe baktı mı onu tümüyle göremez. Büyük küçüğe baktı mı onu açıklıkla ayırt edemez. En küçük, küçüklerin küçüğü demek. En büyük, büyüklrin büyüğü demek. Elbette bu iki kavramın kullanıldığı yerler farklıdır; ama her ikisinin de kullanılışı, şeylerin öyleceliği ile sınırlıdır. Biçimi olmayan, sayısal olarak bölünemez. Kapsanamayan, sayısal olarak ölçülemez. Bizim üzerinde söz edebileceğimiz, ancak koskoca bir 'şey'dir. Bizim göz önüne getirebileceğimiz, ancak ufacık bir 'şey'dir. 'Koskocamanlık' ve 'ufacıklık' kavramlarının kendileri ise, sözün ve düşüncnin sınırını

Bu nedenle kutlu kişi insanlarla ilişkilerinde de başkasına karışmaz. İyilik ettiği zaman buna karşılık istemez, kazanç peşinde koşmaz -ama kazanç hırsının kölesi olanları da küçük görmez. Para ve mal için mücadele etmez -ama sadaka verip vermemekle de uğraşmaz. İşini güven üstüne kurmaz -ama gücüyle övünüp tutkuları yüzünden kötü yola düşenleri de kınamaz. Tavırlanması çoğunluğunkinden farklıdır -ama bu farkı göstermez. Dışa yönelik davranışlarında çoğunluğa uyar, gevezeleri ve riyakarları küçük görmez. Dünyanın şeref ve hazineleri onu gururlandırmaz. Dünyanın utanç ve aşağılamaları onu utandırmaz.

Çünkü bilir ki Evet ile Hayır arasında sınır çizgisi yoktur. Küçükle büyük arasında sınır çizgisi yoktur. Derler ki, Tao'da olan adsız kalır ve en yüce Te, Te'yi aramaz. Kutlu kişinin benliği yoktur. Yazgının bağları içinde erişilebilecek en büyük yücelik budur.

 

İYİ VE KÖTÜ


Irmak Tanrısı sordu: "Şeylerin içinde ya da dışında, iyi ve kötünün birbirinden ayrıldığı, büyük ile küçüğün birbiriyle sınırladığı yer neresidir?"

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Tao açısından bakarsak, varlıklar iyi ya da kötü, değildirler. Varlıkların kendileri açısından bakarsak, her şey kendi kendini iyi ya da kötü diye değerlendirir. Toplumsal açıdan bakarsak, iyi ya da kötü bireyin kendi benliğine değil, başkalarının değerlendirmesine bağlı olur. Nicel görelik açısından bakarsak: Bir şeye yalnızca başka şeylerden büyük olduğu için büyük deseydik, büyük olmayan şey kalmazdı. Bir şeye yalnızca başka şeylerden küçük olduğu için küçük deseydik, küçük olmayan şey kalmazdı: Gök ve Yer'in bir pirinç tanesi gibi küçük, bir kılın ucundaki sıradağlar gibi büyük olduğunu görmek: Nicel görelik açısından söylenebileck şey, işte bu. Nitelik açısından bakarsak: Salt bir niteliğin varlığından ötürü varoluştan söz etseydik, var olan şey kalmazdı. Doğu ile batı birbirinin karşıtıdır ama, birbirlerini yok etmezler. Nitelik açısından söylenebilecek şey, işte bu. İyi ve kötüyü yargılama açsından bakarsak: Bir şeye kendine iyi diyor diye iyi deseydik, iyi olmayan şey kalmazdı. Bir şeye başka biri kötü diyor diye kötü deseydik, kötü olmayan şey kalmazdı. İnsanlığın atası kutlu Yao da, kan dökücü Jie de kendilerine iyi, birbirlerine kötü derler. İyi ve kötüyü yargılama açısından söylenebilecek şey, işte bu.

Yao ve Shun tahttan feragat ettiler, yine de bu yüzden tahtları yıkılmadı. Ji Guai da tahtından feragat etti, ama bununla devletinin yıkılmasına neden oldu. Tang ve Wu tahtı ele geçirmek için savaştılar ve Çin ülkesinin hakanı oldular. Ak Bey de tahtı ele geçirmek için savaştı, ama bu onun felaketi oldu. Demek savaşmanın da, teslim olmanın da, Yao'nun da Jie'nin de, iyinin de kötünün de zamanı vardır ve bunlara mutlak şeyler olarak bakılamaz.

Öküz başı ile kale kapıları yıkılır, ama onu duvar desteği olarak kullanamazsın: Her işin kendine özgü aracı vardır. Koşu atının sırtında bir günde binlerce fersah yol alırsın, ama onu bir tilki ya da sansar gibi fare tutmakta kullanamazsın: Her türün kendine özgü yetenekleri vardır. Puhu kuşu ve baykuş gecenin karanlığında pireleri bile avlayabilir, ama gün ışığında kör kör bakar, burunları dibindeki dağı bile seçemezler: Her türün kendine özgü doğası vardır.

Bu yüzden derler ki: Her kim ki yalnız Evet'i bilir, Hayır'ı tanımaz, düzeni bilir, kargaşayı tanımaz, o Gök ve Yer'in yasalarından, dünyanın kurallarından habersiz demektir. Bu, göğe bakarken ayağı altındaki yeri unutmaya benzer. Yalnız Yang'a sarılıp, Yin'i bırakmak demek olur. Elbette olmaz böyle şey. Yine de bunu savunan kişi, ya habersizdir dünyadan, ya da yalancı!

