|
‘‘[Ö]zdeksel cisimler (ki,
herşeye karşın,
ancak düşünüldükleri sürece
varolurlar)’’
:: ‘‘[M]aterial bodies (which
exist, after all,
only in so far as they are
thought).
Einstein, Uzay ve Zaman,
1926.*
‘‘En ünlü olanların en büyük
aptallar olduklarını buldum,
ve daha az saygı gören başkaları
ise gerçekte
daha bilge ve daha iyi idiler.’’
Sokrates, Savunma, 22.
4 Bilimsellik ve Ussallık
|
Hegel Doğa Felsefesi’nde şöyle yazar:
‘‘Görgül Fiziğe karşı belirtilecek ilk şey onda kabul
ettiğinden ve bildiğinden çok daha fazla düşüncenin bulunduğu, ve
sandığından daha iyi olduğudur; ya da, eğer Fizikte düşünce bir
bakıma kötü birşey sayılacaksa, sandığından daha kötü olduğudur. Öyleyse
Fizik ve Doğa Felsefesi birbirlerinden algılamanın ve
düşünmenin birbirlerinden ayrıldığı gibi değil, ama yalnızca
düşünmenin tür ve tarzı yoluyla ayrılırlar; ikisi de Doğanın düşünce
yoluyla bilinmesini anlatırlar.’’
‘Salt fizikçi‘nin düşünceye tepkisi bir efsanedir — sanki düşünce
insana ait olmaması gereken birşeymiş gibi, sanki us, uslamlama, ussal
tanıtlama yararsız, yanlış, giderek tehlikeli şeylermiş gibi. Salt
fizikçiler, en katıksız, en arı fizikçiler hayvanlardır. Çünkü
düşünmezler. Yalnızca ve yalnızca duyularını, sezgilerini kullanırlar.
Bilimin başında bu tür kuşkucu saplantılardan vazgeçmek gerekir. Duyuların
gerçeklik, somutluk, bilimsellik vb. gibi konularda güvence vereceğini
beklemek bilimsel vandalizmdir. Görgücülüktür.
Doğa bilimine yönelik ilginin herşeyden önce düşünceden ürkmemesi
gerekir. Doğa bilimi duyum ve algılarla, izlenim ve sezgilerle vb. iş
göremez. Bunlar olgusallık ile, gerçeklik ile, gerçekten
varolan ile ilgili hiçbirşey söylemezler. En gözüpek görgücülerden
birinin, Hume’un kendisinin gördüğü gibi, kavramların ‘ruhbilimsel’
türeyişine zemin olduğu sanılan duyusal süreçler yalnızca
alışkanlık yapılarında sonuçlanırlar. Ve bilimin bu öznellikleri
temel aldığı gibi bir saçmalık doğrulandığında, yine Hume’un gördüğü gibi,
mantıksal olarak bilimin kendisi bilgi ve gerçeklik ile ilgisiz bir
inanç, bir olasılık sorunu olur. Ama ne bilim salt öznel bir
inanç sorunudur, ne de kavram türeyişini görgül deneyime borçludur.
Görgücü, duyu-izlenimci çıkış noktası daha işinin başında düşünen insanlar
ve düşünmeyen sevimli yaratıklar arasındaki ayrımı bulanıklaştırmaya
başlar. Görgücü, kuşkucu Hume bilimi denize atar. Ve elbette Kant da.
İnsan salt duyumun ötesine, duyusal-algıya yükselir. Arı duyum
kavramsızdır. Ama algı duyumu kavramsallaştırır, onu dışsal ve
içsel dünyanın nesnelerinin bir izlenimine, ‘anlaşılır bir şekle’
yükseltir. İşin gerçeği, Hegel’in de belirttiği gibi, duyusal algının
(gözlem ve deneyimin) kendisinin bir düşünme edimi olduğudur. Kişi
orada ancak düşünebildiğini görebilir. Belirlenimlerinden soyutlandığında,
gözlem, deneyim vb. denilen algının kendisi anlaşılmaz, anlamsız olur.
Hegel’den çok daha önce, modern felsefenin kurucusu Descartes
Meditasyonlar’da duyumun kendisinin gerçekliğinin düşünme edimine
bağlı olduğunu belirtir, ‘‘duyumlar ve imgelemler dediğim bu düşünce
kipleri’’nden (M 3.1) söz ederek ‘‘duyumsama düşünmeden başka
birşey değildir’’ der (M 2.10). Duyusal algı, insan söz konusu
olduğunda, özsel olarak kavramsal bir süreçtir. ‘‘[C]isimler, eğer
sözcüğün sağın anlamıyla konuşursak, duyular tarafından ya da imgelem
yetisi tarafından değil ama yalnızca anlak tarafından algılanırlar;
ve görülmeleri ya da dokunulmaları değil ama yalnızca anlaşılmaları
yoluyla bilinirler ...’’ (M 2.16). Ama daha sonra Hume ve Kant’ın
bıktırıcı yinelemeleriyle ‘deneyim’ adı verilen bu kaba algı edimi
bilgide sözde bir nesnelliğin güvencesi olarak görüldüğü zaman,
böyle bir deneyimin öznelliğinin anlaşılması tüm bilginin nesnel
değerini kuşku altına düşürdü. Kant insan bilgisinin nesnel gerçeklik ile
ilgisiz olduğunu ileri sürdü ve Berkeley’i izlemede hiçbir sakınca
görmedi. Ama Descartes’ı daha dikkatli okuyabilirdi, ve onda kavramların,
ideaların nasıl yalnızca öznelliğe sınırlı olmadıkları, nasıl nesnel
de oldukları konusunda verilen en güzel tanıtlamalardan birini
görebilirdi. Kant kuşkuculuğu ile felsefeden her zaman uzak kalmayı
başardı, ve bugün kendini felsefeye, usa, bilime, gerçekliğe koşulsuzca
bırakmaktan korkan tüm kuşkucu bilincin, tüm us-düşmanı eğilimlerin en son
sığınakları olarak kalmayı sürdürür.
Kant’ın kendi ‘Kopernik devrimi’ dediği şeyin gecikmiş bir devrim
olduğunu görebiliriz. Ama imgeleme yapışan vurgulu ‘devrim’ sözcüğü
kişinin daha öte düşünmesini durdurur, ve hemen hemen tüm Kant okuyucuları
Kant’ın ‘devrimci’ olduğunu, yeni bir çığır açtığını kabul ediverirler. Bu
palavradır. Descartes yukarıdaki kısa alıntılardan doğrudan doğruya
görüldüğü gibi modern dönemde bu ‘devrimi’ daha önceden yapmıştı, ve
aslında Platonik anımsama kuramı a priori bilginin dışsal dünyadan
kazanılmadığını, tersine dışsal dünyaya uygulandığını öğretir. Felsefe
Tarihinin tüm önemi ve değeri burada bir kez daha anlaşılabilir. Kant bu
tarihle gerektiği gibi ilgilenmedi ve Arı Usun Tarihi dediği şeyin bir
yıkım süreci olduğunu söyledi. Ama hiç kuşkusuz grotesk bir kuşkucu yapı
içersine uyarlamaya çalıştığı tüm doğruları yalnızca ve yalnızca o kötü
okumasının sonucu olarak öğrendi. Hiçbir zaman felsefe tarihinin değerini
tanımadı. Hiçbir zaman ona bile birşeyler öğretmeyi başaran felsefecileri
minnettarlıkla anmadı.
Bu kuşkucu bilinç ‘us,’ ‘felsefe,’ ‘bilim,’ ‘doğa,’ ‘matematik’
tasarımları ile kendi için öyle bir tablo oluşturur ki, burada en küçük
bir sağduyu, en küçük bir mantık bulmayı istemek olanaksızı istemektir.
Hegel’in burada önerilen ussal yaklaşımının tersine, bu kuşkucu bilinç
alanında bilim ve felsefe arasına getirilen ayrım sonunda
öyle bir düzeye dek tırmandırılır ki, us bütünüyle bir yana atılır,
bilimin salt gözlem ve deneyim üzerine dayanan, dolayısıyla
salt olasılık ve tahmin ile ilgilenen, yalnızca doğrulama
ya da yanlışlama ile belirlenen bir pozitivizm olduğu sanısı sıkı
sıkıya yerleşir. Ve böyle bir us fobisinde kuramsal usdışı törel
usdışının, giderek açıkça sadistik eğilimlerin eşliğinde gider.
