Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey / Denizli
Genel
görelilik (Rölativite Kuramı)
Işık ve Zaman (1)
Einstein'ın 1915' te geliştirdiği genel
görelilik kuramı bize evrenin bir başlangıcı ve de bir sonu olması gerektiğini
ileri sürer. Rölativite günümüzde evrenin oluşumu konusunda en çok kabul gören
kuramına da ışık tutar.
Rölativite kuramı ışık ve zaman kavramlarına yeni bir yorum getirir. Genel
Görelilik kuramına göre;Işık hızı evrendeki en büyük hızdır.
Evrendeki tüm maddeler ışıktan daha yavaş hareket ederler. (Parçacık fiziğinde
nötrino gibi egzotik atomaltı parçacıklar kimi zaman ışık hızında hareket
edebilirler. ) Işık saniyede 280 bin kilometre hızla hareket eder. Bu evrenin
geçmişinde olduğu gibi bundan sonra da böyle olacaktır. Yine Genel Görelilik
Kuramı'na göre, evrendeki her gözlemci ışığın hızını aynı ölçmek
zorundadır. Ayrıca ışık hızına ulaşabilen herhangi bir cismin kütlesini ölçme
şansımız da olamayacaktır. Çünkü ışık hızına ulaşan bir cismi ölçmek için
kullanacağımız cetvelin de kütlesi aynı ölçüde uzayacaktır. Eğer diyelim ki 30
cm'lik bir cetveli ışık hızıyla uzaya fırlattığımız zaman cetvelin uzunluğunu
ölçecek bir 'birim' bulamayacağımız için cetvelin uzunluğu 'sonsuz' olacaktır.
Yani kütle, ışık hızına ulaştığında 'kütlenin hiçbir koşulda
değişmeyeceği' nin varsayıldığı klasik fizik yasası da çöker. Kütle, ışık
hızına ulaştığında 'sonsuz' bir enerjidir artık. Einstein böylece kendisinden
önce kütle ve enerjinin apayrı şeyler olduğunu ileri süren kuramları da
yıkıyordu. Kütle ve enerji birbiriyle değiştirilebilir demekti bu.
Işığın hızı her koşulda sabittir ve ışık hızının söz konusu olduğu bir
denklemde diğer hızlar dikkate alınmaz. Bilinen mekanik prensiplerine göre belli hıza
sahip bir hareketliden, hareket yönünde belli bir hızla fırlatılan bir cismin gerçek
hızı, cismin hızı ile hareketlinin hızının toplamına eşittir. Saatte 80 km hızla
hareket eden bir otomobilden, otomobilin gittiği yöne doğru saatte 3 km hızla hareket
eden bir taş fırlattığımızı düşünelim. Taşın gerçek hızı 80+3= 83 km'dir.
Taşı aynı hızla otomobilin penceresinden geriye doğru fırlatırsak taşın hızı
80-3= 77 km olacaktır. Ancak ışık hızı söz konusu olduğunda bu denklem çöker.
Einstein ışığın hızını saniyede 280 bin km olarak hesaplamış ve bunu ünlü
formülünde E=m.c2 olarak göstermiştir. Formülde E, enerjiyi,m kütleyi c de ışık
hızını gösterir. Işığın kaynağı ne olursa olsun, ister milyonlarca yıl
uzaklardaki galaksilerden yansısın, isterse kalem pille çalışan bir el fenerinden
yayılsın saniyede 280 bin km hızla yol alır evrenin her yerinde.
Biraz önceki otomobil örneğine geri dönelim. Otomobil, üzerinde ışık saçan bir
polis otosu olsun. Polis otosu saate 80 km hızla bize doğru yaklaşıyor. Bu durumda,
otomobilden taş atma örneğinde olduğu gibi iki hızı toplamamız gerekirdi ama,
böyle değil. Eğer bir hareketli cismin üzerinde ışık yayan bir 'şey' varsa gerçek
hız yalnızca ışık hızıdır. Hareketin hızı geçersizdir. Aynı şekilde polis
otosu bizden uzaklaşıyorsa bu durumda da hızların farkı alınmaz; yine ışık hızı
geçerlidir. Işığın hızı referans alındığında başka bir değer olmadığını
kabul eder ve bir klasik matematik denklemini daha yıkarız: 1+1=2 değil, 1+1=1'dir.
Işık çekim alanlarınca
eğilip, bükülür.
Evrendeki her kütle Newton yasaları gereği kütlesinin büyüklüğüne bağlı
olarak bir çekim gücü yaratır. Çekim gücü diğer cisimleri çektiği gibi
ışığıda kendisine doğru çeker ve ışık kütle sözgelimi güneş ya da herhangi
bir gezegenin yanından geçerken, çekiminin etkisiyle yolunu değiştirir. Bu, birçok
gözlemde astronomları yanıltabilen bir gerçektir.
Diyelim ki, güneşe yakın bir yıldızı gözlemliyoruz. Bu yıldızın ışığı
bize doğru yol alırken güneşin kütleçekim etkisiyle bir 'kavis' yapar ve gözlemci
ışığın kaynağı konusunda kuşkuya düşer. Ancak, güneşin bu kütleçekim
etkisini ancak va ancak bir güneş tutulması sırasında algılayabiliriz. Çünkü
güneşin parlaklığı ona yakın yıldızları gözlememizi olanaksızlaştırır.
Kütle çekim gücünün ışığı eğip bükmesi evrenin geometrisinin de değişmesi
anlamına gelir. Genel Göreliliğe göre uzay boşluğu eğri büğrü bir yerdir.
Yıldızlar, gezegenler çekim güçlerinin etkisiyle çevrelerinde sanki çukurlar
oluşturmuşlar; tıpkı, gergin bir bezin üzerine ağır toplar atılmış gibi eğri
bir uzay geometrisi yaratmışlardır. http://www.minidev.com/gokyuzu/gokyuzu_editor23.asp
Adresinden alınmıştır.
ÖZEL GÖRELİLİK VE Einstein
“Mekân dediğimiz şey,
hariçte mevcut değildir. Bizim mekânda idrak ettiğimiz nesneler, aslında mevcudatın
öz yapısından dış yapısına, yahut, dış yapısından öz yapısına doğru dizilme
içinde bir bütündür ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre
kıyaslama metodundan başka bir şey değildir...”
şeklindeki ifadeleri,
yerleşik düşünceleri alt üst etmişti.“Gördüğümüz
objelerin, enerjinin yoğunlaşmış hali” olduğunu
açıklaması, yüzyıllar boyunca klasik fizikte kabul gören, maddenin,
yapı taşlarının birleşimiyle meydana geldiği anlayışını
çürüttü. Görülen nesnelerin, kütlesel yapılarının olmadığı ortaya çıktı.
Madde, aslında enerjinin bir yoğunlaşma biçimiydi. Değişim tarzı ile formüle
edilen enerjinin madde skalasındaki görüntüsü, görme aracına
bağlıydı.
Aslında, bizim şu anda gördüğümüz
nesnelerin veya boşluk diye algıladıklarımızın atom altı düzeyde birbirinden
hiçbir farkı yoktur ve sınırla birbirinden ayrılmış da değildir. Bu, Tümel,
sınırsız bir bütünlüğün varlığını da kanıtlar. Mistik eserlerde vurgulanan
“Evren bilinçli ve canlı bir yapıdır; beş
duyu kayıtlarıyla algılanan alemler gerçekte hayaldir” sözü, yıllarca evvel
kendi hakikâtini bilen kişilerce tespit edilmiştir.
Einstein, bir nesnenin kütlesinin,
belirli bir enerjiye eşdeğer olduğunu E=mc^2 şeklinde formüle etti. Bu formül, aynı
zamanda o nesnenin durağan bir yapı olarak algılanamayacağının ispatıydı. Yani madde
değil, Evrensel Enerjinin varlığı söz konusuydu.
Nükleer fisyon ve füzyon süreçlerinde
çok büyük miktarda enerjinin serbest kalması da kütle ile enerjinin eşdeğerliliğini açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.(*1) Bunun
en iyi örneği Hiroşima’ya atılan atom bombasıdır.6 gramlık bombanın
patlamasıyla 1 gramlık madde kaybı olmuş,sonuçta 10^21 erglik muazzam bir enerji
oluşmuştur
Genel görecelik kuramı ile, uzayın
yapısının matematiksel tanımını yapan Einstein, Evrenin sürekli uzay ile zamandan oluştuğunu ve
karmaşık dört boyutlu bir eğri biçiminde olduğunu öne sürerken tahmin
edilemeyecek güç düşüncelere yol açtı. “Uzay; artık düzlem değil , içinde
barındırdığı cisimlerden etkilenerek kavisleşen bir yapıdır.” Bütün deneylerin onayladığı gibi Einstein’ın
evreni; eğilmiş bir uzay ile geometrik düzeni değiştiren bir çekimi, boyut ve
kütlenin değişebilirliğini, farklı hızlarda hareket edenler için zamanın
aynı hızda geçmediğini, kısaca ,hiçbir
şeyin göründüğü gibi olmadığını göstermektedir. (*2) Bunun açık
anlamı ise, “zamanın mekâna ve hıza bağlı
olarak değiştiğidir. Mutlak akan bir zaman
düşünülemez; yalnızca bulunduğu mekâna ve
hıza göre, kişinin zamanından
bahsedilebilir. Örnek vermek gerekirse, Güneşte zaman daha ağır geçer. Işık
hızına bizden daha yakın hızda hareket eden varlıklar için de zaman daha yavaş
akacaktır.”
Rölativite teorisini denemek için,
1972’de iki Amerikalı araştırmacı, jet uçağıyla dünya çevresinde bir tur attı.
Uçağa konan süper duyarlı dört atom saatinin, uçuş sırasında yeryüzündeki sabit saatlere göre 50 nanosaniye
geri kaldığı gözlemlendi. (1 nanosaniye; milyarda 1 saniye demektir. Fakat ; bir jet
uçağının hızı da ışık hızına oranla, yok denecek kadar azdır. Jet uçağı,
saatte 1800 Km. yol alsa, saniyedeki hızı 0.5 km.’dir. Işığınki ise, 300.000
km.’dir) Bu kadar düşük hızların bile
zamanı yavaşlatmaya yettiği görüldüğünde, teorinin haklılığı açık seçik
olarak ortaya çıkıyordu.
Birçok bilim adamı Einstein’in
çalışmalarını “anlaşılmaz ve inanılmaz” diye nitelendirirken, kuramları
matematik açısından izleyenler dahi, böylesine ters düşen sonuçları kabul etmeye
yanaşmadılar. Teorileri sınamak için pek çok deney yapıldı. Bunlar son derece
pahalı ve yorucuydu, inanılmaz derecede duyarlılık gerektiriyordu. Ama, üç çeyrek
yüzyılı aşkın süredir testten geçirilen İzafiyet Teorileri, her defasında
gözlemlerle çok büyük ölçüde uyum sağlamıştır.
Artık, Einstein, istese de istemese de
dünya çapında önemli bir kişi olarak kabul ediliyordu. Toplum, onu eşi bulunmaz bir
bilim adamı olarak görüyor ve bu şekilde anıyordu.
1933 yılında Naziler Almanya’da
egemenliği ellerine geçirdiklerinde onun yurt dışında olmasından faydalanarak, tüm
varlığına el koydular. Kendi vatanından kopan bu bilim adamına ABD kucak açtı. New
Jersey’de Princeton Yüksek Çalışmalar Merkezinde kaldı ve ömrünün sonuna kadar
burada çalıştı.
O kendini şöyle tanıtıyor: “Ben tek
koşulmak için yaratılmış bir atım. İşbirliğine ve ekip çalışmasına giremem.
Hiçbir ülkeye, kişiye, arkadaş çevresine hatta kendi aileme tam bağlanamadım. Bu
ilişkilerde daima bir mesafe kalmıştır. Kendime dönme, içime kapanma eğilimi
giderek güçlendi. Bu tür soyutlama kişiye acı çektirir. Ama, başkalarının
anlayış ve sempatisinden uzak kaldığıma pişman değilim. Kuşkusuz, kaybım
olmuştur. Buna karşılık, başkalarının
önyargılarından ve değerlendirmelerinden bağımsız kalabilme gibi bir kazancım var.”
Bu sıra dışı
dahinin sırlarını çözmek için, ölümünden sonra, beyni üzerinde birçok inceleme
yapıldı.