Eski zamanların hükümdarları değişik yollardan bıraktılar tahtı. Tarihsel hanedanlardan gelen hakanlar değişik biçimlerde izlediler birbirlerini. Kim zamanının gereklerine uymaz, adet ve geleneklere aykırı giderse, ona zalim ve despot derler. Kim zamanının kurallarına uyar, adet ve geleneklere ters düşmezse, ona soylu ve yiğit derler. Boş ver bunlara, sevgili Irmak Tanrısı! Kim görebilir iyi ile kötünün kapısını, büyük ile küçüğün evini?"

 

NE YAPMALI


Irmak Tanrısı sordu: "Peki şimdi ben ne yapmalıyım, ne yapmamalıyım? Kabul ya da reddederken, alır ya da bırakırken neye göre davranmalıyım?"

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Tao iyi-kötü bilmez. Bunlar anlamsız karşıtlıklardır. Yüreğini bunlara tutsak etme ki, kötürüm kalmayasın! O ne azı bilir, ne çoğu -bunlar ancak bağışlayanların ve teşekkür edenlerin sözleridir. Tek yanlı davranma ki Tao'dan ırak düşmeyesin! Adam kayırmak nedir bilmeyen hükümdarlar gibi sert ol! Rahmetini paylaştırırken taraf tutmak bilmeyen Toprak Tanrısı gibi dikkatli ol! Hiç bir alanı, hiç bir ülkeyi dışında bırakmayan göğün yönleri gibi sonsuz ve sınırsız ol!

Her şeyi aynı sıcaklıkla kucakla -ayırmadan, kayırmadan! İşte budur sonsuzluk, sınırsızlık. Her şeye eşit gözle bak -şu uzundur bu kısa demeden!

Tao son ya da başlangıç bilmez. Doğum ve ölüm ancak varlıklar içindir; onlar bir boşalır, bir dolar, değişmeden duramaz, yetkin yüceliklerde kalamazlar. Giden yıllar geri gelmez. Zamanın akışı durmaz. Çürüme ve yetkinlik, doyum ve boşluk sonsuz bir döngüde birbirlerini izlerler. Bu, varlığa anlam veren yöne işaret eder. Ve bizler buna bin bir türün düzeni deriz. Bin bir türün düzeni, dörtnala giden bir ata benzer. Bir devinim yoktur ki varlıklar dönüşüme uğramasın. Bir an yoktur ki, varlıklar değişmesin.

Ne yapayım, ne yapmayayım diyorsun? Yaşamı doğal akışına bırak!"

 

TAO


Irmak Tanrısı sordu: "Peki ama tüm bunlardan sonra Tao'ya ne gerek var öyleyse?"

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Tao'yu kavrayan doğayı kavrar. Doğayı kavrayan, güçler arasındaki dengeyi görür. Güçler arasındaki dengeyi gören, dış dünyanın etkilerinden kurtulur. En yüce Te'ye sahip olanı ateş yakmaz, su boğmaz, sıcak soğuk ona zarar vermez, avcı kuşlar, yırtıcı hayvanlar onu parçalamaz. Bunu doğanın yasalarını küçümsemek gibi anlama: Bu yalnızca demektir ki, o artık neyin huzur neyin tehlike getireceğini bilir. Acı karşısında da, sevinç karşısında da sakin kalmayı bilir. Bir şeyi kabul ya da reddederken özenli olmayı bilir. İşte bu yüzden bir şey zarar vermez ona. Doğadan gelen içeride, insanlardan gelen dışarıda kalmalı. Te doğadan gelir. Doğa ve insandan gelenin uyumlu olması gerekir ki, bu da doğadan gelir. Ve varlığını Te'den alır. Buna varan kendinden geçmiş görünür. Oysa o, mutlak zorunluluğa dönmüş ve hedefe ermiştir."

Irmak Tanrısı tekrar sordu: "Doğadan gelen nedir, insandan gelen nedir?"

Deniz Tanrısı yanıt verdi: "Öküzlerin, atların dört ayaklı olması doğadandır. Atların başına koşum geçirmek, öküzlerin burnunu delip halka takmak ise insandandır. Bu yüzden derler ki, insani etkisiyle doğaya zarar vermeyen, bilinçli hedefleriyle yazgısına zarar vermeyen, kazanç hırsı ile benliğine zarar vermeyen, gerçek özüne döner

MESELLER


SÖZCÜKLERİN DEĞERİ  


Dünyada Tao'nun en iyi anlatımı diye kitaplara yazılanlar bilinir. Ama kitaplarda bulunan, yalnızca sözcüklerdir. Kitabı değerli kılan, içindeki bu sözcüklerdir. Sözcükleri değerli kılan ise, dile getirdikleri düşüncelerdir. Düşüncelere yön veren bir şey vardır ki, işte o, sözcüklerle anlatılamaz! 