Kavram geliştirme usun işlevidir. Ve kavramlarının gelişimiyle deneyim ve
gözlemin kendileri değişir, yeni kavramların doğuşuyla algı dünyasının
kendisi büyür, ussal bir bütüne doğru şekillenir. Maxwell insan usu ve
nesnesi arasındaki ilişki üzerine şöyle yazar: ‘‘[B]ilimin bütün
çerçevesi, felsefenin doruğunun kendisine dek, kimi zaman doğanın
kesitlenmiş bir modeli olarak, ve kimi zaman anlığın iç yüzeyinin doğal
bir büyümesi olarak görünür.’’ Ama usun yeteneği salt kendi içinde
kısıtlı, salt görüngü üretici değildir. Maxwell şöyle sürdürür: ‘‘Şimdi
bana öyle görünüyor ki, uzayın üç boyutu olduğunu söylediğimiz zaman
yalnızca bilinen üç boyut ile eşgüdümlü bir dördüncü boyutu tasarlamanın
olanaksızlığını anlatmakla kalmayız, ama noktaların üç değişkendeki
bağımsız değişmeler yoluyla konumda değişebildikleri biçimindeki NESNEL
GERÇEKLİĞİ ileri süreriz. Öyleyse burada anlağın yapısı ve dışsal evrenin
yapısı arasında OLGUSAL bir andırım buluruz’’ (Doğada Olgusal
Andırımlar Var Mıdır?, 1884).
Doğa bilimi bu harika andırıma, özdeksel evrenin mantığı ve insan usu
arasındaki uyum olgusuna gereksinir, ve bu ideal olmaksızın bilim tüm
güdüsünü, tüm anlamını ve tüm değerini yitirecektir. Bilim bir kaos ve
belirsizlik ve uyumsuzluk uğruna yapılmaz. Bu değersizlikler, olumsal,
olası, tahminsel olanı, usun kendisinden kaçtığı sanılanı anlatan bu
tek-yanlı öznellikler bilginin ve bilimin karşısına sürüldüğünde, insanın
da değersizliğini dayatırlar. İnsanın gerçek insan olmasında,
bütün insan olmasında, evrende raslantısal bir budala olmaktan çıkıp
kim olduğunu, nerede olduğunu bilen ussal bir benlik kazanmasında bilimin
önemi ve değeri sonsuzdur. Törel ve estetik anlam gibi bilimsel
anlam da insan olmanın, kendini anlamanın vazgeçilmez koşuludur, ve
anlamayan insanın elbette dünyaya atılmış, gerçekten yabancı, gerçekten
nihilist, gerçekten değer ve anlam yoksunu bir varlık olmasından daha
mantıklı, daha ussal birşey yoktur.
Aynı ussalcı bakış açısından Max Planck şöyle yazar: ‘‘[K]endimi
bilime adama kararım ... insan uslamlamasının yasalarının çevremizdeki
dünyadan aldığımız izlenimler dizisini yöneten yasalarla çakıştığı, ve
dolayısıyla arı uslamlamanın insana [dünyanın] düzeneği
üzerine bir kavrayış kazanma yeteneğini verdiği buluşunun doğrudan bir
sonucuydu.’’ ‘‘[D]ışsal dünya insandan bağımsız birşey,
saltık birşeydir, ve bu saltık için geçerli olan yasalar için arayış ...
yaşamdaki en yüksek bilimsel uğraş olarak göründü’’ (aktaran Enc.
Britt. 1986, 25, ss. 869-70).
Bunlar bilim üzerine uylaşımsal, belki de bugünlerde romantik
denebilecek sözlerdir. Ama yalnızca bilimi ve gerçekliği yüceltmek için
söylenen basmakalıp sözler değildirler. Tersine, modern aptallığa bir
meydan okumayı anlatırlar. Değer verme yeteneğinde az gelişmiş bilinç için
anlamlı görünmeseler de, daha ‘ince’ bir çözümleme o ‘nesnel gerçeklik
arayışının’ modern bilinç biçimleriyle ciddi bir çatışma içinde olduğunu
görür. Çılgın Feyerabend için Planck ve Maxwell’in kendileri de ‘‘nesnel
gerçeklik’’ arayışındaki daha başka sayısız insan gibi birer ‘‘criminal,’’
birer ‘‘adi suçlu’’dur, ve Popper için aynı ussalcılar, aynı saltık
gerçeklik arayıcıları sözde ‘‘açık’’ bir toplum açısından tehlikeli
‘‘düşmanlardır.’’ Misoloji (us-düşmanlığı) ve misantropi
(insan-düşmanlığı) arasında bir geçiş yoktur. İkisi bir ve aynı şeydir.
Gerçekte analitik ve pozitivist bir eğilime anlatım veren ve kendine
‘‘bilim felsefeciliği’’ adını takan bu saldırgan ve suçlayıcı tutum Batıda
gelişen kollektif bir paranoyanın bilim ve felsefe alanlarına
yansımasından başka birşey değildir. Pozitivistlerin giderek kitap
başlıklarında kullandıkları terimler (‘Düşman’ Hegel, ‘Düşman’ Platon) bu
paranoyaya tanıktır. Bu ekinin usdışı alanlarında ussalcılık rahatsız
edici bir etmen olarak, aslında başlıca gözdağı olarak görülür.
Max Planck sözlerinde ciddiydi ve nice kuramının daha sonra Kopenhag okulu
tarafından getirilen öznelci yorumunu reddetti ve Schrödinger ve
Einstein ile birlikte evrenin nesnel varoluşuna, nedenselliğe,
belirlenimciliğe inancından hiçbir zaman vazgeçmedi.*
Ama Einstein çoktandır görgücü paradoksun içine düşmüştü. Kavramın
nesnelliğini reddeden ruhbilimsel çıkış noktasını benimsedikten sonra,
herşeyi, tüm evreni, uzay ve zamanı, ve özdeğin kendisini kendi kafasının
içine hapsetmek zorundaydı. Ve bu yazının başında alıntıladığımız gibi,
insanların gözlerinin içine baka baka ‘‘özdek düşünüldüğü sürece varolur’’
demede duraksamadı. İnsanlar duyduklarına inanamadılar. Böylesine çılgınca
bir bildirimi ve benzerlerini bilinçlerinden sildiler. Böyle şeyleri demek
istiyor olamaz dediler.
Gerçekte bütün bir görelilik kuramı bu öznelci bakış açısının ürünüdür.
Einstein’ın ‘‘özdek düşünüldüğü sürece varolur’’ görüşü
de tıpkı genel görelilik kuramının bir ‘‘ether kuramı’’ olduğunu ileri
sürmesi gibi hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Çünkü bilim felsefeden
koparılmıştı. Fizik, pozitif bilim David Hume’un güvenilir oldukları
konusunda güvence verdiği niceliğin ve görgül olguların alanında düşüncenin
sıkı disiplininden özgürdü. Başıboştu. Herşey sayı, ve herşey duyu-verisi
idi. Mantığın hesabı görülmüştü. Bu doğal bilincin, sıradan bilincin bakış
açısıydı — tutarsız, gevşek, laçka. İnsanlar onlara söylenenlerde yalnızca
kendi istediklerini gördüler. Söylenenlerin gerçekten denmek istediğini
kabul edemediler. Onyıllar boyunca, Schrödinger’den Oppenheimer’e, Dirac’tan
Planck’ın kendisine, Einstein’ın kuramını rasyonalize etme yönünde
inanılması güç bir önyargı işledi — sanki gizli bir kuşkunun bastırılması
gerekliymiş gibi. Nice kuramında Planck’ın reddettiği Kopenhag ‘yorum’
biçimi Einstein’ın görelilik kuramının da temelini sağlar. Aslında herşey
inanılmayacak denli açıktı. Eğer uzay ve zaman kavramlarının göreci/ruhbilimsel
yorumunun mantıksal olarak bu kavramların nesnelliğinin reddedilmesi
sonucuna götürdüğü görülmüyorsa, Einstein’ın bu vargıyı bildiren kendi
sözleri vardı. Uzay ve Zaman başlıklı makalesinde şöyle der: ‘‘[U]zay
fiziksel bir olgusallık olarak, özdeksel nesneler gibi düşüncemizden
bağımsızlık içinde varolan bir şey olarak görünür.’’ İmlem uzayın da
düşüncelerimizden bağımsız görülmemesi gerektiğidir, tıpkı ‘‘özdeğin
düşünüldüğü sürece varolması’’ gibi.
* ‘Saltık’ uzay ve
‘saltık’ zaman adı altında yoksayılan şeyler Maxwell’in, Planck’ın, aslında
tüm fiziğin kullandığı nesnel uzay ve nesnel zaman
kategorileridir. Bu nesnelliğe karşın, hiçbir bilimci, hiçbir felsefeci uzay
ve zamanın, bu sonsuzlukların ancak göreli ölçüme, göreli konuma,
göreli devime izin verdiklerini yadsımaz. Biraz düşünmesini bilen,
örneğin Hawking’den biraz daha iyi düşünen hiçbir insan sonsuzun kendisinde
herhangi bir durağan orta nokta, herhangi bir değişmez başlangıç noktası ya
da bitiş noktası aramaz. Bu öylesine yalın bir mantıksal işlemdir ki,
aslında minik bir çocuk tarafından bile kolayca anlaşılır, giderek
sorgulanır. Einstein ise bu yalın görelilik anlayışını bile okuruna sık sık
bir esrime havasında aktarır — Postdam Alanı’ndan bulutlara direkler
uzatarak vb. Sanki ilk kez keşfediliyormuş gibi!