Yakın zamanlarda elde edilen
bulgular sonucunda,
“Matematiksel mantıkla ilgili olduğu sanılan ve iki kulak hizasında yer alan
bölümün, onun beyninde % 15 daha büyük; ayrıca beynin ön tarafından arkasına
uzanan “sulcus”adlı kısmının onda, doğuştan kısa olduğu, böylece, o bölgede
daha çok sinirin bağlantı kurarak birlikte daha kolay çalışabildiği bildirildi. Bu veriler de, onun dahi olarak doğduğunu
göstermekteydi. (*3)
Biz
“Tanrı zar atmaz” diyen Einstein’in
bilimsel olarak insanlık alemine büyük katkılarda bulunduğuna inanırken, özellikle maddenin beliriş biçimini saptamasına rağmen ,
madde ile zihin arasındaki ilişkiyi çözemediğini,
bütün oluşlara karşın, Tanrısallık kavramından kurtulamadığını tespit
etmekteyiz. Ne
var ki, bütün şartlarda dahi, gerçek referansa giden yolu inşa ettiği için onu
insanlığa ışık tutanlar sınıfında değerlendiriyoruz.
ALINTI:http://afyuksel.com
----------------------------------------------
Karadelikler
Karadelik adını kim koydu? Karadelikler gözlendi mi? Daha gözlenmeden
karadeliklerin özelliklerini nasıl öngörebiliyoruz?
Genel görelilik
rönesansının en önemli ve en heyecan verici aşamalarından biri kara deliklerin
incelenmesi ve araştırılmasıdır.
KARA DELİKLER :
Şimdi evrenin evrimini ve
genel göreliliği ilgilendiren bir sorunu konuşacağız..
Bu sorun, karadelik denen
kozmik bir kavramdır. Konu 1960’ların başında, astrofizikçilerin kuasarları
açıklamaya çalıştıkları sırada başladı;bir X-ışını kaynağında bir kara
deliğin olası saptanmasından sonra 1970’lerin ortasında,akkor hale geldi ve bugün
genel göreliliğin en aktif dallarından biri olarak devam ediyor.
Karadelik fikrinin ilk kez
ima edilmesi,amatör bir İngiliz astronomu olan saygıdeğer John Michell’in
yazılarında yer almış olup 18’inci yüzyıla kadar geri gider. O,ışığın, adi
maddenin çekilmesine benzer şekilde,gravite tarafından çekilebileceğini öngören
tanecik kuramına dayanarak Dünya ya da Güneş gibi bir cismin yüzeyinden yayılan
ışığın büyük mesafelere uluştuğunda,hızında zamanla azalma olacağını
kaydetti (Doğal olarak Michell özel göreliliği bilmiyordu). Güneş'le aynı
yoğunlukta bir cisim,yayınladığı ışık sonsuza gitmeden onu durdurup geri
çekebilmesi için,hangi büyüklükte olmalıdır? Onun elde ettiği yanıt, Güneş’in
çapının 500 katı olduğu idi. Böylece ışık, böyle bir cisimden asla
kurtulamazdı. Bugünkü dilde,böyle bir cisim yaklaşık 100 milyon güneş kütlesinde
süper masif bir karadelik olmalıdır.
Her ne kadar dönmeyen bir
kara delik için genel görelilik çözümü 1916’da Karl Schwarzschild tarafından
bulunmuş ve bir kara delik durumuna gravitasyonal çöküşün hesaplanması 1939’da J.
Robert Oppenheimer ve Hartland Snyder tarafından başarılmış ise de karadelik
fiziği,astronomların kuasarlardan enerji çıkışı problemi ile yüzyüze kaldıkları
ve matematikçi Roy Kerr’in dönen kara delik çözümünü bulduğu 1960’ların
ortasına kadar gerçekte başlamadı.
Bir karadelik,bir yıldız
kendisini kütle çekimine karşı destekleyen ısıyı ve basıncı oluşturmak için
gerekli termonükleer yakıtı attığı zaman şekillenir. Yıldız çökmeye başlar ve
yeteri kadar masif ise yıldızın yarıçapı,gravitasyonal yarıçap ya da Schwarzschild
yarıçapı denen bir değere ulaşıncaya kadar çökemeye devam eder.. Uzaktaki
gözlemci, düşen gözlemci bir kez gravitasyonal yarıçapın içinde kalınca,ondan
gelen hiçbir sinyali göremez. Kabın içinde yayınlanan hiçbir sinyal “olay ufku”
denen gravitasyonal yarıçap ile sınırlı küreden dışıraya asla kaçamaz.
Karadelik fiziğinin
yasaları 1960’ların ortalarından başlayarak kuruldu ve kodlandı.
Örneğin,Kerr’in (dönen) ve Schwarzschild’in (dönmeyen) çözümlerinin tek
oldukları bulundu. Genel görelilikte başka karadelek çözümleri yoktur. Her
karadeliğin içinde bir “gariplik”,gravitasyonal kuvvetlerin sonsuz
olduğu,garipliği ortaya koymak isteyen oldukça sonsuz bir gözlemci için zamanın sona
erdiği,şüphesiz tüm fizik yasalarının iflas ettiği patalojik bir uzay-zaman
bölgesi bulunur. Ne iyi ki karadeliğin olay ufku,böyle garipliklerin dış dünyüya
yaklaşmasından ileri gelebilecek herhengi bir acayip olayı önler( bu kavram “kozmik
sansür” şeklinde isimlendirildi). Stephen Hawking 1974’te,bir karadeliğin
dışındaki fiziğe uygulanan kuantum mekaniği yasalarının,termal enerji spektrumuna
sahip parçacıkların yaratılmasıyla onu buharlaştırmak için ve eşlik eden bir
sıcaklık ve entropiye sahip olmaları için gerekli olduğunu buldu. Bu buluş, tüm
temel etkileşmelerin büyük bir sentezi için kuramsal araştırmanın yenilenmesine
yardım eden kütle çekimi, termodinamek ve kuantum mekaniği arasındaki dikkate değer
ilişkiyi ortaya çıkardı. Bununla birlikte,astronomik kütlelerin kara delikleri için
buharlaşma tamamen önemsizdir. Çünkü, Güneş kütlesindeki bir karadelik için T= 10
–6 K’dır.
Karadelikler kuramı
hakkında her ne kadar çok şey biliniyorsa da bunlar hakkında gözlemsel olarak
oldukça az şey bilinir. Karadeliklerin varlığı için,kanıtklarının etkili olduğu
pek çok durumlar olmuştur;ancak tüm durumlarda bu etki dolaylıdır. Örneğin
X-ışınları kaynağı olan Cygnus X1 karadeliğinde,X- ışınları kaynağının,bir
dev yıldız etrafındaki yörüngede bulunan ve yaklaşık 6 güneş kütlesinden daha
büyük kütleli çökmüş bir cisim olduğuna inanılmaktadır. Bu cisim bir nötron
yıldızı olamaz, çünkü genel görelilik nötron yıldızlarının yaklaşık 3
güneş kütlesinden daha hafif olmaları gerektiğini öngörüyor. Buna göre cisim bir
karadelik olmalıdır. X- ışınları,eşlik eden yıldızın yüzeyinden çekilen madde
tarafından yayınlanır ve kara deliğin etrafındaki spiral şeklindeki bir yörüngeye
gönderilir. Benzer şekilde M87 ve belki de bizimki gibi bazı galaksilerin merkezinde
100 ile 100 milyon güneş kütlesi arasında çökmüş cisimlerin bulunduğuna dair
kanıt vardır. Bir kere kara delik modeli,gerekli olmadığı halde, gözlemlerle
uyuşur. Süper masif,dönen kara deliklere madde eklenmesi bir çok quasarda ve aktif
galaktik çekirdekte gözlenen,dışarı giden madde jetleri oluşturabilir. Kara
deliklerin dedeksiyonuna yardımı olabilen bu ve diğer astrofiziksel süreçler
rölativistler ve astrofizikçiler tarafından incelenmektedir.
(Clifford M. Will,
Serway-Fen ve Mühendislik İçin Fizik, Palme yayıncılık,S:1142-1144)
Karadelik
Nedir?
“Gözlemciler, Hubble
ile bir gaz bulutunun hareketini incelediler. Veriler ve gözlemler, görülmeyen bir
nesnenin gaz bulutunu çekim etkisi altına aldığını ve etrafında döndürdüğünü
gösterdi. Gaz bulutu, başlıcı hidrojen atomları içeriyordu ve sıcaklık 10 bin
kelvin derece dolayındaydı. Hubble, gaz bulutunun merkezden 60 ışık yılı
uzaklıktakı bir kısmının tayfında kırmızıya kayma saptadı; bu bölge bizden
uzaklaşıyordu (Doppler olayı). Gaz diskinin tam aksi yöndeki bölgesi ise maviye kayma
gösteriyyordu; yani bu bölge bize doğru geliyordu. Asıl ilginç olan, yaklaşan ve
uzaklaşan bölgelerin hızıydı. Yaklaşan ve uzaklaşan bölgelerin hızları aynıydı
ve saniyede 550 kilometre idi. Peki gaz bulutu neyin etrafında dönüyordu? Bulunan
gerçek bir karadelikti. Bulunan karadelikin kütlesi, Güneşinkinin 3 milyar katıydı.
Bu kütle, yaklaşık Güneş sistemi kadar olan bir hacim içine sıkışmıştı. Başka
bir deyimle bizim galaksimiz (gökadamız) olan Samanyolu' nun onda birine sahip olan
kütle 9x 10 üssü 29 kilometreküp gibi kozmik ölçülerde küçük bir hacme
sıkışmıştı.
Hubble, o gaz bulutunu
fıldır fıldır çevresinde döndüren karadelik denen odağı "görmedi".
Çünkü gözle görmek demek, görünür ışığın nesneden sizin gözünüze
ulaşması demektir. Ama karadelikler, asla görülemez. Çünkü karadelikler,
ışığın bile kendisinden çıkmasına, kurtulmasına izin vermeyen cisimlerdir.
Nesneler, karadeliğin içine düşer; ama asla oradan kaçıp kurtulmaz. Dışarı
çıkmak için ışık hızından daha büyük bir hızla hareket etmek gerekecek. Buna da
genel görelilik kuramı sınır getiriyor. Genel görecelik, ışık hızını evrende
bir limit hız olarak bildirir.
1929 yılı, evrenin
statik olmadığını gösteriyordu. Einstein o zamanlar, kozmolojik değişmez denen bir
kavram öne sürmüştü. Genel Görecelik denklemleri, evrenin genişliyor ya da
büzülüyor olması gibi iki seçenek sunuyordu. Böylece Evrendeki kütle ve enerji
tarafından üretilen uzay-zamanın pozitif eğriliği, kozmolojik değişmez tafından
üretilen uzay-zamanın negatif eğriliği yok edecekti. Maddenin çekimi, kozmolojik
değişmezin itimiyle dengelenecekti. Edvin Hubble, 1929 da evrenin statik olmadığını
gözlemleriyle kanıtladı; Galaksiler arası uzaklık zamanla artıyordu; evren
genişlemekteydi ( Daha sonraları, Einstein, 'kozmolojik değişmezi' yaşamının en
büyük gafı olarak nitelendirmiştir).
Fakat kozmolojik
değişmez ile veya o olmadan,maddenin(s: 78) uzay-zamının kendi üzerinde eğirlmesine
neden olduğu gerçeği,genel olarak öyle kavranmasa da,bir problem olarak kaldı. Bunun
anlamı maddenin bir bölgeyi kendisini etkili olarak Evren’in kalanından kesip
ayıracak kadar kendi üzerinde eğriltebileceği idi. Bu bölge kadra delik olarak
isimlendirilecek şey haline gelecekti. Nesnelr kara deliğin içine düşebilir fakat
hiçbir şe oradan kaçıp kurtulamaz. Dışarı çıkmak için ışığın hızından
daha hızlı hareket etmeleri gerekir, buna da genel görelilik kuramı tarafından izin
verilmemektedir. Böylece karad deliğin içindeki nesne hapsolmuş olacak ve bilinmeyen
bir yüksek yoğunluk durumuna çökecekti.
Einsten bu çökmenin
sonuçlarından çok huzursuz oldu ve buna inanmadı. 1939 yılında Robert Oppenheimer,
Güneş'in kütlesinin iki katından daha fazla kütleye sahip eski bir ylıdızın tüm
nükleer yakıtını tükettiğinde kaçınılmaz olarak çökceceğini gösterdi. Daha
sonra savaş araya girdi.; Oppenheimer atom bombası projesine katıldı ve kütlesel
çekim çökmesine yönelik ilgisini kaybetti... 1960'larda kütlesel çekim çökmesi ve
Evrenin ilk zamanlarına ilgiyi yeniden canlandırdı. Roger Penrose ve benim bazı
teoremleri kanıtlamamıza kadar Einstein' in genel görecelik kuramının bu durumlarda
tam olarak neyin kestiriminde bulunduğu konusu açık değildi. Bu teoremler,
uzay-zamanın kendi üzerinde eğrilmiş olmasının uzay-zamanının bir başlangıç
veya sona sahip olduğu yerler olan tekilliklerin bulunduğu anlamına geldiğini
gösteriyordu. Uzay-zaman yaklaşık 15 milyar yıl önce Büyük Patlamada bir
başlangıça sahip olmalıydı ve çöken bir yıldızda ve çöken yıldızın arkada
bıraktığı karadeliğe düşen herhangi bir şey de bir sona ulaşacaktı. Einstein' in
genel görecelik kurammının tekilliklerin kestiriminde bulunması fizikte bir krize yol
açtı. Uzay-zamanın eğriliğinin kütle ve enerji dağılımıyla ilişkisini kuran
genel görecelik denklemleri, bir tekillikte tanımlanamaz. Özel olarak genel görecelik,
Evren' in Büyük patlama' da nasıl başlaması gerektiği kezsitiriminde bulunamaz. Bu
yüzden genel görecelik, tam bir kuram değildir. Evrenin nasıl başlaması gerektiğini
ve madde kendi kütlesel çekimi altında çöktüğünde ne olması gerektiğini
belirleşyecek bir ek unsur gerektirir. Gerekli katkı unsurunun kuantum mekaniğinin
belirsizlik ilkesi olduğu anlaşılıyor.