Dünya, sözcükleri yüzünden değer vermiştir kitaplara, onları kuşaklar boyu miras bırakmıştır. Aslında değersizdir onlar, çünkü onları değerli kılan şeyler değersizdir. Şimdi senin şu önünde gördüklerin, sadece şekiller ve renklerdir, duydukların, sadece isimler ve seslerdir. Tuhaftır, insan şekiller ve renklerin, isimler ve seslerin Tao'nun özünü kavramaya yettiğini sanır. Oysa şekiller ve renkler, isimler ve sesler gerçek olanı kavramaya yetmez. Bu yüzdendir ki,

bilenler konuşmuyor,
konuşanlar bilmiyor,
(Tao Te Ching, 56. mesel)

ama dünya nereden bilsin bunu? 

 

KİTAPLAR VE ARABACI


Huan Bey bir gün köşkünün salonunda oturmuş, kutsal bir yazı rulosu okuyordu. Arabacı Pien ise avluda bir tekerlek yapıyordu. Derken Pien çekici, keskiyi bir yana koyup beyin huzuruna çıktı:

"Sorabilir miyim, devletlim ne okurlar?"
"Kutlu kişilerin sözlerini okuyorum."
"Hala yaşıyor mu bu kutlu kişiler?"
"Çoktan ölmüşler."
"Öyleyse devletlim ölülerin kalıntıları ile uğraşıyorlar, öyle mi?"

Bey öfkelendi: "Bir arabacı parçası ne cüretle bizim okuduklarımızı eleştirmeye kalkar! Şu sözlerinin altında başka bir anlam gizliyse, söyle. Yoksa cellada teslim edeceğim seni!"

Arabacı Pien dedi ki: "Kulunuz olarak, soruna kendi sanatım açısından bakarım. Tekerlek yaparken işi hafife alır, kolaya kaçarsam, tekerlek sıkı oturmaz. Elimi çabuk tutayım dersem, o zaman da dar gelir, uymaz. Ama ne kolaya kaçar, ne de aceleye getirirsem, o zaman işe hakim olurum ve sonuç amaca uygun olur. Sözcüklerle anlatılamaz, el hüneridir bu. Oğluma bile anlatamadım bunu, o bile benden dinleyip de öğrenemedi. Bu yüzden de, yetmiş yaşındayım, tekerlekleri hala kendim yapmak zorunda kalıyorum. Eski devirlerin insanları da asıl değerli olanı, sözle anlatamadıklarını mezara götürmüşler. İşte bu yüzden, devletlimin okudukları eski devir insanlarının yalnızca kalıntılarıdır dedim."

 

KUTSAL KAP İLE TALAŞIN FARKI


Yüzyıllık bir ağacı kesip parçalasalar, odunundan kutsal kap yapsalar, bu kabı ince oymalarla, yeşil ve sarı çizgilerle süsleseler, kabı oyarken çıkan talaşı da bir çukura atsalar.

Şimdi,  o kurban kabı ile şu çukurdaki talaş güzellik çirkinlik açısından birbirlerinden farklıdırlar; ama kendi doğasını yitirmek açısından aynı durumdadırlar. Haydutlar ile erdemli kişileri de karşılaştırırsan, bunlar da gerçi yaşamları ve ahlaki tutumları açısından farklıdırlar; ama kendi doğalarını yitirmiş olmaları açısından aynı durumdadırlar.

İnsan, doğasını beş yoldan yitirir: Birincisi, beş renk bir arada girer gözüne, görmez olursun. İkincisi, beş ses bir arada dolar kulağına, duymaz olursun. Üçüncüsü, beş koku bir arada dolar burnuna, alnın uyuşur, koku almaz olursun. Dördüncüsü, beş tat bir arada keçe gibi eder dilini, tat almaz olursun. Beşincisi, keyif ve zevk sarhoş eder yüreğini, dengesini yitirmiş bir halde kanat çırpar benliğin.*

Beşi de gerçek yaşamın düşmanıdır bunların; ne var ki Yang ile Mo karşılıklı geçmişler, ayak parmakları üzerinde yükselip ikisi de ayrı tellerden "buldum" diye bağırıyorlar. Bana sorarsanız, ben buna aradığını bulmak demem; çünkü buldukları onları eli kolu bağlı hale getiriyor. Buna bulmak denebilir mi? Eğer aradıkları buysa, kafesteki kuş da "aradığımı buldum" diye sevinmeli. Tüm o sevgi ve nefret, sesler ve renkler yüreklerinde alev almaya hazır kuru çalılar gibidir. Tüm o meşin miğferler ve kuş tüyleriyle süslü başlıklar, madalyalar ve nişanlar insanın elini kolunu bağlamak içindir. İç dünyaları alev almaya hazır kuru çalı ile dolu, dış dünyada kat kat ipler ve zincirlerle bağlı bir halde, hallerinden memnun "buldum" diyorlar. Bulmak buysa, yakalanıp eli kolu bağlanmış, parmaklarına kelepçe vurulmuş haydut da, tuzaktaki, kafesteki kaplan ve panter de aradığını bulmuş demektir.
 

* Tao Te Ching, 12..mesel.

 

SARI HAKAN'IN MÜZİĞİ  


Be Men Chong bir gün Sarı Hakan'a dedi ki:

"Hakanımızın Dong Ding kıyısındaki vahşi ormanda çaldığı Xian Chi'yi izledim. Müziğin başlangıcı korku verdi bana, ortası derin bir yorgunluk verdi, son bölümü ise alt üst etti beni. Dilim tutuldu, kendimden geçtim."