Saltık uzay ve zaman kavramları uzay ve zamanın şu ya da bu noktasının ya
da diliminin saltık bir gönderme noktasına göre belirlenebileceği
anlamına gelmez. Bu Newton’un kutsal uzayıdır. Saltık nitelemesi uzay ve
zamanın yalnızca arı nicelikler olmadıklarını, uzay ve
zaman da olduklarını, ve gene de özdekten (cisimlerden,
şeylerden) soyutlanmalarının onları ancak düşüncede vorolan, ancak ideal
olan birer kıpıya indirgemek olacağını anlatır. Bu anlamda, saltık
sözcüğü bütünüyle soyut olanı anlatır. Ama Einstein’ın ‘uzay’ı
sonlu yapan mantığı ise — her nedense ‘zaman’ için aynı şeyi yapmaz, ona
saltık bir başlangıç kıpısı saptamaz — bütünüyle doğal olarak uzayın
kendisine ‘saltık uzay’ ile anladığı şeye yüklediği yetenekleri kazandırır:
Tıpkı Einstein’ın yapmadığını yapanların bize Zamanın kendisinin saltık
olarak şu kadar milyar yıllık bir yaşta (=zamanda!) olduğunu
söyleyebilmeleri, ve böylece doğallıkla Zamanın başlangıcını
bildirebilmeleri gibi (bu modern kozmolojistler için en azından kuramsal
olarak olanaklıdır), Einstein’ın kendisi de bize pekala Uzayın ‘ortasını’
gösterebilir ve oradan tüm yıldızların tam olarak kaç ‘saltık’ ışık yılı
‘Saltık Uzaklık’ta olduğunu söyleyebilirdi. Einstein tarafından kuramın
mantığı gereği konutlanan, bir varoluş olarak ileri sürülen Küresel sonlu
uzay hiç kuşkusuz buna izin verir.
Einstein bütünüyle elverişsiz bir bakış açısıyla, insanın
entellektüel yetenekleri ile en az uyumlu, aslında saltık olarak uyumsuz
görgücülük ile, 1956’larda bile dilinden düşürmediği ‘‘duyusal algı’’
yöntemiyle öyle bir mantıksal sorunu ele almaya kalkar ki, Aristoteles ve
Ptolemi’den Galileo ve Kepler’e, Descartes ve Leibniz’den Newton ve Clarke’a,
Maxwell ve Poincaré ve Lorentz’e yüzyıllarca tartışılan ve insan usunun ve
yüreğinin birlikte katıldıkları en sert, en gözüpek, ve en güzel
tartışmalardan birinin doğuşuna yol açan görelilik sorunu onun
eğitimsiz, felsefesiz yorumunda bir maskaralığa dönüşür, demek istedikleri
anlaşıldıkça bir içerik yoksulluğundan başka birşey sergilemeyen bir
söylemde, baştan sona çirkin bir tabloda yiter. Bilim ve felsefe tarihi
boyunca, görelilik (aslında sonsuzluk) tartışmasına katılan tüm
yanlar ileri sürdüklerinde en sağlam, en su geçirmez mantıklarını ortaya
sürdüler. Ve eşit ustalık ve incelikle ileri sürülen karşı uslamlamaları
reddettiler. Tek-yanlılığa sarıldılar. Tüm karşıt mantıkların birbirlerinden
değerli, birbirlerinden yetenekli, birbirlerinden karakterli, ve —
karşıtların çatışması söz konusu olduğunda — birbirinden saf insanlar
tarafından bu savunusunda salt bir ya da öteki yana hak vermekle
çözülemeyecek denli yalın bir sorunun yattığı görmediler. EYTİŞİMİN
yokluğunda, kendilerinin de pekala eşit hakla ve eşit güçle kaşıt kampta yer
alabileceklerini, aynı uslamlamaları, belki de daha iyileri
üretebileceklerini, sonra yine geri dönüp vazgeçtikleri tek-yanlılığı
savunabileceklerini görmediler. Kuşkucu Kant bu çatışkının, her kavram
durumunda kendini gösteren bu aynı çatışkının çözümünü onunla uğraşılmaması
gerektiğini söyleyerek bildirdi. Çözüm yalın bir kurnazlıktı. İnsan çözümsüz
bir sorun karşısındaydı, ansal yetenekleri böylesine umutsuz bir durumun
üstesinden gelecek bir yolda yaratılmış değildi, ve bu, kendi anlatımıyla,
‘‘insandan başka ussal varlıkların,’’ duyusal değil ama düşünsel ‘sezgisi’
olan meleklerin vb. sorunuydu. İnsan zavallı, az-gelişmiş, önemsiz ve
gereksiz bir yaratıktı. Evrenin anlamsız bir ürünüydü, bir bakteriden, ya da
bir sürüngenden daha anlamlı bir varoluşu yoktu. Ve böyle iken yaptığı bilim
ancak görüngünün bilimi olabilir, dünyası ancak kendi kafasında yarattığı
öznel bir saçmalık olabilirdi. Görgücülük insana daha öte bir değer biçemez.
Ve böyle değeri denize atmak en sağduyulu vargı olarak görünür.
Uzayın saltık olduğunu ileri süren ve uzayın
göreli olduğunu ileri süren her iki yan da kendi mantıklarında eşit
ölçüde haklıdır. Giderek, her biri karşı savın konumuna geçip eşit
beceri ile onu da savunabilir. Sorun şu ya da bu yanı savunmak
değildir. Analitik Us iki yan için de eşit ölçüde yeteneklidir. Mantık her
iki yanda da kendini çiğnemez, ya da her iki yanda da eşit ölçüde çiğner.
Her bir yan kendinde duyumsadığı aynı pekinliğin karşısındaki için de eşit
ölçüde güçlü olduğunu görür: İki yan da tartışmayı kazanır, iki yan da
yitirir. Ve bu karşıtlık yalnızca uzay ve zamanda değil, ama özdekte,
devimde, kütlede, yerde, kuvvette, vb., giderek özgürlük ve zorunlukta, hak
ve ödevde, tüm kavramlar durumunda vardır.*
Bilimin olanağı evren ve insan arasında us yoluyla kurulan bir iletişime
dayanır. Başka bir deyişle, bilimsel us evrene paradigmalar üretmek için
yaklaşmaz, ama orada yasalar bulmak, evrensel ve zorunlu olanı bulmak,
böylece yalnızca ve yalnızca kendini bulmak için yaklaşır. Modern,
sağlıklı bilimsel bilinç en azından bu kadarını doğrular. Ve yine bilir ki
evrenin ussal özü ya da kavramsal/kuramsal yapısı, tüm
görgücü sanının tersine, doğanın insan usunun öznel bir yaratısı olduğu
anlamına gelmez. Yalnızca özdeksel varlığın anlaşılır ve anlamlı
bir yapısı olduğu, belirlenimsiz bir soyutlama değil ama belirli bir kozmoz/düzen
olduğu varsayımını anlatır. Hiç kuşkusuz doğa biliminin kurgul evren
tabloları bugün de henüz kendinde evreni eksiksiz olarak anlatmayı
başaramazlar (görelilik ve Kopenhag nice kuramları durumunda ussal birer
yorumdan söz etmek bile olanaksızdır). Bu düzeye dek, kuşkucu yaklaşım
evrene henüz tam olarak uymayan öznel biçimler geçirmenin nesnel varoluşa
ilgisiz olduğunu söylemede sonsuz ölçüde haklıdır. Ama bilginin saltık
olarak öznel olduğunu ve öznel kalacağını düşünmede kendisi
eleştirdiği öznelliklerden öte değer taşımaz (ve sözü edilen iki kuram bile
bu kötümserliği aklamaya yetmez). Bilimsel görüşteki eksiklikler ve
yanlışlıklar insanın yalnızca yanılmayı bildiği, işin gerçeğini hiçbir zaman
bilemeyeceği anlamına gelmez. Bilim bir süreçtir, bir oluş sürecidir, ve
Ptolemi ve Kopernik’in, Kepler ve Descartes’ın, Faraday ve Maxwell’in evren
tabloları yalnızca usun evrene yüklediği keyfi biçimler değildirler. Bunlar
onları kendi başlarına gökten inen birer ‘paradigma’ olarak gören çocuksu
irrasyonalizmin sandığı gibi tüm ön çalışmadan soyutlanmış tansıksal
buluşlar değildirler. ‘Eşölçümsüz’ (=kişiye/kümeye özel) ‘kavramlara’ dayalı
küme kurguları da değildirler. Ama bu tür solipsist/pozitivist bakış
açıları ile ilgilenmek, giderek bir ‘eleştirilerine’ girişmek düşünceyi
gerçekten de bunların kendileri denli anlamsız ve verimsiz bir çizgiye
sürükleyecektir. Bu yüzden yalnızca bu pozitivist anlatıların ‘mantıksal’
sefilliklerine, kavramsal yoksunluklarına bakmak yeterli olmalıdır. Kuhn’un
bir dersane havasında yazılmış kitabında paradigmalar ve ‘uyarı-duyum’
zincirleri ve ‘sinirsel süreçler’ arasındaki ilişkilere bile yer varken,
buna karşı kavrama, usa yaklaşan tek bir satır bile yoktur. Bu pragmatik
Amerikan bakış açısının üstünde ve ötesinde, ‘paradigma/örnek’ denilen o
bilimsel girişimlerin her biri bir ve aynı nesnel kavramsal gereç üzerinde
harcanan özerk, özgür, bağımsız bir ön emek üzerine, binlerce yıla dayalı
bir entellektüel birikim üzerine dayanır. Buradaki kollektif ussal
çabayı ve kavramsal sürekliliği görmek için positivist saflıktan, analitik
soyutlamacılıktan, katıksız bir görecilikten daha başka bir bakış açısına
gerek vardır. Tek bir kavramı, uzay ya da özdek ya da kütle vb. kavramını
usun dizgesinde gerçek değerinde ve yerinde kavramak bu kavrayış
çabalarındaki ussallığa, nesnelliğe ve özerkliğe denk bir bakış açısını,
kavramın dilinden anlamayı gerektirir. Bu bilimsel dizgeler, tüm çabalarına
karşın zamanı gelmedikçe kendi kısıtlamalarını aşamayan bu kuramlar her biri
kavramsal bütüne daha anlaşılır, daha tutarlı, daha tam bir yapı vermeye
didinen usun mantıksal girişimlerini temsil ederler. Ve birinin eksikliği
tüm sürecin kopması anlamına gelir. Ptolemi dışlandığında, Kopernik de
düşer. Galileo dışlandığında, Newton’a birinci yasasını verecek başka birini
bulmak gerekir. Kavramın deneyim alanı üzerinde açınımı deneyimin kendisinin
değişimine ve gelişimine götürür ve bilimde süreklilik dediğimiz şeyin
anlamı budur.