(S. Hawking, Karadelikler
ve Bebek Evrenler s:77-80)
Işık hızı limit hız
değil mi yoksa? Karadelikler,evrende var olduğu düşünülen çok yoğun noktalar gibi
düşünülebilir.
1994 yılına dek kara
deliklerin varlığı yalnızca bir varsayımdı. Hubble Uzay Teleskobu, ilk kara deliğin
kütlesini, konumunu ve boyutlarını bize gösterdi.
Bundan iki yüz yıl kadar
önce Fransız bilimci Simone Pierre LaPlace kendisinden ışığın bile kaçamayaçağı
cisimlerin bulunduğunu düşünmüştü. Günümüzden 80 yıl kadar önce, A. Einstein,
Genel Görelilik Kuramında , büyük bir kütlenin küçük bir hacime sıkışması
sonucu oluşan bir cismin uzay ve zaman koordinatlarını eğeceğini öne sürmüştü.
Amerikalı fizikçi John
Weeler, LaPlace' ın " kara yıldızlar" olarak tanımladığı çökmüş
cisimleri, 1967 yılında, " karadelikler" olarak bilim terminolojisine soktu.
Dante'nin ölümsüz
yapıtı İlahi Komedya 'da Cehennemin kapıları üzerinde şu yazılı: "
Lasciate ogni speranza voi ch'entrate" yani "Buraya kim girerse umudu geride
bıraksın ". David Ruelle, Raslantı ve Kaos adlı yapıtında bu
uyarının, "bir yolu bulunarak" kara deliklere de konmasını istiyor. Sonra
sözünü şöyle sürdürüyor: “Doğrusunu söylemek gerekirse kara deliklere ilişkin
tanımlamam biraz amatörce oldu. Aslında “ ışık hızından daha büyük bir hız”
denince bir fizikçinin beyninde kırmızı ışıklar yanıp sönmeye ve sirenler
çalmaya başlar. Yerçikimi ile ışık hızını birarada tartışacaksak Einstein’in
genel görelilik kuramına başvurmamız gerekir. Einstein’a göre kara delikler
gerçekten vardır ve dönmektedirler. Bunlar çok büyük sayıda madde parçasının
uzayın küçük bir bölgesinde toplanmasından oluşur ve yakınlarına gelen herşeyi
içlerine çekerler. Astrofizikçiler kara deliklerin varlığına ilişkin somut bir
kanıt veremiyorlarsa da onları gördüklerini söylemektedirler. (D.Ruelle, Raslantı ve
Kaos s:123….)
Karadelik
ne demektir?
"Karadelik"
adını 1967 yılında Amerikalı fizikçi John Wheeler koydu. "Bu bir dahi
vuruşuydu" diyor Hawking: " Bu isim karadeliklerin bilimkurgu mitolojisine
girmesini sağlamıştır. Bu aynı zamanda daha önceleri tatmin edici bir adı olmayan
bir şeye belirli bir isim sağlayarak bilimsel araştırmayı da geliştirmiştir.
Bilimde iyi bir adın önemi, küçümsenmemelidir. Bildiğim kadarıyla , karadelikleri
tartışan ilk kişi 1783 yılında onlar hakkında bir yazı yazmış olan John Michell
adlı Cambridge'li biriydi. Onun düşüncesi şöyleydi: Yeryüzünün yüzeyinden bir
gülleyi dikey olarak ateşlediğimizi varsayalım. Gülle giderek düşen bir ivmeyle bir
yüksekliğe kadar çıkar, sonra geri döner ve yerçekiminin bu etkileri sonucu yere
çakılır. Dünya' dan ya da Güneş' ten kaçıp kurtulmanın belli bir hızı vardır.
Bu kurtulma hızları, ışık hızına göre pek küçüktür. Işık, pek zorluk
çekmeden Dünya' dan veya Güneş' ten kaçıp kurtulabilir. Peki, ışığın hızından
daha hızlı gidebilecek yeterince küçük bir yıldız olamaz mı? Michell de işte bunu
düşünmüştü. Böyle bir yıldızı göremeyiz, çünkü onun yüzeyinden gelen
ışık bize ulaşmaz; çünkü yıldızın kütlesel çekimi onu yüzüyden geri yutar.
Peki göremeyeceğimiz bir yıldızı saptayabilir miyiz? Evet. Kütlesel çekimin
yakınındaki madde üzerine etkisiyle yıldızın varlığını saptayabiliriz.
Gerçekte ışığa gülle
gibi muamele etmek tutarlı bir işi değildir 1897 yılında yapılan bir deneye
göre,ışık her zaman aynı değişmez hızla hareket eder. O halde kütlesel çeki
ışığı nazıl etkilediği konusunda tutarlı bir kuram 1915 yılında Einstein’in
genel görecelik kuramını formüle edişine kadar çıkmadı. Yine de bu kuramın eski
yıldızlar ve diğer kütleli nesneler için anlamı 1960'lara kadar genele olarak
anlaşılmadı.Genel göreliliğe göre,uzay ve zaman birlikte uzay-zaman denen dört
boyutlu bir uzay oluşturuyor olarak düşünülebilirler. Bu uzay düz
değildir,içindeki madde ve enerji tarafından (s:115) yumulmuş veya eğrilmiştir.
nesneler uzay-zamanda doğru çizgiler halinde hareket etmeye çalışırlar,fakat
uzay9zaman eğrilmiş olduğu için eğrilmiş bir uzayda düz bir çizgiye en yakın şey
oylan yollarda ilerler. Böylece yeryüzü düz bir çizgide ilerlemeye çalışır,fakat
uzay-zaman Güneş’in kütlesi tarafından bükülmüş olduğu izçin sarmal bir yol
izler,zaman içinde ilerlerken Güneş etrafında bir daire içinde gider.
Benzer şekilde,ışık
düz çizgide ilerlemeye çalışır,fakat uzay-zaman eğrilmiş olduğu için bükülü
bir yol izlediği görülür. Bir Güneş tutulması sırasında ışığın bu
bükülmesini gerçekten gözlemleyebiliriz. Ay,Güneş’in önünü tıkar ve bizim
Güneş ile hemen hemen aynı doğrultuda olan yıldızları gözlemlememize yol açar.
Onlardan gelen ışık Güneş yakınındaki eğrilmiş uzay-zaman tarafından
bükülmüş olduğu için yıldızların biraz farklı konumlarda göründüklerini
anlarız.
Güneşin yakınından
geçen ışık durumunda bükülme çok küçüktür. Ancak eğer Güneş yalnızca bir
kaç mil eninde olacak kadar büzülseydi bükülme o kadar büyük olurdu
ki,Güneş’ten ayrılan ışık uzaklaşmaz,güneşin kütlesel çekim alanı
tarafından geri çekilirdi. Görecelik kuramına göre,hiçbir şey ışığın
hızından daha hızlı ilerleyemez,bu yüzden bu bölge içinden herhangi bir şeyin
kaçıp kurtulmasının mümkün olmadığı bir bölge olurdu. Bu bölgeye kara delik
denir. Onun sınırına olay ufku denir. Olay ufku,kara delikten kaçıp
kurtulmayı başarmak üzere olup başaramayan,kenarda dolaşır durumda kalan ışık
tarafından oluşturulur.
Güneş’in yalnızca bir
kaç mil eninde olacak kadar büzülebileceğini ileri sürmek komik gelebilir. Maddenin o
kadar sıkıştırılamayacağı düşününülebilir. Fakat sıkışıtırılabileceği
ortaya çıkar.
Güneş o kadar sıcak
olduğu için o büyüklüktedir. Güneş, kontrollü bir Hidrojen bombası gibi hidrojeni
helyuma dönüştürerek yakmaktadır. Bu süreçte açığa çıkan ısı güneşin kendi
kütlesel çekiminin onu küçültmeye çalışan çekimine karşı direnmesini
sağlar(s:116)
( Hawking,KDVBE s: 115-116)
Büyük bir yıldız
kütlesi ölence kara delik olmaktan başka seçeneği yoktur.
Sanal
Zaman
Karadelik, maddenin
kütlesel çökmesi sonucu ölü bir son mudur? Bir karadelikteki parçacıkların biricik
sonu orada kalmak değildir. Karadelikten kaçıp kurtulabilirler ve yaşamlarına
dışarda devam edebilirler. Karadelikten radyasyon çıkışı kestirimi, Einstein' in
genel göreliliğini kuantum ilkesiyle birleştirmenin ilk sonucudur.
Geçmişler, büyük
patlama sırasında bir başlangıca, bir tekilliğe mi sahiptir?
Evren için bir yaratılma
noktası var mıdır? " Bu yanıtlandırılması çok daha zor bir sorudur, çünkü
kuantum ilkesinin yalnızca verilen bir uzay-zaman arkaplanında parçacık yollarına
değil, zaman ve uzayın kendi yapılarına da uygulanmasını gerektirir. Gerekli olan
şey yalnızca parçacıklar için değil, uzay-zamanın tüm dokusu için de
geçmişlerin toplamını almanın bir yoludur. Henüz bu toplamı doğru dürüst nasıl
yapacağımızı bilmiyoruz, fakat sahip olması gereken belirli özellikleri biliyoruz.
Bunlardan birisi, eğer alışılmış gerçek zamanda değil de sanal zaman denen
şeydeki geçmişlerle ilgilenirsek toplam almanın daha kolay olduğudur. Sanal zaman
anlaşılması zor bir kavramdır ve kitabımın okuyucuları için en büyük problemlere
yol açanın da o olması olasıdır. Ben aynı zamanda felsefeciler tarafından da sanal
zamanı kullanmam nedeniyle şiddetle eleştirildim. Sanal zamanın gerçek evrenle nasıl
bir ilişkisi olabilir? Kanımca bu felsefeciler tarihin derslerini öğrenmemişlerdir.
Bir zamanlar Dünya' nın düz olduğu ve Güneş' in onun etrafında döndüğünün
açık olduğu kabul ediliyordu; ama Kopernik ve Galile' nin zamanından beri
yeryüzünün yuvarlak olduğu ve Güneş' in etrafında döndüğü fikrine yönelmek
zorunda kalmış bulunuyoruz. Benzer şekilde zamanın her gözlemci için aynı hızla
ilerlediği kabul ediliyordu fakat Einstein' le birlikte , zamının farklı gözlemciler
için farklı hızla ilerlediğini kabul etmek zorunda kalmış bulunuyoruz. Aynı zamanda
Evren' in tek bir geçmişi olduğu açık görünüyordu; ama kuantum mekaniğinin
keşfinden beri Evren' in her olası geçmişe sahip olduğunu düşünmek zorunda
kalmış bulunuyoruz. Sanal zaman fikrinin de kabul etmek zonrunda kaldığımız bir şey
olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bu, Dünya' nın yuvarlak olduğuna inanmakla aynı
düzeyde bir entellektüel sıçramadır. Sanal zamanın, şimdi yuvarlak Dünya' nın
olduğu gibi doğal görünmeye başlayacağını düşünüyorum. Eğitilmiş(?) dünyada
kalan fazla düz dünyacı yoktur. Sıradan, gerçek zamanı soldan sağa giden yatay bir
çizgi gibi düşünebilirz. Erken zamanlar soldadır, geç zamanlar sağdadır. Fakat
zamanın bir başka yönü, sayfanın yukarısına ve aşağısına giden bir yönü
olduğunu da düşünebilirsiniz. Bu, zamanın sanal yönü denen şeydir, gerçek zamana
dik açılardadır."