"Elbette!" dedi Sarı Hakan. "Çünkü gerçi insanların sazını çalıyordum ama, çaldığım müzik Göksel bir müzikti. Biçimde sanatın kurallarına uyuyordum ama, içerikte saf özü koruyordum.

 Bu Göksel müzik ilk bölümünde insanların dertlerini ve Gök'ün yön vericiliğini anlatıyordu. Önce insan varlığının beş duyumunu ve benliğin doğal özgürlüğünü dile getirdi. Sonra dört mevsimin birbirini izleyişlerini düzene soktu ve bin bir türün uyumunu sağladı. Serpilme ve solma dönemlerine kimi zaman barışçı, kimi zaman savaşkan sesler eşlik ediyordu. Dört unsurun uyumu kimi zaman saf ve berrak, kimi zamansa bulanık ve pusluydu. Su gibi akan bir ışık seli olmuştu sesler. Böceklerin larvaları başladılar kımıldanmaya kozalarında. Ve umulmadık bir anda bir gökgürültüsü sarstı onları. Başlarken bu bölümün bir başlangıcı yoktu, biterken bir sonu yoktu. Ölüm - doğum - tam bitti sanıyordun, yeniden başlıyordu! Sonsuz ve tükenmez olarak ve ara vermeden sürüp gidiyordu. İşte buydu seni korkutan.

İkinci bölümde ise çaldığım müzik, aydınlık ve karanlık, zahiri ve batıni ana güçlerin, Yang ile Yin'in uyumunu izliyordu.

Güneşin parlak, ayın donuk ışığını yansıttım ezgilere. Bir uzun oluyordu notalar, bir kısa. Bir yumuşuyordu sesler, bir sertleşiyorlardı. Değişiyor, dönüşüyordu onlar ama, müziğin makamı aynı kalıyordu. Hakim bir motif yoktu müziikte, bu yüzden sonsuzluğa uzanan bir ezgi oluşuyordu. Notalar geniş ve yankılıydı, ton berrak ve duruydu. Bu yüzden ruhlar ve tanrılar sırlarını koruyor, güneş, ay ve yıldızlar yollarını izliyorlardı. Sonluluğun sınırlarıyla sınırladım onları. Sonsuzluğun sellerine kattım onları. Sen, yakalamak istiyordun ama, yetişemiyordun. Hiç'liğe giden yolun başında güçsüz kalakalmıştın. Kendi uduna dayadın göğsünü ve birlikte mırıldanmaya başladın ezgiyi. Gözünün ışığının gücü tükendiğinden bakma isteğini yitirmiştin. Ben erişilmez bir yerde olduğumdan, sen, sanki için boşalmış da yalnız biçimin kalmış gibiydin; ağustos böceğinin içi boş kabuğu gibi. Yorgundun.

Müziğimin üçüncü bölümünün notaları yorgunluğunu duymana fırsat vermediler. Onları doğal özgürlürlüğün yasalarına uyumlu kıldım. Birbirini izleyen sesler köpüren kaynaklar gibi, fışkıran filizler gibi, ormanların gözlerden gizli neşesi gibiydi. Derin, tan yeri gibi sessiz ve yankısız akıp gidiyorlardı gizli bir dünyada, karanlık derinliklerde. İstersen ölüm de sen ona, istersen yaşam; ister gerçeklik de, ister yanıltı. Erimiş, dağılmıştı notalar. Hakim bir motif olmadığından ezgi sonsuzdu. Dünya kavrayamazdı onu. Onu anlamak ancak kutlu insanların harcıydı. Ancak kutlu bir kişi bu duyguları kavrayabilir, yasallıklarını izleyebilirdi. Gizli bir çekim gücü olmadan da dolu dolu duyumsuyorsa duyu organları, işte odur Göksel müzik. Sözsüzce mutluluk dolar yürek. Girdaplar Tanrısı onu şu sözlerle kutlar:

kulak veren onu duymaz.
bakan gözler onu görmez.*
(Tao Te Ching, 14. mesel)

O Gök'ü, Yer'i doldurur, tüm mekana yayılır. Duymaya çalışıyordun onu, ama kavrayamıyordun. Bu yüzden kendinden geçtin.

Başta müzik korku verdi sana: Bu korku sarstı seni, uykundan uyandırdı. Sonra yordu seni müzik: Bu yorgunlukla yalnızlığa çekildin, kendini buldun. Son bölümse alt üst etti duygu ve düşüncelerini, çılgın gibi hissettin kendini: Bu çılgınlık seni Tao'ya götürür. Tao'ya bir vardın mı orada karar kılar, onunla BİR olursun."

 

HAKAN VE BİLGE


Kutlu Hakan Yao, tahtını bilge Xuyu'ye bırakmak istiyordu. Ona dedi ki: "Ay ve güneş doğduktan sonra mumunu söndürmeyenin ışığı sönük kalmaz mı? Yağmur mevsimi başladıktan sonra bostanını sulamaya devam edenin çabası boşa gitmez mi? Siz tahta geöecek olursanız ülke huzura kavuşacak; ben hala tahtta kalmak istersem, orada boşuna yer tutar duruma gelmez miyim? Rica ediyorum, ülkenin yönetimini alın!"