Maxwell’in ve Planck’ın tutumları Descartes ve Spinoza’nın, Leibniz ve
Hegel’in, ve hiç kuşkusuz Platon ve Aristoteles’in bilime verdikleri değer
ve gerçekliği yankılar, ve düşünceyi bilimin sağlam ve güvenilir bir temel
ve yapı kurmayı başaracağı beklentisine götürür: Değişmeyen ve
saltık gerçeklik değeri olan, anlamlı olan bir olgusallık vardır.
İlkede, evren belirlidir, bilinebilirdir, ve yasaldır. İkircim, belirsizlik
bir bilgi eksikliğidir ve henüz kuramsal düşüncenin işinin tamamlanmadığının
göstergesidir. Ve eğer kuşkucu bilinç nesnel varoluş bilinemezdir,
kendinde-şeye,gerçek olgusallığa insan usunun kavramları tarafından
erişilemezdir diyorsa, ona bu kavramların kendilerinin daha şimdiden
usun kavramları olduğunu anımsatmak gerekir. Kuşkucu bilinç demek istediğini
söylemeyi başaramaz. Ve bu ideaların yalnızca öznel olmadıklarını,
nesnel de olduklarını anlaması için başlangıç olarak kendine yalnızca
nesnellik olmaksızın kendi öznelliğinin olup olmayacağını sorması
gerekir. Bunun için ona insan usuna kuşku ile değil ama güvenle
yaklaşmasını, bunun ussal bir varlık olarak kendisine de daha uygun
düştüğünü söylemeli, dünyada bir de ciddiyet diye birşeyin olduğunu
düşünmesini, ‘felsefe’ dediği görgücü/kuşkucu safsatayı bir yana bırakıp
Platon’dan Hegel’e bilim sevgisinin tarihini incelemesini önermeliyiz.
Burada ciddiyet ve karakterin herşeyin ilk belirleyicisi olduğunu
görecektir.
Görelilik Teriminin Anlamı. Gündelik dilde bile bir değer
belirtmeyen, tersine, ortak bir değerin yokluğunu, bir belirsizliği, bir
öznelliği anlatan görelilik kavramı bilimin bağlamına da benzer bir
dışsallık bakış açısından girer. Böylece görelilik kavramı kendinde
daha baştan bilimsel olanın, SALTIK OLANIN tam tersini anlatır. Saltık
sözcüğü ‘kutsal’ demek değildir. Bilimsel kullanımda sık sık ‘soyut’ olanı
anlatır. Soyut uzay, soyut zaman, soyut sıcaklık vb.
Ama hiç kuşkusuz ‘göreli olmayan’ da demektir, ve örneğin değişmez
yasa, değişmez değer — hem bilimsel hem de törel değer — saltıktır.
Eğer yanlış olana gerçek deniliyorsa, eğer değişken olana
değişmez deniyorsa, bu pekala yanılabilir olan insanın sorunudur, ve yasayı,
evrensel gerçekliği ilgilendirmez. Ne denli derin olursa olsun, yanılgı
düzeltilmeyi beklediği için yanılgıdır. Ama görecilik gerçeklik gibi
yanılgıyı da ortadan kaldırır, çünkü bu ikisi göreli terimlerdir.
Görecilik olgulara kavramsal yanlarında değil, ama özneye göre
ölçülebilir yanlarından, yalnızca olguya dışsalnicelik bakış
açısından bakar. Olguyu Kavramından, Şeyi İdeasından soyutlamak, onları
böyle salt dışsal/nicel yanlarına indirgemek pozitivizmin, araçsalcılığın,
işlevselciliğin, yararcılığın vb. doğasından gelir. Ama bu bakış açısı
aslında Nicelik kavramının kendisini de bozar, sözde ‘sürekli’ dediği,
‘uzay-zaman’ süreklisi dediği yapıntıda paradoksal olarak sürekliliğin
kendisini ortadan kaldırır, ve kavrama ancak süreksiz ölçü
düzleminde anlam ve anlaşılabilirlik bağışlar (değişken ölçü-çubukları ve
her biri kendi zamanı ile geçerli sayılan mekanik saatler). Görelilik
kuramının bütün matematiksel aygıtı bu önceden belirlenenöznel
ölçümleri aklamaya uyarlanır. Ve uzay ve zaman kavramları nicel yanlarının
dışında göz önüne alınmazlar. Ölçülemeyen saltık olarak görülür.
Görelilik terimi dolaysızca saltıkçılık ile karşıtlığı vurgular,
ve imlem gereği görelilik kuramının doğuşunu önceleyen tüm bilim,
klasik denilen bütün bir bilimsel süreç doğal bilincin gündelik yabanıl
önyargılarının eline teslim edilir. Einstein’ın kendisi görelilik kuramını
önceleyen bütün bir bilimsel sürece utanmadan, vurgulu bir anlatımla
‘ön-bilimsel’ / ‘vorwissenschaftlich’ / ‘pre-scientific’ etiketini
takar. Görelilik kuramı gerçekten de dört dörtlük bir ‘paradigma’dır,
bilimsel sürece yabancıdır, bilimsel gelişimin dışında durur
ve kesinlikle insanlığın bilimsel bilgi birikimine ait olmayan bir
tür ‘dil oyunu’dur. Ve bu iki niteleme — ‘paradigma’ ve ‘dil oyunu’ —
elbette ilgisiz yorumlar değil ama Einstein’ın kendisinin de ait olduğu
pozitivizmin insanın entellektüel etkinliğine uyguladığı en yüksek iki
kategoridir.
Gerçekte tüm göreciliğine karşın, özel görelilik kuramının kendisi iki
saltık ilkeye, biçimdeş doğrusal devimli koordinat dizgelerinin
eşdeğerliği ve ışık hızının değişmezliği üzerine dayanır. Ama ironik olarak,
özellikle saltık olmaları gereken bu iki ilke de sözcüğün tam anlamıyla
saltık olanın tersini anlatırlar. Birincisi açıkça yanlış ve olgu dışı iken
(tüm doğal devim ivmelidir), ikincisi ise kuramın tanıtlanmış bir sonucu
değil ama yalnızca kurama dışsal olarak katılan bir ölçüdür (buna karşı
Maxwell ışık hızının değişmezliğini elektromanyetik kuramın kendi mantığı
ile aklar ve yine, mantıksal tutarlılık uğruna, bir dalga doğasında olan
ışığın ancak bir ortamda iletilebileceğini bildiği için bir etherin
varoluşunu konutlar). Görelilik kuramı baştan sona kavramsız sayıltılar
üzerine dayanır, ve temelleri gibi bütün gövdesi de ne usun kendisinde ne de
olguda dayanağı olmayan bir keyfi çıkarsamalar yapısı oluşturur. Einstein
tam bu irrasyonalizm temelinde tüm rasyonalizme saldırır, ölçüsüz bir
kibirle Aristoteles’ten Maxwell’e tüm ussal fiziğin ‘pre-scientific’
olduğunu söyler. Daha azını değil!