Umarım Hawking' in bu
açıklamasından sonra siz şu soruları soruyursunuz: Sanal zaman kavramını getirmenin
amacı nedir? Neden anladığımız zamana bağlı kalınmıyor? Bizim adımıza bu
soruları soran ve yanıtlayan da Hawking 'tir: " Bunun nedeni, daha önce söz
edilmiş olduğu gibi, madde ve enerjinin uzay-zamanın kendi üzerinde katlanmasına yol
açan eğilimde oluşlarıdır. Gerçek zaman yönünde bu kaçınılmaz olarak
tekilliklere, uzay-zamanın bir sona ulaştığı yerlere yol açar. Tekilliklerde
fiziğin denklemleri tanımlanamaz, bu yüzden ne olacağı konusunda kestirimde
bulunulamaz. Fakat sanal zaman yönü, gerçek zamanla dik açılıdır. Bu da onun uzayda
hareket etmeye kaşılık gelen üç yöne benzer bir şekilde davrandığı anlamına
gelir. O zaman Evren' deki maddenin yol açtığı uzay-zamanın eğriliği, üç uzay
yönü ve sanal zaman yönününün arkada buluşmalarına yol açabilir. Yeryüzünün
yüzeyi gibi kapalı bir yüzey oluştururlar. Üç uzay yönü ve sanal zaman,
sınırları veya kenarları olmayan kendi üzerine kapalı bir uzay-zaman oluştururlar.
Uzay-zamanın, Dünya' nın yüzeyinin başlangıç veya sona sahip olmasından daha fazla
başlangıç veya son diye adlandırılabilecek bir noktası olmaz."
"1983 yılında Jim
Hartle ve ben, Everen' in geçmişleri toplamının gerçek zamandaki geçmişlerden
alınmaması gerektiğini ileri sürdük. Onun yerine, yeryüzünün yüzeyi gibi kendi
üzerine kapanmış olan sanal zamandaki geçmişlerin üzerinden toplamı alınmalıdır.
Bu geçmişlerde hehangi bir tekillik veya herhangi bir başlangıç veya son
bulunmadığı için onlar içinde ne olduğu tamamen fizik yasaları tarafından
belirlenir. Bu da sanal zamanda olan şeylerin hesaplanabileceği anlamına gelir. Ve
eğer Evren' in sanal zamanda geçmişini biliyonsanız, gerçek zamanda nasıl
davrandığını hesaplayabilirsiniz. Bu şekilde Evren' deki her şey hakkında
kestirimde bulunabilecek tam bir birleşik teori bulmayı umabiliriz. Einstein,
yaşamının son yıllarını böyle bir teori arayarak geçirdi. Böyle bir teori
bulmadı; çünkü kuantum mekaniğine güvenmiyordu. Evren' in geçmişlerin toplamında
olduğu gibi bir çok alternatif geçmişleri olabileceğini kabul etmeye hazır değildi.
Hâlâ Evren için geçmişerin toplamını nasıl oğru dürüst yapılacağını
bilmiyoruz, fakat bu işin sanal zamanı ve kendi üzerine kapanan uzay-zaman fikrini
ilgilendireceğinden oldukça emin olabiliriz. Bu kavramların yeni nesle, Dünya' nın
yuvarlak oması gibi doğal görüneceğini düşünüyorum. Sanal zaman hali hazırda
bilim kurgunun bir kavramıdır. Fakat bilim kurgusal veya matematiksel hile olmaktan öte
birşeydir. İçinde yaşadığımız Evren' i şekilllendiren bir şeydir".
(S. Hawking, KDVBE s:
85-86)
Evren, illa bir
başlangıç ve sona mı sahiptir? Evren' in başlangıcı var mıdır? Bu varsayımdan
asla vazgeçemez miyiz? Devam edelim. Evren' in bir sonu var mıdır? Bu son kaçıılmaz
mıdır? Hawking, 1992 de yaptığı bir konuşmada felsefecilere ve bilim felsefecilerine
ve bazı fizikçilere ilginç göndermeler yapar: " Onlar hala görelilik ve kuantum
mekaniği gibi bu yüzyılın ilk yıllarının bilimsel kuramlarını tartışıyorlar.
Fiziğin şimdiki keşif alanlarıyla bağlantı kurmamışlardır." diyor.
(Hawking, Karadelikler ve Bebek Evrenler
,s:47-48)
Büyük bir yıldız
kütlesi ölence kara delik olmaktan başka seçeneği yoktur.
KARADELİK NASIL
OLUŞUR?
"Güneş' in
kütlesinin on katı kadar kütlesi olan bir yıldız düşünün. Yaklaşık bir milyar
yıllık yaşam süresinin çoğunda yıldız oksijeni helyuma dönüştürererek
merkezinde ısı üretecektir. Açığa çıkan enerji, Güneş' in yarıçapının
yaklaşık beş katı kadar yarıçapı olan bir cisme dönüşerek yıldızı kendi
kütlesel çekimine karşı desteklemeye yeterli basınç yaratır. Bu tür bir
yıldızın yüzeyinden kaçış hızı, yaklaşık olarak saniyede 1000 kilometreden
(1000 km/ s) olur. Yani yıldızın yüzeyinden saniyede 1000 kilometreden az bir hızla
yukarıya doğru dik olarak ateşlenen bir nesne, yıldızın kütlesel çekim alanı
tarafından geri çekilir ve yüzeye döner, bundan büyük bir hızla yola çıkan bir
nesne ise sonsuzluğa kaçacaktır.
Yıldız, nükleer
yakıtını bitirdiğinde dışa doğru basıncı koruyacak hiçbir şey olmaz ve yıldız
kendi kütlesel çekimi nedeniyle çökmeye başlar. Yıldız büzüldükçe yüzeydeki
kütlesel çekim alanı güçleniri ve kaçıp kurtulma hızı artar. Yarıçap otuz
kilometrenini altına inene kadar kaçıp kurtulma hızı saniyede 300 bin kilometreye,
yani ışığın hızına kadar artmış olur. O zamandan sonra yıldızdan yayılan
herhangi bir ışık, sonsuzluğa kaçamaz; kütlesel çekim alanı tarafından çekilir.
Özel görecelik kuramına göre, hiçbir şey ışıktan daha hızlı gidemez, bu yüzden
eğer ışık kaçıp kurtulamazsa başka hiçbir şey kaçıp kurtulamaz.
Sonuç, bir karadelik
olur: Kendisinden sonsuzluğa kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir uzay-zaman
bölgesi. Karadeliğin sınırına olay ufku denir.
Karadelikler ,
yıldızların çökmesiyle oluşmamış da olabilir. Evren' in doğduğu büyük
patlamadan kısa bir süre sonra varolduğuna inanılan sıcak yoğun ortamdaki yüksek
derecede sıkışık bölgelerin çöküşüyle oluşmuş çok sayıda karadelik
bulunabilir. Bir milyar ton ağırlığındaki bir bir karadelik, 10-13 santimetrelik bir
yarıçapa sahip olur. Bu yarıçap, bir nötronunu veya protonun büyüklüğüdür.
Karadelik, Güneş etrafında veya galaksinin merkezi etrafındaki bir yörüngede
bulunabilir.
Karadelikler ile
termodinamik arasındaki ilişki 1970 yılında ortaya çıktı. Olay ufku, bir
karadeliğin sınırıdır. Karadeliğe bir madde veya ışıma düştüğünde olay
ufkunun yani karadelik yüzeyinin artma özelliğinde olduğunu matematiksel olarak ortaya
kondu. Ayrıca eğer iki karadelik çarpışır ve bir tek karadelik oluşturmak üzere
kaynaşırlarsa, ortaya çıkan karadeliğin etrafındaki olay ufkunun alanı, orjinal
karadeliklerin çevrelerindeki olay ufuklarının alanlarının toplamından daha
büyüktür. Bu özellikler, karadelik ufkunun alanı ile termodinamikteki entropi
kavramı arasında bir benzerlik olduğunu ifade eder. "Entropi, bir sistemin
düzensizliğinin veya onun eşdeğeri olan kesin durumu hakkında bilgi eksikliğinin bir
ölçüsü olarak düşünülebilir. Termodinamiğin ünlü ikinci yasası, entropinin her
zaman zamanla arttığını söyler."
Karadeliklerin
özellikleriyle termodinamiğin yasaları arasındaki benzerlikleri James M. Bardeen,
Brandon Carter ve Stephen Hawking geliştirdi. Termodinamiğin ilk yasası, bir sistemin
entropisindeki küçük bir değişikliğe, sistemin enerjisinde orantılı bir
değişikliğin eşlik ettiğini söyler. Orantısallık gerçeği, sistemin sıcaklığı
olarak isimlendirilir. Bardeen, Carter ve ben, bir karadeliğin kütlesindeki
değişkliğin olay ufkunun alanındaki bir değişiklikle bağlantısını kuran benzer
bir yasa bulduk. Burada orantılılık faktörü, yüzey kütlesel çekimi denen, olay
ufkunda kütlesel çekim alanının gücünün bir ölçüsü olan nicelikle ilgilidir.
Eğer olay ufkunun alanının entropiye benzer olduğu kabul edilirse, o zaman tıpkı
ısısal dengedeki bir yapıda sıcaklığın her yerde aynı olması gibi, yüzey
kütlesel çekiminin olay ufkunun her noktasında aynı olduğunun ortaya çıkacağı
anlaşılır.Entropi ile olay ufkunun alanı arasında açıkça bir benzerlik varsa da bu
alanın nasıl kardeliğin entropisi olarak tanımlanacağı bizim için açık
değildi.... Can alıcı önermeyi, 1972 yılında- o zamanlar Princeton Üinversitesinde
yüksek lisans öğrencisi olan- Jacob D. Bekenstein yaptı. Önerme şöyledir: Bir
karadelik kütlesel çekim çökmesiyle yaratıldığında hızla yalnızca kütle,
açısal moment ve elektrik yükü özellikleriyle tanımlanan durağan bir duruma geçer.
Karadelik bu özellikler dışında çökmüş olan nesnenin başka bir ayrıntısını
taşımaz. 'Bir karadeliğin saçı yoktur ' teoremi olarak bilinen bu sonuç
Carter,Werner Israel, David C. Robinson ve benim tarafımdan kanıtlanmıştır
Karadelik, geçmişini ya
da ata maddesini "hatırlamaz".
Kütle çekimi sonucu
oluşan çökmede çok miktarda bilgi kaybı olur. Saçı yok teoremi bu anlama gelir.Yani
bir karadeliğin durumu, onu oluşturmak üzere çöken maddenin madde ya da antimadde
olmasına bağlı değildir; çöken maddenin küresel ya da çok düzensiz bir biçimde
olmasına da bağlı değildir. " Bir başka deyişle belli bir kütlede, açısal
momentte ve elektik yükündeki karadelik, maddenin çok sayıda farklı
düzenlenişlerinin herhangi birinin çöküşüyle oluşmuş olabilir. Aslında eğer
kuantum etkileri ihmal edilirse, karadelik son derece düşük kütlede sayısız
parçacıktan bir bulutun çökmesiyle oluşmuş olabileceği için düzenleniş biçimi
sayısı sonsuz olur.
Ancak kuantum mekaniğinin
belirsizlik ilkesi m kütlesinde bir parçacığın h/mc dalga boyunda bir dalga gibi
davranacağını belirtir Burada h Planck sabitidir.c ise ışığın hızıdır."
(Hawking KDVBE, s:104-105)
Peki
karadelikler, nasıl ışın yayabiliyor?
Kuantum mekaniği, uzayın
tamamının sürekli olarak çiftler halinde maddeleşen, ayrılan ve yeniden biraraya
gelen ve birbirini yok eden "sanal" parçacık ve antiparçacık çiftleriyle
dolu olduğunu bildirir. Gerçek parçacıklar, dedektörle gözlenebilirken, sanal
parçacıklar gözlenemiyor. Ama dolaylı etkileri ölçülebiliyor. Hatta varlıkları
uyarılmış hidrojen atomlarından yayılan ışığın spekturumunda yarattıkları
küçük bir kaymayla ( "Kuzu Kayması" !?) doğrulanmıştır. Şimdi bir çift
parçacık düşünelim. Bu çift, iki sanal parçacık olabilir, bir parçacık bir
antiparçacık olabilir... Parçacıklardan birisi karadeliğe düşerek
"ortağını" terkedebilir. Artık terkedilen "özgürdür", onu
yokedecek olan karadeliğe düşmüştür. "Terkedilmiş" parçacık veya
antiparçacık, ortağını izleyerek karadeliğe de düşebilir (özgür irade); ama
hayır o, sonsuzluğa da uçabilir ve kurtulabilir. Gerçi o, karadelikten gelen ışıma
olarak görünür; ama karadeliğe düşmemiş bir evren kuşu olarak da görünebilir.