Xuyu yanıt verdi: "Siz ülkeyi yeterince düzene sokmuşsunuz. Artık ülke düzenlenmiş olduğuna göre, ben yalnızca bir ad mı olayım? Ad, gerçeğin konuğudur, ben yalnızca konuk mu olayım?

Çalıkuşu yuvasını ormanın derinliklerine kurar, ama tek dalla yetinir. Köstebek suyunu geniş ırmaklardan içer, ama karnını doyuracak kadar! Dönün yurdunuza, vazgeçin bu sevdadan beyim! Sizin tahtınızla bir alış verişim yok benim. Deyin ki aşçıbaşı mutfağını düzenli tutamıyor da olsa, başrahip kutsal kupalarını, kurban kaplarını çiğneyip geçer de, onun yerini almaya koşar mı hiç?"

 

PARADOKSLAR ÜZERİNE


Ürkek Saksağan Usta (Juciano Zi), Yaşlı Çınar Usta'ya (Changwu Zi) sordu: "Değerli ustadan hep şöyle sözler duyarım: 'Kutlu kişi işinin peşinde koşmaz. O, ne yarara yönelir, ne zarardan kaçar; ne mutluluğu arar, ne Tao'yu izler. O, konuşmadan söyler ve konuşurken susar. O, dünyanın tozunun ve kirinin ötesinde gezer.' Değerli usta bu tür sözleri, kaynağı belirsiz deli dalgalara benzetir hep. Oysa bana kalırsa bunlar Tao'nun gizemine işaret ediyor. Nasıl buluyorsunuz benim bu görüşümü?"

Yaşlı Çınar Usta yanıt verdi:"Bunlar öyle sözlerdir ki, değil ben, Sarı Hakan gelse onu bile zıvanadan çıkarırlar. Hem sen beklentilerinde pek acelecisin: Yumurtayı görür görmez, horozun öttüğünü duymak istiyorsun. Tatarokunu görür görmez, hemen sofraya kızarmış kuşlar gelsin istiyorsun. Gel ben sana biraz bu tür delice laflardan biraz edeyim de, sen de deli gibi dinle bu lafları, bak...

Gün olur, düşünde şarap içer insan, uyanınca acılar ve gözyaşları içinde açar gözlerini. Gün olur, düşünde acı çeker, gözyaşı döker, uyanınca neşe içinde ava çıkar. Düş görürken fark etmez düşte olduğunu. Hatta düşün ortasında yorumlamaya da kalkar onu. Bir de uyanır bakar ki, hepsi düşmüş!

Ama bir de büyük uyanış var: O uyanışta da büyük düşü anlar insan. Kimi budala da uyanık olduğuna inanır, kendisinin hakan mı, çoban mı olduğunu pek iyi bildiğini sanır.

Demek sen de, ben de uykuda düş görmekteyiz! İyi ama, öyleyse benim sana 'düş görüyorsun' demem de düş değil mi?

İşte bu tür sözlere paradoks derler. On bin kuşakta bir kutlu kişi gelir de bunları çözerse, sen ona var de ki, güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süre içinde geldi!"

 

KİM HAKLI; KİM HAKSIZ?


Diyelim ki seninle tartışıyoruz, tartışmada sen beni yeniyorsun, ben seni yenemiyorum. Bu, senin haklı, benim haksız olduğumu gösterir mi?

Ya da ben seni yeniyorum, sen beni yenemiyorsun: Bu, benim haklı olduğumu ve senin haksızlığını gösterir mi?

Gerçekten ikimizden biri haklı, diğeri haksız mı? Yoksa ikimiz de haklı, ya da belki ikimiz de haksız mı? Sen ve ben bilemeyiz bunu. Peki ama, insanlar böyle bir kararsızlık içindeyken, kime başvurabilirler hakem olarak?

Kararı seninle aynı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama seninle aynı görüşteyse, nasıl tarafsız karar verebilir?

Yoksa benimle aynı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama benimle aynı görüşteyse, nasıl tarafsız karar versin?

Yoksa kararı, ikimizden de farklı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama ikimizden de farklı düşünüyorsa, nasıl karar versin?

Ya da ikimize de hak veren biri? Ama o da birimizi seçemez. Şimdi sen ve ben, ve de başkaları, daha birbirimizle anlaşamazken, bir de kalkıp dışımızda birine mi bağımlı hale getireceğiz kendimizi…? 

İyisi mi, unut görüş ayrılıklarını… Sonsuzluğa yüksel, sınırsızlığı mekan edin kendine! 

 

GÖLGE VE "ÖTEKİ"


Gölgenin kenarları, gölgeye sordu: "Beyim, bakıyorum bir eğiliyor, bir dikleşiyorsunuz; bir yürüyor, bir duruyorsunuz. Ne iştir bu?"

Gölge dedi ki: "Aman efendim, ne tuhaf bir soru! Neden böyle olduğunu ne bileyim? Ben, ağustos böceğinin içi boşalmış kabuğu gibi, yılanın değiştirip attığı derisi gibiyim. Ama bunlardan farklıyım da. Ateş başında, güneş ışığında güçlenirim. Karanlıkta ve geceleri zayıflarım, solarım. Ve 'öteki'ne bağımlıyım ben - ki, o da başkasına bağımlı! O gelir, ben gelirim. O gider, ben giderim. O güçlü ve sağlıklıysa, ben de güçlü olurum. İkimiz de güçlü ve sağlıklıysak, nedenini niye sorayım?"