Görelilik kuramı modern bilimsel bilince öylesine derin ve yaygın olarak
işleyen bir yaralanma ve sakatlanmadır ki, usun usdışı bir yapıyı simüle
etmesinde yatan tüm sıkıntıya karşın, saçmayı anlamanın ve tanımanın tüm
güçlüğüne ve tüketiciliğine karşın, ve buna karşı doğal usu kendi özgür
açınımına yöneltmenin tüm çekiciliğine ve doyumuna karşın, Einstein’ın
kuramını olanaklı olduğunca izlemeye çalışmak zorunludur. Usdışının
anlaşılmaz olanın kendisi olması ölçüsünde, tüm anlama görünüşü
yalancıdır. David Bohm görelilik kuramına bu bakış açısıyla yaklaşır.
Quantum kuramcısı Bohm, Kopenhag okulunun şizofrenik bakış açısının tersine,
gözlemci ‘bilincin’ atomaltı parçacıklar üzerinde herhangi bir etkide
bulunduğunu reddeden, parçacıkların algılanıncaya dek varolmadıkları
görüşüne inanmayan bir fizikçidir. Dahası, Bohm ussal, belirlenimci
temellere dayalı bir nice kuramının başlıca geliştiricisidir. Özel görelilik
kuramı üzerine de bir ders kitabı yazmıştır ve bunda bütün kuramın en
çoğundan geçici bir girişim olduğunu belirtir (The Special Theory
of Relativity, 1965):
‘‘Einstein’ın özel görelilik kuramı yalnızca genel
kurama bir yaklaşıklık sağladığı için bütünüyle doğru olamaz. Ve
Einstein genel göreliliği, elektrodinamiği ve öğesel parçacık kuramını
yaklaşıklıklar ve sınırlayıcı durumlar olarak kapsayacağını umduğu daha
genel ‘birleşik alan kuramı’ için araştırmaya giriştiği zaman, örtük
olarak genel [görelilik] kuramın[ın] bile bütünüyle doğru olmadığını
kabul etti’’ (s. 124).
‘‘Gene de, bilimdeki her kuram için geçerli olduğu
gibi, göreliliğin sorgulanmaması gereken, hiçbir zaman belli bakımlardan
yanlış olduğu, olgulara sınırlı bir yaklaşıklık sunduğu ya da başka
nedenlerle sınırlı bir geçerlik taşıdığı gösterilemeyecek zırhlı bir
pekinlikle donatılı olduğu sanılmamalıdır. Örneğin şimdi görelilik
kuramının (hem özel hem de genel) çok küçük (‘‘öğesel’’ parçacığın
varsayılan büyüklüğünden çok daha küçük) uzaklıklar alanına uygulandığı
zaman yanlış olabileceğinden kuşkulanan bilim adamlarının sayısı giderek
artmaktadır. Bundan başka, öyle görünür ki göreliliğin evrenin
varsayılan ‘büyüklük’ düzeninin aşırı ölçüde büyük uzaklıklarına
(‘kızıla kayma’nın önemli olduğu yerlere) uygulandığında yeterli
olmayabileceği kuşkusunu duymak için nedenler vardır. Ek olarak,
görelilik kuramı çok daha başka nedenlerle de çökebilir. Bu yüzden,
özellikle yeni bir fenomenler alanına girerken, görelilik kuramını
deneysel bir yolda uygulamak, uyanık durup onu eleştirmeye hazır olmak
ve eğer gerekirse yerine daha yakın bir doğruluk gösteren bir kuramı
geçirmek zorunludur — bir kuram ki, görelilikten tıpkı göreliliğin
Newton mekaniğinden ayrı olması denli ayrı olabilir.’’ (s. 109)
* * *
Einstein’ın özel görelilik kuramı 1905’te Devinen
Cisimlerin Elektrodinamiği başlığı altında yayımlandı. Genel kuram daha
sonra 1916’da geldi (Einstein Nobel ödülünü görelilik kuramı ile değil, ama
nice kuramı alanında foto elektrik etki üzerine çalışması ile kazandı).
Einstein’ın katkısının ne olduğunu tam olarak anlayabilmek için, yüzyılın
dönüşü sırasında yer alan gelişmeleri anımsamak gerekir. Poincaré görelilik
ilkesini Paris’te ve ABD, St. Louis’de beş yıl önce bildirmişti (ve Einstein
1905 yazısında Poincaré’nin adından bile söz etmez). Fiziksel nesnelerin
‘boy kısalması’ 1892’de Lorentz ve Fitzgerald tarafından Michelson-Morley
deneylerine bir açıklama getirmek üzere ileri sürülmüştü. Bir ışık kaynağı
ile göreli devimin sonucu olarak ‘zaman genişlemesi’ 1900’de J. Larmor
tarafından ileri sürülmüştü ve formülasyon Einstein’ın kuramında kullanılan
ile aynıdır. ‘Mişli geçmiş’ kipinde sürdürmek zorundayız. Devinen
parçacıkların ‘kütle artışı’ 1901’de Kaufman tarafından keşfedilmişti ve
görelilik kuramının bir sonucu değildi. A. Pais ve Lorentz bu kütle artışı
için matematiksel formülasyonlar ileri sürmüşlerdi ve bunlar da Einstein’ın
kuramında yer alır. E=mc2 formülü Einstein’dan
yıllar önce Lorentz, Poincaré, Langevin ve başkaları tarafından ileri
sürülmüştü. Işığın değişmez bir hızla yayılması olgusu ise onyedinci
yüzyıldan bu yana sürekli olarak daha büyük sağınlık kazanan ölçümlerle
saptanmıştı ve Maxwell’in elektromanyetik ve optik olayların yayılım
hızlarının bir ve değişmez olduğunu göstermesi ether kuramının mantıksal
sonucuydu (Einstein’da c’nin değişmezliği savı bir etherin yokluğunda
bütünüyle keyfidir).
Einstein’ın katkısı bu bütün görgül ve kurgul birikimi uzay ve zaman
kavramlarının dışına çıkarmak, böylece özdek ve yerçekimi kavramlarını da
dışlayan ‘geometrik’ bir bakış açısından yorumlamak oldu. Ama, kitapçığının
daha başında anlaşılacağı gibi, Einstein’ın ‘geometri’ dediği
‘fizikselcilik’ kesinlikle bir geometri olabilecek en son şeydir: Kartezyen
koordinat dizgeleri ile anladığı şey, bütünüyle ciddi olarak,
fizikselçubuklar yoluyla ‘kurulan’ bir koordinatlar dizgesidir! Çubuklar
eğrilince, Descartes’ın koordinat dizgesi, ve onunla birlikte Euklides’in
geometrisi de bozulur! Einstein’ın geometri dediği şey ‘non-Euclidean’
geometri denilen bir parodiden başka birşey değildir.
Pozitivist bilincin sözde kuşkuculuğu gerçekte inakçılıktır. Tanıtlanmamış
olana, her türlü mantıksal hileye izin veren Gedankenexperiment
oyunlarına dayanarak ussal tanıtlanma olanağının kendisini reddeden
görecilik bugün tüm usu dışlayan bir din olmuş, başta Birleşik Devletler’de
olmak üzere, yaygın bir akademik parodiye dönüşmüştür.
‘Yeni Fizik’ de denilen bu ideoloji çok özsel noktalarda olgusallığı
yorumlamada düşünceyi yanıltan belirlenimlerle yüklüdür. Bu düzeye dek,
sayısız bireysel yorum arasında herhangi birini anlama çabası düşünceyi o
‘kuram’ için ileri sürülen tanımlara sıkı sıkıya uyarlamayı,
bütünüyle kişisel/öznel yeğlemeye göre ilerleyen ‘uslamlama’
süreçlerini ‘anlayıp’ izlemeyi gerektirir. Ama bu süreçler usun doğal
işleyişinden saptığı ölçüde kaçınılmaz olarak güç, rahatsız edici ve
sonuçsuz olurlar. Görecilik kuramının çıkış noktası kesinlikle ussal
değildir. Tam tersidir. Görgücüdür, usdışıdır. Eğer ‘usdışı’ bir suçlama
olarak görülecek olursa, bunun temelsiz olarak ileri sürülmediği
anlaşılmalıdır, çünkü örneğin nedensellik, belirlilik gibi kavramların
reddedilmesinin, ‘sonuç nedeni önceler,’ ‘uzay dört ya da daha çok
boyutludur,’ ‘birden çok zaman boyutu vardır,’ ‘uzay sonludur ve küreseldir’
gibi bildirimlerin usdışı olduğunu, buna karşı ‘olayların nedenleri
vardır,’ ya da ‘zamanda süreksizliğin yanısıra süreklilik de vardır,’ ya da
‘doğru çizgi kendisiyle kesişmez,’ ‘uzay sonsuzdur,’ ‘koşutluk olanaklıdır’
gibi anlatımların ussal olduklarını anımsatmak bütünüyle yeterli
olmalıdır.