Karadelikten kurtulmuş
ışımanın öyküsü bu kadar değil. Ama gelin bir de karadeliğe düşmüş olanla
ilgilenelim. Biraz felsefe ve matemetik soluklanması gerek. Şu antiparçacık kavramına
yeniden dönelim. Bu gerçek ve simetrik parçacıklar, yük ve zaman yönü bakımından
farklıdır. Şimdi karadeliğe düşen bir antiparçacık için konuşalım. Terkettiği
ortağıyla farklı elektriksel yükte. Bu bir. İkincisi, bu antiparçacık, gerçek
zaman içinde " geriye doğru" yol alan bir şeydir. Gerçek parçacıklar,
zaman içinde ileri doğru yol alır. Çok açık ki normal parçacık sağ duyuya
uyarken, sanal parçacık sağduyu dışıdır. "Böylece karadeliğe düşen
antiparçacık, karadelikten çıkan fakat zaman içinde geriye doğru yol alan bir
parçacık olarak düşünülebilir." Antiparçacık gider, gider ve parçacıkla
buluşur, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşme noktasıdır bu. Orada kütlesel
çekim alanı parçacığa çarpar ve böylece zamanın yönü değişir ve zaman içinde
ileriye doğru yol alır. (Hawking s: 107)
Kuantum mekaniği, bir
parçacığın bir karadelik içinden kaçıp kurtulmasının olası olduğunu
göstermiştir. Bunu basit bir anlatım olarak almamalısınız. Çünkü bu, olanaksızı
olanaklı görmek ve bunu ispat etmektir. Ancak atom ve çekirdek boyutunda klasik
ilkelerce olmaması gereken bir çok olay, kuantum mekaniği ilkelerine göre
yorumlanınca olabilirlik düzeyine gelebilmektedir.
Tünel
Olayı
" Bir karadeliğin
etrafındaki engelin kalınlığı, karadeliğin büyüklüğüyle orantılıdır. Bu
Cygnus X-1 de var olduğu varsayılan kadar büyük bir karadelikten çok az
parçacığın kaçıp kurtuluabileceği fakat daha küçük kardeliklerden
parçacıkların çok hızlı sızıp akabileceği anlamına gelir. Ayrıntılı
hesaplamalar yayılan parçacıkların karadeliğin kütlesi azaldıkça hızla artan bir
sıcaklığa karşılık gelen bir ısıl spektruma sahip olduklarını göstermektedir.
Güneş' inki kadar kütlesi olan bir karadelik için sıcaklıkyalnızca yaklaşık
mutlak sıfırın üzerinde bir derecenin onmilyonda biri kadardır. Bir karadeliği bu
sıcaklıkta bırakan ısıl radyosyon Evrendeki gelen radyasyon zeminiyle tamamen
süpürülür. Diğertaraftan, yalnızca bir milyar ton kütleli bir karadelik, yani
kabaca bir proton büyüklüğünde ilksel bir karadelik 120 milyar kelvin derecesi kadar
bir sıcaklığa sahip olurdu... Böyle bir sıcaklıkta bir karadelik, elektron-pozitron
çiftleri ve fotonlar, nötrinolar ve gravitonlar gibi sıfır kütleli parçacıklar
yaratabilecektir. Bir ilksel karadelik, altı büyük nükleer enerji istasyonununun
çıktısına eşdeğe 600 megavat hızla enerji yayardı. Bir karadelik, parçacık
yayarken kütlesi ve büyükylüğü düzenli olarak azalır. Bu daha fazla parçacığın
dışarıya tünel açmalarını kolaylaştırır ve böylece ışıma, karadelik
kendisini varlık durumu dışına çıkaran bir ışıma yapana kadar hızla devameder.
Uzun vadede Evrendeki her karadelik bu şekilde buharlaşacaktır. Ancak büyük bir
karadelik için bununu alacağı zaman aslında çok uzundur: Güneş' inki kadar kütlesi
olan bir karadelik yaklaşık on üzeri altmışaltı yıl yaşayacaktır.
(S:Hawking 107-112)
"Kuantum mekaniği, m
kütlesindeki bir parçacığın h/ mc dalga boyunda bir dalga gibi davranabileceğini
belirtir. Bir parcacık bulutunun bir karadelik oluşturmak üzere çökebilmesi için, bu
dalga boyunun oluşacak karadeliğin büyüklüğünden daha küçük olması gerekir. Bu
nedenle, belirli bir kütle, açısal moment ve elektrik yükünde bir karadelik
oluşturabilecek düzenlenişlerin sayısının çok büyük olsa da sonlu olabileceği
anlaşılır." Karadelik olay ufkunun yüzeyiyle orantılı olan sonlu bir entropiye
sahip olursa, yüzey kütlesel çekimiyle orantılı sonlu bir sıcaklığa sahip olması
gerekiyordu. "Bu da karadeliğini sıfırdan farklı bir sıcaklıkta ısıl
radyasyonla dengede olabileceği anlamına gelirdi. Ama klasik kavramlara göre böyle bir
denge mümkün değildir. Çünkü karadelik üzerine düşen herhangi bir radyasyonu
soğuracaktır, fakat tanımı gereği karşılık olarak herhangi bir şey
yaymayacaktır" (s:106) Hawking' in yukardaki paragrafta kullandığı " klasik
kavramlar" terimine dikkat ediniz. Çünkü o bizi yeni bir düşünce dünyasına
davet ettiğini hatırlatmak istiyor. Gerçi Schrödinger' in Kedisi örneğinde olduğu
gibi bir çok olayda olabilirlik kavramına alıştık.
Şimdi Hawking, gidip te
gelinmeyen gayya kuyusundan sağ çıkılabileceğini anlatacak. 1974 yılının
başları. "O zamanlar herkes gibi ben de karadeliklerin bir şey yayamayacağı
hükmünü kabul ediyordum." " Çok şaşırmıştım ama karadelik düzenli bir
hızla parçacık yayar göründü." " Bu nedenle utanç verici etkiden
kurtulmak için çok uğraştım. O, gitmeyi reddetti ve sonunda kabul etmek zorunda
kaldım. Sonunda bunun gerçek bir fiziksel süreç olduğu konusunda beni ikna eden şey,
dışa giden parçacıkların kesinlikle ısıl bir spektruma sahip olmaları oldu:
karadelik, tıpkı yüzey kütlesel çekimiyle orantılı ve kütleyle ters orantılı bir
sıcaklıktaki sıradan bir nesne gibi parçacık yaratıp yayar. Bu, Bekenstein ' in
karadeliğin sonlu bir entropiye sahip olduğu tezini tam olarak tutarlı kıldı,
çünkü bu bir karadeliğin sıfırdan farklı sonlu bir sıcaklıkta ısıl dengede
olabileceği anlamına geliyordu."
(Karadelikler ve Bebek
Evrenler s:106)
Zamanın Kısa Tarihi
adlı Bestseller
8 Ocak 1942 . İkinci
Dünya Savaşı, tüm hızıyla sürüyor. Tarihin önemli günlerinden biri olsa gerek!
Çünkü bu tarihten üçyüz yıl önce Galile ölmüştü. Raslantıya bakın aynı
tarihte Stephen Hawking dünyaya geldi. Birinci sınıf burslu bir öğrenci olarak
Oxford'a girdi. Oraya alınanların çoğu özel okullardan gelen erkek öğrencilerdi.
Yaşıtlarından biri, o
yılların Oxford' unu şöyle anlatıyor: " Biz Oxford' a geldiğimizde sıradan
olmayan kişiler kürek çekiyor ve asla blujin giymiyordu. Biz ayrıldığımızda
sıradan olmayan kişiler asla kürek çekmiyor ve blujin giyiyordu" (SH Yaşamı,
Kuramı s:55)
İnek öğrenci , Oxford'
dan Miras.
Hawking için dersler
sıkıcıydı. Çünkü sorular " vasattı". Özellikle fizik ve matemaktik
soruları.
1960' ların Oxford' unu
bakın nasıl anlatıyor:
"O zamanlar Oxford'
daki egemen tavır, çalışmaya çok karşıydı. Ya çaba göstermeden parlak olduğunuz
kabul ediliyor ya da sınırlılıklarınızı kabul etmeniz ve bir dördüncü sınıf
not almanız bekleniyordu. Daha iyi bir not almak için fazla çalışmak gri adam olmak,
Oxford sözlüğüne göre en kötü vasıf sayılan inek olmaktı" 19 yaşındaydı,
kürek klübüne girdi ve inek liseli, kazandığı fizik ödülü ve onu izleyen içkili
yemeklerde kendini göstermeye başladı. Arkadaşlarıyla birlikte duvar yazılarına
çıktı: "Oyunuzu liberallere verin" diye yazdılar. Paylaştıkları kahraman
, zamanlarının entellektüel devi Bertnard Rusell 'di. (age s:17)
" Onun biyografisini
yazanlar şöyle diyor: " Stephen, politik görüşlerinde hiçbir zaman aşırı
olmadı; fakat politikaya ilgisi ve sola sempatisi onu hiç terketmedi" (s:20)
"Oxford kolej
binaları, herbirinin ortasında çevresini patikaların dolandığı çim alanların
yeraldığı avluların etrafına inşa edilmişti. Avlulardan binalara merdivenlerle
çıkılıyor ve öğrenci odaları her merdivenin sonundaki katlarda bulunuyordu.
Odaların temizliğini öğrenciler kendileri yapar, öbür işleri ise kolej hizmetlileri
ya da hademeler yerine getirirdi. Ayrıca hademeler, uyku sersemi genç bayların ve
yalnız bayanların kilitli bir yemekhaneyle karışlaşmalarını önlemek için 8.00 ile
8.15 arası kahvaltı etmelerini sağlamakla da yükümlüydüler. Hademeler öğrencilere
"bayım" veya seslerine bir küçümseme havası vermek istiyorlarsa " bay
flan filan" diyi hitap ederlerdi. Onlara ise soyadlarıyla hitap edilirdi-uşaklık
raconuna uygun olarak. "
( age S: 53-54)
Oxford biterken Hawking,
birinci ile ikinci onur derecesi arasındaydı. Cambridge' de doktora yapmak
istiyordu;başvurusunu yaptı. Dönemin en ünlü astronomu olan Fred Hoyle' nin
öğrencisi olmak isityordu. Sonra onu bir bilimsel toplantıda belki kasıtlı olarak
rezil edecek bir tavır sergiledi. Geleceğinin belirlenmesi için sözlü sınava girmesi
gerekliydi. Onun üniversitedeki genel imajı şöyleydi: dağınık, tembel
görünüşlü, ciddi şekilde çalışmaktansa içki içmeyi ve eğlenmeyi seven biri ...
Kendisi de bunun bilincindeydi, ama gücünün de farkındaydı. Sınav başkanı ondan
gelecek için planlarını anlatmasını istedi. Hawking, fırsatı kaçırmadı:
"Eğer bana birinci onur derecesi verirseniz Cambridge' e gideceğim; eğer ikinci
onur derecesi olursa Oxford' da kalacağım, bu nedenle bana birinci onur derecesi
vereceğinizi umarım." dedi. Verdiler. (s:63)
Onun inatçılığını
gösteren bir başka olay, Fred Hoyle ile bir Royal Society toplantısında giriştiği
tartışmadır.
Kibirlenme...
Fred Hoyle, Cambridge
Üniversitesinin fizik bölümünde evrenin kökeni konusundaki fikirleriyle tanınan
ünlü bir profesördü. Hoyle, eski bir yazardı; medyayı yönlendirmede çok ustaydı
ve ara sıra kanıtlanmamış ve referansı olmayan kuramları açıklayan bilimcilerden
biriyidi. Tanıtım, onun için son derece önemliydi. Ama Hoyle, bu gösteriçi rolünü
oynarken, doğal olarak herkesle tartışmaya giriyor; hiç kimseyle dost olamıyordu.
Gelelim Hoyle ile Hawking'in tartışmasına.
Hoyle, seçilmiş
öğrenci gruplarına denetmen olarak da çalışıyordu. Onun sorumluluğunda olan
öğrencilerden biri de Hawking' in çalışma odasının bitişiğindeki Jayant Narlikar
idi. Narlikar, araştırma malzemelerini Hawking' le paylaştı.
1962 sonunda İngiltere'
nin güneyi karla kaplıydı ve Hawking' deki sakarlıkların arttığı günlerdi.
Konuşmadaki peltekliğin arttığını ve bir hastalığını açık belirtilerini
epeydir kendisini görmeyen ailesi de farketmeye başladı. Yılbaşı gecesi bardağa
şarap koyarken zorlandığı ve sıvının çoğunu bardak yerine masa üzerine dökmeye
başladığı gözleniyordu. 1962 yi 1963 e bağlayan bu gecede Jane Wilde adındaki lise
son sınıf öğrencisi bir bayanla tanıştırıldı. Jane, yirmibir yaşındaki
Cambridge' li doktora öğrencisini büyüleyici ve kişiliğini biraz ekzantirik bulmuş
ve hemen onun cazibesine kapılmıştı. Jane, tam 25 yıl Hawking' in eşi olacak ve üç
çocuk doğuracaktı.