 

DELİNİN TÜRKÜSÜ


Konfüçyüs bir gün Qu'yo gitti. Qu'nun delisi Jieyu çaldı kapısını, kapıda şunları söyledi, gitti:

zümrüdüanka, hey zümrüdüanka,
günden güne ağarıyor tüylerin.
gelecek gelmek bilmiyor,
geçmiş kaçıp gitmiş geri dönmüyor.

dünya Yol'undaysa etkilidir kutlu kişi,
dünya Yol'dan çıktı mı gizlenir kutlu kişi.
bugün ise ne o doğru, ne öteki.
mutluluk tüy gibi hafif - tutamıyorsun.
mutluluk yer gibi ağır - kaçamıyorsun.

hiç mi hiç - söyleme derdini.
hep hep her - geri dur gitme.
dikenler dikenler - dolanır ayaklarına.
yanıltır tuzaklar - şaşırtırlar yolunu.

yüksekteki ağaç çalar kendinden.
kandildeki yağ yanar kendinden.
tat verir tarçın ağacı - dallarını keserler.
yarar verir mum ağacı - gövdesini soyarlar.
herkes bilir yararını yararlının,
kim bilir yararını yararsızın?

 

PARMAKSIZ İLE KONFÜÇYÜS


Lu kentinde Parmaksız Shu Shan derler, ayak parmakları kesilmiş* biri yaşardı. Bir gün topallaya topallaya Konfüçyüs'ü ziyarete gitti. Könfüçyüs azarladı: "Kendi suçunuzla felakete düşmüşsünüz. Artık bundan sonra bana gelmenizin ne yararı var?" Parmaksız dedi ki: "Ben kendimi bilmezlik ettim, hataya düştüm, bu yüzden ayaklarımı yitirdim. Ama şimdi buraya geldimse, bu, ayaklarımdan da değerli bir şeyim var da onu yetkinleştireyim diyedir. Şu dünyada kimse yok ki, Gök, üstüne gerilmeyi, Yer, altına serimeyi reddetsin. Ben sandım ki siz de Gök ve Yer gibisiniz. Sizin şu olduğunuz gibi olduğunuzu nereden bileydim, Usta?"

Konfüçyüs, "Kabalık ettim, bağışlayın." dedi, "içeri buyurmaz mısınız? Bildiğim ne kadarsa, size de öğreteyim." Ama Parmaksız yürüdü gitti.

Konfüçyüs öğrencilerine dedi ki: "Bu adamı örnek alın. Kötülük etmiş, ayaklarını kesmişler, yine de öğrenip eskiden işlediği hataları düzeltmeye çaba gösteriyor. Ya erdemine toz konmamış kişilerin çok daha büyük çaba göstermesi gerekmez mi?"

Parmaksız ise Lao Dan'a (Lao Tzu'nun diğer adı) gidip olup biteni anlattı: "Bu Qiu (Konfüçyüs'ün öz adı) adam olmaz." dedi. "Nedir öğrencilerinin önünde yaptığı o asalet ve nezaket gösterileri? Çok akıllı, çok kurnaz biri olarak şöhret yapmaya çalışıyor. Bilmez mi ki, gerçekten kutlu kişi, bunu ayakbağı olarak görür?"

Lao Dan, "Ama sen, yaşamla ölümün aynı çizgi üzerinde olduğunu, olanaklı ile olanaksızın birbiriyle bağını gösterip onu bu ayakbağından kurtaramaz mıydın?" dedi. Parmaksız yanıt verdi: "Gök'ün cezasıdır bu. Kimse kurtaramaz onu bundan."

(* Ayak kesmek o dönemde Çin'de verilen cezalardandı. Ayağı kesilen insan yalnız sakat kalmakla kalmaz, aynı zamanda herkesçe hor görünür, toplum dışı edilirdi.)

 

YANITSIZ SORULAR


İnatçı Meraklı, Tohum Yeşerten Usta'ya sordu:

"Doğayla benliğin uyumu nereden gelir?
"Ne bileyim ben!"
"Peki neyi bilmediğinizi bilir misiniz?"
"Ne bileyim ben!"
"Öyleyse 'şey'leri bilmek olanaksız mıdır?"
"Ne bileyim ben! - Ama hatırın için bunlar üzerinde yüksek sesle düşüneyim biraz: Ne biliyorum bilgi dediğin şeyin aslında bilgisizlik olmadığını? Ne biliyorum, bilgisizlik dediğim şeyin aslında bilgi olmadığını?

Sana şunu sorayım: İnsanlar nemli yerde yatarsa kemikleri çürür; oysa yılan balıkları öyle mi? İnsanlar yüksek bir ağaca tırmandılar mı yüreklerini korku sarar, titremeye başlarlar; oysa maymunlar öyle mi? Nerede kalmanın daha iyi olduğunu şimdi bu üç yaratıktan hangisi biliyor?

İnsanlar besledikleri hayvanların etini yer; geyikler ot yer; kırkayak kurtları yer; baykuş ise farelerden hoşlanır. Neyin gerçekten lezzetli olduğunu şimdi bu dört yaratıktan hangisi biliyor?