Einstein’ın görgücülüğü modern dönemde pozitivizm (daha doğrusu,
mantıksal pozitivizm) olarak bilinen kuşkucu bakış açısından
köken alır. Bu görüşe göre, bilim her tür kuramcılıktan kaçınmalı,
yalnızca ‘gözlem ve tahmin’ ile, ‘olasılık ve istatistik’ ile yetinmelidir,
çünkü pozitivist Carnap-Popper bakış açısının da gözünden kaçmadığı gibi,
gözlem ve deneyim ancak tümevarımlar verir, ve tümevarım ise, küçük
bir çocuğun bile anlayabileceği gibi, evrensel ve zorunlu yasalar
için temel alınamaz. Bu ‘büyük’ buluş Viyana Çevresinden Popper’a,
Wittgenstein’dan Kuhn’a tüm pozitivist yaygaranın temelinde yatar. Bu bakış
açısından, gerçeklik/yanlışlık değil ama yalnızca ‘‘doğrulanabilirlik/yanlışlanabilirlik’’
vardır: Ya da kuram ve pekinlik değil, ama olasılık ve istatistik.
Yanlışlanabilirin ötesinde insan çenesini kapamalı, söylenemeyene saygı
duymalıdır. Bir kez daha, sorun kuramın yanlış olması ile ilgili değildir.
Sorun gerçeklik savında olan bir kuramın, sözcüğün en doğal anlamında bilgi
olan, gerçek olan bir bilginin varoluşunu ilgilendirir. Ve kuşkuculuk bu
olanağı yadsır. Modern bilimde kuram, anlam, gerçeklik kavramlarını bir yana
atma, kaotik bir düşüncesizliği yeğleme eğilimi ağır basar. Nobel fizik
ödüllü bir başka bilim adamının, Steven Weinberg’in şu sözleri eğilimi
temsil edicidir:
‘‘Önemli olan şey gökbilimcilerin fotoğraf
levhaları üzerindeki imgeler üzerine, izge çizgilerinin sıklıkları vb.
üzerine tahminler yapabilmektir, ve bu tahminleri
yerçekimi alanlarının gezegenlerin ve fotonların devimleri üzerindeki
fiziksel etkilere mi yoksa bir uzay ve zaman eğriliğine mi
yüklediğimizin hiçbir önemi yoktur’’
::
‘‘The important thing is to be able to make
predictions about images on the astronomers’ photographic plates,
frequencies of spectral lines, and so on, and it simply doesn’t matter
whether we ascribe these predictions to the physical effects of
gravitational fields on the motion of planets and photons or to a
curvature of space and time’’ (Gravitation and Cosmology, s.
147).
Önemli olan dünyayı anlamak değildir! Tahminler bütünüyle yeterlidir!
Gerçeklik bütünüyle ilgisizdir! Bir pozitivistin dili budur. Ve bir
pozitivistin bilim için güdüsü budur. Başka bir deyişle, görünürde olandan
daha etkili güdüleri vardır.
Hiç kuşkusuz bu irrasyonalizme karşı çıkan eğilimler de vardır. Ama
burada da ton öylesine çocuksu, öylesine saftır ki irrasyonalizmin
böylesine dirençsizce yayılmasına hayret etmemek gerekir. Coşkulu bir
havayla us adına, ussalcılık adına yazan bir fizikçi, bilimi usdışı
görecilikten ve kuşkuculuktan kurtarma girişiminde, Descartes’ın ‘cogito
ergo sum’undan, ‘düşünüyorum öyleyse varım’ından olanaklı en saçma
vargıyı çıkarır. Şöyle yazar:
‘‘Özdeğin gözlemciden bağımsız kendi varoluşunun
olduğunu kabul eden ‘realizm’e Niels Bohr ve Heisenberg’den çok daha
önce karşı çıkıldı. İlkin Descartes tarafından karşı çıkıldı. Descartes
‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ dedi. Ama masanın
düşünmediğini, öyleyse bir masanın varolmadığını söylemeye geçti.
Descartes bir masanın kendi bağımsız varoluşunun olmadığına inandı. Onun
için bir masa gözlemci olmaksızın olgusal olarak varolamazdı.’’
Sorun hiç kuşkusuz bu ‘yorum’un kimden geldiği değildir: alıntı
raslantısal bir görüşü yansıtmaz. Tersine, yaygın bir bilgisizliğin,
Platon’dan Hegel’e tüm idealizme yönelik bir boş-eleştirinin
temsilcisidir. Felsefenin/idealizmin tüm kaygısı görüngüyü gerçeklik ile
eşit olacağı bir kavramsal yapıya yükseltmektir, ve bu bakış açısı daha
baştan görüngünün varlık değil ama yalnızca gerçek olanın
varlık olduğunu kabul eder. Bu anlamda, ancak us tarafından doğrulanan
olgusallık gerçek olgusallıktır, özneden gerçekten bağımsız olandır, sözde
insan yetisine kapalı olduğu sanılan ama usun ışığına karşı bütünüyle
saydam olan ‘kendinde-şey’dir. Buna karşı, varoluşu yalnızca görüngüye
indirgeyen yan görgücülüktür — Sofistlerden Berkeley’e, Hume’dan
Kant’a, pozitivistlere ve Kopenhag yorumcularına dek. Gerçeklik, pekinlik,
saltık, kendinde-şey vb. birer öcü değildir; insan usu tarafından
erişilmesi olanaksız aşkınsallıklar ya da yücelikler de değildirler.
Kuramdan, bilgiden, gerçeklikten korkmamak gerekir. Eğer korkulacak birşey
varsa, bu görgücü irrasyonalizmin insan beyinlerinde yol açtığı
sakatlanmalardır: Hume ve Kant, her ikisi de insanlık için utanç verici
ırkçı bildirimleri ile kuşkuculuğun insanı yalnızca beyninde değil ama
fiziksel varlığında da nasıl küçülttüğünün örneklerini verirler
(bildirimler için ayrıca bkz. Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’ye
‘‘Kuşkuculuk Üzerine Birkaç Gözlem’’ başlıklı sunuş yazım). Benzer olarak,
irrasyonalist Heidegger ve Heisenberg durumunda Nazizm, Wittgenstein
durumunda savaş tutkusu ve fiziksel olarak saldırgan karakter pozitivizm
ve kişilik arasındaki ilişki üzerinde ciddi olarak düşünmeye götürmelidir.*
Felsefe ve görgücülük arasındaki ilişki us ve usdışı arasındaki ilişkidir.
Ve bilimin başlangıcında us ve usdışı arasındaki, felsefe ve karşı-felsefe
arasındaki ayrım açıkça anlaşılmalıdır.
Batı ‘rasyonalizmi’ — ki son zamanlarda postmodernist irrasyonalizme
karşı modernizmin savunuculuğunu üstlenmiştir — gördüğümüz gibi tüm modern
Batı tarihinde felsefeci ve bilimci adına sözcüğün gerçek
anlamında yaraşır az sayıda düşünürden biri olan, ve dünyaya Orta Çağların
inakçı bakış açısından başka bir de Usun kendisinin özgür bakış açısıyla
bakılabileceğini gösteren bir insanın, Descartes’ın ne dediğini bile
kavrayamayacak denli çürümüştür. Descartes’ı böyle okuyan bir kafa yapısı
barbarcadır. Bu ‘rasyonalizm’ hiç kuşkusuz irrasyonalizmin eline oynamayı
sürdürür. Bu aynı ‘rasyonalizm’ Platon ve Aristoteles ve Hegel’in ‘açık’
toplumun ‘düşmanları,’ aslında birer totaliter rejim yandaşı olduklarını
buyurur. Bu paranoid modernizm yürürlükteki türesizliği, sadizmi,
nihilizmi felsefelerinin en yüzeysel okumasını yapan bir kafaya bile
dolaysızca gösteren bu en değerli düşünürlerden yalnızca nefret eder. Ve
böyle ‘rasyonalizm’ en sonunda doğrudan doğruya irrasyonalist görgücülüğün
kendisini irrasyonalizme karşı bağlaşığı olarak ileri sürer. Popper
bağlaşıklarını anti-Semitik Frieslar, kötümser Schopenhauerler gibi us
posalarında bulur.
Batı rasyonalizmi çoktandır dayanılmaz bulduğu göreciliğe ve
öznelciliğe karşı patlama noktasına gelmiştir. Ama ne yazık ki hastalık
her yana yayılmıştır, ve iyileştirilmesi neredeyse inanılmayacak boş bir
umuttur. Göreci akademizmin gündelik söylemine şöyle bir bakmak durumu
aydınlatmaya yeter: ‘‘Eşzamanlı evrenler çokluğu,’’ ‘‘gözlemin varoluşu
belirlemesi,’’ ‘‘zamanın başlangıcı,’’ ‘‘uzayın sonu,’’ ‘‘özdeğin
yokluktan yaratılışı,’’ ‘‘kütlesiz parçacık,’’ ‘‘Bilinçli Evren’’ (bir
yazarın — MIT, Ph.D. — kitap başlığı), ya da ‘‘bilinçli dalga boyu,’’
‘‘nice kuramının anlığı evrenle birleştirmesi,’’ ‘‘doğanın saçmalığı,’’
‘‘insan anlığının realiteyi denetlemesi.’’ Ya da: ‘‘life on Earth started
with a quantum jump/Dünyada yaşam bir nice sıçraması ile başladı,’’ ‘‘free
will and consciousness are due to quantum mechanics/özgür istenç ve bilinç
nice mekaniğine bağlıdırlar’’ vb.