King's College' deki
konuşmalar sırasında Roger Penrose, meslektaşlarına bir karadeliğin merkezinde bir
uzay-zaman tekilliği fikrini anlatmıştı. Bu herkesi etkilemişti. Cambridge' den geri
dönerken ikinci sınıf bir tren kompartımanında Penrose' un söyledikleri
tarıtışılıyordu. Hawking birden tam karşısında oturan Sciama'ya dönerek "
Penrose' un tekillik kuramı tüm evrene uygulansa ne olacağığını merak ediyorum
" dedi. Hawking, artık göklere doğru sıkı bir seyahata başlıyordu. Yirmi üç
yaşında o artık "doktor Hawking" diye çağrılıyordu.
Havalı Hoyle, yaklaşık
yüz kişiye bir konuşma yaptı. Sonunda sıcak bir alkış da aldı. Bu sahneyi
sohbetler izledi. Hoyle, büyük olasılıkla dudak bükerek " sorusu olan var
mı" diye sordu. Bu soru, onun kibirli ve reklamcı karakterini açığa çıkarmaya
yetecekti.
Hawking, bastonuna
tutunarak yavaşça doğruldu.
Salon sessizleşti.
Hawking : " Sizin
sözünü ettiğiniz nicelik sapar" dedi.
Ortalık buz kesti.
Dinleyenler mırıldandı, homurdandı; dinleyenler herkese karşı saygılı olmak için
çalışıyordu.
Hoyle ne diyebilirdi?
"Hiç de sapmıyor" diye yanıt verdi.
Hawking : "
Sapıyor" dedi.
Hoyle durakladı ve bir
dakika odayı gözlemledi.
Dinleyiciler mutlak bir
sessizlik içindeydi.
"Nereden
biliyorsun" diye sordu Hoyle.
Hawking ,"Çünkü
onun üzerinde çalıştım" dedi.
Odada alaylı bir gülme
oldu. Bu, Hoyle’un duymak istediği son şeydi. Hoyle, genç zıpçıktıya kızgındı
(SH Yaşamı, Kuramı ve
Son Çalışmaları s:77-78)
Büyük bir yıldız
kütlesi ölence kara delik olmaktan başka seçeneği yoktur.
Karadelikler
Bir yıldız,hemen tüm
yaşamı boyunca kendini büzmek isteyen öz çekimine karşı koymak için enerji harcar.
Yıldızın yaşamında kendisin oluşturan gaz bulutunun yoğunlaşmasında olduğu
gibi,çekirdek enerjisi kaynağının her tükenişinde,yıldızın yeniden büzülerek
kendisinden yeniden enerji aldığı zamanlarda,bu etki birçak kez,önemli bir rol oynar.
Bu, hafif bir yıldızın beyaz cüce haline geçişini ya da daha ağır bir yıldızın
yüreğinin nötron yıldızı aşamasına geçişini gösteren bir gravitasyon
çöküntüsüdür. Birinci halde sistemi sonunda kararlı bir duruma getiren,elekton
gazının basınca,ikinci halde ise nötron gazının basıncıdır. Demek ki
nötronların birbiriyle temasında yaptıkları basınç,yıldızın kütlesi
Güneş’inkinin 2-3 katını aştığı zaman gravitasyona dayanacak kadar fazla
değildir. Her türlü yanlış anlamayı önlemek için anımsatalım ki, bu kütle,
başlangıçtaki yıldızın kütlesi değil,yüreğin kütlesidir ve bu yürek,bir
süpernovanın patlaması ile dış tabakaların fırlatılmasından sonra geri kalan
kısımdır.Gelişmelerinin sonunda,yürek kütlelerinin bu kadar büyük kalabileceği
yıldızların gerçekten varolup olmadıkları bilinmiyor;ama bu akıl almaz bir şey
değildir,çünkü kütlesi Güneş’inkinin yüz katı düzeyinde faaliyet halinde olan
yıldızlar biliyoruz. Öyleyse böyle bir durum meydana geldiği zaman süreç, bir
nötron yıldızının oluşmasıyla son bulacak değildir. O zaman ne olacaktır?
Eğer basınç, çöküşe
dayanacak güçte değilse,yıldızın yarıçapının yavaş yavaş küçülmesi
beklenebilir. 1939’da Oppenheimer ve Snyder’in yaptıkları kuramsal hesapların
önceden bildirdiği de gerçekten budur. Ama yarıçap azaldıkça yıldızın içinde ve
yüzeyinde etkisini gösteren gravitasyon kuvveti gittikçe artar. O kadar ki belli bir
büzülme derecesinde,genel göreliliğin etkileri üstün gelir.
Newton kuramının
önceden bildirdikleri ile genel göreliliğin verdiği bilgiler arasındaki farkın ne
olduğunu görmek için yıldızın yüzeyindeki kaçış hızını düşünelim(
bilindiği gibi bir yıldızın yüzeyinden yukarıya doğru bir füze
fırlatıldığında kaçış hızı denilen bir hız vardır ve füze bu hızı
aştıktan sonra yıldızın çekiminden kurtulabilir). Bu hız,Yeryüzü için saniyede
11 kilometredir.yapay uyduların,yerçekiminden kurtulabilmeleri için aşmaları gereken
hız sınırı budur. Newton kuramı çerçevesinde yüzeydeki çekimin şiddeti ne olursa
olsun kaçış hızı daima sonludur ve dışardan gelen cisimleri ya da yıldızdan gelen
ışığı almak her zaman olanaklıdır.
Tersine genel görelilik
kuramında,bir engel oluşturan kritik bir yarıçap vardır; bu engel
aşılınca,yıldızın gravitasyon özellikleri altüstü olur. Yıldızın yarıçapı
bu kritik değerin altına düşerse artık kaçış olamaz ve hiçbir parçacık
yıldızdan kaçıp kurtulumaz. Fotonlar,yani ışık ışımasını oluşturan
parçacıkların kendileri de gravitasyona bağlı olduklarından, onlar da
yakalanmışlardır,öyle ki artık yıldızdan dışarı doğru hiçbir ışıma kaçıp
kurtulamaz. Güneşinkine eşit bir kütle için bu kiritik yarıçap,aşağı yukarı 3
kilometredir ve yıldızın kütlesi ile orantılı olarak değişir.
Kritik yarıçapın
altına çöken bir yıldız,karadelik adını alır. Bu demektir ki böyle bir cisme
gönderilen hiçbir şey artık ondan kurtulup geri gelemez. Öyleyse bu,
kapkaradır,çünkü hiçbir ışık yaymaz ve hiçbir ışığı yansıtamaz.
Çöken yıldızın
yüzeyinde bulunan bir gözlemci düşünülürse, kritik yarıçapa geçişte onun
gözüne çarpan hiçbir şey yoktur. Tersine, uzak bir gözlemcinin bakış noktasından
ise altüst edici sonuçlar meydana gelir. Yıldızın çok çabuk söndüğü
görülür,çünkü kendi fotonlarını tutar. Bununla birlikte dış cisimler üzerinde
bir gravitasyonal etki göstermekte devam eder. Gökbilimcilerin,kütlesi örneğin
Güneş’inkinin on katı olan böyle içe doğru patlayan bir yıldızın çevresinde
dönen bir gezgen üzerinde bulunduklarını varsayalım. Bunlar, saniyenin binde birinden
az bir zamanda “güneş”lerinin ışığının birdenbire onda bire düştüğünü ve
bu tempo ile kararmakta devam ederek hızla görünmez hale girdiğini gözleyeckelerdir.
Bu bunalım geçince hayali gökbilimcilerimiz artık günşelerini bir daha hiç
görmeyeceklerdir;ama onun daima varolduğunu bileceklerdir,çünkü gezgenleri Kepler
yasalarına göre dönmesini sürdürdüğünden,odağında karanlık bir nokta bulunan
gezgen yörüngeleri olduğu gibi kalacaklardır.
Doğada kara deliklerin
gerçekten bulunup bulunmadığını nasıl bilebiliriz? Daha nötron yıldızları
konusunda kuramal olarak varlığı önceden kestirilmiş olan bir gök cismini kabul
edebilmek için pulsarların periyodik ışıması gibi hemen hemen hiç beklenmedik
harika bir görüngü gerekmişti. Karadelekler konusunda böyle bir mucize hiç de
beklenemez,çünkü bunlar ışımazlar (gerçi dönüş halindeki karadelikler üzerinde
yapılan son kuramzsal araştırmalar,böle bir durumda, görüngülerin daha karmaşık
olabileceklerini göstermiştir). Bir karadelik,asıl varlığını,kendini çevrelyen
cisimler üzerinde gösterebileceği gravitasyonal çekim ile belli edecektir. Karanlık
bir merkez etrafında dönen bir yıldızın gezgen hareketinin açığa
çıkarılyması,oldukça elverişli koşullar içerisinde,bir karadeliğin varlığını
ileri sürmemize olanak sağlayabilecektir. İlk kuşak yıldızlarının sık sık
büyük bir kütleleri olsaydı ki bunun böyle olduğunu düşünmek için nedenler
vardır,karadeliklerin pek yaygın bir şekilde bulunabilmeleri bile olanaklı
olabilecekti. Bu da galaksilerdeki maddenin yoğunluğu üzerinde yapılabilen
değerlendirmeleri etkileyecekti(Bir karadelik olağan bir yıldızla bağlı bir çift
meydana getiriyorsa, atmosferinin bir bölümünü koparabilir. Karadelik üzerine düşen
bu atmosfer,x ışınları yaymaya elverişli hızlara ulaşabilir. Bu, bir karadeliğin
varoluşunu söyleyebilmemize olanak sağlayabilecek en elverişli koşullardan biridir).
Tam oluştuğu anda bir karadelik şans eseri olarak çekim dalgalanmaları ile
yakalanabilir. Gerçekten de büzülme sırasında bir cismin elektromanyetik dalgalara
benzeyen ve yayılışı bütün çevrediki uzayda ağırlığın bir değişimi ile
gözlenebilen dalgalar yayınlar. Gravitasyon dalgalarını yakalamaya yarayan
deneyler,önce Birleşik Devletlerde ve şimdi biraz,dünyanın her yanında
yapılmaktadır ve öyle görünüyor ki bu deneylerden çok şeyler bekleyebiliriz.
Bununla birlikte elde edilen sonuçlar henüz sadece bir başlangıç sayılabilir.
Böylece yıldızlar
mezarlığında üç sıra kabir (mezar) yer almaktadır: beyaz cücelerin,nötron
yıldızlarının ve karadeleklerin mezarları. Ama sonuncusunun içerisinde ölüler
bulunup bulunmadığını henüz bilmiyoruz.
(Roland Omnes,Evren ve
Dönüşümleri, Onur Yayınları, s: 169-173)
EİNSTEİN: "Karadeliğin
Gönülsüz Babası"
Herkes kara delikleri duymuştur. Haşmetli bir yılıdız
ölünce uzayla zamanın birleştiği ölü bir ana hoş geldiniz.
Jeremy Bernstein' in
yazısından (çoğu aynen.)..
Einstein' in kütle çekim
denklemleri karadelik anlayışının temelini oluşturur; ancak ilginç olan Einstein' in
bu denklemleri, karadeliklerin varolamayacağını kanıtlamak için kullanmasıdır.
Einstein 1939' da Annals
of mathematics adlı dergide Çok Sayıda kütleden Oluşan Küresel Simetrik
Durağan Bir Sistem Üzerine adlı bir makale yayınladı. Einstein bu makalesinde
karadeliklerin, yani çok yoğun olduğu için içinden ışığın bile kaçmasını
öneleyen göksel cisimlerin bulunamayacağını belirtiyordu. Bunun için de kendisinin
1916' da yayınladığı genel görelilik ve kütleçekim kuramını kullandı. İlginç olan şu: Bu kuram,
karadeliklerin yalnızca olası değil, aynı zamanda birçok gökcismi için
kaçınılmaz olduğunu göstermek için kullanılan kuramdır. Einstein' in karadelikleri
reddinden birkaç ay sonra, ona atıfta bulunmadan J. Robert Oppenheimer ve öğrencisi
Snyder ,Sürekli Kütleçekimsel Büzülme adlı bir makale yayınladılar. Bu
çalışma, Einstein' in görelilik kuramını modern fizikte ilk kez karadeliklerin
nasıl oluştuğunu göstermek için kullanıyordu. Eğer basınç, çöküşe dayanacak
kadar güçlü değilse, yıldızın yarıçapının yavaş yavaş küçülmesi beklenir.
1939' da Oppenheimer ve Snyder' in yaptıkları kuramsal hesapların söylediği de işte
buydu. Einstein denklemlerinin çözümlerinin bir karadeliği belirten ilk açık
örneği bu çalışmaydı. Burada örnek çöken bir toz bulutuyla ilgili olarak
verilmişti. İçeride bir tekillik bulunmakla birlikte bu, olay ufku ile çevrili olduğu
için dışarıdan görülemez. Bu ufuk, kendi içerisindeki olayların, dışarıdaki
sonsuza sinyal gönderemediği bir yüzeydir.