Pavyanlar dişi maymunların peşinden koşar; geyikler dişi geyiklerin; yılan balıkları balıklara giderler; adamlar ise en çok Maojiang ile Liqi'yi* beğenirler. Oysa onları balıklar görse derinlere dalarlar, kuşlar görse yükseklere uçarlar, geyikler görse uzaklara kaçarlar. Göğün altında güzelliğin ne olduğunu şimdi bu yaratıkların hangisi biliyor?

Benim gözümle bakarsan, ahlak ve görev ilkeleri, Evet'in ve Hayır'ın yolları, çözülmesi olanaksız şekilde karışmış bir yumaktır. Nereden bileyim ben bunları nasıl ayırt edeceğimi?"

İnatçı Meraklı sordu: "Peki, siz iyi ve kötüyü ayıramıyorsunuz. Ama üstün insan için de öyle mi?"

Tohum Yeşerten Usta yanıt verdi: "Üstün insan dediğin bir soyutlamadır: Düşün ki, tüm denizler alev olsa onu yakmazmış. Tüm ırmaklar buz kesilse onu dondurmaz, gök gürültüsü dağları yırtsa, kasırgalar okyanusları taşırsa onu korkutmazmış... Onun benliğini ölüm ve yaşam değiştirmezmiş. Böyle bir insan iyiyi, kötüyü ayırt etse de ne fark eder ki!"

* O devirde Çin'de güzelliği ile ünlü iki kadın.

 

BOSTAN KUYUSU


Zi Gong, Qu ülkesine gitmiş, oradan da Zin'e geçmişti. Yolda Han ırmağı yöresinde bostanını sulayan bir ihtiyar gördü. Adamcağız her seferinde kuyunun dibine iniyor, bir bakraç suyla tekrar yukarı tırmanıyor, bununla sebzelerini suluyordu. Tüm gücüyle çalışıp, pek az iş çıkarıyordu.

Zi Gong ihtiyara dedi ki: "Bir araç var ki, onunla pek az bir emekle bir günde yüzlerce tarhı sulayabilirsiniz. Bunu kullanmak istemez miydiniz? İhtiyar doğruldu: "Nasıl olacakmış bu iş?" Zi Gong anlattı: "Uzun bir sırıktan bir kaldıraç yaparsınız, arkasına bir ağırlık bağlarsınız, önü hafif kalır. Bununla kısa zamanda istediğiniz kadar su çekersiniz."

İhtiyar öfkeyle güldü: "Benim ustam derdi ki, makine ile çalışanın yaptığı iş de makineleşir. Yaptığı iş makineleşenin kalbi de makineleşir. Kalbi makineleşenin saflığı, basitliği gider. Saflığı yitiren kişi huzursuz olur. Huzursuzluk ise Tao'yu yaşamayı engeller. O sizin anlattığınız türden araçları bilmez değilim; ama bunları kullanmaktan utanç duyarım."

Zi Gong kızardı ve sustu. Bostancı sordu: "Siz kimsiniz beyim?" Zi Gong, "Ben Konfüşyüs'ün öğrencilerindenim." diye cevap verdi.

Bostancı başını salladı: "Demek siz eski zamanların kutlu kişilerine özenen büyük alimlerdensiniz. Halktan üstün oldukları ile övünüp, iyi bir isim yapma kaygısı içinde yanıp tutuşanlardan. Derin bilginizi bir yana atıp çözüm reçetelerinizi bir unutabilseydiniz, belki bir şeyler yapabilirdiniz. Ama siz kendinizi bile düzeltemezken, nasıl olup da dünyayı düzelteceksiniz? Gidin işinize efendim, alıkoymayın beni kendi işimden!"

Zi Gong ölü gibi bembeyaz kesilmişti. Ne yaptığını bilmez bir halde yola çıktı. Ancak üç saat durmadan yürüdükten sonra biraz kendine gelebildi.

Öğrencileri sordular: "Kimdi o ihtiyar, usta? Onunla konuştuktan sonra renginiz attı. Bütün gün kendinizi toparlayamadınız! Ne söyledi size?"

Zi Gong dedi ki: "Şu dünyada ustamızdan büyük adam yoktur sanırdım. Şimdi anladım ki bir de bostancı ihtiyar varmış.

Ustamız geçmiş devirlerin kutlularının Yol'una göre insanın az güçle çok iş yapması gerektiğini öğretmişti bana. Oysa şimdi gördüm ki, hiç de doğru değilmiş bu.

Şu adam halkın arasına karışmış yaşıyor da, kimse bilmiyor nereden gelip nereye gittiğini. Ne kadar güçlü ve gerçek bir yetkinlik. Onun yüreğinde başarıya, kazanca, ustalığa, hünere yer yok. İstemediği şeyi yapmıyor; anlayışına uymayan yolda gitmiyor. Tüm dünya onu onurlandırsa, başını çevirip bakmayacak. Tüm dünya onu aşağılaşa, bunu üzerinde durmaya değmez, önemsiz bir şey olarak görecek. Dünyanın övgüsünün ve yergisinin böylesi üstünde olan kişi, Te*'si tam bir insandır. Onun önünde ben kendimi rüzgarın ve dalgaların oradan oraya savurduğu yaprakmışım gibi, basit bir köylüymüşüm gibi duyumsadım."