Bu anlatımlar yalnızca kıyısal bir eğilimi temsil etmezler. Birleşik
Devletler’de en saygın ‘bilimsel’ dergilerde yayımlanırlar, Nobel ödüllü
‘bilimcilerin’ kitaplarında bulunurlar, temel fizik ders kitaplarında
öğrencilere öğretilirler. Durum nice kuramı alanında en ödünsüz misolojiyi
kıskandıracak bir irrasyonalizmi sergiler. Bu irrasyonalizmi eleştiren bir
yazıdan birkaç alıntı yapabiliriz. Heisenberg Şöyle yazar (Physics and
Philosophy, the Revolution in Modern Science, 1966, s. 88):
‘‘Nedensellik yasası bundan böyle nice kuramında
uygulanmaz’’ :: ‘‘The law of causality is no longer
applied in quantum theory.’’
Neden kavramı usun kendisidir, öyle bir düzeye dek ki, nedenselliği
siler silmez evrenin kendisi şizofrenik olur. Ve ‘kaos kuramcılğı’ adı
altında evren adına bunun da kabul edildiğini göreceğiz. Nice kuramcısına
göre hiçbir neden yoktur, varolan yalnızca tansıktır. Daniel Greenberger
Discussion remarks at the Symposium on Fundamental Questions in Quantum
Mechanics’de bunu doğrular:
‘‘Nice düzenekbilimi Büyüdür’’ :: ‘‘Quantum
Mechanics is Magic.’’
Ve daha yakınlarda, Kopenhag yorumunu izleyen Nobel ödüllü Richard P.
Feynman’ın vargısı şudur:
‘‘Nice elektrodinamik kuramı Doğayı sıradan sağ
duyunun bakış açısından saçma olarak betimler. Ve deneylerle tam bir
anlaşma içindedir. Böylece umarım Doğayı olduğu gibi kabul edebilirsiniz
— saçma olarak’’ :: ‘‘The theory of quantum
electrodynamics describes Nature as absurd from the point of view of
common sense. And it agrees fully with experiments. So I hope you can
accept Nature as she is — absurd’’ (The Strange Theory of Light
and Matter, 1988, s. 10).
Dahası, bu saçma yorumların aslında hoş oldukları bildirilir:
‘‘EPR*deneyi
büyüye bildiğim herhangi bir fiziksel fenomen denli yakındır, ve büyüden
yararlanmak gerekir’’ :: ‘‘The EPR experiment is as close
to magic as any physical phenomenon I know of, and magic should be
enjoyed’’ (N. David Mermin, ‘‘Is the Moon There when Nobody Looks?
Reality and the Quantum Theory,’’ Physics Today, Nisan 1985, s.
47).
Bu kavramsız, bu mantıksız, bu postmodern kafa karışıklığı ortamında
her türlü saçmalık ‘bilimsel’dir, çünkü bilimin mitolojiden ya da
masallardan bir ayrımı yoktur, ve herşey geçerlidir. Ama bu ıvır zıvır
reddedildiğinde, bu sözde çığır açıcı ‘bilim adamları’ kendilerini
‘tutucu’ bir direnç karşısında görürler ve Ptolemi ve Kopernik dizgeleri
arasındaki ayrıma bağlı tarihsel çatışmaları, ya da giderek Galileo’nun
Engizisyona karşı savaşımını anımsatırlar! Ama gözden kaçırdıkları özsel
ayrımlar vardır. Kopernik dizgesi Ptolemi’nin dizgesini reddetmeyip olduğu
gibi kabul etti, ve yalnızca bakış açısını değiştirerek Ptolemi’den de
önce ileri sürülen günözeksel bakış açısına geri döndü. Görüngüler
bütünüyle aynı kaldı. Öte yandan, bir eytişim ustası olan Galileo Us adına
ve Us uğruna çalışır çabalarken, varlığını ussallığı savunmaya adarken, bu
modern hordaların savaşımı açıkça usdışı adınadır — tıpkı Katolik
Engizisyonun kendisi gibi. Bu modern keşişliğin sözcülüğünü üstlenen
popüler Scientific American’da yeni dinin, pardon Yeni Fiziğin
sayısız örnekleri bulunur. Birini okuyabiliriz (1990, Ekim, s. 82):
‘‘Çoğul Evrenler Kuramı: Princeton
Üniversitesinden Hugh Everett III bu kuramı 30 yıl kadar önce nice
kuramında gözlemcinin rolü ile ilgili soruları çözmek için ileri sürdü.
Nice fiziğine göre, örneğin elektron gibi bir parçacık çok sayıda yolu
aynı zamanda izliyor görünür, ve gene de bir fizikçi elektronu
gözlediğinde onu yalnızca tek bir yolu izlerken bulur. Almaşık yolların
ortadan kaldırılış tarzından rahatsız olan Everett elektronun gerçekte
tüm yolları izlediği gibi bir öneride bulundu — yalnızca yollar değişik
evrenlerde olmak üzere. Çoğul Tarihler Kuramı. Santa Barbara’da
Kaliforniya Üniversitesinden James B. Hartle ve Kaliforniya
Uygulayımbilim Kurumundan Murray Gell-Mann ise Everett’in kavramını
bütün evrene genişlettiler. Big Bangın hemen ardından, Hartle’a göre,
evren öylesine küçüktü ki değişik yollar izleyen bir atomaltı parçacık
olarak görülebilirdi. Hartle ‘tarihler’ terimini ‘evrenler’ terimine
yeğler, ve Everett’in tersine, almaşık yolları olgusallıklar olmaktan
çok ‘gizillikler’ olarak düşünür. Kaotik Genişleme. Sovyet
fizikçisi Andrei D. Linde evrenin yaklaşık 10–35 saniye
aşamasında kaotik bir köpük olduğu kuramını ileri sürer; değişik
bölgelerin değişik fiziksel özellikleri vardı ve değişik zamanlarda
genişlemeye, kısa ama olağanüstü bir büyüme fışkırmasına uğradılar.
Genişlemeden sonra bölgeler öylesine engin uzaklıklar tarafından ayrıldı
ki büyük ölçüde birbirlerinin etkileri dışında kaldılar. Sonuçta ayrı
ayrı kozmozlar oluştu. Kurtdelikleri. Cambridge Üniversitesinden
Stephen W. Hawking, Harvard Üniversitesinden Sidney R. Coleman ve
başkalarına göre nasıl elektronlar birdenbire bir noktadan bir başkasına
‘tünelleyebiliyor’ ise, uzay-zamanın kendisi de bunu yapabilir.
Uzay-zamanın tünellemesi ya aynı evrende başka noktalara ya bebek evren
denilen cul-de-saclara [=çıkmaz sokaklar; burada: tüp dipleri] ya
da bizimki denli büyük başka evrenlere götüren kurtdelikleri yaratır.
Kendin-Yap Evreni. Massachusetts Uygulayımbilim Kurumundan Alan H.
Guth laboratuarda bir evren yaratmanın olanaklı olduğunu düşünür.
Görevin bir tencere dolusu özdekten biraz daha çoğunu gerektireceğini
söyler. İşin güç yanı özdeği bir kara-delik durumundaki yoğunluklara dek
sıkıştırmak ve her nasılsa genişlemesini sağlamak olacaktır — tıpkı big
bang yer aldığı zaman evrenin yapmış olduğu gibi. ‘Bunu bir mühendislik
problemi olarak düşünmek isterim,’ diye belirtir Guth, ‘gelecekteki bir
uygarlık tarafından çözülmesi olanaklı bir problem olarak.’ ’’
Schrödinger 1952’de şunları yazdığı zaman Batı bilimciliği göreli
olarak çok daha az sağlıksız bir durumdaydı:
‘‘Fizik ağır bir düşünceler bunalımı içindedir. Bu
bunalım karşısında, birçokları [Kopenhag okulu] olgusallığın nesnel bir
tablosunun olanaksız olduğunu ileri sürerler. Bununla birlikte,
aramızdaki iyimserler (ki kendimi onlardan biri sayıyorum) bu görüşe
umutsuzluktan doğan felsefi bir aşırılık olarak bakarlar. Umuyoruz ki
şimdiki düşünme dalgalanmaları yalnızca eski inançların bir altüst
oluşunun belirtileridir ve sonunda bugün konumuzu kuşatan formüller
dağınıklığından daha iyi birşeye götürecektir.’’
* * *
Bir Hıristiyanı dünyanın düz olduğuna inandığı için
kınayamayız, çünkü Hıristiyandır ve belli dogmaları sorgusuzca doğrulamak
zorundadır. Kınanacaksa, ancak Hıristiyan olduğu için kınanabilir. Ama hiç
bir dışsal yetke altında olmaksızın, ne olursa olsun hiçbir baskı altında
olmaksızın evrenin durağan yıldızlarla dolu sonlu bir kürecik
olduğuna inanmaya çalışan biri söz konusu olduğunda, açıktır ki güdüsünün ne
olduğunu sormalıyız. Einstein’ın Hawking gibi gösteri yapmakla ilgilendiğini
söylemek güçtür.*
Ama dayandığı şey Us ya da sağduyu da değildir; gözlem
ve deneyim ise hiç değildir. Bu Giordano Bruno’yu yokeden,
Galileo’nun ve tüm ussalcıların yenmek için öylesine çabaladıkları boşinanç
tutumuna geri dönmekten başka birşey değildir. Evrenin sonlu, dingin,
küresel olduğu konusunda ne ussal ne de görgül hiçbir kanıt yokken böyle
saçmalıkları ileri sürmek, dahası bu desteksiz tasarımlar adına sağduyuya,
usa saldırmak olsa olsa bir us dengesizliğidir.