Einstein, kuantum
istatistiğini yaratırken, o zamanlar pek tanınmayan Hintli fizikçi Satyendra Nath
Bose’ den Haziran 1924' te aldığı bir mektuptan etkilendi. Bose' nin mektubuyla
birlikte, bir İngiliz bilim dergisinin reddettiği bir makale metni de geldi. Einstein,
makaleyi okuduktan sonra, Almanca'ya çevirdi veprestijli bir fizik dergisine postaladı.
Einstein neden makalenin önemli olduğunu düşündü? 20 yıl boyunca
elektromanyetik ışımanın doğasıyla uğraşıyordu, özellikle çeperiyle aynı
sıcaklıktaki bir kabın içine sıkıştırılmış ışımayla.Yüzyılın başında
Alman fizikçi Max Planck, bu "siyah cisim" ışımasının farklı dalga
boylarının ya da renklerinin genlikle nasıl değiştiğini tanımlayan matematiksel
bağıntıyı bulmuştu. Işıma sektrumunun (tayfının) biçiminin, kabın çeperlerinin
yapıldığı maddeden bağımsız olduğu anlaşıldı. Işımanın sadece sıcaklığa
bağlı( siyah cisim ışımasının bir örneği bütün evrenin kabın yerine geçtiği
bir durumda büyük patlamadan arta kalan fotonlardır. Bu fotonların sıcaklığı 2.
7260002 Kelvin olarak ölçülmüştür).
Bose, az çok raslantıyla
siyah cisim ışımasının istatistiksel mekaniğini hesap etmiş oluyordu. Yani Bose,
Planck yasasını, matemaktiksel olarak kuantum mekaniğinden çıkarmıştı. İşte bu
çıkarım Einstein' in ilgisini çekişti. Ancak o, Einstein olarak olayı bir adım
ileri götürdü. Bose' nin fotonlar için kullandığı yönteme benzer bir yolla, ağır
moleküllerin gazının istatistiksel mekaniğini incelemede kullandı. Planck yasasının
benzerini bu durum için türetti. Böylece ilginç bir şey buldu: parçacık gazı,
Bose-Einstein istatistiğine uygun olarak soğutulursa, belli bir kritik sıcaklıkta
bütün moleküller, aniden kendilerini dejenere ya da tekil duruma toplarlar. Bu durum Bose- Einstein yoğunlaşması diye anılır( Bose' un bununla bir
ilgisi olmasa da).
İlginç bir örnek helyum
gazıdır. Helyum gazı, 2.18 Kelvinde acaip özellikler gösteren süper akışkan
(sürtünmesiz akışkanlık) sıvıya dönüşür. 1995 yılında Amerikalı
araştırmacılar, başka atom çeşitlerini 1 kelvin derecenin birkaç milyarda birine
kadar soğutmayı başardılar. Buna karşın her gaz, bu yoğunlaşmayı göstermiyor.
1925' te Einstein, yoğunlaşma üstüne makalelerini yayımladıktan hemen sonra,
Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli, proton, nötron, elektron gibi ikinci parçacık
sınıfının aynı nitelikleri taşımadıklarını gösterdi. Bu sınıftan özdeş iki
parçacığın, örneğin iki elektronun aynı kuantum durumunda bulunamayacağını
keşfetti. 1926' da Enrico Fermi ve P.A.M. Dirac, Bose- Einstein istatistiğinin benzerini
yaratarak parçacıkların kuantum istatistiğini buldular. Pauli ilkesine göre bu
parçacıklar düşük sıcaklıkta en çok yoğunlaşmalıydılar. Eğer elektron
gazını sıkıştırıp düşük sıcaklığa kadar soğutursanız ve hacmini
küçültürseniz, elektronlar birbirlerinin yerlerini istila etmeye başlar. Ancak Pauli'
nin ilkesi bunu yasaklamıştır, dolaysıyla ışık hızına yaklaşan hızlarla
birbirlerinden uzaklaşırlar. Elektronlar ve diğer Pauli parçacıkları için bu kaçan
parçacıklar tarafından yaratılan basınç- dejenereyik basıncı- gaz, mutlak sıfıra
kadar soğutulsa da devam eder. Bunun elektronların birbirlerini elektriksel olarak
itmeleriyle bir ilgisi yoktur. Çünkü hiçbir yükü olmayan nötronlar için de aynı
şey geçerlidir. Bu, saf kuantum fiziğidir.
Peki kuantum
istatistiğinin yıldızlarla ilgisi ne? Yüzyılın başında gökbilimciler, küçük ve
belirsiz olan tuhaf bir yıldız sınıfı tanımlamaya başladı: Beyaz Cüceler. Bunlar
Güneş' le aynı kütleye sahipti; ışığının 360 da birini yayan en parlak yıldız
olan Sirius' a eşlik eden yıldızlardı. Beyaz cüceler muazzam derecede yoğun
olmalıydı. Sirius' un eşi sudan 61 bin kat daha yoğundu. neydi bu garip gök
cisimleri? İşte burada Sir Arthur Eddington devreye giriyor. Sir Eddington, kimileri
için yanlış sebeplerle kahramandı. 1944' te ölen Eddington, evren hakkındaki önemli
her şeyin insanın kafasında neler döndüğü araştırılarak anlaşılabileceğine
inanan bir yeni- Kantçıydı ve bununla ilgili popüler kitapları vardı. Eddington,
Einstein' in uzak yıldızlardan gelen ışığı Güneş' in eğdiği yolundaki
görüşünü doğrulayan iki araştırmacıdan biriydi. 1926' da yayınladığı klasik
kitabının başlığı olan Yıldızların İç Yapısı konusunun
anlaşılmasını sağlayan araştırmalara öncülük etti.
Eddington
1924' te beyaz cüceyi sıkıştıran kütleçekim
basınıcının elektronları protonlardan ayırdığını öne sürmüştü. Atomlar bu
şekilde "sınırlarını" kaybedecekler ve belki de küçük, yoğun bir pakete
sıkıştırılacaklar. Böylece Pauli dışarlama ilkesine göre elektronların birbirini
geri tepmesiyle oluşan, Fermi- Dirac dejenerelik basıncının etkisiyle cücenin
çökmesi duracak. Beyaz cücelerini anlaşılması 1930' da henüz 19 yaşındaki bir
gencin Subrahman Chandraekhar ' ın çalışmalarıyla ilerledi. Chandrasekhar, İngiliz
fizikçi R.H.Fowler’ in kuantum istatistiği, Eddington' un yıldızlar üzerine
kitaplarını okumuş, beyaz cücelerden büyülenmişti. Fowler ile çalışmak üzere
Cambridge Üniversitesi' ne gidiyordu. Eddington da oradaydı. Yolda giderken zaman
geçirmek için kendi kendine sordu: Bir cüce kendi kütleçekiminin etkisiyle çökmeden
önce ne kadar ağır olabilirdi; bu ağırlığın bir üst sınır var mıydı. Yanıtı
bir devrim başlattı.
Bir beyaz cüce,
elektriksel olarak yüksüzdür. Öyleyse herbir elemktronu için ondan yaklaşık iki bin
kat ağırbir de proton bulunması gerekir. Sonuç olarak, protonlar kütleçekim
basıncının yükünü karşılamalıdır. Eğer beyaz cüce çökmüyorsa,
elektronların dejenerelik basıncı ile protonların kütleçekimi dengelenmelidir. Bu
denge, proton sayısını ve bu nedenle de cücenin kütlesini sınırlar. Bu maksimum
kütle değeri Chandrasekhar limiti olarak bilinir ve Güneş' in kütlesinin 1.4 katına
eşittir. Bundan daha büyük kütleli bir cüce, durağan olamaz. Chandrasekhar' ın
buluşu Eddington' u tedirgin etti. Yıldızın kütlesi, Güneş kütlesinin 1.4
katından büyük olursa ne olur? Yanıttan hoşnut kalmadı. Yıldızın yoğunlaşarak
cüceye dönüşmesini önleyen bir mekanizma yoksa ya da Chandrasekhar' ın sonucu
doğruysa, büyük kütleli yıldızlar kütle çekimi olarak bir bilinmeyene düşüp
siliniyorlar. Eddington bunu dayanılmaz buldu ve Chandrasekhar' ın kuantum
istatistiğini kullanışını eleştirmeye ve değiştirmeye karar verdi. Bu eleştiri
Chandrasekhar' ı yıktı. Ancak onun imdadına Danimarkalı fizikçi Niels Bohr yetişti.
Bohr, Eddington' un yanlış olduğunu söyledi ve dikkate almamasını istedi.
Einstein, kendi
denklemlerinin çözümlerini bulmak için cok da çaba harcamamıştı. Maddenin
etrafındaki kütle çekimini ele alan bölüm tamamlanmıştı. Çünkü kütle çekimi
bir parçacığın bir eğri boyunca bir noktadan başka bir noktaya gitmesini sağlayarak
zaman ve uzay geometrisini değiştirmekteydi. Einstein için daha önemli olan şey,
kütleçekiminin kaynağı olan maddenin sadece kütle çekim denklemleriyle
açıklanamamasıydı. Einstein bulduğu denklemlerin tamamlanmamış olduğunu
düşünüyordu. Yine de yıldızlardan gelen ışığın bükülmesi gibi etkileri
yaklaşık hesaplayabiliyordu. 1916' da Alman gökbilimci Karl Schwarzschild’ in bir
yıldızın yörüngesindeki bir gezgen gibi gerçek bir duruma uyarlanabilen kesin bir
çözüm bulması Einstein' i etkilemişti. İşlemler sırasında Schwarzschild rahatsız
edici bir şey farketmişti. Yıldızın merkezinden belli bir mesafede matematik
anlamsızlaşıyordu. Şimdi Schwarzschild yarıçapı denen bu uzaklıkta zaman siliniyor
ve uzay sonsuz oluyordu. Yani denklem matematikçilerin deyişiyle tekil oluyordu. Bu
yarıçap, çoğunlukla cismin yarıçapından küçüktür. Örneğin Güneş için bu
yarıçap 3 km. Bunun yanında 1 gramlık bir bilye içinse 10üzeri-28 cm. Schwarzschild,
yılmadı. Bir yıldızın basitleştirilmiş bir modelini yaptı ve kritik yarıçapa
kadar çökmesi için sonsuz bir basınç gradyanı gerektiğini gösterdi. Böylece,
bulduğu tekilliğin pratik bir sonucunun olmadığını söyledi. Ancak bu tartışma
herkesi yatıştırmadı. Einstein çok rahatsız oldu. Çünkü yıldız modeli
görecelik kuramının belli teknik gereksinimlerini karşılamıyordu. Ta ki 1939
yılına dek konu küllenmiş olarak kaldı.
Einstein' in 1939'da
yayınladığı makale şöyle diyordu: " Bu makalenin temel sonucu,
Schwarzschild tekilliğinin neden fiziksel gerçeklikte yerinin olmadığının
anlaşılması olmuştur."
Başka bir deyişle karadelikler
varolamaz.
Einstein, küresel
yıldız kümesine benzer, birbirinin çekimi etkisinde dairesel yörüngelerde hareket
eden küçük parçacıklar toplamına dikkatini verdi. Sonra böyle bir şekillenmede
yıldızın kritik yarıçapla kendi çekimi altında durağan bir yıldıza çöküp
çökmeyeceğini sordu. Sonuç olarak bunun olamayacağına karar verdi; çünkü
yıldızlar böyle bir büyük çaplı şekillenmelerini durağan tutmak için ışık
hızından daha hızlı hareket etmek zorunda kalacaklardı. Aslında Einstein' in
açıklaması doğru olsa bile konuyla ilgili değildir Çünkü kritik yarıçapa çöken
bir yıldızın durağan olup olmaması farketmez. Yıldız nasıl olsa yarıçaptan daha
küçük mesafelere çökmekte.
Einstein bu
araştırmalarını yaparken Kaliforniya' da tamamiyle farklı bir girişim
ilerlemekteydi.
Oppenheimer ve
öğrencileri karadeliklerin çağdaş kuramını yaratmaktaydılar. Karadelik
araştırmalarıyla ilgili garip olan şey, tümüyle yanlış olduğu anlaşılan bir
fikirden esinlenmesiydi. 1932' de İngiliz fizikçi James Chadwick, atom çekirdeğinin
elektrikçe yüksüz bileşeni olan nötronu buldu. Ardından nötronların beyaz
cücelere alternatif olabileceği spekülasyonları başladı. Özellikle Kaliforniya
teknoloji Enstitüsü' nden Fritz Zwicky ve parlak Sovyet teorik fizikçisi Lev Landau
başta olmak üzere. tartışmalarına göre, yıldızın kütle çekimi basıncı yeterli
derecede artınca, nötron oluşturmak üzere bir elektronla bir proton reaksiyona
girebiliyor. Zwicky haklı olarak bu işlemin süpernova patlamalarında
gerçekleştiğini tahmin etti; sonuç olarak nötron yıldızları bugün pulsar olarak
tanımlanıyor. O sıralarda, olağan yıldızlarda enerji üretmek için bugün bilinen
mekanizma bilinmiyordu. Bir çözüm, nötron yıldızını olağan bir yıldızın
ortasına yerleştirmekti. Günümüzde pekçok astrofizikçi, karadeliklerin kuasarları
güçlendirdiğini benzer olarak tahmin ediyorlar. Bu durumda akla şu soru geliyor:
Chandrasekhar kütle limitinin bu yıldızlar için karşılığı nedir? Bu yanıtı
belirlemek beyaz cüceler için bir limit bulmaktan daha zor. Bunun nedeni ise
nötronların hala tamamıyla anlayamadığımız nitelikte bir kuvvet aracığlığıyla
etkileşmeleri. Kütleçekimi bu kuvvetin üstesinden gelebiliyor ancak kesin bir kütle
limiti ayırıntılara duyarlı. Oppenheimer, öğrencileri Robert Serber ve Geogre M.