Lu'ya dönünce olup biteni Konfüçyüs'e anlattı. Konfüçyüs dedi ki: "O adam en eski devirlerin ilkelerine göre yaşıyor demek. BİR'e varmış, İKİ'yi bilmek istemiyor. İç dünyasını düzene koymuş, dış dünya hakkında bir şey duymak istemiyor. Böylesine özü bulmuş, bölünmezle bir olmuş, edimsizliklikte kalıp doğasını sağlamlaştıran, tinsel gücüne hakim, yine de en alttakiler arasında dolaşıp onlara karışan birinden korkmakta haklıydın elbette. Senin kadar ben de o eski devirlerin ilkelerini anlamaktan acizim."

*Te: Gerçek Erdem

 

DARA DÜŞMEK


Chuang Tzu'nın giysileri kırk yamalı çuval bezindendi. Ayağındaki çarıkları sicimlerle bağlamıştı derme çatma. Bir gün bu haliyle We hükümdarının huzuruna çıktı. Hükümdar sordu: "Bu ne hal Betim? Bu kadar mı dara düştünüz?"

Chuang Tzu yanıt verdi: "Bu gördüğünüz fakir düşmektir, dara düşmek değil! İnsan Tao'ya ve Te'ye erişmiş de bunları çevresine yayamıyorsa, asıl odur işte dara düşmek. Kötü giysi, yırtık çarık - fakir düşmektir bunlar, dara düşmek değil. Asıl dara düşmek, dünyaya yanlış günde gelmiş olmaktır!*

Hiç ağaca tırmanan maymunları seyrettiniz mi Hükümdar Hazretleri? Bir maymun kayın ağacına, çama, meşeye, bey defnesine çıktı mı, ağaçların beyi, hükümdarı olur o. En usta okçular bile erişemez ona. Ama çevresinde bodur çalılardan başka şey yoksa korkaklaşır, sağına soluna bakıp titremeye başlar. Kasları, kemiklei zayıflayıp da, eklemleri kalınlaştığından değil, çevresindeki koşullar doğasına ters düştüğünden düşer bu hale. Yeteneklerini kullanamaz olur.

Günümüzde aklını yitirmiş efendilerin ve kafası karışık vezirlerin yönetiminde yaşayıp da, yine de dara düşmeyeyim diyen kişi, olmayacak şeyi istiyor demektir. Bedeninden canlı canlı yüreği sökülen Bigan, uyarıcı örnek olmalı böylelerine!"

* Sözlüklerde "dara düşmek", "para sıkıntısı çekmek" diye yanımlanıyor. Ama Tasavvuf kültüründeki "dara çekmek", "dara düş oldum" gibi deyimlerin anlamına bakılırsa, bu deyimin bir kaynağı olarak Hallac-ı Mansur'un "En-el Hakk"ı söylediği için öldürülüşü, darağacına gidişi görülüyor. "Dara düşmek" bu anlamıyla, hakikati söyleyip de, dinleyen, kulak asan bulamayan bilgenin acısını dile getiriyor.

 

MESELLER


meseldir sözümün onda dokuzu
eski ustalardan onda yedisi
bir yudum su kadar gündelik sözler
Gök'ün uyumundan gelir büyüsü

Sözlerimin onda dokuzu eski mesellerdir dedim: Bunların çizdiği tablolar, anlattığı  öyküler belli görüşleri açıklamak içindir. Derler ki, görücü gidildiğinde damadı babasının övmesi yakışık almaz. Babasından başka biri övmeli damadı... Görüşlerimi paylaşanların çözecekleri meselleri, paylaşmayanlar çözemeyeceklerdir: Çünkü insan kendine uyan görüşlere 'doğru' der, uymayan görüşlere 'yanlış'...

Sözlerimin onda yedisi eski ustaların sözleridir dedim: Saygıdeğer öğretmenlerimdir onlar benim. Ne ki, yılların sıralanışında önde gelen, ama zamanın çıkrığını eğirmede ustalık gösteremeyen kişiyi, salt yaşından ötürü saygıdeğer bulmam ben...

Söz, bir yudum su kadar gündelikse eğer ve Gök'ün uyumundan alıyorsa büyüsünü, bizim yıllarımızı aşacak, sonsuza erişecek demektir. Sözlerin ötesinde birlik vardır. Ama sözler varamaz o birliğe ve sağlasa da asıl birlik değildir o...

Söyleşmeye söz gerekmez. Kimi yaşam boyu konuşur, bakarsın bir şey söylememiş; kimi de bir yaşam boyu susar, ama görürsün ki hep bir şeyler söylemiş."

  Makro Felsefe ve Atlantis

Evrensel Bilgiye Açılan Kapılar      Makro Felsefe     Çetin BAL : M.S. 2150 Yorum     2150 A.D. (M.S.2150)     M.S. 2150

Hiçbir yazı/ resim  izinsiz olarak kullanılamaz!!  Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla  siteden alıntı yapılabilir.

The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90  05366063183 -Turkiye/Denizli 

 Ana Sayfa / İndexZiyaretçi Defteri /  E-MailKuantum FiziğiQuantum Teleportation-2

 Time Travel Technology /  Kuantum Teleportation / DuyuruUFO Technology 

 Roket bilimi /CetinBAL /Astronomy