Bu bakış açısı modern Batı toplumunun sağlıklı olması ölçüsünde
sağlıklıdır, ve ussal olması ölçüsünde ussaldır. Ama bu düzenin ussallığı
bir hiledir: Baskı, sömürü, savaş ve sayısız başka kötülüğü varoluşunun
zorunlu bir koşulu olarak içerir, ve bunların arasında Bilimin
irrasyonalizme teslim edilişi de vardır: ‘Non-Euclidean’ geometriler,
Cantor’un ve Russell’ın eşit ölçüde irrasyonel ‘aritmetikleri,’ görelilik ve
nice kuramları, bu saltık saçmalıklar bu uygarlığın pozitif bilincinde bile
işlerin çoktandır ters gittiğinin semptomlarıdır. Belirlenimsizlik,
anlamsızı, saçmayı fiziğe aktaran bir matematikselcilik — tüm bunlar bu
bilincin bozulmasını, bir us yarılmasını, bir şizofreniyi gösterirler.
Bilimsel nesnelliği çiğneyen kafa yapısı bilimsel dürüstlüğü de
çiğner. Einstein özel görelilik ilkesini ilkin Poincaré’den ve
başkalarından öğrendi. İlkenin yanlış yorumu ilkenin çalınması ile
dolaysızca ilgilidir. Tıpkı Newton’un Kepler’e ve Descartes’a ve başkalarına
borcunu örtbas etmesi gibi, o da öncellerine haklarını teslim etmekten
kaçındı, giderek sık sık kendini güç durumlara düşürme pahasına bu eğrilik
tutumunda diretti. Lorentz bir 1904 yazısında Poinceré’nin devinen cisimler
açısından elektriksel ve optik fenomenlere ilişkin kuramın tutarsızlığını
gördüğünü anlatır. Michelson-Morley deneylerinin olumsuz sonuçlarının
dikkate alınması ve ışık hızının değişmezliğinin kurama katılması gerektiği
açıktır. Kısaca, elektromanyetik eylemler dizgenin deviminden bağımsız
olarak alınmalıdırlar. Einstein’ın 1905 özel görelilik yazısı iki
konutlamayı da kabul eder ve ‘‘ışık etherinin gereksiz’’ olduğunu belirtir.
Ama ne Michelson-Morley deneyine ne de Poincaré ve Lorentz’e herhangi bir
gönderme vardır. Einstein aynı yazısında etherin gereksizliğini, bir yana
atılması gerektiğini ileri sürer. Ama daha sonra görüşünü değiştirir, ve
fiziksel etherin genel görelilik için vazgeçilemez olduğu konusunda uzun
uzadıya yazılar yazar, konuşmalar yapar. Ve sonra yine etheri silip atar.
Tensör kalkülüs konusunda da aynı kararsızlıklar görülür.
Gedankenexperiment denilen şeyler hilelerle dolup taşar. Ve göreliliği
doğrulayan tarihsel/klasik deneylerin kendileri de. Münih Üniversitesi
Gözlemevinden Schmeidler ‘‘The Einstein Shift — An Unsettled Problem’
başlıklı bir yazı ve ayrıca 1922 güneş tutulması için 92 yıldızın
kaymalarını gösteren bir tablo yayımladı (F.Schmeidler, Sky & Telescope,
27 (4), 217 (1964)). Kaymalar her yöne dağılmıştır, ve pekçoğu beklenen
kaymanın kendisi kadar büyük miktarlarda ters yönlere gider. Başlangıçta
görelilik kuramını doğruluyor olarak yorumlanan 1919 ve 1922 verilerinin
daha öte yoklanması daha büyük bir kaymanın olduğunu, bu yüzden ölçümlerin
küçültüldüğünü ve giderek birçok yıldızın hesaplardan atıldığını gösterir.
Vb.
Abraham Pais ödül kazanan bir fizikçidir ve Einstein’ı yaşamının son
dokuz yılı boyunca yakından tanımıştır. ‘Subtle is the Lord...’
The Science and the Life of Albert Einstein’da Einstein’ın kendi
sözleriyle ‘‘unscrupulous opportunist/duyunçsuz bir fırsatçı’’
olduğunu yazar.
* * *
Törel ve bilimsel düşünce yapıları arasında bir koşutluk var
mıdır? Us bir yanıyla doğru ve öte yanıyla eğri olabilir mi? Ussal,
sağduyulu bir kişilik yapısı nükleer bomba üretebilir mi?
Öyle görünür ki bilimsel DEĞERLERİ çiğneyen kafa yapısı insan
DEĞERLERİNİ de çiğner. Heisenberg yalnızca ‘bilimsel’ irrasyonalizmin
değil ama ‘törel’ irrasyonalizmin de benzersiz örneğini sunar. Yaygın
olarak yirminci yüzyılın en iyi fizikçilerinden biri olarak kabul edilir. En
iyi fizikçide en kötü insan özellikleri olabilir mi?
Heisenberg pekala bir düğmeye basarak kentleri yoketmenin savaş değil ama
soykırım olduğunu biliyordu. Aslında ülkesinde insanların başına nelerin
geldiğini de biliyordu. Onayladığı, doğruladığı ve uğruna çabaladığı rejimin
ideolojik yapısını başka herkesten daha iyi anlayabilecek bir durumdaydı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyasında kalmayı yeğleyen bilim
adamları ile birlikte Nazi rejimi için canla başla çalıştı. Führer için,
üstün Alman ırkının dünya denetimi için nükleer bombanın yapımı başlıca
amacıydı. Ama başarısızlığı, beceriksizliği insanlık için paha biçilmez bir
şans oldu. Heisenberg tüm kuramsal yeteneğine karşın dikkatsiz bir insandı.
Yarılma tepkimesi için gereken kritik kütleyi 96 ton olarak hesapladı
(yaklaşık 50 kg yerine). Bu başarısızlık daha sonra Alman bilimcilerinin
‘‘duyunçlu, ilkeli seçimleri’’ olarak bildirildi. Heisenberg suçlu
bulunmadı. Tersine onu suçlu gösterebilecek bulgular hasıraltı edildi,
Avrupa’nın gizli belgeler arşivine kaldırıldı, ve savaştan sonra Avrupa’da
kendisine sunulan onur yerini kabul etti (CERN). Özgür Batı uygarlığının
uysallaştırılmış bombacılara büyük gereksinimi vardı. Beynin kimde
bulunduğunun hiçbir önemi yoktu.
Üstün-insan ilkesi ancak gerçekten üstün-insan olmayanlar için
duyunç ilkesi ile bağdaşır. Bu denklem nice matematiğinde karşılaşılanlardan
daha büyük bir güçlük yaratmaz, ve Heisenberg pekala çözümünü bulabilecek
denli eğitimliydi. Her ekinde kendini üst-insan imgeleriyle avutacak
alt-insanlar vardır. Bu zavallıların güdüleri kendi zayıflıkları ve bu
zayıflığın bakış açısından insanlık karşısında duydukları güvensizlik,
endişe ve en sonunda paranoyadır. Evrensel us karşısında Kuşkuculuk bu
duygular ve hastalık için ortak paydadır. Üstünlük görelidir. Astlığı
varsayar. Güç İstenci kendinde, özünde, asıl doğasında düşman olarak
algılanan bir dünyaya karşı en iyi Darwinci açıklama olarak görünür. Gene de
karşıtlık dışarda değil ama içerdedir: Üstünlük duygusu bilinçsiz bir
aşağılık duygusundan başka birşey değildir. Kişi dışsal dünyasını, yaşantı
dünyasını kendi öznel kategorileri yoluyla algılar. Onu kendi bilinçaltı
dünyasının tonlarıyla tanır. Düşman bir dünya korkak bir kişiliğin
yaratısıdır. Ve bu öznel kategorilerin nesnel dünyanın ‘kendinde’sine
karşılık düşmesi ciddi bir felsefe eğitimini gerektirir. Heisenberg yaşamı
boyunca ‘üstünlük’ uğruna kavga verdi. Yaşantı dünyası tıpkı usdışı
kategorileri yoluyla anlamaya çalıştığı gülünç evreni denli usdışıydı.
[
Alman nükleer bomba üretme çabaları üzerine Jonothan Logan’ın The
Critical Mass başlıklı Mayıs-Haziran 1996 American Scientist
makalesinden alıntılar ]
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye / Denizli
Ana Sayfa /
index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)/Astronomy
|
|