Volkoff' la birlikte bu konuda iki makale yayımladı ve nötron yıldızları için
bulunan kütle limitinin Chandrasekhar' ın beyaz cüceler için olan limitiyle
karşılaştırılabilir olabileceği sonucuna vardı. Bu makalelerden ilki 1938' de,
ikincisi 1939' da yayımlandı. Oppenheimer tam olarak, Eddington' unun beyaz cüceler
hakkında düşündüğü şeyi sorgulamaktaydı: Eğer kütle limitini aşan kütleye
sahip bir yıldız çökerse ne olur? Oppenheimer ve öğrencileri, 5000 km uzakta
oldukları için Einstein' in 1939' ka karadelikleri reddeden çalışmasından haberdar
değillerdi. Ancak Oppenheimer, kritik yarıçaptaki durağan bir yıldızla uğraşmak
istemedi. Eğer yıldızın yarıçapı kritik yarıçapın altına düşerse ne
olacağını görmek istedi. Snyder' e bu problem üstünde daha ayrıntılı
çalışmasını önerdi. Snyder' e belirli varsayımlar yapmasını, dejenerelik
basıncı veya yıldızın dönmesi gibi teknik ayrıntıları gözardı etmesini
söyledi. Snyder, çöken bir yıldıza ne olacağının olaya bakan bir gözlemcinin
konumuna bağlı olduğunu buldu.
Şimdi bir yıldızdan
yeterince uzakta duran bir gözlemciden başlayalım. Başka bir gözlemcinin de
yıldızın yüzeyi üstünde durduğunu varsayalım. Bu gözlemci, yıldızla birlikte
hareket ederken diğer sabit gözlemciye ışık sinyali göndersin.
Sabit gözlemci, hareket
halindeki diğer gözlemciden gelen sinyalin elektromanyetik spektrumun kızıl ucuna
doğru kaydığını gözlemleyecektir. Eğer sinyallerin frekansı bir saat gibi
düşünülecek olursa, sabit gözlemci hareket halindeki gözlemcinin saatinin
yavaşladığı kanısına varacaktır.
Gerçekten kritik yarıçapta saat
yavaşlayarak duracak; sabit bir gözlemci yıldızın kiritik yarıçapa çökme
sürecinin sonsuz zaman alacağını düşünecekti. Bundan sonra ne olacağını
söyleyemeyiz, çünkü, sabit gözlemciye göre "sonrası" yoktur. Sabit
gözlemciye göre yıldız kritik yarıçapta donup kalacaktır. Fizikçi John A.
Wheeler,1967 Aralığında verdiği derste karadelik ismini kullanana dek bu nesnelere
donmuş yıldızlar deniyordu. Oppenheimer ve Snyder'in makalelerinde gözlemledikleri
gibi bu çöken yıldız "kendini" uzaktaki gzlemcilerle hertürlü iletişime
kapatıp kütle çekim alanıyla başbaşa kalır. Diğer bir deyişle karadelik
oluşmuştur. İyi de çöken yıldızlar üzerindeki gözlemciye ne olacak? Oppenheimer
ve Snyder'a göre bu gözlemci,olayı tümüyle değişik biçimde algılayacaktır. Yıl
1939'du. Dünya ateşler içindeydi;dünya parçalanmak üzereydi Oppenheimer de savaşa
girdi;insanın yapabileceği en yıkıcı silahı yaptı.Eistein de çalışmadı. Barış
geldiğinode 1947'de Oppenheimer Princeton'da İleri Araştırmalar Enstitüsü'nün
direktörü oldu.Einstein de aynı üniversitede profesördü. Onların karadelikler
hakkında konuşup konuşmadığı hakkında bir kayıt yok. Yıldızların gizemli
kaderini öğrenme isteği 1960'ları bekledi.
(Jeremy Bernstein, Bilim ve Teknik 346.
sayı(1996),Çevirenler:Tekin Dereli-Selda Arıt)
KARADELİK:
Bir yıldızın karadeliğe dönüşebilmesi için kütlesinin belli bir limitin
üzerinde olması lazım. Ama bir karadeliğin olay ufkuna sahip olması için (teoride)
kütlesinin belli bir limit üzerinde olmasına gerek yok. Örneğin bir kalemi bile
yeterince sıkıştırabilirsek bir karadelik elde edebiliriz. Burada önemli olan
kütlenin değil yoğunluğun belli bir sınırın üzerine çıkması.Sorum şu: Bir
atomun kütlesinin, atomun hacmine oranla çok küçük bir alanda, çekirdekte
toplandığını biliyoruz. Acaba atom çekirdeğinin, ondan da öte proton ve
nötronların her birinin kendi olay ufkuna sahip olacak yoğunlukları yok mu? Eğer
varsa çekirdek içi kuvvetler bununla alakalı olabilir mi?
Yukarıdakilere bir de temel parçacıkların noktasal olduklarının
varsayıldığını eklersek, herhalde sorun biraz daha belirginleşir. Eğer temel
parçacıklar, kütlenin tek bir noktada toplandığı sonsuz yoğunluklu maddeler iseler
hepsi birer karadelik olmalı.
Noktasal parçacıkl ar varsayımı üzerinde durmak
için yeterli yerimiz yok. Sadece, parçacıkların gerçekten noktasal olup
olmadıklarını deneysel olarak sınamanın mümkün olmadığını, buna karşın
parçacıkların bir büyüklüğü olduğu konusunda da yeterli deneysel veri
olmadığını ekleyelim. Normalde atom çekirdeğinin
kapladığı hacim olarak bildiğimiz bölge, aslında çekirdek içindeki, proton ve
nötronların yapı taşlarını oluşturan kuark ve diğer temel parçacıkların
uyguladığı güçlü kuvvetin etki mesafesinden doğuyor.
Gerçi, sicim
kuramları temel parçacıkların noktasal olmayıp, ip gibi bir boyutlu eğriler
şeklinde olduğunu iddia etse de yukarıdaki soru bu kuramlar için de geçerli. Eğer
bütün temel parçacıklar noktasalsa, her biri gerçekten bir karadelik oluşturur mu?
Böyle bir şey oluyorsa bu olayın varlığını
nasıl anlayabiliriz?
Ne yazık ki bu soruların yanıtları bilinmiyor. Çünkü yanıt ancak kütleçekim
kuvvetinin kuantum kuramıyla verilebilir. Fiziğin bu iki kuramını tek bir kuramda
birleştirme çabaları şimdiye kadar başarısız kaldı ve hâlâ parçacık
fizikçilerini meşgul eden önemli bir problem olma özelliğini koruyor.
ABD'de Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nda ağır altın iyonlarının ışığınkine
yakın hızlarda çarpıştırılması sonucu oluşan parçacık yağmurunun kesit
görüntüsü. Çarpışma sonucu oluşacak bir karadeliğin Dünya'yı yutacağı
biçiminde medyada
yer alan sansasyonel haberler, laboratuvar yetkililerince gülümsemeyle
karşılanmıştı.
Nedeni, karadelik oluşması için çok daha yoğun
enerjiler gerekmesi ve oluşsa bile, böylesine küçük bir karadeliğin anında
yokolması.
Fakat neler olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün. Bunu da, kuantum
fiziğini büyük karadeliklere uygulamayı başararak, karadeliklerin aslında tam kara
olmadığını, dışarıya bir tür ışıma yayarak buharlaştığını keşfeden
Stephen Hawking'e borçluyuz. Buharlaşmanın neden kaynaklandığını kısaca
hatırlamakta yarar var. Kuantum fiziğine göre uzay boşluğu, özelliksi z bir boşluk değildir.
Aksine, boşlukta parçacık karşıt parçacık çiftleri kendiliğinden ortaya
çıkarak, kısa bir süre yaşadıktan sonra birbirlerini tekrar yok ederler. Hawking, bu
olaylar bir karadeliğin olay ufkunun çok yakınında olduğunda, çiftlerden birinin soğurulduğunu, fakat diğerinin sonsuza kaçarak
karadeliğin hafiflemesine neden
olduğunu gösterdi. Buharlaşma diye adlandırabileceğimiz bu olayın hızı sadece
karadeliğin kütlesine bağlı. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, karadelik ne kadar
büyükse, buharlaşma da o kadar yavaş oluyor.
Öyleyse, her karadelik yeteri kadar bir süre sonra (eğer bu arada başka kütleler
yutarak daha da büyümemişse) buharlaşarak yok olacaktır.
Büyük yıldızların doğal evrimleri sonucu oluşmuş karadeliklerin yaşam süreleri çok uzun: Evrenin bugünkü yaşından kat kat daha uzun.
Fakat aynı şeyi daha küçük kütleli karadelikler için söylemek mümkün değil,
çünkü bir karadeliğin yaşam
süresi kütlesinin küpüyle ters orantılı. Eğer 10 gramlık bir kurşun kalemi
sıkıştırıp bir karadelik elde etmek mümkün
olsaydı, (kalemi çekirdeğin çapından 10 katrilyon kat daha küçük bir bölgeye
sıkıştırabilseydik) bu karadelik 10-22 saniye içinde
buharlaşarak yok olurdu. Aslında bu kadar kısa sürede olan buharlaşmayı
"patlama" olarak adlandırmak daha doğru.
Yani küçük karadelikler, daha çevresindeki maddeyi
yutarak büyümeye zaman bulamadan patlayacaklardır.
Proton kütlesindeki bir parçacık için bu buharlaşma süresi çok çok daha küçük.
Fakat daha temel parçacıklar ölçeğine inmeden Hawking'in sonuçları geçerliliğini
kaybeder. Bunun da nedeni kısaca şu: Karadelik küçüldükçe, buharlaşma daha hızlı
oluyor, yani kütle ve enerjisini daha hızlı kaybediyordu. Bu, bir saniye içinde
karadelikten ayrılan ışınımdaki parçacıkların ortalama sayısının ve ortalama enerjisinin daha fazla olması anlamına geliyor.
Karadeliğin kütlesi 10 mikrogram
seviyesine indiğinde, kaçan parçacıkların ortalama kütlesi de 10 mikrogram
büyüklüğüne erişiyor. Bu tip kütlelerde geride kalanın mı yoksa kaçan her bir
parçacığın mı asıl karadelik olduğunu söylemek zor. Bu nedenle daha küçük
kütleler için
olayın fiziğinde önemli bir değişiklik var ve parçacık fizikçilerinin
aydınlatmaya çalıştığı asıl alan burası. Daha küçük karadelikler için belki
hâlâ niteliksel olarak bir buharlaşmadan söz
edilebilir, ama Hawking'in sonuçlarının buraya uygulanması zor.
Tekrar temel parçacıklara dönersek: olayın fiziğinde büyük bir değişim
olduğundan dolayı parçacıklar bildiğimiz anlamda karadelik özellikleri
taşıyamazlar. Problemin nereden kaynaklandığı
belli: Parçacık kütleleri ölçeğinde bir karadelik olsa
bile bu karadeliğin diğer kütleleri yutarak büyümesi imkansız.
Bunun dışında, kütle küçüldükçe olay ufkunun da küçüldüğünü, ve
parçacıklar için olay ufkunun bildiğimiz tüm uzunluk
ölçeklerinden küçük olduğunu ekleyelim (10-54 metre). Hiç bir hızlandırıcıda
parçacıkların bu kadar yakın olması sağlanamadığı için bu mesafelerde
kütleçekim yasasının hangi formda olduğunu henüz bilmiyoruz.Yukarıda bu soruya
yanıtımızın neden "bilmiyoruz" şeklinde olduğunu açıklamaya
çalıştık. Şu anda elimizden ne yazık ki bu geliyor. Bu soruya verilecek ilk yanıt
büyük bir olasılıkla kuramsal alandan gelecek ve bir olasılıkla kütleçekim
kuvvetinin doğanın diğer üç kuvvetiyle ilgisi de bu arada ortaya çıkacaktı.
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi /
E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi
Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi
/Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy)
/Astronomy
|